Yoğunlaşan şiddet ve şiddet politikasına karşı mücadele

AKP Hükümetinin, –devlet yönetiminin başında o bulunuyor– halk kitlelerine karşı izlediği politikanın en önemli araçlarından biri de, hak talebinde bulunan, siyasal demokrasi isteyen, talepleri için mücadeleye yönelen işçi, emekçi, kadın, genç, Türk-Kürt; Alevi-Sünni her kesimden insana karşı izlediği susturma, susturarak hakim olma politikası giderek belirginlik kazanıyor. Son dönemlerde çıkarılan yasalarla birlikte artan polis şiddeti, bir polis devletine doğru hızlı gidişe işaret ediyor. MİT yasası bunun en çarpıcı göstergelerinden biridir. Diğeri, Soma’da iş cinayetinde yaşanan toplu katliamı protesto edenlere karşı girişilen saldırıdır. Hükümet ve partisi elinde tuttuğu gerici şiddet tekelini, burjuva  ve liberal muhalefet dahil, politikalarına karşı çıkan bütün kesimleri etkisizleştirmek için kullanıyor.

ŞİDDETİN ORTAYA ÇIKIŞI

İlkel toplumlarda insanların yaşamlarını ortak paylaşımlar, en önemlisi de korunma üzerine kurmaları ve beraberce yabani hayat karşısında var olabilmeleri doğal bir işbölümünü de beraberinde getiriyordu. Şiddet sadece kendilerini korumaları ihtiyaçlarının bir sonucuydu.

Ancak toplumun sınıflara bölünmesi, sınıfsal çelişkiler, ekonomik olarak güçlü olan egemen sınıfın, aynı zamanda siyasal açıdan da güçlü olması ve güçsüz olan sömürülen sınıf üzerindeki sömürüsünü sürdürebilmek için ezilen sınıfı baskı altına alması ihtiyacının örgütlenmesi olarak devlet ortaya çıktı. Devlet içindeki sınıfsal çelişkiler, sömürü kışullarına razı edilmek üzere sömürülen sınıfların üzerinde zor ve şiddetin gerekli olması, farklı ülkelerin gelişip, güçlerinin artması, yine başka ülkelerin istila edilmeleri, fetih ruhunun güçlenmesi vb. durumlar, toplumun içinden doğmasına rağmen, toplumdan uzaklaşan, giderek onun üstünde yer alan devletin kendisini ve gücünü koruma ihtiyacı doğması, yasalarla yasaklar ve yaptırımların, vergilerin devreye girmesi bu dönemdedir.

Devletin olmadığı ilkel toplumlarda şiddet, tamamen bütün toplumun denetimindeyken ve amaç kendi toplumsal varlıklarını sürdürmek olduğu için klan içi şiddete hiç izin verilmemekteyken, ortaya çıkan devlet, kendini, dolayısıyla dayanağı olan sınıfı korumak için baskı gücü de oluşturur ve polis, ordu gibi özel şiddet kurumları ortaya çıkar. Bu sebeple toplumsal şiddeti, ilkel ve sınıflı toplumlar olarak iki bölümde değerlendirmek gerekir. Devletli toplumlarda şiddet meşrulaştırılır ve kendi özüne uygun olarak kurumsal bir niteliğe sahiptir ve şiddetin örgütlenmesinden başka bir şey olmayan devletin tekelindedir. Egemen sınıflar, bu nedenle devlet olarak örgütlenip silahlanarak gücünü kaybetmemeye çalışır. Siyaset, yani devlet işlerinin yürütülmesi şiddet araçlarıyla sürdürülür. Siyaset ve çıkar çatışmalarının sonucu olarak –iç ve devletlerarası– savaşlar ise şiddetin en yoğun halidir. Şiddet ve siyaset arasında derin bir bağlantı vardır. Marx “Şiddet yeni bir topluma gebe bütün eski toplumların ebesidir” derken bu bağlantıyı işaret etmiştir.

