Geçtiğimiz yılın ortalarından bu yana Türkiye seçim sürecinde.
Üç seçim birbirinin peşi sıra dizilmiş halde. Birinden diğerine, üstelik “110 engelli” türünden bir yarış olarak koşuluyor. Önce biri.. Sonra diğeri.. Ve en son, sonuncusu. Yerel Seçimler’de yarışıldı. Şimdi Cumhurbaşkanlığı Seçimi’nin ön hazırlıkları yapılıyor. Ve ardından, gelecek yıl Genel Seçimler geliyor. Tümü birbirini etkiliyor.. Tümü birbirinden etkileniyor.
Sadece, etkiledikleri birbirlerinden etkilenmekle kalmıyorlar. Öyle olsa, işlerinin ehli seçim analizcileri anketörler, politika erbabı ile el ele verip, birinden diğerine az-çok hesabi bağlantılar kurarak yol yordam belirleyebilirlerdi. Kuşkusuz birbirleriyle etkileşim içindeler, ancak sadece birbirlerinden etkilenmiyorlar. Bir de ve asıl olarak nesnellikten, nesnel gelişmelerden, tahmini hiç de kolay olmayan, öyle ki, birkaç ay, hatta birkaç gün öncesinden bile gelişini belli etmeyen olgu ve gelişmelerden, bunlara kaynaklık edip yön veren toplumsal ilişki ve çelişmelerden etkileniyor; hatta büyük ölçüde onlar tarafından belirleniyorlar.
*
Tabii ki insan iradesi, öncüler, politik lider ve partiler bütün bu gelişmeleri, gidişatını ve hızını etkiliyor. Nesnellik, öznellikten etkilenmezlik etmiyor. Hatta belirli kritik dönemeçlerde kişi ve politik güç ilişkileri fazlasıyla önem kazanıyor ve etki güçleri büyüyor. Ancak ne denli önem kazanmış olurlarsa olsunlar, öznellikler, yine de, son tahlilde nesnelliğin sınırlarını içinde rollerini oynuyorlar.
*
Türkiye toplumu, bir ayağı Avrupa’da olsa da, Asyatik ve belirgin bir Ortadoğu toplumu olarak, kişi ve kişiliklerin, önderlerin hemen daima öne çıktığı bir toplum olagelmiştir. Sultanlar.. Halifeler.. Şeyh ve Seyitlerle Pirler doludur Osmanlı’dan gelen Türkiye’nin tarihi. “Baş” olmuş.. Devlet olmuş, yönetmişler; halkı tebaa saymışlar; ayaklanmalarını ezerek, kafasına vura vura “ayakların baş olamayacağı”nı bilinçaltlarına kazımış, kendileri “çoban” sayılırken halkın “sürü” yerine konduğu kutsal metinlerin de desteğiyle biat kültürünü yerleştirmiş, olağan günlerde halkın rızasını alarak, “zor günler”de kıyamdan geçirerek, kendilerini topluma dayatmışlardır. Nasıl önemli olmazlar?! Ezilip bastırılan isyanlar bir yana, toplumsal gelişme hemen hep “yukarıdan” gerçekleştirilmiş, belirli dönüm noktalarında toplum hemen daima “yukarıdan” ilerletilmiş ya da geriletilmiş.. Hatta beş para etmeyenleri, örneğin padişahların “deli”leri de içinde, “yukarıdan” etken en pespayesinden rolünü oynadığında bile, bu “önem” pek de öneminden kaybetmemiştir.
“Kızıl Sultan” Abdülhamit Han örneğin, tek rolü, şu ya da bu emperyalist büyük devletin yaltakçısı sadrazamları aracılığıyla “hasta adam”ın ömrünü uzatmak üzere ölümü yavaşlatmak olsa da, biliyoruz, içerideki astığı astık kestiği kestik zorbalığıyla “büyük adam”dı! Osmanlı’nın büyük devletler arasında oynadığı tahtıravalli oyununda oldukça ustaydı. Hep kaybediyordu, ama yavaş kaybediyordu; “rest” çekip tümden kaybetmesi yalnızca II. Meşrutiyet’i ilan eden 1908 Devrimi karşısında gerçekleşti. Demokratik devrim onun zorbalığını hedef almıştı.
İlerletici rol oynamak üzere sırayı Enver aldı. “Hasta adam”ın iyileşmesi kolay değildi ve o da “kurtuluşu” Alman yanaşmalığında aramaya, halka zorbalığa ve ülkeyi Almanya yedeğinde emperyalist savaşa sürüklemeye, dolayısıyla karşı devrime yönelerek, ancak “gerileme” etkeni oldu.
Sonra Kemal geldi. Milli devrime önderlik etti. Demokrasi “işi”ne hiç bulaşmadı ve üstelik “ayaklar”ın “baş olması”na o da katiyen izin vermeyerek halk üzerindeki zorbalığı sürdürdü, halk katılmayınca, önü kesilince, milli devrim de üst sınıfın emperyalizmle birleşmeye yönelmesiyle karşı devrime dönüştü, yeniden emperyalizme uşaklık yoluna girildi.
Türkiye ve toplumunu en çok ve uzun süre etkileyen kişilik Kemal oldu. Sonrasında, İ. İnönü’den başlayarak onun izini sürenler sahne aldılar. Bürokratik kapitalizm serpilerek ilerlendi; giderek bürokratik karakterinin azalışına tanık olundu. Menderes-Bayar’la başlandı. Eskiyi ihya çabasındaki denemeler ve uygun kişilikleriyle, eski genelkurmay başkanlarıyla “idare” edildi. Son sözcü kişilikleri A. N. Sezer’di. Arada Ecevit-Demirel çekişmeleri ve Özal ve Demirel’le git-geller yaşandı. 7 yıldır Gül’e katlanılıyor. “Esas oğlan”sa arkada duruyor, ama hep onun dediği oluyor.
Zamanında iki “tek adam”ımız oldu: Kemal ve İnönü. İlki “ebedi şef”.. İkincisi “milli şef”. Bürokratizmin günleri ve erken kapitalizm dönemiydi. Son “tek adam” özentilimiz, Yeni-Osmanlıcılığı ve Sultanlık özlemiyle, tabii ki tekelcilik koşullarında ama piyasanın “gizli eli”nin önemi küçümsenmeyecek ölçüde büyümüşken, oldukça “geç kapitalizm” döneminde sökün etti. Ancak başını doğrultabilmişti. Ama doğrusu iyi doğrultmuş; su başlarını iyi tutmuş; devleti; askeri, polisi, MİT’iyle iyi ele geçirmişti. Kemal’e ağzının ucuyla ve yalnızca kendisi gibi burjuvalığıyla halkın ensesinde boza pişirmesi dolayısıyla sahip çıkarken, onun, zaten zaman içinde tavsamış hemen tüm yaklaşım ve tutumlarını toplumsal bellekten silmeye girişti.
