Kısaca söylenecek olursa, sendika konfederasyonlarının ve onlara bağlı sendika örgütlerinin gerici yönetimleriyle burjuvazi, 20 Temmuz eylemi sürecine, işçi sınıfının ileri kesimlerinden ve kitlesinden daha hazırlıklı giriyorlardı. Eylemin sonunda görülebilen en açık ders, diğer derslerin de anlaşılmasını kolaylaştıracak bir çatışma ekseni olarak, budur.
İşçi sınıfı ve kamu emekçileri, ’80’li yılların ortalarından başlayarak gittikçe daha geniş kitleleri kucaklayan “Genel Grev” sloganının, geleceğe ait bir plan ve tasarı olmaktan çıkarak, güncel bir eylemin sloganı haline geldiğine, 20 Temmuz’a ilerlenen günlerde inanmış bulunuyordu. Ağır kriz koşullarında, yalnızca ekonomik ve sendikal sorunları değil, aynı zamanda ülkenin genel siyasal durumunu da tartışmak ve müdahale etmek üzere gündemine almış olan işçi sınıfı için, sınıfın tüm sektörlerini ve diğer emekçi kesimleri kapsayan bir eylem, geleceğe yönelik adımlar bakımından büyük bir önem taşıyordu.
Diğer yandan, yakın geçmişte, 3 Ocak 1991’de de, işçi ve emekçilerin Zonguldak’tan hız alan tepkilerle güçlenebilecek eylemini, kitleyi evlerine hapsederek söndürme başarısını göstermiş olan gerici sendika yönetimleri, bu beklentileri boşa çıkarmak üzere burjuvaziyle ve hükümetle işbirliği içinde sürece hazırlanıyordu.
Burjuvazinin çeşitli sözcüleri, 20 Temmuz’un, “sükunet içinde, demokratik kurallara uygun, ağırbaşlı bir eylem” günü olmasına yönelik propaganda yaparken, bazıları da, örneğin Güneri Civaoğlu gibi, bunun, özellikle 15-16 Haziran 1970 direnişine dönüşmemesi için dua ediyorlardı.
Kısaca söylenecek olursa, sendika konfederasyonlarının ve onlara bağlı sendika örgütlerinin gerici yönetimleriyle burjuvazi, 20 Temmuz eylemi sürecine, işçi sınıfının ileri kesimlerinden ve kitlesinden daha hazırlıklı giriyorlardı.
Eylemin sonunda görülebilen en açık ders, diğer derslerin de anlaşılmasını kolaylaştıracak bir çatışma ekseni olarak, budur.
Aradan 24 yıl geçmiş olmasına rağmen, her işçi eylemi söz konusu olduğunda hatırlanan 15-16 Haziran direnişinin, burjuvazinin neden hâlâ korkulu rüyası halinde yaşadığını, 20 Temmuz eyleminin gerçekleşme tarzı olarak önerilen ve büyük ölçüde sınıf düşmanı güçler tarafından başarıyla uygulanan biçimine bakılarak karar verilebilir. Ayrıca böyle bir kıyaslama, ülkenin genel olarak toplumsal ve siyasal bakımdan yaşadığı süreçlerin işçi sınıfı ve onun örgütleri üzerinde ne türden değişikliklere yol açtığını görmek için de bazı veriler sağlayabilir.
20 TEMMUZ’A HÂKİM KILINAN EYLEMSİZLİK
Adı “Genel Eylem” olmasına karşılık, 20 Temmuz hareketi, genel olarak bir iş bırakma, yavaşlatma ve uyarı havası içinde geçti. Sınıfın o gün, tüm ülkede işi bırakarak, güçlü bir sesle taleplerini haykırması beklenirken, gerici ve işbirlikçi sendikaların özel çabalarıyla, eylem, hem süre bakımından hem de katılım bakımından kısıtlanarak, genel etkisi î düşürüldü. Yüksek katılım oranı, mücadele azmi ve ileri sloganlarla eylemin gerçekleştiği yerler ise, sayıca azdı, genel olarak işçi ve emekçi kitlelerin toplantı merkezlerinden uzaktı. Örneğin, tüm esnafın kepenkleri indirdiği, işçi ailelerinin, kadınların ve çocukların yanı sıra, esnafın ve işsizlerin de yürüyüşe katıldığı bölgeler son derece sınırlıydı. Bu bakımdan olumluluk taşıyan yerlerde ise, siyasi hareketlerin slogan yansına girişmesi, her grubun kendi pankartı altında kümelenerek işçi ve memur kitlesini kenarda bırakan bir tutumla eylemde genel bir dağınıklık görüntüsü yaratması başlıca olumsuzluklar olarak göze batıyordu.