ŞİDDET ÜRETEN KAPİTALİZM

Kapitalizm, öncelikle emek sermaye karşıtlığı üzerinden şiddet üretir. Toplumsal emeğin sermaye birikiminin konusu olmaya ikna edilmesi ve sömürünün süregitmesi önünde sonunda gerici kapitalist şiddeti davet eder. Sömürünün kendisi şüphesiz siyasal bir şiddet içermez ve sömürünün gerçekleşmesi iktisat-dışı zoru, siyasal zoru zorunlu kılmaz. Ama sömürü koşullarının varlığının sürdürülmesi ve öyleyse emekçilerin bu koşullara boyun eğdirilmesi ihtiyacı, sömürü ilişkilerine karşı yükselmesi kaçınılmaz hoşnutsuzluk ve tepkilerin; öfke, nefret ve eylemlerin, protestolar ve giderek başkaldırıların bastırılma zorunluluğu, özetle sömürü ilişkilerinin devamının dış koşullarının oluşturulması, şiddet aleti olarak kapitalist devleti koşulladığı gibi, işçi ve emekçilere yönelik kapitalist zorbalık ve şiddeti olağanlaştırır. İşçi ve emekçilerin kapitalist zorbalık koşullarına “ikna” edilip mecbur bırakılmaları ve bu koşulları ortadan kaldırmaya yönelik tepkililerden alıkonulmaları, kaçınılmaz tepkilerinse bastırılmasının emekçilerin ideolojik olarak rızalarının sağlanmasının ötesindeki tek yolu fiziki zor ya da adıyla sanıyla kapitalist şiddettir.

Öte yandan uluslararası burjuvazi ve kapitalist emperyalist ülkelerin birbirleriyle rekabeti ve işbirliği de, aralarında paylaşım konusu olan dünya pazarlarına, hammadde kaynaklarına, tüm yer altı-yerüstü zenginliklerine sahip olmak ve onları denetlemek içindir. Üretim güçleri tekellerindedir ve tamamen toplumsallaşmış üretimin, emeğin de toplumsallaştığı koşullarda kapitalist özel mülkiyet ilişkilerine dayalı olarak gerçekleşmesini zorlayarak, zoru, ücretli köleliğe mecbur ettikleri işçi ve emekçilerin yanı sıra üretim anarşisi ve kapitalist rekabet çerçevesinde yalnızca üretimin sonuçlarını değil ama dünyayı da paylaşmak üzere birbirlerine de karşı yöneltirler. Buradan da şiddet ürer. Kapitalist mülkiyet ilişkisinde egemenler, daha fazla toprak, daha fazla ucuz işgücü, daha fazla üretim, daha fazla kâr için sömürülenler üzerinde ve üretimin sonuçlarıyla koşullarını paylaşmak üzere birbirlerini hedefleyen şiddetlerini arttırmaktadırlar. Tek tek ülkelerde yaptıklarıyla kalmayıp uluslararası alanda da siyasal ve askeri şiddetle (şiddeti yeniden yeniden üreterek) dünyanın hakim güç olma hayalleriyle dünya halklarını birbirine kırdırmaya, savaş, şantaj, provakasyon vb. her şeyi kullanarak, silahlanmada sınırları zorlayarak, dört koldan hareket halindeler. İnsanlar açlık, yoksulluk, hastalık ve susuzlukla yaşam mücadelesi verirken, egemenler daha fazla kâr için boğuşmaktalar. Şiddet, mülkiyet ilişkisinden ayrı değil, tam tersi bu sarmalın bir bileşeni olarak varlığını sürdürmektedir.

