Burjuva politikada çözümsüzlük ve arayışlar

Burjuvazinin politik krizi derinleşiyor. Ve egemen sınıflar bir hükümet sorununa indirgenen bu sorunun çözümünü alternatif hükümet senaryolarında arıyorlar. Yılın başından beri, askeri ya da sivil darbeden, içinde MHP’nin de olduğu koalisyon formüllerine kadar bir dizi formül ortalıkta dolaşıyor ve bu seçeneklerin dönem dönem bazılarının öne çıkarılması, hatta giderek seçeneklere başka formüllerin eklenmesi aczin boyutları hakkında yeterince fikir veriyor.

İŞLEVİNİ YİTİREN SHP VE YENİ FORMÜLLER
İktidar ortağı SHP’nin bir parti içi bölünmeye de yol açmak üzere içine düştüğü bunalım, koalisyon hükümetinin çok yakın zamanda dağılacağının işaretleri arasında yer alıyor. SHP’nin kendisine biçilen rol gereği, işçi ve emekçi kitlelerin artan muhalefetini dizginleme, sistem içine kanalize etme, yatıştırma işlevini artık yerine getiremez hale gelişi bu iki partinin beraberliğini de anlamsızlaştırdı. Koalisyon protokolünde bulunan “demokratik kırıntıların”, vaat edildiği gibi hayata geçirilmemesi SHP’nin oy tabanım önemli ölçüde kaydırdı ve bu partinin oylan son yerel seçimlerde yüzde elli oranında kayba uğradı. Emekçilerin daha fazla yoksullaşmasına neden olan 5 Nisan ekonomik kararlarının altında SHP’nin de imzasının olması bardağı taşıran son damlaydı. SHP, kitleler nezdinde itibarını kaybetti, meşruiyeti kalmadı.
Şimdi artık, hükümetin dağılması için bir takvim bile belirlendi.
Ama DYP-SHP koalisyonunun gözden çıkarılmasının nedenlerini sadece SHP’nin dalgakıran rolünü yeterince iyi oynayamamasıyla açıklamak doğru olmayacaktır. Kaygının asi nedenini hükümetin şimdiye dek yaptıkları ya da yapamadıklarından çok, koalisyonun, yakın vadede yapılmak istenenlere yanıt verip veremeyeceğinde, bunun için en uygun seçenek olup olmamasında aramak gerekmektedir.
Burjuvazinin çeşitli kesimleri hükümetten duydukları hoşnutsuzlukları şimdiye dek birçok kez ifade ettiler. Örneğin özelleştirmelerin bir türlü istenildiği hızda gerçekleştirilememesi, Kürt sorununun daha önce öngörülen vadede çözülememesi bu hoşnutsuzlukların nedenleri arasında baş sırada yer alıyor. TÜSİAD’ın ve TOBB’un çeşitli toplantılarında gündeme gelen eleştirilerin, Tansu Çillerle burjuvazinin örgütleri arasında bir gerginliğe yol açmış olması da rastlantı değil. Çünkü bu kesimler, daha önce “duvara dayandık” sözleriyle ifade edilen ekonomik ve politik kriz öğelerinin koalisyonun tam bir mutabakat hükümeti gibi davranamaması yüzünden çoğaldığı inancındalar.