Sendikaların, Türk-İş, Hak-İş ve DİSK genel merkezlerinin ortak kararına rağmen, yerel olarak farklı ve engelleyici uygulamalar geliştirmeleri de, genel planda eylemin etkisini düşürmekte başlıca belirleyici faktör oldu. Bu engelleme, değişik biçimlerde ortaya çıktı. Örneğin, Etibank Boraks ve Asit Fabrikalarında, üretimin sekiz saat boyunca durdurulmasına karşılık, işçilerin fabrika alanından dışarıya çıkmasına izin verilmedi. İşçiler, fabrikanın yeşilliklerinde saz çalıp türkü söyleyerek eylemlerini sürdürürken, yerel demokrasi platformundan kendilerine destek vermek üzere gelen heyetle görüşmelerine, heyetin fabrikaya girişine izin verilmedi. İşçilere, içişleri Bakanlığı ve Genel Müdürlükten gelen faks yazıları nedeniyle böyle bir görüşme yapılamayacağı söylendi. İşçiler, eylemlerine yapılan bu müdahaleye, kendileriyle dayanışmaya gelen insanlarla görüştürülmemelerine esaslı bir itiraz göstermediler. Haydarpaşa Liman işçilerine de işyerini terk etmeleri yasaklanmış, gazetecilerin dahi Liman’a girişine izin verilmemiştir. Eylemin fabrika dışına taşmasının engellendiği her yerde, bunun gibi hapishane koşulları geçerliydi. Ne içeridekiler dışarı bırakıldı, ne de dışarıdan gelenler içeriye…
Eylem, büyük çapta zaman bakımından da sınırlandı. Aliağa, Petkim, Petrol Ofisi, Tüpraş gibi önemli işçi yoğunluklarının bulunduğu merkezlerde, yüzde yüz katılımla gerçekleşen işi durdurma eylemi, öğlen saatlerinde Aygaz ve İpragaz tesislerinde işbaşı yapılmasıyla sekteye uğradı. Diyarbakır’da, eylem büyük baskılarla pek çok işyerinde engellenirken, pek çok işyerinde de eyleme ancak iki saat süreyle izin verildi; Tüm-Sağlık Sen’e bağlı işyerlerinde, Diyarbakır Devlet Hastanesi, Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi hastanelerinde, polisin müdahalesiyle saat 13:00’te eylem bırakıldı. Trabzon ve Rize’de, eyleme katılanların sayısı yüz elli civarında kaldı ve hemen hepsi, kamu çalışanıydı. Hak-İş’in örgütlü olduğu hemen hemen hiç bir işyerinde eyleme katılım olmadığı gözlendi. Bursa’da, Malatya’da, Hak-İş’in örgütlü bulunduğu bütün işyerlerinde, “sendikalarının böyle bir kararı olmadığı” söylenerek eylemin dışında kalındı. Bazı yerlerde ise, eylem kararı birimlere ya bildirilmediği, ya da çok geç ulaştırıldığı için eylemler kırıldı. Malatya Tekel Tütün fabrikasının işçileri, sabah saat yediden itibaren fabrika önünde toplanarak kendilerine gönderilecek kararı beklediler. Daha sonra, “telefonla”, yedi ile dokuz arasında iş bırakma, sonrasında da işi yavaşlatma biçiminde eylem yapılacağına dair bir haber gelmiş, fakat bunun yazıyla bildirileceği saatte işbaşı yapılmış olduğu için, sendika tekrar iş bırakılmasını uygun görmemişti. Eyleme hazır ve istekli işçiler, burada da sendikalarının, kendilerine karşı tutumlarının kurbanı oldular. Çorum’da, 20 Temmuz eylemini tam gün olarak uygulayan ve bütün birimlerde üretimi durduran tek sendika Yol-İş sendikasıydı.