Kapitalizm, başka şeylerin yanı sıra sömürüye dayanan eşitsiz mülkiyet ilişkilerinden kaynaklanan şiddet kültürünü var edip beslemekte ve geliştirmekte olup, insanı yozlaştıran, yabancılaştıran etkilere sahiptir, bu sebeple de korku ve düşmanlık içinde yaşamaya zorlanan insanlar bireysel ve toplumsal ilişkilerinde şiddeti yaşamlarının bir parçası olarak görüp hissetmektedirler. Şiddetin asıl kaynağının sistem olduğunun göz ardı edilmesi sonucunu doğuracağı için bireysel şiddetin gelişmesi her zaman sistemin işine gelmektedir. Otoriteye biat kültürü yaşam biçimi haline geldikçe çeşitli manipülasyonlar ve entrikalar sonucu aldatılıp yedeklenmiş kitlelerin davranışı da yerleşik hal alıyor. Hızla yayılan yobazlık, gericileşme bilimle insanın bir araya gelmesine engel oluyor, bu da, toplumsal özgürlük alanının, dolayısıyla da kişisel özgürlük alanının genişlemesi yerine daralmasına götürüyor, halklara karanlık günler yaşatıyor. Çünkü devletin bütün gayreti insanların kontrol edilebilir ilişkiler kurmasıdır.

Kapitalizm şiddeti ürettiği gibi bilinçli olarak kullanır da. Bu yüzden de şiddet gerçeği yaşamın içinde etkisi arttırılarak varlığı sürdürülen bir olgu olmaktadır. Yoksullukla sindirilmiş, korku ve şiddeti yaşamlarının bir parçası olarak yaşayan insanlar büyük tehlikelerle karşı karşıyadırlar. Kapitalist sistem, körüklediği şiddet kültürünü emekçilere, yoksul kesime yaymak ve onları sistemle uyumlu, ona boyun eğer hale getirmek için çok çeşitli araçlardan faydalanmaktadır.

Gücü elinde bulunduranlar açısından, onların çıkarlarına dokunan, dolayısıyla istemedikleri her şey hedeftir. Emekçiler, ezilenler kendilerine yönelen sistemin şiddetinin farkında olmasınlar diye de, muhalif hiçbir sese, yazıya ve görsele tahammül edemeyen, bir ağızdan yayın yapan kurum ve kuruluşlar olma özelliğine sahip olan medya organları kamuya tarafsız haber sunmayla ilişkisiz kurumlar olarak tekelleşmiş, ticarileşmiş ve piyasalaşmıştır.

Okullarda, sokaklarda, evlerde, işyerlerinde her yerde bıçaklı, satırlı, sopalı, ateşli silahlı saldırılarla ilgili her gün televizyon programlarında ahkam kesen “bilen kişiler” her şeyin eğitimle çözüleceğinden, varoşlardan, göçlerden, dem vurmaktadırlar. Programlar saldırgan, öfkeli, şiddet içerikli, bağıran insanlardan geçilmez olmuştur. Haber programlarında cinayet, saldırı, tecavüz, linç girişimleri, çarpışmalar, kendinden olmayanı dışlama, değersizleştirme, aşağılama gibi davranışlar, hayatın olağan akışı gibi, her zamanki şeyler gibi sıradan gösteriliyor.

ŞİDDET KENDİNDEN OLMAYAN HERKESE

Sistemce meşrulaştırılmış toplumsal ve bireysel şiddetten en çok payını alanlar kadınlar ve çocuklardır. Erkek egemen sistem kendi kanun ve kurallarıyla kadınların insan olma haklarını bile tanımıyor. Kadın, doğumundan ölümüne kadar geçen sürede psikolojik, fiziksel, cinsel ve ekonomik şiddet görmekte, cinsel tacize uğramış kadınların, utanç, depresyon, değersizlik ve yabancılaşma duygularını hayatları boyunca taşıdıkları ilgili uzmanlarca sıkça dile getirilmektedir. Kadına yönelik şiddette de erkek egemenliğinin dayanağı ve “garantörü” kapitalizmdir, bu ayrıcalıklı konum erkeği kul sahipliği statüsüne taşırken, kadını iki kat eziyor.

Yaşam içinde ele alındığında kız çocukların öldürülmesi, erkek çocuk oluncaya kadar annenin doğum yapmaya zorlanması, kadının tecavüzcüsüyle evlenmesini sağlayarak erkeğin cezadan kurtarılması, kadının da istemediği ve kendisine tecavüz etmiş biriyle ömür boyu yaşamaya mahkum edilerek cezalandırılması, kocası, sevgilisi veya kabul etmediği erkek tarafından öldürülen kadınlara ilişkin haberlerini her gün medyanın rutin haberleri durumuna gelmesi işin renginin ne kadar kara olduğunun göstergesidir.

