Parti Ruhu Ve Devrimci Fedakârlık

Nazif Göçmen, dergimize yolladığı yazısında devrimci fedakârlığın bir boyutu olarak partiyi maddi yönden destekleme ve güçlendirme sorunu üzerinde duruyor. Komünist parti ruhunun özelliklerine vurgu yapan yazı, devrim gönüllülerine kendilerini yeniden gözden geçirme fırsatı sunuyor.

Devrimci bir savaş örgütü olarak devrimci komünist partisinin, devrimci kitle çalışmasını yürütebilmesi, burjuvazi ve gericiliğe karşı yürütülen savaşta ileri adımlar atabilmesi için ihtiyaç duyduğu şeylerden birisi de kendisine gerekli mali kaynaklardır.
Parti, nasıl ki devrimci görevlerini yerine getirebilmek için ülke ve dünya proletarya hareketinin ihtiyaçlarına uygun strateji ve taktiklere, devrimci proleter bir siyasal çizgiye, en zor koşullarda dahi, yürüttüğü savaşı ilerleterek sürdürebilecek parti örgütlerine ve Bolşevik kadrolara, ajitasyon propaganda faaliyetini kesintisiz şekilde sürdürebilmek için gerekli araçlara ihtiyaç duyuyorsa; bir bütün olarak devrimci çalışmasını sürdürebilmek için bu çalışmanın yarattığı bir ihtiyaç olarak maddi ve mali kaynaklara da gereksinim duyar.
Merkezi ve yerel ajitasyon ve propaganda materyallerinin basımı, dağıtımı ve dağıtılması gizli toplantılar için gerekli olan mekanların düzenlenebilmesi, profesyonel kadroların görevlerini yerine getirebilmesi, gerekli silah vb. ihtiyaçların sağlanabilmesi ve daha pek çok şey için zorunlu ve gereklidir mali kaynaklar.
Peki, gerekli olan bu mali kaynaklar nasıl sağlanacaktır?
Devrimci proletarya ile küçük burjuvazi, devrimci komünist partisi ile küçük burjuva devrimci örgüt arasındaki temel ayrım noktalarından birisine de bu soruya verilen yanıtta rastlarız. Devrimci komünist partisi, nasıl ki siyasal çizgisi, gelişen olaylar karşısındaki tutumu, strateji ve taktikleri, örgüt yaşantısı, eylem çizgisi ve ideolojisiyle küçük burjuva devrimci örgütten ayrılıyorsa, işte bütün bunların bir parçası ve bütünleyicilerinden birisi olarak, bu soruya verdiği yanıtla ve pratik tutumuyla da ondan tam bir kopuş içerisindedir.
Küçük burjuva devrimci örgüt açısından devrimci mücadele denildiğinde, doğrudan doğruya “kendi mücadelesinin” durumu, kendi imkânları ve kendi ihtiyaçları akla gelir. Çünkü o, devrimci mücadele denildiğinde, devrimcilerin ve devrimci örgütün halk adına yürüttüğü mücadeleyi anlar. Bu temel kavrayış tarzı, küçük burjuva devrimci örgütü, düşünce, davranış ve eylemiyle, yürüttüğü mücadelenin ihtiyaçlarını kavrama biçimiyle başta proletarya olmak üzere, emekçi sınıflardan ve onların mücadelesinden koparır ve onlara yabancılaştırır.
Küçük burjuva devrimci örgütün “halk adına”, oligarşiye ve emperyalizme karşı yürüttüğü mücadelenin ihtiyaç duyduğu mali kaynaklar, temel olarak “halk adına” yapılan kamulaştırma eylemleri aracılığıyla sağlanır. Silahlı eylemler (cezalandırma vb.) için gerekli olan silahlar, kadroların konumlanması için gerekli olan maddi şartlar ve yürütülen mücadelenin yarattığı diğer mali ve maddi kaynaklar ihtiyaçlarının temel elde ediliş biçimi böyledir.
Küçük burjuva ideolojisi ve eylem çizgisinin kaynak olduğu bu biçimin örgütsel yaşantıya yansımasından, hatta onu düzenleyen belirleyici etkenlerden birisi olmasından daha doğal ne olabilir? Kadroların kamuflajı ve mevzilenmesi adına mali savurganlığın ve bunun bir sonucu ve uzantısı olarak yaşantıda yozlaşmanın kapısını baştan aralar bu kavrayış tarzı. Gizlilik adına işçi ve halk yaşantısından kopma ve uzaklaşmanın ilk adımı atılmış olur böylece.
Oysa devrimci bir savaşın neferleri olarak kadroların -hangi düzeyde olursa olsun- yürüttüğü gizli ve yasadışı çalışmada barınabileceği ve kamufle olabileceği en iyi yer işçi ve emekçilerin arasıdır. Gizlilik adına, ya da mevzilenme adına işçi ve emekçi kitlelerden uzaklaşma onlara yabancılaşmayı da beraberinde getirir. Bir işçinin ya da emekçinin yaşantısından uzaklaşma, işçi ve halk hareketinden uzaklaşmayı da koşullandıracaktır.
Oysa temel görevi partinin güncel taktik ve tutumlarını, politik çizgisini işçi ve emekçilere taşımak, onları partinin politikalarına kazanmak ve bu doğrultuda harekete geçirmek, işçilerin en ileri kesimlerini partili mücadeleye kazanmak olan komünist militanın, an be an aralarında yer aldığı işçilerden farklı bir yaşantısı olabilir mi? Gerek diğer emekçi sınıf kökenlerinden, gerekse direkt işçilerin arasından partili mücadeleye katılmış olsun, komünist militanın yaşantısı, sınıftan kopma ve uzaklaşma bir yana; bizzat her gün işçiyle iç içe geçen, ona daha fazla yakınlaşan, bu arada ilişki kurduğu her işçiyi kendi şahsında komünist insanın kişilik özellikleriyle buluşturan ve buna yakınlaştıran bir yan taşır, taşımak zorundadır.
Komünist militan, gerek yaşantısı, gerekse davranış ve düşünce özellikleriyle partinin işçi kitleleri içerisindeki temsilcileridir. O, aynı zamanda mücadelenin her anında işçileri kendi devrimci ideolojileriyle ve bu ideolojinin kılavuzluk ettiği devrimci savaşla buluşturma göreviyle karşı karşıyadır. Ve komünist militan, bu görevini yaşantısının bütün yönleriyle, tutumuyla, düşünce tarzıyla ve kişilik özellikleriyle, proletarya davasına en iyi biçimde adapte olabildiğinde en iyi biçimde yerine getirebilir.
Kamuflaj adına sınıftan ayrı bir yaşantısı olan komünist militanın işçi hayatını, sadece onlarla yüz yüze geldiğinde görmesi düşünülebilir mi? Evinde ve faaliyetinin dışında kalan zamanlarında başka, işçiyle buluştuğunda ise başka yaşayan bir parti militanı tasavvur edebilir misiniz?.
Küçük burjuva devrimci örgütten fazla olarak, devrimci komünist partisinin ihtiyaç duyduğu mali kaynaklarda dayandığı ve dayanmak zorunda’ olduğu temel güç, işçi, emekçi ve gençlik kitlelerinin desteğidir. Vahşi bir barbarlıktan başka hiçbir şeyi ifade etmeyen kapitalizmin yerle bir edilmesi ancak ve ancak proletaryanın önderliğinde, emekçi kitlelerin burjuvaziye karşı mücadelelerinin zaferiyle olanaklıdır. Devrim kitlelerin eseri olacaktır. Parti, emekçilerin öncüsü olan devrimci proletaryanın kurmayıdır. Proletaryanın en seçkin önderlerinin bileşiminden, devrimci işçi örgütleri toplamından oluşan devrimci komünist parti, öncü sınıf olarak proletaryanın diğer emekçi sınıfları sürüklemesine ve kendisi için bir hareket olmasına yardım eden
Bütün örgütleriyle, bütün komünist militan kadrolarıyla, kısacası her şeyiyle proleter ve emekçi kitleler içinde hareket eden ve her an yukarıda kısaca özetlediğimiz görevlerini yerine getirmeye çalışan devrimci komünist partisinin ihtiyaç duyduğu mali ve maddi kaynakları temel sağlayış biçimi, işçi ve emekçilerin mali desteğini de kendisine doğru yöneltme tutumudur. Parti, emeğinin ve alın terinin bir kısmını, sofrasındaki ekmeğin yansını partisine verebilmek için proleter bir fedakârlık duygusuyla hareket eden işçinin desteğiyle yaşar. Ve bu yaşam anlamlı bir yaşamdır. Kuşkusuz ki, ihtiyaç duyulduğunda diğer biçimler parti açısından lekeli değildir. Ancak sorun mali kaynakların sağlanışının temel biçimi ne olacaktır sorusuysa eğer, devrimci sınıf partisinin bu soruya yanıtı apaçık işçi kitlelerinin desteği ve fedakârlığı olacaktır. Parti militanlarının büyük bir zevkle ve heyecanla, ilişki kurdukları işçilerden emekçi ve gençlerden parti için yardım (bağış ya da aidat) istemesinin, bunun gerekliliğine onları ikna etmek için emek harcamasının anlamı ve öneminin partiye kazandırdığı değer, işçilerin, emekçi ve gençlerin isteyerek, gerekliliğine inanarak ve zevkle partiye yaptığı katkılarla birleştiği ve bu binlerce ve on binlerce işçi tarafından benimsenen ve yerine getirilmesinin gerekliliğine inanılan bir görev olarak kavranabildiğinde, parti var olduğu sürece, en zor koşullarda bile, ihtiyaç duyduğu mali kaynakları sağlayabilecektir. Kamulaştırma eyleminin henüz komünistlerin gündemine girmediği ve bunun koşullarının da pratik olarak olmadığı dönemlerde Bolşevik partisinin en zor koşullarda bile, sadece ve sadece işçi ve emekçi kitlelerin desteğiyle mali ihtiyaçlarını karşıladığını hangimiz bilmeyiz?
Parti mali ve maddi kaynakları temin etme konusunda, bu ana eksende hareket ettiği sürece, işçilerle, emekçi ve gençlerle kurduğu bağları daha da geliştirebilecektir.
İşte bu yüzdendir ki, Bolşevikler, Pravda’yı günlük bir gazete olarak çıkarmaya karar verdiklerinde, ‘başlattıkları kampanyanın temel şiarını “İŞÇİ GAZETESİ İÇİN BİR KOPEK” olarak belirlemişlerdir 1912 yılında. Proletaryanın büyük öğretmeni Lenin’in bu kampanyanın başlatılması sırasında yaptığı şu çağrının altında yatan derin anlamı bir düşünelim: “İşçi gazetesine her işçinin maaşlarını aldıkları her gün bir kopek vermesi bir gelenek haline gelmelidir.” Lenin’in ve Bolşevik partinin bu çağrı ve kampanyası hangi sonuçları doğurmuştur? Bolşevik militanların her ilişki kurduğu işçiye, bunun gerekliliğini anlatması ve en başta parti militanlarının taşıdıkları bu bilinci kendi pratik tutumlarıyla yerine getirmesi iki yılda 2873 işçi grubunun bu kampanyaya katılımını sağlamıştır. Bu kampanya sadece teknik bir iş olarak sürdürülmemiş, önemli bir politik çalışma, politik çalışmanın bir parçası ve bileşeni haline gelmiştir. Binlerce işçinin maaşlarından verdikleri birer kopeklerle yaratılan, bu yönüyle işçilerin kendi yarattıkları bir eser olan işçi gazetesi adına uygun bir muhtevaya bürünerek gerçek bir işçi gazetesi olmuştur. Lenin’in şu sözlerini dinleyin: “Küçük fabrika işçi grupları tarafından toplanan beş kopekler temelinde kurulan bir gazete (…) (hem mali olarak hem de hepsinden önemlisi, işçilerin demokratik hareketinin gelişmesi açısından) çok güvenilir, sağlam ve ciddi bir girişimdir.” “işçilerin beşte dördü Pravda kararlarını kendi kararları gibi kabul etmişler, Pravdacılığı tasvip etmişler ve fiilen Pravda etrafında birleşmişlerdir.”
Eğer, devrimci sınıf partisi, işçi ve emekçi kitlelerin desteğiyle ve onu sahiplenmesiyle yaşayacaksa ve onun ihtiyaç duyduğu maddi ve mali kaynakları sağlamanın temel biçiminin bu olması bir zorunluluksa, bu sorun anlayış ve kavrayış düzeyi olarak, siyasal çizginin bir parçası olarak ortaya koyduktan sonra geriye ne kalır? Geriye kalan, hiç kuşkusuz bunun yürütülen mücadele pratiğine uygulanmasıdır.
Parti militanı, komünist militan, partinin kitleler içindeki temsilcisidir. Parti işçiyle direkt ilişkisini militanı aracılığıyla kurar. O halde, ilişki kurulan işçiler, emekçiler ve gençler partiyi mali olarak desteklemeye ikna edilecekse herkesten önce komünist militanın kendisi buna pratik olarak ikna olmuş olmalıdır. Yani militanın bunu teorik olarak kavraması yeterli değildir. Kendisi açısından, partiye aidat ödemenin ya da bağış yapmanın devrimci bir görev ve sorumluluk olduğunu bilmesi tek başına fazlaca bir şey ifade etmez. O, ancak ve ancak, bu devrimci görevini her koşulda eksiksiz olarak yerine getirebiliyorsa, işçilerin partiye bu alanda da katılımını sağlama görevini yerine getirebilir. Partiye üye olmanın şartlarından birisinin partiye aidat ödemek olduğu bilinir. Ve parti tüzüğüne böyle bir maddenin konulması kesinlikle biçimsel değildir.
Bolşevikler ve Menşevikler arasındaki ilk ciddi ayrışmanın ve kopuşun parti üyeliği konusunda yaşandığını biliriz. Partiye üye olmanın koşullarını nasıl belirlemişti Bolşevikler: 1) Parti program ve tüzüğünü benimsemek, 2) Bir parti organında fiilen çalışmak, 3) Partiye düzenli aidat ödemek. Bolşevikler ancak bu üç koşulu bir arada ve en iyi biçimde yerine getirebilenlerin partiye üye olacağını savunuyorlardı. Ne sadece parti program ve tüzüğünü iyi bir şekilde bilmek, ne sadece aldığı parti görevini iyi bir şekilde yerine getirmek yeterlidir partili olmak için. Aynı zamanda partiye aidat ödemek ve bu devrimci görevi de en iyi biçimde yerine getirmeye çalışmak gerekir.
Bugün, partiye aidat ödemek sadece partilinin (parti üyesinin) görevi değildir. Örgütlü parti çevrelerinin ve partinin yürüttüğü mücadelenin doğruluğuna ve haklılığına inanan bütün işçi, emekçi ve gençlerin de görevidir bu. Ama partili açısından, partiye ve onun örgütlediği mücadeleye sempati duyan ve şu veya bu düzeyde bu mücadeleye katılan herkesi, aynı zamanda partiyi mali olarak, olabilecek en üst biçimde desteklemeye ikna etmek, bunun için de çalışmak ve emek harcamak yükümlülüğü ve görevi vardır.
Şimdi bir partili ya da örgütlü parti taraftan düşünün. Partinin mali kaynaklar konusundaki tutumunu biliyor. Ama şu veya bu sebeple bu konudaki kendi görevlerini yerine getirmiyor. Parti yayınının parasını vermiyor, aidatlarını düzenli olarak ödemiyor. Böyle bir partilinin ya da örgütlü parti taraftarının çalışması izlendiğinde, üzerine aldığı somut parti görevini iyi bir şekilde yerine getiriyor olsa bile, yürüttüğü çalışmanın eksik bir yanı olduğunu baştan görürüz. Çünkü parti aidatını ödemeyen, parti gazetesinin parasını vermeyen, partinin açtığı bağış kampanyasına tüm olanaklarını en iyi biçimde değerlendirerek olabilecek en iyi düzeyde katılmayan partili ya da örgütlü parti taraftarı, ilişki içinde olduğu işçiyi, emekçiyi ya da genci partiyi desteklemeye çağıramaz. Ya da kendiliğinden partiye mali kaynak sağlayan, bağış yapan, aidat vermek isteyen birisinden daha fazla fedakârlık yapmasını isteyemez. Böylece bu konudaki kendi görevini yerine getirmediği gibi, ilişki içinde olduğu kişilerin de bu görevlerini tam olarak yerine getirememelerine sebep olur. Çünkü o, partiye aidat ödemenin, yayın parası vermenin ya da bağış kampanyalarına katılmanın devrimci bir parti görevi olduğunu biliyor olsa bile, bu devrimci görevi yeterince özümseyememiştir. Ya da ona göre diğer görevler temel ve vazgeçilemez, bu görev ise biçimsel ve “olsa da olur olmasa da olur” bir görevdir. Oysa parti görevinin büyüğü küçüğü olamayacağı gibi temeli ya da talisi de yoktur.
Ne diyor Kalinin: “Kendiliğinden anlamalısınız ki, parti aidatlarınızı iki ay geciktirmeniz, parti için o kadar önemli değildir, partinin kasası bundan fazla zarar görmez. Sorun yani parti aidatlarınızı zamanında ödememeniz, partiyi düşünmemeniz, parti görevlerine karşı titizlik göstermemenizde. Parti görevlerinin karşısında böyle davranan birinin içine partililik ruhu derinlemesine nüfuz etmemiştir. Çünkü partiyi düşünen kimse için parti aidatını zamanında vermek, büyük bir zevktir. Böyle davranan kimse, partiyle maddi bağlar kurar, onunla birlikte yaşar.” (Bolşevik Ajitasyon, sf. 50-51)
O halde, geçimi ve kişisel mali ihtiyaçları, parti tarafından sağlanıyor olsa bile, partiye aidat ödemek, bağış yapmak ve partiyi tanıyan herkesin bu konuda fedakârlık yapabilmesine yardım etmek, partili ve örgütlü parti taraftarı için yerine getirilmesi vazgeçilemez bir görevdir.
Komünist militanın sadece uykusundan ve gerektiğinde hayatından fedakârlık yapması yeterli değildir. Onun yaşayabilmesi için gerekli mali kaynaklar, asgari olarak ona parti tarafından sağlanıyor olsa bile, ekmeğinden, suyundan fedakârlık yapıp, bu görevini her koşulda yerine getirmesi gerekir.
İşte böyle davranan birisi, partiden alırken cimri, verirken fedakârdır. İşte böyle davranabilen birisi, partiye ait tüm maddi varlıklara karşı titizlikle yaklaşabilir. İşte böyle davranabilen bir komünist hiçbir zaman partiyi “geçim kapısı” olarak görmez ve partiye yeni mali olanaklar sağlamayı bir görev olarak bilir. İşte böyle davranabilen birisi, bütün görevlerini en iyi biçimde yerine getirebilmek için çabalıyor ve bunu da görevlerinin bir parçası olarak düşünüyorsa gerçek bir komünist militan, gerçek bir parti savaşçısıdır.
Yıllarca partiyle ilişki kuramayan parti taraftan bir işçinin, ilişkisiz olduğu dönem boyunca çalıştığı fabrikada parti çalışmasına devam etmesi, bu çalışmasıyla örgütlü bir işçi grubu yaratması ve partiyle ilişki kurduğunda ona hem örgütlü bir işçi grubuyla, hem de kendisi başta olmak üzere bu işçilerden topladığı aidatlarla gelmesi, bu konudaki proleter tutumun en güzel örneğini anlatır bize.
Parti taraftan bir işçinin yukarıda anlattığımız bu tutumu, bu konudaki eksikliklerimizi gidermek ve eğer bu görevimizi en iyi tarzda yerine getiremiyorsak, getirmek için anlamlı bir çağrı değil midir sizce?

Eylül 1993

Parti Yaşantısı, Komünist Militan Ve Yoldaşlık

Leninist çalışma ve örgütlenme tarzı ve örgüt yaşantısı devrimci komünist parti saflarında ve çevresinde, devrimci moral değerleri yaratan temel maddi koşuldur. Bu değerler ancak ve ancak, yaşamın her alanında, burjuva dünya görüşüne ve onun tüm yansıyış biçimlerine, dişle, tırnakla, her şeyimizle verdiğimiz amansız ve çetin kolektif bir savaşla yaratılabilir.

Rusya Komünist Gençlik Birliği’nin 1920 Ekimi’nde toplanan 3. Genel Kongresi’nde yaptığı konuşmasında Lenin, kapitalist toplumun yarattığı insan ilişkilerinin temelleri konusunda şunları söylüyordu:
“Eski toplum şu ilkeye dayanıyordu: soy ya da soyul; başkaları için çalış ya da başkalarını kendin için çalıştır; köle sahibi ya da köle ol. Böyle bir toplumda yetişen insanlar, elbette analarının sütleriyle birlikte şu psikolojiyi, şu alışkanlığı, şu kavrayışı da içlerine sindirirler: sen bir köle sahibi ya da kölesin ya da küçük bir mülk sahibi, bir küçük hizmetli, bir küçük memur, bir aydınsın- kısaca yalnız kendini düşünen ve başkalarına metelik vermeyen bir insan.
Eğer ben şu toprak parçasını işliyorsam, başka kimseye metelik vermem; başkaları açlıktan ölürse ne ala buğdayımı o kadar pahalıya satarım. Eğer bir hekim, mühendis, öğretmen ya da yazman olarak çalışıyorsam, yine başkalarına aldırış etmem; iktidardakilere yaltaklanır, onların hoşuna gidersem belki işimde kalır, hayatta ilerler ve hatta günün birinde bir burjuva olurum.”
Lenin’in en açık biçimiyle anlattığı, insanın insana, insanın kendisine yabancılaştığı, sadece kendisini düşünmeye zorlandığı, bu toplumsal ilişki biçimi kaynağını nereden almaktadır? Hiç kuşkusuz ki özel mülkiyet ilişkilerinden ve kapitalist iş bölümünden.
“Gerçekten de, iş paylaştırılmaya başlar başlamaz herkesin kendisine dayatılan onun dışına çıkamadığı, yalnızca kendine ait bir faaliyet alanı olur; o kişi avcıdır, balıkçıdır ya da çobandır ya da eleştirici-eleştirmendir ve eğer geçim araçlarını yitirmek istemiyorsa bunu sürdürmek zorundadır.” (Marx)
İnsanı insan yapan yaratıcı iş ve çalışma, kapitalizm altında onu insan olmaktan çıkaran bir zorunluluk haline gelir. Ne işçi kendisine aittir, ne işi kendisinindir. Bu durumda çalışan insan, neyi kimin için, hangi amaçla ürettiğini, hangi amaca hizmet ettiğini bilmeden sadece hayatta kalabilmek için çalışmak durumundadır. Yalnızca çalışmadığı zamanlarda kendisine aittir. Ama o, kapitalist kuşatma altındayken, iş saatleri dışında da “kendisi” olamaz. Bütün yaşantısı, türlü biçimlerde, emek gücünün yeniden üretimi boyunca gerçekleştirdiği her şey fizik olarak ayakta kalmaya bağlanmıştır. Bu koşullarda çalışan insana sürekli olarak söylenen şey şudur: Bugününden daha iyi olmak istiyorsan, kendin için başkalarını ez, kendinden başka hiç kimseyi düşünme, öteki insanların “kurdu ol.” Bencillik, çıkarcılık, insana özgü bütün değerlerden tam bir kopuştur insana dayatılan.
Sıradan bir insanı, bütün bu yabancılaşmadan ve yozlaşmadan kurtaracak olan, onu amaçlı insan haline getirecek olan, ona bütün yeteneklerini sınırsızca geliştirme olanağını tanıyacak olan tek şey, kapitalizmin sosyalist proletarya hareketi tarafından yıkılması ve toplumsal bir sistem olarak sosyalizmin kurulması olacaktır. O halde insanın kendisine olan yabancılaşmasından kurtularak kendisine dönmesini sağlayacak tek alternatif yaşam, bu harekete katılmak, devrimci komünist parti saflarında örgütlenmektir.
Devrimci bir savaş örgütü olarak kapitalizm içinde kapitalizmi bütün sonuçlarıyla birlikte ortadan kaldırmak için savaşan proletarya partisi; kapitalizm tarafından belirlenen toplumsal ilişkiler içerisinde var olmakla birlikte, kendi içerisinde bu toplumsal ilişkilere karşı duran bir ilişki biçimini de yaratır. Parti militanları, komünist militanlar arasındaki ilişki biçimine yoldaşlık denir. Bu komünist ilişkinin yani yoldaşlık ilişkisinin içeriği ve biçimi yürütülen komünist çalışma ve bu komünist çalışma içerisinde ortaya çıkan işbölümü ve işbirliği tarafından belirlenir. İşbölümü ve işbirliği ilkesi, parti hayatı ve parti çalışmasının, parti militanlarının kolektif faaliyeti olarak planlanması, parti militanlarının hareketin değişik yönlerinde somut bir parti göreviyle görevlendirilmeleri, bu görevi yerine getirmelerinin partinin kolektif denetimine tabi olması, bütün alanlardaki komünist çalışmanın partinin elinde merkezileşmesi anlamına gelir. Parti çalışmasına var olan yetenekleriyle ve becerileriyle katılan militanlar, bu yetenek ve becerileri göz önünde bulundurularak görevlendirilirler. Bu biçimiyle parti çalışmasına katılan militanların kendilerini geliştirebilmelerinde, hata, zaaf ve eksikliklerinden arınabilmelerinde parti yaşantısının ve Leninist devrimci militanın ve “yeni insanın” bütün özelliklerini kazanabilmelerinde parti yaşantısının ve yoldaşlık ilişkilerinin rolü belirleyici bir etkendir. Bu yazının temel konusu olan bu sorunu çeşitli yönlerden irdelemeye çalışacağız-

YOLDAŞÇA GÜVEN
Devrimci Komünist Parti, insanlık tarihinin en gelişkin ve bilimsel dünya görüşüyle, Marksizm-Leninizm’le donanmış bir savaş örgütüdür. O, proletaryanın en fedakâr, en sebatlı ve en kararlı unsurlarıyla devrimci komünizmin ilke ve amaçlan platformunda birleşebildiği oranda gerçek bir proleter savaş örgütü olabilir. Partinin yürüttüğü komünist çalışma ve bu çalışmanın pratik uygulayıcıları olarak parti militanları, işçi sınıfı hareketini ilerletip, partiyi işçi sınıfı hareketinin bir parçası haline getirebildikleri ölçüde, parti yaşantısı gerçek komünist bir yaşantıya dönüşebilir. Parti ve komünist militanlar, bu mücadele içerisinde birbirlerini tanırlar, her yönden birbirlerine yakınlaşırlar ve onlar, burjuva dünya görüşü ve yaşam tarzının her türlü yansımasıyla amansız bir savaş içerisinde çelikleşirler. İşte komünistlerin birbirlerine duydukları güven, yoldaşça güven, bütün bu mücadele ve devrimci savaş içerisinde gelişir, derinleşir ve komünist bir içeriğe kavuşabilir. “Eski toplumun”, burjuva değer yargılarının yarattığı, bireycilik ve çıkarcılıkla birleşen “kendinden başka hiç kimseye güvenmeme” anlayışı, hangi sınıfsal kökenden geliyor olursa olsun, partiye kanlan herkesin, mutlak hesaplaşması ve savaşması gereken bir olgudur.
Özellikle küçük burjuva devrimcileri ve Marksizm adına yola çıkmış aydın hareketleri arasında yaygın olarak rastlanan ve kendisini “her şeyi ben daha iyi yaparım, bu işi başkasına versek yapamaz, öteki polisin eline düşse direnemez, bir diğerinin elinden zaten hiçbir iş gelmez” türünden tutum ve düşüncelerde gösteren güvensizlik, kaynağını, proletaryaya, komünizme ve komünist mücadeleye yakınlaşamamaktan, burjuva alışkanlık ve ilişki biçimlerinden tam bir kopuşu gerçekleştirememekten alır ve bir sınıf tutumunu yansıtır. Komünist çalışma ise, militana bütün burjuva değer yargılarından arınabilmenin olanaklarını sunar. Yalnızca kolektif komünist çalışmada ortaya çıkabilme imkânına sahip olan yoldaşça karşılıklı güven, militanların kendilerini geliştirip ustalaşabilmelerinin, devrimci bir dönüşümü gerçekleştirebilmelerinin vazgeçilmez koşullarından birisidir.

