ÖZGÜRLÜK DÜNYASI 7. YILA GİRERKEN

Özgürlük Dünyası, elinizdeki 71. sayıyla yeni bir mücadele yılına giriyor.
Özgürlük Dünyası, geride bıraktığı altı yıl boyunca iki sayılık bir aksama dışında kesintisiz olarak, aylık periyotlarla yayınlandı. Bu, yayın disiplini açısından bir başarı olduğu gibi, aynı zamanda, yasal yayın olanaklarının her an yitirilme tehlikesi altında bulunduğu siyasal gericilik koşullarında, azımsanmayacak bir süredir. Bu yönüyle, Özgürlük Dünyası, yasal olanaklardan verimli bir şekilde nasıl yararlanılacağının da bir örneği olmuştur.
Özgürlük Dünyası, sürdürdüğü altı yıllık yayın yaşamını ve elde ettiği konumu, her şeyden önce bilinçli ve fedakâr okuyucularına borçludur. Okuyucular, dergiyi, 20 yıllık bir geçmişe sahip devrimci komünist gelenek ve birikimin bir parçası olarak sahiplenmiş, eleştiri ve katkılarıyla onu denetlemiş, en küçük bir hatada bilinçli müdahalede bulunmuşlardır. Bu bakımdan, derginin başarısı en başta okuyucuların hanesine yazılmalıdır.
Öte yandan, Özgürlük Dünyası, kullandığı bu legal olanağın, başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi sınıfların ve Kürt halkının yürüttüğü mücadelenin bir ürünü olduğunun, bu imkânların nispi bir istikrara ve sürekliliğe kavuşmasının da devrim ve karşıdevrim arasındaki çatışmanın biçimine bağlı olduğunun bilincindedir.
Özgürlük Dünyası’nın izlediği yayın çizgisinin ve yürüttüğü mücadelenin özelliklerini, yeni bir yıla girerken, genel hatlarıyla bir daha anımsatmanın yararlı olacağını düşünüyoruz.
Derginin bugüne kadar yayınlanan sayıları, onun nasıl bir ihtiyacın ürünü olarak yayınını sürdürdüğünü, ne türde bir işlev yüklendiğini asgari ölçüde de olsa anlamaya imkân sağlayacak özelliktedir. Ayrıca 3. sayımızda yer alan “Geçmişin Yanılgıları Tekrarlanmamalı” başlıklı yazı ile, biçim ve içerik yönünden önemli değişikliklere gidildiği 41. sayıdaki “Sunu “da yer alan görüşler, Özgürlük Dünyası’nın proletarya hareketine ne türden bir katkıyı hedeflediğini ortaya koymuştur.
Bilindiği gibi, Özgürlük Dünyası, 12 Eylül’ün ağır gericilik yıllarının ardından, ’80’lerin ikinci yarısında filizlenen işçi sınıfı, gençlik ve Kürt ulusal mücadelesinin yükseldiği bir zamanda yayınlanmaya başladı. Derginin yayınlanmasına ön-gelen yıllar, ağır siyasi gericilikle olduğu kadar, 12 Eylül’ün kaba şiddetinin sol hareket saflarındaki yansıması olan teslimiyet ve tasfiyecilikle karakterize yıllardı. “Liberalizm”, “Demokratizm-çoğulculuk”, “Gorbaçovculuk”, “Bireysellik”, “Sivil Toplumculuk” gibi moda akımlar, Marksizm’in yerine geçirilmeye çalışılıyor; Marksizm’in lafızda kabul edildiği durumda bile, içerik yukarda sayılan “yeni teoriler”le doldu-ruluyordu. Böyle bir zamanda yayın hayatına başlayan Özgürlük Dünyası, 12 Eylül’ün yarattığı ağır tahribata, emperyalist burjuvazinin ve Gorbaçovculuğun uluslararası karşı devrimci dalgasını da arkasına alan Marksizm’den vazgeçme ve burjuvaziye sığınma eğilimine ve tasfiyecilik rüzgârlarına cepheden tavır aldı. 70’lerin ortalarından itibaren Marksist-Leninist bir çizgi üzerinde ilerleyen, burjuvazinin çok yönlü saldırılarının ve burjuvazinin Truva atı rolüyle ortaya çıkan inkârcı-tasfiyeci akımların yıkmayı başaramadığı devrimci komünist hareketin, sermaye ve gericiliğe karşı yürüttüğü sosyalizm mücadelesinin bir parçası olarak yayın hayatına atıldı. Marksizm-Leninizm’in saflığının korunması, sermayeye karşı tarihsel savaşında emeğin iktidarı ve sınıfsız bir dünya için mücadele, dergimizin ana yayın ilkesiydi; bugün de böyledir ve böyle kalacaktır.
Özgürlük Dünyası, 3. sayısında yürüttüğü faaliyetin alanını kesin bir açıklıkla belirledi. Bu alan, işçi sınıfının üç mücadele biçiminden biri olan ideolojik-teorik mücadele alanıydı. Özgürlük Dünyası, bu doğrultuda, Marksizm-Leninizm’in saflığını korumak ve onu gerici ideolojilere karşı savunmak için mücadele ederken, bir anda ortalığı kaplayan ve kendilerini “sosyalist basın” olarak niteleyen legal dergilerin içinde yüzdükleri ve gerçekte tasfiyeciliğin bir tezahüründen başka bir şey olmayan legalizmle de arasına belirgin bir çizgi çiziyordu. Diğer dergilerden farklı olarak, Özgürlük Dünyası, politik bir hareketin teşhir ve ajitasyon faaliyetini doğrudan yönlendiren bir örgütlenme aracı değildi. Ve bir politik hareket, yasal olanakların süreklilik taşımadığı, siyasal özgürlüğün bulunmadığı bir ülkede, legal basına, temel bir ajitasyon ve örgütlenme aracı olarak bakamazdı. Devlet, 1990 Nisanı’nda bir kararname ile yasal basına saldırdığında, legal dergiye böyle bir temel araç rolü yükleyen küçük burjuva akımlar, görünüşte “sansürlü çıkmayı reddetme” gibi “keskin” bir gerekçeyle ama sonuçta bu kararnameyi dergi çıkarmamakla “protesto” anlamına gelen bir tutuma girdiler. Bu konuda tam bir yaklaşım berraklığına sahip olan Özgürlük Dünyası ise, temel bir ajitasyon ve örgütlenme işlevi yüklenmemiş teorik bir derginin bazı kavramları açıkça kullanmadan da, “ezop dili”yle de olsa işlevini görebileceğini göstererek legal imkanlardan verimli bir şekilde faydalanmayı bildi.
Özgürlük Dünyası, ilk 40 sayısı boyunca, esas olarak teori ve politika alanında mücadele eden bir yayın organı olmakla birlikte, devrimci hareketin ve toplumsal muhalefetin haberlerini yayınlayacak başka legal bir yayın organının olmadığı koşullarda pratik zorunluluklar nedeniyle, güncel haberlere, basın açıklamalarına yer vermek zorunda kaldı. Bu durum, onun teorik organ olma niteliğini ortadan kaldırmamakla birlikte, bir ölçüde sınırlayıcı bir rol oynuyordu. Bu bakımdan 41. sayıyı, yeni bir aşamanın başlangıcı sayabiliriz. 41. sayıdaki “Sunu”, derginin tümüyle teori ve politika sorunlarına yer veren “sosyalist bir teori ve politika dergisi” olmayı amaçladığını ifade etti ve elinizdeki 71. sayıya kadar da bu özelliğini korudu. Bugün gelinen noktada ise, sorun, kapsamı genişlemiş bir alanda ve içeriği daha zengin bir teorik faaliyet yürütmektir.

TEORİNİN ÖNEMİ VE ARTAN GÖREVLER
“Devrimci teori olmadan devrimci eylem olmaz.” Lenin’in yüzyılın başlarında söylediği bu söz, ideolojik-teorik mücadelenin devrimci proletarya hareketi için taşıdığı büyük önemi açıklıkla ortaya koymaktadır. Proletaryanın, sahip olduğu devrimci potansiyelin farkına yarması ve “kendisi için” bir sınıf olarak politika sahnesinde burjuvaziyle savaşabilmesi için, kendisinin kapitalist toplum içindeki yerini, diğer öteki toplumsal sınıflardan farklı, özel bir sınıf olduğunu bilince çıkarması gerekir. Bu da her şeyden önce, Marksist-Leninist teorinin proletarya hareketini “kavraması” ile mümkündür. Devrimci teori, işçi sınıfının örgütlü öncü müfrezesi eliyle sınıfa mal edildiğinde, ancak o zaman teori, “maddi bir güce dönüşür.” Teorinin kitleleri kapsaması, kabaca her işçinin Marksist eserlerden pasajlar ezberlemesi anlamına gelmez. Bu, en somut olarak, devrimci teoriyle işçi hareketinin birliğinin cisimleşmiş ifadesi olan partinin politikalarının, taktik ve sloganlarının sınıf hareketine yön verme gücüne kavuşması demektir. Fakat bu, bir dizi engelin asılmasıyla mümkün olabilir: Burjuva ideolojisine karşı kararlı bir savaş, burjuva atmosferde şekillenmiş düşüncelerle, önyargılarla, dinsel dogmalarla, sapmalarla vb. savaş anlamına gelir.
Marksizm, bir sınıf ideolojisi olarak ortaya çıktığından beri, burjuvazi tüm araç ve yollarla, bu teoriye saldırmış, onu gözden düşürmeye ve proletarya hareketini burjuva ideolojinin zehiriyle boğmaya çalışmıştır. İşçi sınıfı saflarında müttefikler de bulan burjuvazi, bu saldırısını, görünüşte “sosyalist”, gerçekte burjuva olan akımları yedekleyerek sürdürmüştür. Bu bakımdan devrimci proletarya hareketinin burjuva teorilerle, dinsel ideolojiyle, bunların sınıf içindeki uzantılarıyla kesintisiz bir mücadele yürütmesi onun sürekli görevlerinden biridir.
Fakat içinde bulunduğumuz tarihsel koşullar, teorik mücadeleye, taşıdığı genel önemin yanı sıra özel bir önem de kazandırmıştır.
İkinci Savaş’tan sonra örgütlenen soğuk savaş kampanyasıyla başlayan ideolojik saldırı dalgası, hızını artırarak dünya üzerindeki tüm sosyalist devletlerin yıkılması ve açık kapitalist devletlere dönüşmesiyle sonuçlandı. Bu politik zafer üzerinden, emperyalist burjuvazi, bir daha doğrulmamak üzere sosyalizmin belinin kırıldığını, kapitalizmin insanlığın erişebileceği son ve en yüksek aşama olduğunu iddia etti. Sosyalizmin yıkılmış olması gibi bir avantaj üzerinde temellendirilen, fakat tarihin genel hareketi göz önüne alındığında kof olan bu iddia, işçi hareketi saflarında da önemli bir destek buldu. ’50’li yılların ortalarından itibaren emperyalist burjuvaziye ideolojik olarak teslim olan, ancak, burjuva bir kamp olarak Batı emperyalistleriyle egemenlik mücadelesi veren eski sosyalist ülkelerin modern revizyonist yöneticileri, ’80’li yılların ikinci yarısında sosyalizm lafzını da terk ettiler, Batı Avrupa’da önemli bir kitle desteğine sahip revizyonist partiler de kapitalizmin zaferini tanıdı. Sosyalist Arnavutluk’un bu saldırılar karşısında tutunamayarak yıkılmasıyla birlikte dünya üzerinde hiçbir sosyalist devlet kalmadı. Bu koşullar altında, dünya emperyalist burjuvazisi, “Yeni Dünya Düzeni” adını verdiği bir emperyalist projeyle, sosyalizme karşı tarihte eşi görülmemiş bir saldırı kampanyası başlattı. Elindeki dev propaganda araçlarıyla, kapitalizmin evrensel bir barış, refah ve uyum dönemine girdiğini ilan etti. Marksist teoriyi her konuda “çürütmeye” girişti.
Kuşkusuz, emperyalist sistemin kazandığı bu zafer, kimilerinin iddia ettiği gibi ideolojik değil, politik bir zaferdi. Kapitalist dünyanın, bunalımların, savaşların ve işçi sınıfı ve halklar açısından sömürü ve köleliklerin dünyası olduğu, birkaç yıllık olgularla bile açıkça gözler önüne serildi. Bugün, bu propaganda sloganının mucitleri bile diken üstünde oturmaktadırlar. Evrensel barış, refah ve uyumun boş bir slogandan öte anlam taşımadığı yığınlar açısından da görülebilir olgusal gerçekler olma özelliği kazanmaktadır.
Kısaca, sosyalizm yenilmiş olmakla ve bu bakımdan birçok dezavantaj taşımakla birlikte, objektif bakımdan genişlemiş olanaklara da sahip olmuştur. Ama tüm objektif olanaklara karşın günümüzün gerçeği, burjuva-emperyalist ideolojinin proletarya hareketi ve aydın tabaka üzerinde egemen hale gelmiş olmasıdır. Bu egemenlik, dayanaksız da olsa, nesnel temelden yoksun da olsa, bir gerçektir.
Bu durum, dünya komünist hareketine çok yönlü, kapsamlı ve uzun süreli bir teorik mücadele görevi yüklemektedir. Sosyalizmin yenilgisiyle sonuçlanan süreçlerin, emperyalist sistemin politikalarındaki ve sınıf ilişkilerindeki yeni biçimlerin, bilimdeki ve teknolojideki gelişmelerin, kısaca, ortaya çıkmış bütün pratik olguların ciddi bir tahliline dayanan ve bu konudaki bütün burjuva teorileri çürüten uluslararası bir teorik saldırı platformu inşa edilmeden, Marksizm-Leninizm’in işçi sınıfı içinde esas akım olması ve burjuva ideolojisinin her alanda yere serilmesi mümkün olamaz. Böylesine kapsamlı bir teorik mücadeleyi zorunlu kılan bir etken de, son 40 yılda, bilimsel sosyalist teorinin görece bir durağanlık yaşamış olmasıdır.
40 yıllık sosyalizmin mirası üzerine oturan ve bu elverişli durumdan yararlanarak proletarya hareketi üzerinde ideolojik bir tekel oluşturan modern revizyonizmin işçi hareketine egemen olduğu uzun yıllar boyunca, dünya komünist hareketi, emperyalist ideolojiye ve modern revizyonizme karşı Marksizm-Leninizm’in temel tezlerini savundu. Ama Arnavutluk dışındaki tüm sosyalist ülkelerin kapitalist bir rotaya sokulduğu, birçoğu yeni kurulan gerçek komünist parti ve örgütlerin proletaryanın ana gövdesinden koptuğu koşullarda, Marksist-Leninist teori; İkinci Savaş’tan sonra ortaya çıkmış olan yeni duruma; sınıf ilişkilerindeki değişikliklere, emperyalizmin yeni politikalarına, bilim ve teknolojideki gelişmelere uygun olarak geliştirilemedi. Dünya komünist hareketi, savunma konumunu aşarak emperyalist ideolojiye cepheden saldıran, yaşamdaki değişikliklerin ortaya çıkardığı sorunlara tüm yönleriyle cevap veren bir faaliyet geliştirmede istenen düzeyde bir performans gösteremedi.
Fakat bütün bu olumsuz gelişmelere karşın, “Yeni Dünya Düzeni”, kendi iç çelişmeleri tarafından kaosa çekilmekle kalmamış; artık hiç riske girmeyeceği iddia edilen dünya kapitalist sistemi, tam da sonsuz zaferini ilan ettiği anda, tarihinin en yıkıcı ve en kapsamlı krizlerinin birinin pençesine düşerek, uluslararası proletarya hareketinin teorik açılım ve pratik sıçraması için bulunmaz bir nesnel temel sunmuş durumdadır. Krizin ortaya çıkardığı olgular dünya kapitalist sisteminin, burjuva ideologlarının sisteme yüklediği hiç bir erdeme sahip olmadığını, tersine sistemin çelişmelerinin bütün canlılığıyla yaşadığını, dahası sistemin girdiği yeni bunalım dönemiyle bütün çelişmelerinin daha da şiddetlendiğini; sistemin gerçek muhaliflerinin, örgütlenmesinin temellerini genişletip olanaklarını artırdığını göstermiştir.
Uluslararası plandaki gelişmeler ve bu gelişmelerin Türkiye’nin kendine has koşulları altında ortaya çıkan olgular, pratiğin olduğu kadar teorinin de değişik alanlarında bir atılımın zeminini oluşturmaktadır ve Özgürlük Dünyası’nın bulunduğu platformda bu olguların ele alınıp yerli yerine oturtulmasının imkânları hayli artmıştır. Bu yüzden de önümüzdeki dönemi, bu gelişmelerin derinlemesine incelendiği ve bugüne kadar “henüz aşamadık” dediğimiz teorik sorunların aşılması için var gücümüzle çalıştığımız dönem olarak niteleyebileceğimizi umuyoruz.
Bu nedenledir ki bugün; çeşitli türden burjuva sendikalist-parlamenter akımların proletarya hareketi üzerinde egemenlik kurduğu, emperyalizmin, kazandığı politik başarılarla tüm dünyayı kapitalizmin zincirleriyle sardığı, bilimlerdeki ve teknolojideki gelişmeleri Marksist-Leninist teoriyi “çürütmek” üzere kullandığı bu ideolojik gericilik ortamında, komünist teoriyi yaşamın her alanındaki gelişmelerin ışığında geliştirmek, temelleri güçlendirilmiş bir mücadele platformuyla karşı-saldırıya geçmek bir zorunluluk olarak durmaktadır karşımızda; ama karşıdevrim kendi imkânlarının sonuna yaklaşırken, uluslararası komünist hareket ve Türkiyeli devrimci komünistler karşı saldırı için oldukça geniş imkânlara sahip olmakta, olanakları gün be gün genişlemektedir.
Kuşku yok ki, bu teorik mücadele platformu, uluslararası bir nitelik taşıdığı ve bütün dünyanın gerçek Marksist-Leninistlerinin ortak faaliyeti olduğu gibi, kültür-sanattan felsefeye, doğa bilimlerinden ekonomiye kadar bütün cephelerde yürütülen bir mücadeledir. Ve bir teori ve politika dergisi olarak Özgürlük Dünyası, kendi alanına giren sorunlarda bu mücadeleye katılacak, bugüne kadar attığı adımları daha derin ve kapsamlı çalışmalarla sürdürecek, ilan edilmiş bu uluslararası mücadele platformunun bir bileşeni olan Türkiyeli devrimci komünistlerin bu yöndeki çalışmalarını sayfalarına taşıyacak; bu mücadelede üzerine düşeni yapmaya çalışacaktır.
Burjuvazinin müzeye kaldırıldığını iddia ettiği, Marksizm-Leninizm’in, sınıf mücadelesi, devrim, sosyalizm teorilerini, ekonomi ve politika bilimini, felsefe ve tarih anlayışını savunmak, sürecin ortaya çıkardığı gelişme ve değişmelerin, olguların ışığında geliştirmek ve temellendirmek olmazsa olmaz karakterde bir görev özelliği olmaya devam etmektedir.

SINIF MÜCADELESİ PRATİĞİ VE TEORİ
Devrimin uluslararası görevlerinin zorunlu kıldığı yeni bir teorik mücadele platformunun yanı sıra, Türkiye devriminin acilleşen sorunları da teori ve politika sorunlarını ciddiyetle ele almayı, gündeme gelmiş sorunları Marksizm-Leninizm’in ışığında ele alıp çözümler üretmeyi zorunlu kılmaktadır. Türkiye devriminin sorunları, sınıf hareketindeki, ulusal hareketteki ve emekçi sınıflar hareketindeki gelişmeye, burjuva sistemin içine yuvarlandığı kriz ortamında geliştirdiği taktikler ve girdiği yönelimlere bağlı olarak karmaşık acil görevler doğurmaktadır. Özgürlük Dünyası, büyük bir devrimci dinamik taşıyan ve sert çatışmalara doğru gelişen proletarya ve emekçi sınıflar hareketinin büyüyen ihtiyaçlarına bağlı olarak teori ve politika sorunlarını ele alacak, iç ve dış politikadaki gelişmelere, güncel olaylara teorik bir çerçevede yorumlar getirmeye devam edecek. Fakat burada, bu mücadelenin nasıl bir perspektifle ele alındığı konusunda bazı noktaların altının çizilmesi gerekiyor.
En başta, devrimci komünist hareket, ülke devriminin sorunlarını proletarya hareketinin uluslararası görevlerine bağlı olarak ele almaktadır. Proletarya hareketi uluslararası bir harekettir ve ülke devriminin sorunlarına dünya devriminin bir parçası olarak, dünya devrimi perspektifiyle bakmaktadır; ayrıca, devrimin acilleşen uluslararası teorik sorunlarına ciddi yaklaşım ve çözümler getirilmeksizin ülke devrimine ilişkin programın yenilenmesi, geliştirilmesi ve zenginleştirilmesi de gerçek anlamıyla mümkün olmayacağının farkındadır. Bu bakımdan, komünistler, ülke devriminin sorunlarını uluslararası proletarya hareketinin sorun ve ihtiyaçlarına bağlı olarak ele almaktadırlar. Bu bir zamansal öncelik sorunu değil, perspektif sorunudur.
İkinci olarak, devrimci komünizm, teoriyi, pratik mücadeleyle kopmaz bir bağ içinde ele almakta ve teoriyi, pratiğin ortaya çıkardığı sorunları çözerek geliştirmek ve temellerini güçlendirmek perspektifini taşımaktadır. Devrimci komünist hareketin ilan ettiği yeni bir teorik mücadele platformu, uluslararası proletarya hareketinin ihtiyaçlarının ürünü olduğu gibi, ülke devriminin sorunlarına ilişkin geliştirilen politika ve taktikler de, sınıf mücadelesinin pratiğinin ürünüdür.
Gerçekte bu, bilimsel sosyalist teorinin doğasına içkin bir özelliktir. Marx ve Engels, bilimsel sosyalist dünya görüşünü formüle ederlerken o güne kadar burjuva çerçevede gelişen sınıf mücadelesi, felsefe ve ekonomi politik teorilerini proletarya hareketinin gelişme düzeyine, bilimin o ana kadar ortaya çıkardığı olgulara dayanarak aştılar. Aynı şekilde Lenin, Marksizm’in teorik hazinesine yaptığı katkıları, maddi-ekonomik hayattaki gelişmelere, sınıf mücadelesinin ortaya çıkardığı deneylere dayanarak ve pratiğin ortaya çıkardığı sorunları çözerek yaptı. Teori, her zaman pratiği izler; yaşanmış pratiğin genelleştirilmiş ve zihinsel yeniden üretilmiş ifadesidir, gerçekliğini pratiğin sınavından geçerek kabul ettirir, pratiğin ortaya çıkardığı sorunları çözerek gelişir. Marksizm’in, kurgusal değil bilimsel bir dünya görüşü olmasının sırrı da buradadır.
Bu bakımdan, Özgürlük Dünyası, güncel pratikten ve proletarya hareketinin ihtiyaçlarından kopuk, rast gele bir araya gelmiş aydınların ürünü olan akademik bir dergi değil, güncel pratiğe yakın, dünya ve ülkedeki gelişme ve değişmelere teorik bir çerçevede yorumlar getirmeye çalışan, kolektif iradenin ürünü canlı bir dergi olmak çabasındadır. Konuları, dili, yaklaşım tarzı da aynı anlayışa uygun olarak belirlenmiştir. O, her şeyden önce, ileri işçilerin, emekçi sınıfların devrime yönelen kesimlerinin ve devrimci militanların aydınlatılması, dönüştürülmesi, devrimci ahlaki değerlerle yoğrulması için mücadele etmektedir.
Özgürlük Dünyası, “pratik mücadelenin ve işçi hareketinin ihtiyaçları” derken, asla, işçi hareketinin sendikal platformunu anlamamaktadır. Özgürlük Dünyası, gündemini, kendiliğinden işçi hareketinin dar ekonomik-sendikal sorunlarıyla sınırlandırmaz, işçi hareketinin, gerçek ihtiyaçlarının bilincine varması, onun uluslararası bir sınıf olduğunun, kendisini ve tüm insanlığı kurtarabilmesi için burjuva egemenlik sistemini yıkarak egemen sınıf olarak örgütlenmesi gerektiğinin bilincine varması demektir. Kısaca, işçi hareketinin, en yalın olarak, ihtiyacı, “kendisi için sınıf” olmaktır. Bu da, kavramdan, dar sendikal sorunları değil bütün boyutları ve zenginliğiyle sosyalist politikayı anlamayı gerektirir.
Özgürlük Dünyası, gerek teorik mücadelenin uluslararası görevlerini, gerekse de Türkiye devriminin sorunlarını ele alırken, mücadelenin merkezine doğrudan burjuva emperyalist ideolojiyi alacak, emperyalist ideologların “yeni” bir ad altında ortaya sürdükleri görüşlerle polemiğe öncelik verecektir. “Sosyalizmin iflasına” yol açtığı söylenen olguların gerçekte burjuva dünya görüşünün tükenmişliğinin göstergeleri olduğunu açıklamaya çalışacaktır. Bu, hiçbir şekilde, kendini “sosyalizm” içinde tanımlayan küçük burjuva akım ve ideolojilerle mücadele edilmeyeceği anlamına gelmiyor. Aksine, teorinin ve politikanın bütün sorunlarında ortaya çıkan sağ ve “sol” oportünist teori ve pratiklerin açığa çıkarılması, teşhir edilmesi ve çürütülmesi önemli görevlerden biri olmaya devam edecek. Fakat bu yapılırken söz konusu akımların proletarya hareketi üzerindeki saptırıcı etkileri, dünya ve ülke düzeyinde sınıf mücadelesini geriletici rolleri kriter alınacak; bizzat kendi çizgi ve pratiklerinin kurbanı olarak sınıf hareketinin dışına süpürülmüş gruplarla, teorik bakımdan ilerleticilikten yoksun, pratik olarak yararsız tartışmalara girilmeyecek, bu grupların temelsiz “eleştiri” ve spekülasyonlarına çok zorunlu kalınmadıkça cevap verilmeyecektir; kısaca sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarından bağımsız aydınca bir “fikir jimnastiği”, kaçınacağımız bir davranış olacaktır.
Çizgimizi benimsesin benimsemesin, dergimizi okuyan ileri işçilerin, gençlerin, sosyalizmi hâlâ bir umut olarak içlerinde koruyan aydınların eleştirileri, önerileri ve katkılarına ise, ihtiyacımız hiç azalmayacak. Marksizm-Leninizm’in yol göstericiliği altında mücadele’ yürüten dergimiz, sınıf mücadelesiyle bağlarını başka kaynakların yanı sıra bu bilinçli okuyucularla koruyacaktır.

* * *
Özgürlük Dünyası, ortaya çıkan yeni olgularla, dünyanın son on yılda yaşadığı büyük bir alt-üst oluşla karakterize olan ve teorinin sorunlarının alabildiğine karmaşık ve zorlu olduğu bir dönemde kendisini zor görevlerin beklediğinin bilincindedir. Marksizm-Leninizm’in yol göstericiliği altında, devrimci komünist hareketin teorik birikimine, deneylerine ve öngörülerine dayanarak ilerleyeceğiz. Özgürlük Dünyası, geride bıraktığı 70 sayıda, teori ve politika alanında önemli bir işlev gördü. Elbette bu süreçte kaçınamadığı hataları oldu, yazılış tekniği ve üslubuyla okuyucuyu zorlayan yazılar yazdı, içeriği zayıf yazılara yer verdi. Ama hiçbir zaman hatalarının üzerini küllemeye çalışmadı. O, devrimci komünist hareketin yirmi yıllık tarihi içinde gelenekselleştirdiği bir tavrı esas almaktadır: Şimdiye kadar devrimci komünist harekete yapılmış en sert eleştiriler, devrimci komünist hareketin kendisine yönelttiği eleştirilerdir.
Dergimiz, “özgürlük dünyası” kavramını kendisine ad olarak seçerken, her türlü yabancılaşmanın kaynağında bulunan, sınıflara bölünmüş “zorunluluklar dünyası”nın yerini, insanın değiştirici ve üretici etkinliğinin sonucu olarak doğacak olan “özgürlükler dünyası”na, komünizme bırakacağı umuduna bir gönderme yapmıştır. Özgürlük Dünyası, adına uygun bir çizgide, ihtiyaçların belirleyeceği değişikliklerden kaçınmadan, yayın yaşamını sürdürecek.

Eylül 1994

Burjuva politikada çözümsüzlük ve arayışlar

Burjuvazinin politik krizi derinleşiyor. Ve egemen sınıflar bir hükümet sorununa indirgenen bu sorunun çözümünü alternatif hükümet senaryolarında arıyorlar. Yılın başından beri, askeri ya da sivil darbeden, içinde MHP’nin de olduğu koalisyon formüllerine kadar bir dizi formül ortalıkta dolaşıyor ve bu seçeneklerin dönem dönem bazılarının öne çıkarılması, hatta giderek seçeneklere başka formüllerin eklenmesi aczin boyutları hakkında yeterince fikir veriyor.

İŞLEVİNİ YİTİREN SHP VE YENİ FORMÜLLER
İktidar ortağı SHP’nin bir parti içi bölünmeye de yol açmak üzere içine düştüğü bunalım, koalisyon hükümetinin çok yakın zamanda dağılacağının işaretleri arasında yer alıyor. SHP’nin kendisine biçilen rol gereği, işçi ve emekçi kitlelerin artan muhalefetini dizginleme, sistem içine kanalize etme, yatıştırma işlevini artık yerine getiremez hale gelişi bu iki partinin beraberliğini de anlamsızlaştırdı. Koalisyon protokolünde bulunan “demokratik kırıntıların”, vaat edildiği gibi hayata geçirilmemesi SHP’nin oy tabanım önemli ölçüde kaydırdı ve bu partinin oylan son yerel seçimlerde yüzde elli oranında kayba uğradı. Emekçilerin daha fazla yoksullaşmasına neden olan 5 Nisan ekonomik kararlarının altında SHP’nin de imzasının olması bardağı taşıran son damlaydı. SHP, kitleler nezdinde itibarını kaybetti, meşruiyeti kalmadı.
Şimdi artık, hükümetin dağılması için bir takvim bile belirlendi.
Ama DYP-SHP koalisyonunun gözden çıkarılmasının nedenlerini sadece SHP’nin dalgakıran rolünü yeterince iyi oynayamamasıyla açıklamak doğru olmayacaktır. Kaygının asi nedenini hükümetin şimdiye dek yaptıkları ya da yapamadıklarından çok, koalisyonun, yakın vadede yapılmak istenenlere yanıt verip veremeyeceğinde, bunun için en uygun seçenek olup olmamasında aramak gerekmektedir.
Burjuvazinin çeşitli kesimleri hükümetten duydukları hoşnutsuzlukları şimdiye dek birçok kez ifade ettiler. Örneğin özelleştirmelerin bir türlü istenildiği hızda gerçekleştirilememesi, Kürt sorununun daha önce öngörülen vadede çözülememesi bu hoşnutsuzlukların nedenleri arasında baş sırada yer alıyor. TÜSİAD’ın ve TOBB’un çeşitli toplantılarında gündeme gelen eleştirilerin, Tansu Çillerle burjuvazinin örgütleri arasında bir gerginliğe yol açmış olması da rastlantı değil. Çünkü bu kesimler, daha önce “duvara dayandık” sözleriyle ifade edilen ekonomik ve politik kriz öğelerinin koalisyonun tam bir mutabakat hükümeti gibi davranamaması yüzünden çoğaldığı inancındalar.
Gerçekten de SHP, emperyalistlere ve uluslararası finans çevrelerine ne kadar sadık bir uşak olduğunu hükümet ortaklığı boyunca defalarca kanıtladı ama özelleştirmelerin kendisine değil de, kanun hükmünde kararnamelerle yapılmasına karşı çıkarak Anayasa Mahkemesi’nden PTT’nin T’sinin özelleştirilemeyeceği kararını çıkaran bazı milletvekillerinin hız kesici fonksiyon görmeleri, duvara dayanan egemen sınıfların sabırsızlığını artırdı. Tabii, Türkiye’nin kredi notunu durmadan ‘indirip çıkaran emperyalistlerin de. Bu durum koalisyondaki çatlakları artırmakla kalmadı, özelleştirmenin mevcut hukuki prosedüre uygun yapılmasını denetleyen Anayasa Mahkemesi ile hükümet arasında bir gerginliğe yol açtı. Burjuvazinin çeşidi kurum ve kuruluşları, partiler ve “işadamları” örgütleri arasında bir türlü mutabakat sağlanamadı. Herkes cevval bir özelleştirme taraftarıydı ama yöntem konusunda çıkan pürüzler ya da çeşitli partilerin kendi aralarındaki iktidar mücadelesi yüzünden çıkan sorunlar, uygulamanın bir çırpıda yapılmasını engellemekteydi. Örneğin ANAP, asla özelleştirme karşıtı bir parti değildi, fakat bu işin, kendisi dışında yapılamayacağını iddia ediyordu. Emperyalistlerin en sadık uşağı ANAP’tı, özelleştirmeyi en iyi o yapardı!
Özelleştirme, ANAP gibi diğer bütün partilerin elindeki en önemli koz haline geldi. Çıkarılan engellerin özünde teknik gerekçeler yatıyordu ama duvara dayananlar için, şimdi, teknik ve yöntem sorunları neredeyse her şey haline gelmişti.

MİLLİ MUTABAKAT VE SİVİL DARBE TARTIŞMALARI
Diğer yandan işçi ve emekçiler, özelleştirme ve bunun sonucunda gündeme gelen kitlesel işten çıkarmalar ve sendikasızlaştırmalar karşısında öyle pek de sessiz kalmayacaklarını gösterdiler. Üstelik süreç, bu kitleleri radikalleştirmekte, gerçekten düzen dışı alternatiflere ya da düzen dışıymış gibi görünen, örneğin Refah Partisi gibi sistem içi seçeneklere doğru yöneltmekteydi. Muhalefetin uçlara doğru çekilmesi, giderek politik bir nitelik kazanması burjuvaziyi ürküten en önemli nedenler arasında yer alıyordu.
Tam da bu yüzden; işçi ve emekçilerin muhalefetini bastırma ve burjuva kamplar arasında mutabakat sağlama işlevini görmek üzere darbe tartışmaları birkaç ay önce gündeme getirildi. En büyük tekellerden birinin sözcüsü olan Rahmi Koç, özelleştirmelere karşı gelişecek direnişlerin şiddetle ezilmesi telkininde bulundu. Daha sonra da Sabancı ve Koç tekellerinin temsilcileri, Demirel’le görüşerek ekonomik gerekçeli bir olağanüstü halin yürürlüğe sokulmasını talep ettiler. Anayasanın 119. maddesinde ekonomik nedenlerle olağanüstü hal uygulanabileceği hükme bağlanmıştı ve şimdi tam sırasıydı! Talep, 5 Nisan paketinin açılmasından bir hafta sonra gündeme getirilmiş, böylece, politik literatüre ilk kez ekonomik nedenli sıkıyönetim ya da olağanüstü hal kavranıları girmişti.
Hiç kuşkusuz, ekonomik gerekçeler ileri sürülerek istenen bu düzenlemeler aslında politikti ve alınacak sonuç işçi ve emekçi kitlelerin direnişlerinin şiddet kullanılarak bastırılması hesabıyla tasarlanmıştı.
Demirel bu talebi “gerek yok” diyerek reddedince darbe ya da olağanüstü hal tartışmaları yavaş yavaş söndü ama bu talep burjuvazinin eğilimini çok açık biçimde ortaya çıkardı. Burjuvazi, muhalefetin yatıştığı, pürüzlerin giderildiği, burjuva kampların birbirine kenetlendiği, böylece ulusal mutabakatın sağlandığı bir darbe ortamı kurmak istiyordu. Bunun için illa ordunun müdahalesi gerekmiyordu. Tersine ordunun geri planda kalmasında yarar görülüyor, en cebri yöntemleri alıp burjuvazinin politik bunalımını hiçbir ikbal ya da oy kaygısı duymaksızın atlatmasına yardımcı olduktan sonra geri çekilecek sivil bir “teknisyenler hükümeti”nden medet umuluyordu. Sivil darbenin cumhurbaşkanı da Demirel olacaktı.
Bu sorunlar, çeşitli burjuva kesimler arasında çok tartışıldı ama tartışma bitmedi. Geriye çekilmiş gibi görünse de, sivil darbe talebi el altında tutulmaya devam ediliyor. Adına sivil darbe denmese de, yangında en önce uygulanacak hükümet senaryoları da sivil darbeden beklenileni gerçekleştirmek üzere yazılıyor.

’83 RUHU VE ANAYOL
Sivil darbe işlevini görmek üzere ANAYOL formülünün, MHP’li bir koalisyonun ya da değişik hükümet kombinezonlarının tartışılmasının amacı, daha önce de değindiğimiz gibi milli mutabakatın sağlanmasıdır. ANAYOL formülü uzunca bir süre diğer alternatiflerin önüne geçti. Ama ANAP’ın kendi iç problemleri yüzünden bu partinin kendini taşıyamayacak hale gelerek sermayeye güven verememesi ve imaj erozyonuna maruz kalması, Mesut Yılmaz’ın Tansu Çiller’li bir koalisyona hayır demekte ısrar etmesi gibi nedenlerle, ANAP’ın içinde bulunduğu bir kombinezondan daha az söz edilmeye başlandı. Mesut Yılmaz’ın Çiller’siz koalisyon önerisi aslında rağbet de görüyordu. DYP’nin başına Cindoruk’un gelmesiyle oluşturulabilecek bir ANAYOL koalisyonu, burjuvazi için de uygundu ama Cindoruk’un genel başkan olması için, şu koşullarda uyulması gereken hukuki prosedür, süreci uzatıyor ve formül, hemen şu anda yapılması gerekenler için çare olamıyordu. Bu bakımdan Cindoruk’lu ANAYOL formülünden önce, acilen kotarılmaya uygun formüller gerekmekteydi.
ANAYOL fikri, burjuvazinin ANAP’ın kurulduğu yıl olan 1983’te yaşadığı heyecanın aynısını doğurmuyordu ama yine de yönetememe krizinin geldiği şu aşamada, kendisine bel bağlanan bir umut olarak, dört eğilimin aynı çatı altında toplanma ihtiyacının az çok karşılığı olarak görülüyordu. ANAP 1983’te dört burjuva politik eğilimi bünyesinde topladığı iddiasıyla ortaya çıkmış, muhalefetin 12 Eylül faşist darbesiyle susturulmuş olmasından da yararlanarak uzun süre tek etkin burjuva parti olarak kalabilmişti. Üstelik tek başına iktidardı ve darbe koşullarının devamını sağlayabiliyordu. ANAP daha sonra eski misyonunu sürdüremez oldu ve giderek eridi. Ama ’83 ruhundan söz ederek ifade edilen milli mutabakat özlemi, egemen sınıfların ve onların ideologlarının istikrarsızlığa karşı buldukları tek çözümdü. DYP-SHP koalisyonu da başlangıçta bir ulusal mutabakat öğesi olarak görülmüştü ama bu hükümet, SHP’nin bütün sinikliğine ve ürkekliğine karşın, tek başına ve dört eğilimi bünyesinde toplayarak iktidarda kalmış olan ANAP’ın sağladığı burjuva uzlaşmayı sağlayamadı. SHP, DYP’ye, DYP de aslında eski ANAP’a çok benziyordu. Aynı şey birbirlerine alternatif olduklarını söyleyen diğer partiler için de geçerlidir. Benzerlik ilk önce ANAP’ın temsil ettiği, “Reaganizm”, “Thatcherizm”, Türkiye’de de “Özalizm” diye anılan emperyalist Yeni Dünya Düzeninin yükselen değerleri üzerine kurulmuştu ve “Özalizm” ya da diğer adıyla liberalizm, bugüne gelinceye dek geçen süre içinde hemen bütün burjuva partilerinin temel felsefesi haline geldi. Yeni Dünya Düzeni’nin, sosyalizmin öldüğü tezi üzerine kurulu olan globalleşme iddiası, dünyadaki diğer burjuva politik örgütler gibi Türkiye’deki partilerin de temel iddiası oldu. Özalizm ya da liberalizm, varmış gibi görünen bir “demokrasi”, serbest piyasa ekonomisi, bir de yükselen değerler demekti. Bütün burjuva partiler bu nedenle bir imaj operasyonuna tabi tutularak yükselen değerleri içselleştirmeye, emperyalizmin yeni politik ihtiyaçlarına göre kendilerine biçim vermeye başladılar. Bu, devlet politikalarına sadakat bakımından zaten birbirine benzeyen partileri, görünümde de birbirine benzer kıldı. Dolayısıyla milli mutabakatın üstünde oluşacağı zemin, emperyalist finans çevrelerinin sosyalizmin öldüğünü iddia ederek gündeme getirdikleri yeni siyasi ihtiyaçlardan oluşuyordu.
Bu süreçte radikal sağ olarak tanımlanan partiler, örneğin faşist MHP ve şeriat kaldıracı olan Refah Partisi bile, keskin söylemlerden vazgeçtiklerini, eskisi gibi olmadıklarını iddia etmeye başladılar. MHP’nin, içinde SHP’nin de bulunduğu bir koalisyona destek vermesi bu partinin değiştiği iddiasını güçlendirmek için kullanıldı. Bu parti bazen de şeriatçılık-laiklik biçiminde ortaya çıkan sahte kamplaşmada laiklik vurgusunu çok sık yaparak, üstelik aşırılığını da törpülemiş gibi görünmeye çalıştı.

