Devrimci Yol’da çıplaklığın kuralsızlık hikayeleri-2

ÖZ-DENEYİMDEN KENDİLİĞİNDENCİLİĞE GİDEN YOL
“Sosyalizmin çöküşü” ve onun “tarihsel bir döneminin kapanışı”nın en belirgin ve temel “veri” olarak, Devrimci Yolcuları birleştiren ortak paydayı oluşturduğunu artık biliyoruz.
Yaşanan pratik ve “çöküş”; Marksizm’in, Marksist teorinin ya da algılandığı ve bilindiği haliyle Marksizm’in geçersizliğini ortaya koymuş, “efsane, inandırıcılığını yitirmişti”!!
İflas eden, inandırıcılığını yitiren şey, hiç kuşku yok ki, Devrimci Yolcuların Marksizm sandıkları şeydi. Öteden beri bir türlü tanımlayamadıkları ve ne olduğunu kavrayamadıkları revizyonizmin, Marksizm olarak gösterdiği şeydi; “bilim işçileri”nin falan “Marksizm’i”ydi. Devrimci Yolcular, hiçbir zaman ulaşıp yakalayamadıkları Marksizm’i, revizyonizme izafe ettikleri şekilde anlıyorlardı ve şimdi de iflas ettiğine inanmaktaydılar.
Örneğin Pekdemir, geriye dönüp baktığında, “her şeye ‘yeniden’ başlamak ve Marksizm’deki her konuyu ‘yeniden’ ele almak gerekirdi” (1) diyor ve ekliyordu: “… Şimdi hemen herkes her şeyi yeniden tartışma ihtiyacının yakıcılığını hissetmiyor mu?” (2)
Her şey, ama her şey yeniden ele alınmalı ve çözümlenmeliydi. Her türlü şey, başka türlü bir şey olarak yeniden ele alınacaktı. Bunun için, özellikle “çöküş”ten sonra hiçbir “engel” kalmamıştı. Bu, kuşkusuz bir yanılgıydı; ama Marksizm’i revizyonizmle karıştıran, ikisi arasına hiçbir zaman bir ayrım çizgisi çekmemiş olan Devrimci Yolcular böyle inanıyorlardı.
Bunun dolaysız sonucu olarak, bir yanılsamadan hareketle, ama tamamen önyargı haline yükseltilmiş haliyle önlerine devasa bir sorun çıkıyordu. Kendilerini nasıl tanımlayacaklardı? Ne için mücadele edeceklerdi?
Büyük çoğunluk için mücadele etmeyi isteyip istememek pek de belirgin değildi; mücadele etmek pek de arzulanır bir şey olarak görünmüyordu. Ve zaten, geçmişte de Devrimci Yol’un kendisini yeterince tanımladığından söz edilemezdi. Örneğin Pekdemir, Devrimci Yol’un geçmişini “tanımlarken”, “öncü savaşı”na, “direniş komiteleri”ne ve “Devrimci Gençlik”e vurgu yapıyor. Bunlar belirtici unsurlar mıdır? Marksizm’in bu tür öğelerle tanımlanamayacağı kesin olmalıdır. Sayılanların tümü, mücadele biçimleri sorununa ya da bir ruh haline ilişkindir. Bunlar, Marksist programın ya da yaklaşımın köşe taşları olamazlar. Doğrudan pratik mücadelenin ortaya koyduğu sorunlardır ve zaten Pekdemir de böyle ortaya koyuyor. Geçmiş Devrimci Yol’un bir programa sahip olmadığı, pratikten kalkınan ve pratiğin zorunlu kıldığı ilişkileri bir türden kuran bir yaklaşım ve yapıya sahip olduğu biliniyor. Ve Pekdemir de, Devrimci Yol geçmişini överken; teorilerinde, kavramlarında yüceltilecek bir şey bulunmadığından, mücadele ve örgüt biçimleri ve güncel politikalar geliştirmedeki yaratıcılığa övgü yapıyor:
“Hayatın her alanında, her mücadele biçimini, her tür örgütlenme biçimini hiçbir fetişizme kapılmadan kendi inisiyatifin ve yaratıcılığın ile gerçekleştirebildik Başarının sırrı, devrimci mücadele, yaptığın işlere, içinde yer aldığın toplumsal isyana uyumlu güncek politikalar ve güncel örgütlenmeler oluşturma becerinde somutlaştı.” (3)
Geçmiş Devrimci Yol’u tartışmak, ne olup olmadığını sorgulamak gerekmiyor. Devrimci mücadele, örgüt biçimleri ve güncel politikalar geliştirmedeki beceri üzerinde durmak da gerekmiyor. Ama şu söylenmeli ki; teoriye, gelişkin bir teorik çerçeveye sahip olmaksızın kendiliğindenciliğin ötesine geçilemeyeceği; mücadele, örgüt ve güncel politika alanında burjuva içeriğin aşılamayacağı; aşağıdan gelen inisiyatif ile burjuva sınırlar zorlansa ve yeni devrimci biçimler ortaya çıksa bile, bunların içeriğinin proleter bir yaklaşımla doldurulamayacağı açıktır. Nitekim tartışmanın teorik-ideolojik alanda yürütülmemesi ve övgülerin güncelin sınırlarına sıkışması, bunun kanıtı olmaktadır.
Pekdemir, bugünkü toplumsal muhalefetin politik hedefleri ve geleceğe ilişkin projeler üzerinde dururken aynı yaklaşımı kullanıyor ve geçmişte yapılanı örnek gösteriyor:
“Bugün bulunduğumuz noktaya nasıl kendi öz-deneyimimizle gelebildiysek önümüzdeki dönemde bunları da kendi öz-deneyimimizle, bilerek deneyerek sınayarak öğrenerek (bilim ideoloji politika üçgeninde) yaratabileceğimize inanmalıyız.” (4)
Her şeyden önce Devrimci Yol’un bugün bulunduğu noktanın hiç de iç açıcı olmadığı belirtilmeli. Öz-deneyimle gelinen yer ortadadır. Bu, bugün gelinen yerin övünülecek bir yer olmadığını kanıtladığı gibi; geçmişte doğru bir tutum içinde olunduğunu ve özdene-yim yönteminin yararlı olduğunu değil, ama tersini kanıtlar.
Deneyim ve pratik, teorinin başlıca kaynağı olduğundan, teorinin geliştirilmesi için mutlak bir öneme sahiptir. Bu doğrudur. Ama sanki yaklaşık 150 yıldır Marksist teori, insanlığın biriktirdiği bilimsel hazine ve kapitalizmin uzlaşmaz karşıtlarının doğrudan bir sonucu ve proletaryanın mücadelesinin bir ürünü olarak hiç geliştirilmemiş gibi, “teorini” kendi pratiğinden, öz-deneyiminden üretmeye kalkışırsan, bu, dar pratikçilik olduğu gibi, bal gibi kendiliğindencilik de olur. Yukarıda aktarılan pasajın ardından, “… Öz-deneyimlerimizle öğrenmemiz kendiliğindencilik değildir.” diye yazmak, bu gerçeği değiştirmez. Bütün bir teorik mirası bir yana bırakacak, her şeyi yeniden ele almaya yöneleceksin -hadi bu olabilir diyelim. Varsayalım ki “Marksizm iflas” etmiş olsun! Peki, bu, öz-deneyimden hareket etmeyi dar pratikçilik ve kendiliğindencilik olmaktan kurtarır mı? Bu durumda yapılması gereken, dört başı mamur bir bilimsel çalışma olmalıdır: Eskinin yanlışını ortaya koyacak ve kapitalizmin tahlilini yeniden yapacak, bunun için yeni bir dünya görüşünü geliştirecek bilimsel bir çalışma. Ama hem açıkça söylemeden ‘”Marksizm’in iflası”nı ima edecek ve onun her konusunun yeniden ele alınmasını öngöreceksin ve hem de öz-deneyimden hareket etmekle yetineceksin. Bunun, kendiliğindencilikten başka anlamı yoktur. Üstelik geçmiş öz-deneyimin getirdiği yer, ortadayken!
Sosyalistler için bilimsel çalışmanın, teorinin önemi tartışma üstüdür. Sosyalistsen; dünyayı, toplumu belirli bir biçimde açıklıyor olman gerekir. Kuşkusuz, öz-deneyimin önemi, bir sosyalist için de büyüktür. Kendi hatalarından öğrenmeyi bileceksin. Teorini, pratiğe uymadığı yer ve ölçüde düzeltecek ve geliştireceksin. Ama bütünüyle öz-deneyime teslim olursan, sosyalist olamazsın, sıradanlaşırsın. Öz-deneyimin rolü, bu anlamda yığınlar açısından geçerlidir. Devrimci mücadelenin ve onun biriktirdiği deneylerin kanıtladığı en önemli şeylerden birisi de, yığınların kendi deneylerinden öğrendiği gerçeğidir. Teoriyi bilmeyen ve teorik gerçeklerle mücadeleye atılmayan geniş yığınlar; sosyalizme, Marksizm’e, Marksist partinin öngördüğü politikalara, mücadele ve örgüt biçimlerine ve bunların doğruluğuna kendi öz-deneyimleriyle inanacaklardır. Ama sosyalistliği, sosyalist olma iddiasını, hele bugüne kadar Marksizm adına biriktirilmiş her şeyi gözden çıkararak öz-deneyime indirgersen, yığınla arandaki farkı tamamen silersin. Bu,’ öncülük fikrinin, parti ve partinin önder rolü fikrinin açıktan reddi anlamına da gelir. Ve böyle yaklaşılan bir pratikten, bu tür yüceltilmiş öz-deneyimden ne Marksizm, ne de sosyalizm çıkar.
