Saflar netleşti: Sıra, örgüt ve mücadele biçimlerini değiştirmekte

Bütün belirtiler işçi ve emekçi sınıflar hareketinin yeni bir kabarışın eşiğinde olduğunu gösteriyor. Ama yaşanan günlerin özelliği sadece bir “eşikte” olmaktan ibaret değil. Son bir kaç günde ortaya çıkan olgular, sistemin, kurumlarının ve bu kurumlardaki kişilerin rollerini çok çarpıcı bir biçimde ortaya çıkarmış bulunuyor.
Özelleştirme Yasası nihayet Meclis’ten geçti. Cumhurbaşkanı tarafından da imzalanarak yürürlüğe girdi. Bütün özelleştirmeciler pürneşe. Kimine göre “60 milyar dolarlık” görülmemiş yeni bir kaynak yaratıldı, kimine göre “son sosyalist devlet yıkıldı”, kimine göre ise bir “ekonomik devrim yasası” çıkarıldı.
Kuşkusuz yasanın çıkarılması sermaye ve onun temsilcileri için önemli bir başarıdır, sermaye ve hükümet işçi ve emekçilere saldırmak için oldukça önemli bir mevzi kazanmışlardır. Ama yasanın çıkmış olması demek, artık özelleştirmenin önündeki tüm engellerin kalkmış olduğu anlamına gelmiyor. Tersine bütün dünyadaki özelleştirme deneyimlerinde de görüldüğü gibi özelleştirme girişimlerinin önündeki asıl engel, parlamentolardaki burjuva klikler arasındaki çekişme değil, işçi sınıfı ve emekçi sınıfların direnişleri olmuştur. İşçi ve emekçi yığınların direnişi kırılmadan özelleştirmeleri gerçekleştirmek daha doğrusu özeleştirmeden beklenen sonuçları elde etmek hiçbir ülkede olanaklı olmamıştır. Bu nedenledir ki; özelleştirmelerde ne kadar ileri gidilebileceğini, hedeflenen sonucu alıp almayacaklarını, mücadelenin bundan sonraki seyri belirleyecektir. Sorunun bu yanına bu yazının son bölümünde tekrar döneceğiz. Ancak burada, öncelikle Özelleştirme Yasası’nın çıkarılması sürecinde yaşananlar ve ortaya çıkan olgular mücadelenin bundan sonraki seyrinde önemli olacaktır. Bugün olup bitenleri anlamak için son bir kaç yılda olanları anımsamak ilginç olacaktır.
Türkiye’de özelleştirmenin ilk gündeme gelmesi, İngiltere’de Thatcherizm rüzgârlarının estiği 1970’lerin ikinci yarısındadır. Bu yıllarda sadece büyük sermayenin bir kesimi ile bunların ideologları KİT’lerin özelleştirmesini savunuyorlardı. Ama bu kesim öylesine dardı ki; sermayenin bir dediğini iki etmeyen 12 Eylülcüler bile özelleştirmeyle ilgili sermaye çevrelerinden gelen istemlere pek kulak asmadılar.
12 Eylül sonrasında ANAP’ın iktidara gelmesiyle birlikte, özelleştirme ekonomik olmaktan çok, ideolojik bir motif olarak yeniden gündemin başına getirilip işlenmeye başlandı. Her derde deva bir özelleştirme edebiyatı yapıldı, ama ANAP’ın meclisteki mutlak çoğunluğuna rağmen bir Özelleştirme Yasası çıkarılarak başlıca KİT’lerin özelleştirilmesine ilişkin ciddi hiçbir adım atılmadı. Ancak SB’de Gorbaçovcular’ın işbaşına gelmesi ve uluslararası planda büyük bir anti-sosyalist kampanya örgütlenmesine paralel olarak özelleştirme, konusunda sermaye cephesinde somut adımlar atılması için çabalar başladı. 1992’de sadece ANAP’ın programının başında yazılan özelleştirme geçen iki yıl içinde tüm düzen partilerinin programının başına yazıldı. Sadece partiler değil, sendikalar da son bir kaç yıl içinde açık ya da gizli özelleştirmeci haline geldiler.