Gerçekten de SHP, emperyalistlere ve uluslararası finans çevrelerine ne kadar sadık bir uşak olduğunu hükümet ortaklığı boyunca defalarca kanıtladı ama özelleştirmelerin kendisine değil de, kanun hükmünde kararnamelerle yapılmasına karşı çıkarak Anayasa Mahkemesi’nden PTT’nin T’sinin özelleştirilemeyeceği kararını çıkaran bazı milletvekillerinin hız kesici fonksiyon görmeleri, duvara dayanan egemen sınıfların sabırsızlığını artırdı. Tabii, Türkiye’nin kredi notunu durmadan ‘indirip çıkaran emperyalistlerin de. Bu durum koalisyondaki çatlakları artırmakla kalmadı, özelleştirmenin mevcut hukuki prosedüre uygun yapılmasını denetleyen Anayasa Mahkemesi ile hükümet arasında bir gerginliğe yol açtı. Burjuvazinin çeşidi kurum ve kuruluşları, partiler ve “işadamları” örgütleri arasında bir türlü mutabakat sağlanamadı. Herkes cevval bir özelleştirme taraftarıydı ama yöntem konusunda çıkan pürüzler ya da çeşitli partilerin kendi aralarındaki iktidar mücadelesi yüzünden çıkan sorunlar, uygulamanın bir çırpıda yapılmasını engellemekteydi. Örneğin ANAP, asla özelleştirme karşıtı bir parti değildi, fakat bu işin, kendisi dışında yapılamayacağını iddia ediyordu. Emperyalistlerin en sadık uşağı ANAP’tı, özelleştirmeyi en iyi o yapardı!
Özelleştirme, ANAP gibi diğer bütün partilerin elindeki en önemli koz haline geldi. Çıkarılan engellerin özünde teknik gerekçeler yatıyordu ama duvara dayananlar için, şimdi, teknik ve yöntem sorunları neredeyse her şey haline gelmişti.

MİLLİ MUTABAKAT VE SİVİL DARBE TARTIŞMALARI
Diğer yandan işçi ve emekçiler, özelleştirme ve bunun sonucunda gündeme gelen kitlesel işten çıkarmalar ve sendikasızlaştırmalar karşısında öyle pek de sessiz kalmayacaklarını gösterdiler. Üstelik süreç, bu kitleleri radikalleştirmekte, gerçekten düzen dışı alternatiflere ya da düzen dışıymış gibi görünen, örneğin Refah Partisi gibi sistem içi seçeneklere doğru yöneltmekteydi. Muhalefetin uçlara doğru çekilmesi, giderek politik bir nitelik kazanması burjuvaziyi ürküten en önemli nedenler arasında yer alıyordu.
Tam da bu yüzden; işçi ve emekçilerin muhalefetini bastırma ve burjuva kamplar arasında mutabakat sağlama işlevini görmek üzere darbe tartışmaları birkaç ay önce gündeme getirildi. En büyük tekellerden birinin sözcüsü olan Rahmi Koç, özelleştirmelere karşı gelişecek direnişlerin şiddetle ezilmesi telkininde bulundu. Daha sonra da Sabancı ve Koç tekellerinin temsilcileri, Demirel’le görüşerek ekonomik gerekçeli bir olağanüstü halin yürürlüğe sokulmasını talep ettiler. Anayasanın 119. maddesinde ekonomik nedenlerle olağanüstü hal uygulanabileceği hükme bağlanmıştı ve şimdi tam sırasıydı! Talep, 5 Nisan paketinin açılmasından bir hafta sonra gündeme getirilmiş, böylece, politik literatüre ilk kez ekonomik nedenli sıkıyönetim ya da olağanüstü hal kavranıları girmişti.
Hiç kuşkusuz, ekonomik gerekçeler ileri sürülerek istenen bu düzenlemeler aslında politikti ve alınacak sonuç işçi ve emekçi kitlelerin direnişlerinin şiddet kullanılarak bastırılması hesabıyla tasarlanmıştı.
Demirel bu talebi “gerek yok” diyerek reddedince darbe ya da olağanüstü hal tartışmaları yavaş yavaş söndü ama bu talep burjuvazinin eğilimini çok açık biçimde ortaya çıkardı. Burjuvazi, muhalefetin yatıştığı, pürüzlerin giderildiği, burjuva kampların birbirine kenetlendiği, böylece ulusal mutabakatın sağlandığı bir darbe ortamı kurmak istiyordu. Bunun için illa ordunun müdahalesi gerekmiyordu. Tersine ordunun geri planda kalmasında yarar görülüyor, en cebri yöntemleri alıp burjuvazinin politik bunalımını hiçbir ikbal ya da oy kaygısı duymaksızın atlatmasına yardımcı olduktan sonra geri çekilecek sivil bir “teknisyenler hükümeti”nden medet umuluyordu. Sivil darbenin cumhurbaşkanı da Demirel olacaktı.