Pekdemir de aslında öz-deneyimden Marksizm ve yeni bir “sosyalizm projesi” çıkaracağından kuşkulu. Hatta hemen tümüyle öz-deneyimle geldikleri bir yerde yenilmiş, gelecek inancını sağlayacak teori ile de pek ilgilenmediğinden demoralize olmuş, şimdiye kadar yenilgiyi ve sonuçlarını aşmaya bir türlü güç’ yetirememiş Devrimci Yol ve Devrimci Yolcuları yeni bir “öz-deneyim” denemesine ikna etmenin zorluğunu da gördüğünden vicdana ve etiksel değerlere seslenmek yolunu seçiyor. Bilim ve bilimsel teori olmadığında, yenilgi ve her şeyi baştan ele alma yoluna girildiğinde vicdana seslenmekten başka bir yol bulunamıyor.
Bu noktada başka bir boyuta atlanıyor. Kapitalizmin uzlaşmaz karşıtlığının zorunlu sonucu olan nesnel kaçınılmazlıkla kapitalizmin yerini alacak ve proletaryanın, tüm insanlığı da beraberinde kurtaracak tek kurtuluş yolu olan sosyalizm, tarihin materyalist yorumuna bağlı olan sosyalizm ve onun bilimsel bilgisi olan Marksizm yerine, insanların vicdanından kaynaklanacak, etik değerlere bağlanan, isteğe göre seçilebilecek bir sosyalizm ve bu vicdani kurmacılığın üretimi bir bilgi olarak (kuşkusuz vicdani seçimle girilecek bir mücadelede sağlanacak öz-deneyim sonucu elde edilecek bilgi olarak) “yeni bir Marksizm” boyutuna!

VİCDANLA BİLİNÇ BİR DE İNANDIRICILIĞI OLAN KURMACA EFSANE
“Bilinç?
“Bilinç, olmuş bitmişi ve olup biteni kavramak, böylece olası imkan dâhilinde olanı bilmek, anlamak, tanımaktır. Bilinç, kendimizden hoşnut olmamızı engelleyen nedenleri, sorunları kendi başımıza bilişimizdir. Kendimizde birey olmayı aşıp kendimiz için birey olmuşuzdur. Kendimiz için birey olmamız, eşitlik ve özgürlük gibi kavramların içeriğini bilişimizdir.
Vicdan?
Vicdan, belki de iyi olan ile kötü olanı ayırt edebilmektir. Dünyadaki kötülükleri bilmek ile yetinmemek, kötü bir dünyayı iyi bir dünya ile değiştirmeyi bir ihtiyaç olarak hissetmektir. Vicdan bu tür sorunlardan kaçamayışımızdır. … Bu kaçışı reddettiğimiz ölçüde inanılır efsaneler yaratmaya mecbur kalırız. Çünkü kaçış, artık, mutsuzluğu getirir.  … Vicdan, bilinç ile açığa çıkarılınca, yani insanın ‘vicdanı bilinçlenince’, bilen insan artık vicdanın tutsağı olur. Efsaneyi böyle sunabilirsek, kimse ona kulak vermekten vazgeçemez.” (5)
Bilimsel bilgi henüz yok. Göreceğiz, kavramsal bir çerçevenin bulunmadığı ve ancak çok genel bazı belirlemelerden öteye geçilemeyeceği açıklanıyor. Bu çok genel belirlemeler de, “eşitlik ve özgürlük” gibi soyut ve aslında anlamsız sözcükler. Ya da burjuva kategoriler.
Pekdemir’in, iki kitabında da, devrimci heyecanını kaybetme yolunda olan ve büyük ölçüde kaybetmiş olan, geçim gailesine kapılmış, başka şeyler konuşsa da başka şeyler yapan (günlük yaşayan) eski Devrimci Yolculara seslendiği biliniyor. “Vicdanınızla hesaplaşın” çağrısı yapıyor onlara. Bunda bir şey yok. Ama “iflas ettiğini” ima ettiği sosyalizmi yeniden projelendirmeye bu insanlarla ve vicdani bir çağrıyla giriştiğinde, tam da sosyalizmi sosyalizm olmaktan çıkarmaya başlıyor.
Kuşkusuz proletaryanın kurtuluş davası olan sosyalizm davasına vicdan muhasebesi yaparak atılanlar olacaktır. Bunlar, başlıca olarak burjuvaziden geleceklerdir. Burjuva ve küçük burjuva sınıflardan insanlar, bilimsel bilgiye şu ya da bu yoldan ulaştıklarında, kapitalizmin yıkılışının zorunluluğuna ve sosyalizmin kaçınılmazlığına inandıklarında, kendi sınıflarına ihanet edebilirler. Nitekim proletarya ve onun sınıf mücadelesinin saflarına burjuva ve küçük burjuva saflardan bir dizi namuslu insan katılmıştır. Bu katılım özellikle, proleter sınıf mücadelesinin yükselme dönemlerinde artar. Proletaryanın çekim merkezi oluşu, bu katılımı teşvik eder, cesaretlendirir. Ama yönelimin kaynağı bilimsel bilgiye ulaşmadır. Bu durumdaki insanlar, bir seçim yapma durumuyla karşı karşıya kalırlar. Ya proletarya saflarına katılıp sınıflarına ihanet edeceklerdir ya da sadece yanlışlığını değil geleceği de olmadığını bildikleri yaşamlarını, burjuva yaşam tarzlarını sürdüreceklerdir. Proletarya saflarını seçenler olur. Proletarya saflarında önemli roller oynayanlar da.
Ancak sosyalizm, onların, ne başlıca tarihsel yükümlülüğüdür ne de sosyalizm projesinin merkezine onlar oturtulabilir. Sosyalizmin öznesi onlar değil, onların saflarına katılmaya yöneldikleri proletaryadır. Vicdan muhasebesi aracılığıyla sosyalizme yönelenleri çıkış noktası edinmek, aydınca bir tür sosyalizm peşine düşmek anlamındadır. Bu, aydın tarzı bir “sosyalizm”dir.
Pekdemir ve genel olarak Devrimci Yolcuların temel yanlışı, Devrimci Yolcuların peşine düşmek, onların durumuna uygun bir “sosyalizm” arayışına çıkmaktır. Belki içlerinden vicdanları rahatsız olanlar çıkacak ve mücadeleye katılmaya yöneleceklerdir. Ama asıl sorun, katılacakları mücadelenin, ne tür bir mücadele olduğundadır.
Vicdana bağlı olarak seçmeci bir tarzda yer alınacak saf, proleter sosyalizmin safı olmaz. Baştan özne yanlışı yapılmakta, bu da, projelendirilme iddiasında olunan “sosyalizmin ne tür bir sosyalizm olacağını ele vermektedir. Projelendirilmeye çalışılan “sosyalizm”, ilk bölümde söylediklerimize ek olarak öznelciliği, kurmacalığı, gerçekten “efsane” türü bir şey oluşu nedeniyle de sosyalizmle ilgisizdir.

SOSYALİST OLMAK, “EN BİREY OLMAK” MI DEMEKTİR?

Sosyalizm, olanca nesnelliği ve kaçınılmazlığı ile kapitalizmin, onun uzlaşmaz karşıtlığının tarihsel bir ürünü olarak belirir. Kuşkusuz, sosyalist toplumun var edilmesi, uğraşmayı, mücadele vermeyi gerektirir. Bilinç ve örgüt unsuru, sübjektif faktörler önemsiz olmadığı gibi, olmazsa olmazdır. Ama sübjektif faktörlere sarılıp onları nesnel olarak temellendirmeden, örneğin sosyalizmi proletaryanın elinden alıp, aydın küçük burjuvaziye ikram ederek işin içinden çıkılamaz. Bu noktada Pekdemir ve diğer Devrimci Yolcuların yaptıkları gibi, bütün bir geçmiş sosyalizm deneyinin inkârına, Marksist teorinin reddine ve kurmacılığa, yeni yeni projeler üretimine savrulunur. Küçük burjuva aydınların özelliğidir bu.