TOPLUMSAL FAŞİSTLEŞTİ RME VE MHP’YE BİÇİLEN ROL
MHP’nin, artık, “merkez sağ bir parti haline geldiği” saptaması, bütün burjuva medya açısından hoş bir keşif oldu. Vitrine konulan albenili malzemeler, hem Refah Partisi’ni hem de MHP’yi şirin göstermeyi amaçlıyordu. Bu partiler ve diğerleri, çağdaş normlar haline gelen Yeni Dünya Düzeni kavramlarını ve yeni politikaları benimsediklerine dair, neredeyse yeminler ediyorlardı. Böylece, bu çağdaş normları benimsemek ya da daha az benimsemiş olmak üzerinden yola çıkılarak ilericilik ve gericilik kavramlarının anlamı da değişti. MHP, laikliği savunduğu için çağdaşların, ilericilerin saflarına yerleştirildi.
Bu imaj operasyonu, liberal olmak, çok önemli bir değer haline geldiği için, MHP’nin ılımlı sağ ya da merkez sağ diye tabir edilen diğer “liberal” partilerden bir farkının olmadığını kanıtlamak için yapıldığı gibi, kitlelerin belleğinde Maraş ve Çorum katliamları, üniversite ve kahvehane taramaları ve devrimcilere ve halka yönelik sivil faşist saldırıların faili olarak yer eden bu partiyi, geçmişteki yüklerinden temizlemek için de yapılmıştı. Refah partisi için de aynı şeyleri söylemek mümkün. Bu parti de devletten destek alarak güçlendi. Vitrin düzenlemesi yapılarak Refah’a çağdaş bir görünüm verilmeye çalışıldı; şeriatçı faşizmin baskıcı ve saldırgan politikaları bu vitrinin ardına gizlenerek, parti, kitleler için umut haline getirilmeye çalışıldı.
Ama MHP’ye yapılan bu rötuşlardan beklenen şeyler daha fazlaydı. Pentagon ve CIA’da hazırlanan senaryolar gereğince bu parti, yakın zamanda koalisyon ortağı olmak üzere hazırlanıyordu.
Gerçekte MHP koalisyonun gizli üçüncü ortağı durumundaydı. Bütün bürokratik kadrolar, belediyeler MHP’li militanlarla doldurulmuştu. Kürt bölgesinde süren savaşta kullanılan Özel Tim başta olmak üzere MİT, Kontrgerilla; devletin legal ve yarı-legal bütün tedhiş ve istihbarat örgütleri MHP’yle iç içeydi. MHP, hem fikren hem de fizik olarak iktidardaydı.
Bütün bunlar böyleyken, MHP’nin hükümet ortağı olması durumunda hiçbir şeyin değişmeyeceği söylenebilir.
Ama bu durumda, hükümette yer alarak meşru bir kuvvet haline gelmiş MHP’den beklenenler anlaşılmamış olur.
Burjuvazinin gündemine koyduğunu ilan ettiği üç politik sorunun; özelleştirmenin, Kürt sorununun ve Laiklik sorununun çözümüne talip olan bu parti, hükümet ortağı olarak birçok propaganda olanağına kavuşacaktır.
Giderek gelişen toplumsal muhalefetin, genel bir toplumsal faşistleştirme yoluyla dizginlenmesi ve geriye itilmesinde MHP’den çok şey beklenmektedir. Bu parti son yerel seçimlerde Refah Partisi’nden sonra oy oranını en çok artıran partidir. Özellikle ulusal mücadelenin sürdüğü bölgenin çevresinde yer alan ve Türk-Kürt nüfusun birlikte yaşadığı illerde örgütlenmesini yoğunlaştırarak Kürdistan’ı bir MHP kuşağıyla çeviren MHP, giderek daha fazla yaygınlaşmaya oynamaktadır. Oluşturulan bu MHP kuşağı nedeniyle bölge, hem bir çatışma odağı hem de diğer bölgeleri Kürt illerinden ayıran bir tampon bölge durumuna getirilmiştir. MHP’nin medya vasıtasıyla hızla gündeme çıkarılmasında kuşkusuz bu kuşağın genişletilmesine duyulan ihtiyaç vardır.
Kürt mücadelesinin bastırıldığına dair yapılan propaganda, bölgede bir huzur ortamının kurulduğu demagojisine dayandırılıyor. Cudi Dağı’na bayrak dikildiği, Dicle kıyılarından barut değil kebap kokularının geldiği söylenerek yapılan bu bayağı propaganda, gerçekte Kürt halkına yönelik şiddeti gizlemeyi hedeflemektedir ve devlet, Kürt halkında bir bellek kaybı yaratana kadar bu şiddeti artırmaya kararlıdır. Ama diğer yandan da uygulanan şiddetin, inanmadığı bir savaşa giderken gözyaşı döken Türk gençleri başta olmak üzere, savaşı kayıtsızlıkla izleyen ya da devlete ancak pasif bir destek veren geniş bir “vatandaş” kitlesinin ikna edilmesi gerekmektedir. MHP’nin işlevi buradadır. Bir siyasi parti olarak, devletin diğer organlarına göre toplumsal manevra kabiliyeti daha fazla olması muhtemel olan bu oluşumun, genel bir faşistleştirme operasyonunda üzerine düşen rol çok fazladır. Ama toplumsal faşistleştir-menin sadece Kürt sorunuyla ilgili olduğunu düşünmek doğru değildir.
Bu bakımdan şöyle söylemek bir kurgu olmayacaktır: Özelleştirmeye karşı gelişecek direnişlerin zorla bastırılması gerektiğini yüksek sesle söyleyen burjuvazi, uygulanacak şiddeti de ihtiyaç duyulduğunda MHP önderliğinde oluşturulmuş sivil faşist milislere ihale etmekte tereddüt göstermeyecektir. Bu, belki toplumsal muhalefetin, açık bir çatışma ortamı yaratacak kadar gelişmesi ihtimaline karşı tasarlanmıştır ama senaryolar, gelişmeleri bugünden kestirmeye olanak tanımaktadır. Kaldı ki, sivil faşistler işçi eylemlerine ve direnişlerine açıktan saldırmaya çoktan başlamışlardır.
Ama MHP’nin, işçi ve emekçilere yönelik müdahalesi salt şiddetle ilgili bir içerik taşımaz. Çünkü şiddet hiçbir zaman saf halde bulunmaz. MHP düşüncesinin bütün toplumsal katmanlarda hızla yayılması, sendikaların ve kitle örgütlerinin faşistler tarafından ele geçirilmesi, şiddetin kitlelerde içselleştirilmesine hizmet etmek üzere şimdiden planlanıyor ve bu konuda az mesafe kaydedilmiş değil.
Öyleyse, fikren ve cismen zaten iktidarda olan MHP’nin de içinde bulunduğu koalisyon planlan, bu partiye daha fazla manevra olanağı sağlanmasını hedeflemektedir.
MHP’nin değiştiğiyle ilgili spekülasyonlar, yakın zamanda daha yoğun bir biçimde devreye sokulacak olan devlet terörünü gizlemek amacını da taşıyor. Bu politikanın kısmen MHP eliyle sürdürülmesine duyulan ihtiyaç, imaj operasyonunu gündeme getirdi. Ama bu partinin merkez sağa çekilerek kendisine liberal bir maske takılması, egemen sınıfların toplumsal faşistleştirme yoluyla şiddete yaygınlık kazandırma hedefini gizleyemedi.
Diğer yandan, bütün partilere böyle bir maske takılmasına duyulan ihtiyaç, kitlelerin yönetilmesinde asıl tercih edilecek yöntemler konusunda ipucu verdi. “Demokratik” ve liberal bir tarz, aslında burjuvazinin açık cebri tedbirler yerine daha fazla tercih ettiği bir tarzdır. Çünkü böyle bir “demokratik” tarz, sıradan kitlelerde devlet hakkında yanılsamalar üretmeye daha uygundur. Ya da tersinden söylemek gerekirse, kitlelerin devrimci politikaların etkisine girmediği ya da devletle apaçık karşı karşıya gelmediği koşullarda “demokrasi”, politik erkle emekçiler arasında esnek bir ilişki kurulmasını kolaylaştırır.
Ama bu, normal koşullar için, az çok politik istikrarın olduğu dönemler için geçerlidir. Oysa şimdi bu istikrar yoktur ve burjuvazi, ,Kürt sorunu ve yükselen işçi ve emekçi muhalefeti nedeniyle kitleleri liberal bir yöntemle ikna edemeyeceğini, yönetemeyeceğini düşünüyor. Egemen sınıfların içine düştüğü yönetememe krizinin derinleşmesi, açık şiddeti çağrıştıran senaryoların harekete geçirilmesine yol açıyor. Sivil darbe, olağanüstü hal uygulaması talebi ve MHP’li bir koalisyon tartışması bu eksende sürüyor.

“LİBERAL” ALTERNATİF: CEM BOYNER
Diğer yandan, Cem Boyner’in başını çektiği Yeni Demokrasi Hareketi’nin, “demokratik” özlemleri ifade etmek üzere piyasada en çok dolaşan politik seçenek haline getirilmesi de, MHP’li koalisyon alternatifiyle çelişiyormuş gibi görünse de gerçekte böyle bir çelişki son tahlilde yoktur. Cem Boyner, bütün toplumsal sınıf ve katmanları kendi partisinde birleştireceği iddiasıyla ortaya çıktı. Özal’ın kavramlarını, yükselen değerleri en çok dile getiren lider oldu. Eğitilmiş, elit ve kültürlü burjuvaları temsil ediyordu, ama hareketin organlarında gecekondulu kadınlar da istihdam edilmişti.
Hareket ya da parti, üstelik burjuvazinin milli mutabakat konusundaki o tarihsel özlemine de dincileri-laikleri, birinci ve ikinci cumhuriyetçileri, Kürtleri ve Türkleri; herkesi aynı çatı altında toplayacağını iddia ederek yanıt veriyordu. Ama henüz partileşmemiş olan bu hareket, diğer partiler gibi ateşli bir özelleştirme yanlısıydı. Doğal olarak işçi ve emekçiler için sendikasızlaştırma, işsizlik ve sosyal hakların budanmasından başka hiçbir şey vaat etmiyordu. Kürt sorununda önerdiği siyasi çözüm ise, Amerikan emperyalizminin kartlarına uygundu. Çünkü CIA’nın bilerek basına sızdırdığı raporlarda, Türkiye’nin insan haklarına uymadığı vurgusu önemli bir yer tutmaktaydı ve bu saptama, Ortadoğu’daki emperyalist dengeler bakımından oldukça önemli bir faktör olan Kürt sorununun çözümü ve Türkiye’nin stratejik konumunun ayarlanması için hükümete yaptırım sağlamaya olanak tanıyordu. Emperyalistlerin, insan hakları, özgürlük ve demokrasi kavramına verdikleri içerik malum ve bu konuda ne kadar yüzsüz olduklarını da defalarca kanıtladılar, insan haklarına yapılan vurgu da, pax-Amerikana barışı vasıtasıyla bölgede oluşturulacak istikrarın şiddet içeren öğelerini, ama aynı ölçüde de ABD’nin Kürt sorunu konusunda hazırladığı, ulusal mücadelenin olası bütün kazanımlarını bir çırpıda silecek siyasi çözümün güdüklüğünü gizliyor. Boyner’in hareketinin Kürt sorununa yaklaşımı işte bu ABD planlarına dayandı.
YDH’yi diğerlerinden ayıran, liberal söylemi oldu. Boyner’in, devletin resmi literatüründe yer almayan ama artık toplumsal hayatta yaygınlık kazanan ve üzerine konuşulan bazı kavramları kullanıyor olması resmi yazınla, medyanın kısmen esnek dili arasındaki gerilimi çözüyordu. Bunu da içeriksiz bir devlet eleştirisi ekseninde geliştirmekteydi.
Bu sınıflar ve ideolojiler üstü imaj büyük bir hararetle pazarlandı. Ama Boyner ve ekibinin kısa vadede pek çok bakımdan şansı yoktu. Bir kere henüz partileşmemiş olan bu hareketin “demokratik” yollardan iktidara gelebilmesi için en azından erken seçim ihtimalinin gündeme gelmesi gerekiyordu ama hükümette değişiklik yapılması için ibre Eylül’ü göstermekteydi.
Bu yüzden YDH’nın iktidarı, çok uzakta olmayan bir başka bahara ertelendi. Elbette, Boyner düşüncesinin, şiddetin “yoğunlaştığı bir dönemin ardından rahatlatıcı bir unsur olarak gündeme gelmesi daha uygun olurdu. MHP’yle tüketilecek kozların YDH’yle yeniden yakalanması hesap edilerek bu iki formül aynı anda konuşuldu ama gündeme gelmeleri art zamanlı olarak düşünüldü. MHP’nin ve YDH’nin birbirinden farklı görünen yöntemleri devletin idame ettirilmesini amaçlamak bakımından aslında aynılaşıyordu. Bu bakımdan sivil darbe, MHP’li koalisyon gibi şiddetin yoğunlaştırılmasını öngören formüller kadar, YDH’nin entelektüel yöntemi de aynı hızla dolaşıma sokulabildi.
Görünümdeki farklılıklara karşın bu iki partinin programatik olarak birbirinden farklı olduğunu söylemek mümkün değil. Emperyalist politikaların sözcülüğünü yapmak bakımından hiçbirinin diğerinden aşağı kalır yanı yok.
Egemen sınıflar her durum için ellerinde birçok kart bulunduruyorlar ve bu kartlar onlara emperyalistler tarafından dağıtılıyor. Onlar bu kardan ortaya sürüp blöf yaparak yönetme krizini aşmaya çalışırlarken, olan işçi ve emekçilere oluyor. Daha fazla baskı daha fazla şiddet ve daha derin bir yoksulluk kapıda bekliyor. Ama bu kapı burjuvazinin yüzüne çarpılabilir; önümüzdeki günlerde yoğunlaşacak faşist şiddete karşı örgütlü mücadelenin olanakları artırıldığı sürece korkacak bir şey yok; planlar tersine döndürülebilir.

Eylül 1994

20 Temmuz dersleri

Kısaca söylenecek olursa, sendika konfederasyonlarının ve onlara bağlı sendika örgütlerinin gerici yönetimleriyle burjuvazi, 20 Temmuz eylemi sürecine, işçi sınıfının ileri kesimlerinden ve kitlesinden daha hazırlıklı giriyorlardı. Eylemin sonunda görülebilen en açık ders, diğer derslerin de anlaşılmasını kolaylaştıracak bir çatışma ekseni olarak, budur.

İşçi sınıfı ve kamu emekçileri, ’80’li yılların ortalarından başlayarak gittikçe daha geniş kitleleri kucaklayan “Genel Grev” sloganının, geleceğe ait bir plan ve tasarı olmaktan çıkarak, güncel bir eylemin sloganı haline geldiğine, 20 Temmuz’a ilerlenen günlerde inanmış bulunuyordu. Ağır kriz koşullarında, yalnızca ekonomik ve sendikal sorunları değil, aynı zamanda ülkenin genel siyasal durumunu da tartışmak ve müdahale etmek üzere gündemine almış olan işçi sınıfı için, sınıfın tüm sektörlerini ve diğer emekçi kesimleri kapsayan bir eylem, geleceğe yönelik adımlar bakımından büyük bir önem taşıyordu.
Diğer yandan, yakın geçmişte, 3 Ocak 1991’de de, işçi ve emekçilerin Zonguldak’tan hız alan tepkilerle güçlenebilecek eylemini, kitleyi evlerine hapsederek söndürme başarısını göstermiş olan gerici sendika yönetimleri, bu beklentileri boşa çıkarmak üzere burjuvaziyle ve hükümetle işbirliği içinde sürece hazırlanıyordu.
Burjuvazinin çeşitli sözcüleri, 20 Temmuz’un, “sükunet içinde, demokratik kurallara uygun, ağırbaşlı bir eylem” günü olmasına yönelik propaganda yaparken, bazıları da, örneğin Güneri Civaoğlu gibi, bunun, özellikle 15-16 Haziran 1970 direnişine dönüşmemesi için dua ediyorlardı.
Kısaca söylenecek olursa, sendika konfederasyonlarının ve onlara bağlı sendika örgütlerinin gerici yönetimleriyle burjuvazi, 20 Temmuz eylemi sürecine, işçi sınıfının ileri kesimlerinden ve kitlesinden daha hazırlıklı giriyorlardı.
Eylemin sonunda görülebilen en açık ders, diğer derslerin de anlaşılmasını kolaylaştıracak bir çatışma ekseni olarak, budur.
Aradan 24 yıl geçmiş olmasına rağmen, her işçi eylemi söz konusu olduğunda hatırlanan 15-16 Haziran direnişinin, burjuvazinin neden hâlâ korkulu rüyası halinde yaşadığını, 20 Temmuz eyleminin gerçekleşme tarzı olarak önerilen ve büyük ölçüde sınıf düşmanı güçler tarafından başarıyla uygulanan biçimine bakılarak karar verilebilir. Ayrıca böyle bir kıyaslama, ülkenin genel olarak toplumsal ve siyasal bakımdan yaşadığı süreçlerin işçi sınıfı ve onun örgütleri üzerinde ne türden değişikliklere yol açtığını görmek için de bazı veriler sağlayabilir.

20 TEMMUZ’A HÂKİM KILINAN EYLEMSİZLİK
Adı “Genel Eylem” olmasına karşılık, 20 Temmuz hareketi, genel olarak bir iş bırakma, yavaşlatma ve uyarı havası içinde geçti. Sınıfın o gün, tüm ülkede işi bırakarak, güçlü bir sesle taleplerini haykırması beklenirken, gerici ve işbirlikçi sendikaların özel çabalarıyla, eylem, hem süre bakımından hem de katılım bakımından kısıtlanarak, genel etkisi î düşürüldü. Yüksek katılım oranı, mücadele azmi ve ileri sloganlarla eylemin gerçekleştiği yerler ise, sayıca azdı, genel olarak işçi ve emekçi kitlelerin toplantı merkezlerinden uzaktı. Örneğin, tüm esnafın kepenkleri indirdiği, işçi ailelerinin, kadınların ve çocukların yanı sıra, esnafın ve işsizlerin de yürüyüşe katıldığı bölgeler son derece sınırlıydı. Bu bakımdan olumluluk taşıyan yerlerde ise, siyasi hareketlerin slogan yansına girişmesi, her grubun kendi pankartı altında kümelenerek işçi ve memur kitlesini kenarda bırakan bir tutumla eylemde genel bir dağınıklık görüntüsü yaratması başlıca olumsuzluklar olarak göze batıyordu.
Sendikaların, Türk-İş, Hak-İş ve DİSK genel merkezlerinin ortak kararına rağmen, yerel olarak farklı ve engelleyici uygulamalar geliştirmeleri de, genel planda eylemin etkisini düşürmekte başlıca belirleyici faktör oldu. Bu engelleme, değişik biçimlerde ortaya çıktı. Örneğin, Etibank Boraks ve Asit Fabrikalarında, üretimin sekiz saat boyunca durdurulmasına karşılık, işçilerin fabrika alanından dışarıya çıkmasına izin verilmedi. İşçiler, fabrikanın yeşilliklerinde saz çalıp türkü söyleyerek eylemlerini sürdürürken, yerel demokrasi platformundan kendilerine destek vermek üzere gelen heyetle görüşmelerine, heyetin fabrikaya girişine izin verilmedi. İşçilere, içişleri Bakanlığı ve Genel Müdürlükten gelen faks yazıları nedeniyle böyle bir görüşme yapılamayacağı söylendi. İşçiler, eylemlerine yapılan bu müdahaleye, kendileriyle dayanışmaya gelen insanlarla görüştürülmemelerine esaslı bir itiraz göstermediler. Haydarpaşa Liman işçilerine de işyerini terk etmeleri yasaklanmış, gazetecilerin dahi Liman’a girişine izin verilmemiştir. Eylemin fabrika dışına taşmasının engellendiği her yerde, bunun gibi hapishane koşulları geçerliydi. Ne içeridekiler dışarı bırakıldı, ne de dışarıdan gelenler içeriye…
Eylem, büyük çapta zaman bakımından da sınırlandı. Aliağa, Petkim, Petrol Ofisi, Tüpraş gibi önemli işçi yoğunluklarının bulunduğu merkezlerde, yüzde yüz katılımla gerçekleşen işi durdurma eylemi, öğlen saatlerinde Aygaz ve İpragaz tesislerinde işbaşı yapılmasıyla sekteye uğradı. Diyarbakır’da, eylem büyük baskılarla pek çok işyerinde engellenirken, pek çok işyerinde de eyleme ancak iki saat süreyle izin verildi; Tüm-Sağlık Sen’e bağlı işyerlerinde, Diyarbakır Devlet Hastanesi, Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi hastanelerinde, polisin müdahalesiyle saat 13:00’te eylem bırakıldı. Trabzon ve Rize’de, eyleme katılanların sayısı yüz elli civarında kaldı ve hemen hepsi, kamu çalışanıydı. Hak-İş’in örgütlü olduğu hemen hemen hiç bir işyerinde eyleme katılım olmadığı gözlendi. Bursa’da, Malatya’da, Hak-İş’in örgütlü bulunduğu bütün işyerlerinde, “sendikalarının böyle bir kararı olmadığı” söylenerek eylemin dışında kalındı. Bazı yerlerde ise, eylem kararı birimlere ya bildirilmediği, ya da çok geç ulaştırıldığı için eylemler kırıldı. Malatya Tekel Tütün fabrikasının işçileri, sabah saat yediden itibaren fabrika önünde toplanarak kendilerine gönderilecek kararı beklediler. Daha sonra, “telefonla”, yedi ile dokuz arasında iş bırakma, sonrasında da işi yavaşlatma biçiminde eylem yapılacağına dair bir haber gelmiş, fakat bunun yazıyla bildirileceği saatte işbaşı yapılmış olduğu için, sendika tekrar iş bırakılmasını uygun görmemişti. Eyleme hazır ve istekli işçiler, burada da sendikalarının, kendilerine karşı tutumlarının kurbanı oldular. Çorum’da, 20 Temmuz eylemini tam gün olarak uygulayan ve bütün birimlerde üretimi durduran tek sendika Yol-İş sendikasıydı.
Bunun yanı sıra, İzmit, İstanbul gibi, yaygın bir biçimde eylemin gerçekleştiği ve en azından görünüş bakımından 20 Temmuz’u, hedefine ulaştıran illerde de, genel katılımı düşüren, eylemi mümkün olduğu kadar etkisiz hale getirmeye çalışan girişimler vardı, İstanbul’da Haydarpaşa garında, tren ulaşımının tümüyle durdurulması kararlaştırılmışken, bu ancak bazı hatlarda ve kısmen, iş yavaşlatması biçiminde gerçekleşebildi. İşçiler, uygulamadan, Türk-Kamu Sen’e bağlı olarak örgütlenmeye çalışan Türk Ulaşım Sen’i sorumlu tutuyorlardı. Bir faşist gangster sendikası olarak işyerine girmeye çalışan bu örgüt, henüz resmen sendika işlevi kazanmadığı halde memurlara ve işçilere eyleme katılmama yönünde baskı yapmış, kendi üyelerine de, mesai bittiği halde “işe devam” talimatı vererek, o gün görece de olsa kaybedilen işgününü telafi etmeye girişmişlerdi.
İşçilerin büyük kitlesi, eylemlerinin etki-sizleştirilmesine, içeriğinin boşaltılmasına, zaman ya da mekân bakımından sınırlanmasına karşı hemen hemen hiç bir direniş göstermediler. Yer yer sendikaların gerici tutumunu aşan, sendikaları etkisizleştirerek kendi dilleriyle konuşmaya çalışan fabrika ya da işyerleri de göründü: Ama bunlar, 20 Temmuz’a damgalarını vuramadılar. Sendika konfederasyonları, bir eylem gününü eylemsiz bir gösteriye dönüştürmek için ellerinden geleni yaptılar ve derindeki nedenleri ayrıca incelenmesi büyük önem taşıyan gerici bir başarı elde ettiler.
20 Temmuz’un bir açıdan olumlu, ama işçi sınıfının eylem inisiyatifi açısından bakılınca olumsuz olan bir diğer özelliği de, 3 Ocak eyleminden farklı olarak, kamu çalışanlarının, eyleme aktif olarak katılmaları ve çoğu yerde, yürüyüş ve mitinglerde işçilerden, sayıca daha fazla olmalarıydı. Buna bakarak, kamu emekçilerinin örgütlenmesinin genç ve her türlü atılıma hazır bir başlangıç noktasında bulunuyor olmasından, süreç içinde işçilerin öneminin azalacağı ve memurların tarihsel bir misyonla ortaya çıkacağı sonucunu çıkaranlar var. Memur sendikalarının ve memur kitlesinin fedakârlık ve eyleme katılım yönünde gösterdikleri yükseliş elbette kayda değer bir olaydır. Ancak, buradan işçi sınıfının misyonunun, memurlara yüklenebileceği sonucunu çıkarmak, en azından dar pratikçiliktir.

15-16 HAZİRAN ÜZERİNE KISA ÖZET

Yalnızca olumsuz yanlarına vurgu yaptığımız 20 Temmuz eylemi, aslında birçok olumlu işareti de beraberinde getirmiş, en azından eylemin son sloganı durumunda ‘bulunan “20 Temmuz Başlangıç, Mücadele Sürecek”te ifadesini bulan bir kararlılıkla sona ermiştir. Tam da bu sloganın ortaya koyduğu sorumluluklar dolayısıyla, 15-16 Haziran Direnişi’nin temel özelliklerini ‘hatırlamakta yarar bulunuyor. Burada amacımız, 20 Temmuz 1994’le 15-16 Haziran 1970’i kıyaslamak ve bundan hareket ederek de, işçi sınıfına bir 15-16 Haziran’ın nasıl tekrar edilebileceğine dair dersler vermek değil. Aslında hiçbir tarihsel olay, bir kez daha tekrarlanamaz ve her yeni direniş, her yeni devrimci kalkışma kendine özgü yollardan geçerek gerçekleşir. Önemli olan eylemin içinde yer aldığı tarihsel dönemin temel özelliklerini, başlıca çelişmelerini doğru tespit ederek genel toplumsal, siyasal koşullara ve işçi sınıfı kitlesinin taleplerine ve ruh durumuna uygun eylemler geliştirebilmektir. Bununla birlikte mücadele tarihi, geleceğe de ışık tutan ve gelecek eylemlerde de yararlanılacak değerli bir deney birikimini içermektedir.
15-16 Haziran Direnişi de, Türkiye’de ekonomik ve siyasi krizin bugün olduğu gibi, yüksek bir düzeyde seyrettiği koşullarda doğmuştu. 20 Temmuz, sendika konfederasyonlarının ilan ettiği talepler listesine göre, işten çıkarılmalara son verilmesinden, özelleştirme politikalarından vazgeçilmesine, 12 Eylül’ün mirası olan anti-demokratik yasaların kaldırılmasından, emeklilere insanca yaşayacakları bir ücretin sağlanmasına kadar, gerçekten son derece önemli hedeflere ulaşmanın aracı olarak tasarlanmıştı. Bu talepler listesi, bütün eksikliğine rağmen, yalnızca işçi sınıfının değil, büyük ölçüde, küçük esnafın, emeklilerin ve işsizlerin de talepleriydi ve böyle bir hedef koymuş olmakla, işçilerle halkın diğer emekçi kesimleri arasında bir bağ kurabilmenin olanaklarını taşıyordu. Fakat, 15-16 Haziran Direnişi’nin, böyle kalabalık bir talepler listesi yoktu: Yalnızca sendika seçme özgürlüğüne getirilen kısıtlamalar ve işçilerin haklarını daha iyi savunacak sendikaların kurulmasının önüne engeller dikilmesi, işçi sınıfının tepkisine konu olmuştu ve bu kısıtlamaların yasalaştırılması önlenmek isteniyordu. Bu amaçla, esas merkezi İstanbul olmak üzere, Sakarya, Adapazarı, İzmir, Adana gibi büyük işçi merkezlerinin tümünde, yüz binlerce işçi direnişe geçti. İşçi sınıfının bir anda ve büyük bir kitlesel öfkeyle ayağa kalkışının öncesinde, bir dizi sendikal-ekonomik eylem vardı; bu eylemlerde denenmiş ve geliştirilmiş değişik mücadele biçimlerinin birikimi vardı ve her şeyden önce de, böyle bir mücadeleye engel olmayı kendi kuruluş çıkarlarına aykırı gören sendika yönetimleri vardı. 20 Temmuz eyleminin sonuçları açısından bakılınca, sendikaların sınıfın eyleminin dışında ya da karşısında olmamasının büyük önem taşıdığı görülmektedir.
Sendika seçme özgürlüğünü kısıtlayan yasa tasarısının başlıca hedefi, o dönemde işçi sınıfının ekonomik mücadelesini kendi kurumlaşmasının başlıca halkası olarak kavramış bulunan DİSK’ti. DİSK, yüksek ücret talepleriyle burjuvaziyi sıkıştırıyor, toplu iş sözleşmelerinde, sosyal haklar ve ücretler konusunda Türk-İş’e bağlı sendikaların asla düşünemeyecekleri bir yüksek taban koyarak pazarlığa girişiyor, sınıfın desteği ve mücadelesiyle de bu talepleri büyük ölçüde gerçekleştiriyordu. Bu başarılı çalışma, işçiler arasında DİSK’in mücadeleci ve sınıfın çıkarlarından yana bir sendika olarak tanınmasına yol açmıştı. Gerçi DİSK, sınıfın mücadelesini dar ekonomik mücadele kalıpları içine hapsediyor ve siyasi mücadeleyi gerektiren her konuda hükümetlerle ve burjuvaziyle her alanda uzlaşıyordu ama bunun işçi sınıfının büyük kitlesi tarafından fark edilmesi için elverişli koşullar yoktu. Buna rağmen burjuvazi, DİSK’in gelişmesini ve sınıf çıkarlarını kararlılıkla savunan başka sendikaların doğmasını önlemek ve Türk-İş’i tek sendika konfederasyonu haline getirmek için söz konusu yasayı parlamentodan çıkarmaya girişti. Türk-İş’le rekabetinin kızıştığı ortamda DİSK, bu girişime karşı işçilerin fiili gücünü seferber etti. Direnişe yalnızca DİSK üyesi işçiler değil, Türk-İş üyesi sendikalara mensup işçilerin de hemen hemen tümü katıldı. Sınıf, saldırının herhangi bir sendikaya değil, kendi sendikal özgürlüklerine karşı olduğunu kavramıştı. Sonunda, DİSK yöneticileri, kaldırdıkları taşı ayaklarına düşürdüler ve eyleme sevk ettikleri işçi kitlelerinin, kendilerinin de öngörmediği bir biçimde büyük bir ayaklanmaya dönüşen eylemlerinden dehşete kapılarak burjuvaziye teslim oldular, hareketi de utanç verici bir biçimde sona erdirdiler. Bununla birlikte, işçi sınıfı, tarihine en zengin deneylerle dolu bir direniş destanı bıraktı.
20 Temmuz öncesinde, yeni bir 15-16 Haziran korkusu duyan burjuva kesimlerin en büyük güvencesi, gene Güneri Civaoğlu’nun deyimiyle, “sorumlu ve vatansever sendikacılardı. Nitekim, burjuva işbirlikçisi, sendikacılar, 20 Temmuz’un değil bir 15-16 Haziran olması, yüksek katılımlı ve etkili bir gösteriye dönüşmesine bile fırsat tanımadılar. İşçi sınıfı, belki de, böylece kendi geleneksel örgüt disiplininin kurbanı oldu. Bilindiği gibi, işçi sınıfı, üretimdeki yeri ve işlevi dolayısıyla, toplumun en örgütlü ya da örgütlenmeye en yatkın sınıfıdır. Birlikte hareket etme, disiplinli bir biçimde saflar oluşturma ve planlı bir biçimde ileriye doğru adımlar atma özellikleri yüksektir. O, bu özelliklerini, yalnızca makine-tezgâh başında değil, kendisine özgü örgütler içinde de gösterir. İşçi sınıfı, kendisine ait tüm örgütlerde, alman kararları sonuna kadar uygulayan disiplinli ve bozgunculuğa fırsat tanımayan bir sınıftır. Fakat düşük bilinç düzeyinin egemen olduğu koşullarda, bu kendiliğinden özellik, tepeden gelen her karara uymak biçiminde zararlı sonuçlar doğurmaktadır.
Malatya’daki Tekel Fabrikası’nın yaşadığı olay, bunun tipik bir örneğidir. İşçiler, tüm kitlesiyle direnişe hazır oldukları halde, sendika bürokratlarının korkak ve işbirlikçi tavır takınmaları yüzünden eylem kararının bir türlü çıkmayışı karşısında, tezgâhlarının başına dönmelerinin nedeni de budur. 15-16 Haziran’da da, sendikacıların çağrısına uyarak kentleri işgal eden işçi sınıfı, gene sendika önderlerinin teslim olma çağrısı karşısında, şanlı kavgalarım sona erdirmişlerdir. Bu bakımdan, 20 Temmuz’un 15-16 Haziranla birleşen en büyük ilk dersi, sınıfın -gerçek çıkarlarının savunucusu olan devrimci sendikalara ve önderlerinin kendilerini satamayacakları mekanizmalara ihtiyacı olduğu noktasıdır. Sendika yönetimlerini bizzat kendilerinin yönlendirebileceği ve denetleyebileceği durumlarda, kendilerini ilgilendiren kararları bizzat kendi öz çıkarlarını savunan bir biçimde alabilecekleri devrimci sınıf sendikacılığı koşullarında, sınıf, eyleminin ortasında kendisine ihanet edilmesine izin vermeyecektir.
15-16 Haziran’ı hazırlayan temel dayanaklardan birisi, işçi sınıfının direniş öncesindeki eylemli durumudur. O dönemdeki siyasi ve iktisadi kriz nedeniyle, sınıfın önemli bir kesimi zaten grevde bulunuyordu. Bugünden farklı olarak, o dönemde, işçiler arasında, gerek farklı sektörlerde olsun, gerekse aynı işyerinde olsun, dayanışma ve destek grevleri, yasal olmamasına rağmen, yaygın bir biçimde uygulanıyordu. Fabrikalardan herhangi birinde meydana gelen işçi eylemi, komşu fabrikalar tarafından destekleniyor, aynı işyerinde çalışan işçiler arasındaki dayanışma da bugünküne oranla daha yüksek bir düzeyde bulunuyordu. Ayrıca, işçi mahalleleri de, fabrika eylemlerini büyük bir güçle destekliyor, pek çok grev, ailelerin de katıldığı büyük direnişlere dönüşebiliyordu. Bu güzel geleneğe dayanarak, Pendik’te tek bir işyerinden başlayan ilk işçi grubunun yürüyüşü, yol boyunca bütün fabrikaları peşine takarak, Kadıköy’e kadar ilerleyebilmiş ve Anadolu yakasının bütün fabrika ve işyerlerinin katıldığı bir direnişe dönüşebilmiştir. İstanbul’un Avrupa yakasında da, Topkapı, Alibeyköy, Kâğıthane ve diğer fabrika yoğunluğu olan semtlerde fabrikalar ve işyerleri birbirini izleyerek boşalmış, işçiler sendika ve işkolu ayrımı gözetmeksizin tek bir sınıf ordusu meydana getirebilmişlerdir, işçilerin bu birlik duygusu, gerici sendikacıların engelleme çabalarını boşa çıkarmıştır. Yalnız DİSK’e mensup işçiler değil, Türk-İş’e bağlı sendikaların mensupları da, direnişin ön saflarında yer almışlardır.
Bugün ise, örneğin Hak-İş’e bağlı işçilerin, sendikalarının gerici tutumuna uyarak, birliğin bozulmasına karşı çıkmadıklarını görüyoruz. 20 Temmuz öncesindeki günlerde de, işten çıkarmalara karşı ciddi bir tepkinin gösterilmemesi, işçiler arasında dayanışma ve destek eylemleri fikrinin zayıflatıldığını göstermektedir.
15-16 Haziran’ı güçlü kılan bir diğer faktör, aynı dönemde son derece etkili bir devrimci öğrenci gençlik hareketinin bulunmasıydı. Sokak çatışmalarında, toplu eylemlerde büyük bir deney sahibi olmuş olan gençlik kitlesi, işçi direnişinin her safhasında onun yanı başında bulunuyordu. Gerçi, ideolojik ve politik bakımdan, gençlik hareketi de, önemli zaaflar taşıyordu; fakat gene de kitle hareketinin teknik sorunlarını çözmek bakımından sınıfın yardımcısı olabilecek bir birikime sahipti. 20 Temmuz eylemi, bu açıdan da, önemli bir stratejik destek gücünden yoksun olmanın sıkıntılarını yaşadı. Güçlü bir gençlik hareketinin desteğine sahip olmak bir yana, günümüzde, etkisiz grupçukların bölüp parçalamasıyla da iyice güçsüz duruma düşen devrimci gençlik, işçi sınıfının ve emekçilerin eylemine bir bakıma köstek de olabilmektedir.
1970 yılı, yalnızca işçi ve öğrenci hareketi bakımından değil, aynı zamanda emekçi köylülüğün hareketi bakımından da dikkate değer özellikler göstermektedir. Başta sanayiye yönelik tarım ürünlerinin üreticisi olan köylülük, yani pamuk, tütün, çay, fındık üreticileri olmak üzere, pek çok kitlesel eyleme damgasını vuran bir köylü hareketi söz konusuydu. Ayrıca topraksız köylülüğün, sık sık çatışmalı bir biçimde toprak işgallerine giriştiği bir dönem yaşanıyordu. Kısacası, işçilerin yanı sıra, bütün emekçi halkı da kapsayan genel bir sosyal hareketlilik ortamından geçiliyordu.
15-16 Haziran’ı ortaya çıkaran koşullar arasında, uluslararası durum da önemli rol oynamıştır. O dönemde, bütün dünyada esen antiemperyalist ve anti-kapitalist fırtına, her ülkede işçi ve köylü kitlelerinin hareketine damgasını vuruyor ve yüksek bir nitelik kazandırıyordu.
Bütün bunlar göz önüne alındığında, 20 Temmuz’un, bir 15-16 Haziran Direnişi derecesine yükselmemesinin nedenleri anlaşılabilir. Kaldı ki, 20 Temmuz’u, bu tarihi direnişle kıyaslayarak yargılamak tamamen yanlıştır. Çünkü, böyle bir yargılama, 20 Temmuz’un da, 15-16 Haziran gibi, eninde sonunda yenilgiyle sonuçlanacak bir eylem olmadığı için suçlamak anlamına da gelebilecektir. Oysa Lenin’in Komün hakkında söylediklerini hatırlayarak, biz de, aynı şeyi tekrarlayabiliriz: Komün, bütün ihtişamına rağmen, yenilgiye uğramış bir harekettir; fakat biz yenilmeyeceğiz! Öyleyse, işçi sınıfına yeni 15-16 Haziranlar yaratmak hedefini gösterenler, onun tekrar tekrar aynı biçimde yenilgiye uğraması hedefini gösteriyorlar demektir. Oysa 20 Temmuz’un değerlendirilmesi, hiç kuşkusuz, tarihsel deneyler de göz önünde tutularak, kendisine özgü koşulları içinde yapılmalıdır. Bu açıdan bakılınca, 20 Temmuz, esas olarak, burjuvazi ve hükümetle işbirliği halindeki sendika bürokratlarının, işçi sınıfı içinde adeta bir özlem haline gelmiş bulunan, “Genel Grev” fikrinin eritilmesi eylemine dönüşmüştür. Fakat bunda tam bir basan sağlanması imkânsızdır. Sınıfın devrimci öncülerinin ve bizzat onun siyasal önderliğinin yapacağı çalışmayla bu gerici etki geriye püskürtülebilir ve 20 Temmuz’un yarattığı kısmi moral bozukluğu, daha yüksek bir eylem için kaldıraç haline getirilebilir.