Bu sorunlar, çeşitli burjuva kesimler arasında çok tartışıldı ama tartışma bitmedi. Geriye çekilmiş gibi görünse de, sivil darbe talebi el altında tutulmaya devam ediliyor. Adına sivil darbe denmese de, yangında en önce uygulanacak hükümet senaryoları da sivil darbeden beklenileni gerçekleştirmek üzere yazılıyor.

’83 RUHU VE ANAYOL
Sivil darbe işlevini görmek üzere ANAYOL formülünün, MHP’li bir koalisyonun ya da değişik hükümet kombinezonlarının tartışılmasının amacı, daha önce de değindiğimiz gibi milli mutabakatın sağlanmasıdır. ANAYOL formülü uzunca bir süre diğer alternatiflerin önüne geçti. Ama ANAP’ın kendi iç problemleri yüzünden bu partinin kendini taşıyamayacak hale gelerek sermayeye güven verememesi ve imaj erozyonuna maruz kalması, Mesut Yılmaz’ın Tansu Çiller’li bir koalisyona hayır demekte ısrar etmesi gibi nedenlerle, ANAP’ın içinde bulunduğu bir kombinezondan daha az söz edilmeye başlandı. Mesut Yılmaz’ın Çiller’siz koalisyon önerisi aslında rağbet de görüyordu. DYP’nin başına Cindoruk’un gelmesiyle oluşturulabilecek bir ANAYOL koalisyonu, burjuvazi için de uygundu ama Cindoruk’un genel başkan olması için, şu koşullarda uyulması gereken hukuki prosedür, süreci uzatıyor ve formül, hemen şu anda yapılması gerekenler için çare olamıyordu. Bu bakımdan Cindoruk’lu ANAYOL formülünden önce, acilen kotarılmaya uygun formüller gerekmekteydi.
ANAYOL fikri, burjuvazinin ANAP’ın kurulduğu yıl olan 1983’te yaşadığı heyecanın aynısını doğurmuyordu ama yine de yönetememe krizinin geldiği şu aşamada, kendisine bel bağlanan bir umut olarak, dört eğilimin aynı çatı altında toplanma ihtiyacının az çok karşılığı olarak görülüyordu. ANAP 1983’te dört burjuva politik eğilimi bünyesinde topladığı iddiasıyla ortaya çıkmış, muhalefetin 12 Eylül faşist darbesiyle susturulmuş olmasından da yararlanarak uzun süre tek etkin burjuva parti olarak kalabilmişti. Üstelik tek başına iktidardı ve darbe koşullarının devamını sağlayabiliyordu. ANAP daha sonra eski misyonunu sürdüremez oldu ve giderek eridi. Ama ’83 ruhundan söz ederek ifade edilen milli mutabakat özlemi, egemen sınıfların ve onların ideologlarının istikrarsızlığa karşı buldukları tek çözümdü. DYP-SHP koalisyonu da başlangıçta bir ulusal mutabakat öğesi olarak görülmüştü ama bu hükümet, SHP’nin bütün sinikliğine ve ürkekliğine karşın, tek başına ve dört eğilimi bünyesinde toplayarak iktidarda kalmış olan ANAP’ın sağladığı burjuva uzlaşmayı sağlayamadı. SHP, DYP’ye, DYP de aslında eski ANAP’a çok benziyordu. Aynı şey birbirlerine alternatif olduklarını söyleyen diğer partiler için de geçerlidir. Benzerlik ilk önce ANAP’ın temsil ettiği, “Reaganizm”, “Thatcherizm”, Türkiye’de de “Özalizm” diye anılan emperyalist Yeni Dünya Düzeninin yükselen değerleri üzerine kurulmuştu ve “Özalizm” ya da diğer adıyla liberalizm, bugüne gelinceye dek geçen süre içinde hemen bütün burjuva partilerinin temel felsefesi haline geldi. Yeni Dünya Düzeni’nin, sosyalizmin öldüğü tezi üzerine kurulu olan globalleşme iddiası, dünyadaki diğer burjuva politik örgütler gibi Türkiye’deki partilerin de temel iddiası oldu. Özalizm ya da liberalizm, varmış gibi görünen bir “demokrasi”, serbest piyasa ekonomisi, bir de yükselen değerler demekti. Bütün burjuva partiler bu nedenle bir imaj operasyonuna tabi tutularak yükselen değerleri içselleştirmeye, emperyalizmin yeni politik ihtiyaçlarına göre kendilerine biçim vermeye başladılar. Bu, devlet politikalarına sadakat bakımından zaten birbirine benzeyen partileri, görünümde de birbirine benzer kıldı. Dolayısıyla milli mutabakatın üstünde oluşacağı zemin, emperyalist finans çevrelerinin sosyalizmin öldüğünü iddia ederek gündeme getirdikleri yeni siyasi ihtiyaçlardan oluşuyordu.
