Yeni bir dünya yaratmak amacı olmayan burjuvazinin, yeni insan yaratma gibi bir derdi de yoktur. Her burjuva aynı amaç için yaşar. Her burjuvanın hayatına aynı yaşam ilkeleri ve ahlak kuralları yön verir. Bütün burjuvaların beyni aynı şeye çalışır; her burjuva yeteneklerini ve bilgisini hep aynı amaca daha fazla ulaşmak için geliştirir. Bu yüzden burjuva dünyasının, insanları ilerletmek üzere kendi içinden örnek gösterebileceği tek bir kişisi bile yoktur. Eğer yaptığı iş, önünde sonunda eski dünyayı aklamak, ayakta tutmak veya sağlamlaştırmak amacına bağlanıyorsa; hangi üstün yeteneklere sahip olursa olsun, ne kadar çok bilgi birikimine sahip olursa olsun hiçbir kişi geleceğe ilişkin bir örnek olamaz çünkü. Burjuva dünyasının, içinden seçip örnek olarak ortaya sürdüğü insanlarda neyi görürüz? Ya da bir başka biçimde soracak olursak; burjuvazi böylesi insanlarıyla kitlelere hangi mesajları vermeyi amaçlar? Nasıl sınıf atlanır, nasıl köşe dönülür, ezilirken nasıl ezen olunabilir?… Veya yükseltilmeye çalışılan değerlerin bir sembolü haline getirilmeye çalışılan genç ya da yaşlı, kadın ya da erkek, yerli ya da yabancı çeşitli “mesleklerden” insanlardır burjuvazinin örnek insanları. Örneğin, pamuk gibi parmak uçları en gelişmiş bilgisayarların tuşlarına ya da “değerli kağıt”lara dokunan, İtalyan gömlek yakalarına takılan kravatları ve bacaklarında Amerikan kotlarıyla seçkin burjuva gençleri, burjuvazinin geleceğe ilişkin yeni örnekleridir; ya da Şarkıcı Tarkan bizim gibi bir ülkenin “milli” örneğidir.
Kuşkusuz ki “örnek insan”ın toplumsal bir işlevi vardır. Fakat bu toplumsal işlev, “örnek insan”ın hangi sınıfın insanı olduğuna ve hangi sınıf tarafından öne sürüldüğüne bağlı olarak değişecektir. Burjuvazinin örnek insanı, bütün insanları kendi dünyasının zorunlu bir parçası olmaya zorlarken; devrimci proletaryanın örnek insanı, hem onun hedef ve amaçlarının gerçekleşebilir olduğunun bir göstergesidir, hem de yeni dünya insanlarının bugünden bir modelidir. Burjuvazinin örnek insanı, hep aynı bireysel amaçlar peşinde koşturanların içinden çıkarken; proletaryanın yeni insanı, kendi özgürlük dünyasını kurma yürüyüşünün bir ürünü olarak belirir. Lenin, bu yüzden, “büyük devrimlerin büyük adamlar yarattığı kanıtlanalı çok oluyor” demiştir. Her zaman erişilmez yerlerde durur burjuvazinin örnek insanı. Oysa sosyalist yeni insan, daima devrimci militanların yanı başındadır. Devrimci mücadelenin hangi kesitinde yaşamış olursa olsun, bütün sosyalist örnek insanlar, daima onun bir parçası, bir bileşeni olarak yaşamaya devam ederler. Öyleyse, proletaryanın örnek insanları, kendisini şimdi bir örnek haline getiren bütün özelliklerini, bir parçası olduğu mücadelesi aracılığıyla kazanmakla kalmaz sadece; aynı zamanda bütün örnek yönlerinin aynı amaç için birlikte mücadele ettiği bütün insanların ortak özellikleri olmasının kavgasını da vermiş olur. “Yeni ‘kahraman’, aynı zamanda bir anti-kahramandır çünkü.” Proletaryanın devrimci mücadelesinin içinden her biri mücadele ettiği dönemin temel özellikleriyle biçimlenen binlerce örnek militan çıkmıştır; Marksizm’in kurucularından biri, “modern proletaryanın en yetkin bilim adamı ve öğretmeni” olan Engels, bunların içinde her bakımdan en gelişmiş örneklerden birisidir.