Kemal de, İnönü de toplumsal siyasal gidişat üzerinde önemli etkide bulunmuş, kalıcı izler bırakmışlardı. Şimdi, henüz o kadar olmasa da özenti “tek adam”ın da, kişiselliğiyle gidişatı önemli ölçüde etkilediği görülüyor. Örnek mi? “Delikanlılık”ıyla “tek adam” özentilimiz yerinde başkası olsa, Gezi örneğin, herhalde farklı gelişir, belki de Gezi Gezi olmazdı. Gül örneğin, onun yerinde olsa, sonradan “mükafatlandırma”ya yöneldiği polise “ben emir verdim” diye övündüğü saldırı emrini vermeyip, büyümeden gösteriyi yatıştırmaya çalışabilirdi. Büyük olasılıkla işler 17 Aralık’a da varmaz, bir uzlaşma/anlaşma yolu bulunarak “pasta” paylaşımı ve “iktidar bloku”nun devamı sağlanır; “züccaciyeci dükkanına fil girmiş gibi” olmaz, “vazo” kırılmazdı.
Sultanlık özentisiyle Erdoğan’ın toplumsal siyasal gidişatı önemle etkilediği tartışmasızdır ve daha ileriden etkileme peşindedir.
*
Partisini, AKP’yi, önde gelen başlıca üç arkadaşıyla birlikte, dört kişi olarak kurmuşlardır. Daha kuruluş sürecinde öne çıkmıştır; Erbakan’ın koltuğuna “bileğinin gücüyle” oturmuş İstanbul İl Başkanı ve ardından İstanbul Belediye Başkanı’dır; ama yine de henüz tek adam değil, “eşitler arasında birinci”dir. Hükümetlerinin darbe tehditli ilk döneminde Abdüllatif Şener’in darbecilerin gücünü yanlış algılayıp “yanlış ata oynama”sıyla üçe düşmüşlerdir. “Gül kardeşi”ne “kıyak” görüntüsüyle onu cumhurbaşkanlığına yollayarak, partide “iki”ye inmişler.. Ve üstünlüklerini (en başta başkanlığının olanaklarını) konuşturarak, birkaç kez “fırçalayıp” karizmasını çizdiği ve arkasından dolanıp etkisizleştirdiği B. Arınç’ı da “üç dönem” kuralı aracılığıyla emekliliğe ve torunlarına vakit ayırmaya “ikna”, gerçekteyse ekarte ederek, AKP’deki liderliğini tartışılmaz hale getirmiş, “tek adamlık”ını ilan etmiştir! Öyle ki, artık en yakınındakiler dahil “lider”e tek söz bile söylemeye korkar, “kaşının üstünde gözün var” bile diyemez olmuşlardır. Partide tek adamlığı kapmasında şüphesiz Bizans oyunlarının da payı olmuş, ama “zaferi”ni, “delikanlı” ve militan-mücadeleci kişilik özellikleriyle gelişen olaylar karşısında parti tutumunun kararlaştırılmasında yönlendirici kararlı yaklaşım ve tavırları belirlemiştir. Bunda, askerlerle çekişme ve onların ülke yönetimindeki ağırlıklarının kırılmasına yönelik iktidar mücadelesi süreci olarak yaşanmakta olan toplumsal siyasal gidişatı güdümleyen Amerikan emperyalizminin bölgesel konjonktürel çıkarlarının siyasal İslamcı bir işbirlikçiliğin yönetimindeki bir “model ülke”yi gereksinmesi asıl rolü oynamıştır. Amerikalıların “ille de Tayyip” tutumunda olmadıkları, ancak onların bölgesel ihtiyaçlarından kaynaklanan yönelimlerini, kişilik özellikleriyle de, en iyi onun değerlendirdiği söylenmelidir.
Sonuçta, 27 Nisan Muhtırası’nın püskürtülmesi ve peşi sıra Ergenokon ve Balyoz Davaları sürecinde, sürekli seçim başarıları da kazanmakta olan AKP içinde Erdoğan tek adamlığını gerçekleştirmiş, sonrasında artık, örneğin 12 Eylül Referandumu ve 2011 Seçimleriyle tek adamlığın pekişmesine yer kalmıştır –tek istisnayla: Fethullah Gülen. Bütün bir iktidara yürüyüş ve yerleşme sürecinde, Erdoğan, Gülen Cemaatıyla ittifak kurarak oluşturduğu “iktidar bloğu” aracılığıyla onunla iktidarı paylaşmıştır. Gerçi sosyal (ve eğitsel) alan büyük ölçüde Cemaate emanet edilmiş ve ele geçirilmekte olan devletin doruklarından aşağılara doğru neredeyse tüm kademelerine yerleştirilen yetişmiş kadrolar buradan derlenmişken, siyasal alan ve kontrolü kendi elinde olmuş; ancak paylaşım sorunu ve dolayısıyla kavga patlak verdiğinde, özellikle yargı ve polis örgütlenmesi bakımından bunun çok da fazla bir anlamı olmadığı ortaya çıkmış, ama yine de “son söz”ün önemi bakımından siyasal alan ve “yürütme komitesi” başkanlığının tayin ediciliği kanıtlanmıştır.
“Blok” sürecinde siyasal söz dolayımıyla erk kendisinde olsa da, Erdoğan, Gülen ve Cemaatının bağlayıcılığına ve dayatmalarına tahammül durumunda olmuş, ancak iktidar paylaşımının zorlukları nedeniyle sonunda patlamış; ve o ana kadar tamamen tek elde toplanmamış olan iktidar, 17 Aralık’la birlikte, artık “tek adamlık”ın hakkı sonuna kadar verilerek, tekelde toplanmıştır.
Kıyaslama gerekirse, Fevzi Çakmak’ın uzun süreli genelkurmay başkanlığı döneminde Kemal’in olduğu gibi, F. Gülen’le kurduğu blok zamanında da Erdoğan tek adamdır ve sultanlaşma sendromu esasta 2007 Nisanıyla birlikte başlamıştır; ancak şimdi artık bütün bağlarından kurtulmuşcasına kendisini tamamen özgür hissetmektedir. Ne hukuk.. Ne Anayasa.. Ne Yargı.. Ne Anayasa Mahkemesi.. Ne Baro.. Ne de parlamento. Hükümet de, kendisi varsa var, yoksa yoktur! Ondan sonra tufandır!