Bu süreçte radikal sağ olarak tanımlanan partiler, örneğin faşist MHP ve şeriat kaldıracı olan Refah Partisi bile, keskin söylemlerden vazgeçtiklerini, eskisi gibi olmadıklarını iddia etmeye başladılar. MHP’nin, içinde SHP’nin de bulunduğu bir koalisyona destek vermesi bu partinin değiştiği iddiasını güçlendirmek için kullanıldı. Bu parti bazen de şeriatçılık-laiklik biçiminde ortaya çıkan sahte kamplaşmada laiklik vurgusunu çok sık yaparak, üstelik aşırılığını da törpülemiş gibi görünmeye çalıştı.

TOPLUMSAL FAŞİSTLEŞTİ RME VE MHP’YE BİÇİLEN ROL
MHP’nin, artık, “merkez sağ bir parti haline geldiği” saptaması, bütün burjuva medya açısından hoş bir keşif oldu. Vitrine konulan albenili malzemeler, hem Refah Partisi’ni hem de MHP’yi şirin göstermeyi amaçlıyordu. Bu partiler ve diğerleri, çağdaş normlar haline gelen Yeni Dünya Düzeni kavramlarını ve yeni politikaları benimsediklerine dair, neredeyse yeminler ediyorlardı. Böylece, bu çağdaş normları benimsemek ya da daha az benimsemiş olmak üzerinden yola çıkılarak ilericilik ve gericilik kavramlarının anlamı da değişti. MHP, laikliği savunduğu için çağdaşların, ilericilerin saflarına yerleştirildi.
Bu imaj operasyonu, liberal olmak, çok önemli bir değer haline geldiği için, MHP’nin ılımlı sağ ya da merkez sağ diye tabir edilen diğer “liberal” partilerden bir farkının olmadığını kanıtlamak için yapıldığı gibi, kitlelerin belleğinde Maraş ve Çorum katliamları, üniversite ve kahvehane taramaları ve devrimcilere ve halka yönelik sivil faşist saldırıların faili olarak yer eden bu partiyi, geçmişteki yüklerinden temizlemek için de yapılmıştı. Refah partisi için de aynı şeyleri söylemek mümkün. Bu parti de devletten destek alarak güçlendi. Vitrin düzenlemesi yapılarak Refah’a çağdaş bir görünüm verilmeye çalışıldı; şeriatçı faşizmin baskıcı ve saldırgan politikaları bu vitrinin ardına gizlenerek, parti, kitleler için umut haline getirilmeye çalışıldı.
Ama MHP’ye yapılan bu rötuşlardan beklenen şeyler daha fazlaydı. Pentagon ve CIA’da hazırlanan senaryolar gereğince bu parti, yakın zamanda koalisyon ortağı olmak üzere hazırlanıyordu.
Gerçekte MHP koalisyonun gizli üçüncü ortağı durumundaydı. Bütün bürokratik kadrolar, belediyeler MHP’li militanlarla doldurulmuştu. Kürt bölgesinde süren savaşta kullanılan Özel Tim başta olmak üzere MİT, Kontrgerilla; devletin legal ve yarı-legal bütün tedhiş ve istihbarat örgütleri MHP’yle iç içeydi. MHP, hem fikren hem de fizik olarak iktidardaydı.