Sürece biraz daha yakından bakıldığında son birkaç yıl içindeki hızlı değişimin nedenleri daha açık görülür.
Örneğin, 1990 yılında ANAP dışındaki hemen bütün siyasi partiler, Türk-İş danışmanları, üniversitelerdeki ve gazete köşelerindeki tüm sosyal-demokrat, demokrat ve ilerici bilim adamları, aydınlar, kısacası bir avuç sermaye yanlısı aşırı liberal ekonomist ile sonradan ikinci cumhuriyetçi olacak bir kaç eski Marksist dışında herkes özelleştirmeye karşıydı. DYP’yi gizli özelleştirmeci olarak bu listenin dışına çıkarırsak, geriye kalan parti, sendika ve aydın çevreler, 1990’da, “özelleştirmeye hayır” diyorlardı. Ama aradan 2-3 yıl geçtikten sonra SHP, CHP gibi kendilerini öteki partilerden ayırmak için devletçilik ve KİT’leri kurmuş olmakla övünen partiler de dahil tüm burjuva partileri, özelleştirmede ANAP’ı da sollayıp özelleştirmeye “damga vurmayı” amaçlar hale gelmişlerdir. Örneğin SHP Genel Başkanı Murat Karayalçın, parti içindeki özelleştirmeye biraz hor bakan azınlığı, “özelleştirmeye DYP’nin tek başına sahip çıkmasının parti için kayıp olacağı” biçiminde eleştirmesi, SHP ve öteki sosyal-demokratların geldiği yeri göstermesi bakımından ilginçtir. Daha bir yıl önce “özelleştirmeye Hayır panelleri düzenleyen, işçilerin önünde özelleştirme aleyhinde konuşma yapan sendikacılar; bugün “özelleştirmeye kamu bankalarından başlansın”, “stratejik olan işyerlerinde özelleştirme yapılmasın” gibi özelleştirmeye çanak tutan bir tutum benimser duruma gelmişlerdir. Dahası, geçtiğimiz yaz aylarında, “Özelleştirme Yasası Meclis’e geldiğinde Meclis’i ablukaya alıp yasayı engelleyeceğiz” diyen Türk-İş’in en büyük ağalan özelleştirme Meclis’ten geçerken yasak savma babından da olsa, bir demeç verme zahmetine katlanmamışlardır.
Bu duruma nasıl gelindiği önemlidir, ama öncelikle burjuvazinin ve hükümetlerin amacına kısaca değinmekte yarar var: İngiltere, Arjantin, Meksika, Brezilya, Şili ve öteki ülkelerdeki deneyleri değerlendiren uluslararası burjuvazinin ideologları, Türkiye’deki özelleştirme yanlılarına şu öğüdü veriyordu: “Ne yapıp edin sendikaları, öteki emekçi yığın örgütlerini ve aydınları özelleştirmeye kazanın. Aksi halde özelleştirme başarılamaz”.