Son yıllarda çocuklara yönelik ihmal ve istismar vakalarında belirgin bir artış gözlenmektedir. Şiddete uğrayan çocukta, kimseye güvenmeme, öfke, asosyallik vb. ruh halleri ise çocuğun suç işleme, saldırganlık, şiddet uygulama gibi davranışlarda bulunmasıyla sonuçlanıyor.

Eğitim kurumları, çocukların, gençlerin sistem kalıplarına uygun yetişmeleri için en uygun yerlerdir, burjuvazinin buraları önemsemesi, genç beyinlere yerleştireceği kalıpların kendi varlığını sürdürebilmesindeki önemi çok iyi bildiğindendir. Burjuvazi, ayakta kalıp kendi çarkını döndürmek için, ezip sömürdüğü insanları çocukluğundan başlayarak ve her çeşit mekanizmayı da kullanarak uyumlu köleler yapmaya çalışmaktadır.

Gençlik döneminde içsel eğilim her şeyin sorgulanması doğrultusundadır, sadece ailenin değil, toplumun da önem taşımaya başlaması, sadece fizyolojik, biyolojik değil, ahlak, din, sosyallik, siyasi bakış, insanlığın durumu gibi konularda büyük değişimler yaşanması, değerlerin şekillenmesi de önem taşır. Bu anlamda (kapitalizmin eğitim, medya, propaganda, taciz, milliyetçilik, baskı gibi her çeşit saldırı aracının etkisinde oradan oraya savrulabilecekleri gerçeğini unutmadan) gençliği kazanmak geleceği de kazanmaktır.

Kürt halk hareketinin bugün geldiği noktadan geriye bakıldığında, yaşanan, tek kelimeyle zulüm olmuştur. Binlerce insan öldürülmüş, tutuklanmış, yerinden yurdundan edilmiş, insanlar doğum yeri itibariyle bile “terörist” ilan edilerek sürekli bir dışlanmış; “kadın, çocuk” denmeden karalama ve linç girişimlerine maruz kalarak potansiyel suçlu ilan edilmişlerdir. Asker cenazelerinde, bu kadar gencin neden öldüğünün sorgulanması yerine, Kürt ulusuna yönelik tahkir edici milliyetçi söylem ve duyguların geliştirilmesine çalışılmış, kimi zaman da başarılı olunmuştur. Seçim barajı ve birçok entrika ile Kürt ulusunun temsiliyet hakkı elinden alınmak istenmiş, engel olunamayınca da seçilmiş milletvekillerinin işlevsizleştirilmesi için çeşitli suçlamalarla dokunulmazlıklarının kaldırılması için uğraşılmıştır. “Kürt açılımı” konusunda ise, hükümetin oyalayıcı tavrı sadece samimiyetsizliğinin göstergesi olmuştur.

Alevi kitlelerine yönelik aşağılayıcı ayrımcı söylem devletin en üst yöneticilerince hala sürdürülmektedir. Bazen sapkınlık, bazen “Alisiz Alevilik”le adlandırmakla kalınmayıp, Gezi eylemleri sürecinde ve sonraki protestolarda öldürülenlerin nerdeyse tamamının Alevi olması rahat durmadıklarının ve başlarına gelenlere müstahak olduklarının kanıtı olarak gösterilmeye çalışılmaktadır. Hükümetin “demokratlığı” da, “özgürlükçülüğü” de hep Sünni Müslüman ayrıcalığıyla kendine ve yakınlarınadır. Dış ülkelerde din özgürlüğü havarisi kesilen hükümet ve başbakanı kendi ülkesinde neredeyse üçte bir nüfusa sahip Alevilerin ibadethaneleri olan cemevlerine hukuki bir statü vermemek için elinden geleni yapmakta, bürokrasi, emniyet, asker ve yargı içindeki Alevileri etiketleyerek ayıklamakta, işlevsizleştirmektedir. “Alevi açılımları” ise aşure yemek ve birkaç Alevi dedesini umreye götürmenin ötesine geçememiş, sadece gündem yaratmaktan ibaret kalmıştır.