Bütün bunlar böyleyken, MHP’nin hükümet ortağı olması durumunda hiçbir şeyin değişmeyeceği söylenebilir.
Ama bu durumda, hükümette yer alarak meşru bir kuvvet haline gelmiş MHP’den beklenenler anlaşılmamış olur.
Burjuvazinin gündemine koyduğunu ilan ettiği üç politik sorunun; özelleştirmenin, Kürt sorununun ve Laiklik sorununun çözümüne talip olan bu parti, hükümet ortağı olarak birçok propaganda olanağına kavuşacaktır.
Giderek gelişen toplumsal muhalefetin, genel bir toplumsal faşistleştirme yoluyla dizginlenmesi ve geriye itilmesinde MHP’den çok şey beklenmektedir. Bu parti son yerel seçimlerde Refah Partisi’nden sonra oy oranını en çok artıran partidir. Özellikle ulusal mücadelenin sürdüğü bölgenin çevresinde yer alan ve Türk-Kürt nüfusun birlikte yaşadığı illerde örgütlenmesini yoğunlaştırarak Kürdistan’ı bir MHP kuşağıyla çeviren MHP, giderek daha fazla yaygınlaşmaya oynamaktadır. Oluşturulan bu MHP kuşağı nedeniyle bölge, hem bir çatışma odağı hem de diğer bölgeleri Kürt illerinden ayıran bir tampon bölge durumuna getirilmiştir. MHP’nin medya vasıtasıyla hızla gündeme çıkarılmasında kuşkusuz bu kuşağın genişletilmesine duyulan ihtiyaç vardır.
Kürt mücadelesinin bastırıldığına dair yapılan propaganda, bölgede bir huzur ortamının kurulduğu demagojisine dayandırılıyor. Cudi Dağı’na bayrak dikildiği, Dicle kıyılarından barut değil kebap kokularının geldiği söylenerek yapılan bu bayağı propaganda, gerçekte Kürt halkına yönelik şiddeti gizlemeyi hedeflemektedir ve devlet, Kürt halkında bir bellek kaybı yaratana kadar bu şiddeti artırmaya kararlıdır. Ama diğer yandan da uygulanan şiddetin, inanmadığı bir savaşa giderken gözyaşı döken Türk gençleri başta olmak üzere, savaşı kayıtsızlıkla izleyen ya da devlete ancak pasif bir destek veren geniş bir “vatandaş” kitlesinin ikna edilmesi gerekmektedir. MHP’nin işlevi buradadır. Bir siyasi parti olarak, devletin diğer organlarına göre toplumsal manevra kabiliyeti daha fazla olması muhtemel olan bu oluşumun, genel bir faşistleştirme operasyonunda üzerine düşen rol çok fazladır. Ama toplumsal faşistleştir-menin sadece Kürt sorunuyla ilgili olduğunu düşünmek doğru değildir.
Bu bakımdan şöyle söylemek bir kurgu olmayacaktır: Özelleştirmeye karşı gelişecek direnişlerin zorla bastırılması gerektiğini yüksek sesle söyleyen burjuvazi, uygulanacak şiddeti de ihtiyaç duyulduğunda MHP önderliğinde oluşturulmuş sivil faşist milislere ihale etmekte tereddüt göstermeyecektir. Bu, belki toplumsal muhalefetin, açık bir çatışma ortamı yaratacak kadar gelişmesi ihtimaline karşı tasarlanmıştır ama senaryolar, gelişmeleri bugünden kestirmeye olanak tanımaktadır. Kaldı ki, sivil faşistler işçi eylemlerine ve direnişlerine açıktan saldırmaya çoktan başlamışlardır.