KOMÜNİZME YÖNELME DÖNEMİ
Friedrich Engels, bundan tam 174 yıl önce, Prusya Krallığı’nın Barmen kentinde doğdu; imalatçı bir babanın çocuğuydu. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarının geçtiği kent, kapitalizmin ilk gelişmeye başladığı yerlerden birisiydi; burjuvazi ve proletarya arasındaki sınıf ilişkilerinin çıplak gözle bile görülebilecek kadar açık yaşandığı bir yerdi. Aile hayatı, dindar ve baskıcı bir babanın evdeki egemenliği tarafından belirleniyordu. Yaşamaya başladığı kentin sosyal ilişkilerini merakla izlemeye ve anlamaya çalışmak ve buna bağlı olarak babasının kendisini nasıl biçimlendirmeye, yetiştirmeye çalıştığını anlamak ve buna karşı durmak; onun, hayatın nasıl kavranması gerektiği hakkındaki temel düşüncelerinin oluşumundaki maddi ortamın temel öğelerini oluşturuyordu.
Fabrika işçileriyle ilişkiler kurmak, onların yaşam ve ilişkilerini yakından gözlemlemek, çeşitli dillerde ve birçok konuda yazılar ve kitaplar okumak zorunlu işlerinden arta kalan zamanlarında yaptığı başlıca işlerdi. Bahsedilen zorunlu işler, önce okulda geçirdiği zamanlardır, babasının zoruyla okuldan ayrıldıktan sonra ise yine babasının ticarethanesindeki çalışma saatleridir. Bütün bu meraklı ve çalışkan yılları ona, çevresindeki her şeyi eleştirel bir gözle inceleme, inandığı şeyleri tavizsiz olarak hayata geçirme özelliklerini kazandırmıştır.
Daha 19 yaşındayken yaşadığı şu olay, bu bakımdan oldukça çarpıcıdır:
“Oğlunun manevi gelişmesinden kuşku duyan baba, Barmenli bir papaz ile oturması için gerekli düzenlemeleri yaptı. Ne var ki bu papazın evindeyken Friedrich, din konusunda büyük kuşkular duymaya başladı ve babasının inançlarını büsbütün bir yana bıraktı”
Ama Engels, burada, İncil’deki çelişkileri, onun bilim karşısındaki gericiliğini görür ve din ve dinsel inanış biçimlerinden tamamen kopar. Bu sıralarda arkadaşlarından birisine şunları yazıyor: “Biliyorum bu benim başımı derde sokacak ama mademki bu yargıya ulaştım, kanılarımın beni götürdüğü yerden dönemem. … Özgür düşünceyi benimsemeye gelince, bu konuda her türlü zorlamayı reddediyorum.”
Burada, Engels’in gençlik yıllarının birçok Avrupa ülkesindeki sert sınıf çalışmalarıyla aynı döneme denk düştüğünü gözden kaçırmamak gerekiyor. Fransa’daki 1830 Temmuz Devrimi; Belçika, Polonya, İspanya, İtalya’daki ayaklanmalar; Lyon dokumacılarının ayaklanmaları vs. Elbette ki, böyle bir dönemde, çeşitli muhalefet gruplarının, bunların içinden çıkan ilerici görüşlerin ve politikaların gelişmesi kaçınılmazdı; Engels’in bunlarla çeşitli biçimlerde ilişki kurması da. Önce, Hegel’in öğretisiyle tanıştı; onun eserlerini titizlikle okudu. Sol Hegelciler’in düşüncelerini inceledi. Ama ne Hegel’in felsefesi, ne de Sol Hegelciler’in düşünceleri onu tatmin edebiliyordu. Engels, onların pratik hareketten uzak kalışlarını büyük bir eksiklik olarak görüyordu. Bir şiirinde “Uyanığız biz ama körler gibi yoklamaktayız yolumuzu” diyordu ve teori ancak yolu aydınlatmanın bir aracı olduğu zaman anlamlıydı onun için. Bundan dolayıdır ki daha o zaman, Hegel ile Börne’nin birbirlerini tamamladıklarına inanıyordu. Hegel, döneminin en büyük filozof ve düşünürlerinden birisiydi; Ludvig Börne ise usta bir politikacı ve eylem adamı. O, kendisini ne pratik etkinlikten kopuk olarak felsefeye ya da dinle mücadeleye gömebilirdi; ne de “körler gibi yoklayabilirdi yolunu.”