YOLDAŞÇA ELEŞTİRİ VE DENETİM
Komünistlerin birbirlerine güvenmesi, birbirlerini denetlememeleri ve eleştirmemeleri anlamına gelmez. Eğer yoldaşça eleştiri ve denetim olmasaydı, komünistler hiç bir zaman eleştiriye ve denetime ihtiyaç duymayan robotlar olabilirlerdi ancak. Komünistlerin hiç hata yapmayan, hiç bir konuda zaaf göstermeyen, hiç bir eksikliği olmayan, hiç bir koşulda yardıma ihtiyaçları olmayan insanlar olduklarını kim iddia edebilir?
Kuşkusuz ki yoldaşlarımıza duyduğumuz güven, onların eksikliklerini tamamlamalarında yardım etmediğimiz zaman, yaptıkları yanlışlarda direndiklerinde acımasızca eleştirmediğimiz zaman, yanlış eğilimlerine karşı yoldaşça uyarılar yapmadığımız zaman içi boş bir duygudan öteye geçemeyecek, gerçek anlamına kavuşamayacaktır. Yoldaşça güven, yoldaşça eleştiri ve denetimin sıkıca birbirine bağlı olması, ne yoldaşlarımıza içi boş bir güven duyarak onları kendi başlarına hareket eden, kendinden mesul kişiler olarak görmemizi gerektirir ne de eleştiri ve denetim adı altında güvensizce bir yaklaşımı.
Komünist bir önder olarak Stalin’in, yoldaşlarına yönelik olarak yaptığı konuşmada söylediği şu sözler ve bir bütün olarak komünist yaşantısı yoldaşça güven ve eleştiri-denetimin nasıl iç içe olduğunu gösterir:
“Yoldaşlar! Bu meşalenin (sosyalizm meşalesinin) yanmaya devam etmesi ve bütün ezilenlerin ve köleleştirilmişlerin yolunu aydınlatması için her şeyi yapacağınıza kuşkum yok.
Bu meşalenin alevlerini, proletaryanın düşmanlarını dehşete düşürsün diye, har har körüklemek için her şeyi yapacağınıza kuşkum yok.”
O, bir yandan yoldaşlarının, proletaryanın ve sosyalizmin zaferi uğrunda ellerinden gelen her şeyi yapacağına inanmakta ve güvenmektedir; bir yandan da bütün komünist yaşantısı boyunca, kimi zaman mektuplarla, kimi zaman çeşitli polemiklerle, kimi zaman da yüz yüze eleştirilerle, yoldaşlarının eksik yönlerini gidermeye, onları daha da ilerletmeye çalışmaktadır. Stalin’in yaşantısı ve eserleri incelendiğinde bu açıkça görülecektir. Stalin, yoldaşlarını kazanmak, onları doğru düşüncelere ikna etmek için sonuna kadar çabalar, ama tutumu ve eylemiyle proletarya davasının karşısına düşen, ondan uzaklaşan ve bu noktada direnenleri de daha dün yoldaşı olsa bile acımasızca eleştirir ve hak ettiği biçimde mahkûm eder. O halde, proletaryanın davasına duyulan devrimci inancın ve bu uğurda ihtilalci bir kavganın ortaya çıkardığı yoldaşça güven, aynı zamanda da komünist ilerleme ve gelişimin koşullarını yaratan yoldaşça eleştiri ve denetimin de maddi koşullarını hazırlar. Yoldaşça eleştiri ve denetim de komünistlerin birbirlerine duydukları güvenin çelikleşebilmesinin koşullarını yaratır.

YOLDAŞÇA YARDIM
Bütün bir parti çalışması tarafından belirlenen parti yaşantısının ve komünist ilişkilerin var olan toplumsal hayattan bütünüyle ayrı, ondan kopuk olarak düşünülmesi olanaklı mıdır? Hayır. Bütün militanlarıyla ve bütün örgütleriyle kapitalizme karşı, kapitalizmin yarattığı burjuva ilişkilere karşı savaşan parti, bu toplumsal hayatın içindedir. Ve burjuvazi ile proletarya arasındaki sınıf mücadelesi, burjuvazinin egemen sınıf olarak örgütlendiği bu toplumsal sistem içerisinde yürümektedir.
Nasıl ki devrimci komünist partisi proletarya önderlerini saflarına kazanmak, işçi ve emekçi kitlelerini yürüttüğü mücadeleyi ilerletip örgütleyerek kapitalizmi yıkmak için mücadele ediyorsa; burjuvazi de işçi ve emekçi kitlelerini kendi ideolojilerinden ve devrimci işçi partisinden uzaklaştırmak ve komünistleri çeşitli biçimlerde etkileyerek “yeniden” kendisine kazanmak için mücadele etmektedir.
Bu biçimler, burjuvazinin komünistleri ve devrimcileri fiili olarak yok etme ve katletme saldırılarıyla onları etkileme; ideolojik saldırılarıyla kendi düşüncelerine “yeniden” kazanma; kimi zaman da, böyle planlı bir çabanın dışında, her şeyiyle kendi dünyası biçiminde örgütlediği toplumsal hayatın ilişkileri içerisine, çekmek suretiyle gerçekleşebilir. Bütün bu biçimler, burjuvazinin komünizme ve komünistlere karşı yürüttüğü mücadelenin bileşenleridir. Burjuvazi, ideolojik ve fiili saldırılarıyla komünistlere, belirsiz bir gelecek uğruna mücadelenin anlamsızlığını, kapitalizmin ebedi ve tek “alternatif hayat olduğunu anlatır durur. Ve bu çabasıyla gösterdiği tek bir adres vardın Yeniden dönülecek olan kapitalizm.
Özellikle, komünizm ağır saldırılara uğradığı ve prestij kaybettiği dönemlerde, yeraltı çalışmasının ağır koşullarıyla birleşen bütün bu saldırıların komünist saflarda yer alan militanları çeşitli düzeylerde etkileyebilmesi olası, hiç etkilememesi ise olanaksızdır. Yukarıda belirttiğimiz üzere komünist parti ve komünist militanlar, kapitalizmin ve onun yarattığı ilişkilerin içinde ona karşı mücadele etmektedir.
İşte bütün bu saldırılardan çeşitli biçimlerde ve çeşitli düzeylerde etkilenen, yürüdüğü mücadele yolunda duraksayan yoldaşlarımız olduğunda ona karşı yaklaşımımız ne olmalıdır?
Böylesi durumlar ortaya çıktığında, yoldaşımıza karşı tutumumuz mutlaka ona yoldaşça yardım etmek ve destek olmak olmalıdır. Oysa kimi zaman, ona sonuna dek yardım etme yolunu daha baştan reddederek işin başında “zaten küçük burjuva özellikleri vardı, böyle olacağı zaten belliydi” türünden yargılarla yaklaşmak kesinlikle komünist bir tutum olmayacaktır. Amacı, emekçi yığınların kitle hareketini ilerletmek ve bu hareketi zaferle sonuçlandırmak olan parti, saflarına kazandığı her unsurla yürüyebildiği en son yere kadar yürüme, kazandığı her kişiyi pratik-devrimci mücadele içerisinde ilerletme ve dönüştürme, ortaya çıkan bütün sorunlarında ona sonuna kadar yardım etme yolunu seçer. Partinin bu devrimci özelliği aynı zamanda bütün militanlarının şahsında cisimleşmesi gereken bir özellik haline gelir ve geldiği oranda yoldaşça yardım, komünistler arasındaki ilişkileri düzenleyen ilkelerden birisi olarak devrimci anlamına kavuşabilir.
Kuşkusuz ki parti, militanlarını değerlendirirken onların gelişim özelliklerini, olaylar karşısındaki tutumunu, çeşitli dönemlerde gösterdikleri zaaflarını göz ardı etmez, edemez. Bu her şeyden önce militana karşı yapılmış bir kötülük olur. Onun kendisini eleştirebilmesinin, kendisiyle devrimci bir hesaplaşmaya girişebilmesinin önünü keser.
Özellikle komünist gençliğin eğitiminde, her bir genç komünistin gelişiminde yol gösterici olmak “elinden tutmak” ve onlara her durumda adeta bir bahçıvan titizliği ile yaklaşmak, partinin genç kuşaklarının yetiştirilmesinde zorunludur.
Eleştiri adına, hata yapan, eksiklik gösteren yoldaşına hoşgörüsüzce hücum eden, onu doğru ve devrimci olana kazanmak ve çaba göstermek yerine adeta kaybetmek için elinden geleni yapan yoldaşlara az rastlanmaz. Böyle birisinin içine komünist yardımlaşma duygusu iyice nüfuz edememiştir. Sabırla ve sebatla yoldaşına yardım etmek yerine, sabırsızca onu tecrit etmeye çalışmanın doğru olduğunu kim savunabilir?
Ancak, artık soyları tükenmek üzere olsa da, kafası yalama olmuş, komünizme ve komünist mücadeleye yabancılaşmış ve partinin dışına düştüğünde başka hiçbir iş yapamayacak olan, partiyi geçim kapısı olarak gören bezirgân başlarına da parti hiçbir zaman hoşgörü göstermez, göstermeyecektir. Böylelerini acımasızca eleştirip mahkûm edecektir. Çünkü her şeyi bilen, ama hiçbir işin ucundan tutmayan, herkese akıl hocalığı yapan ancak üzerine aldığı işi yerine getirmek için hiçbir çaba göstermeyen, kendini “emeklilik zamanı gelmiş profesörler” gibi hissedenlere komünist mücadele ve partide yer yoktur, olmayacaktır da.
Yoldaşça güven ve yoldaşça eleştiri ve denetimle birleşen yoldaşça yardımlaşma komünist mücadelenin ilerletilebilmesi ve genişleyebilmesinin; komünist yaşantının derinleşebilmesinin temel ilkelerinden birisidir.

YOLDAŞÇA SEVGİ
Herhangi bir burjuva örgütünde, insanların bir araya geliş sebebi temel olarak bireysel çıkardır. Bireysel çıkarın her birisinin amacı olduğu ilişki biçiminde, kendi çıkarlarını geliştirmek için, ötekinin kuyusunu kazma, yalan, çirkef, dedikodu vb. her yolu kullanarak kendi bireysel amaçlarını gerçekleştirmeye çalışma, burjuva ilişkilerinde her an rastlanabilir şeylerdir. Bu yönüyle bakıldığında iki burjuvanın neden asla birbirlerini sevemeyeceklerini anlarız.
Oysa koskoca bir dünyayı değiştirmek için bir araya gelmiş komünistler, burjuvaziye karşı yürüttükleri mücadelede hiçbir bireysel çıkar gütmezler; çünkü komünistler “herkes kurtulmadıkça, hiç kimsenin kurtulamayacağını” çok iyi bilirler. Bu bakımdan komünistlerin ilişkilerinde karşılıklı sevgi ve sadakat duygulan sürekli yaşayan bir duygudur. Hiçbir zaman birbirlerini görmemiş olan, birbirlerinin isimlerini dahi bilmeyen, birbirlerinden binlerce kilometre uzakta yaşayan, hatta kimi zaman birbirlerinden farklı zaman dilimlerinde yaşamış olan iki komünisti birbirlerine bağlayan, yakınlaştıran ve sonsuz bir insanlık ve yoldaşlık sevgisiyle birleştiren şey nedir? Hiç şüphesiz ki, bütün insanlığı» ve insanlık değerlerinin düşmanı olan burjuvazi ve kapitalizmin yıkılacağına, bütün insanlık kurtulmadıkça kendisi de kurtulamayacak olan proletarya ve sosyalizmin kazanacağına duyulan sınırsız inanç ve bu inanç ve bilinçle yürütülen mücadeledir. İki burjuva birbirini asla sevemez, çünkü onlar sadece kendi çıkarlarını düşünürler ve sadece kendilerini severler. İki komünistin birbirine duyduğu sevgi ve saygı ise, amaçlarının aynılığı ve bu amaçların onları, hiç bir kişisel çıkar gözetmeksizin bir araya getirmişliğidir.
Kimi zaman rastladığımız “ben şu yoldaşımı sevmiyorum, aynı amaçlar için bir araya gelmemiz birbirimizi sevmemizi gerekli kılmaz” türünden sözlerle ifade edilen ve teorileştirilen düşünce ve duygular, kişisel çıkar ve bireysel amaçlar olmadığı sürece mümkün ve anlamlı olmayan, kesinlikle proletarya ve komünistlere yabancı olan şeylerdir. Kaynağını burjuva düşünce ve yaklaşımlardan alır. Ve böyle düşünen, hatta bu düşüncelerini teorize etmeye çalışan kişinin içine komünist insanlık değerleri yeterince işleyememiştir.
Bütün yaşamını komünist mücadeleye adamış olan, devrimci komünist bir militan olarak ölen Mustafa Şefik’in şu sözleri, yoldaşça sevginin derin anlamını ve yüceliğini ne kadar güzel bir biçimde ardalar bize: “Yoldaşına gelen kurşuna kendisini siper etmeyen kişi komünist olamaz.”

YOLDAŞÇA PAYLAŞIM

Kendisine ait mülk, kendisine ait yaşam burjuva dünya görüşünün ve yaşam tarzının temel karakteristiği ve insanlara dayatılmış biçimidir. Sorunlarıyla, kaygısıyla, tasası ve sevinciyle burjuva insanı yalnızdır. O, özel mülkiyetini hiç kimseyle paylaşmak istemediği gibi, yaşantısının hiçbir yanını ve sorununu da diğerleriyle paylaşamaz. Onun mülkiyeti özeldir, yaşamı da.
Komünistler açısından ise sorun tam tersidir. Bir komünistin özel mülkü yoktur. Hangi yoldaş kullanıyor olursa olsun her şey partinindir. Her şey parti için vardır. Her şey mümkün olabildiği oranda ihtiyaçlara göre paylaşılır. Bir komünist, partinin dışında (bir işte çalışarak ya da başka bir yolla) elde ettiği bir geliri kendisine ait, “kendisinin” olarak saymaz. Asgari düzeyde ihtiyaçlarını karşılayacak kadarı kendisinindir.
Bunun gibi komünistlerin özel yaşantısı ve manevi dünyası da yoktur. Onun açısından bütün duygu ve düşüncelerini, sorunlarını, sevinç ve heyecanlarını yoldaşlarıyla paylaşmak, genel olarak “böyle olması gerektiğinden” değil, kendisi için duyduğu bir ihtiyaç olmasındandır. Bir yoldaşın, sorunu, onun yanıbaşındaki tüm yoldaşların da sorunudur. Birisinin, sevinci hepsini mutlu eder. Kolektif bir yaşantı ve mücadelenin içerisinde her an gelişen bir duygudur bu.
Kimi zaman, içine kapanan, sorunlarını yoldaşlarıyla paylaşmayan, nedeni sorulduğunda da “özel bir sorun” türünden yanıtlar veren yoldaşlara rastlarız. Şüphesiz ki böyle yoldaşlar, “özel sorun”larını da yoldaşlarıyla paylaştıklarında, üstesinden daha kolay gelebileceklerini göremiyorlar. Bazen de “özel yaşantısı”nda başka türlü bir insan, yoldaşlarıyla bir araya geldiğinde başka türlü bir insan olmanın gerekliliğine inananları görürüz. Yenemediği, ne kadar feodal ve burjuva alışkanlık varsa, onlar özel yaşantısına hükmeder ve yön verir ve ancak çalışma içerisinde yoldaşlarıyla bir araya geldiğinde, bu davranışlarından, sakınır. Oysaki evinde ye faaliyetinin dışında başka, komünist çalışma içerisinde başka bir komünist olabilir mi? Komünist kişilik özellikleri ve komünist değerler, bir komünist militanın yaşamının bütün alanlarına yön vermelidir. Ve hayatın bütün alanlarında, bütün burjuva ve feodal alışkanlıklardan arına arına, her şeyini yoldaşlarıyla paylaşa paylaşa gelişebilir.

* * *
Leninist çalışma ve örgütlenme tarzı ve örgüt yaşantısı devrimci komünist parti saflarında ve çevresinde, devrimci moral değerleri yaratan temel maddi koşuldur. Bu değerler, ancak ve ancak, yaşamın her alanında, burjuva dünya görüşüne ve onun tüm yansıyış biçimlerine, dişle, tırnakla, her şeyimizle verdiğimiz amansız ve çetin kolektif bir savaşla yaratılabilir. Bu değerler, proletaryaya büyük bir savaş gücü kazandırır. Parti ve parti yaşantısı, bu devrimci moral değerlerin sımsıkı kenetlendiği, “devrime yürekten adanmışlık ruhuyla” eğittiği insanların sarsılmaz ve yenilmez birliği olarak, yine bu devrimci değerleri sürekli yenileyip besleyen bir okuldur. Parti okulunda, devrimci moral değerlerin yaratılmasının vazgeçilmez koşulu, “yoldaşça güven”, “yoldaşça eleştiri ve denetim”, “yoldaşça yardım”, “yoldaşça sevgi”, “yoldaşça paylaşım”la belirlenen, yoldaşça kolektif mücadeledir. Parti, şimdi tarihsel ve güncel bakımdan en ileri insan tipine karşılık gelen Leninist militan ve devrimci-komünist değerlere sahip olabildiği oranda, komünist çalışma tarzını ve örgütlenmesini geliştirip güçlendirebilir. Devrimci komünist partide yoldaşça ilişki biçiminin dışında, hiçbir ilişki tarzına yer yoktur ve asla olmayacaktır. Eğer uluslararası burjuvazinin bütün saldırılarını geri püskürtecek ve Marx, Engels, Lenin ve Stalin’in kızıl bayrağını şaşmaz adımlarla yücelteceksek, komünizme ve proletaryaya yabancı bütün ilişki biçimlerine karşı devrimci bir savaşı inat ve ısrarla, ama mutlaka her an sürdürmeliyiz.

Ekim 1993

Komünist Gelişmenin Sürekli Ve Etkin Bir Silahı: Özeleştiri

Bir parti militanının gerçek niteliği, devrimin ve devrimci siyasal eylemin en zor ve en önemli koşullarında ortaya çıkar. Komünist çalışmanın en zor ve en önemli anlarında parti militanının tutumu ne olacaktır? Yığın eylemleri patladığında, durgun dönemlerdekinden onlarca kat daha fazla bir çalışma temposuyla, komünist bir yaratıcılık ve devrimci sınıf ruhuyla ileri mi atılacaktır; yoksa gelişen sınıf hareketinin dışına düşecek ölçüde yeteneksizlik mi gösterecektir? Ülkenin her yanında yığınların eylemi; grevler, sokak direnişleri, barikat savaşları biçiminde gelişirken kabaran dalgaya kapılıp ileri fırlayacak; ama burjuvazinin, hareketi ezmek için, ilk güçlü vuruşlarını yapmaya, dizginlerinden boşanmışçasına saldırmaya başladığında paniğe kapılarak beklenti ve umutsuzluk içine mi düşecektir? İşçi ve halk hareketinin aldığı ağır bir yenilginin ardından önce şaşkınlığa kapılacak, sonra kapitalizmin ebediliğine yeniden ve “bilinçli” bir inancın eşliğinde, olabildiğince geriye çekilecek ve giderek bir “düzen adamı” mı olacak; yoksa örgütünden, yoldaşlarından ayrı düştüğünde bile, komünist kişiliğini koruyup her koşulda sebat ve komünist bir inançla mücadeleye devam edecek bir “dava adamı” mı olacaktır?
Dünya proletaryasının büyük öğretmeni Josef Stalin, proletarya hareketiyle bağlantılı olarak gerçek devrimci militanı tarif ederken şunları söylüyordu:
“Proletaryanın mücadelesi baştan sona bir saldırı, kesintisiz bir başarılar zinciri değildir. Proletaryanın mücadelesinde zaferler de vardır, yenilgiler de vardır. Gerçek devrimci; muzaffer ayaklanma döneminde yiğitçe savaşan kişi değil, tersine, devrimin muzaffer saldırısı sırasında iyi savaşmasını bilen, ama aynı zamanda devrimin geri çekilme döneminde, proletaryanın yenilgisi döneminde de yiğit olan, şaşkına dönmeyen ve devrim, darbeler aldığında, düşman başarı kazandığında da işi yarı yolda bırakmayan, devrimin geri çekilme döneminde paniğe kapılmayan ve umutsuzluğa düşmeyen kişidir.”
Stalin, bu sözleriyle, bütün devrimlerin ve devrimci mücadelelerin tanık olduğu gibi, kimi devrimcilerin, en zor koşullarda bile paniğe kapılmadan, umutsuzluğa düşmeden, umutla, inançla ve bilinçle mücadeleyi sürdüreceğini; kimilerinin ise tam tersine, muzaffer ayaklanma dönemlerinde yiğitçe savaşırken; devrim, darbeler aldığında, paniğe kapılarak, umutsuzluğa düşerek işi yarı yolda bırakabileceğini anlatır bize.
Burada ister istemez şöyle bir soru gelecektir aklımıza; neden aynı toplumsal ve tarihsel koşullarda, aynı devrimci örgüt ya da parti içinde omuz omuza dövüşen militanlardan kimisini, bu koşullar, ileriye doğru götürür ve neden kimilerini geriye doğru savurur?
Böyle bir soru üzerinde düşünmeye başladığımızda, devrimci militanın kendisini değiştirmesinin ve ilerletmesinin güçlü bir aracı olan kendi kendisini sürekli olarak eleştirme ya da aynı anlama gelmek üzere özeleştiri; mutlaka üzerinde durmamız gereken bir şey olarak karşımıza çıkar.
Kapitalizme karşı mücadelede, proletaryanın öncü örgütlü müfrezesi olan devrimci komünist partisi, yürüttüğü komünist çalışma içerisinde ayrı bir hayat, ayrı bir duyuş, düşünüş ve davranış tarzı olduğu gibi ayrı bir ilişki biçimini de yaratır. Bir yandan, kendisini, burjuva kapitalist hayat tarzı ve ilişki biçimlerinin karşısına diker, öte yandan da kendine özgü bir sistem yaratır. Bu yönüyle devrimci komünist parti; parti yaşantısı ve kolektif komünist mücadele, komünist kişilik özelliklerinin, komünist ahlakın ve erdemlerin ortaya çıkmasının ve bunların militanın yaşantısında, eyleminde ve bilincinde cisimleşmesinin olanaklarını yaratan devrimci bir ortamdır. Enver Hoca’nın şu sözleri bu bakımdan dikkat çekicidir:
Bir işçi, komünist olduğu zaman, o; kendisinde gelişmemiş olan bir şeyin açılıp serpilmekte olduğunu hisseder; bulanık biçimde bilgi sahibi olduğu bir kültürün onu aydınlattığını keşfeder, Marksizm’de kendisini açıkça ileri sürme olanağını bulur: bilinçaltında var olan bir şey hakkında bilgi sahibi olur. Böylece bir işçi, komünist olduğu zaman kendisini inşa eder ve pekiştirir.
Bir entelektüel, komünist olduğu zaman ise, olaylar önceki durumda olduğu gibi gelişmez. Sosyalist bilincin zaferinin her adımında entelektüel, geçmişinde bazı şeyleri yok etmek zorunda kalır. Bu yüzden o, tahrip eder ve inşa eder. Attığı her adımda kendini yaratma değil de, kendine karşı mücadele izlenimini edinir.
İşçi, komünist olduğu zaman, o; savaşacağını, greve gideceğini, kapitalizmle çatışmaya gireceğini ve hatta öldürülebileceğini bilir; ancak onun yalnızca tek düşmanı vardır ve bu düşman onun dışındadır, kapitalizmdir. Entelektüel, iki cephede birden savaşmak zorundadır: “kendine ve kapitalizme karşı.”
Bu bakımdan, söz konusu olan ister bir işçi olsun, ister ihtilalci bir aydın; partili mücadele insanı dönüştürür, bilincini ilerletir, bunun olanaklarını yaratır. İşte yukarıdaki sorunun cevabını aramamız gereken noktalardan birisi burada yatmaktadır. Bir parti militanı bilinç, yaşantı tarzı ve kişilik özellikleri bakımından, böylesi bir devrimci ortamda kendisini sürekli “yeniden inşa edebildiği”, “yıkıp inşa edebildiği” ve böylece komünist mücadeleyle, komünist ideoloji ve partiyle sürekli olarak birleşebildiği oranda, kendisini ilerletebilecektir. İşte bu açıdan bakıldığında, komünist bir militan açısından özeleştiri, ilerlemenin ve devrimci gelişimin vazgeçilmez koşullarından birisi olduğu gibi, aynı zamanda onun en önemli silahlarından da birisidir. Bu, militanın kendisine, kendi içindeki burjuva etkiye karşı yönelttiği özel türde bir silahtır.