Ama MHP’nin, işçi ve emekçilere yönelik müdahalesi salt şiddetle ilgili bir içerik taşımaz. Çünkü şiddet hiçbir zaman saf halde bulunmaz. MHP düşüncesinin bütün toplumsal katmanlarda hızla yayılması, sendikaların ve kitle örgütlerinin faşistler tarafından ele geçirilmesi, şiddetin kitlelerde içselleştirilmesine hizmet etmek üzere şimdiden planlanıyor ve bu konuda az mesafe kaydedilmiş değil.
Öyleyse, fikren ve cismen zaten iktidarda olan MHP’nin de içinde bulunduğu koalisyon planlan, bu partiye daha fazla manevra olanağı sağlanmasını hedeflemektedir.
MHP’nin değiştiğiyle ilgili spekülasyonlar, yakın zamanda daha yoğun bir biçimde devreye sokulacak olan devlet terörünü gizlemek amacını da taşıyor. Bu politikanın kısmen MHP eliyle sürdürülmesine duyulan ihtiyaç, imaj operasyonunu gündeme getirdi. Ama bu partinin merkez sağa çekilerek kendisine liberal bir maske takılması, egemen sınıfların toplumsal faşistleştirme yoluyla şiddete yaygınlık kazandırma hedefini gizleyemedi.
Diğer yandan, bütün partilere böyle bir maske takılmasına duyulan ihtiyaç, kitlelerin yönetilmesinde asıl tercih edilecek yöntemler konusunda ipucu verdi. “Demokratik” ve liberal bir tarz, aslında burjuvazinin açık cebri tedbirler yerine daha fazla tercih ettiği bir tarzdır. Çünkü böyle bir “demokratik” tarz, sıradan kitlelerde devlet hakkında yanılsamalar üretmeye daha uygundur. Ya da tersinden söylemek gerekirse, kitlelerin devrimci politikaların etkisine girmediği ya da devletle apaçık karşı karşıya gelmediği koşullarda “demokrasi”, politik erkle emekçiler arasında esnek bir ilişki kurulmasını kolaylaştırır.
Ama bu, normal koşullar için, az çok politik istikrarın olduğu dönemler için geçerlidir. Oysa şimdi bu istikrar yoktur ve burjuvazi, ,Kürt sorunu ve yükselen işçi ve emekçi muhalefeti nedeniyle kitleleri liberal bir yöntemle ikna edemeyeceğini, yönetemeyeceğini düşünüyor. Egemen sınıfların içine düştüğü yönetememe krizinin derinleşmesi, açık şiddeti çağrıştıran senaryoların harekete geçirilmesine yol açıyor. Sivil darbe, olağanüstü hal uygulaması talebi ve MHP’li bir koalisyon tartışması bu eksende sürüyor.

“LİBERAL” ALTERNATİF: CEM BOYNER
Diğer yandan, Cem Boyner’in başını çektiği Yeni Demokrasi Hareketi’nin, “demokratik” özlemleri ifade etmek üzere piyasada en çok dolaşan politik seçenek haline getirilmesi de, MHP’li koalisyon alternatifiyle çelişiyormuş gibi görünse de gerçekte böyle bir çelişki son tahlilde yoktur. Cem Boyner, bütün toplumsal sınıf ve katmanları kendi partisinde birleştireceği iddiasıyla ortaya çıktı. Özal’ın kavramlarını, yükselen değerleri en çok dile getiren lider oldu. Eğitilmiş, elit ve kültürlü burjuvaları temsil ediyordu, ama hareketin organlarında gecekondulu kadınlar da istihdam edilmişti.