Sosyalizmin öznesi ne Pekdemir’in tekrarlayıp durduğu gibi “sen” (yani eski Devrimci-Yolcular)dir; ne de öznenin hareket noktası vicdandır. Pekdemir de içinde olmak üzere hiçbir Devrimci Yolcu; “hayır, bizim de öznemiz proletarya” demesin. Bir-iki “toplumsal muhalefet” ya da “emekçi” ve “emekçi iktidarı” sözcüğü, proletaryanın özne varsayıldığını göstermiyor. Ve zaten yazının ilk bölümünde gösterildiği gibi, proletarya, teorik olarak da açıktan özne olmaktan çıkarılmaya girişilmiştir. Yerine, mühendislerden öğretmenlere kadar uzanan bütün bir “emekçiler” geçirilmektedir. Ve tezler birbirine bağlıdır. Evet, onların sosyalizm safını seçmeleri için önemli ölçüde vicdan sorunları vardır. Tekelci kapitalizm onları, sosyalizm safına itmektedir; ama proletaryadan henüz farklı oldukları ve proleterleşemedikleri de bir gerçektir. Proletaryanın müttefiki durumuna itilmektedirler; ama özne olmadıkları kesindir. İşte onların henüz vicdani bir zorlamaya ihtiyaçları vardır ki, Devrimci Yolcuların önemli bir çoğunluğu da bugünkü konumları itibarıyla ya öğretmen, ya mühendis, memur, ya da küçük esnaf ve tüccar durumundadır.
Proletaryanın ise “sosyalizm tercihi” için ne seçmeciliğe ne de vicdan zorlamasına ihtiyacı vardır. Ve zaten o, bu nedenle sosyalizmin öznesidir. Hiçbir ek zorlamaya ihtiyaç duymadan, proletarya, sosyalizmin gücüdür. Onun ihtiyacı olan yalnızca, kendisinin ve’ kendi gücünün farkında olmaktır. O, bütün mücadelesinde burjuvaziyle karşı karşıya durmaktadır ve onunla her alanda çatışmaktadır. Bütün uyuşturma ve uzlaştırma çabaları, onunla burjuvazi arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın üstesinden gelmede yetersizdir. Proletaryanın kendiliğinden içine girdiği dâhil tüm mücadelesi, sosyalist bir içerik taşır. Ve o, bu mücadelesi içerisinde kendisinin bilincine varır, sosyalistlesin Bu, yalnızca ekonomik mücadele alanının dışına çıkmasını gerektirir. Bunu da partisi sağlar, ona sınıf mücadelesinde yol gösterir. Proletaryanın kendinde sınıf olmaktan kendisi için sınıf olmaya geçişte, önemli olan ekonomik mücadele alanı dışındaki alanların bilgisiyle de donanmasıdır. Ama ayırt edici olan odur ki, proletaryanın kendi hareketi Marksizm’le birleştiğinde, buradan kitlesel bir sosyalist hareket çıkar, devrimci işçi hareketi çıkar.
Pekdemir’in yaptığı ise, teorik bir özenti ve yanlış paralellik kurmadır. O, sosyalizmi, yeni “sosyalizm projesi”ni açıklamaya çalışırken, işçi sınıfı ve Marksizm’i değil, “birey”, “bilinç” ve “vicdan”ı bir araya getirip birleştirmeye uğraşmaktadır.
Onun “bilinç”i, sınıfın kendisi için olmak açısından gereksindiği bilinç değildir. Onun sosyalizm öznesi de sınıf değil “birey”dir. Onda, bilinçlenecek sınıf değil, bireydir; “kendimizde birey olmayı aşıp kendimiz için birey oluşumuz”, onun “sosyalizm” projesinde bilinçlenip kendisi için olacak özneye işaret etmektedir. Doğal ki, birey sosyalist olmak için “bilinç” yetmemektedir, bir de “vicdan” gerekmektedir.
Bu proleter değil “birey” sosyalizmi(!), bireyin kendisinden hoşnut ve mutlu olmasını öngörmektedir. Dünyayı da vicdanını rahatlatmak için “birey” değiştirecektir! “Efsane”, yani sosyalizm, böyle “bireyci” bir rahatlama olarak, bireyin kurtuluşu olarak sunulunca “inandırıcı” olurmuş. Pekdemir, bireyciliğin bunca yüceltildiği, toplumsallığın yerden yere batırıldığı, aptallık olarak yorumlandığı “yenilgi sonrası” dönemde bireyden ve onun mutluluğundan başka sarılacak bir şey bulamıyor. Ve sosyalizm için bireye ve onun vicdanına sesleniyor. Bu sesleniş, yalnızca eski Devrimci Yolcularla iş yapma isteğinden ve onların bugünkü sınıf konumlarından gelmiyor. Bir de dönemin belirtilen özelliği ve bireyin yüceltilişinin önemli bir katkısı var “yeni” projede.
Görülüyor ki “Sosyalizmi yapacak kimdir?” sorusuna, Pekdemir’in verdiği yanıt, bilinçli proletarya değil “bilinçli birey”dir. Bu, özne karıştırması ve proletaryanın yerine bireyin geçirilmesi olduğu kadar, örgüt fikrinden, öncü parti düşüncesinden duyulan ölesiye korkunun da hem göstergesi hem de hareket noktasıdır. Proletaryayı kendinde olmasından çıkarıp kendisi için yapan, Marksizm’le birleşmesidir. Bu, başında partisiyle proletarya demektir. Ama Pekdemir birey yüceltisiyle, bir yandan proletaryayı “aşmakta”, onu “emekçiler” vb. kategorisi içinde muğlâklaştırarak sınıf olmaktan çıkarmakta ve sınıfsız ya da sınıf üstü bir emekçi kavramı ardında “birey”in yolunu açmakta; diğer yandan da sonuna kadar da bir örgüt fikri karşıtı olarak “bireylerin özgür birliği”nin, bireylerin “aşağıdan” liberter örgütlenmesinin savunmasını yapmakta ve teorik zeminini bu temellerde ortaya koymaktadır.
Pekdemir, “yeni sosyalizm projesi”ni, söylediğine göre, bir praxis süreci olarak teori-pratik bütünlüğü içinde tasarlarken, sınıfa değil bireye, proletaryaya değil eski Devrimci Yolcu “militan”a sesleniyor. (En çok vurgu yaptığı, sloganlaştırdığı tezlerden başta geleni olan üretenin yöneten olması teziyle, bunun ne derece uyumlu olduğu düşünülsün. Üreten, başlıca işçi sınıfı olmasına rağmen bireyin ya da “sen” ile Devrimci Yolcu militanın özne varsayılması, yeni teorik yaklaşımda, kuşkusuz temel bir çelişme oluşturuyor. “Sen” ile proletaryanın kastedildiği ileri sürülmemelidir. Her şey bir yana, bununla, teori kurma faaliyetine katılacak insanlar düşünülmektedir çünkü.) Böylece, “proje”de, sosyalizmin öznesi işçi sınıfı bireyle, amaç olarak işçi sınıfının kurtuluşu, bireyin “en birey olması” ya da kurtulması ile yer değiştiriyor. “Tercih”ini, “sosyalist olmanın en birey olmak ve bu şekilde bireyciliği aşmak ile bir ve aynı şey demek olduğunu kabul eden bir tercih” (6) olarak saptıyor.
Sosyalizm değil ama komünizm, sınıfsız toplum, tüm insanlığın baskı ve zordan, sömürü kalıntılarından kurtulması demek olacaktır. Proletarya kendisini kurtarmak için tüm insanlığı kurtarmadan edemez. Ve kuşkusuz komünizm, tek tek bireylerin özgürlüklerinin maddi temellerinin bütünüyle var edilmesi olarak bireyin tamamen özgürleşmesi ve insanın kendisinin efendisi olması anlamına da gelecektir. O bir özgürlük dünyasıdır.
Ama komünizmin bireyi tüm kişisel ve sömürü ilişkisinden, bütün baskı ve zor ilişkilerinden kurtaracak oluşu, sosyalizm tanımı yapar ve projesi tasarlarken, sınıflı toplumda sınıfın kurtuluşu yerine bireyin kurtuluşunu öngörerek bireyi hareket noktası olarak “sosyalist olmanın en birey olmak” demek olduğu boyutuna indirgenirse, teori iğdiş ediliyor, küçük burjuva çıkarlar yönünde çekiştiriliyor demektir.
Burjuva demokratik devrim, feodalizmi, ondan kaynaklanan kişisel bağımlılık ilişkileriyle ekonomi dışı zoru tasfiye ederek iradelerin özgürleşmesinin ve bireyleşmenin önünü açtı. Çoktandır tarih sahnesine çıkmış olan burjuva birey, her türlü engellemeden kurtularak özgürleşti. Ama bireyleşme ve birey hak ve özgürlüklerinin önündeki maddi engeller kalkmadı. Paran kadar özgürdün! Sömürülme özgürlüğüne sahiptin. Özgürleşmenin maddi koşulları, onların gerçekleşmesini büyük bir çoğunluk için olanaksızlaştırıyor ve ancak burjuva bireyin özgür gelişimini olanaklı kılıyordu. Engel, sınıflara bölünmüş toplumsal yapının kendisiydi ve büyük çoğunluğun sömürülüp baskı altında tutulması üzerinde ayakta durabilen kapitalist toplum yıkılmadan gerçek özgürleşmenin önü açılamazdı. Evet, komünizm bireyi gerçek anlamda özgürleştirecekti, ama buradan kalkarak sosyalizmin sınıfı değil bireyi merkezine aldığı, proletaryadan değil bireyden hareket ettiği ve sosyalistliğin “en birey olmak” (kolektivist olmak ve bu temelde bireyselliği gerçekleştirmek dururken) anlamına geldiği, ancak anarko-sendikalizm vb. türden küçük burjuva sosyalizmi adına ileri sürülebilirdi. O bile değil; bu, bayağı bir aydın demokratizmidir, liberterliktir.