ÖZELEŞTİRİ KONUSUNDA YANLIŞ ANLAYIŞLAR

Komünistler açısından devrimci değişim ve gelişimin vazgeçilmez koşullarından birisi olan özeleştirinin temel özelliklerine geçmeden önce, onun kimi yanlış ve eksik algılanış biçimleri üzerinde duralım.
Yürütülen kolektif mücadelede, komünistlerin birbirlerini eleştirmeleri ve bu yönüyle gelişimlerinde birbirlerine yardım etmeleri, parti yaşantısının düzenleyici ilkelerinden birisidir. Ama özeleştiri, çoğu kere eleştirinin bir karşılığı olarak algılanır. Kuşkusuz, bir komünist, yoldaşlarının kendisine yönelttiği eleştiriler karşısında kayıtsız kalamaz. Yoldaşları tarafından eleştirilen yanlarını gözden geçirmek, onların işaret ettiği eksikliklerini bulup çıkarmak ve gidermeye çalışmak, kendisine yöneltilen eleştirilerle birlikte kendisini eleştirmeye yönelmek, devrimci bir militan açısından hem bir görev, hem de bir ihtiyaçtır. Bu yönüyle, yoldaşları tarafından kendisine yöneltilen eleştiriler, devrimci militanın kendisini eleştiriye, özeleştiriye yöneltir. Ancak özeleştiriyi sadece bu yönüyle kavramak, yani onu sadece kendisine yöneltilen eleştirinin karşılığı olarak algılamak, özeleştirinin eksik bir kavranış biçimidir. Eğer özeleştiri sadece bu yönüyle kavranıyorsa, o, sadece bir militanla başka bir militan ya da militanla parti arasındaki ilişki olarak görülüyor demektir. Özeleştiri, eğer sadece bu yönüyle kavranırsa, devrimci militan ancak parti ya da yoldaşları kendisini eleştirdiğinde, özeleştiriye yönelebilecektir. Bu durumda, özeleştiri gerçek devrimci içeriğinden ve anlamından büyük oranda kopacaktır. Çünkü parti ya da birlikte mücadele ettiği yoldaşları, her durumda militanın eksikliklerini, yanılgılarını ve zaaflarını göremeyebilir. Ya da militanın bütün yaşantısı partinin gözü önünde cereyan edemeyeceği gibi, onun parti tarafından görülebilecek ve eleştirilebilecek yanlan genel olarak pratik parti çalışmasında ortaya çıkan eksikler, hatalar ya da yanlış düşüncelerdir. Böylesi durumlarda ne olacaktır?
Militanın devrimci değişimi ve gelişimi, sadece başkalarının eleştirisine bağlandığında, eksik ve düzensiz bir değişim ve gelişim olacaktır. Bilinmelidir ki, ancak sürekli olarak kendi yaşantısını ve eylemini eleştirebilen, her an kendi eksiklerini, hatalarını ve yanlış eğilimlerini cesurca ve samimiyetle kendi önüne koyarak yok etmesini bilen ve bu anlamda özeleştiriyi, devrimci kişiliğinin vazgeçilmez bir parçası haline getiren bir kişi, özeleştirinin devrimci anlamını kavrayabilmiş demektir. O halde, özeleştiri; bir komünist militan açısından, partinin ve yoldaşlarının kendisine yönelttiği eleştirilerle, kendi yaşantısını, eylemini, tutumunu sürekli olarak kendisinin eleştirmesiyle birleştirdiğinde doğru ve devrimci bir anlam kazanabilir.
Özeleştirinin bir başka yanlış ve biçimsel kavranışı da, özeleştiriyi eleştirilmemenin ve sözde kendisini eleştiriyor görünerek hata ve eksiklerini gizlemenin bir aracı olarak kullanmaktır. Böyle davranan birisi, özeleştiri karşısındaki bu tutumuyla sözde dürüst olarak görünmeye çalışır. Habire nerede ne hata yaptığını, hangi konularda eksiklikleri olduğunu sürekli olarak başkalarına anlatır. Ama ne o sürekli olarak tekrarlayıp durduğu hata ve eksiklerini gidermeye çalışır, ne de bulunduğu noktadan ileriye doğru bir adım atar. Wilhelm Busch bir şiirinde özeleştiri karşısında böylesine gevezece bir tutum takınanları şöyle anlatıyor:
“Özeleştiride çok şey var
Diyelim ki kendimi eleştiriyorum
Bu sayede, bir defa çok akıllı olduğum
düşüncesini yaratıyorum.
İkincisi, insanlara
Bu adam çok namuslu dedirtiyorum.
Üçüncüsü,
Eleştirmenlerden önce davranıyorum
Ve dördüncü olarak ayrıca
özeleştirime itiraz edilmesini umuyorum
Böylece de sonuçta
çok yaman biri oluyorum.”

Özeleştirinin bu kavranış biçimi, kaynağını burjuva ahlakından alır. Bu anlayış, proletaryaya ve komünizme yabancıdır. Çünkü samimiyetsizliğin bir ifadesidir. Hıristiyanların yüzyıllardır uygulaya-geldikleri günah çıkarmadan hiçbir farkı yoktur ve tam bir ikiyüzlülüğü ifade eder. Sürekli olarak yerinde saymanın, sürekli olarak aynı hataları “bilinçli olarak” yapmanın meşruiyetini sağlama çabasından başka hiçbir şeyi ifade etmez.
Bunun gibi, özeleştiriyi devrimci ve ilerici anlamından kopararak “Hıristiyanlara özgü bir davranış biçimi olduğu için” reddeden ve ona karşı çıkanlar da, bu tutumlarıyla küçük burjuva aydınının kibirli ruh halini ve tutumunu yansıtırlar. Özeleştiriyi böyle gören, Marksizm-adına yola çıkmış küçük burjuva aydını, kendisince, hiçbir zaman hata yapmaz, hiçbir eksik yanı yoktur ve her şeyi her zaman en iyi kendisi bilir. Bu yüzden de özeleştiriye ihtiyaç duymaz. Çünkü ilerleyebileceği kadar ilerlemiş, Marksizm’i de zaten hatmedip yutmuş ve çoktan “aşmış”tır. Bu noktada, özeleştiriyi devrimci ilerleme ve gelişmenin zorunlu bir aracı olarak kavramak istemeyen her iki anlayış tarzı da, devrimci değişim ve dönüşüme kapalılıklarıyla aynı noktada buluşmaktadırlar.
Gerçek komünistler açısından ise “…özeleştiri Bolşevizm’in gerçek özüyle, devrimci ruhuyla kopmaz bir biçimde iç içe geçmiş, Bolşevizm’in cephaneliğinin paha biçilmez ve sürekli etkin bir silahıdır,” (Stalin)
Özeleştirinin kimi yanlış ve eksik algılanış biçimleri üzerinde kısaca durduktan sonra, komünist militanın sürekli olarak gelişmesi ve değişmesinin en etkin silahlarından birisi olarak özeleştirinin bazı temel özelliklerine geçelim:

BÜTÜN BURJUVA İLİŞKİLERDEN TAM BİR KOPUŞU GERÇEKLEŞTİRMENİN ARACI OLARAK ÖZELEŞTİRİ
Kapitalist toplumda insan ilişkilerini belirleyen temel şey, özel mülkiyet ilişkileridir. Daha fazla özel mülkiyet sahibi olma, insana özgürleşebilmenin temel yolu olarak gösterilir. Kimi insan, özel mülkiyet sahibi olduğu için özgürdür. Kimisi ise, özel mülkiyet sahibi olabilmek için çalışma ve her türlü yola başvurma özgürlüğüne sahiptir. Bu koşullarda insan, ya özel mülkiyetini çoğaltarak başkalarından üstün bir konuma geçmek için ötekileriyle didişecektir; ya da bir başkasının yemi olmamak için çabalayacak, başkalarını kendisine yem etmeye çalışacaktır. Egemen sınıf olarak örgütlenmiş burjuvazinin yarattığı burjuva kapitalist yaşam tarzının daha az çalışarak daha iyi yaşayabilmek, zevkli ve renkli bir yaşam sürebilmek için insanlara gösterdiği yegâne yol, böyle bir çatışmanın içerisinde başarılı olabilmek için savaşmaktır. Burjuva kapitalist hayat tarzı; sevgi yerine nefreti, paylaşım yerine bencilliği, erdem yerine ahlaksızlığı (burjuva ahlakını); dürüstlük yerine ikiyüzlülüğü geçirir. Burjuva ahlak açısından, insanın kendisinden başkasını düşünmesi kadar anlamsız bir şey yoktur. Ahlaktan ya da dürüstlükten bahsetmek enayilik ve saflıktır. Namusluca çalışan insanlar olmasa zaten, başkaları için köşe dönmenin imkânı yoktur. Bütün bu burjuva kapitalist hayat tarzı, insan ilişkilerini ikiyüzlülük, tutarsızlık ve bölünmüşlük olarak belirler.
Kimi zaman birlikte mücadele ettiğimiz yoldaşlarımızda çeşitli küçük burjuva eğilimlere rastlarız. Bencillik, kendi kendini övme, hep kendini ön plana çıkarmaya çalışma, sahip olduğu bazı şeyleri yoldaşlarıyla paylaşmama, rahat bir yaşam ve konfor düşkünlüğü vb. Bütün bunlar ve benzeri alışkanlık, eğilim ve tutumlar, içinde yaşadığımız toplumdan edindiğimiz şeylerdir. Bir yönüyle, yeninin kendi içindeki eskinin unsurlarıdır.
Devrimci komünist parti, parti yaşantısı ve devrimci eylem ise, bütün bu burjuva kapitalist hayat tarzından kopuşun ve aynı zamanda komünist insan olabilmenin olanaklarını ortaya çıkarır. Ancak; komünist militan, sürekli olarak gösterdiği değişim ve arınma çabasını bu olanakla birleştirebildiği oranda eski ilişki ve alışkanlık biçimlerinden kurtulabilir.
“Bütün burjuva ilişkilerden kopuş” denilince, yalnızca burjuva ahlak anlayışından ve hayat biçiminden kopmak anlaşılmamalı. Bu kavram, aynı zamanda burjuva toplumsal örgütlenme biçimlerinin tümünden gerçek anlamda bir kopmayı da dile getirir. Özetle; mülkiyetle belirlenmiş bütün kurum ve ilişkilerden kopuş demektir. Burjuva toplumsal sistem, genel olarak, çalışmadan yaşayabilmenin mümkün ve güzel olduğunu, çalışmanın ayıp ve aşağı sınıflara özgü bir yaşama biçimi olduğu anlayışını yayar. Çalışmadan yaşamanın bir üstünlük olduğu inancı, değişik biçimlerde kendini gösterir. Örneğin, yalnızca emek harcamadan, çalışmadan geçinip gitmek biçimindeki bir asalaklık, bunun en görünür biçimidir, ama çalışır göründüğü halde verimsiz olmak da, asalaklığın bir türüdür. Diğer yandan, çalışma sırasında, disiplinsiz olmak da, çalışmayı küçük görmenin, emek harcamayı enayilik saymanın bir biçimidir, İş ve ürün arasındaki bütün süreçlerde, zamanı ve emeği en üretken biçimde kullanarak, kişiliğiyle ürünü bir bütün halinde ortaya koymak, emekçi ahlakının en eski ilkelerinden biridir. Proleter devrimci çalışma tarzı da bu ahlakın cisimlendiği en yoğun alanlardan biri olarak kavranmalıdır. Bir işçi, fabrikada üretilen üründe kendi kişiliğinin cisimlenmesini göremez. Parçalar üzerindeki çalışma, daha sonra bir bütünün içinde erir ve binlerce işçinin ortak emeğinin ürünü olarak ortaya çıkar. İşçiye; yaratıcılık, kişilik özelliklerini ürüne katma yolları, bu tür üretimde kapalıdır. Fakat bir parti işçisi, basit bir meta üreticisi değildir. Bir bildirinin hazırlanmasında, basılmasında, dağıtılmasında, kendisinden katabileceği çok şey vardır; bir grevin örgütlenmesinde, bir ajitasyon çalışmasında, “bu benim kendi ürünüm” diyebileceği ve yaratıcılığının ve çalışkanlığının sonuçlarını tanıyabileceği bir süreç içindedir. Diğer yandan, o; tıpkı bir fabrikada olduğu gibi, ürettiği her parçanın, büyük bir bütünün parçası olduğunu, partinin genel ve büyük üretim faaliyetinin içinde bir tezgâhın başında bulunduğunu da bilir. En küçük bir işin taşıdığı kalitenin, ya da kalitesizliğin, ürünün tümüne yansıyacağını aklından çıkarmaz. Böyle bir çalışma anlayışının, burjuva tipte bireyci ve mülkiyet tutkusuyla belirlenmiş çalışma anlayışından tam bir kopuş anlamına geldiği açıktır.
“Burjuva ilişkilerden tam bir kopuş” denilince, anlaşılması gereken bir diğer özellik daha vardır. Burjuva sistemin, en katı çekirdeği devlet örgütlenmesidir. Devlet; ordu, polis ve bürokrasiden oluşan bir aygıttır ve bütün bu kurumlar, burjuva örgütlenmenin en profesyonel kesimini temsil ederler. Dolayısıyla, burjuvazinin yönetme, yönlendirme ve seferber etme anlayışının en tipik, en katışıksız örneklerini devlet hayatında bulabiliriz. Zora dayanan hiyerarşi, astlarla üstler arasında soğuk emir-komuta ilişkisi dışında hiçbir insani ilişkinin bulunmadığı bir sıralanma, bürokratik bir mekanizma, bu hayatın örgüsünü oluşturur. Bir komünist için bütün bu özelliklerin en küçük bir belirtisi bile, kendi hayat biçiminin düşmanı olarak kabul edilmelidir.
Devlet ve burjuva siyasal kurumlar karşısındaki tutumun bir diğer yönü; bu kurumları toplumsal hayatın vazgeçilmez unsurları olarak kabul eden, dolayısıyla gene mülkiyet sistemiyle ilişkilerin tam olarak koparılmamış olmasına işaret eden uzlaşmacı ve sığınmacı eğilimlerden kurtulmaktır. Bir komünist; işçi sınıfının, genel olarak siyasi mücadelenin bütün alanlarında ustalaşmış bir unsuru olarak tanımlanır. Lenin, bunu daha kesin bir ifadeyle, “siyasi polise karşı mücadelede ustalaşmak” olarak tanımlar. Bir komünist, iyi bir ajitatör, iyi bir örgütçü, iyi bir gerilla olarak, ayrı ayrı alanlarda gelişmiş yeteneklere sahip olabilir ve bu yeteneklerine uygun bir görevi vardır. Fakat hangi alanda çalışıyor olursa olsun, ister bir örgütçü, ister bir ajitatör, ister bir gerilla olsun, “siyasi polise karşı mücadelede ustalık” özelliğini mutlak olarak taşımak zorundadır.
Bu, basitçe takip edilmeye karşı donanmış olmaktan, gizlilik kurallarını iyi bilmekten ibaret bir ustalık değildir. Bunun anlamı, burjuvazinin bu en profesyonel kurumunun karşısına, proletaryanın en profesyonel unsuru olarak karşı koyabilmek demektir. Bu ustalık, her şeyden önce kendi konumunun bilincine ulaşmakla elde edilebilir. Sağlıklı ve sürekli bir kendini gözden geçirme, bir anlamda sürekli özeleştirel bir tutum içinde bulunma, bu konumun ciddiyetini ve geniş kapsamını değerlendiren bir içerikte olmalıdır. Kimim ve ne yapıyorum? Karşılaşacağım güçlükler nelerdir? Düşmanımın donanımına karşı koyabilecek maddi ve manevi güçlere sahip miyim? Onun aldatma, satın alma, İcaba kuvvetle yıldırma ve çökertme yöntemlerine karşı mücadele edebilmek için kendimi daha ne kadar ve nasıl geliştirmeliyim? İşkencede, mahkemede ve cezaevinde, uğruna savaştığım değerleri eksiksiz savunabilmek için yeterli miyim? Bu en temel sorular, ancak kendini açıkça ve dürüstçe eleştirerek cevaplandırılabilir. Bütün bu sorulara, bir başka yoldaşımızın karşısında çok doyurucu cevaplar verebiliriz; yoldaşlarımızı “sağlam komünist” olduğumuza inandırabiliriz. Ama acaba burjuvazinin siyasi örgütünün karşısında, onunla teke tek kaldığımız bir yalnızlık anında da aynı cevapları verebilecek miyiz? Devrimci Komünist Partisi’nin birçok militanı, bu soruları büyük bir dürüstlükle ve açıklıkla cevaplandırdıklarını, dağlarda, işkence tezgâhlarında, mahkeme salonlarında, cezaevlerinde ve darağaçlarında gösterdiler. Önümüzde, devrimci mücadele hayatının her saniyesinde ne yapılması gerektiğini, yaparak göstermiş Erdal Eren gibi bir yıldız var. Erdal Eren’in ve diğer komünistlerin hayatı, bu konuda söylenebilecek her şeyi özetlemektedir.
Yalnızca devrimci pratik süreç içerisinde insan hem kendisini, hem de çevresini değiştirebilir. Komünist mücadeleye katılan kişi, bir yandan dünyayı değiştirme eylemine katılmış demektir; ama öte yandan da yıllarca içinde yaşadığı ve bir parçası olduğu ilişki ve alışkanlıklardan arınma, kopma ve aynı zamanda da kendi içinde yıkarak, yeni olanı inşa etme mücadelesiyle yüz yüzedir.
Bu yönüyle bakıldığında, devrimci militan, yaşantısının bütün alanlarında, eski ilişki, alışkanlık ve yaşam tarzıyla acımasız bir hesaplaşma içerisinde olmak zorundadır. Bir kişinin, komünist çalışmada yoldaşlarıyla bir araya geldiğinde bir komünist, bunun dışında ise bir küçük burjuva gibi olamayacağı son derece açık değil midir? Yaşantısında komünist olamayan, eyleminde de komünist olamaz.
Öyleyse gerçek bir komünist militan açısından özeleştiri, bir yönüyle kendi yaşantısında bütün eski ilişki ve alışkanlıklara ve burjuva etkilere karşı bir eleştiri anlamını taşır. Ona, sürekli temas halinde olduğu burjuva ilişkilere karşı direnebilme gücü verir.

BURJUVA DÜNYA GÖRÜŞÜNÜN ETKİLERİNE KARŞI MÜCADELENİN ARACI OLARAK ÖZELEŞTİRİ
“Davranış ve düşünüş arasında tutarlı, düzenli bir ilişkinin bulunması, ancak bilimsel bir dünya görüşüne sahip olmaya ve bu dünya görüşünü, hayatın her alanında sadakatle uygulamaya bağlıdır.”
Bir komünistin bütün eyleminde ve yaşantısında tutarlı davranabilmesi için, kendisini proletaryanın dünya görüşüyle donatması zorunludur. Çünkü burjuva dünya görüşüyle tam bir kopuşu gerçekleştiren tek dünya görüşü; proletaryanın dünya görüşü, Marksizm-Leninizm’dir.
Devrimci bir militanın, kendisini proletaryanın dünya görüşüyle donatma çabası, bir yandan sürekli olarak Marksizm-Leninizm’i öğrenme çabasıdır; öte yandan da partinin bütün yayınlarını titizlikle takip etme, inceleme ve özümseme faaliyetidir. Böyle bir çaba içerisinde olmayan bir militanın, partinin ortaya koyduğu yeni görevleri ve mücadele hattını anlayabilmesi, bütün yaşantısını ve eylemini buna göre düzenleyebilmesi oldukça güçtür.
Öyle militanlar vardır ki, devrimci eylemi ve çalışmayı, yalnızca yapılan pratik iş ve çalışma olarak görürler. Nasıl olsa Marksizm-Leninizm’e genel bir inanç vardır. Nasıl olsa devrimci mücadelenin içerisindedir. O halde sürekli olarak Marksizm-Leninizm’i öğrenmeye çaba göstermek, parti yayınlarını titizlikle incelemek o kadar da gerekli bir şey değildir. Oysa böylelerinin burjuva dünya görüşünden çeşitli düzeylerde etkilenmeleri ya da komünist mücadeleden kopmaları oldukça kolaydır. Çünkü her an geliştirilip ilerletilmeyen bir komünist bilinç olmadan komünist eylem de olamaz.
Böyle davrananlar, bu konudaki tutumlarından dolayı eleştirildiklerinde “pratik işlerin çokluğunu”, “gizli çalışmanın olanaksızlıklarını” vb. gerekçe gösteriyorlar. Oysa bir komünist militan açısından bunların hiçbirisi gerekçe olamaz. Ve militan, kendisini düşünce tembelliği konusunda acımasızca eleştirebildiği oranda, sürekli olarak Marksizm-Leninizm’i öğrenme, partinin ne dediğini anlayabilme ve yaptığı işi de bilinçli bir iş olarak yapma olanağına kavuşabilir. Yoksa bu konuda, alışılageldiği üzere yapılan sürekli eleştirilere karşı verilen sürekli özeleştirilerin hiçbir ilerletici yanı yoktur.
Gündelik ilişkiler içinde burjuvazinin ideolojik ve kültürel etkisiyle kuşatılmış bulunan militanın, bilincini, devrimci proleter bir içerikte ve zenginlikte tutabilmesi için, dünya proletaryasının deneylerinden, devrimci proletaryanın teorik cephaneliğinden yararlanması şarttır. Komünist militan, bu birikime dayanarak, karşılaştığı her burjuva özellik ve etkiye karşı yalnızca kendini savunmakla kalmaz, onları eleştirmek ve etkilerini en aza indirmek için mücadele gücü bulur.
Oysa eğer deyim yerindeyse, mücadeleyi sadece “iman gücüyle” sürdürmeye çalışan birçok devrimci militanın, çeşitli burjuva, küçük burjuva düşüncelerden etkilenmesi, sosyalizme yönelik saldırıların en çok yoğunlaştığı dönemlerde tökezlemesi ve devrimci mücadeleden kopması sıkça rastlanan bir durumdur.

YAPILAN PRATİK İŞTE DAHA YÜKSEK NİTELİKLERE ULAŞMANIN ARACI OLARAK ÖZELEŞTİRİ
Bir komünistin yaptığı pratik işte daha yüksek niteliklere ulaşabilmesi, kendi yaptığı işe eleştirel bir gözle bakabilmesine bağlıdır. Bu, parti çalışmasının bütün alanları için geçerlidir.
Kitle çalışması yürüten bir militanın yürüttüğü çalışmada daha da derinleşebilmesi, işçilerle ilişkiler kurabilmesi, var olan ilişkilerini geliştirebilmesi, sürekli olarak çalışma alanını genişletebilmesi attığı her adımda eylemine eleştirici bir gözle bakabilmesine bağlıdır, işçilerle kurulan ilişkilerde konuşmanın etkili ve çekici bir hale getirilmesi gibi kişisel yeteneklerin geliştirilmesi, propaganda ve ajitasyonun etkisini artıracak, komünist militanın önderlik özelliklerine katkıda bulunacaktır. Halkın ve işçilerin geleneklerini, dilini, yerel özelliklerini, folklorunu vs. bilmek de aynı nedenle önemlidir. Bütün bu konularda militanın eksiklerini görmesi ve hissetmesi, ancak eleştirel bir gözle kendisine bakabilmesiyle mümkün ve olanaklıdır. Kitle çalışmasında çokça tanık olduğumuz gibi, kendi eylemini, çalışma tarzını sürekli olarak eleştirel bir gözle incelemeyen, ama bunun yerine sürekli koşulların olumsuzluğundan yakınan, durmadan şu yoldaşın hatalarından, bu yoldaşın eksiklerinden bahsedenlerin kendi işlerinde ilerleyemedikleri de bilinen bir gerçektir.
Aynı şey, teknik görevlerde bulunan parti işçileri için daha çok geçerlidir. Örneğin, parti yayınlarını basan parti işçisini ele alalım. O, ancak bastığı gazetenin her sayısını eleştirici bir gözle inceleyebilirse, nerelerde eksik ya da yanlışlar yaptığını titizlikle incelerse ancak o zaman bir sonraki sayıyı daha mükemmel bir şekilde basabilir. Özeleştirinin, ya da yapılan işi eleştirel tarzda tekrar gözden geçirmenin en önemli sonucu, çalışma sürecine yaratıcı tarzda müdahale etme olanağım bulmak olacaktır. İş, nasıl daha kısa zamanda ve daha az enerji harcanarak, daha az imkân tüketilerek yapılacaktır? İş sürecindeki teknik araç ve gerecin kullanılmasında nasıl daha becerikli olunacak, aletler ve araçlar nasıl daha verimli hale getirilecek, daha uzun süre hizmet vermeleri için bakımları nasıl yapılacak, gizlilik koşullarında korunabilmeleri için hangi ek tedbirlerin alınması gerekecek gibi soruların yanıtı, çalışma sürecine eleştirel gözle bakmakla verilebilir.
Bu bakımdan özeleştiri; militanla, yaptığı iş arasında sürekli bir ilişki anlamını da taşır. Yaptığı iş ile kendi eylemi arasında böyle bir ilişkiyi kuramayan kişi, kendisine yoldaşları tarafından yapılan önerileri de samimi olarak dikkate almaz. Hep kendisine yöneltilen eleştirilere ve yapılan önerilere “hak vererek” geçiştirir.