SERMAYE VE DEVLET  ŞİDDETİNE KARŞI MÜCADELE

Türkiye’nin de içinde bulunduğu çoğrafyaya baktığımızda, kapitalist emperyalist güçler ve işbirlikçileri bölgesel gericilikler tarafından kışkırtılan, birbirine kırdırtılan ve gittikçe de yoksullaşan halkların trajedileri bu politikaların somut göstergeleridir. Doğu-Batı, Müslüman-Hıristiyan-Musevi ayrımcılığı, yetmedi Sünni-Şii ya da Alevi mezhepçiliği, o da yetmedi, başka sebepler bulundu hep. Binlerce yıllık, geçmişe ait ne varsa talan edildi, yağmalandı, güç olabilecek ne varsa yok edildi, edilmeye çalışıldı, çalışılıyor. Afganistan, Irak, Libya, Suriye sıraya dizildi, bir zamanlar kol kola oldukları, ama çıkarlarına ters düştüğü anda linç arenasına bırakılan liderler, sokaklarda asılan, parçalanan, bombalanan insanlar, bütün şiddet araçları kullanılarak sindirilmeye çalışılıyor.

Ülkemizde de, büyük küçük fark etmeksizin yapılan her protesto eyleminin artık gaz, su, cop, tekme-tokat, gözaltı şeklinde saldırıyla yanıtlanması rutinleşmişken, Newroz ve 1 Mayıs’ı geride bıraktık. “Taksim’i 1 Mayıs kutlamalarına biz açtık” diye açıklamalar yapan Başbakan, bu sefer de 1 Mayıs’ın gösterilen yerde yapılmasını, Taksim’e izin verilmeyeceğini açıkladı. Başbakanın kutuplaştırıcı, provakatif üslubu (ki yerel seçimlerde tavan yaptı), hemen her konuda inatlaşma ve yasaklarla tamamlanmaktadır. Bu kez emekçilerin Taksim’e çıkışını engellemek için öncesinden binlerce polis görevlendirilmiş, barikatlar kurulmuş, sonrasında da Tomalar, coplar, tonlarca biber gazı ve gözaltılarla “gereği” yapılmıştır.

Dolayasız “şiddet aleti” olan devlet en büyük şiddeti “kolluk güçleri” eliyle uyguluyor. Muhalif hiçbir ses olmamalıdır, tek tip ve denetlenebilir insan yapısı oluşturulmalıdır ki, yönetenlerin işi kolaylaşsın, aksi takdirde insanların haklı talep ve özgürlük istemleri, mücadeleleri yönetimi zora sokacaktır. Hiç istenmeyen bu durum için de ekipmanları ile tam teşekküllü polis şiddeti göz açtırmamalıdır. Günlerce süren “Gezi olayları”nda Türkiye genelinde aşırı kullanım sonucu stokları sıfırlanan biber gazı kapsüllerdiyle gözü çıkanlar, öldüresiye dövüldükten sonra yüksekten atılanlar, silahla vurulanlar, sakat kalanlar, dövülerek yaka paça gözaltına alınanlar, mahkemeye henüz çıkamamış tutuklular, kendi ülkesinde düşman olarak görülenler, hoşnutsuzluklarını ifade edip düzene tepki verdikleri için bu şiddetle çok “iyi” tanıştılar.