BURJUVA İDEOLOGLARA GÖRE: “TAM KIVAMINDA BİR EYLEM”!
20 Temmuz’u 15-16 Haziran Direnişi ile kıyaslayan kimi yazarlar, son eylemin görece bir eylemsizlik hali olarak ortaya çıkmış olmasından duydukları sevinci, siyasi bir gerekçeyle ifade etti. Buna göre, 15-16 Haziran’ın en karakteristik sonuçlarından birisi bir askeri darbeye (12 Mart’a) giden yolda rol oynamasıydı. 20 Temmuz da, eğer sert bir eylem düzeyinde gerçekleşseydi; sonucunda faşist bir askeri yönetim kurulabilirdi! Bu iddiayı ileri sürenlerden Yıldıran Koç, 20 Temmuz’un gerçekleşme biçimini ve protestonun şiddet düzeyini “tam kıvamında” diye nitelendirdi. Buna göre, burjuvazi ve “faşist diktatörlük için bahane arayanlar” buna gerekçe olabilecek bir sertliği bulamamışlar ve beklentileri boşa çıkmıştır; üstelik işçi sınıfı da, kendi gücünün sınırlarının elverdiği ölçüde sesini duyurabilmiş, dolayısıyla boyunu aşan işlere girişmemekle, o da iyi yapmıştır!
İşçi sınıfının ve halkın gerçek gücünün ortaya konulmasının burjuva siyasi rejimin karakteri üzerinde etkili olduğu bir gerçektir.
Fakat sınıfın ve halkın her sert eyleminde, burjuvazinin “kızacağını”, sert cevap vererek görünüşteki dengeyi bozacağını ve mevcut demokratik haklardan daha gerilere gidileceğini ileri süren bütün teoriler gibi, bu da eninde sonunda, demokrasinin de, hak genişlemelerinin de, ancak burjuvazinin kendi gönlüyle gerçekleşebileceği tezine dayanmaktadır. Diğer yandan, bu teorinin görmediği, içinde bulunduğu sınıf bakış açısı dolayısıyla da göremeyeceği bir başka gerçek daha vardır: Sınıflar arasındaki mücadele ve bunun keskinleşen biçimleri, eğer alt sınıfların, (işçilerin ve emekçilerin) gerçek güçlerini gösterebildikleri arenalar halini alabilirse demokrasi ve hak genişlemeleri sağlanabilmektedir. Zayıf, sıradan, boyun eğmeye hazır hiçbir mücadele biçimi, işçilerin ve emekçilerin taleplerinin gerçekleşmesi yönünde bir gelişmeye yol açmamakta, burjuvazinin statükoyu devam ettirebilmesi için bir dayanak oluşturmakta, öte yandan işçi ve emekçi sınıflarda, kendi güçlerine güvensizliği kışkırtmaktadır. 15-16 Haziran Direnişi ile kıyaslandığında, bundan çıkarılacak sonuç, öncelikle 12 Mart’ın bu eylemi izleyişi olmamalı; aksine, bütün bir 12 Mart süreci ve sonrasındaki on yıl da dahil olmak üzere, burjuvazinin özlediği türden bir sendikalar yasasını çıkaramamış olması olmalıdır. Burjuvazi, 1970’te çıkarmayı düşündüğü gerici-faşist sendikalar yasasını çıkarabilme gücünü, ancak 12 Eylül’de bulabilmiştir. Bütün bu süreç boyunca, işçi sınıfı sendikalar yasasının daha geriye götürülmesi yolundaki niyetleri ve planları, 15-16 Haziran’da geri püskürtmüş olmasının “rahatlığını” yaşamıştır. Hiç kuşkusuz, bu “rahatlık”, sendikalar yasasının o dönemde “demokratik ve işçi haklarını koruyan” bir yasa olduğu anlamına gelmemektedir. Fakat burada önemli olan,12 Mart’ın, burjuvazinin beklentilerine cevap veren kapsamda bir saldırı niteliği taşıyamamış olmasının nedeninin 15-16 Haziran Direnişi olduğudur.
20 Temmuz’un, eğer “sert” bir eylem günü olsaydı, faşist askeri bir darbenin gerekçesi olacağı şeklindeki gerici propagandanın, bir de böyle tersi vardır: 20 Temmuz, pek çok sendika ve işçi topluluğunun ileri sürdüğü ve “demokratikleşme sürecinin parçası” olarak tanımladığı kimi talepler doğrultusunda ciddi ve sert bir uyarı niteliği taşıyabilseydi, bundan zararlı çıkan burjuva-militarist güçler olacaktı; işçi sınıfı ve emekçi halk değil.
Örneğin, birçok platform tarafından ileri sürülen “işçilere, emekçilere, gençliğe, Kürt Halkına karşı açılan topyekûn savaşa hayır” talebi, Hak-Iş bildirilerine kadar girmiş bulunan “Anti-terör yasası, 11 İdareleri yasası, Özel Dedektiflik yasası, Sendikacılara siyaset yasağı” gibi faşist yasalara karşı tepki, meydanları ve sokakları kaplayan bir mücadelenin bayrakları haline gelebilseydi, eğer bir askeri diktatörlük niyeti varsa, bu yalnızca onu geri atan bir sonuç doğurabilirdi; ileri alınmasına değil.
Genel olarak, siyasi rejimdeki gericileşmeler, yalnızca sınıflar arasındaki mücadelenin yüksek olduğu dönemlerde değil, aşağı sınıfların direncinin düşük, tepkisinin sönük olduğu anlarda gerçekleşmektedir. Dolayısıyla, bunca tarihsel deneyden sonra, “mücadele yükselirse faşizm gelir” şeklindeki propagandanın ileri sürülmesinde, hiç bir iyi niyet görülemez. Bu, ancak siyasi rejimin karakterinde karanlığın gittikçe daha koyulaştırmasına çaba gösterenlere hizmet eden bir propagandadır.

Eylül 1994

Devrimci Yol’da çıplaklığın kuralsızlık hikayeleri-2

ÖZ-DENEYİMDEN KENDİLİĞİNDENCİLİĞE GİDEN YOL
“Sosyalizmin çöküşü” ve onun “tarihsel bir döneminin kapanışı”nın en belirgin ve temel “veri” olarak, Devrimci Yolcuları birleştiren ortak paydayı oluşturduğunu artık biliyoruz.
Yaşanan pratik ve “çöküş”; Marksizm’in, Marksist teorinin ya da algılandığı ve bilindiği haliyle Marksizm’in geçersizliğini ortaya koymuş, “efsane, inandırıcılığını yitirmişti”!!
İflas eden, inandırıcılığını yitiren şey, hiç kuşku yok ki, Devrimci Yolcuların Marksizm sandıkları şeydi. Öteden beri bir türlü tanımlayamadıkları ve ne olduğunu kavrayamadıkları revizyonizmin, Marksizm olarak gösterdiği şeydi; “bilim işçileri”nin falan “Marksizm’i”ydi. Devrimci Yolcular, hiçbir zaman ulaşıp yakalayamadıkları Marksizm’i, revizyonizme izafe ettikleri şekilde anlıyorlardı ve şimdi de iflas ettiğine inanmaktaydılar.
Örneğin Pekdemir, geriye dönüp baktığında, “her şeye ‘yeniden’ başlamak ve Marksizm’deki her konuyu ‘yeniden’ ele almak gerekirdi” (1) diyor ve ekliyordu: “… Şimdi hemen herkes her şeyi yeniden tartışma ihtiyacının yakıcılığını hissetmiyor mu?” (2)
Her şey, ama her şey yeniden ele alınmalı ve çözümlenmeliydi. Her türlü şey, başka türlü bir şey olarak yeniden ele alınacaktı. Bunun için, özellikle “çöküş”ten sonra hiçbir “engel” kalmamıştı. Bu, kuşkusuz bir yanılgıydı; ama Marksizm’i revizyonizmle karıştıran, ikisi arasına hiçbir zaman bir ayrım çizgisi çekmemiş olan Devrimci Yolcular böyle inanıyorlardı.
Bunun dolaysız sonucu olarak, bir yanılsamadan hareketle, ama tamamen önyargı haline yükseltilmiş haliyle önlerine devasa bir sorun çıkıyordu. Kendilerini nasıl tanımlayacaklardı? Ne için mücadele edeceklerdi?
Büyük çoğunluk için mücadele etmeyi isteyip istememek pek de belirgin değildi; mücadele etmek pek de arzulanır bir şey olarak görünmüyordu. Ve zaten, geçmişte de Devrimci Yol’un kendisini yeterince tanımladığından söz edilemezdi. Örneğin Pekdemir, Devrimci Yol’un geçmişini “tanımlarken”, “öncü savaşı”na, “direniş komiteleri”ne ve “Devrimci Gençlik”e vurgu yapıyor. Bunlar belirtici unsurlar mıdır? Marksizm’in bu tür öğelerle tanımlanamayacağı kesin olmalıdır. Sayılanların tümü, mücadele biçimleri sorununa ya da bir ruh haline ilişkindir. Bunlar, Marksist programın ya da yaklaşımın köşe taşları olamazlar. Doğrudan pratik mücadelenin ortaya koyduğu sorunlardır ve zaten Pekdemir de böyle ortaya koyuyor. Geçmiş Devrimci Yol’un bir programa sahip olmadığı, pratikten kalkınan ve pratiğin zorunlu kıldığı ilişkileri bir türden kuran bir yaklaşım ve yapıya sahip olduğu biliniyor. Ve Pekdemir de, Devrimci Yol geçmişini överken; teorilerinde, kavramlarında yüceltilecek bir şey bulunmadığından, mücadele ve örgüt biçimleri ve güncel politikalar geliştirmedeki yaratıcılığa övgü yapıyor:
“Hayatın her alanında, her mücadele biçimini, her tür örgütlenme biçimini hiçbir fetişizme kapılmadan kendi inisiyatifin ve yaratıcılığın ile gerçekleştirebildik Başarının sırrı, devrimci mücadele, yaptığın işlere, içinde yer aldığın toplumsal isyana uyumlu güncek politikalar ve güncel örgütlenmeler oluşturma becerinde somutlaştı.” (3)
Geçmiş Devrimci Yol’u tartışmak, ne olup olmadığını sorgulamak gerekmiyor. Devrimci mücadele, örgüt biçimleri ve güncel politikalar geliştirmedeki beceri üzerinde durmak da gerekmiyor. Ama şu söylenmeli ki; teoriye, gelişkin bir teorik çerçeveye sahip olmaksızın kendiliğindenciliğin ötesine geçilemeyeceği; mücadele, örgüt ve güncel politika alanında burjuva içeriğin aşılamayacağı; aşağıdan gelen inisiyatif ile burjuva sınırlar zorlansa ve yeni devrimci biçimler ortaya çıksa bile, bunların içeriğinin proleter bir yaklaşımla doldurulamayacağı açıktır. Nitekim tartışmanın teorik-ideolojik alanda yürütülmemesi ve övgülerin güncelin sınırlarına sıkışması, bunun kanıtı olmaktadır.
Pekdemir, bugünkü toplumsal muhalefetin politik hedefleri ve geleceğe ilişkin projeler üzerinde dururken aynı yaklaşımı kullanıyor ve geçmişte yapılanı örnek gösteriyor:
“Bugün bulunduğumuz noktaya nasıl kendi öz-deneyimimizle gelebildiysek önümüzdeki dönemde bunları da kendi öz-deneyimimizle, bilerek deneyerek sınayarak öğrenerek (bilim ideoloji politika üçgeninde) yaratabileceğimize inanmalıyız.” (4)
Her şeyden önce Devrimci Yol’un bugün bulunduğu noktanın hiç de iç açıcı olmadığı belirtilmeli. Öz-deneyimle gelinen yer ortadadır. Bu, bugün gelinen yerin övünülecek bir yer olmadığını kanıtladığı gibi; geçmişte doğru bir tutum içinde olunduğunu ve özdene-yim yönteminin yararlı olduğunu değil, ama tersini kanıtlar.
Deneyim ve pratik, teorinin başlıca kaynağı olduğundan, teorinin geliştirilmesi için mutlak bir öneme sahiptir. Bu doğrudur. Ama sanki yaklaşık 150 yıldır Marksist teori, insanlığın biriktirdiği bilimsel hazine ve kapitalizmin uzlaşmaz karşıtlarının doğrudan bir sonucu ve proletaryanın mücadelesinin bir ürünü olarak hiç geliştirilmemiş gibi, “teorini” kendi pratiğinden, öz-deneyiminden üretmeye kalkışırsan, bu, dar pratikçilik olduğu gibi, bal gibi kendiliğindencilik de olur. Yukarıda aktarılan pasajın ardından, “… Öz-deneyimlerimizle öğrenmemiz kendiliğindencilik değildir.” diye yazmak, bu gerçeği değiştirmez. Bütün bir teorik mirası bir yana bırakacak, her şeyi yeniden ele almaya yöneleceksin -hadi bu olabilir diyelim. Varsayalım ki “Marksizm iflas” etmiş olsun! Peki, bu, öz-deneyimden hareket etmeyi dar pratikçilik ve kendiliğindencilik olmaktan kurtarır mı? Bu durumda yapılması gereken, dört başı mamur bir bilimsel çalışma olmalıdır: Eskinin yanlışını ortaya koyacak ve kapitalizmin tahlilini yeniden yapacak, bunun için yeni bir dünya görüşünü geliştirecek bilimsel bir çalışma. Ama hem açıkça söylemeden ‘”Marksizm’in iflası”nı ima edecek ve onun her konusunun yeniden ele alınmasını öngöreceksin ve hem de öz-deneyimden hareket etmekle yetineceksin. Bunun, kendiliğindencilikten başka anlamı yoktur. Üstelik geçmiş öz-deneyimin getirdiği yer, ortadayken!
Sosyalistler için bilimsel çalışmanın, teorinin önemi tartışma üstüdür. Sosyalistsen; dünyayı, toplumu belirli bir biçimde açıklıyor olman gerekir. Kuşkusuz, öz-deneyimin önemi, bir sosyalist için de büyüktür. Kendi hatalarından öğrenmeyi bileceksin. Teorini, pratiğe uymadığı yer ve ölçüde düzeltecek ve geliştireceksin. Ama bütünüyle öz-deneyime teslim olursan, sosyalist olamazsın, sıradanlaşırsın. Öz-deneyimin rolü, bu anlamda yığınlar açısından geçerlidir. Devrimci mücadelenin ve onun biriktirdiği deneylerin kanıtladığı en önemli şeylerden birisi de, yığınların kendi deneylerinden öğrendiği gerçeğidir. Teoriyi bilmeyen ve teorik gerçeklerle mücadeleye atılmayan geniş yığınlar; sosyalizme, Marksizm’e, Marksist partinin öngördüğü politikalara, mücadele ve örgüt biçimlerine ve bunların doğruluğuna kendi öz-deneyimleriyle inanacaklardır. Ama sosyalistliği, sosyalist olma iddiasını, hele bugüne kadar Marksizm adına biriktirilmiş her şeyi gözden çıkararak öz-deneyime indirgersen, yığınla arandaki farkı tamamen silersin. Bu,’ öncülük fikrinin, parti ve partinin önder rolü fikrinin açıktan reddi anlamına da gelir. Ve böyle yaklaşılan bir pratikten, bu tür yüceltilmiş öz-deneyimden ne Marksizm, ne de sosyalizm çıkar.
Pekdemir de aslında öz-deneyimden Marksizm ve yeni bir “sosyalizm projesi” çıkaracağından kuşkulu. Hatta hemen tümüyle öz-deneyimle geldikleri bir yerde yenilmiş, gelecek inancını sağlayacak teori ile de pek ilgilenmediğinden demoralize olmuş, şimdiye kadar yenilgiyi ve sonuçlarını aşmaya bir türlü güç’ yetirememiş Devrimci Yol ve Devrimci Yolcuları yeni bir “öz-deneyim” denemesine ikna etmenin zorluğunu da gördüğünden vicdana ve etiksel değerlere seslenmek yolunu seçiyor. Bilim ve bilimsel teori olmadığında, yenilgi ve her şeyi baştan ele alma yoluna girildiğinde vicdana seslenmekten başka bir yol bulunamıyor.
Bu noktada başka bir boyuta atlanıyor. Kapitalizmin uzlaşmaz karşıtlığının zorunlu sonucu olan nesnel kaçınılmazlıkla kapitalizmin yerini alacak ve proletaryanın, tüm insanlığı da beraberinde kurtaracak tek kurtuluş yolu olan sosyalizm, tarihin materyalist yorumuna bağlı olan sosyalizm ve onun bilimsel bilgisi olan Marksizm yerine, insanların vicdanından kaynaklanacak, etik değerlere bağlanan, isteğe göre seçilebilecek bir sosyalizm ve bu vicdani kurmacılığın üretimi bir bilgi olarak (kuşkusuz vicdani seçimle girilecek bir mücadelede sağlanacak öz-deneyim sonucu elde edilecek bilgi olarak) “yeni bir Marksizm” boyutuna!

VİCDANLA BİLİNÇ BİR DE İNANDIRICILIĞI OLAN KURMACA EFSANE
“Bilinç?
“Bilinç, olmuş bitmişi ve olup biteni kavramak, böylece olası imkan dâhilinde olanı bilmek, anlamak, tanımaktır. Bilinç, kendimizden hoşnut olmamızı engelleyen nedenleri, sorunları kendi başımıza bilişimizdir. Kendimizde birey olmayı aşıp kendimiz için birey olmuşuzdur. Kendimiz için birey olmamız, eşitlik ve özgürlük gibi kavramların içeriğini bilişimizdir.
Vicdan?
Vicdan, belki de iyi olan ile kötü olanı ayırt edebilmektir. Dünyadaki kötülükleri bilmek ile yetinmemek, kötü bir dünyayı iyi bir dünya ile değiştirmeyi bir ihtiyaç olarak hissetmektir. Vicdan bu tür sorunlardan kaçamayışımızdır. … Bu kaçışı reddettiğimiz ölçüde inanılır efsaneler yaratmaya mecbur kalırız. Çünkü kaçış, artık, mutsuzluğu getirir.  … Vicdan, bilinç ile açığa çıkarılınca, yani insanın ‘vicdanı bilinçlenince’, bilen insan artık vicdanın tutsağı olur. Efsaneyi böyle sunabilirsek, kimse ona kulak vermekten vazgeçemez.” (5)
Bilimsel bilgi henüz yok. Göreceğiz, kavramsal bir çerçevenin bulunmadığı ve ancak çok genel bazı belirlemelerden öteye geçilemeyeceği açıklanıyor. Bu çok genel belirlemeler de, “eşitlik ve özgürlük” gibi soyut ve aslında anlamsız sözcükler. Ya da burjuva kategoriler.
Pekdemir’in, iki kitabında da, devrimci heyecanını kaybetme yolunda olan ve büyük ölçüde kaybetmiş olan, geçim gailesine kapılmış, başka şeyler konuşsa da başka şeyler yapan (günlük yaşayan) eski Devrimci Yolculara seslendiği biliniyor. “Vicdanınızla hesaplaşın” çağrısı yapıyor onlara. Bunda bir şey yok. Ama “iflas ettiğini” ima ettiği sosyalizmi yeniden projelendirmeye bu insanlarla ve vicdani bir çağrıyla giriştiğinde, tam da sosyalizmi sosyalizm olmaktan çıkarmaya başlıyor.
Kuşkusuz proletaryanın kurtuluş davası olan sosyalizm davasına vicdan muhasebesi yaparak atılanlar olacaktır. Bunlar, başlıca olarak burjuvaziden geleceklerdir. Burjuva ve küçük burjuva sınıflardan insanlar, bilimsel bilgiye şu ya da bu yoldan ulaştıklarında, kapitalizmin yıkılışının zorunluluğuna ve sosyalizmin kaçınılmazlığına inandıklarında, kendi sınıflarına ihanet edebilirler. Nitekim proletarya ve onun sınıf mücadelesinin saflarına burjuva ve küçük burjuva saflardan bir dizi namuslu insan katılmıştır. Bu katılım özellikle, proleter sınıf mücadelesinin yükselme dönemlerinde artar. Proletaryanın çekim merkezi oluşu, bu katılımı teşvik eder, cesaretlendirir. Ama yönelimin kaynağı bilimsel bilgiye ulaşmadır. Bu durumdaki insanlar, bir seçim yapma durumuyla karşı karşıya kalırlar. Ya proletarya saflarına katılıp sınıflarına ihanet edeceklerdir ya da sadece yanlışlığını değil geleceği de olmadığını bildikleri yaşamlarını, burjuva yaşam tarzlarını sürdüreceklerdir. Proletarya saflarını seçenler olur. Proletarya saflarında önemli roller oynayanlar da.
Ancak sosyalizm, onların, ne başlıca tarihsel yükümlülüğüdür ne de sosyalizm projesinin merkezine onlar oturtulabilir. Sosyalizmin öznesi onlar değil, onların saflarına katılmaya yöneldikleri proletaryadır. Vicdan muhasebesi aracılığıyla sosyalizme yönelenleri çıkış noktası edinmek, aydınca bir tür sosyalizm peşine düşmek anlamındadır. Bu, aydın tarzı bir “sosyalizm”dir.
Pekdemir ve genel olarak Devrimci Yolcuların temel yanlışı, Devrimci Yolcuların peşine düşmek, onların durumuna uygun bir “sosyalizm” arayışına çıkmaktır. Belki içlerinden vicdanları rahatsız olanlar çıkacak ve mücadeleye katılmaya yöneleceklerdir. Ama asıl sorun, katılacakları mücadelenin, ne tür bir mücadele olduğundadır.
Vicdana bağlı olarak seçmeci bir tarzda yer alınacak saf, proleter sosyalizmin safı olmaz. Baştan özne yanlışı yapılmakta, bu da, projelendirilme iddiasında olunan “sosyalizmin ne tür bir sosyalizm olacağını ele vermektedir. Projelendirilmeye çalışılan “sosyalizm”, ilk bölümde söylediklerimize ek olarak öznelciliği, kurmacalığı, gerçekten “efsane” türü bir şey oluşu nedeniyle de sosyalizmle ilgisizdir.

SOSYALİST OLMAK, “EN BİREY OLMAK” MI DEMEKTİR?

Sosyalizm, olanca nesnelliği ve kaçınılmazlığı ile kapitalizmin, onun uzlaşmaz karşıtlığının tarihsel bir ürünü olarak belirir. Kuşkusuz, sosyalist toplumun var edilmesi, uğraşmayı, mücadele vermeyi gerektirir. Bilinç ve örgüt unsuru, sübjektif faktörler önemsiz olmadığı gibi, olmazsa olmazdır. Ama sübjektif faktörlere sarılıp onları nesnel olarak temellendirmeden, örneğin sosyalizmi proletaryanın elinden alıp, aydın küçük burjuvaziye ikram ederek işin içinden çıkılamaz. Bu noktada Pekdemir ve diğer Devrimci Yolcuların yaptıkları gibi, bütün bir geçmiş sosyalizm deneyinin inkârına, Marksist teorinin reddine ve kurmacılığa, yeni yeni projeler üretimine savrulunur. Küçük burjuva aydınların özelliğidir bu.
Sosyalizmin öznesi ne Pekdemir’in tekrarlayıp durduğu gibi “sen” (yani eski Devrimci-Yolcular)dir; ne de öznenin hareket noktası vicdandır. Pekdemir de içinde olmak üzere hiçbir Devrimci Yolcu; “hayır, bizim de öznemiz proletarya” demesin. Bir-iki “toplumsal muhalefet” ya da “emekçi” ve “emekçi iktidarı” sözcüğü, proletaryanın özne varsayıldığını göstermiyor. Ve zaten yazının ilk bölümünde gösterildiği gibi, proletarya, teorik olarak da açıktan özne olmaktan çıkarılmaya girişilmiştir. Yerine, mühendislerden öğretmenlere kadar uzanan bütün bir “emekçiler” geçirilmektedir. Ve tezler birbirine bağlıdır. Evet, onların sosyalizm safını seçmeleri için önemli ölçüde vicdan sorunları vardır. Tekelci kapitalizm onları, sosyalizm safına itmektedir; ama proletaryadan henüz farklı oldukları ve proleterleşemedikleri de bir gerçektir. Proletaryanın müttefiki durumuna itilmektedirler; ama özne olmadıkları kesindir. İşte onların henüz vicdani bir zorlamaya ihtiyaçları vardır ki, Devrimci Yolcuların önemli bir çoğunluğu da bugünkü konumları itibarıyla ya öğretmen, ya mühendis, memur, ya da küçük esnaf ve tüccar durumundadır.
Proletaryanın ise “sosyalizm tercihi” için ne seçmeciliğe ne de vicdan zorlamasına ihtiyacı vardır. Ve zaten o, bu nedenle sosyalizmin öznesidir. Hiçbir ek zorlamaya ihtiyaç duymadan, proletarya, sosyalizmin gücüdür. Onun ihtiyacı olan yalnızca, kendisinin ve’ kendi gücünün farkında olmaktır. O, bütün mücadelesinde burjuvaziyle karşı karşıya durmaktadır ve onunla her alanda çatışmaktadır. Bütün uyuşturma ve uzlaştırma çabaları, onunla burjuvazi arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın üstesinden gelmede yetersizdir. Proletaryanın kendiliğinden içine girdiği dâhil tüm mücadelesi, sosyalist bir içerik taşır. Ve o, bu mücadelesi içerisinde kendisinin bilincine varır, sosyalistlesin Bu, yalnızca ekonomik mücadele alanının dışına çıkmasını gerektirir. Bunu da partisi sağlar, ona sınıf mücadelesinde yol gösterir. Proletaryanın kendinde sınıf olmaktan kendisi için sınıf olmaya geçişte, önemli olan ekonomik mücadele alanı dışındaki alanların bilgisiyle de donanmasıdır. Ama ayırt edici olan odur ki, proletaryanın kendi hareketi Marksizm’le birleştiğinde, buradan kitlesel bir sosyalist hareket çıkar, devrimci işçi hareketi çıkar.
Pekdemir’in yaptığı ise, teorik bir özenti ve yanlış paralellik kurmadır. O, sosyalizmi, yeni “sosyalizm projesi”ni açıklamaya çalışırken, işçi sınıfı ve Marksizm’i değil, “birey”, “bilinç” ve “vicdan”ı bir araya getirip birleştirmeye uğraşmaktadır.
Onun “bilinç”i, sınıfın kendisi için olmak açısından gereksindiği bilinç değildir. Onun sosyalizm öznesi de sınıf değil “birey”dir. Onda, bilinçlenecek sınıf değil, bireydir; “kendimizde birey olmayı aşıp kendimiz için birey oluşumuz”, onun “sosyalizm” projesinde bilinçlenip kendisi için olacak özneye işaret etmektedir. Doğal ki, birey sosyalist olmak için “bilinç” yetmemektedir, bir de “vicdan” gerekmektedir.
Bu proleter değil “birey” sosyalizmi(!), bireyin kendisinden hoşnut ve mutlu olmasını öngörmektedir. Dünyayı da vicdanını rahatlatmak için “birey” değiştirecektir! “Efsane”, yani sosyalizm, böyle “bireyci” bir rahatlama olarak, bireyin kurtuluşu olarak sunulunca “inandırıcı” olurmuş. Pekdemir, bireyciliğin bunca yüceltildiği, toplumsallığın yerden yere batırıldığı, aptallık olarak yorumlandığı “yenilgi sonrası” dönemde bireyden ve onun mutluluğundan başka sarılacak bir şey bulamıyor. Ve sosyalizm için bireye ve onun vicdanına sesleniyor. Bu sesleniş, yalnızca eski Devrimci Yolcularla iş yapma isteğinden ve onların bugünkü sınıf konumlarından gelmiyor. Bir de dönemin belirtilen özelliği ve bireyin yüceltilişinin önemli bir katkısı var “yeni” projede.
Görülüyor ki “Sosyalizmi yapacak kimdir?” sorusuna, Pekdemir’in verdiği yanıt, bilinçli proletarya değil “bilinçli birey”dir. Bu, özne karıştırması ve proletaryanın yerine bireyin geçirilmesi olduğu kadar, örgüt fikrinden, öncü parti düşüncesinden duyulan ölesiye korkunun da hem göstergesi hem de hareket noktasıdır. Proletaryayı kendinde olmasından çıkarıp kendisi için yapan, Marksizm’le birleşmesidir. Bu, başında partisiyle proletarya demektir. Ama Pekdemir birey yüceltisiyle, bir yandan proletaryayı “aşmakta”, onu “emekçiler” vb. kategorisi içinde muğlâklaştırarak sınıf olmaktan çıkarmakta ve sınıfsız ya da sınıf üstü bir emekçi kavramı ardında “birey”in yolunu açmakta; diğer yandan da sonuna kadar da bir örgüt fikri karşıtı olarak “bireylerin özgür birliği”nin, bireylerin “aşağıdan” liberter örgütlenmesinin savunmasını yapmakta ve teorik zeminini bu temellerde ortaya koymaktadır.
Pekdemir, “yeni sosyalizm projesi”ni, söylediğine göre, bir praxis süreci olarak teori-pratik bütünlüğü içinde tasarlarken, sınıfa değil bireye, proletaryaya değil eski Devrimci Yolcu “militan”a sesleniyor. (En çok vurgu yaptığı, sloganlaştırdığı tezlerden başta geleni olan üretenin yöneten olması teziyle, bunun ne derece uyumlu olduğu düşünülsün. Üreten, başlıca işçi sınıfı olmasına rağmen bireyin ya da “sen” ile Devrimci Yolcu militanın özne varsayılması, yeni teorik yaklaşımda, kuşkusuz temel bir çelişme oluşturuyor. “Sen” ile proletaryanın kastedildiği ileri sürülmemelidir. Her şey bir yana, bununla, teori kurma faaliyetine katılacak insanlar düşünülmektedir çünkü.) Böylece, “proje”de, sosyalizmin öznesi işçi sınıfı bireyle, amaç olarak işçi sınıfının kurtuluşu, bireyin “en birey olması” ya da kurtulması ile yer değiştiriyor. “Tercih”ini, “sosyalist olmanın en birey olmak ve bu şekilde bireyciliği aşmak ile bir ve aynı şey demek olduğunu kabul eden bir tercih” (6) olarak saptıyor.
Sosyalizm değil ama komünizm, sınıfsız toplum, tüm insanlığın baskı ve zordan, sömürü kalıntılarından kurtulması demek olacaktır. Proletarya kendisini kurtarmak için tüm insanlığı kurtarmadan edemez. Ve kuşkusuz komünizm, tek tek bireylerin özgürlüklerinin maddi temellerinin bütünüyle var edilmesi olarak bireyin tamamen özgürleşmesi ve insanın kendisinin efendisi olması anlamına da gelecektir. O bir özgürlük dünyasıdır.
Ama komünizmin bireyi tüm kişisel ve sömürü ilişkisinden, bütün baskı ve zor ilişkilerinden kurtaracak oluşu, sosyalizm tanımı yapar ve projesi tasarlarken, sınıflı toplumda sınıfın kurtuluşu yerine bireyin kurtuluşunu öngörerek bireyi hareket noktası olarak “sosyalist olmanın en birey olmak” demek olduğu boyutuna indirgenirse, teori iğdiş ediliyor, küçük burjuva çıkarlar yönünde çekiştiriliyor demektir.
Burjuva demokratik devrim, feodalizmi, ondan kaynaklanan kişisel bağımlılık ilişkileriyle ekonomi dışı zoru tasfiye ederek iradelerin özgürleşmesinin ve bireyleşmenin önünü açtı. Çoktandır tarih sahnesine çıkmış olan burjuva birey, her türlü engellemeden kurtularak özgürleşti. Ama bireyleşme ve birey hak ve özgürlüklerinin önündeki maddi engeller kalkmadı. Paran kadar özgürdün! Sömürülme özgürlüğüne sahiptin. Özgürleşmenin maddi koşulları, onların gerçekleşmesini büyük bir çoğunluk için olanaksızlaştırıyor ve ancak burjuva bireyin özgür gelişimini olanaklı kılıyordu. Engel, sınıflara bölünmüş toplumsal yapının kendisiydi ve büyük çoğunluğun sömürülüp baskı altında tutulması üzerinde ayakta durabilen kapitalist toplum yıkılmadan gerçek özgürleşmenin önü açılamazdı. Evet, komünizm bireyi gerçek anlamda özgürleştirecekti, ama buradan kalkarak sosyalizmin sınıfı değil bireyi merkezine aldığı, proletaryadan değil bireyden hareket ettiği ve sosyalistliğin “en birey olmak” (kolektivist olmak ve bu temelde bireyselliği gerçekleştirmek dururken) anlamına geldiği, ancak anarko-sendikalizm vb. türden küçük burjuva sosyalizmi adına ileri sürülebilirdi. O bile değil; bu, bayağı bir aydın demokratizmidir, liberterliktir.
İlerledikçe, projelendirilen “sosyalizm”in içeriğinin doldurulduğunu görüyoruz! Ama ne dolduruş!
Yine de bir ürküntü açıkça seziliyor. Ve bunlar söylenmemiş varsayılıyor. Değineceğiz. “Sosyalizmin bir tarihsel dönemi bitti”, “eski kavramsal çerçeve geçersizleşti”, “sosyalizmin nasıl olmaması gerektiğini biliyoruz” deniyor, ama her halde iddialı olmaktan kaçınılıyor! Henüz yeni kavramsal çerçevenin olmadığı söyleniyor, “hazır çözümler yok” (7) deniyor. “Çöktü” dense de, inkârcılığı hâlâ kolay olmuyor!
Aydın “sosyalizmi” ya da sosyalizmin küçük burjuva aydınca kavranışı, doğru deyişle aranışı, bireyin yücelişi yanında, yine bireye ve onun kaçınılmaz öznelciliğine denk düşecek şekilde, sosyalizmin isteğe bağlanışında da beliriyor. Devrimci Yol’un ve sosyalizmin “çağdaş” yeniden derleniş projesinin “sosyalizmi”, kapitalizmin burjuvazi ile proletarya arasındaki uzlaşmaz karşıtlık temelinde bölünmüş hastalıklı toplumsal yapısının zorunlu sonucu değildir. Bir başka deyişle tarihin materyalist yorumunun da sonu ilan edilmektedir. Hem Marx’ın kapitalizmin bilimsel açıklaması, onun içsel hareketinin yasası olarak bulguladığı artı-değer teorisi hem de yine Marx tarafından bulunup açıklanan toplumların tarihsel hareketinin bilimselliği, artık geçersizleşmekteydi Devrimci Yolcu projeye göre. Burada, bir Pekdemir pasajı ardından bir Engels pasajı koymakla yetineceğiz. (Genel olarak Devrimci Yol’u Marksist klasiklerden alıntılar yaparak eleştirmekten kaçındık, kaçınıyoruz. Ancak bu son itiraz ve “yeniden ele alma” o denli temel bir noktaya yöneltiliyor ki; Marx ve Marksizm’e. Yazarı; Marx, Marksizm ve sosyalizm sözcüklerini bundan böyle hiç kullanmamaya davet amacıyla Engels’ten uzunca bir alıntı bize gerekli göründü.)
“Sosyalizm bir istektir, zorunluluk değil; sen istediğin ölçüde elde edilebilir. İdeolojin, bilinçli isteğindir.” (8)
Sosyalizmi bir “istek” derekesine düşürme, onunla bağlı olarak oynayabilme ihtiyacındandır. İsteğe bağlı olarak ondan vazgeçebilmeyi de içerir. Kimse, burada sosyalizmin nesnelliği itiraz edilmiyor, yalnızca bilinçli çabanın zorunluluğuna vurgu yapılıyor şeklinde akıl yürütmesin. Gerçi nesnellik-öznellik ilişkisi, determinizm-volontarizm sorunu Devrimci Yol geleneği tarafından, M. Çayan’dan bu yana yanlış bir tarzda ele alınmış ve bu alanda bir kargaşa hep yaşanmıştır; ancak Pekdemir, ilişkinin iki unsurundan da açıkça söz edip iki unsuru açıkça karşı karşıya koyarak hiçbir itiraza şans tanımamaktadır: “Zorunluluk değil, istektir”.
Şimdi Engels’in iki temel önemdeki buluşu üzerine söylediklerine bakalım:
“Yeni olgular (1831 Lyon Ayaklanmasından sonra, Avrupa’nın gelişmiş burjuvazi ile proletaryası arasındaki sınıf savaşının birinci plana geçmesi ve sermaye ile emek arasındaki uyumun ve serbest rekabetin yol açacağı ileri sürülen evrensel refahın geçersizliğinin ortaya çıkması gibi olgular -ÖD), bütün geçmiş tarihi yeni bir incelemeden geçmeye zorladılar ve bütün geçmiş tarihin bir sınıflar savaşımı tarihi olduğu, birbirine karşı savaşım durumundaki bu toplumsal sınıfların her zaman üretim ve değişim ilişkilerinin, kısacası çağlarındaki ekonomik ilişkilerin ürünleri oldukları; buna göre, toplumun ekonomik yapısının, her kez, son çözümlemede, hukuksal ve siyasal kurumların tüm üstyapısını olduğu gibi, her tarihsel dönemin dinsel, felsefi ve öbür fikirlerini de açıklamayı sağlayan gerçek temeli oluşturduğu görüldü. Böylece idealizm, son sığınağından, tarih anlayışından kovulmuş; tarihin materyalist bir anlayışı ortaya çıkmış ve şimdiye değin yapıldığı gibi, insanların varlığını bilinçleriyle açıklama yerine, insanların bilincini varlıkları aracılığıyla açıklamak için yol bulunmuş oluyordu.
Bunun sonucu, sosyalizm, artık şu ya da bu dâhinin rast gele bir bilişi olarak değil, ama tarih tarafından oluşturulmuş iki sınıfın, proletarya ile burjuvazinin savaşımlarının zorunlu ürünü olarak görünüyordu. Artık sosyalizmin görevi, elden geldiğince eksiksiz bir toplumsal sistem imal etmek değil, ama iktisadın, bu sınıfları ve onların karşıtlıklarını zorunlu bir biçimde ortaya çıkaran tarihsel gelişmesini incelemek ve bu biçimde türetilen ekonomik durum içinde çatışmayı çözme araçları bulmaktı. … (Marksizm öncesi sosyalizm -ÖD) İşçi sınıfının kapitalist üretim biçiminden ayrılmaz sömürülmesine karşı ne denli öfkeleniyorsa, bu sömürünün neye dayandığını ve kaynağının ne olduğunu açık bir biçimde o denli az gösterme durumunda bulunuyordu. Sorun bir yandan bu kapitalist üretim biçimini tarihsel bağlantısı ve tarihin belirli bir dönemi için zorunluluğu içinde, öyleyse yıkılma zorunluluğu ile birlikte düşünmek, öte yandan, eleştiri şimdiye değin bu üretim biçiminin işleyişinden çok kötü sonuçları üzerine atıldığından, onun hâlâ gizli kalmış iç hareketlerini ortaya çıkarmaktı. Artı-değerin bulunması, işte bu işi yaptı. Ödenmemiş emeğe sahip çıkmanın, kapitalist üre tim biçiminin ve işçinin bundan doğan sömürülmesinin temel biçimi olduğu; kapitalist, işçinin emek-gücünü, bu bile, ondan gene de onun için ödemiş bulunduğundan daha çok değer elde ettiği ve bu artı değerin, son çözümlemede, varlıklı sınıflar elinde birikmiş, durmadan büyüyen sermaye yığınının çıktığı değer toplamını oluşturduğu tanıtlandı. Kapitalist üretimin olduğu denli, sermaye üretiminin işleyişi de açıklanmış bulunuyordu.
Bu iki büyük bulguyu: Tarihin materyalist anlayışı ile kapitalist üretimin gizeminin artı -değer aracılığı ile açıklanmasını, Marx’a borçluyuz. Onun sayesindedir ki, sosyalizm, şimdi bütün ayrıntıları üzerinde uzun çalışılması gereken bir bilim durumuna gelmiştir.” (9)
Uzunluğunu göze alarak aktardık ki; “bilim ideoloji politika” “üçgen”leri üzerinde, bilimsellik vb. konusunda ahkâmlar kesen “projeci” ve onun idealizmi, bilimsellikle ilgisizliği ve uydurmacı öznelliği ile Marksizm ve onun derin bilimselliği arasındaki uzlaşmazlık açıkça görülebilsin.
Sosyalizm, ya bir “istektir”, isteğe bağlıdır; bu açıktan idealizmdir. Sosyalizm uydurmaca sayfalar dolusu laf üretmek, “projeci”nin kendisi de içinde olmak üzere varlıkları, bireyleri, sınıflar ve insanları bilinçleriyle açıklamaktır. Ya da zorunluluktur; bu durumda her şey yerli yerine oturur, bilinç varlıkla açıklanmış olur, tarihsel materyalizm zemininde kalınır ve kapitalizmin iç hareketinin bilimsel açıklamasına dayanılır. Ya biri ya diğeri. “Projeci”nin iflah olmaz bir idealist, bir öznelci olduğu kesindir.
O, teorinin pratiğe bağlılığından söz etmektedir. Hatta, gösterdiğimiz gibi, daha da ileri giderek dar pratikçiliğe saplanmaktadır. Ancak tüm bunlar, öznelciliğinin, tarihsel gerçekler yerine, kendi, gerçek dışı saptamalarından oluşan önyargılarını geçirme ve özgürlükçü-liberter demokratizmini tatmin edebilmesinin ihtiyaçlarıdır. Proletarya bir kez iktidarı ele geçirdikten sonra, sınıf mücadelesi sona ermez, tersine, daha sert ve derinden işleyen biçimler alarak devam eder. Bu, tarihsel gelişmenin zorunlu kıldığı bir şeydir. O, bu akış içerisinde uluslararası burjuvazi ve ülke içindeki kapitalizmin kalıntıları tarafından devrilerek, geçici bir süre geriletilen sosyalizmi beğenmiştir. Zorunlulukların, tarihselliğin istemediği türden ürünler verdiğinden şikâyetçidir ve şimdi kendi isteğince bir “sosyalizm” tasarlamaktadır. Bu sosyalizmin, “kuralları” olmayacaktır. Yani, ne kapitalizmin iç hareketinin zorunlu sonucu olacaktır; ne de, kapitalizmin içinden geldiği haliyle, onun kaçınılmazlıkla kalıntılarını üzerinde taşıyacak bir sosyalizm. “Projeci”, beyninin labirentlerinde, zorunlu olmayan ve ama yenilmeyecek türden bir “sosyalizm” tasarlamaktadır. Henüz yalnızca bir olumsuzlama olarak tasarlamış, ne olmaması gerektiğine karar vermiş ama ne olması gerektiği konusunda bir şey söylememiş olduğunu bildirse de, bu, “isteğe bağlı”, yasasız, kuralsız bir sosyalizm olacaktır. Bu da, açıkça bildirilmektedir. İsteğe bağlılık-zorunluluk ilişkisini öznel olarak ele alışın bir sürçülisan olmadığını kanıtlamak üzere, isteğe bağlı olarak tasarlanan ve kuralcılığı ilan edilen “sosyalizmin kurallarının yine isteğe bağlı olarak “içe sinmediğinde” değiştirilebileceği de ilan edilmiştir. İşte istendiğinde değiştirilebilecek “kuralsızlığın kuralları”:
“Efsanede başkalarının koyduğu kurallara ‘kuraldır’ diye uyma mecburiyetinden muafsınızdır. Kurallara onları sorgulamadan uyanlar, uyuyanlar, biraz zor efsane anlatabilir. Öyleyse kuralları siz koymalısınız, aklınız yattığında, içinize sindiğinde riayet etmek üzere! Efsanenizde kuralsızlığın kurallarını bulmalısınız, içinize sinmediğinde riayet etmemek üzere! İmandan değil, inançtan söz edebilirsiniz, istediğinizin olabilirliğine inanmaktan.” (10)
Öyle bir “sosyalizm” ki, “efsane” olarak eğretileme yapılan şey, yaklaşım bozukluğu, katıksız idealizme tekabül etmektedir. Şimdiye dek sosyalizmin kurallarını, birilerinin kafalarından uydurdukları düşünülmektedir. (Yapılan alıntıların uydurma olduğunu anlamış “projeci” ve kitabının arka kapağına spot olarak düşmüştür!) Engels’ten alıntılamıştık; kapitalizmin tarihsel bir zorunluluk olarak sosyalizme gitmesini kurallaştıran yasalar, tarihsel materyalizmin yasalarıdır ve kapitalizm, kendi iç hareketinin zorunlu sonucu olarak sosyalizme yol açmaktadır. Çünkü artı-değer yasası üzerine kuruludur. Ama Marx’ın bu yasaları koymadığı, kafasından uydurmadığı gerçektir; o, yalnızca bu yasaları, nesnellikleri içinde hükümlerini icra ederken keşfetmiştir, geçerliliklerini bilimsel olarak tanıtlamıştır. Bu yasa ya da kurallar, insanların koyduğu yasalar olmadıkları gibi, insan iradesiyle değiştirilebilir yasalar da değillerdir. Kapitalizmin yol açtığı sosyalizmin yasaları da, sosyalizmin yukarıdan aşağıya inşa edilmesine karşın, böyledir. Onun gelişme yasalarını da insanlar yapmazlar, sadece onları bilebilirler, kendilerini ve toplumun örgütlenişini ona uygun bir şekilde düzenlemeye katkıda bulunurlar. Bu yasaların işleyişiyle çelişen tutumlar takındıklarında toplumsal örgütlenmenin yanından yöresinden önce gıcırtılar yükselecek, ısrar edilirse çatırtılar duyulacaktır. Bilgisine varılan yasaların gereğine uygun davranıldığında ise, toplumsal ilerlemenin önü açılıp gelişmeye hız katılmış olacaktır.
Şu kesin bir gerçektir ki, sosyalizm, sosyalist toplum, yaz-boz tahtası değildir. Kuşkusuz inşa halindeki sosyalist toplumda proletarya birçok hata yapacaktır; bu bir kaçınılmazlıktır. Ama o, asla gelişme yasalarını kendisi koymaya yeltenmeyecek, böyle öneri sahiplerine yalnızca gülüp geçecektir. Beyimiz ise, sosyalizmin yasa ya da kurallarının, bilgiç birileri tarafından konulduğunu sanarak bilgiçliğe aday olduğunu açıklıyor. Ya da bu adaylığı kendi gibi küçük burjuva aydınlarına1, proleter disipline gelmez unsurlara, ölesiye demokratizm hayranları ve her şeyi kendilerinden menkul sayanlara şamil ederek “kolektifleştiriyor”! Öğrendiği “kolektif sübjektivizm”dir. (11) İstendiği şekilde tasarlanabilen, isteğe bağlı olarak kuruluşuna geçilebileceği ve yasaları istendiğinde değiştirilebileceği sanılan uydurma bir “sosyalizm” türü… “Projeci” Devrimci Yolcu’nun “sosyalizmi işte böyle seçmeci, öznelci bir sözde sosyalizmdir. Böylelikle bu tür bir “sosyalizmin özgürlükçü demokratlara, liberalizm, hayranlarına “inandırıcı” geleceği düşünülmekte, ama en başta kendi liberalizmine uyarlanmaya, kendine inandırılmaya çalışılmaktadır.