DEVRİMCİ BİR İÇ HESAPLAŞMA ANLAMINI TAŞIYAN ÖZELEŞTİRİ
Sürüp giden, ama mutlaka değiştirilmesi gereken- toplumsal ilişkilerin, toplumsal sistemin eleştirilmesi kolaydır. Ya da yanı başımızdaki yoldaşımızın hatalarını eleştirmemiz, ona doğru olması gerekenin ne olması gerektiğini göstermemiz de kolaydır. Hatta kendi yaptığımız yanlışlarımızı görmemizde kolaydır. Çünkü bunun için sadece doğru olması gerekenin ne olduğunu bilmek yeterlidir. Ama bir kişinin kendi yanlışlarını kendisine itiraf edebilmesi ve onu mutlaka değiştirmek için harekete geçmesi bunun kadar kolay mıdır?
Diğer insanlar gibi devrimci militanlar da, günlük olaylar karşısındaki tutum ve davranışlarında, ilişki ve yaşam tarzlarında tutarsızlıklar gösterebilirler. İçinde yaşadığımız toplumsal ilişkilerden edindiğimiz alışkanlıklar, egemen olan burjuva dünya görüşünün ve ideolojisinin farkına varamadığımız etkileri, buna yol açabilir. Militanı çürüten ve gerileten bu etkilenmeler, bazen karşımıza çıkan bir olay sırasında, bazen yaşantımızın belirli bir döneminde karşımıza çıkabilir. Bu yönden bakıldığında bir komünistin sadece, olaylar karşısında ne yapması gerektiğini, nasıl bir tutum takınması gerektiğini, yaşantısını nasıl düzenlemesi gerektiğini bilmesi yetmez. Sadece bilmek yeterli olsaydı, o zaman devrimci dönüştürücü eyleminin hiçbir anlamı kalmazdı.
Kimi zaman doğru olanın ne olması gerektiğini bile bile yanlışlar yaparız, hatalı tutumlar içerisine gireriz. Yanlışla doğru arasında bir yol ayrımına geldiğimizde, hemencecik ya da belirli bir düşünme döneminin ardından kendimize göre “gerekçeler” üreterek yanlış olanı seçtiğimiz zamanlar olur.
Öyle anlar vardır ki, devrimci bir militan, yerine getirmesi gereken devrimci bir görev karşısında gerekliliğine, doğruluğuna ve hatta kimi zaman zorunluluğuna inandığı böyle bir görevi yerine getirmekte tereddüt gösterir. Eylemin eşiğine gelmiştir. Ya ileriye doğru bir adım atacak ve eylemi gerçekleştirecek, ya da geriye doğru bir adım atarak eşikten geri dönecektir. İleriye doğru atılacak olan adım, militanın devrimci yaşantısında ileriye doğru bir gelişme anlamını taşırken, geriye doğru atılacak adım ise genel ilerleyiş içindeki bir duraksamaya ve gerilemeye yol açacaktır.
İki genç komünist militanın yaşadıkları şu olay ve bunun karşısında takındıkları tutum, bu açıdan öğretici bir örnek teşkil etmektedir: Komünist çalışmanın henüz yeni yeni başlayacağı bir sanayi sitesine parti materyallerini ve çağrılarını ulaştırmakla görevlendirilmiş bir grup militan, gerekli hazırlıklarını yaptıktan sonra yola çıkarlar. Ama her nasılsa yolda aralarından birileri kaybolur. İşçilere ulaştırılacak materyalleri taşıyan iki militan bir süre diğer yoldaşlarını ararlar, ama bulamazlar. Ardından, ellerindeki parti çağrılarıyla birlikte, önceden tespit edilen fabrikaların önüne gelirler.
Her ikisi açısından da böyle bir eylem, ilk olma özelliğini taşımaktadır. İşçilerin dağılma saati yaklaşmakta iken oturup düşünürler. Yoldaşlarını kaybetmelerine rağmen, görevlerini yerine mi getireceklerdir, yoksa bu işi başka bir zamana mı erteleyeceklerdir? Sonunda, yoldaşlarını kaybettikleri ve ellerindeki materyallerin sayıca çokluğu gerekçesiyle, eylemlerini başka bir zamana ertelemeye karar verirler. Gerçekte, önlerine koydukları bu gerekçeler birer bahanedir. Birisinin nişanlısı cezaevindedir ve ertesi gün tahliye olacaktır, diğeri ise o an taşıdığı korku ve çekincelere yenik düşmüştür. Her ikisi de verdikleri kararın devrimci bir karar olmadığını, görevlerini ertelerken ortaya koydukları gerekçenin hiç de engelleyici bir şey olmadığını bilmektedirler. Ve fabrikaların önünden gerisin geri dönerlerken yaptıkları yanlışın farkındadırlar, ama bu yanlışı kendilerine itiraf etme cesaretini gösterememektedirler. Daha fazla dayanamazlar ve cesaretle yaptıkları yanlışı birbirine itiraf ederler.
Kendileriyle girdikleri bu hesaplaşma ve yanlış tutumlarının üzerine yürümede gösterdikleri bu cesaret, iki militanı görevlerini yerine getirmek üzere tekrar fabrikaların önüne ve işçilerin arasına götürür. Bu olay karşısında iki militanın verdikleri ilk yanlış karar, ileride, yeni olaylar karşısında da onları yeni olumsuzluklara ve geriye sürükleyebilecekken; yanlışlarını itiraf edebilmelerinde gösterdikleri cesaret; onlara, devrimci eylemlerinde ve kişiliklerinde ilerlemenin yolunu açmıştır.
Birçoğumuza ilk bakışta sıradan bir olay gibi görünebilecek, yaşanmış olan bu olay; birçok devrimci militanın kendi yaşantı ve eylemlerinde çeşitli biçimlerde karşılaştıkları bir şeydir sanırız.
Örneğin o anda yapılması gereken bir işi “sonra bir şekilde hallederiz” diye geçiştirmek, sabahın erken bir saatindeki randevuyu “zaten çok önemli değildi, yarın tekrar görüşebilirim nasılsa” diyerek uykuya feda etmek vb. durumlar buna örnek olarak gösterilebilir.
Bu tip durumlarda, kendimizce ileri sürdüğümüz bahanelere yoldaşlarımızı da inandırabiliriz. Ama bu tip “bile bile yanlış yapma” durumlarında anında kendimizle hesaplaşmazsak, cesurca, yaptığımız yanlışı kendimize itiraf etmezsek, kendi ellerimizle kendimize, gerilemenin ve giderek yozlaşmanın yollarını açmış oluruz.
O halde sürekli olarak kendimizi denetlememiz ve her an yanlışlarımızı ortaya çıkarıp yok edebilmemizin de acımasız silahlarından birisidir özeleştiri.
Bugün, devrimci komünistlerin Türkiye ve dünya devriminin sorunlarına ilişkin olarak ortaya koyduğu platform üzerinde tökezlemeden ve şaşmaz adımlarla yürünecekse, bu her şeyden önce devrimci komünist militanların tutumuna bağlıdır. Unutulmamalıdır “siyaset belirlendikten sonra her şeyi belirleyecek olan kadrolardır.” Eğer bugün önümüze koyduğumuz zor ama onurlu görevleri başarmak için, pratik adımlar atacak ve ileriye atılacaksak her komünist militanın parti ve parti platformuyla hiç hesapsız, bilinciyle, eylemiyle ve yaşantısıyla birleşmesi zorunludur. Bunun için de her komünistin kendi yaşantısını, kendi eylemini, cesurca, içtenlikle ve acımasızca önüne koyması, bütün eksiklerine ve komünizme yabancı eğilimlerine karşı, devrimci bir savaş açması ve bu savaştan mutlaka devrimci bir tarzda çıkması gerekmektedir. Düşman; her militanın kendi içindeki zaaflarda, burjuva alışkanlık ve eğilimlerdedir. Bu düşmanı vurmanın, yok etmenin en etkili silahlarından birisi özeleştiri silahıdır. Bütün burjuva hastalıklardan arınarak gerçek komünist militanlar olarak ileri atılabilmenin biricik yolu bu silahı kendimize çevirmekten geçmektedir.
Proletaryanın büyük öğretmeni Stalin’in söylediği gibi “…Ama biz ilerlemek istiyoruz. Ve biz tam da ilerlemek istediğimizden dolayı, dürüst ve devrimci özeleştiriyi en önemli görevlerimizden biri haline getirmek zorundayız. Bu olmadan ilerleme olmaz. Bu olmadan gelişme olmaz.”

Aralık 1993

Yaratıcılık: Devrimci eylemin başarı koşullarından biri

Lenin, bir yerde şunları söyler: “… Burjuvazi gücünü yalnızca uluslararası sermayenin gücünden, uluslararası bağlantılarının gücü ve dayanıklılığından değil, aynı zamanda alışkanlık kuvvetinden, küçük üretimin gücünden alır…” (1)
Lenin’in bu satırları yazdığı tarih, Nisan-Mayıs 1920’dir. Proletaryanın dünyayı değiştirebileceğinin, yeni bir dünya yaratabileceğinin, bütün yönleriyle en güçlü kanıtı ve habercisi olan Büyük Ekim Sosyalist Devrimi’nin başarıya ulaşmasının üzerinden birkaç yıl geçmiştir. Rusya proletaryası, burjuvaziyi yere vurmuş, sosyalist inşada belirli bir mesafe de kat etmiştir. Rusya proletaryasının başında, bütün sınıf mücadeleleri tarihinin şimdiye kadar tanıdığı en hareketli, en sağlam, en disiplinli ve en yaratıcı örgüt olan Bolşevik Parti vardır.
Lenin; yukarıda, bir pasajını alıp aktardığımız “Bolşevik Başarısının Temel Koşullarından Biri” başlıklı makalesinde, bir yandan Bolşeviklerin karakteristik özelliklerine ve bunların kaynaklarına işaret etmekte; diğer yandan da yukarıdaki sözleriyle hem Rus komünistlerine hem de diğer ülkelerin komünistlerine bir uyan yapmaktadır. Bu uyarı; hem yıkılacak dünyanın temsilcisi olan sınıfın birikimine, gücüne ve bunların kaynaklarına bir işaret ediştir, hem de, bunun karşısında yeni dünyanın yaratıcısı olan proletaryanın ve onun öncülüğünün dile gelişi ve cisimlenişi olan komünist partisinin zafer kazanmasının imkânlarının temellerini ortaya koyuştur.
Öncesini bir yana bırakacak olursak, proletarya ve burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesinin tarihi, bu iki ana sınıfın temsil ettikleri iki dünya arasındaki çarpışmanın ne kadar uzun, ne kadar çetin, ne kadar derin ve ne kadar zahmetli olduğunu ortaya koymuştur. Lenin, yine aynı makalesinde, proletaryanın zaferinin başlıca koşullarını şöyle sıralamaktadır:
“Önce, proletarya öncüsünün sınıf bilinci ve onun kendini devrime adaması, onun sağlamlığı, özverisi ve kahramanlığı. İkincisi çalışan insanların en geniş yığınlarıyla, başta proletarya ile ama aynı zamanda çalışan insanların proleter olmayan yığınlarıyla, belirli ölçüde bağ kurma, bu öncü tarafından uygulanan siyasal önderliğin doğruluğu; geniş yığınların, doğru olduklarını kendi öz deneyimleriyle görmeleri koşuluyla siyasal strateji ve taktiklerin doğruluğu.” (2)
Ve tartışmasız olarak, bütün bu özellikleri eyleminde ve düşüncesinde cisimleş tiren • ve sürekli geliştiren devrimci proletarya militanları. Gerçekten, bu özelliklere sahip olmayan devrimci proletarya militanları olmaksızın, ne proletarya partisinin varlığı ne de zaferi düşünülebilirdi. Proletaryanın, burjuvaziye karşı zaferinin imkânları tartışılırken, nicel hesaplamalar esas alınsaydı, proletarya hiçbir zaman galip gelmezdi. Bu yüzdendir ki, sınıf mücadelesinin başlıca sorunları üzerine tartışılan her yerde, devrimci militanlar üzerinde mutlaka durulur. Parti, her yeni adımında ve her yeni gelişmeye karşı geliştireceği tutumda, devrimci kadrolarının durumunu, bu yüzden mutlaka göz önünde bulundurur. Devrim, proletarya militanlarının omuzlarında yükselir; yeni dünya, bu yeni insanların eylem ve ilişkilerinde filizlenir.
Bu yazıda, devrimci militanın temel özelliklerinden birisini tartışmaya çalışacağız: Yaratıcılık.
Dünyanın birçok ülkesinde ve bizim ülkemizde gerçekleşen sayısız devrim ve devrimci kalkışma; proleterlerin, emekçilerin ve devrimci militanların inanç, azim, kararlılık ve yaratıcılıklarıyla gerçekleşti. İster zaferle sonuçlanmış olsun ister yenilgiyle, her devrimci eylem, mutlaka yeni dersler, yeni tecrübeler bıraktı geriye. Hepsinin ortak bir amacı vardı ama. Bu, yeni bir dünya yaratmaktan başka bir şey değildi. Bütün bu mücadelelerin içinden sayısız proletarya kahramanları ve örnek devrimci militanlar çıktı.
Hangi devrimi, hangi devrimci eylemi ya da kalkışmayı incelersek inceleyelim, hepsinde de ilk göreceğimiz, ilk hissedeceğimiz şey; her birinin çok sayıda devrimci militanın ve emekçi yığınların emekleriyle gerçekleştiği, ona katılanlara, onu yaratanlara mal olduğu olacaktır. Örneğin Büyük Ekim Proleter Devrimi üzerine konuşurken, onun Rusya proletaryasının eseri olduğunu söyleriz. Ya da, Paris Komünü’nü, komünarların adıyla anarız. Bunun yanında her büyük devrimde ya da devrimci eylemde adını özellikle andığımız, değinmeden geçemediğimiz önemli devrimci kişiler de vardır. Devrim ya da devrimci eylem, kitlelerin eseri olmuştur ama onun, neredeyse bütün yeni ve olumlu özelliklerini kendi eylemine yansıtan, bu yönüyle öne çıkan örnek devrimciler ve önderler, belirgin bir şekilde önümüzde dururlar.
Buradan çıkarmamız gereken iki önemli sonuç var. Bunlardan birincisi, örnek devrimci militanların ve önemli devrimci derslerin, daima devrimci mücadeleler tarafından yaratıldığıdır. Diğeri ise devrimci kadroların, kendi görevlerini yerine getirebilmeleri ve sağlıklı bir komünist gelişime sahip olabilmeleri için, hem devrimci deney ve derslerden ustaca yararlanabilmeleri, hem de örnek devrimci ve önderlerin karakteristik özelliklerini örnek alarak kendilerini geliştirmeleri gerektiğidir. Örneğin, devrimci kadroların taşıması gereken temel özellikler üzerine yazılan sayısız makale ya da başka yazılarda, bütün zamanların en büyük ihtilalcisi olan Lenin örnek gösterilmiştir. Bu, “bütün devrimci militanlar Lenin gibi olmalıdır” türünden bir amaçla ya da istemle yapılmamıştır elbette. Stalin, “Eğer kazanmak istiyorsanız Lenin gibi çalışın Lenin gibi savaşın” derken, böyle bir şey düşünmemiştir asla. Ama söz konusu olan; devrimci militanların eğitimi ve gelişimi üzerinde durmaksa eğer, mutlaka en gelişmiş örnekler ele alınmalıdır. Çünkü bu en gelişmiş örneklerde, çoğu kez imkânsız sayılan şeylerin başarılabilirliği, değişmez sayılan şeylerin değiştirilebilirliği görülür. Ya da, diyelim ki kitle hareketinin örgütlenmesi vb. konularda, Bolşeviklerin yapılamazı yaptıkları, imkânsızı imkânlı hale getirdikleri birçok deney, örnek olarak gösterilir. Burada da aynı şey geçerlidir. Kimse, örneğin Bolşeviklerin eşsiz bir yaratıcılıkla örgütledikleri bir grevi, örnek olarak ele alıp incelerken, “demek ki bir grev böyle örgütlenirmiş, biz de aynen böyle yapalım”ı amaçlamaz.
Bir devrimci proletarya militanı, bir işi sadece kendine gösterildiği gibi yapan kişi midir? Partinin, kendisine verdiği görevi eksiksiz olarak yerine getirmiş bile olsa, onu tıpkı kendisine söylendiği şekilde yapan bir militan, iyi bir militan mıdır? Basmakalıp bir düşünce yapışma sahip olan, önüne hiç hesapta olmayan engel ya da sorunlar çıktığında tökezleyip kalan bir devrimci, öncü olabilir mi? Eğer yaratıcılık, devrimci proletarya militanının en önemli özelliklerindense, bunun gelişimi nelere bağlıdır?

MARKSİZMİ BÜYÜK BİR MERAK VE HEYECANLA ÖĞRENME İSTEĞİNİ HİÇBİR ZAMAN YİTİRMEMEK

Bütün insanlık tarihinin en gelişkin düşünce sistemi olan Marksizm ve onun teorisi ve yönteminin amacı, yine onun ustaları tarafından, “devrimci teori, devrimci eylem içindir” şeklinde tanımlanmıştı. Bu, pek bilinen bir sözdür. Hatta Marksizm’in teorisini ve yöntemini hemen hemen hiç bilmeyenler tarafından bile, sık sık yinelenen bir söz. Her tarafından, eski bir dünyanın alışkanlık, ilişki, kültür ve düşünce sistemiyle kuşatılmış bulunan bir insanı değiştirmek; insanlığın gelişiminin önünde büyük ve güçlü bir engel olan bir sistemi yıkmak ve yeni bir dünya yaratmak; en bilinen ifade şekliyle, devrimci eylemin amacıdır. İşte, “devrimci teori, devrimci eylem içindir” denildiğinde esas anlaşılması gereken şey, Marksizm’in böylesine çetin, böylesine uzun soluklu ve böylesine derinden işleyen bir eylemin yol göstericisi olduğudur. Bu yüzdendir ki, onu kuşanmak, kendisini ve elinin erdiği her yeri ve her şeyi devrimci tarzda değiştirmek isteyen bir militan açısından, kelimenin tam anlamıyla zorunludur. “Onu kuşanmak” denildiğinde, anlaşılması gereken şey, sadece Marksist-Leninist klasiklerin okunup ezberlenmesi değildir elbette. Çünkü onun öğrenilmesinin esas alanı da devrimci pratiktir. Yani, hem geçmiş devrimci pratik deney ve tecrübeler, hem yürütülen devrimci çalışmanın ve devrimci yaşamın kendisi. Bir işçiyi ya da bir genci değiştirmeye çalışırken, ya da partinin ortaya koyduğu bir hedefi veya taktiği kendi bulunduğu yerde hayata geçirmeye çalışırken, eldeki bütün olanaklardan en yaratıcı tarzda yararlanmak, amaca ulaşabilmek için yeni olanaklar yaratmak ve elde edebilmek açısından da zorunludur bu kuşanma.
Lenin, “Marksizm’i tüm diğer sosyalist teorilerden ayıran şey, nesnel durumun ve nesnel evrim çizgisinin tamamen bilimsel bir incelemesi ile kitlelerin -ve tabii ki sınıf ile aktif ilişki kurabilen bireylerin, grupların, örgütlerin, partilerin- devrimci enerjisinin, devrimci yaratıcı zekâsının ve devrimci atılganlığının en etkili kabulünü fevkalade bir şekilde birleştirmesidir” (3) demişti. Bu sözleri, ilk başta andığımız “devrimci teori, devrimci pratik içindir” sözüyle birlikte düşündüğümüzde, temel olarak şu sonucu çıkarabiliriz: Marksizm, “kitlelerin devrimci enerjisinin, devrimci yaratıcı zekâsının ve devrimci atılganlığının” nasıl harekete geçirebileceğini gösterir. Ve onun gösterdiğini, devrimci eylem kucaklar. Bu bakımdan, militanın devrimci yaratıcı eyleminin ve gelişiminin vazgeçilmez koşuludur Marksizm’i büyük bir merakla ve heyecanla öğrenme isteğini asla yitirmemek. Kuşku yoktur ki, Marksizm’in özünü, yani onu diğer tüm teorilerden ayıran şeyin yukarıdaki sözlerde saklı olduğunu anlamayanlardan; onu birkaç yılda birkaç kitap okuyarak öğreneceğini sananlardan; belirti bir süre edindiği teorik birikimle yıllarca “idare edebileceğini” düşünüp böyle davrananlardan; yani onu, büyük bir heyecanla her an öğrenerek eyleminde sınayamayanlardan; asla devrimci ve yaratıcı bir eylem kişiliği ve yaratıcı bir düşünce gücü beklenemez. Tekdüze, rutin, devrimci hayatını ve eylemini kabaca tekrarlayarak yürümeye çalışan devrimcilere baktığımızda; onların Marksizm’in devrimci özünü asla kavrayamadıklarını, onu büyük bir merakla öğrenme ve yaratıcı bir tarzda eyleminde cisimleştirme istek ve azmini yitirmiş olduklarını görürüz.
Devrimci militanların sadece kendisine söylenenleri yapan, kendisine verilen bir işi, sadece yapılması gereken bir iş olarak görüp böylece yapan kişiler olduğunu düşünelim. Eğer böyle olsaydı, devrim asla başarıya ulaşamazdı. Ama burjuvazinin dünyasında işler tam da böyle yürümektedir. Sana söyleneni yapacaksın, belirlenen şeylerden başka bir işle uğraşmayacaksın, seni ilgilendirmeyen şeylere burnunu sokmayacaksın; yoksa… Orada, okuldan başlayarak bütün çalışma alanlarında, insanın yaratıcı düşüncesine ve eylemine çekilmiş bir set, mutlaka vardır. Bu yüzdendir ki, örneğin fabrikada çalışan işçiler, ancak bu setleri parçalayabildiklerinde, “barikatın bu yanına” geçip kendi dünyaları için mücadeleye atıldıklarında, bütün yaratıcı yeteneklerini harekete geçirip ilerleyebilirler. Ya da, devrimci bir partinin militanlarına, her an yeniden öğrenme isteğiyle dolu oldukları devrimci düşünceler ve saflarında mücadele ettikleri partinin yaşantısı, ilke ve normları, böyle bir olanağı mutlaka verir. Bu bakımdan, devrimci militan için aslolan şey; sadece bileğiyle değil, yaratıcı düşüncesiyle de, mücadele edebilmeyi başarabilmektir ve ona bu özelliği kazandırabilecek tek şey, Marksizm’in teorisi ve yöntemidir. Bu olmaksızın, devrimci militanın hareket alanı daima daralır, ilk eldeki olanakların ve araçların ancak çok küçük bir bölümü harekete geçirilebilir.
1990 1 Mayısı hâlâ hatırlardadır. Onun, Türkiye işçi sınıfının dönemsel hareketindeki ilerletici rolü tartışmasız olarak akıllardadır. Burada, Türkiye Devrimci Komünist Partisi’nin Marksist teori ve yöntemi (diyalektik materyalizmi), işçi sınıfının devrimci eylemi açısından nasıl başarıyla kullandığı, bir kez daha görülmüştü. Şimdi, 1990 1 Mayısı’nın ortaya çıkışını ve Lenin’in yukarıda aktarmış olduğumuz, proletarya partisinin başarısına ve Marksizm’in devrimci özüne ilişkin sözlerini akılda tutarak devam edelim.
Marksist teori ve yöntemin mükemmel bir ortaya konulusu ve yaratıcı düşünce ve eylemin parlak bir şekilde uygulanışı; barikatın bir yerde delindiği zaman, arkasının geleceğini bilen burjuvazinin ve sendika ağalarının bütün engelleme çabalarını boşa çıkarmıştı o zaman. Öte yandan, o dönemde Türkiye devrimci hareketi üzerinde yaygın etkisi bulunan ve yığınların yaratıcı gücünü göremeyen küçük burjuva devrimciliğinin ilkel önyargıları da boşa çıkarılmıştı. Ama bizim konumuz açısından ele alacak olursak, bir şeyi daha kanıtlamıştı 1990 1 Mayısı. O da, proletarya partisinin siyasal önderliğinin ve siyasal strateji ve taktiklerinin, ancak devrimci militanların yaratıcı ve inatçı eylemiyle, yaratıcı düşüncesiyle birleştiğinde doğrulanabileceği ve hayata geçebileceğiydi. Eğer devrimci komünist militanların sonuna kadar yaratıcı ve ısrarcı çabaları olmasaydı, öne sürülen taktik ne kadar doğru ve mükemmel olursa olsun, bu 1 Mayıs eylemleri, başarıya ulaşamazdı. Ele almaya çalıştığımız konu açısından, çok iyi bir örnek olan bu eylemleri ve hazırlanışlarını daha yakından incelemeye çalışalım.
İşçi hareketinin dönemsel özellikleri, içinde bulunulan zaman ve üzerinde durulan zeminin temel koşullan, eldeki olanaklar ve araçların özellikleri, bilimsel bir şekilde analiz edilmiş; ortaya çıkacak sonuçlar ve olasılıklar hesap edilmiş ve bir taktik belirlenmiştir. Bu, geçmiş yıllarda olanlardan farklı olarak, işçi bayramının işçi usulüyle kutlanması, belirli işçi merkezleri ve fabrikaların mücadele alanlarına çevrilmesi ve güçler ve olanaklar el verdiği oranda meydanlara yürünmesidir.
Elbette, o zamana kadar son yıllarda kabaca tekrarlanan 1 Mayıs taktiklerinden daha farklı bir taktikti bu.
Bu taktik, parti tarafından belirlenip ilan edildiğinde, tasfiyecilik yıllarının etkilerini hâlâ üzerinde taşıyan kimi “tecrübeli” kadrolar, bunu şaşkınlıkla karşıladılar. Kimisi bunu bir hayal ürünü olarak gördü. Ama belirlenen alanlarda çalışma yürüten gerçek devrimci kadrolar, onların yaratmaya çalıştıkları umutsuzluk bulutlarını yaratıcı eylemleriyle dağıtmayı pek iyi bildiler. İlk bakışta, bir olanak olarak görülmeyen dolaylı ilişkiler bile harekete geçirildi. Eldeki güçlerin organizasyonu ve eyleme adaptasyonu sağlam bir şekilde yapıldı. Öne konulan hedefe ulaşabilmek için yasal ve gizli ilişkiler, ustaca harekete geçirildi. Mücadele azmi, inancı ve yaratıcı düşünce, yeni olanaklar yarattı. Sonuçta, birtakım eksikliklerine rağmen, İstanbul’da, belirlenen hedeflere ulaşıldı. Bunda, kuşkusuz ki, devrimci militanların yaratıcı zekâsının ve düşüncesinin ve bunların gösterdiklerini kucaklayan eylemlerinin rolü, belirleyiciydi. Neresinden bakılırsa bakılsın, Marksizm’in devrimci özüyle, yaratıcı eylemin birleşmesinin en olumlu örneklerinden birisiydi 1990 1 Mayıs eylemleri. Ve Marksist teori ve yöntemin öğrenilmesinin, özümsenmesinin ve uygulanmasının hangi biçimde olacağına dair, güçlü ipuçları taşıyordu. Eğer bu eylemlerin hazırlanması sırasında; geliştirilen tutumun sadece tanıdık, bildik kişilere aktarılmasıyla yetinilseydi; fabrikalarda ve ilgili emekçi semtlerinde birkaç bildiri dağıtılmakla yetinilseydi sadece; yani ortaya konulan iş ve görevler, sadece yerine getirilmesi gereken işler ve görevler olarak algılanıp öylece yapılsaydı, böyle başarılı bir sonuç nasıl elde edilebilirdi? Sovyetler Birliği’nde faşist Hitler ordularına karşı verilen savaş sırasında geçen ilginç bir olay vardır. Moskova’nın savunulmasından sorumlu olan Kızıl Ordu komutanı, siperleri gezerken, ilgili siyasal komisere sorar: “Siperleri neyle kazdınız yoldaş?” ve “Kürekle” yanıtını alır. Komutanın verdiği karşı yanıt aynen şöyledir: “Aklınızla kazmanız gerekirdi yoldaş,” Bunu, üzerinde tartıştığımız örnek açısından düşünecek olursak; bu eylemlerin hazırlanmasına sadece bilek gücüyle girişilseydi, nasıl bir başarı elde edilebilirdi? Ya da bir başka açıdan söylenecek olursa; bu eylemlerde, böylesine üstün bir yaratıcılık gösterenlerin yerine, o tutucu yoldaşların görenekçi çalışma tarzları geçseydi, nasıl bir başarı elde edilebilirdi? Yani, “siperi kürekle kazmaya çalışanların” demek istiyoruz. Yani, bir eylem kılavuzu olan Marksizm’i, eylemlerinde yaratıcı bir şekilde kullanmayı bilemeyen, pek “bilgili” ve “tecrübeli” yoldaşların…
Marksizm’in teori ve yönteminin öğrenilmesi ve özümsenmesinin ve bu merak ve heyecanın asla yitirilmeyeceği esas alanın devrimci pratik olduğu, sayısız kere söylenmiş ve sayısız olay ve olgu tarafından doğrulanmıştır. Ama bir başka şey daha vardır bu şekilde doğrulanan. Bu, devrimci teorinin, devrimci eylemden ayrı olarak ele alınmasının, ona hizmet etmemesinin, devrime verdiği büyük zararlardır. Bir de, Marksizm’i, bir aydın merakı olarak öğrenme “isteği ve heyecanı” taşıyanların asla gerçek devrimciler olmadıkları. Lenin’in, “Yakov Sverdlov’un Anısına Söylevde söylediği şu sözler, bu bakımdan oldukça öğreticidir: “… Özellikle devrimin sürekli, bazen ıstıraplı ve son derece uzun hazırlık dönemi boyunca, biz Rusya devrimcileri teori, ilke, program ve pratik çalışma arasındaki uçurumun çok acısını çektik. Özellikle, doğrudan eylemden kopuk teoriye dalmanın çok acısını çektik “(abç.) (4)
Bütün ilgisini, dikkatini ve pratik çalışmasını “doğrudan devrimci eylem”e çevirmeyerek “teoriye dalan”ların edindikleri Marksist bilgilerin ve onu öğrenme isteklerinin de hiçbir işe yaramayacağı yeterince açıktır. Böylelerinin sayıları, Türkiye’de azımsanamayacak kadardır. Ama onların kafalarındaki bilginin ne “doğrudan eylem’le bir ilgisi vardır; ne de doğrudan eylemin böylesine bilgi sahiplerine ihtiyacı. Marksizm, koca bir dünyayı devrimci tarzda değiştirmeye kalkışan devrimci militanların ve devrimci proletaryanın, onu alabildiğince yaratıcı bir tarzda değiştirebilmeleri ve yeniden yaratabilmeleri için vardır.