İlerledikçe, projelendirilen “sosyalizm”in içeriğinin doldurulduğunu görüyoruz! Ama ne dolduruş!
Yine de bir ürküntü açıkça seziliyor. Ve bunlar söylenmemiş varsayılıyor. Değineceğiz. “Sosyalizmin bir tarihsel dönemi bitti”, “eski kavramsal çerçeve geçersizleşti”, “sosyalizmin nasıl olmaması gerektiğini biliyoruz” deniyor, ama her halde iddialı olmaktan kaçınılıyor! Henüz yeni kavramsal çerçevenin olmadığı söyleniyor, “hazır çözümler yok” (7) deniyor. “Çöktü” dense de, inkârcılığı hâlâ kolay olmuyor!
Aydın “sosyalizmi” ya da sosyalizmin küçük burjuva aydınca kavranışı, doğru deyişle aranışı, bireyin yücelişi yanında, yine bireye ve onun kaçınılmaz öznelciliğine denk düşecek şekilde, sosyalizmin isteğe bağlanışında da beliriyor. Devrimci Yol’un ve sosyalizmin “çağdaş” yeniden derleniş projesinin “sosyalizmi”, kapitalizmin burjuvazi ile proletarya arasındaki uzlaşmaz karşıtlık temelinde bölünmüş hastalıklı toplumsal yapısının zorunlu sonucu değildir. Bir başka deyişle tarihin materyalist yorumunun da sonu ilan edilmektedir. Hem Marx’ın kapitalizmin bilimsel açıklaması, onun içsel hareketinin yasası olarak bulguladığı artı-değer teorisi hem de yine Marx tarafından bulunup açıklanan toplumların tarihsel hareketinin bilimselliği, artık geçersizleşmekteydi Devrimci Yolcu projeye göre. Burada, bir Pekdemir pasajı ardından bir Engels pasajı koymakla yetineceğiz. (Genel olarak Devrimci Yol’u Marksist klasiklerden alıntılar yaparak eleştirmekten kaçındık, kaçınıyoruz. Ancak bu son itiraz ve “yeniden ele alma” o denli temel bir noktaya yöneltiliyor ki; Marx ve Marksizm’e. Yazarı; Marx, Marksizm ve sosyalizm sözcüklerini bundan böyle hiç kullanmamaya davet amacıyla Engels’ten uzunca bir alıntı bize gerekli göründü.)
“Sosyalizm bir istektir, zorunluluk değil; sen istediğin ölçüde elde edilebilir. İdeolojin, bilinçli isteğindir.” (8)
Sosyalizmi bir “istek” derekesine düşürme, onunla bağlı olarak oynayabilme ihtiyacındandır. İsteğe bağlı olarak ondan vazgeçebilmeyi de içerir. Kimse, burada sosyalizmin nesnelliği itiraz edilmiyor, yalnızca bilinçli çabanın zorunluluğuna vurgu yapılıyor şeklinde akıl yürütmesin. Gerçi nesnellik-öznellik ilişkisi, determinizm-volontarizm sorunu Devrimci Yol geleneği tarafından, M. Çayan’dan bu yana yanlış bir tarzda ele alınmış ve bu alanda bir kargaşa hep yaşanmıştır; ancak Pekdemir, ilişkinin iki unsurundan da açıkça söz edip iki unsuru açıkça karşı karşıya koyarak hiçbir itiraza şans tanımamaktadır: “Zorunluluk değil, istektir”.
Şimdi Engels’in iki temel önemdeki buluşu üzerine söylediklerine bakalım:
“Yeni olgular (1831 Lyon Ayaklanmasından sonra, Avrupa’nın gelişmiş burjuvazi ile proletaryası arasındaki sınıf savaşının birinci plana geçmesi ve sermaye ile emek arasındaki uyumun ve serbest rekabetin yol açacağı ileri sürülen evrensel refahın geçersizliğinin ortaya çıkması gibi olgular -ÖD), bütün geçmiş tarihi yeni bir incelemeden geçmeye zorladılar ve bütün geçmiş tarihin bir sınıflar savaşımı tarihi olduğu, birbirine karşı savaşım durumundaki bu toplumsal sınıfların her zaman üretim ve değişim ilişkilerinin, kısacası çağlarındaki ekonomik ilişkilerin ürünleri oldukları; buna göre, toplumun ekonomik yapısının, her kez, son çözümlemede, hukuksal ve siyasal kurumların tüm üstyapısını olduğu gibi, her tarihsel dönemin dinsel, felsefi ve öbür fikirlerini de açıklamayı sağlayan gerçek temeli oluşturduğu görüldü. Böylece idealizm, son sığınağından, tarih anlayışından kovulmuş; tarihin materyalist bir anlayışı ortaya çıkmış ve şimdiye değin yapıldığı gibi, insanların varlığını bilinçleriyle açıklama yerine, insanların bilincini varlıkları aracılığıyla açıklamak için yol bulunmuş oluyordu.
Bunun sonucu, sosyalizm, artık şu ya da bu dâhinin rast gele bir bilişi olarak değil, ama tarih tarafından oluşturulmuş iki sınıfın, proletarya ile burjuvazinin savaşımlarının zorunlu ürünü olarak görünüyordu. Artık sosyalizmin görevi, elden geldiğince eksiksiz bir toplumsal sistem imal etmek değil, ama iktisadın, bu sınıfları ve onların karşıtlıklarını zorunlu bir biçimde ortaya çıkaran tarihsel gelişmesini incelemek ve bu biçimde türetilen ekonomik durum içinde çatışmayı çözme araçları bulmaktı. … (Marksizm öncesi sosyalizm -ÖD) İşçi sınıfının kapitalist üretim biçiminden ayrılmaz sömürülmesine karşı ne denli öfkeleniyorsa, bu sömürünün neye dayandığını ve kaynağının ne olduğunu açık bir biçimde o denli az gösterme durumunda bulunuyordu. Sorun bir yandan bu kapitalist üretim biçimini tarihsel bağlantısı ve tarihin belirli bir dönemi için zorunluluğu içinde, öyleyse yıkılma zorunluluğu ile birlikte düşünmek, öte yandan, eleştiri şimdiye değin bu üretim biçiminin işleyişinden çok kötü sonuçları üzerine atıldığından, onun hâlâ gizli kalmış iç hareketlerini ortaya çıkarmaktı. Artı-değerin bulunması, işte bu işi yaptı. Ödenmemiş emeğe sahip çıkmanın, kapitalist üre tim biçiminin ve işçinin bundan doğan sömürülmesinin temel biçimi olduğu; kapitalist, işçinin emek-gücünü, bu bile, ondan gene de onun için ödemiş bulunduğundan daha çok değer elde ettiği ve bu artı değerin, son çözümlemede, varlıklı sınıflar elinde birikmiş, durmadan büyüyen sermaye yığınının çıktığı değer toplamını oluşturduğu tanıtlandı. Kapitalist üretimin olduğu denli, sermaye üretiminin işleyişi de açıklanmış bulunuyordu.
Bu iki büyük bulguyu: Tarihin materyalist anlayışı ile kapitalist üretimin gizeminin artı -değer aracılığı ile açıklanmasını, Marx’a borçluyuz. Onun sayesindedir ki, sosyalizm, şimdi bütün ayrıntıları üzerinde uzun çalışılması gereken bir bilim durumuna gelmiştir.” (9)
Uzunluğunu göze alarak aktardık ki; “bilim ideoloji politika” “üçgen”leri üzerinde, bilimsellik vb. konusunda ahkâmlar kesen “projeci” ve onun idealizmi, bilimsellikle ilgisizliği ve uydurmacı öznelliği ile Marksizm ve onun derin bilimselliği arasındaki uzlaşmazlık açıkça görülebilsin.
Sosyalizm, ya bir “istektir”, isteğe bağlıdır; bu açıktan idealizmdir. Sosyalizm uydurmaca sayfalar dolusu laf üretmek, “projeci”nin kendisi de içinde olmak üzere varlıkları, bireyleri, sınıflar ve insanları bilinçleriyle açıklamaktır. Ya da zorunluluktur; bu durumda her şey yerli yerine oturur, bilinç varlıkla açıklanmış olur, tarihsel materyalizm zemininde kalınır ve kapitalizmin iç hareketinin bilimsel açıklamasına dayanılır. Ya biri ya diğeri. “Projeci”nin iflah olmaz bir idealist, bir öznelci olduğu kesindir.