Hareket ya da parti, üstelik burjuvazinin milli mutabakat konusundaki o tarihsel özlemine de dincileri-laikleri, birinci ve ikinci cumhuriyetçileri, Kürtleri ve Türkleri; herkesi aynı çatı altında toplayacağını iddia ederek yanıt veriyordu. Ama henüz partileşmemiş olan bu hareket, diğer partiler gibi ateşli bir özelleştirme yanlısıydı. Doğal olarak işçi ve emekçiler için sendikasızlaştırma, işsizlik ve sosyal hakların budanmasından başka hiçbir şey vaat etmiyordu. Kürt sorununda önerdiği siyasi çözüm ise, Amerikan emperyalizminin kartlarına uygundu. Çünkü CIA’nın bilerek basına sızdırdığı raporlarda, Türkiye’nin insan haklarına uymadığı vurgusu önemli bir yer tutmaktaydı ve bu saptama, Ortadoğu’daki emperyalist dengeler bakımından oldukça önemli bir faktör olan Kürt sorununun çözümü ve Türkiye’nin stratejik konumunun ayarlanması için hükümete yaptırım sağlamaya olanak tanıyordu. Emperyalistlerin, insan hakları, özgürlük ve demokrasi kavramına verdikleri içerik malum ve bu konuda ne kadar yüzsüz olduklarını da defalarca kanıtladılar, insan haklarına yapılan vurgu da, pax-Amerikana barışı vasıtasıyla bölgede oluşturulacak istikrarın şiddet içeren öğelerini, ama aynı ölçüde de ABD’nin Kürt sorunu konusunda hazırladığı, ulusal mücadelenin olası bütün kazanımlarını bir çırpıda silecek siyasi çözümün güdüklüğünü gizliyor. Boyner’in hareketinin Kürt sorununa yaklaşımı işte bu ABD planlarına dayandı.
YDH’yi diğerlerinden ayıran, liberal söylemi oldu. Boyner’in, devletin resmi literatüründe yer almayan ama artık toplumsal hayatta yaygınlık kazanan ve üzerine konuşulan bazı kavramları kullanıyor olması resmi yazınla, medyanın kısmen esnek dili arasındaki gerilimi çözüyordu. Bunu da içeriksiz bir devlet eleştirisi ekseninde geliştirmekteydi.
Bu sınıflar ve ideolojiler üstü imaj büyük bir hararetle pazarlandı. Ama Boyner ve ekibinin kısa vadede pek çok bakımdan şansı yoktu. Bir kere henüz partileşmemiş olan bu hareketin “demokratik” yollardan iktidara gelebilmesi için en azından erken seçim ihtimalinin gündeme gelmesi gerekiyordu ama hükümette değişiklik yapılması için ibre Eylül’ü göstermekteydi.
Bu yüzden YDH’nın iktidarı, çok uzakta olmayan bir başka bahara ertelendi. Elbette, Boyner düşüncesinin, şiddetin “yoğunlaştığı bir dönemin ardından rahatlatıcı bir unsur olarak gündeme gelmesi daha uygun olurdu. MHP’yle tüketilecek kozların YDH’yle yeniden yakalanması hesap edilerek bu iki formül aynı anda konuşuldu ama gündeme gelmeleri art zamanlı olarak düşünüldü. MHP’nin ve YDH’nin birbirinden farklı görünen yöntemleri devletin idame ettirilmesini amaçlamak bakımından aslında aynılaşıyordu. Bu bakımdan sivil darbe, MHP’li koalisyon gibi şiddetin yoğunlaştırılmasını öngören formüller kadar, YDH’nin entelektüel yöntemi de aynı hızla dolaşıma sokulabildi.
Görünümdeki farklılıklara karşın bu iki partinin programatik olarak birbirinden farklı olduğunu söylemek mümkün değil. Emperyalist politikaların sözcülüğünü yapmak bakımından hiçbirinin diğerinden aşağı kalır yanı yok.
Egemen sınıflar her durum için ellerinde birçok kart bulunduruyorlar ve bu kartlar onlara emperyalistler tarafından dağıtılıyor. Onlar bu kardan ortaya sürüp blöf yaparak yönetme krizini aşmaya çalışırlarken, olan işçi ve emekçilere oluyor. Daha fazla baskı daha fazla şiddet ve daha derin bir yoksulluk kapıda bekliyor. Ama bu kapı burjuvazinin yüzüne çarpılabilir; önümüzdeki günlerde yoğunlaşacak faşist şiddete karşı örgütlü mücadelenin olanakları artırıldığı sürece korkacak bir şey yok; planlar tersine döndürülebilir.

Eylül 1994

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