ELDEKİ HER OLANAKTAN EN İYİ ŞEKİLDE YARARLANMAYI BİLMEK

1912’li yıllarda, daha çok işçi ve emekçi kitlesine ulaşabilmek, onlarla daha çok bütünleşebilmek için, ajitasyon ve propaganda araçlarını en geniş ve en etkili şekilde kullanabilmek, Bolşevikler açısından zorunlu bir hale gelmiştir. Bunun için, ortaya çıkan her olanaktan en verimli bir şekilde yararlanmak, yeni olanaklar ortaya çıkarmak gerekmektedir. Bolşevikler bu amaçlarına ulaşabilmek için çaba gösterirlerken, gericilik de boş durmamaktadır elbette. O da, Bolşeviklerin kullandıkları ya da kullanmak istedikleri her aracı etkisiz hale getirmeye çalışmakta, onların yararlanmaya çalıştıkları bütün olanakları daraltıp etkisiz hale getirmeyi amaçlamaktadır. Bu koşullarda Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi Ocak Konferansı, yasal bir günlük gazete çıkarma kararı alır. Bu gazete, ilk sayısı, 22 Nisan 1912’de yayınlanan Pravda’dır. Ama Çarlık, Pravda’yı engellemek için elinden gelen her şeyi yapar: Gazete binalarının sürekli olarak basılması, yazı kurulu üyelerinin sürekli olarak tutuklanması, gazeteyi satan çocuklara işkence yapılması, onun sürekli olarak toplatılabilmesi için yeni sansür yasalarının çıkarılması vb… Ama gericiliğin bütün çabaları, Bolşeviklerin kararlılık ve yaratıcılıkları karşısında yenik düşer; Pravda, 8 Temmuz 19l4’e kadar tam 645 sayı çıkar.
Burada, diğer şeyleri bir yana bıraktığımızda, Bolşeviklerin yasaları atlatmaktaki yaratıcılıkları ve gazetenin dağıtımını örgütlemedeki becerileri, bizim konumuz açısından gerçekten incelemeye değerdir. Tony Cliff, “Lenin Biyografisi–1 Partinin İnşası” başlıklı çalışmasında, bunu şöyle anlatıyor:
“Basın kurulları her sayının ilk üç kopyasının önce sansüre gönderilmesini öngörüyordu. Ancak, Pravda yazı kurulu, sansür beğense de beğenmese de gazeteyi dağıtmaya kararlıydı. Bu üç kopyanın sansüre gönderilmesi ile çok sık olduğu gibi polisin basımevinde belirmesi arasında, mümkün olan en fazla zamanı kazanmak gerekiyordu ve sonunda soruna delice bir çözüm buldular. İlk üç kopyanın sansüre gönderilmesini öngören yasa, yolculuğun ne kadar sürmesi gerektiği üzerine bir şey demiyordu. Böylece bu iş, basımevindeki 70 yaşında bir ihtiyara emanet edildi. Yaşı; yavaş yürümesini, sansür bürosuna varmasının iki saat kadar sürmesini garantiliyordu. Gazeteyi teslim ettikten sonra yaşlı adam, görünüşte dinlenmek için büroda kalırdı; ama aslında bu, Pravda’nın yanı sıra diğer gazeteleri de inceleyen sansür müfettişini de gözlemek içindi. Eğer müfettiş Pravda’yı okuduktan sonra başka bir gazeteye başlarsa, yaşlı adam yavaş yavaş basımevine dönerdi.
Fakat eğer müfettiş, Pravda basımevinin bölgesini kapsayan Üçüncü Polis Bölgesi’ne telefon edecek olursa, bu defa ihtiyar koşarak oradan fırlar, bir taksiye el eder ve geriye koştururdu. Dönüşünü gözlemek için basımevinin etrafına gözcüler yerleştirilirdi ve bunlar, yaşlı adamın koşarak köşeyi döndüğünü’ gördükleri zaman, ne olduğunu hemen bilirlerdi. Alarm işareti verilir ve herkes hararetli bir şekilde işe koyulurdu. Gazeteler ortadan kaldırılır ve saklanır, dağıtım departmanı kapatılır ve baskı durdurulurdu. Polis gelinceye kadar, basılan gazetelerin çoğu gitmiş olur, geriye ‘protokol’ için sadece birkaç tane kalmış olurdu.
Pravdalar, paket halinde, birçok karmaşık yollarla taşraya yollanırdı. Örneğin, demiryollarında çalışan parti üyeleri ve sempatizanlar, yol boyunca diğer yoldaşların beklediği özel olarak tespit edilmiş yerlerde, paketleri trenden atarlardı. Bir diğer kasabada, gazeteler doğrudan postaneye yollanır ve burada postacılar arasındaki bir yoldaş, gazeteler geldiği zaman bunlara sahip çıkardı.” (5)
Bugünkü koşullar düşünüldüğünde, bir günlük gazetenin çıkarılabilmesi bu kadar zor değildir. Ya da, bugün bir günlük gazete çıkarılacak olsa, onun sürekliliğini sağlamak için hiç de böylesi yöntemlere başvurmak gerekmez. Ayrıca şimdiki komünistler, yasal ve yasadışı ajitasyon propaganda materyallerinin basımı, dağıtımı vb. konularda çok daha ileri yöntemler de kullanmaktadır. Ama Bolşeviklerin bundan 80 küsur yıl önce yaptıkları bu işler, o günkü Rusya koşulları düşünülerek incelendiğinde, bizim konumuz açısından önemli dersler taşımaktadır. Engels, Bebel’e yazdığı 16. 05. 1882 tarihli mektubunda, “Yargıçlara ipucu vermeyecek bir gazete çıkarmak bir sanattır; fakat o da henüz keşfedilmemiştir. ” demişti. Bolşevikler, çarın yargıçlarına hiçbir ipucu vermemeyi başaramasalar bile, yukarıdaki örneklerde görüldüğü gibi, bu sanatı en yaratıcı bir biçimde uygulamayı başarabilmişlerdir.
Her şeyden önce, bir işi yapmaya karar vermek, büyük bir önem taşımaktadır. Elbette ki gerçekleştirilebilir, gerekleri yerine getirilebilir kararlar vermek. Ama bir şeye karar verirken, onun gerçekleşebilir mi yoksa gerçekleşemez mi oluşunun ölçüleri nelerdir? Mevcut imkânlarla, alınan karar arasındaki ilişkiyi ya da bağıntıyı doğru kurmak, büyük bir öneme sahiptir burada. Elbette ki olanağa bakan gözün ona nasıl baktığı da belirleyicidir. Ayrıca hiçbir olanak, kendisini, “beni, aldığın şu kararla, yapmak istediğin şu işlerle ilgili olarak kullanabilirsin” diye gelip kapımızı çalmaz. Ama ilk başta soyut bir şekilde duran bir olanak (örneğin herhangi bir araç, herhangi bir ilişki vs. vs.) ancak biz ona kullanılabilir, harekete geçirilebilir gözüyle baktığımızda ve onun üzerinde iş yapmaya başladığımızda somut bir olanak haline gelebilir. Yaratıcılık, kendisini burada da belirleyici bir şekilde ortaya koyar. Şimdiki örneğimize dönelim.
Basımevinde çalışan bizim 70 yaşındaki işçimiz, sansür kurulunu atlatabilmek için bir olanak mıdır? Evet ve hayır. Onu atlatmaya karar vermişsek ve bunu gerçekleştirebilmek için çevremizdeki her şeyi bu gözle değerlendiriyorsak, evet. Ama daha baştan, “sansür yasaları çok katı, sansür kurulu da çok iyi çalışıyor’^ benimsemişsek, hayır. Ya da, acaba demiryollarında çalışan o sıradan sempatizan, gazetenin daha çok işçiye ulaştırılabilme-sinin bir aracı olabilir mi? Yahut da, falanca kasabadaki postacı yoldaş? Bu soruların yanıtı da, evet ve hayırdır.
Buradan çıkarabileceğimiz bir sonuç var. Devrimci bir militan açısından, sadece bir işin yapılması gerektiğini bilmek yetmez. Alınan bir kararı benimsemek de yetmez. Ama onu mümkün olduğunca doğru, mümkün olduğunca iyi, en iyi şekilde hayata geçirmek gereklidir. Ve elbette, bunun için eldeki her olanaktan en verimli şekilde yararlanmayı bilmek, yeni olanaklar yaratmak. Bunun, devrimci militanın yaratıcı düşüncesine ve yaratıcı eylemine bağlı olduğuna kuşku yoktur. Fakat bilinir ki, partinin gündemini ve önündeki hedefleri, kendi bulunduğu yerde hayata geçirilebilmek için, burnunun dibindeki “görünmez”, “olmayan” olanakların farkına varmadığımız zamanlar çoktur. Böyle bir perspektife sahip olmayıp da, bir sürü laf eden, herkese “derin” bilgilerini anlatanların da sayısı az değildir. Lenin, böyleleri için, “Eğer bir komünist, ciddi bir çetin çalışma içine girmeksizin ve eleştirel (biz bunu burada özeleştirel olarak da anlayabiliriz-bn.) olarak incelemesi gereken olguların ne olduğunu anlamadan, edindiği kupkuru sonuçlamalarla orada burada şişinmeyi kafasına koymuşsa, gerçekten acıklı bir komünist haline düşer.” der.

SORUN, ENGEL VE YARATICILIK
Partinin devrimci eylemi ve devrimci çalışması, onun bütün örgütlerinin ve militanlarının devrimci eylemi ve devrimci çalışmasının bir toplamıdır. Bu, kuşkusuz ki aritmetik bir toplam değildir. Öyle ki, her devrimci militanın gündelik devrimci çalışma içerisinde öğrendiği her yeni şey, edindiği her yeni deneyim, kazandığı her yeni tecrübe ve yarattığı her yeni imkân, bütün bir partiye mal olur. Öyleyse, devrimci militanın karşılaşıp da üstesinden gelemediği ve böylece kesintiye uğrattığı ya da aksattığı çözümsüz kalan her sorun, partinin devrimci eyleminin de aksamasına yol açacaktır. Böylesine birbirine bağlı, böylesine birbirini etkileyen bir çalışmadır parti çalışması. Ve orada, hiç kimse “kendisi için” var değildir. Ve hiç kimse, ayrıcalıklı bir yere sahip olmak, daha fazla kazanmak ya da işinden olmamak için çalışmaz orada. Bütün bunlar, komünist parti yaşantısı, ilke ve normlarına yabancı olan şeylerdir. Ama tersine, bir komünist partinin militanı olmak demek, hiçbir kişisel çıkar gözetmeksizin, yapılan her işin devrim için yapıldığını bilmek demektir. Böylesine hesapsız ve böylesine büyük bir eyleme kalkışmak ve gerçek bir komünist olarak kendini yeniden inşa etmek, öne çıkan bütün sorunları aşmak için çoktur bile. Elbette ki bu, “kafanın geçmediği yerden kuyruğu sokmaya çalışmak” anlamına gelmez. “Biz komünistiz ve sırf bu yüzden aşamayacağımız hiçbir engel, çözemeyeceğimiz hiçbir sorun yoktur” diye düşünmek, son derece gülünç bir şey olurdu. Bir ihtilalci eylem dâhisi olan Lenin, şöyle demişti: “Genel olarak devrimci ve sosyalizm taraftan ya da komünist olmak yetmez. Her belirli anda, bütün zinciri tutmak için kavranması gereken halkayı bütün gücüyle kavramayı ve ikinci halkaya geçişi sağlamca hazırlamayı bilmelidir.” (6)
Elbette ki devrimci çalışma, hiçbir zaman tasarladığımız, planladığımız şekilde hiç engelsiz yürümeyecektir. Hiç beklenmedik’ bir anda, hiç hesaba katmadığımız sorunlar ya da engeller çıkabilir karşımıza. Ama devrimci militan, bunların rastlantısal olarak mı ortaya çıktığını, yoksa zorunlu ilişkilerin bir sonucumu olduğunu bilebilir. Bunu bilerek yeni duruma göre yeni tutumlar geliştirebilir, “her belirli anda, bütün zinciri tutmak için kavranması gereken halkayı bütün gücüyle kavrayabilir ve ikinci halkaya geçişi sağlamca hazırlayabilir.”  Yoksa, yeni, hesapta olmayan bir şeyle karşı karşıya gelince, afallayıp kalmak, tökezlemek, sonra da koşullardan, sorunların katılığından mızmız bir şekilde yakınarak gerisin geri dönmek değildir devrimci militanın tutumu. Yaratıcılık, burada da kendisini açıkça hissettirir.
1930’lu yıllarda, Sovyetler Birliği’nde ortaya çıkan Stahanovist Hareket, bu konuda hem çok bilinen, hem de gerçekten olağanüstü zengin derslerle dolu olan en güzel örneklerden birisidir.
Neydi Stahanovist Hareket?
Stahanovist Hareket, 1930’lı yıllarda, Sovyetler Birliği’nde, kadın ve erkek işçilerin, kendi aralarında başlattıkları sosyalist yarışmanın içinden çıkan bir harekettir ve Stalin’in deyimiyle, “sosyalist kuruluş tarihinin en şanlı sayfalarından birisidir.” Stalin, SSCB Stahanovistleri Birinci Konferansı’nda Yapılan Konuşma”da onun içeriğini ve özünü şöyle anlatmaktadır (7):
“… Stahanovist Hareket, bugünkü teknik normları aşmayı, öngörülen verim kapasitelerini aşmayı, üretim planlarını ve mevcut bilânçoları aşmayı amaç edinen kadın ve erkek işçilerin hareketidir. Evet, aşmak, geçmek -çünkü bu normlar, daha şimdiden zamanımıza göre ve yeni insanlarımız için eskimişlerdir artık. Bu hareket, eski teknik anlayışını altüst ediyor, eski teknik normları, eski öngörülen verim kapasitelerini, eski üretim planlarını altüst ediyor ve daha yüksek, yeni teknik normlar, verim kapasiteleri, üretim planları istiyor. Bu hareket, sanayimizde bir devrim yapmak durumundadır…”
Kadın ve erkek işçiler, “daha yüksek teknik normlar, verim kapasiteleri, üretim planlan” istemektedirler. Ama önlerinde bir sonul, bir engel vardır. Bu engelleri aşmak isteyenler, nasıl insanlardır peki?”… Bunlar, özellikle, işlerinde şaşmazlık ve özen örnekleri veren, çalışmada zaman etkenini değerlendirmesini bilen, yalnız dakikaları değil, saniyeleri de saymasını öğrenmiş olan genç ya da orta yaşlı kadın ve erkek işçilerdir…..”
Kimse, bu genç ya da orta yaşlı kadın ve erkek işçilere, eski üretim tekniklerini vs. aşmak için hiçbir baskı yapmamaktadır. Önlerine, “alın size yeni bir teknik, bunu şöyle şöyle uygularsanız, üretimde şu kadar artış sağlarsınız” diye bir hazır reçete koymamıştır hiç kimse. Ve hatta onların çalıştıkları işletmelerdeki kimi teknisyen, mühendis ve işletme yöneticilerinin tutuculuk ve görenekçilikleri de onların önündeki engellerden bir tanesidir. Ama sosyalist üretim koşulları, sosyalist yaşam ilişkileri ve taşıdıkları sosyalist idealler, onlara “yeni”yi yaratma imkânlarını vermektedir. Ve Stahanov, Busyigin ve Stemanin gibi işçilerin yaratıcı düşünce ve eylemleri, setleri yıkıp geçmektedir. Böylece, Stahanov, kömür çıkarma tekniğini en az beş kat artırmıştır örneğin. Ya da Busyigin, makine yapım sanayisinde; Smetanin, ayakkabı sanayisinde aynı şeyleri başarmışlardır.
Şimdi, bunu tersinden düşünelim bir de. Bu kadın ve erkek işçiler, kapitalist bir ülkede çalışan işçiler olsalardı, bunları başarabilirler miydi? Bunun yanıtı, açık ve kesindir: Hayır. Nedenlerini, Stalin aynı yerde şu şekilde açıklıyor:
“… Bizde insanlar, sömürücüler için, asalakları zengin etmek için çalışmıyorlar; ama kendileri için, kendi sınıflan, kendi toplumları, işçi sınıfının iktidarda olduğu Sovyet toplumu için çalışıyorlar. Ve bunun içindir ki çalışmanın bizde toplumsal bir kapsamı vardır
– Çalışma bir onur, bir övünç konusudur. Kapitalist düzende çalışma; özel, kişisel bir niteliğe bürünür. Eğer sen daha fazla üretmişsen daha fazla al ve istediğin gibi yaşa. Kimse seni tanımaz ve hiç de tanımak istemez. Sen kapitalistler için çalışırsın, onları zengin edersin… Eğer sana iş vermişlerse, bu, sömürücüleri zengin edesin diyedir. Razı değil misin?
– Haydi git işsizlere katıl, sana nasıl iyi geliyorsa öyle yaşa, ot gibi – biz daha uysallarını buluruz. Ve işte kesinlikle bu yüzdendir ki, kapitalist düzende insanların çalışmasının yüksek bir yanı yoktur. Bu koşullar içinde, bir Stahanovist Harekete yer olmayacağını kavramak kolaydır…”
Burada, Lenin’in Marksizm’in özüne ilişkin olarak söylediği şu sözleri anmadan edemeyeceğiz: “Marx’ın doktrininde en önemli olan nokta, sosyalist toplumun yaratıcısı olarak proletaryanın evrensel tarihi rolünü gün
ışığına çıkarmış olmasıdır…..” (8)
Kuşkusuz ki işçilerin bütün yaratıcı yetenekleri de, eski dünyayı yıkma mücadeleleri sırasında ve kendi yeni dünyalarını yaratma eylemlerinde ortaya çıkar, işçiler, “burjuvaziye ait” oldukları zaman, bu üstün yeteneklerini açığa çıkartamazlar. Yani, bir komünistin dediği gibi, “barikatın öte yanında” olduklarında. Ama işçi sınıfının devrimci militanları, daima “barikatın bu yanında” değiller midir? Parti yaşantısı, devrimci eylem ve devrimci eylemin yol göstericisi olan Marksizm, bize olanca yaratıcılığımızla ileri atılmanın olanaklarını sunmaz mı? O aşağıdan gelen Stahanovist Hareket, ne büyük derslerle doludur bu açıdan bakıldığında. Bir parti işini, sadece kendilerine söylendiği gibi yapmayı mütevazı bir erdem olarak gören devrimciler vardır. Böyleleri, genellikle, kendilerine söylenen işin, yönetici ya da önder yoldaşlar tarafından zaten en yaratıcı tarzda planlanmış olduğunu düşünürler. Elbette ki, partinin belirlediği rotayı şaşmaz bir şekilde takip, parti ilkelerine büyük bir sadakatle her an bağlı kalmak, komünistlerin en büyük erdemlerinden birisidir. Ama ele alınan parti işi yapılırken, onun olabildiğince iyi bir şekilde yapılabilmesi için, eldeki olanakların nasıl en iyi şekilde kullanılabileceğini ve genişletilebileceğini, o işin başındaki militanın yaratıcı düşüncesi ve eylemi belirler. Bu açıdan bakıldığında, yukarıda bahsedilen anlayış asla bir erdem sayılamaz, işte, Stahanovist Hareketin başlıca derslerinden birisi de burada ortaya çıkmaktadır. Bu, kısaca söylenecek olursa, devrimci eylemin temel başarı koşullarından birisi olan yaratıcılığın, her kademede ve her işte geçerli olduğudur. Öyleyse bu, kendisini; partinin örgütçüsü, ajitatörü, propagandisti, teknik görevlisi, “sıra neferi”, yani ne iş yapıyor olursak olalım; hem elimizdeki her işi yaparken hem de kendimize devrimci işler yaratırken, onu en özenli, en sağlam, tam zamanında ve mümkün olabilecek en iyi şekilde yapacağımızı aklımızdan çıkarmamamız gerektiği şeklinde gösterir.
Yaratıcı düşünce ve yaratıcı eylem… Bunun üstesinden gelemeyeceği hiçbir sorun, yıkıp geçemeyeceği hiçbir engel yoktur. Burjuvazinin zindanlarına kapatıldıklarında bile yıkılmaz duvarları delip geçmesini bilen; buralarda, burjuvazinin, örgütlerinden ve kitaplarından koparmak için geliştirdiği bütün akıllı yöntemlerin aslında aptalca bir meraktan başka bir şey olmadığını eylemleriyle gösteren; açık ve yasadışı bütün alanlarda, en zor koşullarda bile olmazı olur yapabilen, bütün dünya ülkelerindeki devrimci ve komünist militanların geçmişteki ve bugünkü eylemleri bunun sayısız örnekleriyle doludur.
Bir oya gibi ilmik ilmik örmeye çalıştığımız devrim, bizden, onun her anında ve her alanında, yaratıcı özelliklerimizi geliştirmemizi bekler. Yaratıcılık, devrimci eylemin başarısının temellerinde birisidir çünkü.