O, 1844 Ağustosu’nda Marx ile bir araya geldiği andan başlayarak, onunla birlikte hem proletaryanın devrimci dünya görüşünün kurucularından birisi, hem de bir devrimci proletarya militanı, uluslararası işçi hareketinin bir önderi oldu.
Engels, doğumunun 174. yılında, Türkiyeli komünistler tarafından birçok biçimde anılabilir. Onun olağanüstü zengin devrimci yaşantısı buna müsaittir. Ama bu yazı onu anmanın bir vesilesi olarak kabul edilebilirse eğer, burada onu, bilimsel komünizmin kurucularından biri olduğu andan başlayarak, bütün hayatı boyunca gerçek bir komünist militanın nasıl yaşaması ve nasıl mücadele etmesi gerektiğinin kusursuz bir örneği olarak anlamaya çalışacağız.
HER ZAMAN DEVRİMCİ, BÜTÜNSEL BİR YAŞAM
Lenin, Engels için yazdığı bir makalede, onu “…..Dostu Karl Marx’tan sonra, bütün uygar dünyanın modern proletaryasının en yetkin bilim adamı ve öğretmeniydi…” diye tanımlıyor. Burada kullanılan bilim adamı kavramı, gerçekte, onun bilimsel sosyalizmin kurucularından birisi olduğunu vurgulamak için kullanılmıştır. Ya da, bir başka açıdan bakıldığında, Marksizm’in bir bilim ve Engels’in de onun en büyük “adam”larından birisi olduğunu vurgulamak için. “Öğretmen” kavramı ile ise, onun, devrimci proletaryanın teoride ve eylemde en büyük yol göstericilerinden birisi olduğu anlatılmaktadır. Bunlar, Lenin’in makalesinin bütünü okunduğunda anlaşılacaktır. Eğer Engels bir şekilde tanımlanacaksa, onu en iyi tanımlayan satırlar, bu satırlardır.
Biz Lenin’in kullandığı bu kavramları biraz daha farklı anlamaya çalışacağız.
BİLİM ADAMI
Engels, gençlik yıllarından başlayarak bilime karşı hep ilgili oldu. Yaşadığı dünyadaki ilişkileri, bu ilişkiler arasındaki çelişki ve bağıntıları büyük bir merakla anlamaya çalışmak başlıca uğraşlarından birisiydi. Yaşamı boyunca, askerlikten sanatlara, tarihten dil bilimine, felsefeden doğa bilimlerinin neredeyse bütün dallarına kadar birçok konuyla ilgilendi. Ama, bilim adamı olmak, iyi bir üniversitede eğitim yaptıktan sonra profesör diploması almak; daha sonra da bir yandan kürsüde ders verirken bir yandan da merak ettiği konularda bir dizi araştırma yaparak kendi kendini tatmin etmek olarak anlaşılacaksa eğer, o asla bir “bilim adamı” olmadı. Gerçi, daha gençlik dönemindeki çalışmalarıyla bilim çevrelerinin dikkatlerini üzerine çekerek “bilim adamı” olarak adlandırılacak kadar öne çıkabilmişti. Bu konuda henüz yirmili yaşlarında yaşadığı ilginç bir olay vardır:
1840’lı yıllarda Prusya hükümeti, Hegelci profesörleri üniversite kürsülerinden uzaklaştırarak Schelling’i Berlin Üniversitesi’ne atar. Oysa o dönemde Prusya hükümeti bütün umudunu Hegel felsefesine bağlamış durumdadır. Ama öğrencilerinin (Sol Hegelciler’in) onun öğretisinden çıkardıkları radikal sonuçlar ve bu sonuçlar üzerinden şekillenen “özgür düşüncelerin üniversiteye girişi, hükümet tarafından katlanılamaz bir şeydir. O sırada, üniversitedeki dersleri zaman zaman dışardan takip edebilme imkânına sahip bulunan genç Engels, Schelling’in düşüncelerine karşı cesur bir savaşa girişir. Bu konuyla ilgili olarak, ya takma adlı ya da imzasız olarak yazdığı bir dizi makale ve kitapçığı ardından ” Schelling ve Vahiy” kitapçığı gelir. Bu kitapçığın yarattığı etkiler, Y. Stepanova tarafından hazırlanan “Friedrich Engels/ Biyografi” başlıklı çalışmada şöyle anlatılıyor:
“Ünlü filozof Schelling’i bu denli sert ve yıkıcı biçimde eleştiren yazıların, bir ‘bilim adamının’ kaleminden değil, Barmen’deki dünkü topçu eri Friedrich Engels’in kaleminden çıktığını yalnızca birkaç kişi biliyordu.
Deutche Yahrbücher’in yazı işleri müdürü Arnold Ruge, dergisinde yazdığı bir incelemede, “Schelling ve Vahiy” kitabından övgüyle söz ediyor ve yayınlanması için kitabın niçin kendine ulaştırılmadığını soruyordu. Kitabın, ancak çok bilge bir profesör tarafından yayınlanabileceğine kani olan Ruge, yazardan ‘doktor’ diye söz ediyordu. Engels, Ruge’a yazdığı bir mektupla bu yanlış anlamayı şöyle düzeltiyordu: ‘izin verirseniz, doktor olmadığımı ve hiçbir zaman da olamayacağımı belirtmek isterim. Ben sıradan bir tüccarım ve şimdi de, Prusya Krallığı topçusuyum. Lütfen bu unvandan beni bağışık tutunuz.”
Onun devrimci yaşantısı ve eylemindeki bütünsellik, kendisini her an açıkça gösterir. O, ister zorunluluktan dolayı ister gereklilikten dolayı olsun ilgilendiği her konuya büyük bir ciddiyetle yaklaşmıştır. Üzerinde çalıştığı konu ne olursa olsun, oradan öğreneceği en küçük şeyin bile proletarya mücadelesine kazandırabileceği bir şeyler olduğunu biliyor ve buna göre hareket ediyordu. Ya da henüz bu perspektife sahip olmadığı çok genç yaşlarında öğrendiği şeyleri bile aynı’ amaç için kullanıyordu. Örneğin koşullar, para bedelini ödeyerek askerlikten kurtulması için müsaitken o yine de askere gitmeyi tercih etmişti. Askerliği sırasında asla bir “emir eri” olmadı. Askerlik sanatına dair öğrenebileceği her şeyi en iyi şekilde öğrendi ve kavradı. Ya da 1850’li yılların başlarında başlayan gericilik ortamında yine zorunlu olarak askerlikle ilgilendi. Bu dönemde Marx, Kapital’i hazırlamakla uğraşıyordu. Ama bir yandan da, para kazanması gerekiyordu. Bu yüzden, önce bir gazeteye, daha sonra da bununla birlikte bir ansiklopediye yazılar yazmak zorunda kalmıştı. Bu yazıların önemli bir bölümü, özellikle askeri konularla ilgili olanları, Engels tarafından kaleme alınmış ve okurları yazıların imzasız yayınlamasından dolayı, bunların bir askeri uzman tarafından kaleme alındığı inancına kapılmıştı. O, gazete ve ansiklopedi için yaptığı bu çalışmaları, ne zorunluluktan dolayı yapılan bir iş, ne de işin ucunda para kazanma mecburiyeti olmasa asla el sürülmeyecek bir şey olarak kavramıştı. Askerliğin, proleter devriminde oynayacağı önemli rolü biliyor ve askerlik konusundaki bütün çalışmalarını bu amaca bağlıyordu. Onun askerlik üzerine yaptığı çalışmaların sonucu ne olmuştu? O tarihte ilk kez bir silahlı ayaklanmanın planını hazırlama onuruna sahiptir. Devrimci proletaryanın ilk askeri uzmanı ve teorisyeni odur.