Bunun yanı sıra, İzmit, İstanbul gibi, yaygın bir biçimde eylemin gerçekleştiği ve en azından görünüş bakımından 20 Temmuz’u, hedefine ulaştıran illerde de, genel katılımı düşüren, eylemi mümkün olduğu kadar etkisiz hale getirmeye çalışan girişimler vardı, İstanbul’da Haydarpaşa garında, tren ulaşımının tümüyle durdurulması kararlaştırılmışken, bu ancak bazı hatlarda ve kısmen, iş yavaşlatması biçiminde gerçekleşebildi. İşçiler, uygulamadan, Türk-Kamu Sen’e bağlı olarak örgütlenmeye çalışan Türk Ulaşım Sen’i sorumlu tutuyorlardı. Bir faşist gangster sendikası olarak işyerine girmeye çalışan bu örgüt, henüz resmen sendika işlevi kazanmadığı halde memurlara ve işçilere eyleme katılmama yönünde baskı yapmış, kendi üyelerine de, mesai bittiği halde “işe devam” talimatı vererek, o gün görece de olsa kaybedilen işgününü telafi etmeye girişmişlerdi.
İşçilerin büyük kitlesi, eylemlerinin etki-sizleştirilmesine, içeriğinin boşaltılmasına, zaman ya da mekân bakımından sınırlanmasına karşı hemen hemen hiç bir direniş göstermediler. Yer yer sendikaların gerici tutumunu aşan, sendikaları etkisizleştirerek kendi dilleriyle konuşmaya çalışan fabrika ya da işyerleri de göründü: Ama bunlar, 20 Temmuz’a damgalarını vuramadılar. Sendika konfederasyonları, bir eylem gününü eylemsiz bir gösteriye dönüştürmek için ellerinden geleni yaptılar ve derindeki nedenleri ayrıca incelenmesi büyük önem taşıyan gerici bir başarı elde ettiler.
20 Temmuz’un bir açıdan olumlu, ama işçi sınıfının eylem inisiyatifi açısından bakılınca olumsuz olan bir diğer özelliği de, 3 Ocak eyleminden farklı olarak, kamu çalışanlarının, eyleme aktif olarak katılmaları ve çoğu yerde, yürüyüş ve mitinglerde işçilerden, sayıca daha fazla olmalarıydı. Buna bakarak, kamu emekçilerinin örgütlenmesinin genç ve her türlü atılıma hazır bir başlangıç noktasında bulunuyor olmasından, süreç içinde işçilerin öneminin azalacağı ve memurların tarihsel bir misyonla ortaya çıkacağı sonucunu çıkaranlar var. Memur sendikalarının ve memur kitlesinin fedakârlık ve eyleme katılım yönünde gösterdikleri yükseliş elbette kayda değer bir olaydır. Ancak, buradan işçi sınıfının misyonunun, memurlara yüklenebileceği sonucunu çıkarmak, en azından dar pratikçiliktir.
15-16 HAZİRAN ÜZERİNE KISA ÖZET
Yalnızca olumsuz yanlarına vurgu yaptığımız 20 Temmuz eylemi, aslında birçok olumlu işareti de beraberinde getirmiş, en azından eylemin son sloganı durumunda ‘bulunan “20 Temmuz Başlangıç, Mücadele Sürecek”te ifadesini bulan bir kararlılıkla sona ermiştir. Tam da bu sloganın ortaya koyduğu sorumluluklar dolayısıyla, 15-16 Haziran Direnişi’nin temel özelliklerini ‘hatırlamakta yarar bulunuyor. Burada amacımız, 20 Temmuz 1994’le 15-16 Haziran 1970’i kıyaslamak ve bundan hareket ederek de, işçi sınıfına bir 15-16 Haziran’ın nasıl tekrar edilebileceğine dair dersler vermek değil. Aslında hiçbir tarihsel olay, bir kez daha tekrarlanamaz ve her yeni direniş, her yeni devrimci kalkışma kendine özgü yollardan geçerek gerçekleşir. Önemli olan eylemin içinde yer aldığı tarihsel dönemin temel özelliklerini, başlıca çelişmelerini doğru tespit ederek genel toplumsal, siyasal koşullara ve işçi sınıfı kitlesinin taleplerine ve ruh durumuna uygun eylemler geliştirebilmektir. Bununla birlikte mücadele tarihi, geleceğe de ışık tutan ve gelecek eylemlerde de yararlanılacak değerli bir deney birikimini içermektedir.