*
2007 Nisanının ardından, sıra, fiilen elde edilenin kayda geçirilmesine, yasallaştırılmasına gelmiştir. 2010 Referandumu ile hukuk guguğa döndürülmüş, olmadığı, 17 Aralık sonrası HSYK’nın Cemaatçe ele geçirildiği görüldüğünde, hemen yeni bir “yasal” düzenlemeye gidilmiştir. Amaç, “hukukun üstünlüğü” yerine “üstünlerin hukuku”na, sonunda tek başına elde edilmiş siyasal alan “tek seçicilik” ya da Sultanlığına uydurulmuş yargı ve belki sınırlı istisnalarla elde edilip sıraya dizilmiş yargıçların ellerindeki “hukuk”a ulaşmaktır. Ulaşılmış; hukuk, en ileri düzeyde siyasete, bunun zaten böyle olduğu burjuva devletlerdeki “genel” ölçüsüyle genel olarak siyasete, yalnızca kapitalizmin onaylanması ve meşrulaştırılmasına değil, “tek adam” ve “tek parti”sinin çıkarlarına, örneğin özel hırsızlıklar, rüşvet ve yolsuzluklar kadar özel ihale bağlantıları, “havuz” oluşturmalar ve yasadışılığın kendileri için serbestiyet sayılıp soruşturma konusu bile yapılmaması, yasallığınsa sömürülen yığınlarla sınırlı olmayıp iktisaden ve siyaseten burjuva rakipleri için de yasak ve ceza konusu sayılması olarak zümre çıkarlarını onaylayıp meşru sayan özel siyasete, “tek adam” ve “tek parti” siyasetine bağlanmıştır.
Önemlisi, hukukun bunca özel olarak siyasete tabi kılınışı zemininde, tek adam özentisiyle Anayasa değişikliği tartışması açılıp Başkanlık Sistemi için girişimlerde bulunulması olmuştur. Hem parti olarak “üstünlerin” hem de tek adam olarak “üstünün hukuku”nun kayda geçirilmesi: Şöyle ya da böyle tanımlanmasında ve herhangi tanımıyla Anayasaya geçirilmesinde fark görülmeyen Sultanlığın, “Başkanlık”, “yarı-Başkanlık” ya da “Partili Cumhurbaşkanlığı” adı altında fiilen halka dayatılması!
“Ben bütün yetkilerimi kullanırım” diyor kendisi. Anayasada yetki tanımları açık açık yazılmışken, “halk seçeceği için fiilen başkanlık ya da yarı-başkanlık olur” diyor yakınları! Fiili durum yaratma mı? Olur mu? Yenir mi? Hem, dereyi görmeden paçayı sıvamamalı; önce seçilmek gerek!
*
Ancak, “tek adamlık”ın kayda geçirilmesinde sorun çıkıyor! Olmuyor. Referandumlu bir anayasa değişikliğiyle başkanlığı Anayasaya sokmak ve bir başkanlık ya da yarı-başkanlık sistemine geçmek için bile gerekli olan 330 vekil oyu bulunamıyor. Frene basılıyor. Anayasa değişikliği tartışmaları, bu iş için oluşturulmuş bir Meclis Komisyonu’nda takılıyor. Komisyon 60 civarında maddede değişiklik için anlaşıyor, ancak, anlaşma konularının içinde başkanlık/yarı-başkanlıkla ilgili değişiklik bulunmuyor. İş, fiili zorlamalara kalıyor: Cumhurbaşkanını ilk kez halkın seçecek olmasından hareketle, sanki yetkileri ve parlamento ve hükümet ile ilişkileri değişmiş ve Anayasa’da yazılı olandan farklı olacakmış gibi, “halkın seçtiği cumhurbaşkanı eskisinden farklı olur” görüşünü ve en azından “partili cumhurbaşkanı”nı dayatmak! Fazla zorlamak olacağı aşikar! Bu, olağan koşullarda olabilir değildir. Gerçekleştirilmesi ya da tersine aşırı zorlamanın engellenmesi yasal olmayan güçlerin duhlünü ve eylemlerini gereksinir. “Motor”, “yatak yakabilir”; sistem yürümez olup bir müdahaleye açık hale gelebilir. Bu ihtimal yok değildir.
*
Başta Erdoğan, AKP Hükümeti tek adam/tek parti rejimini zorlamaktadır. Özellikle son birkaç yılın siyasal yaşamının temel bir karakteristiği, “yukarıdan”, hükümet ve Sultanı katından topluma kutuplaşmanın dayatılması, buna yönelik olarak siyasetin ve siyaset aracılığıyla toplumun gerilmesidir. Önüne gelene, görüş ve tutumlarını beğenmediği, hazırolda selam durup kendi dayatmaları doğrultusunda davranmayan herkese.. Anayasa Mahkemesi ya da Barolar Birliği Başkanı demeden.. Yargıtay, Danıştay farketmeden “saygısızlık” ilanı, hakaret, edepsizlikle bağırma çağırma.. Devlet görevindeyse sürgün ya da görevden alma.. Değilse ve kendi arkasında toplanıp hizaya geçmiş “kardeşlerim” arasında da bulunmuyorsa “düşman” muamelesi.. Herkesle anlayacağını düşündüğü dilden ilişkilenme: Muarızı muhalifi bir patronsa, hakaretin yanı sıra vergi cezası, ihale yasağı, kazanmış olduğu ihalelerin bile elinden alınması.. Halktan biriyse, işçi, memur, sair emekçi, gençe ve kadınsa, Kürt ve Aleviyse “nasihat” bile değil, hakaret.. “Nush ile uslanmayana tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir” darbımeselindeki “tekdir”i bile atlayan anlayışıyla.. Zaten “cennetten çıkma” olan “dayak”a başvurma.. Hem de ne “dayak”! Zehirli gazlı, tazyikli sulu, TOMA’lı, plastik ve giderek gerçek mermili saldırganlık.. Hele dayatmalarına karşı toplu gösteriyse, tam bir “savaş hali”! Terör!