“EŞİTLİK VE ÖZGÜRLÜK” PEŞİNDE SOSYALİZMİ ANLAMSIZLAŞTIRMAK
Uydurmacılık iddiasında bulunmanın kolay ama bizatihi uydurmanın zor olduğu anlaşılıyor. Belirtildiği gibi, zorluk bir yanıyla, uydurulacak şeye gelecek tepkiler nedeniyle duyulan ürküntüdendir. Diğer yandan uydurmanın, görece tutarlı bir uydurmanın da zor olduğu söylenmelidir. “Dahi” olmak, dünyayı istediğince düzenlemek de, bunca bilimsel gelişmeden sonra, gerçekte pek kolay değildir. Marx ve Engels öncesinde son olarak Kant ve Hegel, gerçekten dahi kurmacacılardı. Kant ve Hegel’in, bilimin tarihsel gelişmesi ve çağlarının bilimsel birikimi açısından düşünüldüğünde, hem mazur görülmeleri için çok neden bulunabilir hem de dehalarının büyüklüğü kolaylıkla anlaşılabilir. Sonraki kurguculardan biri Dühring’di ki, Engels’in onunla nasıl dalga geçtiği biliniyor. Üstelik o da bir sistem geliştirmeye çalışmıştı. “Projeci’ Devrimci Yolcu ise, sistem kurucu bir bilgi birikiminden yoksun olduğu gibi, kuşkusuz Dühring’i göz önünde tutarak uğrayacağı hakaretlerin de korkusu içindedir. Şimdilik şöyle yazmaktadır:
“şimdi bugüne dek olanlardan ‘başka’ şeyler olduğunu görmek lazım.
Bunları içine sığdıracağımız, yani olup bitenlerin hepsini kapsayacak bir kavramsal çerçeveden söz etmek henüz mümkün değil. … Bulunduğumuz yerin belirgin politik tanımı yok; bizi tanımlayan belirgin koordinatlarımız yok. … Politikada ki koordinatlar, ortak sorulara ortak yanıtların verilmeye başlanmasıdır, henüz bunun mümkün olamadığı söyleniyorsa, zaman, özgürlük ve eşitlik davası için ‘sömürüye ve zulme karşı olma gibi’ eldeki ya da verili ortak yanıtları ön planda tutmak bile başlangıçtır ya da tamam mı devam mı ikilemindeki devam yanıtıdır.” (12)
Henüz uydurmacılığın bir sisteme bağlanmadığı ve kavramsal çerçevesinin oluşturulamadığı söyleniyor. Aslında, yukarıda değindiklerimizden, bu yolda epey bir adımın atıldığı belirtilmeli ve “projeci”nin kendisine haksızlık etmemesi gerektiği söylenmelidir. Ama tam bir sistem oluşturulamadığı, oluşturulduğunda da bunun orijinal bir sistem olmayacağı da ortadadır.
Devrimci Yol’un Eylül sonrası vurdumduymaz tutumu ve durumu, revizyonizmin çöküşünün Marksizm eleştirisi ve sosyalizme saldırıları kolaylaştırdığı ortamda, isteğe bağlı sosyalizm arayışıyla teorize edilmeye girişilmiştir. Neredeyse dağılmış ve toparlanmaya da niyetli olduğu görülmeyen Devrimci Yol’un durumu, sosyalizmin tarihsel bir döneminin bittiği ve eski kavramsal çerçevenin geçersizleştiği çıkarsamasıyla bir yanıyla haklı gösterilmeye, diğer yanıyla da yeni-liberal görüşlerle donanmış bir Devrimci Yol örgütlenmesinin uygun koşunlarının bulunduğu varsayımıyla liberal demokratizme basamak yapılmaya çalışılmaktadır. Hemen bugün bir teorik çerçeve ileri sürülmekten şu nedenlerle de kaçınılmaktadır: Birincisi, Devrimci Yol’un bugünkü durumu yeni-liberal, kendiliğindenci bir örgütlenme için uygunluk göstermektedir. Teorik çerçeve önerilmeden onun kendiliğindenci, örgütün zorlayacağı ciddi ve belki tehlikeli konumlardan uzak bir “aşağıdan” örgütlenmesi, bu yolla teşvik edilmiş olmaktadır. Bu tarz; bireyin ön plana çıkarılacağı, seçmeci, “doğrudan demokrasi” rahatlığına uygun düşmektedir. Ve üçüncüsü, ortaya teorik bir çerçeve konulduğunda, bugün ideolojik tutumları ve fikirleriyle, politik mücadele içindeki konum ve tutumlarıyla dört bir yana dağılmış bir çeşitlilik gösteren Devrimci Yolcuları bir arada tutup kucaklamak olanaksızlaşacaktır. Bu nedenle “istişareciler” çok sesli ve kanatlı bir yasal parti öngörürken; “projeci Pekdemir” de “aşağıdan” ve doğal ki kendiliğindenliği örgütlemeyi uygun tutum olarak “seçmiştir”!
Örgütlenmenin başlangıç noktası olarak alınması düşünülen platform ise, iki kanat açısından da hemen hemen ortaktır. Özgürlük, eşitlik ve demokrasi. Üstelik “projeci”, bu platformu sosyalizm adına ileri sürmektedir.
Pekdemir şöyle yazmaktadır:
“… soru, toplumsal muhalefetin nasıl olup da kendini yeniden sosyalizme ait hissedebileceği… İse, burada, sosyalizmin bilinen bütün tanımlarını şimdilik bir kenara bırakıp onun ‘olmazsa olmaz’ı olan iki kavramın altını çizmekte yarar vardır: özgürlük ve eşitlik.”
Mesela özgürlük ve eşitlik uğruna, yani sosyalizm davası için, mevcut sisteme karşı toplumsal isyanın parametrelerini dile getirmek inandırıcı olmaz mı? Olur…” (13)
Ve sonra “nasıl” bir sosyalizm sorusuna yanıt olmak üzere eşitlik ve özgürlüğün nasıl olması gerektiği üzerinde duruyor.
Sosyalizm davasının “eşitlik ve özgürlük” istemi ile tanımlanabileceği nasıl iddia edilebilir? Bu, sosyalizmi insan haklan ideolojisine indirgemek, insan hakları olarak ilan edilmiş soyut özgürlük ve eşitlik taleplerine sarılarak sosyalizm davasını insan hakları savunuculuğuna geriletmek olur.
“Projeci”, aslında ne yaptığının farkında ve göz göre göre sosyalizmi burjuva özgürlük ve eşitlik istemlerine; en çoğu, onun ileri bir yorumuna eşitliyor. Çünkü o, düzen içi toplumsal denetimi esas almakla tanımladığı “istişareciler”in, yasal particiliğine temel olan anlayışlarını şöyle eleştiriyor:
“Yeni dediğin, on sekizinci yüzyıl düşüncesini, mesela toplumsal sözleşmeyi, yirmi birinci yüzyıl için söylemek mi? İşte bu basitliğini dahi teorik soyutlama sanarak sunuyorsun. Ama şunu bil ki Apollon, on dokuzuncu yüzyılın işçi öğretisi bile, kuşkusuz senin on sekizinci yüzyıl burjuva öğretinden daha çağdaştır. Sen çağını bile yaşamıyorsun.” (14)
Bilerek işçi öğretisine yönelik aynı küçümsemeyi kendisi de yapıyor. Özgürlük ve eşitlik… Bu istemler burjuva öğretisinin temel taşlarını oluşturmadı mı? Ve bu istemlerle sosyalizm tanımlanabilir mi?
İnsanlar arasında fark görmeyen, sınıf zıtlıklarının üzerini örtmeye çalışarak, o da devrimcilik çağında, feodalizme karşı mücadelesi sürecinde sınıf ayrıcalıklarına karşı özgürlük ve eşitlik istemlerini tüm halk adına ileri süren burjuvaziydi. Kendi çıkarlarını bütün halkın çıkarları gibi göstererek özgürlüğü ticaret özgürlüğüne, eşitliği ise eşit değerler değişimine indirgeyen tabii ki burjuvaziydi.
“Marksizm aşıcısı”nın her ne kadar kafasına yatmayacak olsa da Engels’ten özetleyerek anlatalım:
Bütün insanların insan olarak ortak bir şeye sahip bulundukları ve bu ortak şey ölçüsünde eşit oldukları fikri, kuşkusuz dünya kadar eksi bir fikirdir. Ama modern eşitlik istemi bundan adam akıllı farklıdır. İstem, daha çok, bu insan olma ortak niteliğinden, insanların bu insan olarak eşitliğinden, bütün insanların ya da en azından bir devletin bütün yurttaşlarının, bir toplumun bütün üyelerinin eşit bir siyasal ve toplumsal değere sahip olma hakkının çıkarılmasına dayanır. Bu ilk göreli eşitlik fikrinden, devlet ve toplum içinde bir hak eşitliği sonucunun çıkartılabilmesi için, birlerce yıl geçmesi gerekti. Köleci toplumun ilerlemesi içinde, hiç olmazsa özgür insanlar için, üzerinde özel mülkiyete dayalı hukukun bildiğimiz en yetkin biçimi olan Roma hukukunun geliştiği o özel kişiler arasındaki eşitlik doğdu. Hıristiyanlık, bütün insanlar arasında yalnızca bir eşitlikten, köleler ve ezilenler dini olma niteliğine tastamam uygun düşen ilk günah eşitliğinden başka bir eşitlik tanımadı. Batı Avrupa’nın Cermenler tarafından istilası, yavaş yavaş o zamana değin benzeri görülmemiş bir karmaşıklığa sahip toplumsal ve siyasal bir hiyerarşi kurulması nedeniyle, bütün eşitlik fikirlerini yüzyıllar için ortadan kaldırdı. Ama feodal ortaçağ, bağrında ve gelişmesi içinde modern eşitlik isteminin temsilcisi olmaya aday sınıfı, burjuvaziyi de geliştirdi. Ticaret, özellikle uluslararası ve hele dünya ticareti, hareketlerinde engellerle karşılaşmayan, bir bakıma eşit haklara sahip, hiç değilse tek başına alınmış her yerde, hepsi için eşit bir hukuk temeli üzerinde değişim yapan özgür emtia sahiplerinin varlığını gerektirir. Zanaatçılıktan yapımevi sanayisine geçiş, emek-güçlerinin kiralanması için yapımcı ile sözleşme yapabilen ve buna dayanarak onun karşısına sözleşme yapan kişi niteliğiyle eşit haklarla çıkan belli bir sayıda özgür emekçinin de varlığını gerektirir. Bir yandan lonca bağlarından, öte yandan kendi emek-güçlerini kendi başlarına değerlendirme araçlarından yoksun olan, üretim araçlarından özgürleşmiş emekçiler. En sonu, genel olarak insan emeği oldukları için insan emeği olarak bütün insan emeklerinin eşitlik ve eşit değeri, bilinçsiz, ama en kesin dışavurumunu, modern burjuva iktisadının, bir metaın değerinin, o metaın içerdiği toplumsal bakımdan gerekli emek aracılığıyla ölçülmesini isteyen değer yasasında bulur. Ama ekonomik ilişkilerin özgürlük ve hak eşitliği istediği yerde, siyasal rejim, onların karşısına her adımda loncasal engeller ve ayrıcalıklar çıkarıyordu. Burjuva rakipler için, hiçbir yerde, ne yol açık ne de şanslar eşitti. Ve istemlerin kendisini gitgide en çok duyuranı da buydu.
Bu feodal eşitsizliklerin ortadan kaldırılmasıyla feodal engellerden kurtuluş ve hak eşitliğinin kurulması ve özgürlük istemi, toplumun ekonomik gelişmesi tarafından bir kez gündeme konulduktan sonra, kısa sürede daha geniş boyutlar kazanmaktan geri durmazdı. Her ne kadar bu istem, sanayi ve ticaret yararına ileri sürülüyorduysa da; aynı hak eşitliğinin, tam bir toprak köleliğinden başlayarak, köleliğin bütün derecelerinde, çalışma zamanlarının en büyük bölümünü, karşılıksız olarak, iyiliksever feodal beylerine ayırmak ve ayrıca ona ve devlete sayısız vergiler ödemek zorunda olan geniş köylüler yığını için de istenmesi gerekiyordu. Birbiriyle eşitlik ilişkileri kurmuş ve burjuva gelişmesinin aşağı yukarı eşit bir düzeyinde bulunan bağımsız bir devletler sistemi içinde yaşandığı için, bu istemin tek bir devletin sınırını aşan genel bir nitelik alması ve özgürlük ve eşitliğin insan hakları olarak ilan edilmesi gerektiği kendiliğinden aşılıyordu.
Bununla birlikte bilinir ki, burjuvazi, bir ortaçağ zümresi modern sınıf durumuna dönüştüğü andan başlayarak, burjuvazinin gölgesinde olan proletarya, ona durmadan ve kaçınılmaz şekilde eşlik edecektir. Aynı biçimde, proleter eşitlik istemleri de burjuva eşitlik istemlerine eşlik edecektir. Sınıf ayrıcalıklarının kaldırılması burjuva isteminin ortaya konduğu andan başlayarak, bunun yanı sıra, sınıfların kendisinin kaldırılması proleter istemi, önce ilkel Hıristiyanlığa dayanarak, dinsel bir biçim altında, sonra burjuva eşitlik teorilerinin ta kendilerine dayanarak ortaya çıkar. Proleterler, burjuvazinin önerisini hemen benimserler: Eşitlik yalnızca görünüşte, devlet alanında değil, ekonomik ve toplumsal alanda da gerçek olarak kurulmalıdır.
Eşitlik istemi, proletaryanın ağzında ikili bir anlam taşır. Bu istem, ya -özellikle başlarda, örneğin Köylüler Savaşı’nda- apaçık toplumsal eşitsizliklere karşı kendiliğinden bir tepkidir; böyle bir tepki olarak, o, yalnızca devrimci içgüdünün dışavurumudur. Ya da burjuva eşitlik istemine karşı, bu istemden az çok doğru ve daha ileri giden istemler çıkaran tepkide doğmuş bulunan bu istem, işçileri kapitalistlere karşı ayaklandırmak için bir ajitasyon aracı hizmeti görür. Ve bu durumda, bu istem, burjuva eşitliğin kendisiyle ayakta durur ve onunla birlikte yıkılır. Her iki durumda da, proleter eşitlik isteminin gerçek içeriği, sınıfların kaldırılması istemidir. Bundan öte her çeşit eşitlik istemi, zorunlu olarak saçmadır.
Sınıfların ortadan kaldırılması mücadelesinden koparıldığı anda eşitlik ve özgürlük isteminin proletarya için bir ajitasyon hizmeti bile görmeyeceği, ancak insanlığı parçalanmamış bir bütün varsayarak onları eşitleme peşindeki burjuva ham kafanın elindeki kör kılıç durumuna dönüşeceği açıktır.
Daha bitmedi. Proletarya, iktidarı aldıktan ve hatta burjuvaziyi sınıf olarak tasfiye ettikten sonra bile, bütün kalıntılarıyla birlikte sınıfların kaldırılması anlamındaki proleter içeriğiyle eşitlik, gerçek eşitlik, toplumsal örgütlenme ve dokunun tüm sektörlerinde sağlanmış olmaktan uzak olacaktır. Komünizmin ilk evresinde sömürücü sınıflar tasfiye edildikten ve üretim araçları mülkiyetine göre, çalışma ve ücrete göre eşitlik gerçekleştikten sonra, yani toplumun bütün üyeleri açısından üretim araçlarının mülkiyeti karşısında eşitlik sağlandıktan ve eşit işe eşit ücret ve çalışmayan yemez ilkeleri uygulamaya konduktan sonra bile hâlâ burjuva hukukunun, bu demektir ki, burjuva eşitliğin sınırlı ufku bütünüyle aşılmış olmayacaktır. Doğal olarak, birbirine eşit olmayan insanların; kimi şişman kimi zayıf olanların, kimi evli kimi bekâr, kimi çok kimi az çocuklu olanların aralarında bir dizi doğal eşitsizlik bulunanların eşit iş karşılığı eşit ücret almasını ne yazık ki, henüz başka bir ölçü olmayacağından değer yasasından başka düzenleyecek şey olmayacaktır. Değişimi, metalar içinde içerilmiş toplumsal bakımdan gerekli emek miktarına göre düzenleyen değer yasasından. Ama buradaki “eşitlik”in henüz burjuva eşitlik olduğu bellidir.
Eşitlik, gerçek eşitlik olarak, ancak insanlar arasındaki eşitsizliklerin eşitliğinin gerçekleşimini bozan etkileri, emek-değer yasasının işlevinin tükenmesiyle, eşitsizliklerin kabulü olarak ortaya çıkabilir. Ama burada eşitsizliklerin burjuva eşitlemeciliğine üstün gelmesi aracılığıyla gerçek eşitliğe varılarak, tüm eşitsizlik unsurları eşit haklardan yararlanabilir olacaktır. Eşitsizliğin eşitliği… Bu, komünizmin ikinci evresidir. “Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar.”
Anlaşılacağı üzere, kavramsal çerçeve yokluğunda, proletarya açısından bir ajitasyon hizmeti görmenin ötesine geçirilerek, sosyalizm uğruna mücadelenin platformunu sağlamak ve ona geliştirilmemiş de olsa, belirli bir program olarak hizmet etmek üzere özgürlük ve eşitlik istemlerinin ileri sürülmesi, sosyalizm davası adına konuşulduğu iddia edildikçe saçmalamak, sosyalizmi, içeriği çok farklı sınıfsallıkla doldurulabilecek tanımlara mahkum etmek anlamına gelmektedir. Ajitasyonun ötesinde, bir dizi açık seçik belirgin sınıfsal tanımlamalar yapılabilecekken eşitlik ve özgürlük gibi, insanlık kadar eski tanım ve istemlerle yola çıkılmasının önerilmesi, inandırıcılık kaygısından olmasa gerek. Eskiden kaçılıyorsa, bu istemler eskinin eskisidir ve mutlaka burjuva ve proleter içerikleri ayırt edilmesi gereken istemler durumundadır. Burjuvazi, özgürlük ve eşitlik bayrağını bir dönemler yükselttiği gibi, bugün hâlâ insan hakları ideolojisi perdesi ardında kendi sömürü ve zorunu gizlemeye uğraşırken bu istemleri istismar etmektedir. Burjuvaziyi devirmek ve sosyalizm davasını gütmek üzere açık ve belirgin istem ve sloganlara ihtiyaç, bugün her zamankinden daha çokken, muğlâklığı içinde herkes için, bütün sınıflar için olabilen istemlerle yola çıkmak liberalizmi işaret eden bir başka kanıt olmaktadır.
“Projeci”, özgürlük ve eşitlik üzerine açıklayıcı notlar düştükçe, liberalizmi daha bir belirginleşmektedir:
“bir: özgürlükler bir bütündür; birisi olmayınca diğerleri de var sayılamaz, yaşama, düşünme, örgütlenme, eylem özgürlükleri en temel toplumsal özgürlükler, bunlardan herhangi birinin yokluğuna karşı direnme hakkı en demokratik bir haktır. Bu inkâr edilemez. … Bunlardan birini dahi yok eden, gayrı meşru duruma düşmeli ve buna karşı her direnişin meşruiyet zeminini hazırlamış olmalı. … yani böyle bir sosyalizm.” (15)
Sosyalizm ölü, durgun, gelişmeyen ve gelişmesi içinde uygulamaları farklılaşmayan bir toplumsal örgütlenme olmayacaktır. Maddi koşulları açıklanmamış genel ve soyut özgürlükler peşinde onu kimse donmuş bir toplum olarak gösteremez. Özgürlük düşkünü bireylerin sosyalizmini tasarlayıp duran “projeci” için önemli olan tek şey, sosyalizmde genel geçer olarak bütün özgürlüklerin bulunuşudur. Komünizmin, siyasal biçimi proletarya diktatörlüğü olan bir geçiş biçimi oluşturan alt evresinde ve özellikle bir evrenin başlangıcında, henüz burjuvazi her alanda sömürücü bir sınıf olarak tasfiye edilmeden, proletarya diktatörlüğü çoğunluk için en geniş özgürlükler ve demokrasi anlamına gelirken; azınlık için yani burjuvazi için diktatörlük ve özgürlük yokluğu anlamına gelecektir. Genel olarak özgürlükler lafı etmek yetmiyor. “Kimin için olacak?” sorusuna yanıt vermek belirleyicidir.
Özgürlüklerin “bütün oluşu” bu açıdan olanaksızdır. Özgürlükler yalnızca sınırlandırılmış olmakla kalmayacak toplumun bir kesimi üzerinde, burjuvazi üzerinde diktatörlük uygulanacaktır. Yalnız bu kadar da değil. Burjuvazi sınıf olarak tasfiye edildikten sonra bir dizi burjuva unsur, kapitalizmin kalıntıları ekonomik ve siyasal yaşamda hâlâ şu veya bu ölçüde uzunca bir süre varlıklarını sürdürecek ve kuşkusuz özgürlüklerin muhatabı olmayacaktır. Örneğin, gerektiğinde burjuvazinin seçme ve seçilme hakkı sınırlandırılabileceği gibi, örgütlenmesi sınırlanmakla da kalmayacak, alışkanlıklarına varıncaya kadar yok edici bir mücadelenin konusu edilecektir. Aynı şey, en temel insan haklarından olan yaşama hakkı için de geçerlidir. Proletarya, iktidarını sağlamlaştırdıkça, kuşkusuz yaşama hakkını kolaylıkla sınırlamayacak ama özellikle, iktidarına yönelik devirme girişimleri karşısında ve hele iktidarı tehlikedeyse sabotajcıları, casusları ve yıkıcıları cehenneme göndermede tereddüt etmeyecektir.
Öte yandan proletarya diktatörlüğü, toplumun emekçi çoğunluğu açısından en geniş özgürlükler ve demokrasi olarak şekillenir.
Sınıf ayırımının yapılmadan genel olarak özgürlüklerin tümelliği üzerine fikirler geliştirmek insan hakçılığı ve liberalizmden başka bir şey değildir. Bu tür bir “özgürlükçülük”le sosyalizm davası güdülemez.
“iki: özgürlükler izafidir; kendi dışındakilerin köle olmasına zemin hazırlayan bir özgürlük kabul edilemez, sözgelimi sermayenin kayıtsız şartsız özgürlüğü, ücretli köleleri yaratır, birer yurttaş olarak köle sahiplerinin de özgür olmasını savunmak, özgürlüğü değil köleliği savunmak anlamına gelir, (emek özgür olunca zaten sermaye kalmaz.) bu anlayış, sınıflar arasındaki ilişkilerde olduğu kadar farklı inançlar1, dinler, mezhepler ve milliyetler arasındaki ilişkilerde de geçerlidir, sözgelimi Kürtlerin mutsuzluğu pahasına, ‘ne mutlu türküm diyene’ denilmeyeceği örneğinde olduğu üzere., ya da cinayet özgürlüğünü savunmanın, yaşama özgürlüğü yerine ölüm özgürlüğünü savunmak anlamına geldiği gibi…” (16)
“Projeci”, kendisi hakkındaki düşüncesi ne olursa olsun, istediği kadar teorinin eylem içindeki müfrezelerin “kurmay çalışması” aracılığıyla geliştirilebileceğini söylesin, kendi çalışmalarının doğası gereği teorisyenliğe soyunduğundan ve ama, diğer şeyler bir yana, öncü sınıf ve öncü parti fikrini reddeden teori kuruculuğuyla, işçi sınıfı, sınıf mücadelesi, komünizme yürüyüş, bunun için iktidarın ele geçirilmesi ve sürdürülmesinin ihtiyaçları, bu ihtiyaçların komünizmin ilk evresinin gelişme sürecinde farklılaşması vb. gibi sorunlar karşısında hiçbir sorumluluk duymadığından, yalnızca koyu bir demokratizme ve içi doldurulmuş!? özgürlüklere vurgu yapıyor. Bu yaklaşmayla kuşkusuz bir burjuva özgürlükçü olmaktan kurtulamıyor.
Bir kere, öngörülen özgürlüklerin komünizm için mi yoksa onun ilk evresi olarak söz edilen sosyalizm için mi olduğu, bol “özgürlük” lafları ardında gizli olarak kalıyor, açıklanmıyor. Oysa bu, önemlidir; çünkü komünizm gerçek bir özgürlük dünyası olarak hiçbir baskı ve zoru tanımayacak olduğu kadar, onun alt evresinde özgürlük herkes için olmayacak, sınırlandırılmış bulunacaktır.
Yukarıdaki pasajda özgürlüklerin sınırlandırılabileceği kabul edilir görülüyor. Bu noktada, bir önce aktarılan pasajdaki “özgürlüklerin bir bütün olduğu” tezi geçersizleştiriliyor. Bununla da kalınmıyor. Komünizmden söz edilmediğini ama yine de ölesiye bir özgürlükçülük yapıldığı için bu özgürlükçülüğün sınıflar-üstü bir özgürlükçülük olduğu anlaşılıyor. İlk evrede başlangıçta hâlâ sömürücü sınıflar ve sınıf olarak burjuvazi tasfiye edildikten sonra onun ekonomide olanın ötesinde fikir, özlem, alışkanlık, örgütlenme tecrübesi vb. alanlarında ciddi kalıntıları kaçınılmazdır. Bu evrede özgürlükler genelleşemeyecektir. “Projeci”, bundan söz ediyor, bir sınırlama öngörüyor (kendi dışındakilerin köle olmasına zemin hazırlamanın kabul edilmemesi), ancak bu sınırlamanın nasıl uygulanacağı, bunun için bazılarının kısmen veya genel olarak özgürlük ya da özgürlükler alanının dışına atılması demek olan bir diktatörlüğün gerekli olup olmadığını söylemiyor. Üstelik “sınıflar arasındaki ilişkilerde olduğu kadar farklı inançlar, dinler, mezhepler ve milliyetler arasındaki ilişkiler”de özgürlükler açısından bir sınırlamayı öngörüyor. Örneğin sermayenin “kayıtsız şartsız” özgürlüğünü kabul etmiyor. Buradan anlaşılan, sermayenin kayıta bağlanmış özgürlüğüdür, denetim altına alınması, ekonomik ve siyasal egemenliğinin önünün kesilmesi ve ama bu çerçevede ona hayat hakkı tanınmasıdır. Geçiş sürecinin başlangıcında bir dönem sermayeye, onu denetim altında tutarak katlanmak gerekebilecektir. Ama bırakalım komünizmin üst evresini, daha alt evresinde bile sermaye, koşulları olgulaştığında bir sınıf olarak tasfiye edilecektir. Bu, komünizme yürüyüş davasının zorunlu kıldığı, öteden beri toplumsal ilerlemenin tarihsel bir gerçeği olan sınıf mücadelesinin sürdürülmesinin, sınıf mücadelesi teorisinin zorunlu bir gereğidir. Ama “projeci” sınırlamakla yetiniyor, kayıtlar koymakla avunuyor ve bu noktada duruyor. Sınıflar, dinler, milliyetler vb. hep olacak, ama birbirlerini köleleştirici oluşları kabul edilmeyecektir. Örneğin bir din ya da mezhep bir başkası ya da dinsinler üzerinde baskı kuramayacak. Güzel, bu demokratizmdir. Peki, bu kadar mı? Sömürü toplumlarının bir ürünü olan, en son sermayeye, ona karşı isyanın yatıştırılmasına, bir afyon olarak hizmet eden dine karşı bir tutum gerekmeyecek mi? Dinler, mezhepler, farklı inanışlar, milliyetler, tümü sermayenin farklı alanlardaki çeşitli yansımaları, çeşitli varoluş biçimleri olarak, yalnızca başkalarını, kendi dışındakileri köleleştirmeye zemin hazırlamalarını engellemekle mi yetinilecek? Bunların toplumsal gerçekler olarak ortadan kaldırılması yönünde bir çaba olmadan, bu çabaya bağlı olarak, yani sınıf mücadelesinin sürdürülüşüyle giderek etkileri törpülenip yok edilmelerine yönelinmeden, onların köleleştirici zeminler oluşturmaları önlenebilir mi? SSCB’deki gelişmelerden yalnızca işe gelen “dersler'”in çıkarılması ile sosyalist ulunamıyor. SSCB gerçeği, bu tür zeminlerin yok edilmeleri uğruna çaba gösterilmediği, bu konularda duraksamalar içine girildiği andan itibaren köleleştirici zeminler olarak rollerini eskisinden daha bir fütursuzca ve şiddetle oynamaya başladıklarını öğretiyor.
Sermaye ve onun gerek kendisinin yarattığı gerekse kendinden önceki sömürü ilişkilerin varlığından devraldığı çeşidi ideolojik, hukuksal, yasal, örgütsel biçimlenmelerin yalnız kayıtsız şansızlıklarını önlemekle yetinilemez. Sermaye ve çeşitli geri ideolojik vb. biçimlenmelerin yok edilmesi, bu yönde önce kayıtlanmaları, giderek kısıtlanmaların artırılması aracılığıyla ortadan kaldırılmaları esastır. Böyle olmayana sosyalizm değil, burjuva demokrasisi denir. Dine karşı tutum örneğin, onun kısıtlanması ile sınırlı olamaz. Tarihin müzesine kaldırılması gereklidir. Dinselliğin sadece başkaldırının özgürlüklerini olanaksızlaştırıcılığının önlenmesi ile yetinilemez. Yetinildiği andan başlayarak o, başkalarını eziciliğini geliştirmeye yönelecektir. Sınıf mücadelesinin sürdüğü bir alandır çünkü üstyapı alanları da. Çeşitli inançlara sahip olma ve ibadet özgürlüğü yanında dinlerin lehine propaganda ve dinsel örgütlenme özgürlüğü, sosyalizmde kuşkusuz birbirinden ayrıdır ve birincisi serbestken ikincisi yasak olmalıdır. Sosyalizm dinlerle birlikte var olmaya devam etmeyecektir, edemez; onlara ancak onları ortadan kaldırma koşulları olgunlaşıncaya kadar katlanacak, etkilerini tedricen, emekçilerin kendi güçlerine ve iktidarlarına inançları sağlamlaştığı ölçüde kıracaktır. Komünizm ne din tanıyacaktır, ne sermaye. Ve komünist topluma dinlerle -onların sadece köleleştirici etkinlikleri önlenerek- ve sermaye ile (onun yalnızca kayıtsız şartsız egemenliği önlenerek) birlikte yaşanarak, onlarla belirli bir uyum tutturularak varılamaz. Sermaye yok olmalıdır. Dinler vb. yok olmalıdır. Bir çırpıda olmayacaktır bunlar. Bir süreci gereksinecektir. Ama amaç budur, hedef budur. Onlara özgürlük propagandası değildir.
Aksi durum, emekle sermaye arasında, sözde emeğin lehine gibi görünen, ama kapitalizme geri götürmesi kaçınılmaz ve kesinlikle sosyalizmle bağdaşmayan, onu ilerletmeyecek uyumun savunulmasıdır. Sermayeye kayıtsız şartsız değil ama yine de belirli bir özgürlükle, başka ne olabilir? Böyle sosyalizm olmayacağı üzerinde durulamaz bile.
Bu tür bir “sosyalizm” ve “özgürlükçülükle, kuşkusuz öznelci, isteğe bağlı bir sosyalizm öngören küçük burjuva aydını arasında bir ilişki vardır. Bu tür “sosyalizm” ve özgürlükçülük, küçük burjuva aydınının hayal dünyasında varolabilecektir ancak ve böylesi, bir hayalin ürünüdür. Devam ediyoruz.
“üç: özgürlük, böyle bir çerçevede, eşitliğe tabi olmalıdır. İnsanlara ve topluluklara eşit haklar ve imkânlar tanımayan bir özgürlük anlayışı, biri eli kolu bağlı diğeri serbest iki kişinin yemek yemekte özgür bırakılmasındaki sonucu doğurur, büyük sermaye sahipleri milyarlar harcayarak televizyon kanalları açarken, işçilerin düşünce ve örgütlenme özgürlüğüne sahip olmalarının bir anlamı olmaz.” (17)
“Projeci”, özgürlüklerin ekonomik temelinden de söz ediyor! Ama bir türlü “sermaye sahiplerinden vazgeçemiyor. Bir tek yerde açıkça sermaye sahiplerinin tasfiyesi sorunundan bahsetmiyor. Bunun, yazımızın ilk bölümünde üzerinde durduğumuz, hem planlama hem de piyasa unsurlarını içerecek şekilde tasarlanan “özyönetim sosyalizminin bir gereği olduğu anlaşılıyor. Yalnızca eşitlikten dem vuruluyor. Emeğe ve sermayeye eşit olanaklar. Bu eşitlik fikrinin ve proletaryanın elinde onun, sınıfların kaldırılması anlamında bir ajitasyon değeri taşımasından öte bir anlam ifade edemediği üzerinde durmuştuk. Ama söylenen, “insanlara ve topluluklara” “eşit haklar”dır. Sınıflar, bir boyut olarak bile alınmamaktadır, “insanlar ve topluluklar”… Komünizmin hangi evresinden söz edilmektedir, meçhuldür! Ama meçhul olmayan, kaba ve sınıflar-üstü bir demokratizm ve özgürlükçülük yapıldığıdır. Sınıflar ve sınıf mücadelesinin, sınıfların kaldırılmasının söz konusu bile edilmediği bir düzlemde “insanlara ve topluluklara eşit haklar ve imkânlar”, tamamıyla burjuva eşitçilik ve özgürlükçülüğüdür. Sosyalistler ve proletarya, sınıfları kaldırmak ister; burjuva aldatmacası ve küçük burjuvazinin düşleri, insan hakçılığı yapar ya da onu istismar eder: Herkese eşitlik ve özgürlük!..
“dört: özgürlük, bütüncül ve izafi ve eşitliğe tabi olarak kullanıma açık olduğu ölçüde çoğulcu olabilir, böyle bir çerçevede her birey özgürce kendi geleceğini tasarlayabilir; sınıfsal, dinsel, ulusal her topluluk kendi çıkarlarını özgürce savunarak kendi kaderlerini özgürce tayin edebilir.” (18)
Bu doğal sonuçtur. Bir yerlere bir de parlamento ve parlamentoculuk prensibi sıkıştırılmalıydı! Yukarıdan beri söylenenlerden, zaten kendiliğinden “çoğulcu sosyalizm” sonucu çıkıyordu. Yalnızca kayıtlamalarla yetinmek ve özgürlüklerin dokunulmaz bütünlüğü, üstelik bunların “insanlar ve topluluklar” tarafından eşit olarak kullanılması, yalnızca emeğin değil, sermayenin de varsayılması çoğulculuğa götürmemezlik edemezdi. Ve zaten çoğulculuk; emek ve sermaye arasındaki ilişkiler açısından geçerli bir kavramdır. Ama örneğin politik çoğulculuğun mekanizması ya da aracı burjuva parlamentosudur. Sınıflar ve “topluluklar” arasındaki “kayıkçı dövüşü”nün arenası olacak bir parlamento olmadan bu çoğulculuk nasıl gerçekleşecektir? Sovyetler mi? Ama Sovyetler tartışma kulüpleri değil, iş yapma merkezleridir. Çoğulculuğun iradesini belirleme ve proletarya ve yarı proletaryanın, köylülüğün devlet iradesine doğrudan katılmalarının aracıdır. Burada çoğulculuk sökmez. Sınıfların, kuşkusuz eskinin ezilen sınıflarının kendi iradeleri geçerlidir. Ve kapitalizm tarafından en çok eğitilip, yönetsel görevler için de hazırlanıp gücü büyük merkezlerde, iş araçlarının işletmesinde biriktirilen işçi sınıfı, ekonominin ve devletin yönetilmesinde, sınıfsal konumu gereği diğer emekçilere yol gösterici olacak, onları siyasal yaşamın da içine çekecektir. Görevleri arasında (kapitalizmin kendisine kazandırdığı üstünlüklerden gelen) diğer emekçi katmanları eğitme yanında onların önyargıları, alışkanlıkları, burjuva ve küçük burjuva özlemleri ile onları giderici bir faaliyet yürütme de vardır. Çoğulculuk zorlamasına gerek yoktur; toplumun en örgütlü, toplumsal dönüşüm için en hazır, buna en yetenekli olmakla kalmayıp tek yetenekli olan en bilinçli kesimini meydana getiren proletarya, kuşkusuz komünizm yolundaki ilerlemeye öncülük edecektir. “Çoğulculuk” fikri, bu kendiliğinden dayatılmış ve ama bilinçli ve örgütlülükle pekiştirilmiş öncülük fikrine karşıttır. “Projeci”ye göre, her birey, her sınıf, dinsel, ulusal her topluluk kendi çıkarlarını özgürce savunarak kendi kaderlerini özgürce tayin edebilmelidir.
Tarihsel olarak dayatılmış ve kazanılmış proletarya öncülüğü olmadan, proletarya, sosyalizmin merkezine konmadan her birey ve topluluğun çıkarlarını özgürce savunması ve kendi geleceğini özgürce tayin etmesi üzerinde durmak, yine proleter disiplinine, proletarya diktatörlüğü fikrine ölesiye düşman bir özgürlükçülük anlamına geliyor. Bunun kaosa yol açmasından başka bir sonucu yoktur ve olamaz.
Örneğin proletaryanın dinlere karşı bir kısıtlayıcı ve etkisini kinci tutumu ve mücadelesi olmadan, dinsel topluluklar kendi çıkarlarını özgürce savunacaklarsa ve kendi kaderlerini özgürce belirlemeye bırakılacaklara nereye varılacaktır? Bu, bir afyondan başka bir şey olmayan dinin, örneğin başka dinsel topluluklar ve dinsizlerle arasında bir uyum gözeterek kendi geleceğini buna göre belirleyeceği iyi niyetli tasarımı mıdır? Din ve dinsel toplulukların “kendi çıkarları” örneğin proletaryanın çıkarları ile bağdaşabilir mi? Ve bu çıkarlar durmaksızın kendisini yeniden üretip egemenlik peşinde koşmaktan alıkona-bilir mi? Bu, sınıflar açısından da geçerli değil mi? Burjuvazinin kendi çıkarlarını serbestçe savunmasının olanaklı görülüp sosyalizmin böyle tasarlanmasının pespayeliğini bir tarafa bırakalım. Küçük burjuvazi, örneğin orta köylülük kendi çıkarları peşinde bir köy topluluğu ya da daha makul olanı kapitalizme yönelmeyecek midir? Yöneleceği kesindir. Durmaksızın sınırlanmaz ve değer yasasının işleyişi giderek işlevsizleştirilmeye çalışılmaz, bunun koşullarının yaratılması için mücadele edilmezse, küçük üretim her gün her saat durmadan kapitalizme yol açacaktır. Kendi haline bırakılmış küçük üretimin gideceği başka bir yer yoktur. Bu, çok daha keskin sınıf mücadelesine, o daima kaçınılmak istenen çatışmaya yol açacaktır. Öncü proletaryanın, köylülüğü, çeşitli dinsel inanışlara sahip insanları kendi eylemleri içinde kendi sınıfsal zeminlerinin yok oluşuna, yok edilmesine iknadan başka yolu yoktur. Proletarya; örnekleyerek, ikna ederek, kuşkusuz burjuvazi dışındaki sınıflara zor kullanmayarak, emekçileri peşine takıp komünizme doğru yürüyebilecek ve toplumu bu yönde dönüştürecek yegâne sınıf olarak, kendisine tarihsel olarak verilmiş öncülük görevini yerine getirmemezlik edemez. Kendisine önerilecek “projeci”ninki türünden hayallere gülüp geçerek o, özgürlük ve disiplin birliğinin karakterize edeceği kendi yolundan yürüyecektir.
Emekçi sınıflar üzerinde zor olmayacaktır, onlar bu anlamda kuşkusuz özgürlük alanında bulunmaktadırlar sosyalizmde. Ama proletarya dışı katmanların bizatihi kendi çıkarları, kuşkusuz önünde diz çökülmemesi gereken çıkarlardır; onların kendi kaderlerini özgürce tayin etmeleri karşısında kayıtsız kalmak; kapitalizme geri dönüşü oturup beklemek ve seyretmekle eşanlamlıdır.
Evet, emekçiler için özgürlük olacaktır. Ancak proletaryanın başka sınıf ve katmanların çıkarlarına müdahalede bulunup onların kaderlerini tayinleri işine bizzat katılıp bu sınıf ve katmanlara önderlik götürmesinden başka komünizm yolunda yürümesi şansı yoktur.
Ve bireylerin kendi geleceklerini özgürce tasarlamakla kalmayıp gerçekleştirebilmeleri, sosyalizm değil, komünizmin sorunudur. Çünkü henüz bayrağında “emeğine göre” yazan komünizmin ilk evresinde bireylerin kendi geleceklerini özgürce tasarlayıp gerçekleştirmelerinin koşulları var edilmemiştir. Sosyalizmde sınıflar ve dinsel vb. topluluklar gibi bireylerin de kendi geleceklerini özgürce belirlemeleri peşine düşmek, ham bir hayalin peşine düşmek demektir.
“Projeci”, çıkarları birbirlerinden farklı sınıflar ve toplulukların çoğulcu bir zeminde, bu çıkarlarını nasıl gerçekleştirebilecekleri ve kendi kaderlerini nasıl özgürce tayin edebilecekleri üzerine düşünmelidir. Bunun sınıf mücadelesinden başka yolu bulunmaz. Ya proletaryanın kendisinden başka tüm insanlığın da kurtuluşunu öngörüp olanaklı kılan, kendisiyle diğer emekçi sınıfların çıkarları arasında belirli bir uyum kuran, ama onların sınıf olarak konumlarını değiştirmeyi (sınıf olarak çıkarlarını gerçekleştirmeyi değil) düzenleyen komünizm yolu. Ya da çeşitli topluluklar ve sınıfların kendi çıkarlarını gerçekleştirmek üzere burjuvazinin peşine takılmaları -burjuva egemenliği… Ya proletaryanın ya da burjuvazinin diktatörlüğü, iki yol da tekçidir; burjuva diktatörlüğü görünüşte, çoğulculuk zırhına bürünür. Komünizme giden yol ise tektir.
Çoğulcu, eşitlikçi ve özgürlükçülük. Ne ham bir hayal! Ve pek de inandırıcı! Küçük burjuva aydın için çekici olmasına çekici. Çünkü hem emek ve hem de sermayenin baskısından kurtuluşu simgeliyor. Ama burjuva ya da proleter yoldan birinin benimsenmesi zorunludur. Pekdemir ve genel olarak Devrimci Yolcuların benimsedikleri, burjuva yoldur. Özgürlük düşkünlüğüdür. Proletaryaya, onun mücadelesine, sınıf çıkarlarına, teorisine, komünizme düşmanlıktır.
Göreceğiz, “projeci”nin bir “kuralı” var, bir Devrimci Yol hastalığı olarak eskiden kalma, şimdi aşırı vurgu yapıyor: “İlk ve son adımların aynılığı” kurala ya da “nihai hedefin öncüllerde birer nüve olarak bulunması”…
Bugünkü Devrimci Yol pratiği bu “hikâye” kuralının hakkının verildiğini ortaya koyuyor. Teorik yaklaşımındaki işçi sınıfına, çıkarlarına, önderliğine düşmanlık, bugün Devrimci Yol reformculuğunun başlıca pratiği. Örnek mi?
20 Temmuz “Genel İşçi Eylemi”. Devrimci Yolcular eylemin sokağa dökülmesine, yani ilerleyip gelişmesine, yeni bir aşamaya yükselmesine karşı çıkıyor. Özellikle etkin oldukları memur sendikalarında bunu uyguluyor, hatta bazı iş kollarında iş bırakılmasını bile fazla buluyorlar. Burada bir uzaklık, bir düşmanca tutum var. Ama burada kalmıyor. Ardından ayrılıkçı burjuva milliyetçileriyle el ele işçi sınıfına veryansın ediyorlar: “İşçi sınıfı hareketsiz kalıyor”, “enternasyonalist görevlerini yerine getirmiyor”, “kamu çalışanları işçi sınıfından daha eylemci”, “önderlik, işçi sınıfından kamu çalışanlarına geçiyor”. Bir yığın herze… Eyleme hem barikat kuracaksın hem de önderliğin memurlara geçmekte olduğunu söyleyecek, işçi sınıfına hakaretler yağdıracaksın. Bu, teorideki işçi sınıfı düşmanlığının bugünkü pratikteki yansımasıdır.