15-16 Haziran Direnişi de, Türkiye’de ekonomik ve siyasi krizin bugün olduğu gibi, yüksek bir düzeyde seyrettiği koşullarda doğmuştu. 20 Temmuz, sendika konfederasyonlarının ilan ettiği talepler listesine göre, işten çıkarılmalara son verilmesinden, özelleştirme politikalarından vazgeçilmesine, 12 Eylül’ün mirası olan anti-demokratik yasaların kaldırılmasından, emeklilere insanca yaşayacakları bir ücretin sağlanmasına kadar, gerçekten son derece önemli hedeflere ulaşmanın aracı olarak tasarlanmıştı. Bu talepler listesi, bütün eksikliğine rağmen, yalnızca işçi sınıfının değil, büyük ölçüde, küçük esnafın, emeklilerin ve işsizlerin de talepleriydi ve böyle bir hedef koymuş olmakla, işçilerle halkın diğer emekçi kesimleri arasında bir bağ kurabilmenin olanaklarını taşıyordu. Fakat, 15-16 Haziran Direnişi’nin, böyle kalabalık bir talepler listesi yoktu: Yalnızca sendika seçme özgürlüğüne getirilen kısıtlamalar ve işçilerin haklarını daha iyi savunacak sendikaların kurulmasının önüne engeller dikilmesi, işçi sınıfının tepkisine konu olmuştu ve bu kısıtlamaların yasalaştırılması önlenmek isteniyordu. Bu amaçla, esas merkezi İstanbul olmak üzere, Sakarya, Adapazarı, İzmir, Adana gibi büyük işçi merkezlerinin tümünde, yüz binlerce işçi direnişe geçti. İşçi sınıfının bir anda ve büyük bir kitlesel öfkeyle ayağa kalkışının öncesinde, bir dizi sendikal-ekonomik eylem vardı; bu eylemlerde denenmiş ve geliştirilmiş değişik mücadele biçimlerinin birikimi vardı ve her şeyden önce de, böyle bir mücadeleye engel olmayı kendi kuruluş çıkarlarına aykırı gören sendika yönetimleri vardı. 20 Temmuz eyleminin sonuçları açısından bakılınca, sendikaların sınıfın eyleminin dışında ya da karşısında olmamasının büyük önem taşıdığı görülmektedir.
Sendika seçme özgürlüğünü kısıtlayan yasa tasarısının başlıca hedefi, o dönemde işçi sınıfının ekonomik mücadelesini kendi kurumlaşmasının başlıca halkası olarak kavramış bulunan DİSK’ti. DİSK, yüksek ücret talepleriyle burjuvaziyi sıkıştırıyor, toplu iş sözleşmelerinde, sosyal haklar ve ücretler konusunda Türk-İş’e bağlı sendikaların asla düşünemeyecekleri bir yüksek taban koyarak pazarlığa girişiyor, sınıfın desteği ve mücadelesiyle de bu talepleri büyük ölçüde gerçekleştiriyordu. Bu başarılı çalışma, işçiler arasında DİSK’in mücadeleci ve sınıfın çıkarlarından yana bir sendika olarak tanınmasına yol açmıştı. Gerçi DİSK, sınıfın mücadelesini dar ekonomik mücadele kalıpları içine hapsediyor ve siyasi mücadeleyi gerektiren her konuda hükümetlerle ve burjuvaziyle her alanda uzlaşıyordu ama bunun işçi sınıfının büyük kitlesi tarafından fark edilmesi için elverişli koşullar yoktu. Buna rağmen burjuvazi, DİSK’in gelişmesini ve sınıf çıkarlarını kararlılıkla savunan başka sendikaların doğmasını önlemek ve Türk-İş’i tek sendika konfederasyonu haline getirmek için söz konusu yasayı parlamentodan çıkarmaya girişti. Türk-İş’le rekabetinin kızıştığı ortamda DİSK, bu girişime karşı işçilerin fiili gücünü seferber etti. Direnişe yalnızca DİSK üyesi işçiler değil, Türk-İş üyesi sendikalara mensup işçilerin de hemen hemen tümü katıldı. Sınıf, saldırının herhangi bir sendikaya değil, kendi sendikal özgürlüklerine karşı olduğunu kavramıştı. Sonunda, DİSK yöneticileri, kaldırdıkları taşı ayaklarına düşürdüler ve eyleme sevk ettikleri işçi kitlelerinin, kendilerinin de öngörmediği bir biçimde büyük bir ayaklanmaya dönüşen eylemlerinden dehşete kapılarak burjuvaziye teslim oldular, hareketi de utanç verici bir biçimde sona erdirdiler. Bununla birlikte, işçi sınıfı, tarihine en zengin deneylerle dolu bir direniş destanı bıraktı.