Ekim 1994

DİPNOTLAR
1- Lenin, Marx, Engels ve Marksizm adlı derleme içinde, s. 89, ikinci baskı, Sol Yayınlan, 1990 Ankara.
2- Aynı yerde.
3-Lenin, Karl Marx Ve Doktrini, Bilim Ve Sosyalizm Yayınları.
4- Lenin, Örgütlenme Üzerine, s. 132, Bora Yayınları, ‘1975.
5- Tony Cliff, Lenin Biyografisi–1: Partinin İnşası, s. 270, birinci baskı, Tarihsel Yayıncılık, 1994, İstanbul.
6- Lenin, “Altının Önemi Üzerine” başlıklı makaleden. Aktaran Stalin, Leninizm’in Sorunları, ikinci baskı, Sol Yayınları, 1992, Ankara.
7- Bu konudaki bütün alıntılar için bkz. age. s. 603 vd.
8- Lenin, Karl Marx ve Doktrini, s. 132

2 Dünya ve bir örnek militan

Yeni bir dünya yaratmak amacı olmayan burjuvazinin, yeni insan yaratma gibi bir derdi de yoktur. Her burjuva aynı amaç için yaşar. Her burjuvanın hayatına aynı yaşam ilkeleri ve ahlak kuralları yön verir. Bütün burjuvaların beyni aynı şeye çalışır; her burjuva yeteneklerini ve bilgisini hep aynı amaca daha fazla ulaşmak için geliştirir. Bu yüzden burjuva dünyasının, insanları ilerletmek üzere kendi içinden örnek gösterebileceği tek bir kişisi bile yoktur. Eğer yaptığı iş, önünde sonunda eski dünyayı aklamak, ayakta tutmak veya sağlamlaştırmak amacına bağlanıyorsa; hangi üstün yeteneklere sahip olursa olsun, ne kadar çok bilgi birikimine sahip olursa olsun hiçbir kişi geleceğe ilişkin bir örnek olamaz çünkü. Burjuva dünyasının, içinden seçip örnek olarak ortaya sürdüğü insanlarda neyi görürüz? Ya da bir başka biçimde soracak olursak; burjuvazi böylesi insanlarıyla kitlelere hangi mesajları vermeyi amaçlar? Nasıl sınıf atlanır, nasıl köşe dönülür, ezilirken nasıl ezen olunabilir?… Veya yükseltilmeye çalışılan değerlerin bir sembolü haline getirilmeye çalışılan genç ya da yaşlı, kadın ya da erkek, yerli ya da yabancı çeşitli “mesleklerden” insanlardır burjuvazinin örnek insanları. Örneğin, pamuk gibi parmak uçları en gelişmiş bilgisayarların tuşlarına ya da “değerli kağıt”lara dokunan, İtalyan gömlek yakalarına takılan kravatları ve bacaklarında Amerikan kotlarıyla seçkin burjuva gençleri, burjuvazinin geleceğe ilişkin yeni örnekleridir; ya da Şarkıcı Tarkan bizim gibi bir ülkenin “milli” örneğidir.
Kuşkusuz ki “örnek insan”ın toplumsal bir işlevi vardır. Fakat bu toplumsal işlev, “örnek insan”ın hangi sınıfın insanı olduğuna ve hangi sınıf tarafından öne sürüldüğüne bağlı olarak değişecektir. Burjuvazinin örnek insanı, bütün insanları kendi dünyasının zorunlu bir parçası olmaya zorlarken; devrimci proletaryanın örnek insanı, hem onun hedef ve amaçlarının gerçekleşebilir olduğunun bir göstergesidir, hem de yeni dünya insanlarının bugünden bir modelidir. Burjuvazinin örnek insanı, hep aynı bireysel amaçlar peşinde koşturanların içinden çıkarken; proletaryanın yeni insanı, kendi özgürlük dünyasını kurma yürüyüşünün bir ürünü olarak belirir. Lenin, bu yüzden, “büyük devrimlerin büyük adamlar yarattığı kanıtlanalı çok oluyor” demiştir. Her zaman erişilmez yerlerde durur burjuvazinin örnek insanı. Oysa sosyalist yeni insan, daima devrimci militanların yanı başındadır. Devrimci mücadelenin hangi kesitinde yaşamış olursa olsun, bütün sosyalist örnek insanlar, daima onun bir parçası, bir bileşeni olarak yaşamaya devam ederler. Öyleyse, proletaryanın örnek insanları, kendisini şimdi bir örnek haline getiren bütün özelliklerini, bir parçası olduğu mücadelesi aracılığıyla kazanmakla kalmaz sadece; aynı zamanda bütün örnek yönlerinin aynı amaç için birlikte mücadele ettiği bütün insanların ortak özellikleri olmasının kavgasını da vermiş olur. “Yeni ‘kahraman’, aynı zamanda bir anti-kahramandır çünkü.” Proletaryanın devrimci mücadelesinin içinden her biri mücadele ettiği dönemin temel özellikleriyle biçimlenen binlerce örnek militan çıkmıştır; Marksizm’in kurucularından biri, “modern proletaryanın en yetkin bilim adamı ve öğretmeni” olan Engels, bunların içinde her bakımdan en gelişmiş örneklerden birisidir.

KOMÜNİZME YÖNELME DÖNEMİ

Friedrich Engels, bundan tam 174 yıl önce, Prusya Krallığı’nın Barmen kentinde doğdu; imalatçı bir babanın çocuğuydu. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarının geçtiği kent, kapitalizmin ilk gelişmeye başladığı yerlerden birisiydi; burjuvazi ve proletarya arasındaki sınıf ilişkilerinin çıplak gözle bile görülebilecek kadar açık yaşandığı bir yerdi. Aile hayatı, dindar ve baskıcı bir babanın evdeki egemenliği tarafından belirleniyordu. Yaşamaya başladığı kentin sosyal ilişkilerini merakla izlemeye ve anlamaya çalışmak ve buna bağlı olarak babasının kendisini nasıl biçimlendirmeye, yetiştirmeye çalıştığını anlamak ve buna karşı durmak; onun, hayatın nasıl kavranması gerektiği hakkındaki temel düşüncelerinin oluşumundaki maddi ortamın temel öğelerini oluşturuyordu.
Fabrika işçileriyle ilişkiler kurmak, onların yaşam ve ilişkilerini yakından gözlemlemek, çeşitli dillerde ve birçok konuda yazılar ve kitaplar okumak zorunlu işlerinden arta kalan zamanlarında yaptığı başlıca işlerdi. Bahsedilen zorunlu işler, önce okulda geçirdiği zamanlardır, babasının zoruyla okuldan ayrıldıktan sonra ise yine babasının ticarethanesindeki çalışma saatleridir. Bütün bu meraklı ve çalışkan yılları ona, çevresindeki her şeyi eleştirel bir gözle inceleme, inandığı şeyleri tavizsiz olarak hayata geçirme özelliklerini kazandırmıştır.
Daha 19 yaşındayken yaşadığı şu olay, bu bakımdan oldukça çarpıcıdır:
“Oğlunun manevi gelişmesinden kuşku duyan baba, Barmenli bir papaz ile oturması için gerekli düzenlemeleri yaptı. Ne var ki bu papazın evindeyken Friedrich, din konusunda büyük kuşkular duymaya başladı ve babasının inançlarını büsbütün bir yana bıraktı”
Ama Engels, burada, İncil’deki çelişkileri, onun bilim karşısındaki gericiliğini görür ve din ve dinsel inanış biçimlerinden tamamen kopar. Bu sıralarda arkadaşlarından birisine şunları yazıyor: “Biliyorum bu benim başımı derde sokacak ama mademki bu yargıya ulaştım, kanılarımın beni götürdüğü yerden dönemem. … Özgür düşünceyi benimsemeye gelince, bu konuda her türlü zorlamayı reddediyorum.”
Burada, Engels’in gençlik yıllarının birçok Avrupa ülkesindeki sert sınıf çalışmalarıyla aynı döneme denk düştüğünü gözden kaçırmamak gerekiyor. Fransa’daki 1830 Temmuz Devrimi; Belçika, Polonya, İspanya, İtalya’daki ayaklanmalar; Lyon dokumacılarının ayaklanmaları vs. Elbette ki, böyle bir dönemde, çeşitli muhalefet gruplarının, bunların içinden çıkan ilerici görüşlerin ve politikaların gelişmesi kaçınılmazdı; Engels’in bunlarla çeşitli biçimlerde ilişki kurması da. Önce, Hegel’in öğretisiyle tanıştı; onun eserlerini titizlikle okudu. Sol Hegelciler’in düşüncelerini inceledi. Ama ne Hegel’in felsefesi, ne de Sol Hegelciler’in düşünceleri onu tatmin edebiliyordu. Engels, onların pratik hareketten uzak kalışlarını büyük bir eksiklik olarak görüyordu. Bir şiirinde “Uyanığız biz ama körler gibi yoklamaktayız yolumuzu” diyordu ve teori ancak yolu aydınlatmanın bir aracı olduğu zaman anlamlıydı onun için. Bundan dolayıdır ki daha o zaman, Hegel ile Börne’nin birbirlerini tamamladıklarına inanıyordu. Hegel, döneminin en büyük filozof ve düşünürlerinden birisiydi; Ludvig Börne ise usta bir politikacı ve eylem adamı. O, kendisini ne pratik etkinlikten kopuk olarak felsefeye ya da dinle mücadeleye gömebilirdi; ne de “körler gibi yoklayabilirdi yolunu.”
O, 1844 Ağustosu’nda Marx ile bir araya geldiği andan başlayarak, onunla birlikte hem proletaryanın devrimci dünya görüşünün kurucularından birisi, hem de bir devrimci proletarya militanı, uluslararası işçi hareketinin bir önderi oldu.
Engels, doğumunun 174. yılında, Türkiyeli komünistler tarafından birçok biçimde anılabilir. Onun olağanüstü zengin devrimci yaşantısı buna müsaittir. Ama bu yazı onu anmanın bir vesilesi olarak kabul edilebilirse eğer, burada onu, bilimsel komünizmin kurucularından biri olduğu andan başlayarak, bütün hayatı boyunca gerçek bir komünist militanın nasıl yaşaması ve nasıl mücadele etmesi gerektiğinin kusursuz bir örneği olarak anlamaya çalışacağız.

HER ZAMAN DEVRİMCİ, BÜTÜNSEL BİR YAŞAM
Lenin, Engels için yazdığı bir makalede, onu “…..Dostu Karl Marx’tan sonra, bütün uygar dünyanın modern proletaryasının en yetkin bilim adamı ve öğretmeniydi…” diye tanımlıyor. Burada kullanılan bilim adamı kavramı, gerçekte, onun bilimsel sosyalizmin kurucularından birisi olduğunu vurgulamak için kullanılmıştır. Ya da, bir başka açıdan bakıldığında, Marksizm’in bir bilim ve Engels’in de onun en büyük “adam”larından birisi olduğunu vurgulamak için. “Öğretmen” kavramı ile ise, onun, devrimci proletaryanın teoride ve eylemde en büyük yol göstericilerinden birisi olduğu anlatılmaktadır. Bunlar, Lenin’in makalesinin bütünü okunduğunda anlaşılacaktır. Eğer Engels bir şekilde tanımlanacaksa, onu en iyi tanımlayan satırlar, bu satırlardır.
Biz Lenin’in kullandığı bu kavramları biraz daha farklı anlamaya çalışacağız.

BİLİM ADAMI
Engels, gençlik yıllarından başlayarak bilime karşı hep ilgili oldu. Yaşadığı dünyadaki ilişkileri, bu ilişkiler arasındaki çelişki ve bağıntıları büyük bir merakla anlamaya çalışmak başlıca uğraşlarından birisiydi. Yaşamı boyunca, askerlikten sanatlara, tarihten dil bilimine, felsefeden doğa bilimlerinin neredeyse bütün dallarına kadar birçok konuyla ilgilendi. Ama, bilim adamı olmak, iyi bir üniversitede eğitim yaptıktan sonra profesör diploması almak; daha sonra da bir yandan kürsüde ders verirken bir yandan da merak ettiği konularda bir dizi araştırma yaparak kendi kendini tatmin etmek olarak anlaşılacaksa eğer, o asla bir “bilim adamı” olmadı. Gerçi, daha gençlik dönemindeki çalışmalarıyla bilim çevrelerinin dikkatlerini üzerine çekerek “bilim adamı” olarak adlandırılacak kadar öne çıkabilmişti. Bu konuda henüz yirmili yaşlarında yaşadığı ilginç bir olay vardır:
1840’lı yıllarda Prusya hükümeti, Hegelci profesörleri üniversite kürsülerinden uzaklaştırarak Schelling’i Berlin Üniversitesi’ne atar. Oysa o dönemde Prusya hükümeti bütün umudunu Hegel felsefesine bağlamış durumdadır. Ama öğrencilerinin (Sol Hegelciler’in) onun öğretisinden çıkardıkları radikal sonuçlar ve bu sonuçlar üzerinden şekillenen “özgür düşüncelerin üniversiteye girişi, hükümet tarafından katlanılamaz bir şeydir. O sırada, üniversitedeki dersleri zaman zaman dışardan takip edebilme imkânına sahip bulunan genç Engels, Schelling’in düşüncelerine karşı cesur bir savaşa girişir. Bu konuyla ilgili olarak, ya takma adlı ya da imzasız olarak yazdığı bir dizi makale ve kitapçığı ardından ” Schelling ve Vahiy” kitapçığı gelir. Bu kitapçığın yarattığı etkiler, Y. Stepanova tarafından hazırlanan “Friedrich Engels/ Biyografi” başlıklı çalışmada şöyle anlatılıyor:
“Ünlü filozof Schelling’i bu denli sert ve yıkıcı biçimde eleştiren yazıların, bir ‘bilim adamının’ kaleminden değil, Barmen’deki dünkü topçu eri Friedrich Engels’in kaleminden çıktığını yalnızca birkaç kişi biliyordu.
Deutche Yahrbücher’in yazı işleri müdürü Arnold Ruge, dergisinde yazdığı bir incelemede, “Schelling ve Vahiy” kitabından övgüyle söz ediyor ve yayınlanması için kitabın niçin kendine ulaştırılmadığını soruyordu. Kitabın, ancak çok bilge bir profesör tarafından yayınlanabileceğine kani olan Ruge, yazardan ‘doktor’ diye söz ediyordu. Engels, Ruge’a yazdığı bir mektupla bu yanlış anlamayı şöyle düzeltiyordu: ‘izin verirseniz, doktor olmadığımı ve hiçbir zaman da olamayacağımı belirtmek isterim. Ben sıradan bir tüccarım ve şimdi de, Prusya Krallığı topçusuyum. Lütfen bu unvandan beni bağışık tutunuz.”
Onun devrimci yaşantısı ve eylemindeki bütünsellik, kendisini her an açıkça gösterir. O, ister zorunluluktan dolayı ister gereklilikten dolayı olsun ilgilendiği her konuya büyük bir ciddiyetle yaklaşmıştır. Üzerinde çalıştığı konu ne olursa olsun, oradan öğreneceği en küçük şeyin bile proletarya mücadelesine kazandırabileceği bir şeyler olduğunu biliyor ve buna göre hareket ediyordu. Ya da henüz bu perspektife sahip olmadığı çok genç yaşlarında öğrendiği şeyleri bile aynı’ amaç için kullanıyordu. Örneğin koşullar, para bedelini ödeyerek askerlikten kurtulması için müsaitken o yine de askere gitmeyi tercih etmişti. Askerliği sırasında asla bir “emir eri” olmadı. Askerlik sanatına dair öğrenebileceği her şeyi en iyi şekilde öğrendi ve kavradı. Ya da 1850’li yılların başlarında başlayan gericilik ortamında yine zorunlu olarak askerlikle ilgilendi. Bu dönemde Marx, Kapital’i hazırlamakla uğraşıyordu. Ama bir yandan da, para kazanması gerekiyordu. Bu yüzden, önce bir gazeteye, daha sonra da bununla birlikte bir ansiklopediye yazılar yazmak zorunda kalmıştı. Bu yazıların önemli bir bölümü, özellikle askeri konularla ilgili olanları, Engels tarafından kaleme alınmış ve okurları yazıların imzasız yayınlamasından dolayı, bunların bir askeri uzman tarafından kaleme alındığı inancına kapılmıştı. O, gazete ve ansiklopedi için yaptığı bu çalışmaları, ne zorunluluktan dolayı yapılan bir iş, ne de işin ucunda para kazanma mecburiyeti olmasa asla el sürülmeyecek bir şey olarak kavramıştı. Askerliğin, proleter devriminde oynayacağı önemli rolü biliyor ve askerlik konusundaki bütün çalışmalarını bu amaca bağlıyordu. Onun askerlik üzerine yaptığı çalışmaların sonucu ne olmuştu? O tarihte ilk kez bir silahlı ayaklanmanın planını hazırlama onuruna sahiptir. Devrimci proletaryanın ilk askeri uzmanı ve teorisyeni odur.
Engels, Manchester’de, büroda çalışmak zorunda kaldığı yıllarda başkalarının yanı sıra bir konuya daha eğilmiştir: Dil bilimi. O, on iki dile tamamıyla hâkimdi ve yirmi dilde de okuyabiliyordu. Elbette yine sadece dil bilimiyle ilgili meraklarını gidermek, onun bilimsel yanıyla ilgilenmek değildi amacı. Onu bu konuda harekete geçiren şey, uluslararası devrimci görevlerini daha iyi yerine getirebilmekti. Bir yandan dünyanın çeşitli ülkelerini hem tarihsel açıdan hem de güncel politik gelişmeler açısından yakından tanıyabilmeyi; bir yandan da çeşitli ülkelerin komünistleri ve işçileriyle daha sağlıklı diyaloglar kurabilmeyi amaçlıyordu. Nitekim o, Marx hayattayken ya da öldüğünde, Rusya’dan Romanya’ya, Fransa’dan İtalya’ya kadar, birçok ülkenin sosyalistleriyle görüşmüş, onlarla fikir alışverişinde bulunmuş, bu ülkelerdeki sosyalist basını yakından izlemiş ve yayın organlarına yazılar yazmıştır.
Yine doğa bilimlerine duyduğu ilgi ve çeşitli bilim dallarında yaptığı çalışmalarda da aynı bütünselliği görmek mümkündür. 1873-1886 yılları arasındaki çalışmalarından ve tuttuğu notlardan oluşan “Doğanın Diyalektiği” adlı eseri bunun somut bir örneğidir. Bu eserin başlıca amacı, diyalektik materyalizm ile doğa bilimleri arasındaki ilişkiyi ortaya koymak ve bilimin ilerlemesinin diyalektiğe yaptığı katkıları olduğu kadar, diyalektiğin de bilimin gelişmesine katkıda bulunacağını göstermekti.
Onun dünyayı büyük bir merak ve heyecanla keşfetme isteği ölünceye kadar devam etmiştir. Onun bu devrimci yönüyle ilgili yine ilginç bir örnek ise şöyledir: 6 Ekim 1849’da Marx’ın isteği üzerine bir yolculuğa çıkar. “Engels, dostunun bu ısrarlı isteğine seve seve uydu. 6 Ekim’de bir yelkenli gemi ile Cenova’dan hareket etti ve Londra’ya ulaştı. Durup dinlenme bilmeyen tabiatı ve bilgi susamışlığı, bu seyahat sırasında da yakasını bırakmamıştı: Bu kez de deniz seyr-ü seferini inceledi. Gezi günlüğü; güneşin doğuşu ve durumları, rüzgârın yönü, denizin durumu ve kıyılardaki girinti ve çıkıntılar üzerine ayrıntılarla doludur.”
Marx, Engels için, “O gerçek bir ansiklopedidir. Gündüzün ya da geceleyin her saatte, yemekten sonra ya da aç karnına her an çalışabilir…” demişti. Dünyayı devrimci tarzda değiştirebilmek için insanlığın kazanımı olan bütün bilgi birikimine olabildiğince daha fazla sahip olmayı ve bunu proletarya devrimi ve komünizm ülküsü için harekete geçirmeyi amaçlamıştır daima o. Biz, Lenin’in onun için kullandığı “bilim adamı” kavramını bu yönüyle de anlayabiliriz.
Burjuva yaşamının parçalara bölünmüşlüğünün hiçbir izi yoktur onda. Ele aldığı her konuya, karşılaştığı her olaya, kurduğu ilişkiye her an devrimci ve devrim için bir gözle bakışa sahip olmuştur o: Bir işçiyle konuşurken, bir ayaklanma sırasında silahın kabzasını tutarken, herhangi bir yere seyahat ederken, zamanının önemli bir bölümünü örneğin Deux Commerce firmasında geçirmek zorundayken, çalışma odasına kapanıp saatlerce ve günlerce okuyup yazarken, ya da bir fizik problemi çözerken…