“SÖZ, YETKİ VE KARARIN EMEKÇİLERDE CİSİMLEŞMESİ”, “DOĞRUDAN DEMOKRASİ”
Pekdemir’in, Lenin ve Stalin ile arkalarından gelen revizyonistler ve onların partisi ve devleti ile Bolşevik proleter parti, Marksist-Leninist parti ve proletarya diktatörlüğü arasında bir ayrım yapmadığı üzerinde durmuştuk. Bu ayrımı yapmadan, sosyalizmin yaklaşık 40 yılını da içine katarak geçmiş 70 yılın emekçilerin gücünün yeterince kullanılmadığı yıllar olduğu ve “söz, yetki, karar emekçilerde cisimleştiği bir iktidar biçiminin” var edilmediğini söylüyor. Geçmişten çıkardığı temel ders bu:
“… Bugüne dek milyonlarca emekçinin gücü sosyalizmin yaratılması doğrultusunda yeterince kullanılamadı; sosyalizm, emekçilere kendi öz-deneyimleriyle benimseyebilecekleri bir toplumsal sistem olarak sunulama-dı; söz, yetki, kararın emekçilerde cisimleştiği bir iktidar biçimi olamadı.” (19)
Parti ve devlette bürokratizm, kitlelerin kendi öz-deneyimleriyle eğitilip toplumsal yaşama katılmaları ve yönetimi ellerine almalarına, bunun mekanizmalarının oluşturulmasına önem verilmediği yolundaki eleştiriler, Pekdemir’in temel tezidir. Yeni “projesi”nde her şeyi bundan kaçınmak üzerine kurmaya yönelmiştir.
“Doğrudan demokrasi” tezi buradan kaynaklıdır. Parti, liderler (şefler), sınıf ve yığınlar arasındaki ilişkiyi bozmanın kaynağı burasıdır.
“70 yıllık sosyalizmi” “bürokratik” olarak tanımlayınca, tedbir aramak doğal oluyor. Ancak Lenin ve Stalin önderliğindeki gerçek sosyalizm de bu arada “bürokratik” suçlamasından kurtulamadığından, onlar da, Marksizm Leninizm’in teorisi de dışlanarak -ama kuşkusuz hâlâ ondan söz edilerek- bulunan tedbirler pek pespaye oluyor.
Lenin’in “Devlet ve İhtilal”inin özellikle dördüncü ve beşinci bölümleri, Marx ve Engels’in “Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi” görmezden gelinerek, Marksizm’e katkılar yapılmaya çalışılır. Pekdemir, sanki sözü edilen klasikler kitlelerin yönetime katılması, yönetim işinin sıradan ve herkes tarafından yapılabilen kayıt ve denetim işine dönüştürülmesi, ekonominin planlanmasının -tabii ki uzmanların da katılımıyla- her düzeyde kitleler tarafından tartışılarak belirlenmesini öngörmemiş ve sanki sosyalizm bu yönde ilerlememiş gibi, “yeni” tezini ortaya atar: “Üretenler yöneten olmalı”, “söz, yetki, karar, iktidar emekçilere”. Ve tamamlar: “Doğrudan demokrasi!”
Kuşkusuz komünizmde, ne devlet ve ne devlet yöneticileri olacaktır. Yalnızca ekonominin yönetimi ise basit bir idari görev haline dönüşecek, politik bir yönetimi gereksinmeyecek ve herkes tarafından yapılabilir olacaktır.
Bir yarı-devlet ya da burjuvazisiz burjuva devlet olan proletarya diktatörlüğünün, bütün bir iktidar mekanizması olarak, tüm yönetsel cihazı ve yöneten-yönetilen çelişmesi ile komünizmin üst evresinde sönecek olması ve bu gidişte, daha başlangıçlardan itibaren memurlar devletinin yerini, basitleştirilmiş kayıt ve denetim işini yapmaya başlayan işçilerin silahlanmasının almaya başlaması ile bir geçiş toplumu olarak komünizmin ilk evresinde hâlâ yöneten-yönetilen çelişmesi ve yönetsel cihazıyla (ne denli bürokratik olmaktan çıkarılsa ve işçi ve emekçiler yönetim işine gittikçe daha çok katılmaya başlasa da), kelimenin gerçekten anlamıyla devlet olmasa bile proletarya diktatörlüğüne duyulan ihtiyaç, diyalektik bir bütünlük oluşturur.
Yöneten-yönetilen çelişmesi, kuşku yok, kapitalizm tarafından uyuşturulmuş ve eğitimsizliğe, bilgisizliğe mahkûm edilmiş emekçi yığınlar, yalnızca, üzerlerindeki baskı ve zordan kurtulup iktidar olanaklarına ve geniş ve burjuvazininkinden milyon kez demokratik bir demokrasiye kavuştuklarında değil, ama bir yandan sınıfların da ortadan kalkmasına yol açacak dev bir üretkenlik artışı ve üretim genişlemesi, hem emekçi yığınlara iş gününün kısalması dolayısıyla kendileri için boş zaman bıraktıkça ve onların her işi yapabilir hale gelmelerini sağlayacak poli-teknik eğitimlerini olanaklı kıldıkça, devletin sönmesine benzer şekilde yavaş yavaş ortadan kalkacaktır.
Kuşkusuz yöneten-yönetilen çelişmesinin giderilmesi, bir çırpıda gerçekleşmez, süreç işidir. Bir yandan üretkenlik artışı ve “herkese ihtiyacına göre” ilkesine yaklaşılmasına bağlanmıştır; öte yandan proletarya ve diktatörlüğün eğitsel görevlerine ve kitlelerin yönetime katılmalarını siyasal, eğitsel ve psikolojik olarak kolaylaştırmasına. Bu giderilmenin en temel mekanizması ve garantisi, iktidarın Sovyetler aracılığıyla proletaryanın elinde oluşudur. Sovyetler, çoğunluğun iktidarını ve onun tüm yönetim işlerini kendi ellerine alabilmelerinin temel örgütüdür. Yalnızca yasama değil, yürütmenin de organı olan ve memur devletine son verilmesi anlamına gelen Sovyetler, yığınsal emekçi örgütleri olan sendikalar, kooperatifler vb. ile birlikte yöneten-yönetilen çelişmesinin giderilmesinde kaldıraç görevi görecektir. Ve doğal ki, bütün bu süreci yönetip yönlendirecek olan, Marksist teori ile donatılmış, işçi sınıfı ve emekçi kitleler içinde kök salmış, onlardan kopmayan ve tersine, onların ileri unsurlarını bağrında birleştiren proletarya partisidir.
Komünist parti, Pekdemir onu her ne kadar bürokratizm suçlusu bürokratik bir örgüt olarak görse de, -bu, proletaryaya düşmanlığındandır-, kapitalizmi, bir daha geri gelmemecesine yok etmenin, yalnızca kapitalistlerin mülksüzleştirilmesinde değil ama bundan daha da zor olan bütün bir küçük üretimin dönüştürülmesinin yanı sıra kol ve kafa emeği arasındaki ve yönetenle-yönetilen arasındaki farklılıkların giderilmesinden, bütün bir özlem ve alışkanlıklara karşı mücadele ve onların alt edilmesinden geçtiğini bilir. Bu nedenle diğerleri yanında yöneten-yönetilen çelişmesinin giderilmesi ve bu giderilmedikçe, Pekdemir’in dediği gibi bürokrasinin (20) değil, ama bürokratizm tehlikesinin hâlâ var olmaya devam edeceğini gözden kaçırmaz. Kapitalizm, sömürgenliğinin yanında en çok da bir azınlığın kendi çıkarlarını ve yönetimini toplumunmuş gibi göstererek ve çoğunluğa karşı bir azınlık yönetimini sürdürebilerek tutunabilmektedir. Lenin’in dediği gibi, “Eğer herkes devlet yönetimine katılırsa, kapitalizm artık tutunamaz”
“Projeci” için belki yararlı olur, Lenin’in konuya ilişkin bir değerlendirmesini aktaralım:
“Kayıt ve denetim: Komünist toplumun ilk evresinde, hem ‘yoluna konması’ hem düzenli işlemesi için aslolan budur. Burada bütün vatandaşlar, silahlı işçiler tarafından teşkil edilmiş bulunan devletin ücretli görevlileri haline dönüşürler. Bütün vatandaşlar, bir tek devlet kartelinin, bir tek tüm halk ‘karteli’nin görevlileri ve işçileri olurlar. En önemli olan şey herkesin eşit bir çaba göstermesi, çalışma kurallarına tamamen uyması ve eşit bir ücret almasıdır. Bu alandaki kayıt ve denetim işlemleri, kapitalizm tarafından son derece basitleştirilmiştir. Kapitalizm, bu işleri, en basit gözetim, kayıt ve gerekli makbuzların teslimi işlerine indirgemiş, her şeyi okuryazar ve aritmetiğin dört işlemini bilir herhangi birinin yapabileceği bir hale getirmiştir.
Devlet başlıca görevlerini, bizzat işçiler tarafından yapılan böylesine bir kayıt ve bu türlü bir denetime indirgendiği zaman, politik bir devlet olmaktan çıkar: ‘Kamu görevleri politik karakterlerini yitirir ve basit idari görevler haline dönüşürler.
Halk çoğunluğu, bu kayıt ve bu denetim işlerini, bizzat ve her yerde uygulayacağı zaman, bu denetim hakikaten evrensel, genel ve milli karakterde olacak, hangi tarzda olursa olsun, hiç kimse kendini bundan kurtaramayacak ve ‘artık, yapacak hiçbir şey kalmayacaktır.’
Toplumun tümü, çalışma ve ücret eşitliğiyle, artık bir tek büro ve bir tek atölyeden başka bir şey olmayacaktır.
Ama proletaryanın kapitalistleri yenip sömürücüleri alaşağı ettikten sonra toplumun tümüne yayacağı bu ‘atölye’ disiplini, bizim için asla ne ülkü ne de son erektir; bu sadece, toplumu kapitalist sömürünün bayağılık ve alçaklıklarından tamamen kurtarmak ve ileriye doğru sürekli gidişi sağlama bağlamak için zorunlu bir basamaktır.” (21)
“Projeci”nin burada düzeltilecek bir şeyler bulduğu anlaşılıyor. O, emekçi kitlelerin gerçekten yönetim işine katılması, üretenin yöneten olması vb. peşinde değildir. Peşinde olduğu, tüm öznelciliğiyle küçük burjuva aydınlarına özgürlük sağlamak, emekle sermaye arasında belirli bir uyumu tutturabilmektir.
Sürekli vurgu yaptığı, özgürlüklerdir, demokrasidir, herkesin yönetici olmasıdır; ama bunun ayrılmaz parçası olan devletsizliğe ulaşılmadığı sürece zorunluluğu reddedilmeyecek proleter disiplindir. Bu disiplin, kuşku yok, Lenin’in dediği gibi, son erek değildir, ama ilk evrede yokluğunda komünizmin ikinci evresine ulaşmak, ancak bir hayal olarak kalacaktır.
Pekdemir, sürekli olarak komünizmin alt ve üst evrelerini karıştırmaktadır. Ve üstelik aralarındaki ayrımı bildiğini gösteren pasajları da vardır. Bundan çıkan, bilinçli bir karıştırmacılıktır.
“Devlet var olduğu sürece ‘bürokrasi’ (toplumdan yabancılaşma eğilimindeki yöneticilik) kaçınılmazdır… İşte bu durum, yönetim işlerinin ve ekonominin yönetiminin uzmanlar (bürokratlar ve teknokratlar) tarafından yerine getirilmesi zorunluluk olduğu sürece, bu anlamda kafa ve kol emeği arasındaki çelişki çözülmediği sürece kaçınılmaz görülebilir.” (22)
Burada tamamen bulandırılmış bir durum ve teorik keşmekeş var.
Bir kez, devlet var olduğu sürece bürokrasi kaçınılmaz değildir ve burjuva devlet mekanizmasının kırılıp parçalanması ile bürokrasiye, memurlar egemenliğine son verilir. Üstelik işçi ve emekçiler kayıt ve denetim işlerine giriştiklerinde, en azından denetlediklerinde, bürokrasinin beli kırılmış demektir. Tek tek bürokratların hâlâ var olmaya devam etmesi, bu durumu değiştirmez ve ama bu durum yine bürokrasi tehlikesinin ortadan kaldırıldığı ve bir daha bu sorunla karşılaşılmayacağı anlamına gelmez. Bu tehlike, komünist toplumun üst evresine geçişle son bulacaktır.
Geçmiş sosyalist deney “bürokratik” olarak aşağılanacak diye, teorinin de iğdiş edilmesine gerek yoktur. Komünizmin üst evresine dek yönetim; uzmanlar, bürokrat ve teknokratlar tarafından yürütülmez, yürütülmemiştir. Kuşkusuz, yönetim işleriyle bilinçli işçilerin yanında kapitalizmden devralınan eski memurlara da görev verilebilecek, bu arada devrimci proletarya kendi denetimi altında belirli işleri “uzmanlar”a yaptırmak zorunda olacaktır. Ama hem geniş işçi yığınının ve emekçilerin kayıt ve denetim işlerine seferberliği ta başından başlar ve hem de çoğunluğun iktidar organları olan Sovyetler; yasa yapıcı ve yürütücü (icra) organları olarak yönetim işlerini ellerinde toparlayarak sıradan emekçilerin yönetime katılmasını sağlar.
Ve aktarılan pasajdan anlaşılan, -hele “kafa ve kol emeği arasındaki farklılık çözülmediği sürece” dendiğine göre- kastedilen, komünizmin alt evresidir. Bu evrede yazar “bürokrasi”yi burada kaçınılmaz görmektedir.
Şurada kastedilen ise anlaşıldığı kadarıyla üst evredir:
“Sosyalizm politikanın inkârıdır! Sosyalizm, politikanın yani yönetenler ve yönetilenler biçimindeki iktidar ilişkilerinin ortadan kaldırılmasının ütopyasıdır!” (23)
İkinci, üst evrede evet, politika, iktidar ilişkileri kalmayacaktır.
Peki, şuna ne demeli:
“‘Söz, yetki, karar, iktidar emekçilerin olsun; üretenler yöneten olsun’ demiyor musun? İşte bu sosyalizmin ta kendisi, sosyalizmin ideali.
Bütün teorilerin, politikaların gelip dayandıkları en son nokta, sosyalizmden komünist (sınıfsız) topluma doğru atılacak ‘son adım’ burası değil mi?” (24)
Kargaşa. Ama. “söz, yetki, karar, iktidar emekçilere” ve “üretenler yöneten olsun” derken komünizmin üst evresi nasıl kastedilir? Bu sloganlar komünizmin üst evresi için dile getirilirse saçmalanmış olunmaz mı?
Komünizmin ikinci evresinde ne iktidar i ne de iktidar ilişkileri kalacaktır. Bu evre, devletin söndüğü evredir; yöneten-yönetilen çelişmesinin de çözüldüğü evre. Bu evrede baskılanacak kimse kalmayacağı için iktidar olmayacağı gibi basit kayıt ve denetim işleri herkes tarafından görüleceği ve yönetsel işler olmaktan çıkacağı için, ne emekçilerin iktidarı ne de yönetimi olacaktır. “Emekçiler” kimi yönetecekler ki yönetimde olsunlar? Herkes muktedir olduğunda ne “muhalefet” ne de yönetilecek kimse kalmadığında, o sözü edilen “emekçiler” iktidar “sopası” ile çelik-çomak mı oynayacaklar?
Anılan sloganlar, komünizmin birinci evresine aittir ve işçi ve emekçileri üst evreye götürmeye yöneliktir.
İşçi ve emekçiler, komünizmin alt evresini, yönetim işleri bütünüyle herkes tarafından yapılabilir olduğunda bu işleri yürüterek, gelip komünizmin ikinci evresine dayanacaklar ve ikinci evre hiçbir iktidara ihtiyaç duymayacaktır.
Ama bu ilk evrede emekçilerin basit kayıt ve denetim işlerini yüklenmeye başlamalarıyla birlik ve paralellik halinde giden bir başka gereklilik daha vardır. Henüz devletin sönmemiş ve sönmeye gidecek oluşunun zorunlu kıldığı bir gereklilik: Proleter disiplin. Çalışma disiplini. Proletaryanın çalışma koşullarından fışkıran proleter disiplin. Başka türlü bütün toplum tek bir “atölye”ye dönüştürülemez, tek bir “büro” gibi çalışamaz ve toplum komünizme yönlendirilemez, yönlenemez. İsteyince istediğini yapmakta kendini özgür hisseden özgürlükçülere göre değildir bu. Entelektüel baylara göre hiç değil. İşte onlar, proletaryanın disiplini, yönetimi, diktatörlüğü ve önderliği fikirlerini teoride reddederek “herkesin yönetimi” ya da “emekçilerin iktidarı” laflarını bunun için ediyorlar. “Herkese özgürlük”! Ve proletarya diktatörlüğü ve disiplinin dışlanması olarak, anlamsız saçma bir slogan yumurtluyorlar: “Söz, yetki, karar, iktidar emekçilere” ya da proletarya diktatörlüğü ve disiplinin alternatifi olarak “üreten yöneten olmalı!”
Bu, şundan da anlaşılıyor ki, “projeci” bayımız “doğrudan demokrasi” yanlısıdır. Disiplinsiz, aynı zamanda bir disiplin örgütlenmesi olan proletaryanın, tüm siyasal ve ekonomik yaşamı, sendikalar ve kooperatifler gibi yığın örgütlerinden gelerek Sovyetlerde ve parti önderliğinde merkezileştiren diktatörlüğünü geçersizleştirmek üzere, herkesin başına buyruk olacağı, âdemi merkeziyetçi bir “doğrudan demokrasi”. “Söz, yetki, karar ve iktidarın emekçilerde” olmasını “projeci”miz böyle anlamlandırıyor. Disiplinsiz demokrasi. Ama bu, ancak devletin sönmesi koşullarında, disiplinin, aynı çalışma gibi bir zorunluluk olmaktan çıkıp ihtiyaç haline geldiği, yönetimin ve yönetilmenin tümüyle iktidar ilişkisi dışında basit bir idari görev sorunu haline dönüştüğü koşullarda olanaklıdır. Bu durumda da demokrasi anlamsızlaşacak, ne kadar tam ve doğrudan hale gelirse o kadar gereksizleşecektir. Ne devlet ve ne de demokrasi kalacaktır o zaman.
Ama ondan öncesi, örneğin komünizmin ilk evresi bir “doğrudan demokrasi” olarak tasarlanabilir mi? “Projeci” tasarlıyor. Bu, küçük burjuva aydınının ütopyasıdır. Anarşizan bir liberalizmdir.
“Doğrudan demokrasi!
Bu da ütopyamızın bir başka tanımı değil mi?
Aslında Marksistler bütün örgütlenmeleri bu perspektifle ele almalılar… Doğrudan demokrasinin imkânları var olduğu kadarıyla tükenebilmeli; ama var olduğu kadarıyla… Ve koşullar elverdiğince bunun imkânları yeniden üretilmeli… Çünkü doğrudan demokrasinin anlamı açık: Söz, yetki, karar iktidar halka!
Sözgelimi, sosyalist devletle örgütlenmesinde, demokratik merkeziyetçilikten doğrudan demokrasiye doğru güçlü bir yönelim gerçekleştiği ölçüde, bu bir ‘yarı-devlet’ olabilir. Sosyalist devletten devletsizliğe, yani ‘özgür üreticilerin birliği’ne doğrudan demokrasi yoluyla ulaşılabilir. Emekçiler, ancak doğrudan demokrasi ile başlangıçtan itibaren aşağıdan yukarıya merkezi devlet örgütlenmesini kuşatmayı, fethetmeyi başarabilir. Sosyalizm, sadece devlet düzleminde değil hayatın her alanındaki birimlerde (işyeri, yerleşme birimi) doğrudan demokrasi örgütlenmeleri, kendi kendine yönetim (self-government) ve özyönetim (self-management) üzerinde yükselebilir…” (25)
“Doğrudan demokrasi” kavramıyla “çöküntü”nün üstesinden gelineceği sanılıyor. Ama hayal yoluyla, çöktüğü söylenen şeyin yanına yanaşmak bile olanaksızlaştırılıyor. “Doğrudan demokrasi”, “söz, yetki, karar, iktidar halka” sloganının bir başka türden söylenişi oluyor. Onun gibi saçma. Bundan demokrasinin tamamlanması kastedilmiyor; çünkü bu durumda demokrasi gereksizleşecek. İkinci evre için öngörülür gibi yapılıp aslında “doğrudan demokrasi” de komünizmin alt evresi için ileri sürülüyor.
“Projeci” demokratik merkeziyetçiliğin kaçınılmazlığını teslim alıyor ve tüm çabasını onu “doğrudan demokrasi” yönünde bozmaya hasrediyor. Disiplin tanımayan bir tür demokrasiye doğru, ya da disiplinin bir burjuvazi elinde bulunacağı bir demokrasiye doğru. Çünkü proleter demokrasisinden başka ancak burjuva demokrasisi olanaklıdır. Kitlelerin doğrudan ve kendiliklerinden, yol gösterilmeyen, öncüye ve proletarya diktatörlüğüne onun gereksindiği disipline gerek duymayan örgütlenmesi “doğrudan demokrasi” olarak sunuluyor ve proletarya diktatörlüğüne alternatif olarak konuyor. Ama devlet-sizlik alternatifi olarak değil.
Burada ürküntü baş gösteriyor. Sözde “militan”a, ama aslında kendi kendine bir uyarı yöneltiyor:
“Oysa doğrudan demokrasi başlangıçta kendi-zıddının yani temsili demokrasinin öğelerine kısmen mecburdur. Temsilin olduğu yerde merkezileşme de olur… Demokratik -merkeziyetçilik biçimindeki yarı-temsili kurumlara mecburiyet üzerinde yükselmediği ölçüde doğrudan demokrasiyi hiçbir şekilde hayata geçiremezsin.” (26)
Yani devletin varlığı kabul ediliyor, anarşizmin kıyısından dönülüyor. Ve “doğrudan demokrasiye, Sovyetler vb. gibi temsili kurumlara dayanarak, onlarla bu tür demokrasinin yan yana var olması yolundan varılabileceği söyleniyor. “Doğrudan demokrasi” yerine sıradan işçi ve emekçilerin basit kayıt ve denetim işlerini üslenerek yönetime katılmasını geçirirsek bu doğrudur. Şu farkla ki, Sovyetlerin oluşturduğu temsili kurumlar, hem temsili kurumlar olmaktan oldukça uzak olduklarından hem de emekçi kitlelerin yönetimini (yönetsel işlerde görev almalarını) olanaklı kılıp yolunu açtıklarından katılımcılığın “zıddını” oluşturmazlar. Burada sanılır ki, sadece “doğrudan demokrasi” terimi yanlış seçilip kullanılıyor. Ama değil, amaç o. Bir önceki pasajdan böyle anlaşıldığı gibi şimdi aktaracağımız da bunu kanıtlıyor:
“Üretenlerin yöneten olduğu, ekonomi ve siyasetin aynı düzlemde yer alabildiği bir rejimde “doğrudan demokrasi’yi hedefleyen emekçiler hegemonyası, ancak’ totaliter’ olabilir, otoriter değil… Dolayısıyla âdemi-merkeziyetçidir ve totaliter (bütünlükçü) çerçevede çok-merkezlidir. İnisiyatif odakları (merkezleri) toplamıdır; inisiyatif odaklarının yani merkezlerin toplumudur!” (27)
Yine çelişme, tutarsızlık ve kargaşa. “Üretenlerin yöneten” olması ile “doğrudan demokrasi” bu kez farklılıklaştırılıyor. Burada “üretenlerin yöneten olması” komünizmin ilk evresine özgü varsayılıyor, “doğrudan demokrasi” üst evreye. Ama bir önce aktardığımız pasaj, buradaki fikirlerle yok ediliyor. Ne demokratik merkeziyetçilik kalıyor ne de temsili kurumlar.
Merkezi devlet ve proletaryanın başka sınıflarla paylaşamayacağı iktidarı fikri, proletarya diktatörlüğü ve proleter disiplin. “Projeci” tümünü inkar ediyor. Tabii ki bu arada merkezi planlama da yok ediliyor. Yine “doğrudan demokrasinin” “öz-yönetimciliği”ne dönüyoruz. Âdemi-merkeziyetçilik ve çok merkezicilik. iktidarın parçalanması. Küçük burjuva aydınının manevra alanının artırılması ve isteyenin istediğini yapabileceği bir “özgürlükçü demokrasi”. Liberalizm. İşte “doğrudan demokrasi”!