Engels, Manchester’de, büroda çalışmak zorunda kaldığı yıllarda başkalarının yanı sıra bir konuya daha eğilmiştir: Dil bilimi. O, on iki dile tamamıyla hâkimdi ve yirmi dilde de okuyabiliyordu. Elbette yine sadece dil bilimiyle ilgili meraklarını gidermek, onun bilimsel yanıyla ilgilenmek değildi amacı. Onu bu konuda harekete geçiren şey, uluslararası devrimci görevlerini daha iyi yerine getirebilmekti. Bir yandan dünyanın çeşitli ülkelerini hem tarihsel açıdan hem de güncel politik gelişmeler açısından yakından tanıyabilmeyi; bir yandan da çeşitli ülkelerin komünistleri ve işçileriyle daha sağlıklı diyaloglar kurabilmeyi amaçlıyordu. Nitekim o, Marx hayattayken ya da öldüğünde, Rusya’dan Romanya’ya, Fransa’dan İtalya’ya kadar, birçok ülkenin sosyalistleriyle görüşmüş, onlarla fikir alışverişinde bulunmuş, bu ülkelerdeki sosyalist basını yakından izlemiş ve yayın organlarına yazılar yazmıştır.
Yine doğa bilimlerine duyduğu ilgi ve çeşitli bilim dallarında yaptığı çalışmalarda da aynı bütünselliği görmek mümkündür. 1873-1886 yılları arasındaki çalışmalarından ve tuttuğu notlardan oluşan “Doğanın Diyalektiği” adlı eseri bunun somut bir örneğidir. Bu eserin başlıca amacı, diyalektik materyalizm ile doğa bilimleri arasındaki ilişkiyi ortaya koymak ve bilimin ilerlemesinin diyalektiğe yaptığı katkıları olduğu kadar, diyalektiğin de bilimin gelişmesine katkıda bulunacağını göstermekti.
Onun dünyayı büyük bir merak ve heyecanla keşfetme isteği ölünceye kadar devam etmiştir. Onun bu devrimci yönüyle ilgili yine ilginç bir örnek ise şöyledir: 6 Ekim 1849’da Marx’ın isteği üzerine bir yolculuğa çıkar. “Engels, dostunun bu ısrarlı isteğine seve seve uydu. 6 Ekim’de bir yelkenli gemi ile Cenova’dan hareket etti ve Londra’ya ulaştı. Durup dinlenme bilmeyen tabiatı ve bilgi susamışlığı, bu seyahat sırasında da yakasını bırakmamıştı: Bu kez de deniz seyr-ü seferini inceledi. Gezi günlüğü; güneşin doğuşu ve durumları, rüzgârın yönü, denizin durumu ve kıyılardaki girinti ve çıkıntılar üzerine ayrıntılarla doludur.”
Marx, Engels için, “O gerçek bir ansiklopedidir. Gündüzün ya da geceleyin her saatte, yemekten sonra ya da aç karnına her an çalışabilir…” demişti. Dünyayı devrimci tarzda değiştirebilmek için insanlığın kazanımı olan bütün bilgi birikimine olabildiğince daha fazla sahip olmayı ve bunu proletarya devrimi ve komünizm ülküsü için harekete geçirmeyi amaçlamıştır daima o. Biz, Lenin’in onun için kullandığı “bilim adamı” kavramını bu yönüyle de anlayabiliriz.