Son Okmeydanı saldırganlığında her şey ortadadır: Diktatör özentilisi açıkça saldırganlığı azmettirmekte, polisi saldırı ve adam öldürmeye teşvik etmektedir. Açıktan suçtur, ama önünü-ardını düşünüp hesap etmeden adam öldürmeye çağırmaktadır: “Polis nasıl sabrediyor, anlamıyorum”! Yani? “Saldırın”! “Vurun, öldürün”! Kimi? Önüne çıkan, karşısına dikilen herkesi!
*
Aynı çağrıyı Gezi Direnişi’nin hemen ardından da yapmış, polisin hunhar saldırganlığı ve ölümler için, övünerek, “ben emir verdim” buyurmuş ve 7 Direnişçiyi öldüren polisi “mükafatlandırmak”tan söz açmıştır. Mısır Darbesi sırasında öldürülen “Esma Kızımız” için gözyaşı ve dil döken diktatör özentisi, içeriye, kendi diktatörlük gösterilerine, gözünü kırpmadan adam öldürmelere gelince, ne gözyaşı ne acındırma, “aslan” kesilmektedir!
Bakın şu herzeye: “Kan tacirleri karşısında elbet susmayacağız”! Yani? “Saldıracağız, sözümüzü dinlemeyen ve önümüze çıkanı vurup kıracağız, öldüreceğiz” demektedir! Kimdir “kan taciri”? Berkin Elvan mı? Okmeydanı Cemevi’nde vurulup öldürülen Uğur Kurt mu? Ey vicdan! Düşmanlaştırarak, kutuplaştırarak hükmünü sürdürme tutumu insanlıktan hiç nasibini almamışlık boyutundadır; vicdansızlık boyutundadır!
Diktatörlük özentisi demektedir ki: “Neymiş, Berkin Elvan’ı anmak için okulda tören düzenleyeceklermiş. Şu hale bak ya. Yani biz bu ülkede kusura bakmayın her ölüm hadisesinde bir tören mi düzenleyeceğiz. O zaman bütün işleri bırakalım, törene bakalım. Ama Kılıçdaroğlu’na göre bu zat ekmek almaya giderken ölen birisi. Ölmüştür, geçmiştir.”
İçeriği ve uslubuyla bu lafların insanlıktan nasibini almış olmakla ilişkisi kurulabilir mi? Cenazeye, ölüme bile saygısızlık, olacak şey değildir, ne gelenekte ne törede yeri vardır! “Ölmüş, geçmiş”miş! Üstelik ekmek almaya giderken öldürüldüğü kesindir. “Kılıçdaroğlu’na göre” falan öyle değildir. Gerçek, Berkin’in ekmek almaya giderken başına isabet eden ve polisin attığı kesin olan gaz fişeği kapsülü nedeniyle öldürüldüğüdür.
Ve bu lafları sarfeden zat, TOBB Mali Genel Kurulu’nda ön sırada oturan Kılıçdaroğlu’nu işaret ederek “bana diktatör diyorlar” demektedir! Neymiş? “Diktatör olsa”ymış, “böyle konuşamaz” ve “alanlara çıkamazlar”mış! Konuşulabiliyor ve alanlara “kazasız-belasız” çıkılabiliyor mu? Öyle mi? Açık değil mi? Diktatörlük özentisi daha başka nasıl olabilir: Bir ölünün arkasından tören düzenlenip düzenlenemeyeceğine bile beyefendi karar verecek! Beğeniyorsa, tören düzenlenebilecek.. Beğenmiyor ve işine gelmiyorsa, düzenlenmeyecek! Aşırı demokrasi bu!! Arkasından tören düzenlenip düzenlenmeyeceğine bile, ölü sahibi ya da sevenlerinin değil, ama onlar yerine Beyefendinin karar vermesi –nedir bu? Diktatörlük özentisi, bu değilse, nedir?
*
Ancak gerek Okmeydanı saldırganlığı, gerekse 30 Mart Seçimleri’nin aşırıya vardırılmış zorlama örneklerinden oldukları söylenmelidir. Artık akla gelen her şey zorlanmaktadır. Tek istisnası, Soma’dır. O da ilk başta zorlanmaya çalışılmış.. “İşin fıtratından”dır denerek “kader” ilan edilmiş.. Düstur edinilmiş uluorta pervasızlıkla maden ocağı cinayetine kurban edilen işçilerin acılı yakınlarına Başbakanlık Müşavirince tekmeyle, bizzat Sultan özentisince tokat ve yumrukla girişilmiş.. Üstüne “Sen bu ülkenin Başbakanına yuh çekersen tokatı yersin” denerek çıkışılmış.. Ancak, henüz kendisini, –gerek yasallığı ve vicdanlarla tahammül sınırlarını zorlayan sıfır güvenlikli taşeron çalışma koşulları, gerekse acı, öfke, buradan “kader”e isyan ve protestolarıyla–, o devasa gövdesini göstererek, ortaya koymaya başladığında bile yüreklere korku salışıyla durmaya mecbur bırakmış.. Yoksa dayatılmaya çalışılan “biz” ve “onlar” saflaşmasının sahteliğini kolaylıkla açığa çıkaracağı anlaşılmış.. Ve bu kez bölünme ve saflaşmanın “biz” ve “onlar” sahteliği yerine “emek-sermaye” karşıtlığı üzerinden gerçekleşip tüm topluma buradan sirayet edip yayılması tehlikesi algılanınca durulup geri basılmış.. Toparlanılmaya çalışılmış.. Örneğin Aile Bakanı Ayşenur İslam, “Kaderi kabulleniyor, kadere isyan etmiyorlar, ama bir talepleri var, ‘başımıza gelenin müsebbiplerini bulun’ diyorlar” açıklamasıyla “kader”in “müsebbibi” olurmuş ya da olursa bu Tanrı’dan başkasıymış gibi, işe “müsebbipleri” de katarak “fıtrat” ya da “kader” söylemini yumuşmaya soyunmuş.. Hatta, maden ocaklarını Soma Madencilik’e taşerona veren devlet ve temsilcisi olarak Hükümet ve özel olarak Enerji Bakanlığı, hem kurum olarak, hem de övünerek izlemekte oldukları –özelleştirme, esnek çalışma ve taşeronluğu emekçilerin başına bela eden– neoliberal politikalarla, kömürü tutuşarak 301 işçinin göz göre göre katledildiği cinayetin baş müsebbibiyken.. Kamuda taşeron çalışmayı bir kez daha meşrulaştıracak olmasına karşın, “marifet”miş gibi sunulup pazarlanması tam bir aldatıcılık oluştursa da, bu yönünü cilalayıp parlatmak üzere araya bir dizi “iyileştirmeler” de katılarak, sözde “taşerona karşıtlık” iddiasıyla taşeron yasası çıkarılması ve taslağın kısa sürede Meclis’e getirilmesi Bakanlar Kurulu’nun gündemi edilmiş.. Başbakan, “Bu yasa yasalaştırılmak için neyi bekliyor? Uzatmasınlar, süreci hızlandırın” talimatı vermiş.. Günlerdir hiç ortada olmayan Çalışma Bakanı Faruk Çelik de, sanki taşeron çalışmanın bakanı ama gözkulak olmayanı değilmiş gibi, Meclis’te, madencilik sektöründeki sorunları araştırmak üzere kurulan Komisyon’da hükümet adına konuşurken, taşeronluk sistemini “emeğin sömürüsü” olarak nitelendirmiş ve “Taşeron uygulamasını inşallah hep birlikte çözeceğiz. Bu yasama yılı kapanmadan bu taşeron sömürü anlayışını kapatacağız. Bunun bitmesi gerekir” demiş çıkmıştır!