Soma maden işçileri büyük işçi katliamına uğramış, sorumlu müdür-müfettiş akrabalığı, denetimci müfettiş karı-koca, AKP’li meclis üyesi-maden genel müdürü çifti ve daha ortaya çıkmamış birçok bağlantı ile yukarıda belirtildiği gibi kapitalistin kârı için tam örgütlü bir tezgahla “biri pişirmiş biri yemiş” misali yüzlerce işçi kurban edilmiştir. Ancak bu mahşer yerine dönmüş ortamda bile, Başbakan, nefret kusan yüz ifadesiyle bir göstericiye yumruk atmış, başka birine “sen bu ülkenin Başbakanına yuh çekersen tokadı yersin” demiş, “imam-cemaat” misali Başbakanlık Müşaviri Yusuf Merkel de bir protestocuya aracından inerek tekmeli saldırıda bulunmuştur. Başbakan bununla da yetinmemiş, ülke genelinde yaygınlaşan eylemlerde polisin “çok sabırlı” olduğunu söyleyip, onların biber gazı, tazyikli su, plastik mermi yerine kurşun kullanmalarının yolunu açmıştır.

Sistemin saldırıları karşısında korkuyla bireysel şiddet eğilimlerinin ortaya çıkması anormal bir durum değildir. Ancak unutulmamalıdır ki, sistemin ezdiği, baskıladığı bireylerin bireysel, töresel, inançsal şiddet uygulamaları gibi tepkisel dışavurumlar gerçek sebebin gizlenmesine neden olur. İnsanların içinde bulundukları yaşam koşulları davranışlarını ve psikolojilerini etkiler, bireysel özellikler etkili olsa da, asıl belirleyici olan toplumsal koşullardır. Kitlelerin, her şeyin ticarete dönüştürüldüğü bir yapı içerisindeki ilişkileri, onların korku ve dolayısıyla korunma ihtiyacını tetikler, ancak şiddet, toplum dışı veya karşıtı değil, toplumsaldır; en önemlisi de devlet tarafından sürekli meşrulaştırılan, kurumsallaştırılan bir işleve sahiptir. Gücünü, varlığını sürdürüp, kalıcılığını sağlamaktır esas olan. Şiddetin temelinde genellikle yaşam mücadelesi, egemenlik, iktidar, ölüm vb. güç gösterimi sebepleri vardır. Bu sebepledir ki, iktidar güçlerinin işçi sınıfı ve tüm emekçiler, Kürtler, Aleviler, kadınlar, gençler, aydınlar ve bütün muhaliflere karşı uyguladığı baskı, zorbalık ve şiddet, ezen-ezilen ilişkisi bitip, tüm insanlar eşit ve özgür olana dek ezilen sınıflara uygulanan kurumsallaşmış ve devlet destekli şiddet varlığını bir şekilde devam ettirecektir.

Şiddeti bütün sebep ve sonuçlarıyla ortadan kaldırmanın tek yolu, kapitalizmin uyguladığı şiddete karşı oluşup biriken öfke ve tahammülsüzlüğü dindirmek, bastırmak değil, bu öfkenin siyasi-ekonomik talepler etrafında örgütlenerek doğru kanallara akışını sağlamak için devrimci mücadelenin yükseltilmesidir. İnsana; emekçi kitlelere yönelen şiddet ve sindirme amaçlı baskının, korkuyu besleyeceği gibi karşı hareketi de geliştireceği unutulmamalıdır. Burjuva kapitalist şiddet kendi zıttını; iktidarın işçi ve emekçiler tarafından alınmasına yönelik devrimci şiddeti, kitle şiddetini de doğuracaktır, doğurmuştur. Egemen güçlerin varlığını sürdürmelerinin yolu olarak uyguladıkları şiddete maruz kalanlar, örgütlü mücadeleleriyle gericiliğin kökünü kazıyacak ve gelişme süreci içinde şiddet üreten her ilişki biçimi son bulacaktır. Çünkü, ancak kimsenin kendi mülkiyetinde olanları korumak için başkalarını şiddetle bastırma ihtiyacı duymayacağı; yani tüm üretim araçlarının ve tüm üretilmiş maddi ve manevi zenginliklerin herkesin kolektif mülkiyetinde olduğu bir dünyadadır ki, belirli insan gruplarının (burjuvzinin) başka belirli insan gruplarını (işçi ve emekçileri) ve şiddetle bastırma ve ezmesine ihtiyaç olmayacaktır.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