20 Temmuz öncesinde, yeni bir 15-16 Haziran korkusu duyan burjuva kesimlerin en büyük güvencesi, gene Güneri Civaoğlu’nun deyimiyle, “sorumlu ve vatansever sendikacılardı. Nitekim, burjuva işbirlikçisi, sendikacılar, 20 Temmuz’un değil bir 15-16 Haziran olması, yüksek katılımlı ve etkili bir gösteriye dönüşmesine bile fırsat tanımadılar. İşçi sınıfı, belki de, böylece kendi geleneksel örgüt disiplininin kurbanı oldu. Bilindiği gibi, işçi sınıfı, üretimdeki yeri ve işlevi dolayısıyla, toplumun en örgütlü ya da örgütlenmeye en yatkın sınıfıdır. Birlikte hareket etme, disiplinli bir biçimde saflar oluşturma ve planlı bir biçimde ileriye doğru adımlar atma özellikleri yüksektir. O, bu özelliklerini, yalnızca makine-tezgâh başında değil, kendisine özgü örgütler içinde de gösterir. İşçi sınıfı, kendisine ait tüm örgütlerde, alman kararları sonuna kadar uygulayan disiplinli ve bozgunculuğa fırsat tanımayan bir sınıftır. Fakat düşük bilinç düzeyinin egemen olduğu koşullarda, bu kendiliğinden özellik, tepeden gelen her karara uymak biçiminde zararlı sonuçlar doğurmaktadır.
Malatya’daki Tekel Fabrikası’nın yaşadığı olay, bunun tipik bir örneğidir. İşçiler, tüm kitlesiyle direnişe hazır oldukları halde, sendika bürokratlarının korkak ve işbirlikçi tavır takınmaları yüzünden eylem kararının bir türlü çıkmayışı karşısında, tezgâhlarının başına dönmelerinin nedeni de budur. 15-16 Haziran’da da, sendikacıların çağrısına uyarak kentleri işgal eden işçi sınıfı, gene sendika önderlerinin teslim olma çağrısı karşısında, şanlı kavgalarım sona erdirmişlerdir. Bu bakımdan, 20 Temmuz’un 15-16 Haziranla birleşen en büyük ilk dersi, sınıfın -gerçek çıkarlarının savunucusu olan devrimci sendikalara ve önderlerinin kendilerini satamayacakları mekanizmalara ihtiyacı olduğu noktasıdır. Sendika yönetimlerini bizzat kendilerinin yönlendirebileceği ve denetleyebileceği durumlarda, kendilerini ilgilendiren kararları bizzat kendi öz çıkarlarını savunan bir biçimde alabilecekleri devrimci sınıf sendikacılığı koşullarında, sınıf, eyleminin ortasında kendisine ihanet edilmesine izin vermeyecektir.