Sermaye çevreleri ve hükümetler bu konudaki uyarıları ciddiye aldılar ve medyayı da arkalarına alarak yoğun bir kampanya yürüttüler. Ve hem aydınları, hem de sendikalar başta olmak üzere, değişik emekçi yığın örgütlerinin yöneticilerini, sendikaların uzmanlarını ve özelleştirmeye eskiden karşı olan sosyal demokrat ve ilerici aydın çevreleri özelleştirmeye kazandılar. Yaşanan sürece bakıldığında bu ikna sürecinin arkasında hiç de karmaşık olmayan bir tuzak kurulmuştu. Tuzak şöyleydi: Bir yandan medya ve öteki propaganda merkezleri kullanılarak kulakları sağır, gözleri kör edecek bir “Özelleştirmeye Evet” kampanyası yürütülerek, enflasyondan dış politikada iflasa kadar her konuda KİT’ler suçlanacaktı; özelleştirmeye karşı olanların önüne de bir soru atılacaktı. Soru şöyleydi: “KİT’leri özelleştirmeden kâra geçirilip, verimliliği artırılabilir mi”? Özelleştirmeye karşı olduğunu iddia eden pek çok çevre bu soruya yanıt aramaya koyuldu. Bu soru, değişik biçimlerde soruldu ve her platformda tartışma başlatıldı. Sendikalar, lüks otellerin lobilerinde ya da kendi salonlarında “Özelleşmeye Hayır” adı altında paneller düzenlediler; özelleştirme yanlısı kişileri de bu panellere çağırarak üniversitelerden “özelleştirmeye karşı olduğu” bilinen, en azından kendisi öyle iddia eden profesörler çağırıldı, işçiler bunların fikirleriyle “irşat” edilmeye çalışıldı. Ama sorun sis tem içinde KİT’lerin kâr eden kuruluşlar haline getirilmesi tartışması olarak yürüdüğü için, görünüşte “Özelleştirmeye Hayır” toplantıları gerçekte “Özelleştirmeye Hayır demenin ne kadar anlamsız olduğunu gösteren” toplantılar olarak sonuçlandı. Çünkü bu toplantılarda yürütülen tartışmalarda özelleştirmenin amaçları, uluslararası burjuvazinin nasıl bir dünya kapitalist sistemi kurmak istediği göz ardı edilip sorun KİT’lerin kâr zarar hesabına dönüştürüldü. Bu yüzden de bu burjuva platformda öne sürülen her tez, görünüşte özelleştirmeye karşı gibi görünse de, sorun gerçekte, tartışmaları izleyen işçi ve emekçilerin kafasında, “özelleştirmeden KİT’lerin kâra geçemeyeceği, verimliliğin artmayacağı” biçiminde şekilleniyordu. Dahası, başlangıçta özelleştirmeye karşı olduğunu öne süren pek çok ekonomici ve sendika uzmanı da, burjuva iktisadının platformunda sürdürülen bu tartışmada, bu platformu tek meşru tartışma platformu olarak gördüklerinden, giderek özelleştirmecilerin görüşlerini benimsemek zorunda kaldılar. Daha doğrusu daha baştan tutundukları mantık silsilesi kaçınılmaz olarak kendilerini özelleştirmecilerin saflarına sürükledi. Oysa sorunun aslı, asla KİT’lerin mülkiyet değiştirmesi ya da kâr-zarar sorunu değildi. Tam tersine sermaye ve onun ideologları asıl amaçlarına varmak için, kendilerince en çok nedene sahip oldukları özelleştirmeyi koçbaşı yaparak işçi ve emekçilerin kazanımlarına saldırdılar. Çünkü KİT’ler bir dönemde sermayenin genel çıkarları öyle gerektirdiği ve sosyalizm karşısında kapitalist devlete bir çıkış imkânı vermek için kurulmuş kuruluşlardı. Ve ister istemez KİT’ler, bütün ülkelerde, görünüşteki kamu mülkiyetine karşın gerçekte özel sermayenin ve sermaye partilerinin arpalığı olarak kullanılmışlar, bu yüzden de hem teknolojik olarak ihmal hem de politik amaçlarla istismar edilmişlerdi. Bu yüzden de KİT’lerde bir operasyon için “verimsizlikten” “aşırı istihdam”a kadar pek çok ekonomik gerekçe göstermek mümkündü. Burjuvazi ve ideologları da bunu yaptılar ve özelleştirme karşıtlarına, sermayenin asıl amacını değil, KİT’lerin nasıl ıslah edilebileceği (ki; bu, KİT’ler nasıl kârlı hale getirilir demekti) sorusunu tartıştırdılar. Ve ekonomik platformdaki bu tartışmada, bir zamanların hızlı özelleştirme karşıtlarının pek önemli bir çoğunluğu “özelleştirmeden KİT’ler kurtulmaz” sonucuna vardılar. Pek çok bilim adamı, özelleştirmeye gerçekten karşı çıkan uzman ve politikacıların, hatta pek çok devrimci demokratın handikabı buydu.