O, teorinin pratiğe bağlılığından söz etmektedir. Hatta, gösterdiğimiz gibi, daha da ileri giderek dar pratikçiliğe saplanmaktadır. Ancak tüm bunlar, öznelciliğinin, tarihsel gerçekler yerine, kendi, gerçek dışı saptamalarından oluşan önyargılarını geçirme ve özgürlükçü-liberter demokratizmini tatmin edebilmesinin ihtiyaçlarıdır. Proletarya bir kez iktidarı ele geçirdikten sonra, sınıf mücadelesi sona ermez, tersine, daha sert ve derinden işleyen biçimler alarak devam eder. Bu, tarihsel gelişmenin zorunlu kıldığı bir şeydir. O, bu akış içerisinde uluslararası burjuvazi ve ülke içindeki kapitalizmin kalıntıları tarafından devrilerek, geçici bir süre geriletilen sosyalizmi beğenmiştir. Zorunlulukların, tarihselliğin istemediği türden ürünler verdiğinden şikâyetçidir ve şimdi kendi isteğince bir “sosyalizm” tasarlamaktadır. Bu sosyalizmin, “kuralları” olmayacaktır. Yani, ne kapitalizmin iç hareketinin zorunlu sonucu olacaktır; ne de, kapitalizmin içinden geldiği haliyle, onun kaçınılmazlıkla kalıntılarını üzerinde taşıyacak bir sosyalizm. “Projeci”, beyninin labirentlerinde, zorunlu olmayan ve ama yenilmeyecek türden bir “sosyalizm” tasarlamaktadır. Henüz yalnızca bir olumsuzlama olarak tasarlamış, ne olmaması gerektiğine karar vermiş ama ne olması gerektiği konusunda bir şey söylememiş olduğunu bildirse de, bu, “isteğe bağlı”, yasasız, kuralsız bir sosyalizm olacaktır. Bu da, açıkça bildirilmektedir. İsteğe bağlılık-zorunluluk ilişkisini öznel olarak ele alışın bir sürçülisan olmadığını kanıtlamak üzere, isteğe bağlı olarak tasarlanan ve kuralcılığı ilan edilen “sosyalizmin kurallarının yine isteğe bağlı olarak “içe sinmediğinde” değiştirilebileceği de ilan edilmiştir. İşte istendiğinde değiştirilebilecek “kuralsızlığın kuralları”:
“Efsanede başkalarının koyduğu kurallara ‘kuraldır’ diye uyma mecburiyetinden muafsınızdır. Kurallara onları sorgulamadan uyanlar, uyuyanlar, biraz zor efsane anlatabilir. Öyleyse kuralları siz koymalısınız, aklınız yattığında, içinize sindiğinde riayet etmek üzere! Efsanenizde kuralsızlığın kurallarını bulmalısınız, içinize sinmediğinde riayet etmemek üzere! İmandan değil, inançtan söz edebilirsiniz, istediğinizin olabilirliğine inanmaktan.” (10)
Öyle bir “sosyalizm” ki, “efsane” olarak eğretileme yapılan şey, yaklaşım bozukluğu, katıksız idealizme tekabül etmektedir. Şimdiye dek sosyalizmin kurallarını, birilerinin kafalarından uydurdukları düşünülmektedir. (Yapılan alıntıların uydurma olduğunu anlamış “projeci” ve kitabının arka kapağına spot olarak düşmüştür!) Engels’ten alıntılamıştık; kapitalizmin tarihsel bir zorunluluk olarak sosyalizme gitmesini kurallaştıran yasalar, tarihsel materyalizmin yasalarıdır ve kapitalizm, kendi iç hareketinin zorunlu sonucu olarak sosyalizme yol açmaktadır. Çünkü artı-değer yasası üzerine kuruludur. Ama Marx’ın bu yasaları koymadığı, kafasından uydurmadığı gerçektir; o, yalnızca bu yasaları, nesnellikleri içinde hükümlerini icra ederken keşfetmiştir, geçerliliklerini bilimsel olarak tanıtlamıştır. Bu yasa ya da kurallar, insanların koyduğu yasalar olmadıkları gibi, insan iradesiyle değiştirilebilir yasalar da değillerdir. Kapitalizmin yol açtığı sosyalizmin yasaları da, sosyalizmin yukarıdan aşağıya inşa edilmesine karşın, böyledir. Onun gelişme yasalarını da insanlar yapmazlar, sadece onları bilebilirler, kendilerini ve toplumun örgütlenişini ona uygun bir şekilde düzenlemeye katkıda bulunurlar. Bu yasaların işleyişiyle çelişen tutumlar takındıklarında toplumsal örgütlenmenin yanından yöresinden önce gıcırtılar yükselecek, ısrar edilirse çatırtılar duyulacaktır. Bilgisine varılan yasaların gereğine uygun davranıldığında ise, toplumsal ilerlemenin önü açılıp gelişmeye hız katılmış olacaktır.
Şu kesin bir gerçektir ki, sosyalizm, sosyalist toplum, yaz-boz tahtası değildir. Kuşkusuz inşa halindeki sosyalist toplumda proletarya birçok hata yapacaktır; bu bir kaçınılmazlıktır. Ama o, asla gelişme yasalarını kendisi koymaya yeltenmeyecek, böyle öneri sahiplerine yalnızca gülüp geçecektir. Beyimiz ise, sosyalizmin yasa ya da kurallarının, bilgiç birileri tarafından konulduğunu sanarak bilgiçliğe aday olduğunu açıklıyor. Ya da bu adaylığı kendi gibi küçük burjuva aydınlarına1, proleter disipline gelmez unsurlara, ölesiye demokratizm hayranları ve her şeyi kendilerinden menkul sayanlara şamil ederek “kolektifleştiriyor”! Öğrendiği “kolektif sübjektivizm”dir. (11) İstendiği şekilde tasarlanabilen, isteğe bağlı olarak kuruluşuna geçilebileceği ve yasaları istendiğinde değiştirilebileceği sanılan uydurma bir “sosyalizm” türü… “Projeci” Devrimci Yolcu’nun “sosyalizmi işte böyle seçmeci, öznelci bir sözde sosyalizmdir. Böylelikle bu tür bir “sosyalizmin özgürlükçü demokratlara, liberalizm, hayranlarına “inandırıcı” geleceği düşünülmekte, ama en başta kendi liberalizmine uyarlanmaya, kendine inandırılmaya çalışılmaktadır.

“EŞİTLİK VE ÖZGÜRLÜK” PEŞİNDE SOSYALİZMİ ANLAMSIZLAŞTIRMAK
Uydurmacılık iddiasında bulunmanın kolay ama bizatihi uydurmanın zor olduğu anlaşılıyor. Belirtildiği gibi, zorluk bir yanıyla, uydurulacak şeye gelecek tepkiler nedeniyle duyulan ürküntüdendir. Diğer yandan uydurmanın, görece tutarlı bir uydurmanın da zor olduğu söylenmelidir. “Dahi” olmak, dünyayı istediğince düzenlemek de, bunca bilimsel gelişmeden sonra, gerçekte pek kolay değildir. Marx ve Engels öncesinde son olarak Kant ve Hegel, gerçekten dahi kurmacacılardı. Kant ve Hegel’in, bilimin tarihsel gelişmesi ve çağlarının bilimsel birikimi açısından düşünüldüğünde, hem mazur görülmeleri için çok neden bulunabilir hem de dehalarının büyüklüğü kolaylıkla anlaşılabilir. Sonraki kurguculardan biri Dühring’di ki, Engels’in onunla nasıl dalga geçtiği biliniyor. Üstelik o da bir sistem geliştirmeye çalışmıştı. “Projeci’ Devrimci Yolcu ise, sistem kurucu bir bilgi birikiminden yoksun olduğu gibi, kuşkusuz Dühring’i göz önünde tutarak uğrayacağı hakaretlerin de korkusu içindedir. Şimdilik şöyle yazmaktadır:
“şimdi bugüne dek olanlardan ‘başka’ şeyler olduğunu görmek lazım.
Bunları içine sığdıracağımız, yani olup bitenlerin hepsini kapsayacak bir kavramsal çerçeveden söz etmek henüz mümkün değil. … Bulunduğumuz yerin belirgin politik tanımı yok; bizi tanımlayan belirgin koordinatlarımız yok. … Politikada ki koordinatlar, ortak sorulara ortak yanıtların verilmeye başlanmasıdır, henüz bunun mümkün olamadığı söyleniyorsa, zaman, özgürlük ve eşitlik davası için ‘sömürüye ve zulme karşı olma gibi’ eldeki ya da verili ortak yanıtları ön planda tutmak bile başlangıçtır ya da tamam mı devam mı ikilemindeki devam yanıtıdır.” (12)
Henüz uydurmacılığın bir sisteme bağlanmadığı ve kavramsal çerçevesinin oluşturulamadığı söyleniyor. Aslında, yukarıda değindiklerimizden, bu yolda epey bir adımın atıldığı belirtilmeli ve “projeci”nin kendisine haksızlık etmemesi gerektiği söylenmelidir. Ama tam bir sistem oluşturulamadığı, oluşturulduğunda da bunun orijinal bir sistem olmayacağı da ortadadır.