15-16 Haziran’ı hazırlayan temel dayanaklardan birisi, işçi sınıfının direniş öncesindeki eylemli durumudur. O dönemdeki siyasi ve iktisadi kriz nedeniyle, sınıfın önemli bir kesimi zaten grevde bulunuyordu. Bugünden farklı olarak, o dönemde, işçiler arasında, gerek farklı sektörlerde olsun, gerekse aynı işyerinde olsun, dayanışma ve destek grevleri, yasal olmamasına rağmen, yaygın bir biçimde uygulanıyordu. Fabrikalardan herhangi birinde meydana gelen işçi eylemi, komşu fabrikalar tarafından destekleniyor, aynı işyerinde çalışan işçiler arasındaki dayanışma da bugünküne oranla daha yüksek bir düzeyde bulunuyordu. Ayrıca, işçi mahalleleri de, fabrika eylemlerini büyük bir güçle destekliyor, pek çok grev, ailelerin de katıldığı büyük direnişlere dönüşebiliyordu. Bu güzel geleneğe dayanarak, Pendik’te tek bir işyerinden başlayan ilk işçi grubunun yürüyüşü, yol boyunca bütün fabrikaları peşine takarak, Kadıköy’e kadar ilerleyebilmiş ve Anadolu yakasının bütün fabrika ve işyerlerinin katıldığı bir direnişe dönüşebilmiştir. İstanbul’un Avrupa yakasında da, Topkapı, Alibeyköy, Kâğıthane ve diğer fabrika yoğunluğu olan semtlerde fabrikalar ve işyerleri birbirini izleyerek boşalmış, işçiler sendika ve işkolu ayrımı gözetmeksizin tek bir sınıf ordusu meydana getirebilmişlerdir, işçilerin bu birlik duygusu, gerici sendikacıların engelleme çabalarını boşa çıkarmıştır. Yalnız DİSK’e mensup işçiler değil, Türk-İş’e bağlı sendikaların mensupları da, direnişin ön saflarında yer almışlardır.
Bugün ise, örneğin Hak-İş’e bağlı işçilerin, sendikalarının gerici tutumuna uyarak, birliğin bozulmasına karşı çıkmadıklarını görüyoruz. 20 Temmuz öncesindeki günlerde de, işten çıkarmalara karşı ciddi bir tepkinin gösterilmemesi, işçiler arasında dayanışma ve destek eylemleri fikrinin zayıflatıldığını göstermektedir.
15-16 Haziran’ı güçlü kılan bir diğer faktör, aynı dönemde son derece etkili bir devrimci öğrenci gençlik hareketinin bulunmasıydı. Sokak çatışmalarında, toplu eylemlerde büyük bir deney sahibi olmuş olan gençlik kitlesi, işçi direnişinin her safhasında onun yanı başında bulunuyordu. Gerçi, ideolojik ve politik bakımdan, gençlik hareketi de, önemli zaaflar taşıyordu; fakat gene de kitle hareketinin teknik sorunlarını çözmek bakımından sınıfın yardımcısı olabilecek bir birikime sahipti. 20 Temmuz eylemi, bu açıdan da, önemli bir stratejik destek gücünden yoksun olmanın sıkıntılarını yaşadı. Güçlü bir gençlik hareketinin desteğine sahip olmak bir yana, günümüzde, etkisiz grupçukların bölüp parçalamasıyla da iyice güçsüz duruma düşen devrimci gençlik, işçi sınıfının ve emekçilerin eylemine bir bakıma köstek de olabilmektedir.
1970 yılı, yalnızca işçi ve öğrenci hareketi bakımından değil, aynı zamanda emekçi köylülüğün hareketi bakımından da dikkate değer özellikler göstermektedir. Başta sanayiye yönelik tarım ürünlerinin üreticisi olan köylülük, yani pamuk, tütün, çay, fındık üreticileri olmak üzere, pek çok kitlesel eyleme damgasını vuran bir köylü hareketi söz konusuydu. Ayrıca topraksız köylülüğün, sık sık çatışmalı bir biçimde toprak işgallerine giriştiği bir dönem yaşanıyordu. Kısacası, işçilerin yanı sıra, bütün emekçi halkı da kapsayan genel bir sosyal hareketlilik ortamından geçiliyordu.