ÖĞRETMEN
Engels, bütün bunların yanı sıra komünist parti hayatının ve komünist militanın, yeni dünya ve yeni insanın bugünden bir modeli olduğunu, kendi pratik eylemi ve yaşantısıyla gösteren bir öğretmendir. Marx’la Engels, sadece bilimsel komünizmin kurucuları değillerdir. Bu iki komünistin aralarında kurdukları ve Marx’ın ölümüne kadar devam eden ilişki, komünist insan ilişkilerinin en yetkin örneklerinden birisidir. Devrimci komünistlerin, onların eserlerinden olduğu gibi eylem ve ilişkilerinden de öğrenecekleri pek çok şey vardır.
Hiçbir şeyden asla yakınmak yok
1848-1849 devrimleri dönemi, Marx ve Engels açısından yoğun geçen devrimci dönemlerdi. Bu devrim yıllarında onlar bir yandan teorik incelemelerini geliştirip derinleştirirlerken, bir yandan da yoğun bir pratik çalışma içerisindeydiler. Elbette ki bütün bu döneme yayılan devrimci kalkışmalar, burjuvaziyi daha da saldırgan bir hale getiriyordu. Bu dönem, burjuvazi ve gericiliğin kazandığı zaferle sona erdi. Marx ve Engels, zorbalığın ve yoksulluğun iğrenç yüzüyle karşı karşıya kaldılar. Engels açısından, gazetecilik yaparak geçimini sürdürmek belirli ölçülerde olanaklıydı. Ama Marx açısından, hem ailesini geçindirmek için sürekli çalışmak hem de devrimci çalışmalarına devam edebilmek imkânsızdı. Engels, bütün bu engellerin Marx’in dehasının önünü tıkayan engeller olduğunu çok iyi biliyordu. Eğer şimdi, bu engellerin parçalanmasının tek çaresi, Engels’in o “lanet olası ticarethane” ye dönmesiyse, o böyle bir fedakârlık ve özveriden asla kaçınmazdı. Yaşadığı dönemin ve proletarya mücadelelerinin bütün tarihinin tanıdığı en yetenekli komünist militanlardan birisi olan Engels, bunun zorunluluğunun bilincindeydi ve onun için daima lanet olası bir zorunluluk olan ticarethane, bu kavrayış düzeyiyle yaklaşık olarak yirmi yıl boyunca bir özgürlük alanı oldu böylece. O bütün bu dönemi, yoldaşıyla arasındaki işbölümünün koşullara bağlı olarak değişimi olarak kavradı. Asla yakınmadan, hiçbir zaman sızlanmadan, orada bile devrimci eylem ve yaşantısını sürekli geliştirerek…
Parti ilkelerinin ödünsüz savunucusu
Marx ve Engels bütün yaşamları boyunca birlikte mücadele ettikleri yoldaşlarına karşı daima hoşgörülü ve ikna edici bir biçimde yaklaştılar. Her şeyleriyle bütün bir yaşamlarını adadıkları mücadeleleri, bunun sayısız örnekleriyle doludur. Ama söz konusu olan partinin ve sınıf mücadelesinin çıkarları olunca, her zaman ilkeli, kesin ve net bir tutum takınmaktan kaçınmadılar. Bunun da sayısız örnekleri vardır. Burjuvazinin önünde diz çökmek, onunla ilkesiz uzlaşma girişimlerinde bulunmak, onlara yabancı olan şeylerdi. Bu yüzdendir ki, onların mücadele yaşamları, küçük burjuva sosyalizmine ve oportünizme karşı çetin savaşlarla doludur. Engels, burjuva saldırılar karşısında diz çökenler için şöyle diyordu: “Düşmanların darbeleri önünde eğilip bükülmek yok; birçoklarının yaptığı gibi, inanınız ben zararlı hiçbir şey yapmadım diye ağlayıp zırlamak yok. Yumruğa yumrukla karşılık vermek, düşmanın her bir yumruğuna karşı iki-üç yumruk atmak. İşte bizim taktiğimiz daima böyle olmuştur ve ben böylece inanıyorum ki, hasımlarımızdan her birinin hemen en iyilerini tarafımıza çekmişizdir.”
Bunun yanında o, bir komünist parti militanı ve önderi olmanın ne demek olduğunu çarpıtan aydın ve yan aydınların karşısında, işçi sınıfının devrimci partisinin ilke ve normlarının tavizsiz savunucusuydu. O, 1890’h yıllarda ortaya çıkan “Gençlik” adlı gruba karşı şunları söylemişti örneğin: “Bunların, -aslında temelden eleştirilmesi gerekli- ‘akademik eğitimlerinin’ kendilerini parti yönetimi içerisinde önemli bir mevki işgal etmeye hak kazandırmayacağını öğrenmeleri gerekir. Partimizde herkes, sıradan bir üye olarak işe başlamak zorundadır…
Kısacası bu ‘akademik bilgi sahibi’ kimselerin, işçilerin onlardan öğrenecekleri şeylerden çok, onların işçilerden öğrenebilecekleri pek çok şey bulunmaktadır.”
O kibirliliğe, bencilliğe ve ukalalığa karşı hiçbir zaman taviz vermedi. Onun bu konulardaki kesin tutumunu, Elenor Marx şöyle anlatıyor: “Engels’in hiçbir zaman affetmediği bir şey vardı: Kendini beğenmişlik ve bencillik. Kendisine ve daha da kötüsü partiye karşı benlikçi bir tutum içerisinde olan bir kimseyi Engels kesinlikle bağışlamazdı. Bunlar onun için bağışlanamaz günahlardı…”
Dogmatizme ve kişi yücelticiliğine karşı
Marksizm’in bir eylem kılavuzu olduğu, her devrimci tarafından sürekli olarak tekrarlanmasına rağmen; onun bu canlı özünü anlayamayanlar, Marksizm’i bir dogma olarak kavramaya devam ediyorlar. Bu, aynı zamanda devrimci eylemin başarı koşullarından birisi olan yaratıcılığı hiçe sayarak ilerlemeyi engelleyen bir şeydir de. Marx’m ve Engels’in bizzat kendi düşünce ve eylemleri bu tutuma verilmiş en güzel yanıt olduğu gibi, onlar, bunun ne kadar “acıklı” bir şey olduğunu da defalarca belirtmişlerdir. Engels, Rus Marksistlerinden biri olan A. Voden’le yaptığı bir görüşmede şunları söylüyor: “Ruslar -yalnız Ruslar da değil ama herkes- Marx’tan ya da benden pasajlar seçip çıkarmamalı; Marx, onların yerinde olsaydı bu konuda ne düşünürdü diye kendilerine sormalılar ve ancak işte bu bağlamda ‘Marksist’ sözcüğü bir ‘var olma nedenine’ kavuşmuş olur” Onun bu sözleri, olaylar ve tarihsel koşullar arasında yanlış nedensellik bağıntıları kurarak “bu, şu ülkede, şu zamanda böyle olmuş. Öyleyse şimdi de, bizde de aynı şey olacaktır” mantığıyla hareket edenlere verilmiş bir yanıt olduğu gibi; Marx’ın Engels’in, Lenin’in ve Stalin’in eserlerinden peş peşe cımbızlamalar yaparak kendi yanlış düşüncelerini kanıtlamaya çalışan uyanıklara vurulmuş güçlü bir şamardır da.
Kişi yüceltiliği, büyük başarıları ve en kötü yenilgileri yine kişilere mal etme tutumu, işçi sınıfının dünya görüşüne ve onun partisine en yabancı olan şeylerden birisidir. Gündelik hayatın içinde yaşanan çok sıradan örneklerde bile görülür bu. Örneğin, burjuva partilerin düzenledikleri mitinglerde, “Yaşasın Tansu Çiller” vb. sloganlar duyarız. Ya da yakın geçmişimizde, Türkiye burjuvazisinin içine düştüğü kriz sırasında, bütün suçun, daha birkaç ay öncesinde göklere çıkarılan, yerlere bastırılmayan “sarışın, güzel bayan”a nasıl yıkıldığına tanık olduk. Yine tanık oluyoruz ki, işçi sınıfı, kendi eylem ve etkinliklerinde asla “falanca kişi yaşasın” diye bağırmıyor. Ama onların sınıf bilinçlileri “partimiz ve proletarya devrimi yaşasın” diye haykırıyorlar. Oysa Marksizm-Leninizm’e yabancı kimi küçük burjuva gruplar, bizzat “şeflerinin direktifleriyle olur olmaz yerlerde önderlerinin ve seraklarının isimlerini bağırarak, kendi yerlerini ve göklerini inletmeye çalışıyorlar.
Yine Stepanova’nın çalışmasında bu konuyla ilgili çarpıcı bir örnek var: “Uluslararası işçi sınıfı hareketine yaptığı paha biçilmez hizmetlerine karşın Engels, her zaman, alçak gönüllüğü ve sadeliği ile ayırt edilir bir insan olmuştur. Bir keresinde, Londra Komünist işçiler Eğitim Birliği Korosu’nun, onun doğum günü vesilesiyle bir konser vereceğini öğrenmesi üzerine, bundan vazgeçmeleri için kesin ricada bulunmuştu. ‘Hem Marx, hem de ben’ diye yazıyordu, ‘çok önemli türden amaçlar dışında, bireyler için düzenlenen halk gösterilerine daima karşı olduk. Bundan da öte, daha henüz hayattayken, bizlerle ilgili gösterilere hep karşı çıktık.”
Komünist önderlerin ve devrimci proletaryanın bu tutumunu Marx da çok açık bir şekilde dile getirmişti. O 1877 tarihli bir mektubunda şunları söylüyordu: “… her türlü, kişiyi putlaştırmadan nefret ettiğim için Enternasyonal var olduğu sürece, çeşitli ülkelerden aldığım ve beni çok rahatsız eden, hizmetlerimin takdiriyle ilgili mesajların hiçbir zaman kamuya açıklanmasına izin vermedim. Bunlara yanıt vermediğim gibi, ara sıra da bu mesajları yazanları azarladım ve uyardım. Engels ile ben ilk kez gizli derneğe girdiğimiz zaman şunu koşul olarak koyduk ki; bağnazca kişiye tapma eğilimi taşıyan en ufak şey bile kural olarak dışlanacaktır.”

* * *
Engels, bir dostuna gönderdiği mektupta şunları yazmıştı: “O eski zamanlan, düşmanlarımızın bize sık sık sundukları pek çok mutlu anı yeniden yaşıyorum. Çoğu kez, eski günleri anımsarken, gözlerimden yaşlar boşanana dek gülüyorum. Düşmanlarımız hiçbir zaman bizi neşemizden ve mizah duygumuzdan mahrum edemediler” Bütün yaşamını ve bütün eylemini dünya proletaryasının o görkemli eylemine ve amacına adayan bu örnek insan, dima neşeli, militan ve yaşama sevinci dolu olarak, “uygar dünyanın modern proletaryasının en büyük bilim adamlarından” ve devrimci komünist militanların en büyük öğretmenlerinden birisi olarak, asla koparılamadığı ve koparılamayacağı yoldaşıyla birlikte yaşamaya devam ediyor.

Bu yazıda Y. Stepanova’nın “Engels Biyografi” adlı çalışması belirleyici olmuştur ve tüm alıntılar bu kitaptan yapılmıştır. (Çev: Alaattin Bilgi, Yurt Kitap Yayın, 1994, Ankara)

Kasım 1994

Stalin 115 Yaşına: Gün Pratik Devrimcilik Zamanıdır!

Son yıllarda komünistler, Stalin’le ilgi­li olarak yazdıkları bütün yazılarda bir genelleme yapılacak olursa eğer, hemen hemen tek bir şey işlediler: Bun­lar, “Stalin Savunulmadan Marksizm-Leninizm Savunulamaz” ana temasına uygun olarak ele alınan yazılardı. Sovyet sosyal-emperyalizminin ve modern revizyonizmin yıllar sonra ama “resmen” çö­küşünün ilanının ardından girişilen em­peryalist ve revizyonist saldırı dalgasının yoğunluğunda, ağırlığın buna verilmesi kaçınılmaz bir gereklilikti komünistler açısından. Gerek emperyalist propagan­dacılar gerekse çeşitli renklerden reviz­yonistler, bu saldırı ortamında, Stalin şahsında sosyalizm ve Marksizm-Leninizm’i hedef tahtasına oturtmuşlardı.

Bugün, bütün bu saldırıların hızı, önemli oranda kesilmek zorunda kalmıştır. Ama komünistlerin önünde artık giderek yakıcılaşan bir zorunluluk var: Devrimin pra­tik olarak örgütlenmesi. Stalin’in devrim­ci eylemi, bu x açıdan bakıldığında devrimci militanlar açısından çok somut örneklerle doludur. Devrimci önderleri ve devrimci militanları anmamızdaki amacımızın, kendi pratik devrimci eyle­mimizi ilerletmek olduğu bilinciyle, Stalin’i 115. doğum gününde bu yönüyle anmak istiyoruz. O yüzden bu anma yazı­sının başlığım, artık her devrimci militana, kendisini adeta dayatan bir belgi ola­rak belirledik: Gün pratik devrimcilik zamanıdır. Kuşkusuz ki, “gün pratik dev­rimcilik zamanıdır” denilirken “pratik devrimcilik”, “teorik devrimcilik” gibi bir ayrım yaratmayı amaçlamıyoruz. Dergi­mizin daha önceki sayılarında yayınla­nan birçok yazı ve komünistlerin “dev­rimci teori ve devrimci pratik” arasındaki ilişkiye yaklaşımları yeterince açık ve nettir ve bu okuyucularımız tara­fından çok iyi bilinmektedir. Bugün ülke­miz devriminin ve emekçi hareketinin, sınıf mücadelesi açısından gelişim özel­likleri düşünüldüğünde bu belginin ne kadar anlamlı olduğu daha iyi anlaşıl­maktadır.

Bir genelleme yapacak olursak; ülke­mizdeki sınıf mücadelesinin kazanmış bu­lunduğu boyutları şöyle özetleyebiliriz: Mevcut hükümet ve burjuva partilerin tüm acizliğine rağmen sermaye ve dikta­törlük, çok yönlü yalan ve baskı operas­yonlarıyla desteklenen kriz programı ve halk düşmanı politikaları uygulama ko­nusunda belirli bir ilerleme sağlamış du­rumdadır. Gericiliğin yaratmak için çır­pındığı sahte tablo ve imaja rağmen diktatörlüğün, tarihinin en sıkıntılı döne­mini yaşadığı, en aciz hükümetlerden bi­rinin “işbaşında” olduğu, yasama-yürütme-yargı fonksiyonlarının büyük öl­çüde devre dışı bırakılarak doğrudan ve daha etkili baskı ve sömürü yöntemleri­ne başvurulduğu ve tüm bunlarla birlikte yaşanan ekonomik kriz ve politik sıkıntı­ların geniş halk kitlelerini büyük bir yıkı­ma götürdüğü bu günlerde, karşı-devrimci gericiliğin bu derece etkili olup ilerlemeler sağlamış olmasını neye, nele­re bağlayabiliriz? Bunun, sınıf ve halk ha­reketinin az çok etkili ve istikrarlı bir mücadele cephesi halini alamamış oluşu­na; bir adım daha öteye gidilirse ilerici, devrimci mücadele güçlerinin, gerçekleş­tirilmesi pekâlâ mümkün olan (halen de mümkün olmaya devam eden) mücadele olanaklarını sonuna kadar ve pratik olarak değerlendiremeyişine bağlı olarak ya-sanan bir gelişme olduğuna tanık olmak­tayız.

Bu zayıflığı, geçmişten beri taşınan hata ve zaaflarla ya da bugünkü mücade­le koşullarının çeşitli güçlükler taşımasıy­la açıklamak bütünüyle doğru değildir kuşkusuz. Karşıdevrimin çok yönlü ve ağır saldırıları, devrimci ve komünistlere yönelik baskılan, sendika ağalarının hain tutumları, küçük burjuva dar kafalılığının ya da pasifizminin hareketi baltalayıcı rolü, yığınların bilinç ve örgütlenme dü­zeyindeki gerilikler vb… Tüm bu zorluk ve engeller, eğer pratik devrimci tutumun gerekleri yerine getirilirse, işte ancak o zaman “çaresizleştirici”, “öldürü­cü”, “değişmez” zorluk ve engeller değil, ama ezilen kitlelerin gücüyle bloke edile­bilen, şöyle ya da böyle aşılabilip-etkisizleştirilebilen, mücadelenin doğal-kaçınılmaz engelleri haline gelebilecektir.

İşte devrim yılları boyunca o büyük ülkenin, Rusya’nın, şu ya da bu noktasın da proletarya devrimini örgütlemek için elinden gelen her şeyi yapmak üzere ha­rekete geçmiş bulunan Bolşevik bir mili tan, bütün zorluk, engel ve baskılara karşı, pratik devrimci değiştirici tutu­mun, önde gelen temsilcilerinden biri ol­muştur. Bu kişi, Stalin’dir. Stalin, müca­deleye atıldığı ilk andan başlayarak, Marksizm’in usanmaz bir öğrencisi olma­nın yanında, ulaştığı her yerde ve bulunduğu her alanda somut, devrimci bir dönüşüm yaratmayı ve bu arada kendisini de sürekli olarak yenilemeyi iş edinmiş olan bir proletarya militanıdır.

ÖRGÜTÇÜ VE GERÇEK BİR PRATİK DEVRİMCİ

Örgüt kavramı kuşkusuz değişik şekil­lerde anlaşılabilir ve anlaşılmaktadır. Ör­neğin kimileri, “örgütçü” denildiğinde, “devrimci örgüte adam kazanma”yı anlar. Bir başkası, örgütün gündelik işle­rini organize etmenin “örgütçü” kavramı­nın içeriğini tam anlamıyla doldurduğu­na inanır. Ya da kimisi, genel olarak, “devrimci örgüt işi yapmak örgütçülük­tür” inancına sahiptir. Oysa bunlardan hiçbirisi tek başına örgütçülük değildir.

Örgütçülük ve pratik devrimcilik; gün­demdeki gelişmeleri Ye mevcut durumu bir “yorumcu, yakınmacı” tavrıyla ya da “müzmin protestocu” tutumuyla veya etkisiz-beceriksiz çabalarla “tespit edip eleştirmek” değil ama mevcut durum ve gelişmeleri, ileriye doğru Ye pratikte de­ğiştirmek üzere devrimci eleştiriyle hücum edip, devrim yapma perspektifi, sorumluluğu, cesareti ve kararlılığıyla, ezilen emekçi kitlelerin kitlesel-istikrarlı mücadele ve örgütlerini alabildiğine güç­lendirerek çok yönlü, etkili, sistemli, pra­tik ve kitlesel çalışma konusu yapmak demektir. Bu, her bakımdan devrime tam anlamıyla adapte olmak anlamına gelir.

Stalin’in, sonrasında olduğu gibi Ekim Proleter Devrimi öncesindeki çalışma ve eyleminde, gerçek bir örgütçünün, ger­çek bir pratik devrimcinin cisimleşmiş gelişkin bir ifadesini görürüz. Örneğin, Bolşevik çalışmayı güçlendirmek üzere yıllarca görev yaptığı Kafkasya’daki çalışması öğreticidir. Onun, örnek bir örgütçü ve pratik devrimci oluşu, 1909’da yazdığı “Kafkasya’dan Mektuplar”a yansımıştır.

Ülkenin ve bölgenin güncel bir değer­lendirmesine dayanan karşı güçlerin durumunun analiz edilmesi, ellerindeki olanak ve araçların, bunların kullanabil­me imkânının hesaba katılması; işçile­rin yaşam ve iş koşullarının, bilinç ve ör­gütlülük düzeylerinin tanınması ve bunları etkileyen koşulların ortaya ko­nulması; sınıf ilişki ve çelişkilerinin tanınması, açığa çıkartılması ve çelişkile­rin ilerlemeye yol açacak tarzda nasıl derinleştirilebileceğinin hesap edilmesi; bütün bunlara dayanan ve uygun olan amaçların ve taleplerin belirlenmesi; be­lirlenen amaçlara ulaşabilmek için sarsıl­maz ve bükülmez bir irade ve yaratıcı ey­lemle sonuç almaya girişilmesi…

Bakû ve Tiflis’in fabrikalarında, sendi­kaların kurulması, gerici sendikaların ele geçirilmesi, belirli hedeflere ulaşabilmek için düzenlenen grevlerin amaçlarına ula­şabilmesi için, bütün olanakların sonuna kadar zorlanması ve sonuçlandırılması vardır burada. (Örneğin, Petersburg’da Kışlık Saray’a yapılan yürüyüşten birkaç hafta önce, yani 1904 yılı Aralık ayında, Bakû’deki petrol işçilerinin yaptığı sebat­lı ve uzun bir grev, işçiler ile işverenler arasında bir toplusözleşme imzalanmasıy­la sona ermişti. Rusya’da imzalanan ilk toplusözleşmeydi bu. Ve bu çetin grevde Stalin’in belirleyici bir rolü olmuştu.) El­bette ki bütün bu ve diğer çalışmaların genişletilebilmesi için, devrimci örgütün güçlendirilmesi ve en verimli tarzda mevzilendirilmesinin sağlanması, ajitasyon-propaganda ve aydınlatma faaliyetinin güçlendirilmesi için gerekli teknik donanımın sağlanması, araçların yaratıl­ması… (Stalin, Bolşevik çalışmanın yaygınlaşıp emekçi kitlelerle birleşebilmesi için, örgütün sağlam bir teknik donanıma ihtiyacı olduğunu iyi biliyordu. Bir gizli basımevi kurarken ve işletirken ya da başka bir teknik aracı işletirken, eldeki her olanaktan ustaca yararlanıyordu. Bununla ilgili ilginç ve biraz da eğlenceli bir örneği burada aktarmak istiyoruz: “Polisin elinden kurtulmaya çalışan Koba, Batum yakınındaki bir köye gitmişti. Baskı makinesini de beraber götürmüş ve orada Haşim adında bir Müslüman’ın evinde kalmıştı. Teşkilatın üyeleri, kadın kıyafetine girerek ve Kafkas kadınlarının geleneksel uzun peçeleri şadralarla yüzlerini kapayarak,

Stalin’in bulunduğu eve geliyorlar ve gizli bildirileri alıyorlardı. Bunu gören komşular kuşkulanmaya başlamıştı. Koba’nın para bastığı söylentileri yayılmaya başlamıştı. Köylüler, elde ettiği kârdan ken­dilerine de hisse istemeye geldikleri zaman, durum tehlikeli bir şekle girmişti. Ama Koba, yaptığı işin aslını anlatarak, köylülerin güvenini kazanmış olmalıydı. Bununla birlikte, İslam dinini kabul edeceği hakkında Haşim’e söz vermekten geri kalmamıştı.” (STALİN, Bir devrimcinin hayatı-1, Isaac Deutscher, Sosyal Yayınlar, Çev. Selahattin Hilav))

1901 yılından başlayarak, uzunca bir süre faaliyet yürüttüğü Kafkasya bölge­sinde Stalin’in (Kafkasya işçilerinin Koba’sının) yürüttüğü devrimci bir çalış­manın içeriği budur. O, burada gizli bir basımevinin örgütleyicisidir, devrimci bir gazetenin yayınlanmasının mimarıdır, fabrikalara dağıtılan devrimci bildirilerin yazandır, düzenlenen gösterilerin en önünde yürüyen militandır. Neredeyse dokunduğu her şeyde bir değişim yarat­maktadır ve sürekli olarak kendisini ye­nilemekte ve geliştirmektedir; o, buralar­daki çalışmalarını kendisi açısından çıraklık ve kalfalık yılları olarak değer­lendirmektedir örneğin. Elbette ki onun örgütçülüğü ve pratik devrimciliği, çarlı­ğın da yakın ilgisine layık olmakta ve gizli polis onun hakkında şöyle bir rapor düzenlemektedir:

“1901 yılı Ağustos ayında, Tiflis Sosyal Demokrat Komitesi, daha önce İlahiyat Okulu altıncı sınıfında öğrencilik yapmış bulunan üyelerinden birini, yani Josef Vissarion Cugaşvili’yi, fabri­ka işçileri arasında propaganda yap­ması amacıyla Batum’a gönderdi. Cugaşvili’nin gösterdiği faaliyetin sonucu olarak, Batum’un bütün fabrikalarında Sosyal Demokrat teşkilatları ortaya çık­maya başladı.” (a.g.e. s. 83)

İleri doğru hamleler yapabilmenin, somut adımlar atabilmenin vazgeçilmez koşulu ve şartıdır devrimci kadrolar. Ama gerçek bir devrimci militan, örgütçü olabilmenin şartı da somut ilerlemeler ve gelişmeler yaratabilmektir. Bugün Türkiye’de yaşanan yakıcı çelişki; gelişme ve saldırıları, bulunduğu fabrika, işyeri, yerleşim alanı, okul ve bölgesindeki yı­ğınların ana kitlesinin; bilinç, eylem ve örgütlenmesini geliştirici pratik çalışma­nın (yasal-yasadışı, sözlü-yazılı kitlesel ajitasyon, propaganda, teşhir, açıklama, kampanya, çağrı vb.) konusu haline getir­meyen devrimciler, sözde devrimci kal maya mahkumdurlar. Bunun yanında devrimin ve devrimci mücadelenin pra­tik olarak örgütlenebilmesi için bugün; bu çelişki, gelişme ve saldırılardan etkile nen kitlelerin en çoğuna, en anlaşılır, en etkili biçimde ve kesintisizce gitmek ve onların tek tek alanlarda ve birleşik olarak en çoğunu, en kararlı biçimlerde, en somut talepler için harekete geçirmek; güçlerini en etkin biçimde kullanıp birik­tirecekleri ve belirleyici savaşlara hazırlanacakları, en kitlesel, en işlevli, en daya­nıklı ve pratik araçlara kavuşturmak üzere her olanağı kullanarak en fazla ça­bayı gösterebilmeliyiz!

Bunun için vazgeçilmez olan şeyler den birisi vardır ki, bu devrimin ve devrimci kitle hareketinin örgütlenmesi için tam anlamıyla bir zorunluluktur: Parti disiplini.

Parti disiplini, devrimin bir parçası olmayı değil, ama devrimi yaşamının bir parçası yapmayı kafaya koymuş olan bir oportünist için, boğucu, özgürlüksüzleştirici, sıkıcı ve birey haklarını baltalayıcı bir şey ya da bir türlü azaptır. Ama pro­letaryanın kurtuluşunun, herkesin kurtu­luşu olduğunu ve herkes kurtulmadıkça, hiç kimsenin kurtulamayacağım çok iyi bilen proletarya devrimcileri için ise devrime parti disipliniyle kenetlenmek gerçek bir özgürlük anlamını taşır. Burjuva dünyasından onu yıkmak üzere ve ona karşı tam bir koşusu gerçekleştir­mek isteyenler için gerçek ve somut bir olanaktır bu.

Stalin’in bütün devrimci yaşam ve ey­leminde, sarsılmaz bir parti disiplini ve bükülmez bir irade kendisini açıkça gös­termektedir. O, parti disiplinini, partinin taktik ve stratejileriyle yaratıcı devrimci eylemin birleşmesi olarak görüyor ve daha 1903 yılında şunları söylüyordu:

“Savaşçı proleterin partisi, fertlerin rasgele bir araya toplanmasından ku­rulmuş bir yığın olamaz. Parti, merkezileşmiş ve tutarlı bir teşkilat olmalı­dır… Partinin görüşlerini pasif bir şekilde kabul etmek yeterli değildir. Herhangi bir programı kabul etmeye hazır bir yığın geveze ve boşboğaz her zaman bulunur…”(a.g.e. s. 101)

Gerçekten sözü edilen dönemde, sos­yalist programları benimseyen birçok kişi vardı. Ama devrimin ihtiyaç duyduğu kişiler, Lenin’in deyimiyle “doğrudan ey­leme dalan” asla sarsılmayan bir disiplin ve başarma tutkusuyla harekete geçen, üzerinde iş yapılacak olan nesne eğer demir kadar sertse, ona çarpıp geri dönmeyen ama çelikten bir parti disipliniyle onu değiştirebilmeyi başaran kadrolardı. Eğer böylesi Bolşevik kadrolar olmasay­dı, Ekim Devrimi’nin gerçekleşmesi ola­naksız olurdu. Stalin bunu biliyordu, Marksizm’i bir eylem kılavuzu olarak kavramıştı, düşünce ve eyleminde onun­la silahlandırmıştı kendisini. Stalin’i, Sta­lin yapan şey işte buydu.