Devrimci Yol’un Eylül sonrası vurdumduymaz tutumu ve durumu, revizyonizmin çöküşünün Marksizm eleştirisi ve sosyalizme saldırıları kolaylaştırdığı ortamda, isteğe bağlı sosyalizm arayışıyla teorize edilmeye girişilmiştir. Neredeyse dağılmış ve toparlanmaya da niyetli olduğu görülmeyen Devrimci Yol’un durumu, sosyalizmin tarihsel bir döneminin bittiği ve eski kavramsal çerçevenin geçersizleştiği çıkarsamasıyla bir yanıyla haklı gösterilmeye, diğer yanıyla da yeni-liberal görüşlerle donanmış bir Devrimci Yol örgütlenmesinin uygun koşunlarının bulunduğu varsayımıyla liberal demokratizme basamak yapılmaya çalışılmaktadır. Hemen bugün bir teorik çerçeve ileri sürülmekten şu nedenlerle de kaçınılmaktadır: Birincisi, Devrimci Yol’un bugünkü durumu yeni-liberal, kendiliğindenci bir örgütlenme için uygunluk göstermektedir. Teorik çerçeve önerilmeden onun kendiliğindenci, örgütün zorlayacağı ciddi ve belki tehlikeli konumlardan uzak bir “aşağıdan” örgütlenmesi, bu yolla teşvik edilmiş olmaktadır. Bu tarz; bireyin ön plana çıkarılacağı, seçmeci, “doğrudan demokrasi” rahatlığına uygun düşmektedir. Ve üçüncüsü, ortaya teorik bir çerçeve konulduğunda, bugün ideolojik tutumları ve fikirleriyle, politik mücadele içindeki konum ve tutumlarıyla dört bir yana dağılmış bir çeşitlilik gösteren Devrimci Yolcuları bir arada tutup kucaklamak olanaksızlaşacaktır. Bu nedenle “istişareciler” çok sesli ve kanatlı bir yasal parti öngörürken; “projeci Pekdemir” de “aşağıdan” ve doğal ki kendiliğindenliği örgütlemeyi uygun tutum olarak “seçmiştir”!
Örgütlenmenin başlangıç noktası olarak alınması düşünülen platform ise, iki kanat açısından da hemen hemen ortaktır. Özgürlük, eşitlik ve demokrasi. Üstelik “projeci”, bu platformu sosyalizm adına ileri sürmektedir.
Pekdemir şöyle yazmaktadır:
“… soru, toplumsal muhalefetin nasıl olup da kendini yeniden sosyalizme ait hissedebileceği… İse, burada, sosyalizmin bilinen bütün tanımlarını şimdilik bir kenara bırakıp onun ‘olmazsa olmaz’ı olan iki kavramın altını çizmekte yarar vardır: özgürlük ve eşitlik.”
Mesela özgürlük ve eşitlik uğruna, yani sosyalizm davası için, mevcut sisteme karşı toplumsal isyanın parametrelerini dile getirmek inandırıcı olmaz mı? Olur…” (13)
Ve sonra “nasıl” bir sosyalizm sorusuna yanıt olmak üzere eşitlik ve özgürlüğün nasıl olması gerektiği üzerinde duruyor.
Sosyalizm davasının “eşitlik ve özgürlük” istemi ile tanımlanabileceği nasıl iddia edilebilir? Bu, sosyalizmi insan haklan ideolojisine indirgemek, insan hakları olarak ilan edilmiş soyut özgürlük ve eşitlik taleplerine sarılarak sosyalizm davasını insan hakları savunuculuğuna geriletmek olur.
“Projeci”, aslında ne yaptığının farkında ve göz göre göre sosyalizmi burjuva özgürlük ve eşitlik istemlerine; en çoğu, onun ileri bir yorumuna eşitliyor. Çünkü o, düzen içi toplumsal denetimi esas almakla tanımladığı “istişareciler”in, yasal particiliğine temel olan anlayışlarını şöyle eleştiriyor:
“Yeni dediğin, on sekizinci yüzyıl düşüncesini, mesela toplumsal sözleşmeyi, yirmi birinci yüzyıl için söylemek mi? İşte bu basitliğini dahi teorik soyutlama sanarak sunuyorsun. Ama şunu bil ki Apollon, on dokuzuncu yüzyılın işçi öğretisi bile, kuşkusuz senin on sekizinci yüzyıl burjuva öğretinden daha çağdaştır. Sen çağını bile yaşamıyorsun.” (14)
Bilerek işçi öğretisine yönelik aynı küçümsemeyi kendisi de yapıyor. Özgürlük ve eşitlik… Bu istemler burjuva öğretisinin temel taşlarını oluşturmadı mı? Ve bu istemlerle sosyalizm tanımlanabilir mi?
İnsanlar arasında fark görmeyen, sınıf zıtlıklarının üzerini örtmeye çalışarak, o da devrimcilik çağında, feodalizme karşı mücadelesi sürecinde sınıf ayrıcalıklarına karşı özgürlük ve eşitlik istemlerini tüm halk adına ileri süren burjuvaziydi. Kendi çıkarlarını bütün halkın çıkarları gibi göstererek özgürlüğü ticaret özgürlüğüne, eşitliği ise eşit değerler değişimine indirgeyen tabii ki burjuvaziydi.
“Marksizm aşıcısı”nın her ne kadar kafasına yatmayacak olsa da Engels’ten özetleyerek anlatalım:
Bütün insanların insan olarak ortak bir şeye sahip bulundukları ve bu ortak şey ölçüsünde eşit oldukları fikri, kuşkusuz dünya kadar eksi bir fikirdir. Ama modern eşitlik istemi bundan adam akıllı farklıdır. İstem, daha çok, bu insan olma ortak niteliğinden, insanların bu insan olarak eşitliğinden, bütün insanların ya da en azından bir devletin bütün yurttaşlarının, bir toplumun bütün üyelerinin eşit bir siyasal ve toplumsal değere sahip olma hakkının çıkarılmasına dayanır. Bu ilk göreli eşitlik fikrinden, devlet ve toplum içinde bir hak eşitliği sonucunun çıkartılabilmesi için, birlerce yıl geçmesi gerekti. Köleci toplumun ilerlemesi içinde, hiç olmazsa özgür insanlar için, üzerinde özel mülkiyete dayalı hukukun bildiğimiz en yetkin biçimi olan Roma hukukunun geliştiği o özel kişiler arasındaki eşitlik doğdu. Hıristiyanlık, bütün insanlar arasında yalnızca bir eşitlikten, köleler ve ezilenler dini olma niteliğine tastamam uygun düşen ilk günah eşitliğinden başka bir eşitlik tanımadı. Batı Avrupa’nın Cermenler tarafından istilası, yavaş yavaş o zamana değin benzeri görülmemiş bir karmaşıklığa sahip toplumsal ve siyasal bir hiyerarşi kurulması nedeniyle, bütün eşitlik fikirlerini yüzyıllar için ortadan kaldırdı. Ama feodal ortaçağ, bağrında ve gelişmesi içinde modern eşitlik isteminin temsilcisi olmaya aday sınıfı, burjuvaziyi de geliştirdi. Ticaret, özellikle uluslararası ve hele dünya ticareti, hareketlerinde engellerle karşılaşmayan, bir bakıma eşit haklara sahip, hiç değilse tek başına alınmış her yerde, hepsi için eşit bir hukuk temeli üzerinde değişim yapan özgür emtia sahiplerinin varlığını gerektirir. Zanaatçılıktan yapımevi sanayisine geçiş, emek-güçlerinin kiralanması için yapımcı ile sözleşme yapabilen ve buna dayanarak onun karşısına sözleşme yapan kişi niteliğiyle eşit haklarla çıkan belli bir sayıda özgür emekçinin de varlığını gerektirir. Bir yandan lonca bağlarından, öte yandan kendi emek-güçlerini kendi başlarına değerlendirme araçlarından yoksun olan, üretim araçlarından özgürleşmiş emekçiler. En sonu, genel olarak insan emeği oldukları için insan emeği olarak bütün insan emeklerinin eşitlik ve eşit değeri, bilinçsiz, ama en kesin dışavurumunu, modern burjuva iktisadının, bir metaın değerinin, o metaın içerdiği toplumsal bakımdan gerekli emek aracılığıyla ölçülmesini isteyen değer yasasında bulur. Ama ekonomik ilişkilerin özgürlük ve hak eşitliği istediği yerde, siyasal rejim, onların karşısına her adımda loncasal engeller ve ayrıcalıklar çıkarıyordu. Burjuva rakipler için, hiçbir yerde, ne yol açık ne de şanslar eşitti. Ve istemlerin kendisini gitgide en çok duyuranı da buydu.