Burjuva yaşamının parçalara bölünmüşlüğünün hiçbir izi yoktur onda. Ele aldığı her konuya, karşılaştığı her olaya, kurduğu ilişkiye her an devrimci ve devrim için bir gözle bakışa sahip olmuştur o: Bir işçiyle konuşurken, bir ayaklanma sırasında silahın kabzasını tutarken, herhangi bir yere seyahat ederken, zamanının önemli bir bölümünü örneğin Deux Commerce firmasında geçirmek zorundayken, çalışma odasına kapanıp saatlerce ve günlerce okuyup yazarken, ya da bir fizik problemi çözerken…
ÖĞRETMEN
Engels, bütün bunların yanı sıra komünist parti hayatının ve komünist militanın, yeni dünya ve yeni insanın bugünden bir modeli olduğunu, kendi pratik eylemi ve yaşantısıyla gösteren bir öğretmendir. Marx’la Engels, sadece bilimsel komünizmin kurucuları değillerdir. Bu iki komünistin aralarında kurdukları ve Marx’ın ölümüne kadar devam eden ilişki, komünist insan ilişkilerinin en yetkin örneklerinden birisidir. Devrimci komünistlerin, onların eserlerinden olduğu gibi eylem ve ilişkilerinden de öğrenecekleri pek çok şey vardır.
Hiçbir şeyden asla yakınmak yok
1848-1849 devrimleri dönemi, Marx ve Engels açısından yoğun geçen devrimci dönemlerdi. Bu devrim yıllarında onlar bir yandan teorik incelemelerini geliştirip derinleştirirlerken, bir yandan da yoğun bir pratik çalışma içerisindeydiler. Elbette ki bütün bu döneme yayılan devrimci kalkışmalar, burjuvaziyi daha da saldırgan bir hale getiriyordu. Bu dönem, burjuvazi ve gericiliğin kazandığı zaferle sona erdi. Marx ve Engels, zorbalığın ve yoksulluğun iğrenç yüzüyle karşı karşıya kaldılar. Engels açısından, gazetecilik yaparak geçimini sürdürmek belirli ölçülerde olanaklıydı. Ama Marx açısından, hem ailesini geçindirmek için sürekli çalışmak hem de devrimci çalışmalarına devam edebilmek imkânsızdı. Engels, bütün bu engellerin Marx’in dehasının önünü tıkayan engeller olduğunu çok iyi biliyordu. Eğer şimdi, bu engellerin parçalanmasının tek çaresi, Engels’in o “lanet olası ticarethane” ye dönmesiyse, o böyle bir fedakârlık ve özveriden asla kaçınmazdı. Yaşadığı dönemin ve proletarya mücadelelerinin bütün tarihinin tanıdığı en yetenekli komünist militanlardan birisi olan Engels, bunun zorunluluğunun bilincindeydi ve onun için daima lanet olası bir zorunluluk olan ticarethane, bu kavrayış düzeyiyle yaklaşık olarak yirmi yıl boyunca bir özgürlük alanı oldu böylece. O bütün bu dönemi, yoldaşıyla arasındaki işbölümünün koşullara bağlı olarak değişimi olarak kavradı. Asla yakınmadan, hiçbir zaman sızlanmadan, orada bile devrimci eylem ve yaşantısını sürekli geliştirerek…
Parti ilkelerinin ödünsüz savunucusu
Marx ve Engels bütün yaşamları boyunca birlikte mücadele ettikleri yoldaşlarına karşı daima hoşgörülü ve ikna edici bir biçimde yaklaştılar. Her şeyleriyle bütün bir yaşamlarını adadıkları mücadeleleri, bunun sayısız örnekleriyle doludur. Ama söz konusu olan partinin ve sınıf mücadelesinin çıkarları olunca, her zaman ilkeli, kesin ve net bir tutum takınmaktan kaçınmadılar. Bunun da sayısız örnekleri vardır. Burjuvazinin önünde diz çökmek, onunla ilkesiz uzlaşma girişimlerinde bulunmak, onlara yabancı olan şeylerdi. Bu yüzdendir ki, onların mücadele yaşamları, küçük burjuva sosyalizmine ve oportünizme karşı çetin savaşlarla doludur. Engels, burjuva saldırılar karşısında diz çökenler için şöyle diyordu: “Düşmanların darbeleri önünde eğilip bükülmek yok; birçoklarının yaptığı gibi, inanınız ben zararlı hiçbir şey yapmadım diye ağlayıp zırlamak yok. Yumruğa yumrukla karşılık vermek, düşmanın her bir yumruğuna karşı iki-üç yumruk atmak. İşte bizim taktiğimiz daima böyle olmuştur ve ben böylece inanıyorum ki, hasımlarımızdan her birinin hemen en iyilerini tarafımıza çekmişizdir.”