ASLA “TOPRAK”TAN KOPMAYAN BİR MİLİTAN

Stalin, “Pratik Çalışma Üzerine” baş­lıklı yazısında, komünistlerin kitlelerle bağlan hakkında şunları yazar:

‘Yığınlarla bağlantı, bu bağlantıları güçlendirme, yığınların sesini dinleme­ye hazır olmadır. Bolşevik önderliğin gücü ve yenilmezliği burada yatar. Geniş halk yığınlarıyla bağlarını sür­dürdükleri sürece Bolşeviklerin yenil­mez olacağı, bir yasa olarak kabul edi­lebilir. Ve tersi; Bolşeviklerin tüm güçlerini yitirmeleri ve bir hiç haline gelmeleri için, yığınlardan kopmaları ve onunla bağlarını kaybetmeleri yeter, bürokratik pasla kaplanmaları yeter.

Eski Yunan Mitoloji düşüncesinde, deniz tanrısı Poseidon ile toprak tanrı­çası Gaea’nın oğlu olan Anteus adlı unlu kahraman vardı. Anteus, kendisi­ni doğuran, besleyen ve büyüten anne­sine özellikle bağlıydı. Bu Anteus’un ye­nemediği kahraman yoktu. Yenilmez bir kahraman sayılıyordu. Anteus’un gücü nede gizliydi? Bir düşmanla kav­gaya giriştiğinde, kendisini doğuran ve besleyen anasına dokunur ve yeni bir güç kazanırdı, İşte Anteus’un gücünün kaynağı. Ama gene de bir zayıf noktası vardı —topraktan herhangi bir biçimde ayrılma tehlikesi. Düşmanları, Ante­us’un bu zayıflığını hesaba katıp onu gözlemeye başladılar. Ve bu zayıflığın­dan yararlanıp Anteus’u yenen bir düş­man buldular. Bu, Herkül’dü, Herkül, Anteus’u nasıl yendi? Anteus’u topraktan ayırıp havaya kaktırdı. Anteuse’un toprağa dokunma olanağını ortadan kaldırıp onu boğuverdi.

Sanırım, Bolşevikler bize Yunan Mi­toloji kahramanı Anteus’u hatırlatıyor­lar…” (Stalin, Örgütlenme Üzerine, Yorum Yayınları)

Stalin, 1901’den başlayarak Ekim Devrimi’ne kadar, 17 yıl boyunca tam bir ye­raltı militanıydı. Bu dönem boyunca 7 kez sürgün edildi ya da tutuklandı. Ama her tutuklanmanın ardından o, yine top­rağa, kitlelere döndü. Onun, yıllar sonra geriye dönüp baktığında devrimci çalış­manın başarı koşullarından en önemlisi olarak gördüğü şey bu olacaktı: Ezilenle­rin olabilecek en fazlasıyla ilişki kurmak. Bir Bolşevik olarak Stalin’in çalışma tar­zında, ezilen kitlelerle bağı koparmamak, tersine sürekli olarak güçlendirmek için mutlaka bir yol bulunurdu. Evet, o, tam 17 yıl boyunca bir yeraltı militanıydı: Ama onun açısından yeraltı militanı olmak demek, emekçilerle ve işçilerle bağlan koparmak anlamına gelmiyor, tersine, kitle hareketini örgütlemek için sınırsız bir olanaklar toplamını, sınırsız bir özgürlük ortamını ifade ediyordu.

İflah olmaz bir yasalcı için, yeraltı ya­şamından daha boğucu olan ne vardır? Böyle bir kişiye, yasadışı çalışma, tehlike­li, riskli, boğucu bir esaret ortamı olarak görünür. O, sadece yasal araçlarla ve üs­telik kendince daha fazla insana seslenme imkânı varken, gizli çalışmanın temel alınmasındaki inatçılığı anlayamaz. Ona böyle bir düşünce (gizli çalışmayı temel alma düşüncesi) dar kafalılık ya da mace­racılık olarak görünür. Gizli çalışmanın yasal çalışmadan kat kat özgür olduğu bir yana bırakılırsa, devrimci kitle çalışmasında yasal olanaklardan azami olarak yararlanabilmenin koşulunun gizli örgüt ya da gizli çalışmanın temel alınması gerektiği, devrim tarihi tarafından onlarca kez kanıtlanmıştır. Gerçekten, Ekim Devrimi bu açıdan çok iyi bir örnektir. “Ya­salcı Marksistler”in kitlelerden kopması, ama güçlü, sağlam, esnek ve çelikten bir disiplinle örülü Bolşevik Parti’nin, dev­rim için yığınların yaratıcı gücünü hare­kete geçirebilmesi bu açıdan çok iyi bir örnektir. Bir Bolşevik militan olarak Stalin 17 yıllık yeraltı yaşamı, bu açıdan ge­lişkin bir örnektir. 0, bütün bu dönem boyunca, çalışma yürüttüğü yerlerde yasal olanaklardan en verimli tarzda ya­rarlanabilmeyi çok iyi bilmiştir. Örneğin o, Bakûlü petrol işçileri arasında yürüttü ğü çalışma sırasında yazdığı mektuba, şu notu düşürmektedir:

“Eğer örgütümüz krizi nispeten kolay atlatabildiyse, eğer faaliyetine hiçbir zaman ara vermediyse ve tüm güncel sorunlara şu ya da bu biçimde tepki gösterdiyse, bunu birçok bakım­dan kendisini çevreleyen ‘legal olanaklar’a borçludur.” (Stalin, Eserler-3, İnter Yayınları)

Yasal olanaklar, elbette burjuvazinin işçilere ve devrimcilere bahşettiği bir şey değil ama bizzat onların mücadelesinin bir sonucu, bir ürünüdür. Bunlar, burju­vazi tarafından, işçi sınıfına ve devrimci örgütlere daha güçlü saldırılar düzenle­mek için geri atılan bir adını anlamım da taşıyabilir. Ama devrimci yaratıcı çalış­ma, bu olanakları, burjuvaziyi daha da geriye doğru adım attırmanın, yere yık­manın da bir olanağıdır. Yeter ki, komünist örgüt ve komünist militanlar, bu yönde hareketli, esnek ve sağlam bir bi­çimde harekete geçebilsinler ve emekçi yığınları bu yönde hareketlendirebilsinler.

DEVRİMCİ RUS ATILIMCISI, AMERİKAN PRATÎKÇİSİ

“a) Rus devrimci atılımı ve b) Ame­rikan pratiği anlayışı, Leninizm’in tarzı, bu iki özelliğin parti… çalışmasında birleşmesidir.

Rus devrimci atılımı, eylemsizliğe, yerleşmiş verimsiz alışkanlıklara, tutu­culuğa, zihin durgunluğuna, eski gele­neklere kölece bağlılığa karşı panzehir­dir. Rus devrimci atılımı öyle canlandırıcı bir güçtür ki, zihni açar, ileri doğru iter, eskiyi parçalar, pers­pektifler açar. Bu atılım olmadan hiçbir ilerici hareket mümkün değildir.

Amerikan pratiği anlayışı, tersine, ‘devrimci’ Manilovizme ve işgüzarlığa karşı panzehirdir. Amerikan pratiği an­layışı, engelleri tanımayan, her cins ve her türlü engeli verimli çalışmayla de­viren, önemsiz de olsa başladığı işi mu­hakkak bitiren ve ciddi bir kuruluş ça­lışmasında mutlaka edinilmesi zorunlu olan yılmaz bir güçtür.

Ancak bu ikisinin birleştirilmesi bize, tam Leninist militan tipini ve ça­lışmada Leninist tarzı verir.”(Stalin, Leninizm’in Sorunları, Sol Yayınlan, s. 100 vd.)

Stalin, bunları, 1924 Nisan’ı başların­da Sverdlov Üniversitesi’nde verdiği kon­feranslar sırasında söylemektedir; söyle­nenler Leninizm’in çalışma tarzına ilişkindir. Bunlar, Stalin’in bütün devrim­ci hayatı boyunca karşılaştığı ve aştığı engellerden, denk geldiği ve çözdüğü so­runlardan, oportünist unsurlara karşı acı­masız ve sert mücadelelerinden, yani karşıdevrimci eyleminden ve Bolşevik Parti’nin çetin mücadelelerinden vb. çı­kardığı derslerin en özlü anlatımlarından birisidir.

Dikkat edilecek olursa, burada, dev­rimci çalışma açısından iki olumsuz yön, iki ciddi hastalık sıkı bir eleştiriye tabi tutulmaktadır. Bunlardan birincisi; “Kö­keni, her şeyi yoluna koyabilen, her şeyi değiştirebilen, kararnamelerin kerameti­ne körü körüne inanma olan ‘devrimci’ iş­güzarlık hastalığı, devrimci plan yapma hastalığı”dır. İkincisi ise; “kısa sürede yozlaşma tehlikesiyle karşı karşıya olan, dar pratikçilik ve ilkesiz işgüzarlıktır. Diğer yandan da Leninist çalışma tarzı açısından olmazsa olmaz (olmazı oldurmak için olmazsa olmaz) iki devrimci vurgu yapılmaktadır burada. Bun­da, çalışmada sürekli bir ihtilalcilik, devrimci coşku ve girişilen her eylemden sonuç almak ve başarma tutkusu özetlenebilir.

Bizim ülkemizdeki güncel devrimci mücadelenin sorunları açısından düşünürsek, buradan şu somut sonucu çıkarabiliriz:

Binlerce, on binlerce ezileni etkileyen yakıcı gelişme ve sorunları yine binlerin, on binlerin mücadele ve örgütlenmesine, giderek birleşik hareketine yol açacak gelişme ve sorunlar olarak değerlendirmek; kendi ilerici, devrimci varlığını böylesi bir mücadelenin örgütlenmesinin aracı olarak arındırmak, yenileyip geliştirmek. Bugün, devrimci çalışmanın ve devrimci militanın başlıca uğraşısı ve başlıca ölçütü bu olmalıdır.

Değilse, “doğruları kabul edip savunarak” “yanlışları eleştirerek”, “devrimci ilerlemeyi değil ama ‘devrimci’ plan yapmayı iş edinerek”, “çalışmaya gerçek bir ihtilalci ruh hali yerine, sorunlar altında boğulan bir sızlanıcının ruh halini geçirerek”, “devrimci teoriyle daha fazla silahlanma yerine, ondan biraz daha uzaklaşarak, zihni biraz daha durağanlaştırarak” devrim örgütlenemeyeceği gibi, böylesi bir mücadelenin” bir arpa boyu yol ala­mayıp, zaferler kazanamayacağı asla unutulmamalıdır. Devrimi pratik olarak ör­gütlemek için gerekli olan; pratik yaşam ve mücadele koşulları içinde doğruları yapmak, yanlışlardan kaçınıp, yanlışları gidermektir. Bu olmadığı takdirde, geliş­melerin doğal zorluk ve engelleri ile mevcut koşullar; taşıdığı muazzam müca­dele olanaklarının sonuna kadar değer­lendirilmesi çabasının, sorumluluğunun ve kararlılığının (yani pratik devrimcili­ğin) değil; ama ortaya çıkardığı “muaz­zam sınırlılıkların”, çaresizlik ve yalpalamalara gerekçe yapılışının (yani “devrimci lafazanlığın”) konusu yapıla­rak ele alınmış olacaktır.

Eğer “devrimci lafazanlığı” ve “dar pratikçiliği-ilkesiz işgüzarlığı”, devrimi pratik olarak ve yenilenmiş bir enerjiyle örgütlenmeye yeğlemeyeceksek; eğer kimin hangi yanlışı ya da gericiliği yaptı­ğı üzerine değil, ama bizim hangi doğruları yaptığımız ve daha nasıl yapacağımız üzerine söz ve eylem oluşturacaksak;

Devrimci yaratıcılık ve çalışmada ihtilalcilikle, işçi sınıfını, Kürt halkını, emek­çileri, gençliği ve devrimci komünist saf­ları, güncel gelişmelerin yakıcı hale getirdiği sorun, ihtiyaç ve talepler için, tek tek ve birleşik olarak yürüteceği mü­cadelelere hazırlanmak üzere somut iş, kararlı ve etkili bir faaliyet yürütmek zorundayız.

Değilse, kimsenin sızlanıp yakınmayı, gelişmelerin öncesi ya da sonrasında ahkâm kesip, yerli yersiz ve sonu gelmez yorumlar yapmaya hakkı olmadığı gibi, bunun devrimcilik adına hiçbir pratik an­lamı da yoktur.

Unutulmamalıdır ki bugün, “bekleme, sızlanma, yorum” değil; ezilen kitlelerin bilinç, örgüt ve eylemini geliştirecek işe yarar, pratik ve ihtilalci kararlar alma ve değiştirici, çok yönlü, etkili, inatçı ve somut girişim zamanıdır. Yukarda kısaca aktarmaya çalıştığımız, Stalin’in Leninist çalışma tarzı ve Leninist militan tipi hakkında söylediklerinden, ülkemizin güncel devrimci mücadelesi bakımından çıkara­bileceğimiz sonuçlar, böylece özetlenebi­lir. Ve Stalin’in kendi devrimci eylemi bunun ayrıntılı, zengin ve çok yönlü bir örneğini oluşturmaktadır.

BİR YILDIZ

Stalin’in devrimci eylemi, devrimci ya­şantısı ve devrimci eserleri; her işçi, her emekçi, dünyayı devrimci değiştirmek is­teyen her aydın ve geleceği kazanmak is­leyen her genç tarafından, bugün her za­mankinden daha iyi, her zamankinden daha dikkatle ve daha ayrıntılı incelen­melidir. Biz onu, 115. doğum gününde en öne çıkmış sorunlarından birisi eksenin­de anmaya çalıştık. Bir komünist, devrim için can vermiş bir komünist için düzen­lenen bir anma toplantısında şunları söy­lemişti: “Devrimci kadroları ve devrim­ci önderleri anmamızın, onların ölülerine bir faydası yoktur. Onların ruhunu şad etme gibi bir kaygımız ve amacımız da yoktur, biz materyalistiz. Onları kendimiz için anarız.” Stalin gibi Bolşevik bir önderi, bu açıdan bakıl­dığında, her zaman çeşitli yönleriyle ana­biliriz ve anmalıyız.

Bencillik, bana necilik, kendi başını kurtarma hayalleri, dünyayı kurtarmak bana mı/bize mi kaldı düşünceleri, yeme­yen domuz ilkeleri, köşe dönücülük, sö­mürü, hırsızlık ve her türden alçalma gibi hastalık, eğilim ve tutumlar, özel mülkiyete dayalı bu sömürü, baskı ve yozlaşma düzeni sürdükçe varlığını şöyle ya da böyle devam ettirecek ve egemen sınıflar tarafından “liberalizm, özgürlük, çağdaşlık, yükselen değerler, globalleş­me” vb. sloganlarla türlü ideolojik, poli­tik, pratik çarpıtma kampanyalarıyla yay­gınlaştırılmaya çalışılacaktır.

Ama sömürücü kapitalist sınıfların, düzenin çanak yalayıcılarının ve bunların artığıyla beslenen küçük burjuvazi ve sı­nıfına, kendisine yabancılaşmış her tür­den ayak takımının dünya görüşünü ve yaşam biçimini ifade eden bu olgu ve de­ğerler, ne topluma refah, zenginlik, öz­gürlük vs. getirebilecek ne de bu düzenin ezip tüketmek istediği başta işçi sınıfı olmak üzere, halk kitlelerinin sonsuza değin “uygar köleliğe” boyun eğmesini sağlayabilecektir.

Ve yaşam, bu hastalıklı, çürüyen olgu, kavram, değerler ve düzenle birlikte, bunlardan ayrı, capcanlı, sağlıklı ve geliş­ken olan, “kolektivizm, dayanışma, sevgi, toplumsal kurtuluş, toplumsal refah, top­lumsal özgürlük, toplumsal eşitlik” gibi, “herkesten emeği/yeteneği ölçüsünde, herkese emeği/yeteri kadar- sosyalizm/ komünizm” gibi “devrimci isyan, mücade­le ve devrimci parti” gibi olgu, değer, dünya görüşü ve toplumsal düzeni de içinde barındırmaktadır. Ve gerçekten yeni bir dünyayı kurmayı bir temenni, bir istek, bir özlem olarak değil; ama devrim­ci pratik olarak örgütlemeyi kesin bir zo­runluluk olarak kavrayan ve bu devrimci değerlerin egemen kılınmasını, gerçek öz­gürlük için bir mahkûmiyet olarak gören bizler için, yüzümüzü döneceğimiz ve örnek olacağımız, ışığı hiç sönmeyen ve asla sönmeyecek olan bir yıldız vardır.

Stalin, ışığı hiç sönmeyen bir yıldızdır.

Aralık 1994

Şubat ve Parti

Ayrılık vardır, ayrılık vardır. Benim düşüm, olayların doğal akışının ötesine geçebilir, ya da olayların doğal akışının hiçbir zaman gitmeyeceği bir doğrultuya sapabilir. Birinci halde, düşten hiçbir kötülük gelmez; çalışan insanın enerjisini destekler, güçlendirir bile. … Böyle düşlerde çalışma gücümüzü çarpıtacak ya da felce uğratacak hiçbir şey yoktur. Tam tersine, eğer insan böyle düş görme yeteneğinden tamamen yoksun olsaydı, ara sıra zihni, ilerilere atlayarak ellerinin henüz biçim vermeye başladığı ürünün tam ve eksiksiz tablosunu gözünün önünde canlandıramasaydı, o zaman, insanı, sanat, bilim ve pratik çaba alanında büyük ve zahmetli işlere girişmeye ve tamamlamaya hangi itici gücün sürükleyeceğini düşünemezdim bile… Eğer düş gören kimse, düşüne ciddi olarak inanırsa, yaşamı dikkatle gözler, gözlemlerini gökte kurduğu şatolarla karşılaştırırsa ve eğer, genel olarak söylemek gerekirse, düşünün gerçekleşmesi için bilinçli olarak çalışırsa, düş ile gerçeğin arasındaki ayrılığın hiçbir zararı olmaz. Düşlerle yaşam arasında bir bağ varsa, her şey yolundadır.”

Rus Devrimi’nin bütün imkânlarını işçi sınıfının temel ereklerine bağlı olarak birleştirebilecek, bütünleştirebilecek ve düzenleyebilecek bir devrimci işçi partisine olan ihtiyacın kavurucu bir hale geldiği dönemde, böyle bir partinin planını yaparak hem hasımlarıyla hem de yoldaşlarıyla sorunu tartışan Lenin, tartışmanın en can alıcı yerinde Pissarev’in yukarıdaki sözlerini aktarmakta ve “işte biz bunun düşünü görmeliyiz” demektedir: Daha sonra tarihin şimdiye kadar tanıdığı, en hareketli, en esnek ve en sağlam işçi örgütü olacak olan Bolşevik Parti’nin düşüdür Lenin’in gördüğü.
Bu düş, yüzlerce ve binlerce Bolşevik militanın inatçı olduğu kadar sabırlı; akıl almaz bir heyecana dayandığı kadar bilimsel; gerçekten devrimci bir düş-gücüne dayandığı kadar somut; işçi kitlelerine yakın olduğu kadar kıvrak ve ileriyi görebilen, devrimin en karmaşık ve zorlu anlarında bile kitlelerin ruh halini gözetebildiği kadar çabuk ve doğru kararlar alabilen ve yine kitlelere benimsetebilen; düşmanı çok iyi tanıdığı kadar onun sahip olduğu bütün araç ve yöntemleri ustaca kullanmayı çok iyi bilen devrimci çalışmaları ve eylemleri sonucu somutlaşmış ve bizim bugün Leninist parti olarak adlandırdığımız gerçeklik haline gelebilmiştir.
Parti, Marksizm-Leninizm’in genel ilkeleriyle yoğrulmuş, onunla donatmıştır kendisini. Ama proleter devrimini örgütlemek üzere kendini yükümlü kıldığı alanın ve onu etkileyen ve ondan etkilenen bütün alanların somut ve devrimci bir analizini yapmak ve bunun üzerine eylem inşa etmek için bir silah olarak kullanır onu. Devrimci teorinin geliştiricisi, ilerleticisi ve en kararlı savunucusudur. Aydınca ukalalıklar ve “bilimsel” fikir jimnastikleri yapmak için Marksist literatürü kullanan her türlü oportünist ve revizyonist akım ve kişi daima karşısına onu alır, karşısında onu görür. Bu açıdan parti böylesi laf ebelerini kahrından çatlatır.
Parti’nin temel varlık alanı işçilerin, emekçilerin ve onun genç kuşaklarının bulunduğu bütün alanlardır. O, kendi gelişiminin ve kendi değiştiriciliğinin biricik yerinin burası olduğunu bilir. Görevi işçi sınıfı adına tatlı planlar yapmak değil, şuradaki veya buradaki işçilerin birazcık daha iyi ücret alabilmeleri için kapitalistlere yaltaklanmak da değil; ama işçi sınıfının sınıf savaşımının örgütlenmesidir. Parti işçileri en çetin mücadelelere hazırlamak üzere eğitir ve bu arada kendi eğitimi için de en iyi olanaklara kavuşur, işçi kitlelerinin eğitimi için hazırladığı ve kullandığı bütün materyallerde ve ilişki biçimlerinde anlatmak istediği her şey çok nettir. Parti’nin yığınlara verdiği bütün mesajlar ve yaptığı bütün çağrılar açık ve dolaysızdır.
Taktik ve strateji ustasıdır Parti. Devrimin uzun ve çetin mücadelelerle dolu bir süreç olduğunu bildiği gibi, yine devrimin milyonlarca işçinin ve emekçinin tutkusu, hayal gücü, bilinci, eylemi ve devrimci hamlesiyle gerçekleşeceğini de bilir. Bütün militanlarıyla ve bütün araçlarıyla proletarya eylemine kilitlenmiştir. Devrimin önderidir parti. Her verili somut durumda, sınıfın nereye yöneltileceğinin, hangi devrimci aracın anında bir başkasının yerine konulacağının, sınıf savaşımında hangi silahın hangi hedefe yöneltileceğinin ustasıdır parti.
Partiye ruhunu, tarihin şimdiye kadar tanıdığı en bilimsel ve en ilerci dünya görüşü olan Marksizm Leninizm ve yine tarihin şimdiye kadar tanıdığı en devrimci sınıf olan işçi sınıfının devrimci hasletleri verir. O, devrimci yükseliş dönemlerinde etrafında biçimsel olarak toplanan öğelerin, devrimin en ıstıraplı dönemlerinde kendisini terk etmesine aldırış etmez. Oportünist öğelerden arına arına, “zor zaman kadroları”yla çelikleşe çelikleşe yolunda yürüyeceğini bilir.
Devrimci sınıf, mücadelesinde bütün araçları ve yöntemleri gerektiği zaman ve gerektiği gibi kullanmak zorundadır. Ama onun bunu en yetkin tarzda başarabilmesi için bütün geçici ve koşullara bağlı araçların yanında bunların kullanımının sürekliliğini de sağlayabilecek en etkili silahına sahip olması zorunludur. Parti işçi sınıfının asla vazgeçemeyeceği silahıdır. Çünkü devrimci proletarya, elindeki olanakları, araçları, yöntemleri ve süreçleri temel amaçlarına uygun olarak seçme, belirli bir eylem hattına oturtma, birleştirme ve bütünsel olarak hareket ettirme etkinliğini ancak devrimci komünist partisi aracılığıyla başarabilir. Parti asla vazgeçilemez olandır.
Yeni bir hayatın ve yeni bir dünyanın temsilcisidir Parti. Lime lime dökülen, her tarafından her gün biraz daha çürüyün ve çöken burjuva dünyasının içinde ayrı bir dünyadır. Devrimci proletaryanın gelecek tasarımının bugünden bir modeli, Parti’de somut bir ifadesini bulur.
Parti, daima hatalarından öğrenir. Bu öğrenme, sadece kendisiyle sınırlı değildir. Bütün devrimlerin ve devrimci partilerin de tarihi tecrübesine sahiptir ve onların hata ve yanlışlarından da ders çıkarmasını çok iyi bilir. Hata yapmaz, eksiklik göstermez, yanlış nedir bilmez değildir parti. O hata da yapar, kimi dönemlerde kimi zaafları da taşır bünyesinde. Bu açıdan bakıldığında, kimi burnu büyüklerin tasarladığı gibi mükemmel ve saat gibi işleyen bir aygıt değildir. Ama o, özeleştiriyi ilerlemesinin ve gelişmesinin en etkili araçlarından birisi olarak sımsıkı kavrar.
Lenin, “işte biz bunun düşünü görmeliyiz” demişti Ekim’den önce. Lenin’in parti düşü, Leninist parti gerçekliği olarak tam on beş yıldır ülkemizde yaşamaktadır. Salon toplantılarında değil, masa başlarında değil, entel kulüplerinde değil; ama Türkiye proletaryasının, emekçi halkının ve onların genç kuşağının bağrında kurulan; işçi sınıfımızın ve halkımızın yüzlerce kahramanın kanıyla, canıyla ve eylemi ve bilinciyle yaşayan devrimci komünist bir partidir bu. Ve o, her gün biraz daha çelikleşmekte, devrim sanatında her gün biraz daha ustalaşmakta, işçi hareketi içinde her gün biraz daha kök salmaya devam etmekte, dosta ve düşmana inat her gün biraz daha hızlı yürümektedir…

Şubat 1995

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