Gezi’nin ardından işçi sınıfının da tepki ve öfkesinin hedefi olmak işe gelmemiştir. “Onlar”ın içine işçinin katılmasından kaçınmak üzere manevralara başvurulmaktadır.
*
Taksim Gezi ve 30 Mart Yerel Seçimleri’nden geçilerek Cumhurbaşkanlığı seçimlerine başlıca gerginlik ve kutuplaştırmaya dayalı politikalar izlenerek gidilmektedir. Soma’da manevra yapılmıştır; ancak Okmeydanı saldırganlığı ve Almanya-Köln çıkarmasındaki uslup ve içerik kutuplaştırıcı yığınağın sürdürülmesinde ısrar edildiğini göstermektedir.
Evet, kişisel özellikler önemlidir. Subjektif etken küçümsenir gibi değildir. Diktatör özentisinin kişisel özelliklerinin önemle belirlediği politika ve örgüt altbaşlıklarıyla subjektif etken şüphesiz “birinci”nin ardından “ikinci seçim”e gidilirken süreci ve gelişmesini etkileyecektir, etkilemektedir. Ama Soma’da geri bastırtıp manevraya zorlayan objektif koşullarının önünde sonunda belirleyiciliği de tartışmasızdır.
Soma dolayımıyla su yüzüne çıkan “aysberg”in ucu, “biz-onlar” sahte saflaşmasını pekiştirmeye yönelik gerginlik ve kutuplaştırma politikası ve buna bağlanmış saldırganlıkta perva tanımama tutumunu gözden geçirmeye götürmüştür. Çünkü kutuplaştırıcı saldırganlığın, Soma’da gerçekleşen kömür ocağı katliamı dolayısıyla, bütün kafa karışıklığı ve örgütsüzlüğüne rağmen, kımıldadığında bile ülke gündemini silkeleyen işçi sınıfı şahsında anında ters tepmesi, işçilerle oyun oynanamayacağını göstermiştir. Birkaç günlük şaşkınlığın ardından, sınıfın hareketlenmesinin nelere mal olacağını, ilk elde neden olduğu etkiler ve yol açtığı tartışmalar kapsamında algılayan tek adam özentisi ve adamları, politika ve taktik değiştirerek, şirket ve hatta neredeyse kapitalizm “suçlaması”na yönelmişlerdir! Sultanlığı garanti edecek her şey mübahtır!
Tekme, tokat ve yumruklarının yıkıcı sonuçları, cinayete kurban gidenlerin yakınlarına yönelik polis terörü ve valilik yasaklamalarının sökmemesi, protestolar karşısındaki “Somalı olanlar bu yana dışarıdan gelenler bu yana” bölme taktiklerinin tutmaması ve tersine kendi poltikaları olan taşeronluğun tartışma gündemine oturması; sınıfın, maden işçiliği ve madencilik özelindeki nesnelliğinin yanında, madencinin bütün bir sınıf tarafından eylemli olarak sahiplenilmesinde beliren genel nesnelliği dolayısıyladır. Ölümün kader olarak dayatılmasıyla tekme, tokat ve yumruklar, polis saldırganlığı olarak, Soma’ya kadarki politik taktik olarak sürdürülen kutuplaştırıcı saldırganlık, net biçimde nesnellik duvarına çarpmıştır. Oynanan, kutuplaştırma yoluyla taban konsolidasyonu ve başkanlığa yürüme “oyunu”, çarkları aşırı kâr hırsıyla dönen ve Ortaçağı andıran sömürü koşullarıyla (taşeronluk vb.) karakterize kapitalist düzenin sınırlılıklarına takılmış, “oyun” aşırı risk yüklenmiştir. Sürdürülmesinin ters tepmeye başladığı ve bu yöndeki ısrarın, sömürülen yığınların belirli bölümlerinin diktatör özentilisinin ardında birikmesinin sağlamlaştırılmasına değil ama bu birikimin zaafa uğrayıp dağılmasına götüreceği noktaya varılmıştır.
“Tayyip istifa” yönelimli genel bir siyasal muhalefet karşısında tek adam özentilisi ve adamları gerilememekte, desteklerini pekiştirme tutumuyla kutuplaştırma ve üzerine üzerine yürüyüp saldırganlığı tırmandırma gücünü kendilerinde bulabilmekte; ama gerilim ve kutuplaşmanın ileri ölçüde sosyalleşmesi ve işçi sınıfının burjuvazi karşısında safa girmesi ihtimal olarak bile belirdiğinde, ters teptirici sınırlılıkların farkına varıp tökezlemektedirler.
Cumhurbaşkanlığı seçimine hala kutuplaştırıcı saldırganlık politkikası izlenmeye devam edilerek gidilmektedir; ama artık, nesnel sınırlılıkları nedeniyle, bu politika, ters tepme belirtileri gösteren riskli ve zaaflı bir politikaya da dönüşmüş bulunmaktadır.
*
Sözü edilen politika, en azından iktidar “ipi”nin askerlerden devralındığı 2007 Nisan’ından bu yana izlenmektedir; ancak asıl olarak Gezi Direnişi ile birlikte gözü kapalı bir pervasızlıkla dört elle sarılınmış politika düzeyine yükseltilmiştir.