Bu feodal eşitsizliklerin ortadan kaldırılmasıyla feodal engellerden kurtuluş ve hak eşitliğinin kurulması ve özgürlük istemi, toplumun ekonomik gelişmesi tarafından bir kez gündeme konulduktan sonra, kısa sürede daha geniş boyutlar kazanmaktan geri durmazdı. Her ne kadar bu istem, sanayi ve ticaret yararına ileri sürülüyorduysa da; aynı hak eşitliğinin, tam bir toprak köleliğinden başlayarak, köleliğin bütün derecelerinde, çalışma zamanlarının en büyük bölümünü, karşılıksız olarak, iyiliksever feodal beylerine ayırmak ve ayrıca ona ve devlete sayısız vergiler ödemek zorunda olan geniş köylüler yığını için de istenmesi gerekiyordu. Birbiriyle eşitlik ilişkileri kurmuş ve burjuva gelişmesinin aşağı yukarı eşit bir düzeyinde bulunan bağımsız bir devletler sistemi içinde yaşandığı için, bu istemin tek bir devletin sınırını aşan genel bir nitelik alması ve özgürlük ve eşitliğin insan hakları olarak ilan edilmesi gerektiği kendiliğinden aşılıyordu.
Bununla birlikte bilinir ki, burjuvazi, bir ortaçağ zümresi modern sınıf durumuna dönüştüğü andan başlayarak, burjuvazinin gölgesinde olan proletarya, ona durmadan ve kaçınılmaz şekilde eşlik edecektir. Aynı biçimde, proleter eşitlik istemleri de burjuva eşitlik istemlerine eşlik edecektir. Sınıf ayrıcalıklarının kaldırılması burjuva isteminin ortaya konduğu andan başlayarak, bunun yanı sıra, sınıfların kendisinin kaldırılması proleter istemi, önce ilkel Hıristiyanlığa dayanarak, dinsel bir biçim altında, sonra burjuva eşitlik teorilerinin ta kendilerine dayanarak ortaya çıkar. Proleterler, burjuvazinin önerisini hemen benimserler: Eşitlik yalnızca görünüşte, devlet alanında değil, ekonomik ve toplumsal alanda da gerçek olarak kurulmalıdır.
Eşitlik istemi, proletaryanın ağzında ikili bir anlam taşır. Bu istem, ya -özellikle başlarda, örneğin Köylüler Savaşı’nda- apaçık toplumsal eşitsizliklere karşı kendiliğinden bir tepkidir; böyle bir tepki olarak, o, yalnızca devrimci içgüdünün dışavurumudur. Ya da burjuva eşitlik istemine karşı, bu istemden az çok doğru ve daha ileri giden istemler çıkaran tepkide doğmuş bulunan bu istem, işçileri kapitalistlere karşı ayaklandırmak için bir ajitasyon aracı hizmeti görür. Ve bu durumda, bu istem, burjuva eşitliğin kendisiyle ayakta durur ve onunla birlikte yıkılır. Her iki durumda da, proleter eşitlik isteminin gerçek içeriği, sınıfların kaldırılması istemidir. Bundan öte her çeşit eşitlik istemi, zorunlu olarak saçmadır.
Sınıfların ortadan kaldırılması mücadelesinden koparıldığı anda eşitlik ve özgürlük isteminin proletarya için bir ajitasyon hizmeti bile görmeyeceği, ancak insanlığı parçalanmamış bir bütün varsayarak onları eşitleme peşindeki burjuva ham kafanın elindeki kör kılıç durumuna dönüşeceği açıktır.
Daha bitmedi. Proletarya, iktidarı aldıktan ve hatta burjuvaziyi sınıf olarak tasfiye ettikten sonra bile, bütün kalıntılarıyla birlikte sınıfların kaldırılması anlamındaki proleter içeriğiyle eşitlik, gerçek eşitlik, toplumsal örgütlenme ve dokunun tüm sektörlerinde sağlanmış olmaktan uzak olacaktır. Komünizmin ilk evresinde sömürücü sınıflar tasfiye edildikten ve üretim araçları mülkiyetine göre, çalışma ve ücrete göre eşitlik gerçekleştikten sonra, yani toplumun bütün üyeleri açısından üretim araçlarının mülkiyeti karşısında eşitlik sağlandıktan ve eşit işe eşit ücret ve çalışmayan yemez ilkeleri uygulamaya konduktan sonra bile hâlâ burjuva hukukunun, bu demektir ki, burjuva eşitliğin sınırlı ufku bütünüyle aşılmış olmayacaktır. Doğal olarak, birbirine eşit olmayan insanların; kimi şişman kimi zayıf olanların, kimi evli kimi bekâr, kimi çok kimi az çocuklu olanların aralarında bir dizi doğal eşitsizlik bulunanların eşit iş karşılığı eşit ücret almasını ne yazık ki, henüz başka bir ölçü olmayacağından değer yasasından başka düzenleyecek şey olmayacaktır. Değişimi, metalar içinde içerilmiş toplumsal bakımdan gerekli emek miktarına göre düzenleyen değer yasasından. Ama buradaki “eşitlik”in henüz burjuva eşitlik olduğu bellidir.
Eşitlik, gerçek eşitlik olarak, ancak insanlar arasındaki eşitsizliklerin eşitliğinin gerçekleşimini bozan etkileri, emek-değer yasasının işlevinin tükenmesiyle, eşitsizliklerin kabulü olarak ortaya çıkabilir. Ama burada eşitsizliklerin burjuva eşitlemeciliğine üstün gelmesi aracılığıyla gerçek eşitliğe varılarak, tüm eşitsizlik unsurları eşit haklardan yararlanabilir olacaktır. Eşitsizliğin eşitliği… Bu, komünizmin ikinci evresidir. “Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar.”
Anlaşılacağı üzere, kavramsal çerçeve yokluğunda, proletarya açısından bir ajitasyon hizmeti görmenin ötesine geçirilerek, sosyalizm uğruna mücadelenin platformunu sağlamak ve ona geliştirilmemiş de olsa, belirli bir program olarak hizmet etmek üzere özgürlük ve eşitlik istemlerinin ileri sürülmesi, sosyalizm davası adına konuşulduğu iddia edildikçe saçmalamak, sosyalizmi, içeriği çok farklı sınıfsallıkla doldurulabilecek tanımlara mahkum etmek anlamına gelmektedir. Ajitasyonun ötesinde, bir dizi açık seçik belirgin sınıfsal tanımlamalar yapılabilecekken eşitlik ve özgürlük gibi, insanlık kadar eski tanım ve istemlerle yola çıkılmasının önerilmesi, inandırıcılık kaygısından olmasa gerek. Eskiden kaçılıyorsa, bu istemler eskinin eskisidir ve mutlaka burjuva ve proleter içerikleri ayırt edilmesi gereken istemler durumundadır. Burjuvazi, özgürlük ve eşitlik bayrağını bir dönemler yükselttiği gibi, bugün hâlâ insan hakları ideolojisi perdesi ardında kendi sömürü ve zorunu gizlemeye uğraşırken bu istemleri istismar etmektedir. Burjuvaziyi devirmek ve sosyalizm davasını gütmek üzere açık ve belirgin istem ve sloganlara ihtiyaç, bugün her zamankinden daha çokken, muğlâklığı içinde herkes için, bütün sınıflar için olabilen istemlerle yola çıkmak liberalizmi işaret eden bir başka kanıt olmaktadır.
“Projeci”, özgürlük ve eşitlik üzerine açıklayıcı notlar düştükçe, liberalizmi daha bir belirginleşmektedir:
“bir: özgürlükler bir bütündür; birisi olmayınca diğerleri de var sayılamaz, yaşama, düşünme, örgütlenme, eylem özgürlükleri en temel toplumsal özgürlükler, bunlardan herhangi birinin yokluğuna karşı direnme hakkı en demokratik bir haktır. Bu inkâr edilemez. … Bunlardan birini dahi yok eden, gayrı meşru duruma düşmeli ve buna karşı her direnişin meşruiyet zeminini hazırlamış olmalı. … yani böyle bir sosyalizm.” (15)
Sosyalizm ölü, durgun, gelişmeyen ve gelişmesi içinde uygulamaları farklılaşmayan bir toplumsal örgütlenme olmayacaktır. Maddi koşulları açıklanmamış genel ve soyut özgürlükler peşinde onu kimse donmuş bir toplum olarak gösteremez. Özgürlük düşkünü bireylerin sosyalizmini tasarlayıp duran “projeci” için önemli olan tek şey, sosyalizmde genel geçer olarak bütün özgürlüklerin bulunuşudur. Komünizmin, siyasal biçimi proletarya diktatörlüğü olan bir geçiş biçimi oluşturan alt evresinde ve özellikle bir evrenin başlangıcında, henüz burjuvazi her alanda sömürücü bir sınıf olarak tasfiye edilmeden, proletarya diktatörlüğü çoğunluk için en geniş özgürlükler ve demokrasi anlamına gelirken; azınlık için yani burjuvazi için diktatörlük ve özgürlük yokluğu anlamına gelecektir. Genel olarak özgürlükler lafı etmek yetmiyor. “Kimin için olacak?” sorusuna yanıt vermek belirleyicidir.