YENİ “DEVRİMCİ” TARZ YA DA AŞAĞIDAN ÖRGÜT
Proletarya diktatörlüğü altında sınıf mücadelesinin sürdürülmesi ve ele geçirilen devlet olanaklarının da yardımıyla, bizzat devlet cihazı kullanılarak devletin gereksizleşmesi ve sönmesi yolunda yürünmesi, bunun için öncü sınıf ve partinin geniş emekçi yığınları yönetim işlerine çekmesi ve sonunda yönetimin herkes tarafından gerçekleştirilebilir bir şey olarak yöneten-yönetilen çelişmesinin yok oluşa gitmesi ile “doğrudan demokrasici” yaklaşım arasında temel bir fark vardır. İkincisinde ne öncülük vardır ne yönlendirme. Çünkü “hikâye”ye göre, yukarıdan olan her şeyde bürokratizm vardır, “sosyalizmin engellenişi vardır. Önemli olan kitlelerin, “emekçilerin” aşağıdan, kendiliğinden örgütlenmeleri ve özyönetim organlarını oluşturmalarıdır.
“Aşağıdan gelme”ye yapılan, bu “yukarıdan” olanı reddeden vurgu, bütün “doğrudan demokrasi”, “üreten yöneten olmalı”, “söz, yetki, karar, iktidar emekçilere” gibi “özgürlükçü”, “isteğe bağlılık”, “projeci”nin, Devrimci Yolcunun bugün yapması gerektiğine ilişkin önerilerine “hayat” vermektedir.
“Aşağıdan” gelme, “doğrudan demokrasi” bugünden örgütlenmeye başlanmalıdır. “İlk adım” da aşağıdan gelerek atılmalıdır. Daima “aşağıdan” örgütler kurulmalıdır, hâşâ “yukarıdan örgüt”e gerek yoktur, bu tür bir örgüt kurulmamalıdır!
“İlk ve son adımların aynılığı”, “projeci”ye göre, “kural”dır. Yani son adım, daha ilk adımda kendisini ifade etmelidir. “Nihai hedefin, öncülerinde birer nüve olarak yer etmeli ve süreç içinde bu nüveleri elverdiğince eşzamanlı biçimlerde geliştirilebilsin!” (28)
Bundan çıkan, “doğrudan demokrasinin bugünden yaşanmasıdır, bugünden örgüden-menin yolu olarak tutulmasıdır. Yeni tarz “devrimcilik” ya da yeni “devrimcilik” tarzı budur. “Sosyalizm hemen şimdi”, “devrim, hemen şimdi”, “doğrudan demokrasi, hemen şimdi” diyebilmektir.
“Yeni tarz devrimcilik; ‘devrim hemen şimdi!’ diyebilmektir… Ama şimdi ister sağdan getirilen gerekçelerle, isten “sol’dan getirilen gerekçelerle yeni tarz bir devrimciliğe karşı diretmek muhafazakârlıktır. Sağ ya da sol sapmada aynılaşmış bir gericiliktir. Biçimde yenileşerek eskinin sağ ya da “sol” argümanlarıyla siyaset yapma tarzı da muhafazakârlıktır! Önemli olan biçimde değil tarzda gerçekleşen yenileşmedir…” (29)
Eski, geçmiş sosyalist deneyimi ve teorik birikimi reddetmemek muhafazakârlık oluyor, her şeyi yeniden ele almak, Marksizm’in tüm konularında yenileşme peşine düşmek ve bunları yapabilmek üzere hemen değiştirmelere, yani hemen “devrim” yapmaya girişmek; “yeni tarz devrimcilik”! İnkârcılığın, liberalizmin adı “yeni tarz” takılmıştır. Bu nasıl yapılacak? “Doğrudan demokrasinin şimdiden uygulanmasına girişerek, “aşağıdan” başlayarak, öncülüğü, pratikte “aşağıdan” tarzı önerip yaparken teoride reddederek!
“Söz, yetki, karar, iktidar emekçilerin olsun; üretenler yöneten olsun’ demiyor musun? İşte bu sosyalizmin ta kendisi, sosyalizmin ideali… İşte sosyalizmi sosyalizm yapacak olan bu olgu, hemen şimdi senin önünde duruyor; atacağın ‘ilk adım’ olarak! Sosyalizmin idealini hemen şimdi bulunduğun yerde gerçekleştirmeye başlayabilirsin. Sendikanda, derneğinde, mahallende, işyerinde… Sosyalizm anlayışın ve örgütlenme anlayışın farklı olabilir mi ki? ‘Sosyalizm’ ve ‘söz, yetki, karar bizde’ diye ortaya atıl, her yerde.” (30)
Örgütlenmenin ilkesi, emekçi kitlelerin kitlesel ve aşağıdan örgütlerinin kurulmasına girişmek oluyor. Kitle örgütlerinde işçi ve emekçilerin, yönetime gelmek için çalışmaları zorunludur. Bu, sendika ve dernek bürokrasilerinin kırılması çabasının ana unsurlarından biridir. Kitlelerin kendi ihtiyaçlarına göre örgütlenmeleri ise gerekli ve zorunludur. Buna bir diyecek yok. Ama bu, bir koşulla devrimci olur, kendiliğinden örgütlenmenin ötesine geçebilir: Bir öncü parti çalışmasıyla, emekçi kitlelerin, bir eğitim ve aydınlatma faaliyetinin konusu edinilerek kendi çıkarları temelinde örgütlenmelerinin sağlanmasıyla. Bunu gerçekleştirecek olan kitlelerin kendisi değil, öncüsüdür. Ve öncü reddedilerek kendiliğindencilikten kurtulmak olanaksızdır. “Projeci”, öncünün de bu tarz örgütlenmesini savunuyor. Kendiliğinden. “Aşağıdan”. Teoriyi sonra öğrenmek üzere.
Diyor ki:
“Bulunduğun yerde devrim yapmaya girişmezsen, devrimci örgütlenmeleri de, devrimci partiyi de hiçbir zaman kazanamazsın.” (31)
“İdeolojik sorunlarını böyle bir davayı savunan düşünürleri izleyerek, teorik sorunlarını böyle bir davayı savunan teorisyenlerden öğrenerek ve bulunduğun yerden kendi öz-deneyiminle böylesi çözümlemeleri sorgulayarak ele alabilirsin. Çünkü onlar da ancak senin ideolojik/politik çözümlerin üzerinde düşünceyi yeniden üretebilirler.” (32)
Herkes, bulunduğu yerde kitlelerin aşağıdan örgütlenmesine girişecek ve devrimci’ parti, bu “iş” içinde kazanılacak! Bu nasıl parti? “Aşağıdan gelme” kitlelerin peşinde bir parti; onun öncüsü değil. Burada reddedilen, öncülük fikridir. Ve öncülüğün ne idüğü belirsiz teorisyenler ve düşünürlere terk edilmesidir. Marksizm’in proletaryanın dünya görüşü olması ve proletarya hareketi ile birleştiğinde dünyayı dönüştürecek devrimci işçi hareketinin yaratılabilecek olması nerede, bu ham kafalılık nerede?
“… Doğrudan demokrasi anlayışı, devrimci bir anlayış olarak, demokrasi mücadelesi sürecinde, ancak, hayatın her alanında kitlelerin somut sorunlarından hareket ederek, onları yeni bir toplum yaratma çabasına, devrim için (ve dolayısıyla siyasi iktidar için) de mücadeleye seferber etmek, bu şekilde kitlelerin katılımını sağlamak olarak gerçekleşebilir. Bu anlamda doğrudan demokrasi anlayışıyla, farklı kesimlerin aynı sömürü düzeninden kaynaklanan farklı sorunlarının, kendi doğrudan sorunlarının çözümünü devrim ( ve iktidar) perspektifiyle ele alınabilir. Böylece, bu anlayış ışığında, farklı muhalif kesimlerin düzene karşı mücadeleye doğrudan katılımı sağlanabilir ve bu katılımın (mücadelenin örgütlenmesi anlamında) örgütsel düzeyde hayatın her alanındaki kitlelerin doğrudan örgütlenmeleri aracılığıyla gerçekleşmesi için çaba sarf edilebilir.” (33)
Burada ayıt edici olan, “devrimciler örgütü”nün, yani partinin de bu tür aşağıdan örgütlenme içinde gerçekleştirilecek oluşudur. Tüm örgütlenme “doğrudan demokrasi” anlayışı ile gerçekleşecektir!
“… Hiç kimse, bir çırpıda bütün sorunları çözecek sihirli bir formül ve dokunduğu her şeyi devrimci kılan, ‘yukarılardan’ (uhrevi!) bir örgüt peşinde koşmasın, örgütsüzlük sorunun çözümü, bugün için (ama her zaman ve her yerde değil, sadece bugün için!) ‘bir örgütün kurulmasını beklemek değil, yüzlerce örgüt içinde yer almak, yoksa bunları kurmaktır. Ancak bunları kurma çabasının, illa ki sonucu değil, ama ürünü ‘bir örgüt’ etkili olabilir.” (34)
“Devrimciler”, yani kafaları dumura uğramış ve düzene entegre olmuş Devrimci Yolcular, tam bir liberalizme teşvik ediliyor. Kendilerini, “doğrudan demokrasi” anlayışı ile içlerine doluşacakları, yoksa kuracakları yüzlerce kitle örgütü içinde örgütleyecekler. Peki, bu kitle örgütleri kim tarafından ve hangi teorik açılımla örgütlenecek? Kendilerini bu örgütler içinde örgütleyecek örgütsüz Devrimci Yolcular ve onların kafa karışıklığı ile… Buradan da, bu aşağıdan gelişi içinde devrimci örgüt çıkacak!! Ve bunun adı “yeni tarz devrimcilik”!
Yazımızın ilk bölümünde üzerinde durulmuştu, Pekdemir’in en çok karşı olduğu şeylerin başında “şeflik” geliyordu. Bu bölümden de anlaşılmış olmalı. O, tüm eleştiri oklarını, her kötülüğün başı olarak saptadığı bürokratizme yönelterek, bundan pek saçma bir sonuç çıkarıyor: Yukarıdan olan örgütlenmenin, önderliğin ve liderliğin reddi. Ama ne yapıyor? Gerçekler istendiği kadar önyargılarla değiştirilmeye çalışılsın, gerçek olarak kalırlar ve en gerçek dışı “teorik” çözümlemelerin içine bile, kuşkusuz bozularak, şekil değiştirerek, değişik görünümlerde sızarlar. “Projeci”mizin “şefleri” yok mu? O istediği kadar yöneten-yönetilen çelişmesinin giderilmesine sosyalizm sonrasında değil, bugünden girişilmesi gerektiğini söylese de, bu olanaksız olduğundan, “şefler”den kendisi de kurtulamıyor. Bürokratizme karşı mücadeleye evet, ama “şefler” ya da önderler, bugünkü toplumsal örgütlenmenin kaçınılmaz gerçeğidir. Henüz yöneten-yönetilen çelişmesi giderilmiş varsayılmayacağı ve bugünden giderilmesi olanaksız olduğu için, insanlar arasında bilgi, yetenek, tecrübe, fedakârlık, kitlelerle birleşme becerisi vb. vb. farklar bulunduğu ve daha uzun süre bulunacağı için önderler gereklidir ve zaten vardırlar. Tüm uygar dünyada önderlere ve yönetici öncü örgütlere rastlarsınız. Toplumsal örgütlenmenin bugünkü düzeyinde bu zorunludur çünkü.
Yığınlar, “emekçiler”, “aşağıdan örgütlenmeleri”, “doğrudan demokrasi”… Güzel laflar! Ama yığınlar ve “emekçiler”in önderlere karşı alternatif olarak ileri sürülmesi ve “şefler”in reddi saçmadır.
Yığınlar ve “emekçiler”, sınıflara bölünüktürler. Sınıflar, bütün dünyada, kendileriyle şu ya da bu ölçüde birleşmiş, çıkarlarını şu ya da bu netlikte savunan, ama onlarla birleşme ve çıkarlarını savunmada yetenek gösterdiği ölçüde bu sınıfların yöneticisi olmaya hak kazanan parti ve örgütlerce yönetilip yönlendirilirler. Siyasal partilerin, genel kural olarak, en çok tecrübe ve otoriteye sahip, birikim, çözümleme yeteneği, bilgi düzeyi vb. açılardan, üyeler üzerinde en çok etkiye sahip üyeler tarafından sorumlulukları genel kabul gören, genellikle sorumlu görevlere seçimle gelen lider ya da “şefler” tarafından yönetildiği bilinir. Beyimize göre, bu, muhafazakârlığın tarzıdır. Değişmelidir. Kötülemek üzere liderlerden “şef’ diye söz eder. Ama yolu yoktur: Bir “şef”in yerine bir başkasını koyacaktır! Kötü şeflere tepki, önderliğe tepki halini alınca, lider ve öncü parti fikrine karşı çıkılır, ama genellikle alçak, bayağı yeni “şef”lerin eskilerin yerini almasının yolu böyle açılır. “Projeci’nin bugünkü önderleri kimdir? Önderlik fikrini dejenere ettiği için, onun “önderleri” artık iyice pespayedir: “Düşünürler”, “teorisyenler”, (“emekçiler” ve onların “doğrudan demokrasi” örgütleri içinde eriyip gidecek) Devrimci Yolcular. Ve kuşkusuz, ne denli tevazu gösterse de, bütün bu yolları gösteren “büyük şef” olarak en başta kendisi!
Kendisini şef saymayacak ya da sözleri sorgulanmadan dinlemeyecek berbat “şefler”in yol göstericiliğinde, aşağıdan, merkezi olmayan bir örgütlenme, “projeci”ye göre, bugün yapılması gerekli olandır. Bu örgütlenme, farklı muhalif kesimlerin, bulundukları yerde, ve ama “iktidar perspektifiyle” gerçekleştirecekleri ademi-merkeziyetçi bir örgütlenme olacaktır: Bu örgüt aynı zamanda çoğulcudur, farklı alanlardaki örgütlenmelerin birbirine danışmak birliği olarak, “enterkonnekte” bir örgüt olarak şekillenecektir. “Projeci”, açık olarak, “örgütsüzlüğün çözümünde monolitik bir örgüt yerine enterkonnekte ( ve işte bu anlamda bütünlüklü) örgütlenmelerden yana…”dır. (35) Devrimci Yolcular, farklı muhalif kesimler içinde, merkezi ve yukarıdan bir örgüt çalışması yürütmek yerine; aşağıdan, her alanda “müfreze esasına göre” örgütlenen, birbirleriyle dirsek teması halinde örgütlenerek monolitik olmayan “partiye” varacaklardır! Böyle vehmediliyor!
“… kelimenin gerçek anlamıyla bütünlüklü bir çalışmaya ulaşabilmek için, başlangıçta, farklı çalışmaları birbirine karşılıklı bağlayan (enterkonnekte eden) cooptation, ilkesinden daha elverişli ve demokratik bir yöntem olamaz, cooptation? Şey yani, ‘tepe’den atama yerine, her kurulun kendi üyesini seçmesi; her çalışma biriminin, önemli sorunlarda, diğer birimlerdeki kendine ait hissettiği ölçüde onlara danışması, çözüme katkı istemesi gibi bir tercih. Yani bir bakıma ittihatçılığın tersi, böyle bir tercihte şeflerin aparatçikleri kendilerini siyasi komiser addedip her pastaya maydanoz olma küstahlığını gösteremezler, bu bir. İkinci ise bu tercih yerel inisiyatiflerin gelişmesine müthiş katkıda bulunur.
Böyle bir tercihte, kolayca anlaşılacağı üzere, bu çalışmaların ürünü bir kurmay çalışması gereklidir. Ama bu önce, kendi kendine genel ve kurmay olan bir çalışmayı ve bunun altında birimler yer almasını gerektirmez. … farklı çalışmaların yarattığı bir ortak pratik üzerinde bir ortak irade oluşabilmeli, iradi müdahale ise böyle bir meşruiyetin ürünü olabilmelidir.
…Enterkonnekte faaliyetlerin ürünü olan… girişimler, müfreze esasına göre kendilerini örgütlerse, sisteme karşı toplumsal isyan zemininde bir devrimci harekete, yani bu müfrezelerin kurmay çalışmasının örgütlenmesine doğru adımlar atılabilir.” (36)
İşte “aşağıdan örgüt” böyle kurulacak. Birbirinden kopuk örgütçülükler aşağıdan gelecekler. Canları isterse “komşu” örgütçüklere danışacaklar. Bu örgütçükler, farklı muhalefet alanlarındaki kitlelerin “doğrudan demokrasi” örgütleri içinde örgütlenecek Devrimci Yolcular tarafından oluşturulacak. Ve onların merkezi ve monolitik olmayacak “kurmayı”, yani parti, her ne tür demokratik partiyse, bu örgütçüklerin yürütecekleri eylem içinde var edecekleri ortak iradenin örgütü olarak, bu aşağıdan gelmeliği içinde oluşacak!
Aman! “Şeflerin” ve “aparatçiklerinin” müdahalelerine dikkat! Aman! Yukarıdan bir müdahale olmasın!
Devrimci Yolcu örgüt ya da örgütsüzlük fikri ve pratiği çok eleştirildi. Devam etmeyeceğiz, teşhirle yetinmek en doğrusu. Ancak bilinsin ki, o “değiştiği” gerekçesiyle teoride saçmalama ve iğdiş edicilik yoluna girilen dünya ve “çöktü”ğü gerekçesiyle bunca ahmakça arayışlara girişilen sosyalizmin gerçeği bambaşka Bu yarı-anarşist liberal hayıflanma ve saçmalıklarla bu dünyada ayakta durulamaz, bir yer edinilemez ve sosyalizm için değil, sosyalizme karşı kılıç sallanabilir.
Herkes yoluna. Dostlar bir yana düşmanlar bir yana!

Eylül 1994

DİPNOTLAR
1. Anne Bak Kral Çıplak s. 265
2. Age. s. 266
3. Age. s. 116
4. Kuralsızlığın Hikâyeleri s. 165
5. Kuralsızlığın Hikayeleri s. 84-85
6. Anne Bak Kral Çıplak s. 260
7. Kuralsızlığın Hikâyeleri s. 12
8. Age. s. 281
9. Anti-Dühring s. 78-79
10. Kuralsızlığın Hikâyeleri s. 136
11. Age. s. 102
12. Age. s. 156
13. Age. s. 158
14. Age. s. 135
15. Age. s. 158
16. Age. s. 159
17. Age. s. 159
18. Age. s. 160
19. Anne Bak Kral Çıplak s. 288 20; Age. s. 359
21. Lenin, Devlet ve Devrim, Emek Yay. s. 138-140
22. Anne Bak Kral Çıplak s. 359
23. Age. s. 214
24. Age. s. 261
25. Age. s. 347
26. Age. s. 348
27. Age. s. 212
28. Anne Bak Kral Çıplak s. 289
29. Age. s. 239-240
30. Age. s. 261
31. Age. s. 263
32. Age. s. 262
33. Age. s. 350
34. Kuralsızlığın Hikâyeleri s. 161
35. Age. s. 161
36. Age. s. 162-163

‘Kriz aşılıyor’ propagandası ve gerçekler

Gündemi meşgul etmek için suni olarak yaratılan “krizler” bir tarafa bırakılırsa, egemen sınıflarca sistemli bir şekilde sürdürülen propaganda faaliyetinin esas olarak iki konuda yoğunlaştığı görülüyor. Gerçekleri tersyüz eden, inandırıcı olmaktan uzak ve beyin yıkamaya yönelik propagandanın bir ayağını ekonomik durum, diğerini Kürt bölgelerinde devam eden savaş teşkil ediyor.
Sürdürülen propagandanın genel işleyişine bakıldığında; devam eden savaşa ilişkin yapılan açıklamalar ve verilen rakamlar konusunda resmi açıklamaların dışına pek çıkılmazken, ekonominin işleyişi, verilerin değerlendirilmesi, geleceğe yönelik tahminler yapılması vb. söz konusu olduğunda burjuva kesimler arasında tam bir mutabakatın sağlanabildiği söylenemez. Hâkim sınıfların kendi aralarındaki çelişkiden kaynaklanan bu farklı yaklaşım ve değerlendirmeler yalnız bir konuda birleşiyor: 5 Nisan Kararları’nın uzun vadeli, eksiksiz ve ek tedbirlerle tavizsiz uygulanarak krizin tüm yükünün işçi sınıfı ve emekçilerin sırtına yıkılması. Nitekim gerek işveren örgütleri gerekse hükümet yetkilileri ve ekonomiden sorumlu bürokratlar, yapılan toplantı ve açıklamalarda sürekli olarak 5 Nisan Kararları’nın eksiksiz ve tavizsiz uygulanacağı ve uygulanması gerektiği üzerine vurgu yapıyorlar. Hükümetin bu konuya sürekli vurgu yapmasının bir nedeni de Dünya Bankası ve IMF’ye “istekleriniz yerine getirilecek” mesajıdır.
Burada hükümetin mevcut ekonomik durumla ilgili gerçekleri nasıl çarpıttığına geçmeden önce, 5 Nisan Kararları’na ana hatlarıyla değinmekte yarar var.
Ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı Aykon Doğan’ın, “Entegre, ciddi, radikal önlemleri öngörmüş, kısa dönemi değil, 2-4 yıllık bir dönemi hedeflemiş, arkasında toplum olarak, siyasetçi olarak, hükümet olarak kararlılık gösterilmesini gerektiren bir program” olarak tanımladığı 5 Nisan Kararlan, öngördüğü hedefler ve alınması gereken önlemler bakımından esas olarak iki bölümden oluşuyor.
Birincisi “istikrar tedbirleri”, ikincisi, “yapısal değişiklikleri” içeren uzun vadeli önlemler paketi.
Konjonktürel, hem de yapısal bozulmayı giderici kısa vadeli üçer aylık dönemlerle revize edilerek uygulanan ve kamu finansman açıklarının aşağıya çekilmesine öncelik verilen programda yapılması gerekenler şöyle sıralanıyor:
*Kamu harcamalarının kısılması;
*Kamu yatırımlarından vazgeçilmesi, devam edenlerin durdurulması, büyümenin eksiye çekilmesi;
*Başta eğitim ve sağlık olmak üzere sosyal harcamaların kısılması, özelleştirme yoluyla bu alanda da devletin rolünün iyice azaltılması, devlet hizmetlerinin büyük ölçüde paralı hale getirilmesi;
*Tarım girdilerinde sübvansiyonların kaldırılması, destekleme alımlarının asgariye indirilmesi, tarım girdilerine yüksek oranlı zamların yapılması;
*Kamu kesimi finansmanının “Merkez Bankası ve iç borçlanmadan çekilerek” sağlıklı vergi kaynaklarına oturtulması (ki bunun anlamı işbirlikçi tekelci burjuvazi dışında kalan sermaye, küçük üretici, işçi ve memurlar üzerindeki vergi ve fon yüklerinin artırılması demektir).
*“Devletin ekonomideki rolünün küçültülmesi”, özelleştirmenin hızlandırılması, KİT’lerden satılabilecek olanların satılması, kalanların kapatılması;
*Ekonomik Sosyal Konsey ve İşsizlik Sigortasının kurulması;
“1989-1993 döneminde reel ücretlerde hızlı yükselme meydana gelmiştir” tespitinden hareketle ücretlerin dondurulması ve “Kamu kesiminde istihdamın rasyonalize edilmesi” adına yüz binlerce işçi ve memurun işten çıkarılması;
*Bütün bunların yerine getirilmesi sırasında işçi, memur ve üretici köylülerin tepkisinin bastırılabilmesi için son derece kısıtlı da olsa, var olan siyasi hak ve özgürlüklerin tümden kaldırılması veya son derece sınırlı hale getirilmesi, yeni baskı yasalarının çıkarılması.
Yukarıda sözü edilen önlem ve uygulamalara bakıldığında Nisan-Ağustos döneminde, Özelleştirme, Ekonomik Sosyal Konsey’in kurulması ve İssizlik Sigortası’nın getirilmesi dışında kalan hedeflerde hükümetin belirli mesafeler aldığı söylenebilir.
Aşağıda ayrıntılarıyla göreceğimiz gibi kamu harcamaları büyük oranda kısıldı, kamu yatırımları ya durduruldu, ya da kökten vazgeçildi. Tarımda sübvansiyonlar “kaldırılıp destekleme alımları asgariye indirildi. IMF ile “Stand-By” anlaşmaları imzalandı, IMF ve Dünya Bankası’nın direktiflerinin eksiksiz yerine getirileceğine dair teminatlar verildi, işçi ve memur ücretleri donduruldu, işçilerin toplu sözleşmeleri uygulanmayarak fiilen kâğıt üzerinde bırakıldı. Haziran sonu itibariyle resmi rakamlara göre 700 binden fazla işçi işten çıkarıldı.

HÜKÜMET GERÇEKLERİ ÇARPITIYOR
Sendika bürokrasinin de büyük desteğini alan hükümet, uygulamaya soktuğu programa ilişkin yayınladığı temmuz ve ağustos rakamlarıyla kamuoyuna “istikrara kavuşuyoruz”, “krizi atlattık” mesajını vermeyi, pembe “tablolar çizmeyi sürdürüyor. Hükümet ve ekonomiden sorumlu bürokratlar bu temayı işlerken genel olarak; çarpıtılmış bütçe rakamlarını, döviz fi yatlarım, aylık enflasyon rakamlarını kendilerine dayanak yapıyorlar. Tüm karşılaştırmaları 6 Nisan’a göre yapan, ondan öncesini yok sayan hükümet, bütün açıklamalarda, kendi deyimleriyle “iyileştirmelerin” hangi sektörde ve ne pahasına gerçekleştiğini ve ekonominin bu duruma gelmesinin sorumluları ve esas nedenleri üzerine söz söylemekten ısrarla kaçınıyor. Sanki kriz 5 Nisan’da gökten düştü de DYP-SHP Koalisyon Hükümeti 6 Nisan’dan itibaren bunu düzeltiyor havası verilmeye çalışılıyor. Hükümet yetkilileri, bir yandan bu krizde hükümetin “suçsuz” olduğunu propaganda ederken, öte yandan krizin bir sistem krizi olduğu gerçeğini gizlemeye çalışıyorlar. Ara sıra krizin “yapısal” olduğundan bahsedenler bile, sonuçta işi şu veya bu yöneticiye veya bazı önlemlerin eksik ve zamanında alınmayışına bağlayarak düzeni aklamada birleşiyorlar.
Hükümeti eleştiren diğer burjuva partilerinin krize ilişkin olarak, “şimdiye kadar sizin yediğiniz yeter biraz da biz yiyelim” anlamına gelen “erken seçim yapılsın; biz hükümet olalım, işi düzeltiriz” sözünden başka bir şey söyleyemiyorlar. Yıllarca hükümette kalmış ancak daha şimdi Türkiye’nin sorunlarına ilişkin bir taslak program hazırlığı yaptığını ilan eden ANAP yönetiminin krize ilişkin olarak “bu hükümet gitsin”den başka söylediği bir şey yok.

ÜRETİMDE DÜŞÜŞ DEVAM EDİYOR
Ekonominin iyiye gittiğini hükümetten başka söyleyen yok. TÜSİAD, TİSK, TOBB, TZOB gibi örgüt temsilcileri, ekonominin düzlüğe çıkabilmesi için 5 Nisan Kararları’nın ek tedbirlerle asgari üç yıl tavizsiz uygulanması gerektiğini ileri sürerken, en iyimser ekonomistler dahi, bu hükümetle ekonomik krizin aşılamayacağı noktasında birleşiyorlar. Hiç kimse kalıcı istikrardan bahsetme cesaretini gösteremiyor. Hükümetin “kriz aşıldı” demesine karşılık tarım, mali ve reel sektör temsilcileri bu tespite katılmadıkları gibi gerekli önlemler alınmadığı durumda mevcut ekonomik dengelerin iyice bozulacağı ve hiper enflasyonun yaşanabileceği eylül ve ekim aylarına dikkat çekiyorlar.
Bugün ekonomideki temel göstergelere bakıldığında krizin aşılabileceğine dair hiçbir işaret yok. Sanayi, özellikle imalat sanayi ve tarım sektöründe durgunluk ve üretim gerilemesi durdurulabilmiş değil. Aksine kriz daha tahrip edici bir şekilde bu sektörleri adeta yıkıma sürüklüyor.
Hükümetin, IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşların isteklerini ve temsilcisi olduğu işbirlikçi tekelci sermayenin taleplerini karşılamakta ve onların desteğini almakta zorlandığı görülüyor, işi yalan ve gerçekleri çarpıtarak uzun süre götürmenin ise hiç olanağı yok. Ne kadar çaba sarf edilirse edilsin mızrak çuvala sığmıyor.
DİE’nin açıkladığı rakamlara göre sanayi üretimindeki düşüş sürüyor. Özellikle imalat sanayisindeki düşüş ciddi boyutlarda.
5 Nisan Kararları’nın uygulamaya sokulmasından sonra yüz binlerce işçi kendini sokakta bulurken, yüzlerce küçük ve orta boy işletme kapandı, kapanmayanlar daha da küçüldü, büyük işletmeler ise önemli ölçüde küçüldü. Ege Bölgesi Sanayi Odası (EBSO) tarafından yapılan bir araştırmaya göre, özellikle küçük ve orta boy işletmelerin yüzde 60-67’si küçülürken, büyük boy işletmelerde bu oran yüzde 46’dır.
Tablo 1’de görüldüğü gibi toplam sanayi sektöründeki gerileme haziran ayı itibariyle yüzde 8.4, ilk altı aylık gerileme ise 3.7’dir. Sanayinin motoru olarak bilinen imalat sanayisinde üretim gerilemesi mayıs ayında 18.1, Haziran ayında ise 13.1 olarak gerçekleşti. Makine sanayisinde üretim gerilemesi ise yüzde -51.7 ile durma noktasına gelmiş durumda.
Üretimde düşüşün nedenleri
Kapasite kullanımındaki düşüşün, yani üretimin gerilemesinin en önemli nedeni iç pazardaki yüzde 61.4’lük talep yetersizliğidir. Diğer önemli bir neden ise yüzde 12.4 ile dış pazar talep yetersizliği, yani ihracatın önemli oranda gerilemesidir.

Sanayi üretimi (Yüzde) (Tablo 1)

1994 Haziran        1994 Ocak-Haziran
Toplam sanayi sektörü    -8.4            -3.7
Madencilik sanayi        11.6            4.6
İmalat sanayi            -13.1            -6.6
Gıda sanayi            12.0            13.8
Mensucat sanayi        -4.6            -6.1
Kâğıt ve basım sanayi    6.8            -2.9
Kimya sanayi            -8.6            -1.4
Taş-top. day.ür.sanayi    -4.3            -0.8
Metal ana sanayi        4.5            2.1
Makine sanayi            -51.7            -27.0
DİE verilerinde görüleceği gibi, işverenlerin yıllardır iddia ettiklerinin aksine, kapasite kullanımındaki düşüşte, işçilerle ilgili sorunlar (ücretler, sosyal haklar vb.) sadece yüzde 1.2’dir. (Tablo 2)

1993 Mayıs                        1994 Mayıs    94 Haziran (Tablo 2)
– % 54.2 olan iç pazar talep yetersizliği        % 57.9        % 61.4
– % 21.4 olan dış pazar talep yetersizliği        % 18.4        % 12.4
– % 4.7 olan mali imkansızlıklar            % 4.0        % 9.7
– % 3.9 olan yerli mallarda hammad. yetersizliği    % 1.5        % 1.2
– % 1.9 olan işçilerle ilgili sorunlar            % 1.2        % 2.9
– % 0.9 olan ithal mallarda hammad. yetersizliği    % 0.3        % 0.7
KAYNAK: DİE

Toptan Eşya Fiyatları Endeksi’nin (TEFE) nisandan temmuz ayına kadar 4 ayda yüzde 32.8’den yüzde 0.9’a inmesi, reel ekonomideki talep daralmasının ne kadar ciddi boyutta olduğunu gösteriyor.
Tabloda dikkat çeken hususlardan biri, iç pazar talep yetersizliği ile mali sorunların artış gösteriyor olmasıdır. Demek ki, bu dönemde üretimi hemen kesemeyen firmaların stok maliyetleri artmış, üretimi yavaşlatanlar ise kapasitelerinin altına düşmüşlerdir,
İç pazardaki talep yetersizliğini ortaya çıkaran etkenlerin başında gelir dağılımında ortaya çıkan olumsuz gelişmeler ve 5 Nisan’dan sonra halkın alım gücünün büyük oranda düşmesi geliyor. Sadece Nisan-Temmuz arasındaki üç aylık dönemde halfan alım gücü yüzde 60 oranında geriledi. Bunun yanı sıra;
– Yatırım maliyetlerinin giderek artması, maliyet artışında faiz oranlarının payının yükselmesi,
– Para ticaretinin yatırım yapmaktan daha kârlı hale gelmesi,
– Ekonominin geleceği üzerinde tahmin yapma olasılığının azalması gibi etkenler de üretimdeki düşüşün nedenleri arasında sayılabilir.
Tarım Sektörü
“Tarım çökerse ekonomi batar” sekimde ekonomi alanında yaygın olarak kullanılan bir deyim vardır. Bugün ülkenin ekonomisi tam da bu noktada. Giderek daha da derinleşen bir ekonomik kriz yaşayan ekonomide sanayi durmuş, tarım çökme noktasına gelmiştir. Türkiye, dünyada kendine yeterli tarım ürünleri üreten ve ihraç eden ülkelerden biri iken, yıllardır izlenen politikalarla ülke tarım ürünleri ithal eder duruma getirilmiştir. 5 Nisan Kararlarıyla IMF’ye taahhüt edilen sübvansiyon ve destekleme akınlarının kaldırılması veya son derece sınırlandırılmasıyla da adeta tarım sektörünün ipi çekildi.
Şüphesiz bugünkü durumu, bu kararları alan hükümetin politikalarıyla açıklamak sorunun özünü gizlemek olacaktır. Hükümetlerin, emperyalist mali kuruluşların ve sermayenin çıkarlarından bağımsız politikaları yoktur. Bunlar ve diğerleri, askeri, siyasi ve ekonomik konularda, emperyalizm, özellikle Amerikan emperyalizmi ne emretmişse onu yerine getirmişlerdir.
Birkaç örnek vermek gerekirse; Amerikan emperyalistleri istedi diye Kore’ye, Somali’ye, Bosna’ya asker gönderildi. Amerika “bana ayrıcalık tanıyacaksın” dedi, kölelik anlamına gelen “ikili anlaşmalar” imzalandı. On binlerce Amerikan askerinin bulunduğu üsler tahsis edildi, Çekiş Güç’e “istediğin kadar kalabilirsin” denildi. Amerika, “Türkiye’de haşhaş ekimini yasakla” dedi, “başım üstüne” denildi. IMF, Dünya Bankası gibi emperyalist kuruluşlar istedi diye tarım girdi fiyatlarına yüksek oranlı zamlar yapıldı, sübvansiyonlar kaldırılıp destekleme alımlarından vazgeçildi, taban fiyatları düşük tutuldu…
Bunların yanı sıra; hizmet verdikleri sektör itibariyle tarımın can damarı olan tarımsal KİT’ler özelleştiriliyor. Çiftçilerin örgütlenmesinde, ürünlerinin değerlendirilmesinde önemli birer araç olan Tarım Satış Kooperatifleri yok edilmeye çalışılıyor. Tarım Kredi Kooperatifleri ise tam anlamıyla Tarım Bakanlığı’nın bürosu haline getirildi.
Bu politikalar sonucu üretim geriledi, tarımın GSMH içindeki payı sürekli düşüş gösterdi. 1982 yılında GSMH içindeki payı 21.3 iken, 1990’da 18.2’ye, 1993’te ise 14.0’a geriledi.
1993 yılı verilerine göre tarım sektörü, genel olarak bir önceki yıla göre yüzde 3.6 oranında küçülürken, hayvancılık ve bitkisel üretimde katma değer yüzde 2.9, ormancılık kesiminde 17.2 oranında azalmıştır.
Bir önceki yıla göre, tarla ürünlerinden buğday üretimi yüzde 8.8, arpa 8.7 artarken; pamuk üretimi yüzde 15, ayçiçeği yüzde 14.2, susam 11.8, soya 33-7 oranında azalmıştır.
Yine 1993’te 1992’ye göre meyvelerin üretimi, fındık yüzde 41.3, kayısı yüzde 28.1, zeytin yüzde 26.7, vişne yüzde 6.3, ceviz 4.2 oranında azalmıştır.
Tarım sektörünün toplam ihracattaki payı 1985’te yüzde 21.6 iken 1991’de 20.1’e, 1993’te 15.5’e gerilemiştir. 1993 yılında toplam tarımsal ihracatı 15.3 milyon dolar olurken, ithalat 29.4 milyon dolara çıkmıştır.

Seçilmiş ürünlerde ’93 ihracat, ’92/’93 ihracat değişim (Tablo 3)
Ürün adı        değişim %     ‘93 (Bin $)
Buğday        -77.9        75.494
Baklagiller        -7.5        184.551
Tütün            +27.8        395.561
Pamuk            +157.5        159.993
İncir (Kuru)        -7.4        58.527
Üzüm (kuru)        +4.3        134.078
Fındık            +23.1        426.261
Tohumlar        -25.5        7.353
Canlı hayvan        +121.6        283.501
Su ürünleri        -11.1        44.412
Orman ürünleri    -55.3        6.321
KAYNAK: DİE

Seçilmiş ürünlerde ’93 ithalat, ’92/93 ithalat rakamları (Tablo 4)
Ürün            ‘93 (Bin $)    Değişim %
Buğday         178.894    1185.8
Baklagiller        1.527        606.9
Yağlı tohumlar        71.974        25.1
Tohumlar        24.371        18.3
Orman ürünleri    318.432    119.9

“Yıllardır tarım ve hayvancılıkta yapılan yanlışlar, üretim artış hızını kesti. Bakliyat ve hububat üretimi geriledi. Tütün, çay gibi ihraç şansı zayıf ürünlerde üretim ve ihracat gerilerken, soğan, kuru fasulye, ceviz ve susam ithalatı başladı. Küspe bile ithal edilir oldu.
Türkiye yılda ortalama 100 bin ton fasulye üretip bunun 80 bin tonunu tüketir, 20 bin tonunu ihraç ederdi. Fasulye üretimi 20 bin tona düştüğü için bu yıl ithalat başladı. Fasulye üretiminin bu düzeyde düşmesinin nedeni 1988’den beri fiyatlarının artmamasıdır.   Otobüslerin bagajında Balkan ülkelerinden ceviz gelmese, cevizin kilosu 200 bin liraya çıkar. Nohut üretimi gerilediği için leblebinin kilosu 40-50 bin lira oldu.” (BİRLİK, İst. İhracatçı Birlikleri yayın organı. Yıl 4, sayı: 5, Nisan 94).
Tarımsal girdi (Mazot, yem, gübre, tohum, ilaç, traktör ve diğer tarım araç ve aletleri) fiyatlarının artması, bilgi akışının sağlanamaması ve izlenen tarım politikalarının yanlışlıklarının yanında Kürt illerinde devam eden savaş da tarım üretiminin azalmasında etkili oluyor. Bugün bölgede binlerce köy boşaltıldı, yüz binlerce insan şehirlere göç ettirildi, çiftçi tarlaya giremez oldu. Dünün üretici köylüleri bugünün tüketicileri oldu.
Köylülüğün üretimden vazgeçip başka alanlara yönelmesinde diğer bir etken de, tarım ürünleri fiyatlarının düşük tutulmasıdır. Bir yanda sübvansiyonların kaldırılması, diğer yanda fiyatların düşük tutulması üreticileri adeta yıkıma uğratmıştır.
Örneğin, Nisan ayında toptan eşya fiyatları yüzde 32.8, imalat sanayimde fiyatlar yüzde 41.4 artarken tarım ürünleri fiyatlarındaki genel artış yüzde 7.5 gibi çok komik düzeyde kalmıştır. Ürün bazındaki artışlar ise şöyle gerçekleşti (Bkz. Tablo: 5).