Bunun yanında o, bir komünist parti militanı ve önderi olmanın ne demek olduğunu çarpıtan aydın ve yan aydınların karşısında, işçi sınıfının devrimci partisinin ilke ve normlarının tavizsiz savunucusuydu. O, 1890’h yıllarda ortaya çıkan “Gençlik” adlı gruba karşı şunları söylemişti örneğin: “Bunların, -aslında temelden eleştirilmesi gerekli- ‘akademik eğitimlerinin’ kendilerini parti yönetimi içerisinde önemli bir mevki işgal etmeye hak kazandırmayacağını öğrenmeleri gerekir. Partimizde herkes, sıradan bir üye olarak işe başlamak zorundadır…
Kısacası bu ‘akademik bilgi sahibi’ kimselerin, işçilerin onlardan öğrenecekleri şeylerden çok, onların işçilerden öğrenebilecekleri pek çok şey bulunmaktadır.”
O kibirliliğe, bencilliğe ve ukalalığa karşı hiçbir zaman taviz vermedi. Onun bu konulardaki kesin tutumunu, Elenor Marx şöyle anlatıyor: “Engels’in hiçbir zaman affetmediği bir şey vardı: Kendini beğenmişlik ve bencillik. Kendisine ve daha da kötüsü partiye karşı benlikçi bir tutum içerisinde olan bir kimseyi Engels kesinlikle bağışlamazdı. Bunlar onun için bağışlanamaz günahlardı…”
Dogmatizme ve kişi yücelticiliğine karşı
Marksizm’in bir eylem kılavuzu olduğu, her devrimci tarafından sürekli olarak tekrarlanmasına rağmen; onun bu canlı özünü anlayamayanlar, Marksizm’i bir dogma olarak kavramaya devam ediyorlar. Bu, aynı zamanda devrimci eylemin başarı koşullarından birisi olan yaratıcılığı hiçe sayarak ilerlemeyi engelleyen bir şeydir de. Marx’m ve Engels’in bizzat kendi düşünce ve eylemleri bu tutuma verilmiş en güzel yanıt olduğu gibi, onlar, bunun ne kadar “acıklı” bir şey olduğunu da defalarca belirtmişlerdir. Engels, Rus Marksistlerinden biri olan A. Voden’le yaptığı bir görüşmede şunları söylüyor: “Ruslar -yalnız Ruslar da değil ama herkes- Marx’tan ya da benden pasajlar seçip çıkarmamalı; Marx, onların yerinde olsaydı bu konuda ne düşünürdü diye kendilerine sormalılar ve ancak işte bu bağlamda ‘Marksist’ sözcüğü bir ‘var olma nedenine’ kavuşmuş olur” Onun bu sözleri, olaylar ve tarihsel koşullar arasında yanlış nedensellik bağıntıları kurarak “bu, şu ülkede, şu zamanda böyle olmuş. Öyleyse şimdi de, bizde de aynı şey olacaktır” mantığıyla hareket edenlere verilmiş bir yanıt olduğu gibi; Marx’ın Engels’in, Lenin’in ve Stalin’in eserlerinden peş peşe cımbızlamalar yaparak kendi yanlış düşüncelerini kanıtlamaya çalışan uyanıklara vurulmuş güçlü bir şamardır da.