Geri ülkelerde KİT’ler ulusal sanayinin kurulması ve emperyalist ülkelerin bu ülkeleri pazar yapmasını güçleştiren bir rol de oynamışlardı. Sosyalizm karşısında olduğu sürece emperyalistler buna göz yumdular, ama Yeni Dünya Düzeni’nde böyle bir taviz artık gereksizdi. Bu yüzden de özelleştirme IMF ve Dünya Bankası aracılığı ile geri ülkelerin köleleştirilmesi programının da bir parçası olarak uygulamaya sokuldu. Ama sorunun bu yanı ’80’li yıllarda “halledilmiş”ti: “Globalleşen dünya”, “evrensel barış ve refah içinde bir dünya” demagojisiyle emperyalizme karşı ulusal başkaldırılar ve ulusal çıkarların savunulması hor görülen, çağdışı bir fanatizm olarak günün “aut” değerleri içine alındığı için, KİT’lerin ulusal ekonomi ve emperyalizme karşı mücadelede dayanak olabileceği görüşü tartışmanın gündemine çok az girebildi.
Yapılmak istenen şuydu: işçi ve emekçileri, onların uzun mücadeleler sonucu sermaye karşısında kazandığı bütün önemli fiili ve yasal haklardan tecrit etmek, giderek sendikaları da tasfiye ederek tıpkı kapitalizmin ilk döneminde olduğu gibi, işçi ile kapitalisti teke tek karşı karşıya getirmekti. Son birkaç yılda en gelişmiş kapitalist ülkelerde bile genel eğitim, genel sağlık, genel sigorta, işsizlik sigortası, işsizlik yardımı, barınma yardımı vb. gibi kazanılmış haklarda önemli ölçüde kısıntıya gidilmesi, örneğin İsveç gibi bir sosyal hak cenneti olarak reklâm edilen kapitalizmin vitrininde, bu kesintilerin yüzde ellilere varması ilgi çekicidir. Aynı şey geri ülkeler için de amaçlanıyordu: Emperyalizme karşı mücadele içinde bağımsızlıklarını kazanan ve sosyalizmin desteğinde kendi ekonomilerini kurmaya çalışan ülkelerde de son yüzyıl içinde bağımsızlık yolunda attıkları adımların tasfiyesi amaçlandı; gümrük duvarlarının indirilmesi, ulusal ekonomilerin değişik yollarla çökertilmesinde, KİT’lerin özelleştirilmesi koçbaşı olarak kullanıldı.
Elbette hiçbir burjuva ideologu, ne kadar yüzsüz olursa olsun, “ben işçinin bütün kazanılmış sosyal haklarından tecrit edilmesini savunuyorum. Yarın iş bulamayan açlıktan ölsün, bu onun sorunu” ya da “ulusal ekonomiler uluslararası burjuvazinin bugünkü çıkarlarıyla çelişmektedir bu yüzden de yıkılmaları, ekonominin bütünüyle emperyalist ülkelerin çıkarlarına göre örgütlenmesi gerekir” diyemeyeceği için özelleştirme, bütün paketin bir parçası olan yan öne çıkarılarak, işçi haklarına ve ulusal ekonomilere karşı burjuvazinin tarihinde giriştiği en kapsamlı saldırılarından biri olarak sürdürülmektedir. Yoksa burjuvazi herkesten iyi bilmektedir ki; özelleştirme kendi başına bugünkü düzenin derdine deva olacak bir operasyon değildir. Ama genel stratejinin kilit noktasına yerleştirdiği için de özelleştirmeye karşı mücadele sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada uluslararası kapitalizme karşı mücadelede önemli bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Nitekim yasanın çıkarıldığı koşulları göz önüne alırsak, bu yasanın çıkmasına sermayenin verdiği önem daha çok anlaşılır.