İktidara tutunma ve başkanlığa yürüme amacıyla aşırı ideolojik yüklemeyle “biz ve onlar” olarak saflaştırılıp birbirlerine karşı kutuplaştırılmak üzere sürekli “işlem”den geçirilen sömürülen yığınların düşmanlaştırılması özel önem taşımaktadır. Burada ne insanlık, ne vicdan ne ahlaka yer kalmaktadır.
Varsa yoksa Esma’dır: “Hamile hanımlara bile idam kararı verdiler, Esma kızımızı kurşunlayarak şehit ettiler.” Ama 14 yaşında katledilen Berkin Elvan aşağılanarak “Esma kızımız”ın “düşmanı” olarak sunulmaktadır: O, “Ölmüştür, geçmiştir.”
İnsaf yoksunluğudur! Burada, Allah korkusunun da sınırı aşılmıştır! Biri kere, ölmüş değil, polis tarafından öldürülmüştür. Ve Esma ölüp geçmiyor, “şehit” oluyor. Biri “şehit”, diğeri “zat”! Biri durmadan anılıyor, diğerine anma da, tören de yasak! Kışkırtma bu kadar olur. Halk, ideolojik temelde, bu kadar birbirine karşı tahrik edilebilir!
*
“İmam os..sa cemaat sı…”mış! Soma istisna oluştursa bile, Valilik ve polisçe Berkin anmasının neden gösterildiği ve Uğur Kurt’un kim tarafından vurulduğunun bilinmediği ileri sürülen “çatışma” gerginlik ve kutuplaştırma siyasetinin “iyi” bir örneğidir. Kurt, anmayla ilgisizdir ve Cemevi bahçesinde öldürülmüştür. Camiye kurşun isaset etse ne olurdu! Cemevine serbesttir! Ve polisin sağa sola kurşun yağdıran hoyrat ve hunhar saldırganlığı karşısında, diktatörlük heveslisi, “Polis nasıl sabrediyor, anlamıyorum” demiştir! “Daha çok, daha pervasız, daha önünü ardını düşünmeden saldırın” demektedir yani! Yeni katliamlara davetiye çıkarmakta, polisi öldürmeye azmettirmektedir.
*
Tek adam özentilisi zat, aynı şeyi, önceden, Gezi günlerinde de yapmıştır. Hunhar saldırısını haklı gösterip yeni saldırılarını teşvik edip kışkırtmak üzere, “destan yazdı”ğını ileri sürdüğü, 7 Direnişçiyi öldürmüş polise “Ben emir verdim” demiş ve “mükafatlandırıl”dıklarını açıklamıştı.
Türkiye ölçeğine yayılan 2013 Haziran Taksim Gezi Direnişi, hem kutuplaştırıcı saldırganlığın gemi azıya aldığı, hem de artık Hükümet’in “dikensiz gül bahçesi”nde keyifle dolaşamayacağını gösterip “eldekini kaybetme” korkusuna neden olarak, Direniş’in püstürtülmesinin dizginsiz saldırganlıktan başka çaresinin kalmadığını varsaydıran yüksek sesli bir “yeter artık” haykırışıydı. “Reste rest”ti!
Üzerine üzerine gelinen, yaşam tarzına, inançlarına, ne içip içmeyeceğine vb. karışılan, kimlikleri, duygu, düşünce ve sözleri hiçe sayılarak insan yerine konmayan, toplu söz söyleme girişimleri hakaret ve zehirli gazla yanıtlanan, ama tümünün ötesinde, işsizlik ve yoksulluğu tırmandırıp çalışmanın alabildiğine esnek örgütlenmesiyle tahammül sınırlarını zorlayan neoliberal politikaların kıskacında olan sömürülen ezilen yığınların öfke patlamasıydı, Gezi. Bir programa ve onu hayata geçirecek örgütlülüğe sahip olmayan, yerine yenisini koyma ya da tümüyle yeni bir düzen kurma önerisi bulunmayan Gezi, “istifa”sını istediği hükümeti protesto hareketiydi. Asıl önemli yanı ise, bu kez, sömürülen yığınların, uzun süredir karşısında sessiz kaldığı gerici saldırganlığın karşısında dikilmesi, geri çekilmeyip açıktan karşı durmasıydı. Kendi güçlerini ortaya koyarak özgüven kazanmış yığınların öfkesi artık dikiş tutmamaktaydı; henüz bir siyasal sistem oluşturmak üzere programı formüle edilmiş değildi, örgütsüzdü, demokratik ve halkçı platformuyla genel bir siyasal muhalefet zeminindeydi. Büyük kentlerin kenar semtlerine gidildikçe harekete yön veren sosyal talepler ağırlık kazansa da, genel hareket içinde bu talepler fluydu; sınıf, sınıf olarak harekete katılmış değildi. Hareketin bu genişlemesi için Soma ve sonrası beklenecekti.
Ama olan olmuş, diktatörlük heveslisine son derece pratik olarak “dur” denmiş ve ortalama aldatmanın sonu ilan edilmişti. Artık ancak “biz ve onlar”lı kutuplaştırıcı aldatıcılık yapılabilecekti –buna hız verildi.
Bu aynı zamanda, bir süredir açılmış ve yürütülmekte olan “Başkanlık” tartışmasının sonunun ilanı oldu. Tartışma bıçakla kesilir gibi kesildi. Özgüvenle “Başkanlık” heveslisinin karşısında dikilenler vardı artık! Sonradan Soma’yla dayanılacak kapitalizmin sınırına gelinmeden önce, ilk olarak, “ileri”sinden bir ortalama “demokrasi” ve “demokratlık” iddiasının sınırına gelinmiş, demokrasi denen şey üzerinde tepinmeye girişilmişti. Artık hukuk, demokrasi, özgürlükler gibi söylemlerle idare edilemez olunmuştu. “Herkesin başkanı” artık olanaklı değildi. Toplumun en az yarısı “Başkanlık” heveslisini reddetmekte, istifasını istemekteydi.
Üstelik Gezi ezilip yenilmedi. Uygun fırsatını bulduğunda yeniden canlanmak üzere geri çekildi, sönümlendi ki, meşruluğunu yeniden yakaladığı Berkin’in cenaze töreninde bunu herkese gösterdi.
Gezi Direnişi, neoliberal zeminde başkanlık arzu ve isteğiyle işlenmiş politikalar ve AKP-Cemaat iktidar Bloku’ndan müteşekkil subjektif etkenin çarptığı ilk nesnellik duvarı oldu. Tek adamlık hevesinin sınırları ve sınırlılıkları vardı!
*
Üstelik Gezi dolayımıyla görünen sınır ve sınırlılıklar, yalnızca halkın öfke ve tepkilerine ve demokratizm alanına özgü değillerdi.