Ürün cinsi Artış        % (Tablo 5)
1. Tarım(Genel)        7.5
1.1 Tahıllar            3.0
1.2 Baklagiller            21.6
1.3 Diğer tarla ürünleri    18.5
1.4 Sebze ve meyveler    2.5
1.5 Çay            0.0
1.6 Canlı hayvanlar        7.8
1.7 Hayvansal ürünler        10.8
1.8 Su ürünleri            33.8
KAYNAK: DİE Haber Bülteni 4.05. 1994

Yukarıdaki artışlar üreticiden ürün alınırken meydana gelen fiyat artışlardır. Piyasadaki fiyat artışlarıyla bu rakamlar karıştırılmamalıdır. Örneğin üreticiden çay alımlarında fiyat artışı olmamışken piyasada çay fiyatları yüzde yüzün üzerinde artış göstermiştir. Piyasadaki bu fiyat artışından üretici köylünün cebine giren para yok. Ağustos başında, açıklanan taban ve destekleme fiyatlarıyla üreticilere bir darbe daha vuruldu. Yüzde 79-113 arasındaki zam, ürün maliyetini karşılamaktan uzak. “5 Nisan Kararlan delindi”, “köylüye büyük destek” gibi propagandalar eşliğinde açıklanan rakamlar ne üreticileri ne de TZOB’ni memnun etti.

Ürün        ’93        ’94        %    TZOB    (Tablo 6)
Kütlü pamuk    8.750        18.000        106    26.000
Kuru üzüm    9.500        17.000        79    24.000
Ayçiçeği    4.000        8.500        113    11.700

Tablo 6’da görüldüğü gibi artışlar yüzde 100 olsa da, TZOB’nin tarım girdi maliyetlerini hesap ederek belirlediği rakamlardan yüzde 30 dolayında daha düşük ve maliyetleri karşılamaktan uzaktır. Üreticiler, hükümetin kendileriyle adeta alay ettiğini söylüyorlar. Tarım girdilerinde fiyatlar yüzde 200-300 arasında artarken açıklanan bu rakamlar son derece komik kalıyor. Örneğin geçen yıl buğdayın kilosu 1965 İha iken, mazotun fiyatı 4 bin liraydı. Bu sene buğdayın fiyatı 3 bin 312 lira olarak belirlendi, buna karşılık mazotun fiyatı 12.200 liraya yükseldi.
Aynı durum ekmeklik buğdayda da yaşanıyor. Toprak Mahsulleri Ofisi’nin (TMO) ağustos fiyatı 3 bin 812 lira iken, hükümet taban fiyatı 3 bin 312 lira olarak tespit etti. Oysa aynı buğday, piyasadan 4 bin 500 liradan işlem görüyor. Piyasadan 5 bin liradan işlem gören Mısır, 2 bin 880 liradan; 3 bin 600 lira olan yulaf, TMO tarafından 3 bin 20 liradan almıyor.
10 trilyonu pamuk primi olmak üzere, 1994 yılı bütçesine 22 trilyon destekleme kaynağı ayıran hükümetin “70 trilyon civarındaki destekleme alımı” yapacağım açıklaması, gerçeklerle bağdaşmıyor.
Hükümetin seçim hesapları yaparak Dünya Bankası’na rağmen 70 trilyonluk alım yapması, “aksatmadan yürüteceğiz” dediği 5 Nisan Kararları’nın delinmesi anlamına geleceği gibi, Dünya Bankası’nın vermeyi düşündüğü 350-400 milyon dolarlık “Uyum Kredisi”nden de mahrum olması demektir.
Hükümet tam bir ikiyüzlülükle meydanlarda köylülere “destekleme alımlarıyla hakkınızı vereceğiz, ürününüzün karşılığını alacaksınız” diyor, ama öte yandan destekleme alımları yapmamaları için, Çukobirlik, Tariş, Antbirlik, Fiskobirlik, Trakya Birlik gibi tarım birliklerine “hazineden size para yok, başınızın çaresine bakın” diyor.
Taban fiyatlarının maliyetlerin altında belirlenmesinin yanında önemli olan diğer bir konu ise hükümetin ne kadar alım yapacağı, aldığı ürünlerin parasını ödeyip ödemeyeceğidir. Aynen işçilerin mayıs ayından beri alacaklarını ödemediği gibi, köylüden ürünleri alarak onlara da ödeme yapmayabilir. Tarım birliklerine gereken paranın verilmemesi, 1994 yılı bütçesinde destekleme için ayrılan payın az olması, hükümetin Dünya Bankası’nın çizdiği sınırların dışına çıkma şansının bulunmayışı iki olasılığı gündeme getiriyor, hükümet ya destekleme alımlarına girmeyecek veya sembolik alımlar yaparak köylüyü yine tüccarın insafına bırakacak, ya da ürünleri alıp paralarını ödemeyi ilerici yıllara erteleyecek.

KAMU AÇIKLARI KAPANMADI, SADECE AZALDI
Mevcut ekonomik veriler, siyasal olgu ve olaylar bir bütün içinde değerlendirildiğinde, “ekonominin iyi yolda” olduğunu, yakında geçici de olsa “istikrara” kavuşacağını söylemek, gerçekleri ifade etmeyecektir. Aksine, eylül ve ekim aylarında büyük açmazlarla karşı karşıya olduğunu söylemek daha gerçekçi olacaktır. Hükümet üyeleri ve ekonomiden sorumlu üst düzey bürokratların iddia ettikleri gibi “bütçe fazla vermiş” değil, olan sadece açıkların biraz azalması, ekonomik deyimle “makasın daralması”dır. Önce hükümetin hazırladığı tabloya (Tablo 7) bakalım:

Konsolide bütçe (Tablo 7)
Ocak        – 4.4 trilyon
Şubat        – 14.7 trilyon
Mart        -32.1 trilyon
Nisan        – 4.3 trilyon
Mayıs        +6.3 trilyon

Ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı Aykon Doğan’ın Adana toplantısında 200 trilyon lira olan kamu açıklarının ‘94 yılı sonunda 90 trilyona düşürüleceğini belirterek “10 yıldır ilk defa denk bir bütçeyle karşılaşıyoruz” demesine karşılık, yukarıdaki tablo her şeyden önce, kamuoyunu yanıltmaya yönelik rakamların sıralandığı bir tablodur.
Başka hiçbir veri ve gelişme incelenmeden, göz önüne alınmadan sadece yukarıdaki rakamlara bakıldığında, yılın ilk üç ayında 32 trilyona kadar çıkan bütçe açığının Nisan ayında birden 4.3 trilyona gerilediği, mayıs ve haziran aylarında ise artıya geçtiği söylenerek “ekonominin iyiye gittiği” iddiası ileri sürülebilir. Ancak, tablodaki rakamlar, diğer verilerle birlikte değerlendirildiğinde “bütçe fazla verdi” diyenlerin yalanları bütün açıklığıyla ortaya çıkıyor.
Örneğin, mayıs ayında ödenmesi gereken 6.5 trilyonluk dış borç faiz ödemesinin mayıs ayı bütçesine gider olarak yazılmaması sonucu bütçe fazla verdi gibi görüntü yaratıyor. Diğer bir söyleyişle bütçe açıkları geriledi izlenimini veriyor. Halbuki 6.5 trilyon, gider olarak yazılsaydı bütçe açığı 200 milyar daha artmış olarak gerçekleşecekti.
Bütçe açıklarıyla ilgili olarak açıklanan rakamların gerçekleri yansıtmadığına ilişkin bir örnek de yine bakanlığın yaptığı 1993-94 karşılaştırmalı “Konsolide bütçe gerçekleşmeleri”ne ait rakamlardır.
Aşağıdaki tablonun (Tablo: 8) ortaya koyduğu gerçekler şunlardır:

Konsolide Bütçe Gerçekleşmesi (Ocak-Haziran; Milyar TL) (Tablo 8)
1994        1993         Değ. (%)
Giderler            325.916    187.703    73.6
-Cari                141.842    79.619        78.2
. Personel            125.770    72.000        74.7
. Diğer cari            16.072        7.619        110.9
– Yatırım            22.394    17.669    26.7
– Transfer            161.680    90.415        78.8
. İç borç faizi            62.847        30.941        103.1
. Dış borç faizi            26.309        11.892        121.2
. KİT’lere transfer        10.464        11.005        -4.9
. 2978 iade            7.190        6.010        19.6
. Emekli Sandığı öde.        12.300        6.000        105.0
. Fon ödemeleri        11.744        3.033        287.2
. Diğer transferler        30.826        21.534        43.2

Gelirler            284.723    142.486    60.7
– Genel bütçe            279.855    139.565    100.5
. Vergi gelirleri            213.008    105.782    101.4
. Vergi dışı nor. gel.        20.492        9.658        112.2
. Özel gel. ve fon.        46.355        24.125        92.1
– Katma bütçe            4.868        2.921        89.8

* Devlet yılın ilk altı ayında hiçbir iş yapmamış. Bütçeyi denk hale getirmede en kötü yöntem olan “yatırımları durdurma” yolunu seçen hükümetin 325 trilyonluk harcama içinde yatırıma ayırdığı pay sadece 22.3 trilyon. Bunun “büyük kısmı teknik personel ücreti, geçici personel ücreti ve proje bedeline” gittiği göz önüne alındığında “devlet hiç yatırım yapmadı” demek daha gerçekçi olacaktır. Devlet Planlama Teşkilatı’nın öngördüğü, toplam tutan 762 trilyonu bulan 86 proje, mart sonuna kadar normal seyrini izlerken 5 Nisan Kararları’ndan sonra hemen hepsi durma noktasına geldi. Yatırımlardan vazgeçilmesini devletin borçluluğuna bağlayan Çiller’e göre, devlet “borçlardan kurtulursa” yatırıma başlayabilir. Demek ki Türkiye’nin yatırım yapabilmesi için 70 milyar dolar dış borcu, 475 trilyon iç borcu ödemesi gerekiyor. Bu borçlar bitmeyeceğine göre devlet yatırımları bilinmeyen bir tarihe ertelenmiş oluyor.
Devletin yatırım yapmasını zora sokan faktörlerden biri de devam eden savaştır. Devletin savaşa ayırdığı pay, bütçenin yarısı kadardır.
Görüldüğü gibi (Tablo: 9) yatırıma ayrılan payın iki katı savaş harcamalarına ayrılmış durumda.

Savaş harcamalarının devlet harcamaları içindeki payı (Trilyon) (Tablo 9)
Harcama        1992        1994
Devlet harcamaları    3218.5        996.7
Savaş harcamaları    105.0        400.0
Bütçe            207.8        819.0
Yatırım            73.3        208.2
GSMH            779.5        2135.7

* Hükümet yılın ilk altı ayında harcadığı her yüz liranın 38.5 lirası ile maaş ve ücret, 27.5 lirası ile de faiz ödemiş. Emekli Sandığı’nın, SKK’nın açığını kapamış ve zarar eden KİT’lere para aktarmış. Elbette ki “harç bitti yapı paydos” diyerek hiçbir iş yapılmaz, sadece maaş, ücret ve faiz ödenirse bütçe açığı azalır, hatta kapanabilir de.
Bütün bunlara rağmen bütçe, ’94’ün ilk 6 ayında 41.2 trilyon açık vermiş. Bu, açığın kapanmadığı, daraldığı anlamına gelir. Bunun nedeni ise, hükümetin harcamaları kısması, hatta durdurması, yatırım yapmaması, 5 Nisan’da kamu mallarına yapılan yüksek oranlı zamlar ve bu dönemde getirilen ek vergilerdir.
Ancak yine de hazine, 1994’ün ilk 6 ayında nakit dengesini tutturmakta bir hayli zorlanmıştır. Hazinenin yayınladığı veriler incelendiğinde 41.2 trilyona ek olarak binen diğer yüklerle, nakit açığı 51.5 trilyona yükseliyor. Hazine bu açığını kapatmak için çıkardığı yüksek faizli hazine bonosu ve Merkez Bankası’na toplam 76.8 trilyon borçlanıyor. Hem de kısa vadeli borçlanma. Yine Hazine’nin verilerine göre tahvil kaynağı tıkanmış durumda, tahvilden para gelmemiş, aksine ödeme yapılmış. Demek ki, yılın ilk yansını yine borçlanma kurtarmış. Bu bütçeyle hazinenin ağustos ve eylül ayındaki cari giderleri ve borç ödemelerini yapabilmesi, devletin zorunlu harcamalarını karşılayabilmesi, işçi ve memur ücretlerini ödeyebilmesi ise oldukça zor görünüyor. Hükümetin “Eylül sendromu diye bir şey yok, gereken önlemler alındı, ödemeler aksamadan yapılacaktır” demesine karşılık Dünya Bankası ve IMF yeni krediler açmadığı ve yeni iç borçlanmaya gidilmediği sürece iç ve dış borçların aksamadan ödenmesi olanaksız görünüyor.

İÇ VE DIŞ BORÇLARIN DURUMU
70 milyar doları aşan dış borcun, Eylül-Aralık ’94 döneminde anapara ve faiz olarak toplam 2.250 milyon doları ödenecek.
Dış krediler büyük oranda kesildiği için iç borçlanmaya ağırlık veren devletin bu yılın ilk altı ayında iç borç miktarı 475 trilyona ulaştı. Geçen yılın aynı dönemine göre % 97 oranında artan iç borçlanmanın yarısından çoğu, iç borç anapara geri ödemelerinde kullanıldı.
Haziran ayında piyasaya sürülen 3’er aylık net % 50 faiz getirdi bonoların ödenip ödenmeyeceği eylül ayında belli olacak. Hükümet eylül ayında ödemelerde sıkıntıya düşmemek için temmuz ayından itibaren yüksek faizle para toplamaya devam ediyor. Para toplamada Arjantin modelini izleyen hükümetin ödemede de aynı yolu izleyip izlemeyeceği halen belirsizliğini koruyor. Yetkililer ısrarla geri ödemelerin yapılacağını, Arjantin modelinin uygulanmayacağını belirtiyorlar.
Bilindiği gibi hazinesi tamtakır olan Arjantin yüzde 50’nin üzerinde net faizli bonolar çıkarttı ve yüksek miktarda satarak hazineyi doldurdu. Ancak iş, borcu ödemeye gelince alacaklılara şu söylendi: “Sizlere sadece faiz ödenecek. Faizlerinizden vergi de kesilecek. Anapara için ise nereden bulduğunuzu kanıtlayacaksınız. Daha sonra size bunun karşılığı olarak 6 yıl vadeli yeni bir kâğıt verilecek.” Parasının kaynağını açıklayamayacak durumda olan bono sahiplerinin yarısından çoğu ne anapara ne de faizlerini almaya gitti. Türkiye’de böyle bir yol izlenir mi, izlenmez mi bilinmiyor. Ancak bilinen bir şey varsa o da, haziran ayında çıkarılan yüksek faizli 30 trilyonluk bonoların büyük bölümünün 880 kişi tarafından alındığıdır. Finansman sıkıntısı içinde olduğunu söyleyerek işçi çıkartan, yatırımdan vazgeçen sanayicilerin de büyük ilgi gösterdiği bonolardan DYP ve ANAP da payına düşeni aldı. DYP, 60 milyar liralık bono alırken; Çiller’i döviz rezervlerini erittiği, hazineyi boşalttığı, astronomik faizlerle borçlanmaya gittiği için eleştiren ANAP ise 13 milyar liralık bono satın aldı.

EYLÜL SONUNA KADAR İÇ BORÇ VE MAAŞ ÖDEMELERİ
Eylül ayında 150 trilyonluk iç borç, Ağustos-Eylül aylarındaki 720 milyon dolarlık dış borç ödemesiyle birlikte düşünüldüğünde, hükümetin “ödemede sıkıntı yok” demesi hiç de mantıklı görünmüyor. Geliştirilen senaryolara göre hükümet borcu borçla ödeme yoluna gidecek. Vadesi gelen borcu yeniden daha yüksek faizli hazine bonolarıyla ödeyecek. Bu yöntemle en fazla bir iki ay zaman kazanılsa dahi daha büyük açmazlarla karşılaşılması kaçınılmaz hale gelecektir. Çünkü ertelenen borç, faizleriyle birlikte katlanarak yeniden karşılarına dikilecektir (Tablo: 10).

EYLÜL SONUNA KADAR İÇ BORÇ VE MAAŞ ÖDEMELERİ (Tablo 10)
Tarih             Ödeme cinsi            Tutar
22-25 Ağustos     Emekli maaşı            6.2 trilyon
24 Ağustos         KOİ 4. tertip GOS öd.        6.039.436 USD
24 Ağustos         KOİ 5. tertip GOS öd.        6.072.852 USD
25 Ağustos        3 aylık bono öd.        20 trilyon
29 Ağustos        1 aylık bono öd.         884 milyar
31 Ağustos        Tahvil bono öd.        17 trilyon
1 Eylül            Otoyol senedi öd.        Bilinmiyor
1 Eylül            3 Aylık bono öd.        10 trilyon
2 Eylül            3 aylık bono öd.        10 trilyon
7 Eylül            3 aylık bono öd.        8.5 trilyon
14 Eylül        3 aylık bono öd.        6.5 trilyon
15 Eylül        3 aylık bono öd.        5.7 trilyon
15 Eylül        Memur maaşları (Zam ha)    17 trilyon
15 Eylül         KOİ 3. tertip GOS öd.        6.718.000$
16 Eylül        3 aylık bono öd.        5.4 trilyon
17 Eylül        4 yıl vade. tahvil öd.        Bilinmiyor
21-26 Eylül        SSK emekli maaşı        6.2 trilyon
21 Eylül         Bono tahvil öd.        10 trilyon
29 Eylül        Özel tahvil öd.            1.8 trilyon
KAYNAK: (19.6.1994 milliyet)

Vadesi gelen iç borçların ödenmemesi, yeni borçlanmaları ve tahvil satışlarını olumsuz yönde etkileyecektir. Hükümet bu durumda, Arjantin’deki gibi bankalardaki mevduatlara el koyma yoluna da gidebilir.
Vadesi gelen borçları Merkez Bankası’ndan veya para basarak karşılamak enflasyon ve devalüasyonu 4 haneli rakamlara sürükleyeceğinden hükümet çok zorda kalmadığı sürece bu yola başvurmayacak gibi görünmektedir.
Türkiye’nin, bu ödeme takviminin dışında diğer borçlardan oluşan ve bu yıl ödenmesi gereken 500 milyonu anapara, 315 milyonu faiz olmak üzere toplam 815 milyon dolarlık borcu bulunuyor. Bu hesaba göre hükümetin, eylül ve Aralık ’94 döneminde toplam 2.250 milyon dolarlık dış borç ödemesi yapması gerekiyor Tablo: 11).

DIŞ BORÇ ÖDEMELERİ (1994) (Tablo 11)
(Milyon Dolar)
Aylar        Anapara    Faiz    Toplam
Eylül        213        154    367
Ekim        166        182    348
Kasım         176        221    397
Aralık        173        150    323
Toplam    728        707    1435

Öte yandan döviz fiyatlarının yükselmesi, dış borç vadelerinin düşmesi ve dış borç faizlerinin yükselmesi önümüzdeki yıllarda Türkiye’yi dış borç ödemelerinde bir hayli sıkıntıya sokacaktır.

Orta ve uzun vadeli borçların
ortalama vade ve sabit faiz yapısı (Tablo 12)
vade        faiz %
1987        16.3        6.11
1988        15.39        6.44
1989        14.99        6.56
1990        14.95        6.35
1991        14.79        6.35
1992        13.91        6.52
1993        12.45        6.47

Tablo 12’den de anlaşılacağı gibi, 1987’den itibaren orta ve uzun vadeli dış borçların vadesi düşüyor. 1987 yılında dış borç vade ortalaması 16 yıl iken, 1993 yılında 12.45’e düştü. İşin ilginç yanı normalde borçların vadesi kısalırken faizlerin de düşmesi gerekiyor. Ancak burada da işler tersine yürüyor, Hem vade düşüyor, hem borçların faizi yükseliyor. 1987 yılında dış borç ödemelerindeki sabit faiz oranı yüzde 6.11 iken, 1993’te yüzde 6.47’e yükseldi.
Çiller, bu borçların ödenmesini özelleştirmeden 35 milyar dolar alacağı varsayımı üzerine kurmuştu. Özelleştirmede belirlenen gelir elde edilemediği için dış borcun ödenmesinde sıkıntıya düşülmesi kaçınılmazdır.
Önlemler tek tek incelendiğinde iç borçların ertelenmesi, uzun vadeye yayılması, borcun borçla kapatılması mümkün, ancak dış borcun ertelenmesi, yeni borç bulunması, emperyalizme siyasi, askeri, ekonomik bağımlılığı artıracak yeni taahhütler altına girmeden mümkün olamayacaktır.

DÖVİZ DURUMU
Hükümet aynen enflasyon ve Bütçe konularında olduğu gibi; cari işlemler açığı (döviz açığı) konusunda da, neden ve niçinlere girmeden sonuç rakamlar üzerinden fikir yürüterek işlerin iyiye gittiği mesajını vermeye çalışıyor. Hükümetin açıkladığı 1993 12 aylık, 93-94 ocak mayıs rakamlarına göre döviz durumu iyiye gidiyor. 1993 yılında 6.380 milyon dolar olan cari işlemler açığı, 1994’ün ilk 5 ayında 190 milyon dolara gerilemiş, geçen yılın aynı dönemindeki artış ise 2.365 milyon dolar. Rakamlara baktığımızda işlerin iyi gittiği söylenebilir.
Tablo 13 incelendiğinde önce şu görülüyor: Döviz gelirleri geçen yılın aynı dönemine göre 582 milyon dolar azalmış. Giderler ise 2 milyar 757 milyon dolar daha düşük gerçekleşmiş. Demek ki, döviz sorunundaki iyileşme gelirin artmasıyla değil, giderlerin azaltılmasıyla sağlanmış. Örneğin ithalat 2 milyar 595 milyon dolar azalmış.

Döviz Gelir Gideri (ocak-mayıs, milyon) (Tablo 13)
1993        1994
GELİR        12.010        11.428
İhracat        6.368        6.389
İşçi Dövizi    1.116        1.063
Turizm        1.135        1.30
Diğer        3.391        2.946

GİDER        14.375        11.618
İthalat        11.312        8.717
Faiz        1.419        1.292
Turizm        273        288
Diğer        1.371        1.321                   
FARK        -2.365        -190

Şimdi yukarıdaki tabloya bakarak “açık kapanıyor”, “cari işlemler açığı azaldı” gibi saptamalar yaparak pembe tablolar çizebilmek mümkün mü? Sanayinin gerilemesi, yatırım ve üretimin yapılamaması ve halkın alım gücünün düşürülmesi pahasına dövizde sağlanan geçici iyileşmenin istikrarlı bir temele oturacağı söylenemez, aksine büyük yıkımların zeminini hazırlar. Görünen de odur.

ENFLASYON VE ÜCRETLER
Bütçe rakamlarında olduğu gibi, halktan alınan, dolaylı vergi olarak da tanımlanan enflasyon rakamlarındaki yükselişin az olmasından da farklı sonuçlar çıkarılmaya çalışıyor. Yıllık enflasyondaki birkaç puanlık düşüşü “enflasyon durdu”, “enflasyonda düşüş sürü-‘ yor” gibi propagandalarla, 5 Nisan Kararları’na kamuoyunda destek bulunmaya veya en •azından tepkilerin azaltılmasına çalışılıyor.
Hükümet, enflasyon rakamlarıyla ilgili bilgi verirken, genellikle yıllık artışlar üzerinde durma yerine, aylık artışlar veya Nisan ayı enflasyon rakamlarıyla karşılaştırmalar yaparak, “ekonominin iyiye gittiği, alınan tedbirlerin yerinde olduğu ve desteklenmesi gerektiği” imajı yaratılmaya çalışıyor (DİE’nin rakamları için bkz. Tablo 14)

DİE’ye göre Fiyat artışları % (Tablo 14)
Tüketici        Toptan
Temmuz 1994        1.7        0.9
7 aylık            63.9        87.0
12 aylık ortalama    87.1        90.1
Yıllık            109.3        128.8

Haziran ve Temmuz aylarında enflasyon artışının düşük gerçekleşmesinin nedenleri olarak Nisan’da yapılan büyük oranlı zamlardan sonra halkın alım gücünün büyük ölçüde düşmesi, hükümetin kamu harcamalarını kısması, yatırımları durdurması, 700 bin işçinin toplusözleşmeden doğan alacaklarının verilmemesi, memur ücretlerinin dondurulması, mevsimden kaynaklanan gıda ve sebze fiyatlarındaki artışın az olması sayılabilir. Ancak bu durumun önümüzdeki aylarda da devam edebileceğini söylemek mümkün değil. Ekonomik göstergeleri değerlendiren bazı kaynaklar Eylül ve Ekim aylarında enflasyonun hızla tırmanışa geçeceğini, hatta hiper enflasyon yaşanacağını ileri sürerken, hükümet “belki biraz kıpırdanma olabilir” şeklinde değerlendirme yapıyor. (Tablo 15)

DİE’ye göre yıllık enflasyon (Tablo 15)

Toptan eşya                Tüketici
Aylar        1991    1992    1993    1994        1991    1992    1993    1994
Ocak        48.4    69.0    52.7    60.6        62.0    78.5    59.8    69.6
Şubat        49.7    69.0    52.7    68.0        63.0    77.8    58.2    73.0
Mart        50.7    68.1    53.3    74.0        62.3    78.7    58.0    73.6
Nisan        55.1    63.0    54.0    125.3        62.1    74.0    59.0    107.4
Mayıs        57.2    59.5    57.3    138.6        62.5    69.9    65.0    117.8
Haziran    57.1    57.7    60.6    137.6        64.9    65.8    67.2    115.8
Temmuz    57.9    57.1    65.2    128,8        68.6    65.8    73.1    109.3
Ağustos    58.3    57.3    63.5            71.0    65.5        71.2
Eylül        56.3    60.1    60.0            66.6    67.7        68.2
Ekim        54.6    63.3    57.0            66.5    69.2        67.6
Kasım        56.3    62.7    61.4            66.8    68.6        69.6
Aralık        59.2    61.4    58.4            71.1    66.0        71.1

Piyasalardaki yüksek zamlar fiyatlara yansıtılmaya başlayınca, mayıs ayından beri ilk kez tüketici fiyat artışı, toptan eşya fiyatlarındaki artışın önüne geçti. Temmuz ayında toptan eşya fiyatlarındaki artış yüzde 0.9 olurken, tüketici fiyatlarındaki artış yüzde 1.7 oldu. Yıllık bazda ise toptan eşyadaki artış yüzde 128.8 olurken tüketici fiyatlarında yüzde 109.3 artış odu. DlE, TEFE’ye (Toptan Eşya Fiyatları Endeksi) göre, temmuz ayında sektörel bazda fiyat artışları şöyle gerçekleşti (Tablo: 16).

(Tablo 16)
%            %
Enerji        4.7    Tahıl        18.0
İmalat        1.5    Kömür        5.5
Madencilik    2.4    Baklagiller    10.0
Tarım        -2.8    Su ürünleri    15.1

Bu artışlara karşın sebze-meyve fiyatları yüzde 17.5, taş-toprak sanayi fiyatları yüzde 10, ham petrol yüzde 1.2, canlı hayvan fiyatlarında ise binde 7 oranında ucuzladı.
Sektörel düzeyde yıllık enflasyon tarımda yüzde 88.4, imalat sanayisinde yüzde 141.7, enerji sektöründe yüzde 118.5 ve madencilik sektöründe yüzde 161.2 olarak gerçekleşirken, alt sektörlerde temmuz ayı yıllık fiyat artışları ham-petrolde yüzde 226.6, imalat sanayisinde ise yüzde 208.6 oldu.
Bir yandan fiyatlardaki yüzde yüzlük artışlar, öte yandan hükümetin IMF’nin talimatıyla çalışanların ücretlerini dondurması, nisan temmuz döneminde halkın alım gücünün yüzde 60 oranında düşmesine neden oldu. Koç bastırdı kârını ikiye katladı, genel olarak egemen sınıflar bastırdı, hükümet işçi ve memur ücretlerini yarıya indirdi. (Tablo 17)

(Tablo 17)
Maaşı         Alım gücü ne oldu?
İETT (15 yıllık işçi)         8.000.000        3.200.000
Tekstil işçisi            3.500.000        1.400.000
Gıda işçisi            6.500.000        2.600.000
(5/1) memur            3.735.000        1.494.000
(14.2)  ”            3.297.000        1.315.000
(5/1) Öğretmen        5.545.000        2.218.000
Lise mezunu emekli        5.384.000        2.153.000
Öğretmen     ”        6.742.000        2.696.000
Hemşire            5.196.000        2.078.000

İşçi memur ücretleri dondurulur, alım güçleri yüzde 60 oranında düşerken, “krizdeyiz” diye feryat eden tekeller kârlarını ikiye katladılar.
Örneğin “krizdeyiz” gerekçesiyle binlerce işçiyi bir çırpıda kapı önüne koyan Koç Holding’in geçen yılın eş dönemine göre net kârı yüzde 204.14 oranında artış gösterdi. 1993 yılının ilk altı aylık döneminde 462 milyar 172 milyon olan Koç’un net kârı, 1994 yılı ilk altı ayı sonunda (Ocak-Haziran) 1 trilyon 405 milyara yükseldi.
Yine, “krizdeyiz, stoklar arttı” gerekçesiyle üç vardiyayı ikiye indirerek 2500 işçiyi işten atan T0FAŞ, oto üretimi yaklaşık yüzde 30 gerilemesine rağmen 1993 yılının ilk altı ayında geçen yıla oranla kârını % 52 artırarak 2.2 trilyona yükseltti.

BUNALIMIN ATLATILMASI ZOR
Bugün TÜSİAD, TİSK, TOBB, TZOB, hükümet ve ekonomiyi yürütmekle görevli bürokratların hepsi “ekonomik bunalım nasıl atlatılacak?” sorusuna yanıt arıyorlar. Üretim, yatırım ve istihdam dengeleri tamamen bozulmuş. “Duvara dayandık yapacak başka bir şey yok” gerekçesiyle, “son çare” olarak düşündükleri 5 Nisan Kararları’yla, fatura tamamen işçi sınıfı ve emekçi halka kesilmesine rağmen, ekonominin genel yapısında elle tutulur bir iyileşme belirtisi görülmüyor.
Kamu yatırımlarının durdurulmasına, büyümenin eksiye çekilmesine, 700 binden fazla işçi çıkarılmasına, ücretlerin dondurulmasına, toplusözleşmelerin askıya alınmasına, sübvansiyonların kaldırılmasına, tüm kamu mal ve hizmetlerine %100’ün üzerinde zam yapılmasına rağmen, bunalım atlatılamamış, durgunluk aşılamamıştır.
IMF ve Dünya Bankası talimatları doğrultusunda uygulanan önlemlerle ne tarım çökmekten kurtulabilmiş ne reel sektördeki üretim gerilemesi durdurulabilmiştir. Ağır iç ve dış borç yükü giderek artıyor, kamu finansman açığı büyük boyutlarda, halkın alım gücü yüzde 60 oranında düşmüş, enflasyon üçlü rakamlarda seyrediyor.
Bir ülkenin ekonomik büyümesinin göstergelerinden biri GSMH’nin gelişim seyridir.
1994 yılı için TÜSİAD yüzde 1.8, DPT ise yüzde 1.6’lık GSMH düşüşü tahmin ediyor. Ancak başka kaynaklar bunun, yüzde 4-7 arası olabileceğini ileri sürüyor. Bu olasılıklara bakıldığında, yüzde 6 ile yüzde 10 arasında kişi başına milli gelir düşüşü yaşanacağı söylenebilir.
“GSMH yüzde 2 dolayında düşse bile son 40 yılın en büyük yoksullaşması yaşanacak. Bu çok konuşulan finans krizinin de ötesinde toplumsal ve siyasal sonuçlar doğurabilecek önemli bir olaydır.” (Osman Ulagay, Milliyet)
Resmi rakamlara göre 94’ün ilk altı ayında 700 bin işçi çıkarıldı. Tarım ve inşaat sektöründeki işten çıkarmalara da baktığımızda bu sayı 1 milyonu aşıyor. Bunlardan 200 bin kadarı sendikalı işçidir. Başta belediyeler olmak üzere tekstil ve metal sektöründe işten çıkarmalar halen sürüyor. Özelleştirmenin gerçekleştirilmesiyle yüz binlerce işçi ve memur kendini işsizler ordusunun arasında bulacak.
Şu veya bu yöneticinin iyi yönetememesinden değil, sistemin yapısından kaynaklanan ekonomik krizin 3-6 ayda değil, 2-3 yılda dahi atlatılması oldukça zor görünüyor.
Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Aykon Doğan’a göre 5 Nisan Kararları aksatılmadan uygulanırsa ekonomi ancak “önümüzdeki yıllarda” sağlıklı bir temele oturabilir. Bu, işçi sınıfı ve emekçilerin bugünkü sıkıntılara yıllarca katlanması anlamına geliyor.
İç talebe bağlı olarak düşen sanayi üretiminin kısa vadede hızla canlandırılması, iç piyasanın yeniden hareketlendirilmesi ise hükümet açısından sil baştan yapıp 5 Nisan Kararları’ndan vazgeçmek anlamına geliyor.

İHRACAT HESABI TUTMADI

5 Nisan Kararları’nda “ekonominin itici gücü olmak zorunda” denilen ihracatta ’94’ün ilk altı ayında beklenen atılım gerçekleşmedi. İç talepteki daralmanın dışında, dış talebin artırılması, yani ihracatın artırılması yoluyla dengeleneceği hesabı tutmadı. İç talepte yüzde 60’a varan daralmaya karşın, ihracatta ancak yüzde 4’lük bir artış sağlanabildi. Hükümet aynen özelleştirme hedeflerinde olduğu gibi ihracat hedeflerinde de hüsrana uğradı.
Güney Kore, Tayvan gibi sadece ihracata dayanarak ekonomiyi düzlüğe çıkarmasının hiç olanağı yok. Kaldı ki, ihracat, maliyetlerdeki artışlar ve pazar sorunundan dolayı cazibesini yitirmiş durumda. Gümrük Birliği’nin gerçekleşmesinden sonra ihracat azalacağı gibi ithalat daha da artacaktır.
“Türkiye’nin dış satımının üçte ikisini yaptığı OECD ülkeleri ekonomik durgunluktan henüz kurtulmuş değildir. Dış koşullar büyük bir dışsatım artışı için elverişli olmadığı gibi yerli firmaların ölçekleri, ürün kaliteleri, ürün çeşitliliği de hızlı bir artış için yeterli değildir. Dışsatımda sağlanacak en fazla yüzde 7-8 artış Türkiye ekonomisini durgunluktan çıkarmaz. ” (Öztin Akgüç, Milliyet, 4.8.94)
Her ağzını açanın “ihracata yöneldim”, “ihracatı artıralım” demesine karşılık, yılın ilk beş ayındaki ihracat artışı % 4 düzeyinde kaldı. Eldeki rakamlara ve gelişmelere bakıldığında hükümetin 1994 yılı için belirlediği 17 milyarlık ihracat hedefine varması zor görünüyor. Hükümetin haziran başından beri ihracatın artırılması için Eximbank aracılığıyla 3 trilyon TL ve 325 milyon dolarlık kredi kullandırmasına rağmen ihracatı istediği düzeyde artıramamıştır.
İhracatta beklediği gelişmeyi bulamayan hükümetin, ihracatın ithalatı karşılama oranındaki birkaç puanlık yükselmeden hareketle “ihracat gelişiyor” demesi sadece saçmalıktır. Bu yükselme ihracatın artmasından değil, daha çok üretim ve yatırımların durması sonucu ithalatın büyük oranda gerilemesinden kaynaklanıyor. ’93-94 yılı ilk altı aylık veriler karşılaştırıldığında ihracatta yüzde 4’lük bir artış olurken, ithalatta yüzde 2.5’lik bir gerileme oldu (Tablo 18).

İlk altı aylık ihracat ve ithalat (milyon/dolar) (Tablo 18)
İhracat             İthalat
Aylar        1993        1994        1993        1994
Ocak        1.274        1.312        1.793        2.154
Şubat        1.168        1.157        2.004        1.751
Mart        1.231        1.308        2.111        1.996
Nisan        1.258        1.388        2.879        1.724
Mayıs        1.338        1.186        2.525        1.045
Haziran    881        1.120        2.374        1.550
Toplam    7.150        7.471        13.686    10.220

ÖZELLEŞTİRME PANİĞİ VE DÜNYA BANKASI

Yıllardır birçok soruna “tek çözüm” gibi gösterilen özelleştirmede “elde edilecek kaynaklar altyapı yatırımlarına kanalize edilecektir” denilmesine karşın, 1986’dan beri yapılan KİT satışlarının yüzde 97’si özelleştirme giderlerine harcanmıştır. KOl’nin açıklamalarına göre ’86-94 Haziran sonuna kadar 19 trilyonluk gelir için 18.5 trilyon “ilan, reklam, danışmanlık vs,” harcaması yapılmıştır.
Harcamaların özel sektöre gittiği, satışların da “arsa değerinin altında” yapıldığı göz önüne alındığında, amacın “altyapı yatırımları için kaynak yaratmak” değil, trilyonlarca devlet malının özel sektöre karşılıksız olarak devredildiğini söylemek daha doğru olacaktır.
5 Nisan Kararları’nda bütçe açıklarını kapatmada “temel kaynaklar” arasında yer alan özelleştirme programında henüz istenilen düzeyde adım atılabilmiş değil. Anayasa Mahkemesi’nin Yetki Yasası’nı iptali ile özelleştirme askıya alınmış durumda. Eylülde meclisin açılmasıyla çıkarılacak yasa ile özelleştirmeye kalındığı yerden devam edilecek. Ancak 5 Nisan Kararları’nda özelleştirmede ön görülen 26 trilyonluk gelir hedefinin tutturulması imkânsız gibi bir şey. Bunun ekonomik iki sonucu var. Birincisi 1994 yılı bütçe açığının 189 trilyondan 103 trilyona indirilmesi hedefinin gerisinde kalmıyor. İkincisi ve hükümet açısından daha önemlisi, IMF ve Dünya Bankası’nın vereceği “yapısal uyum kredisi” tehlikeye giriyor.
Dış borç ödemede ve ithalatı karşılamada büyük ölçüde Dünya Bankası ve IMF’den alacağı referansa ve kredilere güvenen, hesaplarını bunun üzerine kuran hükümet, referans ve kredilerin suya düşme ihtimali karşısında şaşırmış ve sıkışmış durumda. IMF denetimcileri, gelişmelerle ilgili endişelerini bildirirlerken,
Dünya Bankası uzmanları “sadece bütçe harcamalarını kısarak bir yere varamazsınız. Neyi ne zaman yapacağınızı gösteren takviminizi bir an önce açıklayın” talimatını hükümete ilettiler.
Dünya Bankası’nın “Economic Program Mission Aide Memorie”de belirttiği gibi ve somut tarih istediği düzenlemelerden bazıları şunlar:
* Tarımsal destekleme ve bu kesimdeki girdi sübvansiyonlarının kaldırılması.
* Mevcut ücret sistemindeki tazminat uygulamasının kaldırılması.
* Geçici ve mevsimlik işçi uygulamasının kaldırılması.
* Kamu idaresi ve personel yönetimi konusunda bir strateji geliştirilmesi.
* Kamu yatırımlarında kullanıcıların maliyete katılımının sağlanması.
* İşten atılan işçiler için tazminat sisteminin getirilmesi.
* KİT’lerin tasfiye edilmesi.
Ekonomiden sorumlu bürokratlar, Dünya Bankası’nın istediği ayrıntılı takvim, sadece ekonomik kararlarla olamayacağı için, “siyasi karar” gerektiği görüşündeler.
Dünya Bankası’nın isteğinin üzerinden iki aya yakın süre geçmesine karşılık takvim hazırlanabilmiş değil. Ancak, görüldüğü kadarıyla kredi ve referansların alınabilmesi için takvimin hazırlanıp verilmesi de yeterli olmayacak, bunun yanında, hükümetin önümüzdeki günlerde hazırlayacağı 1995 yılı bütçe ve programının da Dünya Bankası talimatlarına uygun olması gerekiyor.
Özelleştirmeyle ilgili Olağanüstü Yetki Yasası’nın Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmesiyle 5 Nisan istikrar Paketi’nin önemli gelir kaynağının tehlikeye düşmesi IMF’yi harekete geçirdi. Niyet mektubu ve 8 Temmuz’da imzalanan Stand-By anlaşması ile IMF denetimindeki Türkiye ekonomisindeki son gelişmeleri yerinde izlemek, Ekim ve Kasım aylarındaki “ara rapor” için veri toplamak üzere IMF uzmanları ağustos başında Türkiye’ye geldiler. Uzmanlar, özelleştirmenin gerilemesiyle ortaya çıkan 2.5 milyar dolarlık açığın nasıl kapatılacağı, 22 trilyonluk tarımsal destekleme alımı ve ödemelerinin hangi kaynaklardan ve nasıl yapılacağını sorguluyorlar. 14 aylık dönemi kapsayan 742 milyon dolarlık IMF kredisinin aksamadan ödenebilmesi uzmanların hazırlayacağı “üç aylık” ara raporun olumlu olmasına bağlı.