Parlamento ve parlamentodaki partiler, bırakalım önemli bir yasayı çıkarmayı, sıradan, rutin işleri yapma bakımından bile bir kaos içindedir. Örneğin iki maddelik bir seçim yasası üstünde bile partiler anlaş anlamaktadırlar. Bütün partilerin birer birer aynı şeyi söylediği konularda dahi bir araya gelip yasa çıkarma gücü yitirilmiştir. Partilerin durumu daha az karmaşık değildir. Hükümet ise günde iki kez “bunalıma” girmekte, nerdeyse yarın bu hükümetin devam edip etmeyeceği üstüne bahis oynanmaktadır. Böylesi mecalsiz bir parlamento ve işlevini yitirmiş partilerin özelleştirme yasası gibi oldukça kapsamlı bir yasayı, üstelik yalnızca 20 dolayında bir muhalifle çıkarmış olması oldukça ilginçtir. Çünkü böyle bir parlamentonun bu işi yapması için ya gizli bir elin bunları ensesinden tutup iş yaptırması gerekir ya da bu parlamentonun varlık nedeni, işçi emekçi düşmanlığına dayanmaktadır.
Gerçekte her ikisi birden oldu; sermaye çevreleri “özelleştirmeyi çıkarın yoksa karışmayız” diye tehdit ettiler, ama öyle anlaşılıyor ki, asıl olarak işçi ve emekçilere düşmanlık bu partilere ve onların milletvekillerine böyle bir yasa çıkarmaları için doping etkisi yaptı. Ve mecalsiz, bir ara seçim yasası üstünde anlaşmakta acze düşenler, bugüne kadar sadece maaşlarını artırmakta gösterdikleri bir kararlılık ve çoğunlukla Özelleştirme Yasası’nı çıkardılar. Doğrusu kitaplar dolusu laf parlamentonun bu emekçi işçi düşmanı niteliğini Özelleştirme Yasası’nın çıkış biçimi kadar açıklayamazdı.
***
Kitaplar dolusu sözün açıklayamayacağı bir başka olay da, Türk-İş tarafından planlanan ve Demokrasi Platformu’nun düzenlediği Meclis yürüyüşünde ortaya çıktı. Ülkenin her yanından on binlerce işçi, Meclis’e yürümek ve taleplerini bir kez daha haykırmak için Ankara’da toplanmıştı. Gidenler bu yürüyüşü düzenleyenlerin bunu yasak savmak için yaptığını biliyorlardı, ama gösteri ne kadar kalabalık olursa verdiği mesaj da o kadar güçlü olacaktı. İşçiler bu bilinçle Ankara’ya koştular. Kara, yağmura karşın on binlerce işçi ve memur yürüyüşe geçti. Ama rota değişmişti. Sendika ağaları hükümetle sürdürülen diyaloglar sonunda bu işi saptırmak ihtiyacını fark etmişlerdi ve “Ata”ya gidip “şikâyette bulunmak” daha az zararlı bulunmuştu. Üstelik de buradan Meclis’e yürümek isteyen işçileri, Türk-İş üst yönetimi, polis ve askerle karşı karşıya bırakarak, sırra kadem basmıştı. Sadece politik anlamda değil sözcüğün bire bir anlamıyla da sendika ağaları işçileri yarı yolda bırakmışlardı. Burjuva medyası bile haberi, “sendikacıların işçileri yarı yolda terk etmesi” olarak vermek zorunda kaldı.