Amerika ve Avrupa’dan Gezi’ye ilişkin izlenen politikalara sert eleştiriler geldi. En başta diktatörlük heveslisince anlaşıldı ki, büyük emperyalist devletlerin kendi halkını yönetmekte zorlanmakta olanlara sunulacak sonsuz bir desteği olamazdı. Tam Gezi Direnişi sona erdiğinde gerçekleştirilen Mısır Darbesi, aralarını iyice açtı. Darbeyi Amerikalılar örgütlemiş, diktatörlük özentisi ise karşı çıkıp suçlamıştı. K. Irak petrolünün pazarlanması, Suriye sorunu, İran’a ambargonun delinmesi, Çin Füzeleri gibi başka sorunlar da vardı. Batılı büyük devletlerle çıkar farklılıklarının yön verdiği ilişkiler, yine kişisel arzu ve ihtiraslarla, AKP politikalarının geleceği bakımından sınırlılıklar oluşturmaktaydı.
Şimdi cumhurbaşkanlığı seçimine büyük devletlerle ilişkilerde sınırlılıklar koşullarında gidilmektedir.
*
İçeride de sınırlılıklara sahip diktatörlük özentisi ve tekleştirme peşinde olduğu partisi. Destek yayıncılık talebi, gazeteciler ve işten atılmaları baskısıyla kurgulanan medyayla ilişkiler, bir yandan yandaş havuz medyasının inşasıyla ilerlerken, diğer yandan da başta Aydın Doğan olmak üzere medya patronlarıyla kapışmaya vardı. Yaşlı Milliyet patronu ağlatılırken, A. Doğan ağır vergi cezalarına çarptırıldı, başka sektörlerdeki ihaleleri alması engellendi. Koç, TÜPRAŞ’ta denetim üstüne denetim yer, MİLGEM ve Marina ihaleleri iptal edilirken, yeni devlet ihalesi alamaz oldu. Sabancı’nın durumu farklı değildi. TÜSİAD, açıktan ve hakaretamiz saldırılara maruz kaldı. “Yeşil sermaye”nin yeterince büyümüş ve ihaleler de içinde, iktisadi politikaların tek adamın iki dudağı arasında olması işine gelmez olmuş Ülker ve Boydak gibi sermaye grupları da, TÜSİAD ve Koç’un yanında yer aldılar/kaldılar. Gezi’de “faiz lobisi” olarak suçlandılar ki, onlar da otellerinin kapısını “insani gerekçeyle” direnişçilere açmışlardı.
Cumhurbaşkanlığı seçimine, geleneksel büyük sermaye ile ilişkilerde de sınırlılıklarla gidilmektedir.
*
Bütün bu sınırlılıkların üzerine “iktidar bloğu”nun dağılması binmiştir. Artık Erdoğan-Gülen Bloğu yoktur.
Hatta Mavi Marmara ve 7 Şubat MİT Davası öncesinden başlayan çatlamanın geldiği nokta bilinmektedir. “Darbe” oldukları ileri sürülen 17 ve 25 Aralık Soruşturmaları’nın tüm delil ve dayanaklarının görmezden gelinip yok sayılamayacağı, bugün olmasa bile yarın, uygun koşullarda gün yüzüne çıkıp iktidar ilişkilerini küçümsenemez biçimde etkileyebileceğini düşünmek kehanet sayılamaz. Eğitilmiş kadro kaynağı ve dini bir sosyal ve siyasal harekete geçirici olarak Cemaat, artık “dost” değil, düşman sayılmakta, küfür ve hakaretlere konu edilmektedir. Artık tek ve bütüncül bir siyasal İslam yoktur. Hatta tek bir inanç sistemi olarak Müslümanlık da yoktur; birbirlerinin “kirli” girdi-çıktılarını bilen en az iki iddialı taraf vardır artık. Ve görevden alma ve sürgünlerle Cemaatin ne kadar “icabı”na bakılırsa bakılsın, hala başta yargı ve polis olmak üzere devlet katlarıyla parlamentoda dayanakları bulunduğu ve etki gücünü önemli ölçüde koruduğu varsayılmalıdır.
Ne denli 30 Mart’ta Cemaat’in fazla etkili olamadığı ileri sürülse de, buradan oluşan sınırlılık dikkate alınmazlık edilemez.
*
Bir başka sınırlılığı subjektif etkene ilişkin bir düzenleme vermektedir ki, söz konusu düzenleme değiştirilmediği durumda nesnel etkilerde bulunması hiç de şaşırtıcı olmaz. Bu, “üç dönem” şartıdır. AKP tüzüğünde yer alan ve diktatör özentilisinin olası başkanlığı dönemindeki AKP tefrişatı bakımından önem taşıyan bu madde, şüphesiz sancılara gebedir. 70 kadar “deneyimli kadro”yu ilgilendirmekte olan, hem gidecekleri hem de yerlerine gelecekleri iğne üzerinde oturtan tüzük şartı, bugünden “aşağısı sakal yukarısı bıyık” durumu oluşturmuş; karar verici durumundaki tek adam özentilisi “başkanlığı”na uygun AKP yönetimi ve kuşkusuz yeni Başbakan ayarlaması yapayım derken, “ne İsa’ya ne Musa’ya yaranamaz” hale sürüklenme riski oluşmaktadır. “Tek seçicilik”te küçük bir tereddütlü durumun oluşmasının, domino etkisiyle, iskambil kağıtlarından çatılmış tüm “bina”yı yerle bir etmesi ihtimali büyümektedir.
70 “ihtiyar kurt” yeterince ortalık karıştırıcı olabilir. B. Arınç gibi emekliliğe ve torun bakmaya mecbur edilen bu etkili vekillerin, hele geri dönüşü olmayan “son anlar”da, Meclis’teki kritik oylamalarda ne tür pazarlık koşulları ileri sürüp nasıl oy kullanacakları, seçim bölgelerinde kişisel desteklerini nasıl yönlendirecekleri kolaylıkla öngörülüp şaşmaz hesaplar yapılabileceğini düşünmek saflık olacaktır!
Artık kolay değildir, ancak bu tüzük hükmünün kaldırılması hiç de şaşırtıcı olmaz.
*
Tümü bir arada, yeterince nesnel ve nesnellikle bağlı sınırlılık oluşturmaktadır.
*
30 Mart’ta ortaya çıkan da, Cumhurbaşkanlığı bakımından, CHP ve MHP kadar AKP ve tek adam özentisinin de sınırları olduğudur.