SONUÇ
Hükümetin pembe tablolar çizmesine, TÜSİAD, TİSK gibi örgütlerin “umutluyuz” demesine karşılık, mevcut ekonomik ve siyasi veri ve gelişmeler bir bütün içinde değerlendirildiğinde, ekonominin geçici de olsa kısa vadede, istikrara kavuşabilmesi olanaklı görünmüyor.
TÜSİAD Başkanı Halis Komili’ye göre ekonomik platformda kanayan yara olan işçi ücretleri ve toplusözleşmelerin dondurulup, askıya alınması “kanamanın durdurulması açısından olumludur” ama yeterli değildir. Hükümet, 5 Nisan Kararları’na yeni yaptırımlar ekleyerek, orta ve uzun vadeli programı hazırlamalıdır.
Komili’ye göre, esas sıkıntılı dönem yeni başlıyor, işçilerin, emekçilerin “ödediği ağır faturaların boşa gitmemesi” ve ülkenin Brezilya gibi bir krizler ve paketler ülkesi haline gelmemesi için “sosyal maliyeti daha ağır olacak olan” “ikinci kısmın” “siyasi kararlılıkla” uygulamaya sokulması gerekiyor.
Komili, açıkça tekelci sermaye dışında kalan kesimlere hükümetin tüm olanaklarıyla saldırması gerektiğini söylüyor. Rahmi Koç’un, işçilerin üzerine “tanklarla, bazukalarla gidilmelidir” dediği gibi.
Sermaye ve egemen sınıfların, tamamen sistemden kaynaklanan krizi atlatabilmek için işçi sınıfı ve emekçilere azgınca saldırmaları doğaldır. Doğal olmayan, bu saldırılara işçi sınıfı ve emekçi halkın aynı boyutta karşılık verememesidir.
Ancak sınıf içinde ve toplumun diğer kesimlerindeki artan tepki ve hoşnutsuzluklara bakıldığında, özellikle ücretleri ödenmeyen, toplusözleşme yapma gibi sendikal haklan gasp edilen işçi simimin, başta Türk-İş, Hak-İş, DİSK gibi konfederasyonların yönetimlerinin bütün engellemelerine ve pasifize etme çabalarına rağmen sermaye ve faşizmin artarak devam eden saldırılarına karşı uzun süre sessiz kalmayacağı söylenebilir. Bu gücün harekete geçirilmesinde görev daha çok sınıftan yana dürüst, namuslu sendikacılara ve öncü işçilere düşmektedir. Sorumluluk onların omuzlarındadır.
İşçi sınıfı ve emekçiler, bugün, deyim yerindeyse bir dönemecin eşiğindeler. Ya sermaye ve faşizmin azgınca sürdürdüğü sömürü, baskı ve zulme karşı sessiz kalacak, faturanın tümüyle üzerlerine yıkılmasını kabullenecek, yıllar süren mücadeleler sonucu kazandıkları siyasal-sendikal hak ve özgürlüklerden vazgeçecek ya da kendilerinin neden olmadığı krizin tüm yükünü egemen sınıfların sırtına yıkarak, onlara anladıkları dilden yanıt vereceklerdir. Bu, aynı zamanda mücadelenin daha üst biçimlere doğru gelişmesinin de basamağı olacak.

Eylül 1994

Devrim ve Ulusal kurtuluş hareketi

Tarih boyunca egemen sınıflar sınıf egemenliklerini sürdürmek için baskı ve zulüm uygulamanın yanı sıra uzlaşmacı ve reformcu kanalları da açık tutmuştur. İlk sınıflı toplumlarda dahi mülk sahibi sınıfların bu politikayı uyguladığı dönemler vardır. Bugünkü toplumda ise halkı aldatma ve yöntem konusunda büyük deneyimleri olan burjuvazi, çoğu kere görüldüğü gibi, askeri yöntemlerle bastıramadığı devrimci hareketleri, uzlaşmacı ve reformcu yöntemlerle tasfiye etmeyi ve geçici de olsa, kapitalist sistemi stabilize etmeyi başarmaktadır. Son yılların deneyiminin kanıtladığı olgulardan biri de budur.
Emperyalist burjuvazinin bu reformcu taktiği, 1980’Ii yıllarda daha açık bir biçimde uygulanmaya başlanmıştır. Emperyalistlerin bu taktiği, küçük burjuva devrimci akımlar ve özellikle ulusal kurtuluş hareketleri üzerinde başarı kazanmaktadır.
“Yeni Dünya Düzeni” programı çerçevesinde uzun zamandır söz gelimi FKÖ ile geliştirilen “ilişkiler” emperyalizmin taktiğinin genel bir görünümünü vermektedir. Emperyalizm her kıtada, devrimci, halkçı örgütleri korkunç bir askeri baskı ve operasyonla kuşatma altına alırken, aynı zamanda yoğun bir ideolojik saldırı ile bu hareketleri reformize etmeye çalışmaktadır. Emperyalizmin politikasındaki bu taktik değişim, dünya kapitalizminin içinde bulunduğu yapısal kriz ve uzun dönemdeki sömürgeci planlarla doğrudan bağlantılıdır. Bu taktik, öte yandan “demokrasi ve insan hakları” temelinde yürütülen burjuva propagandaya güç kazandırmaktan, emperyalizmin niteliğinde “barışçıl” bir değişim yaşandığı iddiasına dayanak rolü oynamaktadır.
Emperyalizmin çelişkilerini ve saldırgan karakterini yok sayan revizyonist tezler bir yana, onun reformist taktikleri kullanmayacağı ve zorlandığı koşullarda çeşitli “çözümler” üretmeyeceği görüşü de doğru değildir. Uzun bir mücadele geleneğine dayanan halkların mücadelesi, emperyalistleri terörü daha yoğun kullanmaya iterken, aynı zamanda karşı devrimci reformlara da zorlamaktadır.

“YENİ DÜNYA DÜZENİ”NİN ÇÖZÜMÜ: “SİYASİ ÇÖZÜM”
Emperyalizm, geçmiş yıllarda örneği çokça görüldüğü gibi, emperyalist sistemden kopma potansiyeli taşıyan ve proleter devrimini yakınlaştıran hareketlere karşı, başka çaresi kalmadığında, reformcu bir siyaset izlemektedir. Böylece bu halkların sistemden kopuşunu engellemeye ve devrimi tasfiye etmeye çalışmıştır. Proletarya önderliğine ve sosyalist politikaya yabancı devrimci gruplar, bir dönem programlarına aldıkları devrimci hedef ve görevleri tasfiye ederek, “siyasi çözüm”ün “muhatapları” olarak iktidara ve hükümete ortak oldular. Hükümette ve parlamentoda yer almak, “kendi” ordu ve polis teşkilatına sahip olmak hatta Uruguay’da olduğu gibi “radyo, gazete ve yayınevi kurabilmek” “siyasi çözüm”ün temel taşlan olarak görülmüştür. Bu “popüler” çözümde eksik olan şey, işçi ve emekçilerin kendi bağımsız sınıf çıkarlarıyla aydınlanmış olarak devlet iktidarını ele geçirmeleri ve üretim araçlarının toplumsallaştırılmasıdır.
Gelişim seyri geriye döndürülmediği sürece, Ortadoğu’da büyük değişiklik ve sarsıntılara neden olacağı açık olan Kürt mücadelesi de bugün bir “siyasi çözüm” handikabı ile karşı karşıyadır. Uluslararası alanda “diplomasi” atağına ağırlık veren PKK, “siyasi çözüm” olarak tanımlanan kimi reformların dahi gerisine savrulma belirtileri göstermektedir. PKK’nın Kürt işçi ve emekçi sınıfların hareketine karşı izlediği politikanın evrimi bugünkü burjuva reformcu politik platformun egemen hale gelmesine yol açmıştır. Kürt hareketi için bugün ve gelecek açısından hayati bir önem taşıyan bu tehlikeli politik platformun gerçek içeriğini tanımak ve devrim ve reform sorununda devrimci tutumu ortaya koymak zorunlu.
“Siyasi çözüm” adı altında benzer “çözümler” aslında on yıllardır Latin Amerika’nın bazı yerlerinde uygulanıyor ve sonuçları da görülüyor. 70’li yılların güçlü örgütlerinden Tupamaro’lar, 1985’te Uruguay’da yasal bir örgüt haline geldi ve devrim tasfiye edildi. Tupamaro önderleri kendileriyle yapılan kimi röportajlarda sorulan “silahlı savaşımdan yasal mücadeleye nasıl geçtiniz?” sorularına “bugün kendimize ait bir radyomuz, gazetelerimiz ve yayınevlerimiz var” biçiminde yanıt vermişlerdir. İşçi ve emekçi sınıfların ve devrimin taleplerinin inkâr edilmesi ve halktan kopuşu işte budur. Devrimin taleplerinin böylesine sınırlandırılması ve temel sorunlardan uzaklaşma sadece Tupamaro’lara özgü bir durum da değil, Latin Amerika’daki diğer küçük burjuva karakterli örgütler için de adeta kaçınılmaz bir son görünümündedir.
Nikaragua’da coşkun ve derin bir inisiyatife dayanarak kurulan halk iktidarı, 1989’da sandık başında emperyalizme devredildi, iktidar ele geçirilmesine rağmen küçük burjuva devrimciliğinin emperyalizm karşısındaki sınırlı ilericiliği parlamenter demokrasiyle sınırlıydı. Demek ki; kapitalist düzenin bizzat kendisine karşı değil ama biçimlerine karşı olunduğu zaman iktidar devrimle kazanılmış dahi olsa sermayenin ve burjuvazinin egemenliği yeniden kurulmaktadır.
Salvador’da verilen devrimci mücadele de tasfiye olmaktan ve parlamentonun eklentisi olmaktan kurtulamadı. FMLN halkın taleplerini karşılayamadığı için parlamento seçimlerinden de ağır bir darbe aldı. Büyük burjuvazi seçimleri kazanırken halk üzerindeki baskı ve sömürü de katmerlendi. Aradan geçen kısa zamana rağmen Salvador burjuvazisinin baskı ve sömürüsü yüzünden özellikle kırlık bölgelerde “yeniden silahlı mücadele!” düşüncesi büyümektedir.
Bir dönemin devrimci odağı ve devrimci hareketlerin esin kaynağı FKÖ de aynı yolu izlemiştir. FKÖ lideri Arafat “resmi” başkan olmuş, Filistin halkının topraklarında “özerk” bir bölge, halkın “kendi” polisi ve idarecileri oluşturulmuştur. ABD’de “Beyaz Saray”da yapılan anlaşmada halkın gerçek talep ve ihtiyaçlarından söz edilmemiş, ABD eski bakanlarından J. Baker’a göre “İsrail -ya da emperyalizm- bu anlaşmayla FKÖ’nün Filistin halkının temsilcisi olduğunu kabul etmek dışında hiçbir tavizde bulunmamıştır.” FKÖ onurlu geçmişini ayaklar altına alırken, halkın tepki ve hoşnutsuzluğunu dinci-gerici akımlar istismar etmiştir.
Benzer bir gelişme de Güney Afrika’da yaşandı. Silahlı mücadeleye son veren ANC, seçimleri kazandı. Nelson Mandela ise G. Afrika devlet başkanı oldu. Böylece ANC devrimci-demokratik bir hareket olarak başladığı mücadeleyi parlamento batağına soktu. Oysa ANC mücadeleye başladığı dönemde programında şunlar yazılıydı: “Ulusal zenginlik halka devredilecek, sanayi, tarım, ticaret alanındaki tekeller devletleştirilecek, tüm topraklar köylülere dağıtılacaktır.” Bugün bu görevleri unutan ANC kendisine “ülkenin toplumsal, politik, kültürel sorunlarına çözüm üretme” görevini belirlemiştir. Devrimin ve emekçi halkın talep ve ihtiyaçlarının unutulduğu görülüyor.
ANC örneği, değişik çevrelerde bu çevrelerin politik çıkarları tarafından belirlenen yorumlara yol açmıştır. Ö. Halk dergisinde ANC ile ilgili yapılan değerlendirmenin sonuç bölümünde şunlar yazılı:
“ANC bir yol ayrımına gebe: Ya mevcut koşulları iyi değerlendirip bir halk iktidarına yönelir ya da bir işbirlikçi kliği bağrından çıkararak sömürgeci-sömürge ilişkisinde bir gömlek değişikliğine gider.” (Haziran ’94)
Bu sözler ANC’nin bugünkü durumunu “mazur” göstermekten öte olumlu bulan bir içerik taşımaktadır. “Yol ayrımı” kavramını tartışmak gerekli değil. Ö. Halk, ANC’nin emperyalizmin ve burjuvazinin bir öğesi haline geldiğini kabul etmemekte, ANC’nin başında bulunduğu parlamentodan “halk iktidarı” çıkabileceğini iddia etmektedir. Gerçi, bu derginin burjuva parlamentolarını ve meclislerini “halkların iradesinin ürünü” kurumlar olarak değerlendirdiği bilindiği için “şaşırtıcı” olmamalıdır.
ANC, seçimleri kazanmadan önceki dönemde emperyalizmin “güvenini” kazanmıştı. 1993 Aralık ayında Johannesburg’da yayınlanan haftalık “Mail And Guardian” gazetesinde, ülkenin en önde gelen 100 işadamının içinde yapılan bir araştırmanın sonuçlarına göre, işadamlarının % 68’i Mandela’nın başkanlığını desteklemişti. Mandela bu “desteği” kazanmak uğruna Avrupa ve Amerika’ya geziler düzenlemiş, “kamulaştırmalara karşı olduklarını” özellikle belirtmiş, Türk işadamları da dâhil olmak üzere Avrupalı işadamlarına “G. Afrika’ya yatırım yapın” mesajını vermiştir.
ANC bugün bulunduğu aşamada “taktik bir tutum” izlemediğini kendisi belirtmesine rağmen Ö. Halk dergisi, tersini iddia ediyor. Ulusal özgürlük sorununun emperyalizmden kurtuluş sorunu olarak ele alınmadığı görülüyor. Yılların çürümüş burjuva-revizyonist devletlerini “sosyalist” niteleyenlerin, reformizme “yeni” kaymış bulunan eski devrimci güçleri böyle değerlendirmesi, küçük burjuva devrimciliğinin sınırlı ve güdük ilericiliğini ve her an reformizme evrim geçirebileceğini tanıtlar.
Devrimci proletarya hareketinin gerilediği bir dönemde, devrimci küçük burjuva partiler, burjuvazinin askeri ve ideolojik saldırılarından etkilenerek, yılgınlığa ve umutsuzluğa sürüklenmiştir. Bundan dolayı başlangıçta devrimci bir program ve strateji oluşturarak mücadeleye atılan bu hareketler toplumsal-politik süreç içerisinde reformizme çark etmiş, zaten sınırlı olan halkçı programlarından dahi vazgeçmişlerdir. Bunun sonucu olarak, bu partiler geniş emekçi yığınlardan koparak kendi toplumsal tabanını tahrip etme yoluna girmiştir. Kitleler ise burjuvazi yararına aldatılmış ve düzene karşı var olan tepkiler parlamentonun kanallarında eritilmiştir. Fakat kaçınılmaz olarak, yeni toplumsal yapının denediği her yerde yığınların, ekonomik, politik, kültürel ihtiyaçlarına yanıt verilememiş ve “yeniden silaha sarılan” çevrelerce de görüldüğü için bu güçler eklektik nitelik taşıyan bazı “eleştiriler” yapmaktadır. Bu tür “eleştiriler” esas olarak, emekçi yığınlarda bu “çözüme” karşı gelişen umutsuzluğu ve kuşkuyu bastırmak için yapılmaktadır. Ve bu durum devrimci hiçbir anlam ifade etmemektedir.
Emperyalizmin, devrimci hareketleri reformize ederek boğma politikası “kimliğin tanınması”, “insan hakları”, “özerklik-federasyon” gibi sloganlar etrafında yürütülmektedir. Emperyalizm, ezilen ulusların ulusal dilinin, kültürünün gelişeceği koşulların oluşmasına ve hatta özerk-federatif rejimlerin kurulmasına tahammül edebilmektedir. Burjuvazinin ve emperyalizmin devlet iktidarına ve mülkiyetine karşı olmayan hareketler bu “çözüme” razı olmakta ve emperyalizme karşı mücadeleyi tasfiye etmektedir. Sözgelimi anti-emperyalizmin bir dönem simgesi olan Filistin topraklarında çözüm “özerk bölge”ye kadar gerilemiştir. Emperyalizmin ekonomik-politik hâkimiyeti yeni bir biçim altında devam etmektedir.
PKK, emperyalizmin devrimci hareketlere dayattığı platformu aşamamakta, bazı idari-yasal düzenlemelerle ulusal özgürlük sorununun çözüme kavuşacağını savunmaktadır. PKK’nın bu “ulusun birliği”, “federatif çözüm” sloganlarıyla yenilenen ideolojik-politik çizgisinin reformist özü, sistemici bir çözümün temel alındığını gösteren birçok olgu tarafından doğrulanmaktadır. Son olarak 12-13 Mart ’94’te Belçika’nın Brüksel kentinde gerçekleştirilen “Uluslararası Kuzey Kurdistan Konferansına Öcalan’ın sunduğu çözüm önerisi, PKK’nın ulusal sorunu genel devrim sorunundan ayırdığını, böylece ulusal sorunu bir anayasa sorununa indirgediğini göstermektedir. Bu öneri, olağanüstü halin, koruculuk sisteminin, kontrgerillanın dağıtılması, anayasada Kürtlerin varlığının kabul edilmesi, af ilan edilmesi, söz, basın ve örgütlenme özgürlüğünün güvence altına alınması, Kürt politik partilerine yasal siyaset yürütme hakkının tanınması, ekonomi ve ticaretin canlandırılması vs. gibi sömürücü sistem sınırlarını aşamayan talepleri içermektedir. Söz konusu taleplerin “demokratik anayasa” dâhilinde gerçekleşeceği ve devrimci bir değişikliği ifade etmediği herkes tarafından görülebilecek bir durumdur. Bu “önerinin” taktik bir siyasetin ürünü olmadığı ve “stratejik bir program” olarak öngörüldüğü bizzat Öcalan tarafından özellikle vurgulanmıştır.
Oysa ulusal sorunun özü dün olduğu gibi bugün de, bağımlı milliyetlerin ya da sömürgelerin halk yığınlarının emperyalist sömürüye karşı savaşımıdır, sömürge ve ezilen halkların egemen ulus baskı ve sömürüsüne karşı mücadelesidir. Kürt ulusal sorunu da aynı öze, Kürt işçi ve yoksul köylülüğünün emperyalizme, Türk ve Kürt burjuvazisine karşı mücadelesi anlamını taşımaktadır. Öcalan’ın önerdiği türden “çözümlerin emperyalizminin egemenliği altında belirlendiği ve onunla zıtlık teşkil etmediği açıktır. Kürt halkının çıkarlarına uygun bir çözüm tutarlı bir antiemperyalist niteliğe sahip olmalıdır. Çünkü “emperyalizmin egemenliği altında, demokrasinin bütün talepleri, bir dizi devrim olmadan, bunları siyasi olarak gerçekleştirmek zordur veya tamamen imkânsızdır.” (Stalin)
PKK’nın “siyasi çözüm” kavramı altında netleştirdiği politik çizgisi burjuva sömürü sisteminde özde bir değişikliği içermeyen, asıl olarak Kürt burjuvazisinin Türk burjuvazisi ve emperyalizmle yeni bir ittifakına yol açacak bir niteliğe sahiptir.

KÜRT MİLLİYETÇİLİĞİNİN ÇIKMAZI VE SINIF MÜCADELESİ ÇİZGİSİ İZLEMENİN ZORUNLULUĞU
Ortadoğu, sınıf mücadelesi, çatışan ve çakışan çıkarlar açısından karmaşık olay ve ilişkilerin yaşandığı bir bölgedir. Bölgedeki petrol rezervleri her zaman emperyalistlerin iştahlarını kabartmış, özellikle “SB”nin yıkılmasından sonra bir belirsizlik ve istikrarsızlık ortamına girilmiş ve emperyalist pazar kavgası şiddetlenmiştir. Bölgedeki emperyalist plan ve çıkarlar açısından temel bileşenlerden biri olma özelliği taşıyan Kürt ulusal hareketi açısından ise durum daha karmaşıktır.
Kürt sorunu, Türkiye, İran, Irak ve Suriye’yi içine alan ve Ortadoğu çapında geniş bir etkiye sahip olan bir nitelik taşımaktadır. Emperyalizm ve karşıdevrim cephesi bu durumu bilmekte ve özellikle Irak Kürdistanı’nda olduğu gibi Kürt hareketlerini düzen sınırlan içinde tutmakta ve onu kullanmakta büyük deneyimlere sahiptir.
Kürdistan’ın çeşitli parçalarında ortaya çıkan hareketler özgün farklılıklar ve gelişme özellikleri taşımalarına rağmen, özünde burjuva-milliyetçi bir politik platforma sahipti. Kimilerinin küçümsenmeyecek başarılı devrimci bir geçmişi vardır. Irak KDP’si bu milliyetçi çizginin ve reformculuğun trajedisini ve çıkmazını en net biçimde ortaya koyan örgüttür. KDP ve sonradan kurulan YNK, neredeyse yarım yüzyıldır Irak gericiliğine karşı “silahlı mücadele” sürdürmüştür. KDP, “silahlı mücadele” konusunda PKK’dan daha uzun ve hatta kısmi “basanlarda” rol oynayan bir geçmişe sahiptir. KDP çizgisi ve geleneği, Kürdistan’da reformizmin ve işbirlikçiliğin en “saf” ifadesidir ve bunu incelemekte büyük bir yarar vardır.
Güney Kürdistan’da halkın mücadelesi köklü bir geçmişe sahiptir. Kürt halkı 1. Dünya Savaşıyla birlikte Osmanlı egemenliğine ve İngiliz işgaline karşı ulusal isyanlara girişti. Bu isyanlar başarısızlık ve yenilgiyle sonuçlandı.
1943 yılında Melle Mustafa Barzani, Barzan bölgesine gelerek aşiret peşmergeleriyle birlikte Irak rejimine karşı silahlı eylemlere başladı. Arap rejiminin katliamları halkta büyük bir mücadele isteği doğurmuştu.
Bu dönemde Güney’de pazar ilişkileri zayıftır ya da neredeyse yoktur, halkın isyanlarına aşiretler ve büyük topraklara sahip aileler önderlik etmektedir. Mücadele veren irili-ufaklı örgütler, Irak rejiminin saldırılarına karşı daha derli toplu olmak isteğiyle (Mahabat deneyiminin) bu isteği pekiştirmesiyle de birleşerek KDP’yi kurdu.
1947’de Mahabat Kürt Cumhuriyeti’nin yıkılmasıyla birlikte M. Mustafa Barzani yüzlerce peşmergesiyle birlikte Irak’tan kaçıp sosyalist SB’ye sığındı. Burada bir yılı aşkın bir süre kalan Barzani, 1958 Abdulkerim Kasım darbesinden sonra Irak’a döndü. Bu dönemde Irak’ta görece bir “özgürlük” ortamı oluşmuştu ve “Kürtlerin Irak devlet bütünlüğü içinde hakları tanınmıştır” şeklinde resmi açıklamalar yapılmıştı. Bu durumu olumlu niteleyen KDP, 9 Ocak 1960’da resmen kuruluş için Bağdat makamlarına başvurdu.
Irak rejimi kanlı saldırılarına 1961’de yeniden başladı. Böylece Irak rejiminin önceki tutumunun “taktik” bir tutum olduğu görüldü. KDP de rejime karşı silahlı eylemlerini yeniden başlattı.
Mart 1961’deki parti kongresinde “iç savaşa hemen başlanması gerektiğini” savunan C. Talabani ve çevresi, ayrı bir kanat oluşturdu. 1964’te Irak rejimi ile KDP arasında gerçekleşen antlaşma, Talabani ve KDP ilişkilerinin gerginleşmesine ve silahlı çatışmaların ortaya çıkmasına neden oldu.
11 Mart 1970’te KDP ile Irak rejimi arasında “Özerklik Anlaşması” imzalandı. “Toprak reformu”, “Kürtçenin resmi dil olarak kabulü”, “Kürdistan’daki devlet güçlerinin Kürtlerden seçilmesi” gibi reformların lafının edildiği anlaşmada, 1974’te Irak rejimi tarafından tek yanlı olarak bozuldu.
Irak gerici rejiminin saldırılarıyla eş zamanlı olarak ABD, KDP ile ilişkilerini zayıflattı. Bu olay KDP’nin neredeyse tasfiye olmasına yol açtı. KDP “teslimiyet” kararı aldı, Barzani ve ailesi bir kez daha ülke dışına İran’a kaçtı, binlerce KDP’li peşmerge Irak rejimine teslim oldu. Emperyalizmin yardımları ve desteği ile “mücadele” yürüten KDP emperyalizmin saldırısıyla yok olmuştu. Bu olay emperyalistlerle geliştirilen ilişkilerin mücadele açısından ne kadar tehlikeli olduğunu gösteriyordu.
Talabani, Kasım 1977’de Irak rejimine çağrı yaparak, “Özerklik Anlaşmasını uygularsa silahlı mücadelenin sona erdirileceği” çağrısını yaptı.
1979’da İran Devrimi’nden sonra İran, Bağdat’a karşı KDP’yi desteklemiştir. Bu bölge gerici devletlerin gerici çıkarları uğruna her zaman uyguladığı bir manevra idi. Burjuva gericiliği ve emperyalizmle bağlarını hiçbir zaman koparmayan Barzani tekrar ülkedeki direnişe katıldı.
1983’te KDP önderliğinde Kürt örgütlerinden PASOK, PKI, PSKI’nın yer aldığı CUD cephesi kuruldu. Aynı yıl, Güneyli Kürt örgütlerin hepsi birbiriyle çatışmalara girdi. Yine aynı yıl KDP ve PKK arasında ilk protokol imzalandı. Bir süre sonra KDP, Türk güvenlik güçlerinin sınır ötesi operasyonlarını gerekçe göstererek anlaşmayı tek taraflı olarak bozdu.
1988 yılında İran-Irak savaşı sona erdi ve Irak gericiliği Kürdistan’a saldırıya geçti. Yüz-binlerce Kürt emekçisi katledildi, 4500 köy yakıldı. Halepçe Katliamı, kimyasal silahlarla, tüm dünyanın gözleri önünde yapıldı.
Körfez Savaşı sonrasında ABD’nin planlanlarına bağlı olarak, Kürdistani Cephe öncülüğünde “Federe Devlet” kuruldu. “Federe devlet”in ilk görevi PKK şahsında Kürt halkının mücadelesine saldırmak oldu. Kürdistani Cephe ve PKK arasındaki çatışmalar bir süre sonra durdu ve “protokol” imzalandı.
KDP-YNK ve bugün de “Federe Devlet”in temsil ettiği işbirlikçi-reformcu siyasi çizgi, pazar ilişkilerinin zayıf olduğu, feodal-yarı feodal ilişkilerin ekonomiye ve kültüre damgasını vurduğu ve bu yüzden de burjuva-feodal önderliğin politik etkisinin geniş olduğu nesnel-toplumsal koşulların ürünüdür. Ekonomi ve üretim halkın ihtiyaçlarına yanıt verememekte, bölgedeki petrol kaynakları emperyalizmin tekelleri tarafından kullanılmaktadır. Ekonomik ve kültürel gerilik, KDP’nin bütünüyle emperyalizme ve bölge gericiliklerine muhtaç kalmasını sağlamaktadır. Kimi zaman PKK’nin uyguladığı “ambargo” açlık ve ölümlere yol açabilmektedir.
Kürdistan’ın her parçasındaki örgütler ve PKK, geçmişten bugüne Kürt işçi sınıfının ve emekçilerinin bağımsız sınıf örgütlenmesi isteği ve ihtiyacının üzerini, “ulusun birliği'” propagandasıyla örtmeye çalışmıştır. Aynı ve bir milliyetçi dünya görüşünün sonucu olan bü durum pratikte çeşitli bölgelerde farklı biçimlerde gerçekleşmektedir. Örneğin; KDP’nin Türkiye kolunun önderleri bağımsız devrimci bir sınıf çizgisi izlemedikleri halde ve ‘”sol” kanat önderleri denilen Hemze Abdullah ve Nejat Eziz, bizzat Barzani’nin kararıyla imha edilmişlerdir. Türkiye’de ise PKK, komünistlerin, işçi sınıfı ve yoksul köylülüğü devrimci temelde eğitme ve örgütleme çalışmasına engel olmaktadır.
“Ulusun Birliği”, “Yurtsever İşadamları Birliği” sloganları ile ortaya konulan PKK çizgisi sınıf çelişkilerinin üzerini örtmekte ve sınıf mücadelesini reddetmektedir. Kürdistan’da kapitalist ilişkilerin geliştiği, toplumun işçi sınıfı ve yoksul köylülük bir yanda, burjuvazi ve toprak ağaları bir yanda düşman kamplara ayrıldığı ve bir diğer yanda da ulusun patronları ve işçilerinin “birbirini anlamadığı” koşullarda, ulusun birliğinden söz etmek, sadece ulusun egemen sınıflarına hizmet edildiğini göstermektedir.
Emperyalistlerle geliştirilen ilişkilerin bir niteliği ve bedeli vardır. KDP’nin birkaç on yıl önce, emperyalizmle geliştirdiği ilişkiler “bugün” onun emperyalizme dayanak ve araç rolü olmasında ortaya koymaktadır. Kürt halkının haklı davasının böylesine ilerlediği bir dönemde emperyalist devletler, kurumlar nezdinde “ciddiye alınma” birincil bir kaygı olamaz.
Ulusal kurtuluş sorununu, emperyalizme karşı işçi ve emekçi yığınların “birliği” ve mücadelesi temelinde ele almamak, mücadeleyi eninde sonunda teslimiyet ve yenilgiye götürmektedir. Mücadele sürecinde ne kadar kan dökülürse dökülsün ve ne kadar insan savaştırılırsa savaştırılsın, bu durum değişmez.
PKK çizgisinin bir devamı olan son dönemdeki “diplomasi”, çeşitli ülkelerde yaşanan kötü diplomasiyi hatırlatmaktadır. Bu çalışma “Kürt sorununu uluslararası platforma taşıma” amacıyla başlatıldı ve bu açıdan başarı da kazandı. Fakat bu “başarı” halkın ve devrimin yararına değil, sistem içi reformcu çözümün gerçekleşmesi için “batılı demokratik güçlerin” sorunun tarafı olarak, Türk devletine baskıda bulunmalarına hizmet etmiştir.
Şu anda askeri operasyonlarla Kürt halkına karşı imha seferi düzenleyen diktatörlük, halkı aldatmak ve beklenti yaratmak için her malzemeyi kullanmaktadır. Demirel’in “Anayasal vatandaşlık”, Çiller’in “Kürtçe TV ve radyo” açıklamaları bunun göstergesidir. Türk üniversiteleri resmi-şoven politikayı “bilimsel tez” ile desteklemektedir. Profesör Doğu Ergil’in hazırladığı “alt kimlik-üst kimlik-etnik kimlik” teorisi bunlardan birisidir. Sermayenin bazı klikleri, sözgelimi TÜSİAD, savaşın yarattığı ekonomik çöküntünün ortadan kaldırılması için “siyasi çözüm”ü savunmaktadır. PKK ise tüm bu manevraları aslında olumlu bulmakta, fakat şu andaki “siyasi çözüm”lerin PKK’yı dıştalamasından dolayı biraz mesafeli durmaya çalışmaktadır. PKK, emperyalizmin ve Türkiye gericiliğinin “siyasi çözümü” karşısında kendi pratik hedeflerini de daraltmakta ve “kabul edilebilir” bir “siyasi çözüme” gerilemektedir.
KDP ve YNK ile aynı ideoloji ve politikayı paylaşan PKK’nin, zaman zaman bu örgütlere yaptığı sözde eleştiriler, her zaman güncel ve pragmatik çıkarlar üzerinden belirlenmiştir. Kimi dönem “hain-caşh”, kimi dönem ise “Kürt halkına büyük emeği geçmiştir” sözleriyle yapılan değerlendirmeler, bu tavrın ideolojik-sınıfsal bir tutuma dayanmadığını göstermektedir. PKK ile Kürdistani Cephe arasındaki silahlı çatışmalar da, bu durumu değiştirmemektedir. Bu çatışmalar ilk dönem “bağımsızlıkçı çizgiyle işbirlikçiliğin savaşımı” olarak değerlendirildiyse de sonradan ve esas olarak “bıra-kuji-kardeş kavgası” olarak nitelenmiştir. KDP’yi “kardeş” olarak gören bir politikanın kendisini ondan ayırmadığı ve aynı ve bir hareket olarak gördüğü kesindir. PKK-PSK protokolünü Talabani’yi yanına alarak açıklayan Öcalan, Oral Çahşlar’la yaptığı röportajda şunları söylemiştir;
“Biz gizli durumu resmileştirmeye çalıştık. Dikkat edilirse birçok görüşün arasında fazla fark yok. Ulusal sorun, Kürdistan statüsü, hedefleri hatta mücadelesi üzerine. Bu var olan birlikteliği protokolle meşrulaştırdık. Diğer birçok örgüte de aynı şeyi söyledim. Sizin görüşlerinizin önemli bir kısmına ben katılıyorum ve belgeye dökün ben imzalarım dedim… Yani yapay bir ayrılığı giderdik.”
PSK gibi, Türk egemen sınıflarıyla işbirliğini temel alan; KDP gibi, ABD’nin Kürt ulusal hareketi içindeki uzantısı ve ajanı olan bir ideoloji ve politikayla “ulusal sorun, Kürdistan statüsü, hedefleri, hatta mücadelesi üzerine” bir ve aynı görüşte olduklarını, ifade etmektedir.
Bu noktada, PKK’nın silahı bırakmamış olması ve çeşitli alanlarda “devrimci eylemler” gerçekleştirmesi yanıltıcı olmamalıdır. Zaman zaman yapılan “Gerilla barışın teminatıdır” gibi açıklamalar da önem taşımamaktadır. G. Kürdistan’da ve Filistin’de de ordu ve polis teşkilatında Kürtler ve Filistinliler yer almaktadır. Bu durum “barışı” güvence altına almadığı gibi “halk iktidarının” varlığına gerekçe olamaz. Bu durum sadece bu ülkelerde eski düzenin ve egemen sınıfların farklı biçimler altında halkı ezdiğini ve sömürdüğünü göstermektedir. Ayrıca salt “devrimci eylemler” ve “silahlı mücadele” ile devrimci olunamaz. Stalin bu konuda şunları söyler:
“Şu ya da bu partinin devrimci ya da reformcu karakterinin belirlenmesinde tayin edici olan tek başına devrimci eylemler değil ama parti tarafından girişilen ve yararlanılan bu eylemin siyasal hedefleri ve görevleridir. Birinci Duma’nın dağıtılmasından sonra Rus Menşevikler bilindiği gibi 1906 yılında genel grev hatta “silahlı ayaklanma” örgütlemeyi öneriyorlardı. Ama bu onların Menşevik kalmalarına hiç de engel olmadı. Çünkü bütün bunları o zaman niçin öneriyorlardı? Elbette çarlığı paramparça etmek ve devrimin tam zaferini örgütlemek için değil. Ama reformlar koparmak, anayasayı genişletmek, “iyileştirilmiş” bir Duma toplamak amacıyla Çarlık hükümeti üzerinde bir baskıda bulunmak için. İktidar egemen sınıfın elinde kalırken, eski düzenin reformdan geçirilmesi için ‘devrimci eylemler’; bu anayasal yoldur. Eski düzeni yıkmak için, egemen sınıfı devirmek için ‘devrimci eylemler’- bu başka bir şeydir- devrimci yoldur… Burada temel bir fark vardır.”
Bugün PKK’nın gerçekleştirdiği silahlı saldırı, kitle gösterileri parlamenter-diplomatik vs. mücadele biçimleri, ulusal özgürlük ve devrim hedefine bağlanmamıştır. Bu tür mücadele biçimleri, diktatörlüğe darbe vurmakta ve objektif olarak bir rol oynamaktadır. Fakat bütün ülkelerin ulusal ve sosyal mücadelelerinin tarihi de göstermektedir ki, burjuva iktidarının varlığı koşullarında devrimi hedeflemeyen taktik plan ve politikalar kaçınılmaz olarak, bu iktidarın sağlamlaşmasının aracına dönüşür.
Ulusal hareketleri devrimci ve reformcu olarak ayıran Marksistler şu tutumu benimser:
“Sömürge ülkelerin burjuva kurtuluş hareketlerini, ancak bu hareketler gerçekten devrimci oldukları takdirde, bu hareketlerin temsilcileri, o ülkelerdeki köylülüğü ve geniş sömürülen yığınları devrimci bir ruhla eğitmemize ve örgütlememize engel olmadıkları takdirde desteklemeliyiz.” (LENİN)

Eylül 1994

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