İşçileri yarı yolda bırakan sendika bürokrasisinin başı Bayram Meral hükümete, sermayeye, sermayenin bütün yandaşlarına sitem ediyor: “Bayram başkan olgundur… Bayram başkan sağduyuludur… Bayram başkan devletini düşünür öyle mi? Ben Bayram başkana bu övgüleri düzenler Harb-İş, tam karşımdaki köşe başında kanunsuz miting düzenlerken neredeydiler. Kanunsuz mitingciler-satılmış Bayram Meral- diye bağrışırken neredeydiler? Neden onları dağıtmadılar?” Aktaran, Meral’in kadim dostu, Sabah Gazetesi’nin ve atv’nin yorumcusu Güneri Civaoğlu. Hükümetten, isteye isteye kendisini protesto eden işçilerin üstüne polis göndermeyi isteyen bir Türk-İş başkanının işçileri yarı yolda bırakmasından başka ne beklenirdi!
***
Özelleştirmenin öyküsü ve Ankara’daki son yürüyüş karşıt sınıfların, işçi sınıfı ve burjuvazinin hangi imkânlarla karşı karşıya geldiğini gösteriyor. Bir taraf uluslararası burjuvazinin her türden desteğini ve siyasal iktidarı elde tutmanın avantajıyla ince taktiklerle emekçi sınıflara saldırırken, diğer taraf kendi örgütlerine bile sahip değildir. Bu mücadelede son derece belirleyici bir öneme sahip olan sendikalar sınıfa ihanet içinde bir sendika bürokrasisi tarafından gasp edilmiş bulunulmaktadır.
Ama bütün bu gelişmeler sorunun bir yanı. Çünkü işçi ve emekçilerin mücadele olanakları sadece bunlardan ibaret değil. Tersine bir avuç büyük sermayeci kesim dışında işçi ve emekçiler giderek hızla artan bir hoşnutsuzluk içindedir. İşçi sınıfı bir yandan sermayenin saldırılarına, öte yandan sendika bürokrasisinin oyunlarına karşı mücadele etmede bilinç ve deneyim kazanmaktadır. Platformlar ve kurultaylar aracılığı ile sendika bürokrasisini etkisizleştirecek, yeni koşullara uygun mücadele ve örgüt biçimleri geliştirmek çabası içindedir. Diğer bir örgütlü emekçi kesim olarak memurlar da benzer çaba içindedirler. Egemen burjuvazi ise; elindeki devasa imkânlara karşın ne Kürt sorunuyla başa çıkabilmekte ne de iç ve dış politikada adım atabilmektedir. Tek başarıyla kullandığı yöntem, baskı ve zorbalıktır; ama onda da sonun başlangıcına gelip dayanmış görünüyor.
Evet, sermaye ve hükümet, var gücüyle işçi ve emekçilere saldırıyor. Bu saldırı kendisini, parlamento ve düzen partilerinin açıkça emekçi sınıflar karşısında birleşmesi, sendika bürokrasisinin de bu işçi emekçi düşmanı cepheye pervasızca katılması biçiminde somutlaştırmış bulunuyor. Ama bütün alametlerin işçi emekçi sınıflar hareketinin yeni bir yükselişini haber vermesi ve bugüne kadar ortaya çıkan örgüt ve mücadele biçimlerinin bu yeni dalgayla yaygınlaşıp mükemmelleşme olasılığını da kuvvetle gündeme getirecek görünmektedir. Özellikle yeni dalgaya temel olan nesnel koşulların emekçi kesimlerde uyandıracağı öfkenin büyüklüğünün, daha önceki yükseliş dönemleriyle kıyaslanamaz olma ihtimali yeni örgüt ve mücadele biçimlerinin döneme damgasını vurma olasılığını güçlendirmektedir. Mücadelenin yükseleceği önümüzdeki günlerde asıl dikkat edilmesi gereken, platformların, kurultayların, çeşitli türden komitelerin, kendilerini bu ihtiyaca göre yeniden göz den geçirmesi yaşanan günlerde acil ve önemli görünüyor.

Aralık 1994

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