AKP, bir genel seçim atmosferinde gelişen 30 Mart seçimlerini kazanmış, seçimden birinci parti olarak çıkmıştır. Ancak “%50 cebimde” havasıyla ve belediye adaylarından çok “tek adam”la girilen ve bir referandum niteliğine büründürülen seçimlerde kazanılan bir Pirus Zaferi olabilmiştir. AKP birinci parti olmasına olmuş, kazanmış, ama ciddi bir oy kaybıyla kazanmış ya da az kaybetmiştir. Seçmen sayısı birkaç milyon artmasına karşın, AKP’nin bir önceki seçime kıyasla oransal oy kaybı %6,5, mutlak oy kaybıysa 2 milyon 100 binden fazladır.
CHP yerinde saymış, ama kayıp AKP oyları, hem oran hem de sayısal olarak MHP’ye gitmiştir.
Sonuç; bir tarafta başında “tek adam”ıyla “tek parti”lik iddiasındaki AKP ve karşısında ortak bir “çatı adayı” arayışındaki CHP ile MHP’nin oy oranlarının “pata-patalığı”dır.
YSK’nın açıkladığı* 30 Mart Seçimleri’nin kesin sonuçları şöyledir:
Belediye meclisi üyeliği seçimleri oy oranları olarak:
AKP: % 42,87
CHP: % 26,34
MHP: % 17,82
BDP: % 4,16
Belediye Başkanlığı seçimleri oy oranları olarak:
AKP: % 43,13
CHP: % 26,45
MHP: % 17,76
BDP: % 4,18
Hesap şöyledir: AKP = 42,87 (43,13)
CHP+MHP = 26,34 + 17,86 = 44,20 (26,45 + 17,82 = 44,27)
İki taraf arasında, yüzde 43-44 bandında bir pata-patalık sözkonusudur.
Bu, hem “tek parti” iddiasıyla AKP, hem de blok olarak hareket edebilirlerse bile CHP+MHP açısından nesnel bir sınırlılık anlamındadır.
*
Buradan çıkan, HDP oylarının hesaba katılmadığı % 4.1’lik oyuyla BDP’nin “kilit” parti konumu kazanmış oluşudur.
Tam da bu nedenle ve “çözüm süreci” üzerinden sıkıştırılmaya uğraşıyla, Mehmet Altan’dan başlayarak, BDP “karşı taraf”tan uzak tutulmaya ve olabilirse kazanılmaya çalışılmaktadır.
Bu tablo karşısında, her iki “taraf”ın da BDP’yi ve Kürt oylarını hesap etmek durumunda olduğu ortadadır.
Daha çok CHPye yakın, liberal demokrat akım ve kişiler, BDP’nin sonradan özeleştirisini yaptığı başlangıcında Gezi’ye destek vermemiş oluşu, 17 ve 25 Aralık soruşturmaları karşısındaki “darbe” söylemli “ortalama” tutumu, “çözüm süreci”ni gözetişi ve bazı BDP’lilerin ağzından belirli taleplerinin karşılanması halinde Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığının desteklenebileceği yolundaki açıklamalarından hareketle, BDP’yi AKP ile ittifak yapmaya yatkınlığı dolayısıyla eleştirmekte, hatta suçlamaktadır.
Oysa, şüphesiz “çözüm süreci”nin bir çırpıda gözden çıkarılması gerekmemektedir ve bütün tavizler BDP’den beklenerek her şeyin sorumluluğunun onun sırtına yakılması haksızlıktır.
Öte yandan, “tek adam” özentisi ve AKP’sinin BDP ve dolayısıyla Kürt halkının tek bir talebini bile bugüne dek karşılamadığı gibi, karşılamaya hazır da olmadığı ortadadır. Ve hele seçimlere gidildiği günümüzde Kürt taleplerinin karşılanmasının söz konusu bile edilemeyeceği herhalde kesindir. Örneğin “Öcalan’a ev hapsi” gibi bir talebin hiç gerçekleşmeyecek olsa da karşılanabileceği söylentisinin bile çıkarılmasının önemli yüzdesiyle bir Kürt oyunun AKP’ye yönlenmesi için yeterli olabileceği; ancak getireceğinden muhtemelen daha fazla bir oyun AKP’den özellikle MHP’ye kaçışına neden olacağı tahmin edilecektir.
Öyleyse bir AKP-BDP ittifakı ihtimali, olacak şey değildir; taviz alış-verişiyle her iki tarafın da işine geliyor gibi görünecek olsa bile, yine de olmayacak dua durumundadır. Bu, bu durumda AKP’nin oy kaybı ihtimalinin büyüklüğünün yanında, BDP’nin Kürt oylarının bütününü yönlendiremeyecek olması ve güçbirliği yaptığı ve “Türkiyelileşmek” bakımından stratejik önem atfettiği olan örgütlerin AKP ve Erdoğan’a oy verebilme ihtimallerinin sıfır olması dolayısıyla güç birliğinin dayanaksız kalarak dağılacak oluşu bakımından da olacak şey değildir.
AKP; BDP desteğine bel bağlayamaz. Ve bu nedenle cumhurbaşkanlığında oyunu 43-44 bandının üzerine taşıması zordur.
Yine de rakipleri parçalıyken, kendisinin tek parti oluşu avantaj görünmektedir. Ancak onun da dış ve iç uluslararası sermaye grupları, emperyalistler ve Cemaatçe bölünmeye çalışıldığı sır değildir. 70 civarındaki “kurt adam”ın yanı sıra, Erdoğan karşısındaki farklılık koyucu “kıvranmaları”yla adı ve adaylığını canlı tutup yıllardır üzerinde spekülasyon yapılmasını sağlayan ve “eski kurt” S. Demirel tarafından C. Çiçek’in yanı sıra Bahçeli’ye ortak “çatı adayı” olarak önerilen A. Gül faktörü de hesaba katıldığında dezavantajları avantajlarını geçer görünmektedir.
*
Zamanında 19 maddelik bir demokrasi programı ileri sürmüş CHP ile BDP ve sosyalistlerin, dışında kalanlarca da güç verilebilecek bir burjuva demokrat adayın desteklenmesinde anlaşıp cumhurbaşkanlığı seçimine güçbirliği yaparak gitmeleri ihtimali var mıdır? Bu, AKP-BDP ittifakından daha olabilir bir şeydir, ama yine de fazlasıyla küçük bir olasılıktır!