15-16 Haziran’ı ortaya çıkaran koşullar arasında, uluslararası durum da önemli rol oynamıştır. O dönemde, bütün dünyada esen antiemperyalist ve anti-kapitalist fırtına, her ülkede işçi ve köylü kitlelerinin hareketine damgasını vuruyor ve yüksek bir nitelik kazandırıyordu.
Bütün bunlar göz önüne alındığında, 20 Temmuz’un, bir 15-16 Haziran Direnişi derecesine yükselmemesinin nedenleri anlaşılabilir. Kaldı ki, 20 Temmuz’u, bu tarihi direnişle kıyaslayarak yargılamak tamamen yanlıştır. Çünkü, böyle bir yargılama, 20 Temmuz’un da, 15-16 Haziran gibi, eninde sonunda yenilgiyle sonuçlanacak bir eylem olmadığı için suçlamak anlamına da gelebilecektir. Oysa Lenin’in Komün hakkında söylediklerini hatırlayarak, biz de, aynı şeyi tekrarlayabiliriz: Komün, bütün ihtişamına rağmen, yenilgiye uğramış bir harekettir; fakat biz yenilmeyeceğiz! Öyleyse, işçi sınıfına yeni 15-16 Haziranlar yaratmak hedefini gösterenler, onun tekrar tekrar aynı biçimde yenilgiye uğraması hedefini gösteriyorlar demektir. Oysa 20 Temmuz’un değerlendirilmesi, hiç kuşkusuz, tarihsel deneyler de göz önünde tutularak, kendisine özgü koşulları içinde yapılmalıdır. Bu açıdan bakılınca, 20 Temmuz, esas olarak, burjuvazi ve hükümetle işbirliği halindeki sendika bürokratlarının, işçi sınıfı içinde adeta bir özlem haline gelmiş bulunan, “Genel Grev” fikrinin eritilmesi eylemine dönüşmüştür. Fakat bunda tam bir basan sağlanması imkânsızdır. Sınıfın devrimci öncülerinin ve bizzat onun siyasal önderliğinin yapacağı çalışmayla bu gerici etki geriye püskürtülebilir ve 20 Temmuz’un yarattığı kısmi moral bozukluğu, daha yüksek bir eylem için kaldıraç haline getirilebilir.
BURJUVA İDEOLOGLARA GÖRE: “TAM KIVAMINDA BİR EYLEM”!
20 Temmuz’u 15-16 Haziran Direnişi ile kıyaslayan kimi yazarlar, son eylemin görece bir eylemsizlik hali olarak ortaya çıkmış olmasından duydukları sevinci, siyasi bir gerekçeyle ifade etti. Buna göre, 15-16 Haziran’ın en karakteristik sonuçlarından birisi bir askeri darbeye (12 Mart’a) giden yolda rol oynamasıydı. 20 Temmuz da, eğer sert bir eylem düzeyinde gerçekleşseydi; sonucunda faşist bir askeri yönetim kurulabilirdi! Bu iddiayı ileri sürenlerden Yıldıran Koç, 20 Temmuz’un gerçekleşme biçimini ve protestonun şiddet düzeyini “tam kıvamında” diye nitelendirdi. Buna göre, burjuvazi ve “faşist diktatörlük için bahane arayanlar” buna gerekçe olabilecek bir sertliği bulamamışlar ve beklentileri boşa çıkmıştır; üstelik işçi sınıfı da, kendi gücünün sınırlarının elverdiği ölçüde sesini duyurabilmiş, dolayısıyla boyunu aşan işlere girişmemekle, o da iyi yapmıştır!
İşçi sınıfının ve halkın gerçek gücünün ortaya konulmasının burjuva siyasi rejimin karakteri üzerinde etkili olduğu bir gerçektir.