Kişi yüceltiliği, büyük başarıları ve en kötü yenilgileri yine kişilere mal etme tutumu, işçi sınıfının dünya görüşüne ve onun partisine en yabancı olan şeylerden birisidir. Gündelik hayatın içinde yaşanan çok sıradan örneklerde bile görülür bu. Örneğin, burjuva partilerin düzenledikleri mitinglerde, “Yaşasın Tansu Çiller” vb. sloganlar duyarız. Ya da yakın geçmişimizde, Türkiye burjuvazisinin içine düştüğü kriz sırasında, bütün suçun, daha birkaç ay öncesinde göklere çıkarılan, yerlere bastırılmayan “sarışın, güzel bayan”a nasıl yıkıldığına tanık olduk. Yine tanık oluyoruz ki, işçi sınıfı, kendi eylem ve etkinliklerinde asla “falanca kişi yaşasın” diye bağırmıyor. Ama onların sınıf bilinçlileri “partimiz ve proletarya devrimi yaşasın” diye haykırıyorlar. Oysa Marksizm-Leninizm’e yabancı kimi küçük burjuva gruplar, bizzat “şeflerinin direktifleriyle olur olmaz yerlerde önderlerinin ve seraklarının isimlerini bağırarak, kendi yerlerini ve göklerini inletmeye çalışıyorlar.
Yine Stepanova’nın çalışmasında bu konuyla ilgili çarpıcı bir örnek var: “Uluslararası işçi sınıfı hareketine yaptığı paha biçilmez hizmetlerine karşın Engels, her zaman, alçak gönüllüğü ve sadeliği ile ayırt edilir bir insan olmuştur. Bir keresinde, Londra Komünist işçiler Eğitim Birliği Korosu’nun, onun doğum günü vesilesiyle bir konser vereceğini öğrenmesi üzerine, bundan vazgeçmeleri için kesin ricada bulunmuştu. ‘Hem Marx, hem de ben’ diye yazıyordu, ‘çok önemli türden amaçlar dışında, bireyler için düzenlenen halk gösterilerine daima karşı olduk. Bundan da öte, daha henüz hayattayken, bizlerle ilgili gösterilere hep karşı çıktık.”
Komünist önderlerin ve devrimci proletaryanın bu tutumunu Marx da çok açık bir şekilde dile getirmişti. O 1877 tarihli bir mektubunda şunları söylüyordu: “… her türlü, kişiyi putlaştırmadan nefret ettiğim için Enternasyonal var olduğu sürece, çeşitli ülkelerden aldığım ve beni çok rahatsız eden, hizmetlerimin takdiriyle ilgili mesajların hiçbir zaman kamuya açıklanmasına izin vermedim. Bunlara yanıt vermediğim gibi, ara sıra da bu mesajları yazanları azarladım ve uyardım. Engels ile ben ilk kez gizli derneğe girdiğimiz zaman şunu koşul olarak koyduk ki; bağnazca kişiye tapma eğilimi taşıyan en ufak şey bile kural olarak dışlanacaktır.”
* * *
Engels, bir dostuna gönderdiği mektupta şunları yazmıştı: “O eski zamanlan, düşmanlarımızın bize sık sık sundukları pek çok mutlu anı yeniden yaşıyorum. Çoğu kez, eski günleri anımsarken, gözlerimden yaşlar boşanana dek gülüyorum. Düşmanlarımız hiçbir zaman bizi neşemizden ve mizah duygumuzdan mahrum edemediler” Bütün yaşamını ve bütün eylemini dünya proletaryasının o görkemli eylemine ve amacına adayan bu örnek insan, dima neşeli, militan ve yaşama sevinci dolu olarak, “uygar dünyanın modern proletaryasının en büyük bilim adamlarından” ve devrimci komünist militanların en büyük öğretmenlerinden birisi olarak, asla koparılamadığı ve koparılamayacağı yoldaşıyla birlikte yaşamaya devam ediyor.
Bu yazıda Y. Stepanova’nın “Engels Biyografi” adlı çalışması belirleyici olmuştur ve tüm alıntılar bu kitaptan yapılmıştır. (Çev: Alaattin Bilgi, Yurt Kitap Yayın, 1994, Ankara)
Kasım 1994