Fakat sınıfın ve halkın her sert eyleminde, burjuvazinin “kızacağını”, sert cevap vererek görünüşteki dengeyi bozacağını ve mevcut demokratik haklardan daha gerilere gidileceğini ileri süren bütün teoriler gibi, bu da eninde sonunda, demokrasinin de, hak genişlemelerinin de, ancak burjuvazinin kendi gönlüyle gerçekleşebileceği tezine dayanmaktadır. Diğer yandan, bu teorinin görmediği, içinde bulunduğu sınıf bakış açısı dolayısıyla da göremeyeceği bir başka gerçek daha vardır: Sınıflar arasındaki mücadele ve bunun keskinleşen biçimleri, eğer alt sınıfların, (işçilerin ve emekçilerin) gerçek güçlerini gösterebildikleri arenalar halini alabilirse demokrasi ve hak genişlemeleri sağlanabilmektedir. Zayıf, sıradan, boyun eğmeye hazır hiçbir mücadele biçimi, işçilerin ve emekçilerin taleplerinin gerçekleşmesi yönünde bir gelişmeye yol açmamakta, burjuvazinin statükoyu devam ettirebilmesi için bir dayanak oluşturmakta, öte yandan işçi ve emekçi sınıflarda, kendi güçlerine güvensizliği kışkırtmaktadır. 15-16 Haziran Direnişi ile kıyaslandığında, bundan çıkarılacak sonuç, öncelikle 12 Mart’ın bu eylemi izleyişi olmamalı; aksine, bütün bir 12 Mart süreci ve sonrasındaki on yıl da dahil olmak üzere, burjuvazinin özlediği türden bir sendikalar yasasını çıkaramamış olması olmalıdır. Burjuvazi, 1970’te çıkarmayı düşündüğü gerici-faşist sendikalar yasasını çıkarabilme gücünü, ancak 12 Eylül’de bulabilmiştir. Bütün bu süreç boyunca, işçi sınıfı sendikalar yasasının daha geriye götürülmesi yolundaki niyetleri ve planları, 15-16 Haziran’da geri püskürtmüş olmasının “rahatlığını” yaşamıştır. Hiç kuşkusuz, bu “rahatlık”, sendikalar yasasının o dönemde “demokratik ve işçi haklarını koruyan” bir yasa olduğu anlamına gelmemektedir. Fakat burada önemli olan,12 Mart’ın, burjuvazinin beklentilerine cevap veren kapsamda bir saldırı niteliği taşıyamamış olmasının nedeninin 15-16 Haziran Direnişi olduğudur.
20 Temmuz’un, eğer “sert” bir eylem günü olsaydı, faşist askeri bir darbenin gerekçesi olacağı şeklindeki gerici propagandanın, bir de böyle tersi vardır: 20 Temmuz, pek çok sendika ve işçi topluluğunun ileri sürdüğü ve “demokratikleşme sürecinin parçası” olarak tanımladığı kimi talepler doğrultusunda ciddi ve sert bir uyarı niteliği taşıyabilseydi, bundan zararlı çıkan burjuva-militarist güçler olacaktı; işçi sınıfı ve emekçi halk değil.
Örneğin, birçok platform tarafından ileri sürülen “işçilere, emekçilere, gençliğe, Kürt Halkına karşı açılan topyekûn savaşa hayır” talebi, Hak-Iş bildirilerine kadar girmiş bulunan “Anti-terör yasası, 11 İdareleri yasası, Özel Dedektiflik yasası, Sendikacılara siyaset yasağı” gibi faşist yasalara karşı tepki, meydanları ve sokakları kaplayan bir mücadelenin bayrakları haline gelebilseydi, eğer bir askeri diktatörlük niyeti varsa, bu yalnızca onu geri atan bir sonuç doğurabilirdi; ileri alınmasına değil.
Genel olarak, siyasi rejimdeki gericileşmeler, yalnızca sınıflar arasındaki mücadelenin yüksek olduğu dönemlerde değil, aşağı sınıfların direncinin düşük, tepkisinin sönük olduğu anlarda gerçekleşmektedir. Dolayısıyla, bunca tarihsel deneyden sonra, “mücadele yükselirse faşizm gelir” şeklindeki propagandanın ileri sürülmesinde, hiç bir iyi niyet görülemez. Bu, ancak siyasi rejimin karakterinde karanlığın gittikçe daha koyulaştırmasına çaba gösterenlere hizmet eden bir propagandadır.
Eylül 1994