Özgürlüklerin “bütün oluşu” bu açıdan olanaksızdır. Özgürlükler yalnızca sınırlandırılmış olmakla kalmayacak toplumun bir kesimi üzerinde, burjuvazi üzerinde diktatörlük uygulanacaktır. Yalnız bu kadar da değil. Burjuvazi sınıf olarak tasfiye edildikten sonra bir dizi burjuva unsur, kapitalizmin kalıntıları ekonomik ve siyasal yaşamda hâlâ şu veya bu ölçüde uzunca bir süre varlıklarını sürdürecek ve kuşkusuz özgürlüklerin muhatabı olmayacaktır. Örneğin, gerektiğinde burjuvazinin seçme ve seçilme hakkı sınırlandırılabileceği gibi, örgütlenmesi sınırlanmakla da kalmayacak, alışkanlıklarına varıncaya kadar yok edici bir mücadelenin konusu edilecektir. Aynı şey, en temel insan haklarından olan yaşama hakkı için de geçerlidir. Proletarya, iktidarını sağlamlaştırdıkça, kuşkusuz yaşama hakkını kolaylıkla sınırlamayacak ama özellikle, iktidarına yönelik devirme girişimleri karşısında ve hele iktidarı tehlikedeyse sabotajcıları, casusları ve yıkıcıları cehenneme göndermede tereddüt etmeyecektir.
Öte yandan proletarya diktatörlüğü, toplumun emekçi çoğunluğu açısından en geniş özgürlükler ve demokrasi olarak şekillenir.
Sınıf ayırımının yapılmadan genel olarak özgürlüklerin tümelliği üzerine fikirler geliştirmek insan hakçılığı ve liberalizmden başka bir şey değildir. Bu tür bir “özgürlükçülük”le sosyalizm davası güdülemez.
“iki: özgürlükler izafidir; kendi dışındakilerin köle olmasına zemin hazırlayan bir özgürlük kabul edilemez, sözgelimi sermayenin kayıtsız şartsız özgürlüğü, ücretli köleleri yaratır, birer yurttaş olarak köle sahiplerinin de özgür olmasını savunmak, özgürlüğü değil köleliği savunmak anlamına gelir, (emek özgür olunca zaten sermaye kalmaz.) bu anlayış, sınıflar arasındaki ilişkilerde olduğu kadar farklı inançlar1, dinler, mezhepler ve milliyetler arasındaki ilişkilerde de geçerlidir, sözgelimi Kürtlerin mutsuzluğu pahasına, ‘ne mutlu türküm diyene’ denilmeyeceği örneğinde olduğu üzere., ya da cinayet özgürlüğünü savunmanın, yaşama özgürlüğü yerine ölüm özgürlüğünü savunmak anlamına geldiği gibi…” (16)
“Projeci”, kendisi hakkındaki düşüncesi ne olursa olsun, istediği kadar teorinin eylem içindeki müfrezelerin “kurmay çalışması” aracılığıyla geliştirilebileceğini söylesin, kendi çalışmalarının doğası gereği teorisyenliğe soyunduğundan ve ama, diğer şeyler bir yana, öncü sınıf ve öncü parti fikrini reddeden teori kuruculuğuyla, işçi sınıfı, sınıf mücadelesi, komünizme yürüyüş, bunun için iktidarın ele geçirilmesi ve sürdürülmesinin ihtiyaçları, bu ihtiyaçların komünizmin ilk evresinin gelişme sürecinde farklılaşması vb. gibi sorunlar karşısında hiçbir sorumluluk duymadığından, yalnızca koyu bir demokratizme ve içi doldurulmuş!? özgürlüklere vurgu yapıyor. Bu yaklaşmayla kuşkusuz bir burjuva özgürlükçü olmaktan kurtulamıyor.
Bir kere, öngörülen özgürlüklerin komünizm için mi yoksa onun ilk evresi olarak söz edilen sosyalizm için mi olduğu, bol “özgürlük” lafları ardında gizli olarak kalıyor, açıklanmıyor. Oysa bu, önemlidir; çünkü komünizm gerçek bir özgürlük dünyası olarak hiçbir baskı ve zoru tanımayacak olduğu kadar, onun alt evresinde özgürlük herkes için olmayacak, sınırlandırılmış bulunacaktır.
Yukarıdaki pasajda özgürlüklerin sınırlandırılabileceği kabul edilir görülüyor. Bu noktada, bir önce aktarılan pasajdaki “özgürlüklerin bir bütün olduğu” tezi geçersizleştiriliyor. Bununla da kalınmıyor. Komünizmden söz edilmediğini ama yine de ölesiye bir özgürlükçülük yapıldığı için bu özgürlükçülüğün sınıflar-üstü bir özgürlükçülük olduğu anlaşılıyor. İlk evrede başlangıçta hâlâ sömürücü sınıflar ve sınıf olarak burjuvazi tasfiye edildikten sonra onun ekonomide olanın ötesinde fikir, özlem, alışkanlık, örgütlenme tecrübesi vb. alanlarında ciddi kalıntıları kaçınılmazdır. Bu evrede özgürlükler genelleşemeyecektir. “Projeci”, bundan söz ediyor, bir sınırlama öngörüyor (kendi dışındakilerin köle olmasına zemin hazırlamanın kabul edilmemesi), ancak bu sınırlamanın nasıl uygulanacağı, bunun için bazılarının kısmen veya genel olarak özgürlük ya da özgürlükler alanının dışına atılması demek olan bir diktatörlüğün gerekli olup olmadığını söylemiyor. Üstelik “sınıflar arasındaki ilişkilerde olduğu kadar farklı inançlar, dinler, mezhepler ve milliyetler arasındaki ilişkiler”de özgürlükler açısından bir sınırlamayı öngörüyor. Örneğin sermayenin “kayıtsız şartsız” özgürlüğünü kabul etmiyor. Buradan anlaşılan, sermayenin kayıta bağlanmış özgürlüğüdür, denetim altına alınması, ekonomik ve siyasal egemenliğinin önünün kesilmesi ve ama bu çerçevede ona hayat hakkı tanınmasıdır. Geçiş sürecinin başlangıcında bir dönem sermayeye, onu denetim altında tutarak katlanmak gerekebilecektir. Ama bırakalım komünizmin üst evresini, daha alt evresinde bile sermaye, koşulları olgulaştığında bir sınıf olarak tasfiye edilecektir. Bu, komünizme yürüyüş davasının zorunlu kıldığı, öteden beri toplumsal ilerlemenin tarihsel bir gerçeği olan sınıf mücadelesinin sürdürülmesinin, sınıf mücadelesi teorisinin zorunlu bir gereğidir. Ama “projeci” sınırlamakla yetiniyor, kayıtlar koymakla avunuyor ve bu noktada duruyor. Sınıflar, dinler, milliyetler vb. hep olacak, ama birbirlerini köleleştirici oluşları kabul edilmeyecektir. Örneğin bir din ya da mezhep bir başkası ya da dinsinler üzerinde baskı kuramayacak. Güzel, bu demokratizmdir. Peki, bu kadar mı? Sömürü toplumlarının bir ürünü olan, en son sermayeye, ona karşı isyanın yatıştırılmasına, bir afyon olarak hizmet eden dine karşı bir tutum gerekmeyecek mi? Dinler, mezhepler, farklı inanışlar, milliyetler, tümü sermayenin farklı alanlardaki çeşitli yansımaları, çeşitli varoluş biçimleri olarak, yalnızca başkalarını, kendi dışındakileri köleleştirmeye zemin hazırlamalarını engellemekle mi yetinilecek? Bunların toplumsal gerçekler olarak ortadan kaldırılması yönünde bir çaba olmadan, bu çabaya bağlı olarak, yani sınıf mücadelesinin sürdürülüşüyle giderek etkileri törpülenip yok edilmelerine yönelinmeden, onların köleleştirici zeminler oluşturmaları önlenebilir mi? SSCB’deki gelişmelerden yalnızca işe gelen “dersler'”in çıkarılması ile sosyalist ulunamıyor. SSCB gerçeği, bu tür zeminlerin yok edilmeleri uğruna çaba gösterilmediği, bu konularda duraksamalar içine girildiği andan itibaren köleleştirici zeminler olarak rollerini eskisinden daha bir fütursuzca ve şiddetle oynamaya başladıklarını öğretiyor.
Sermaye ve onun gerek kendisinin yarattığı gerekse kendinden önceki sömürü ilişkilerin varlığından devraldığı çeşidi ideolojik, hukuksal, yasal, örgütsel biçimlenmelerin yalnız kayıtsız şansızlıklarını önlemekle yetinilemez. Sermaye ve çeşitli geri ideolojik vb. biçimlenmelerin yok edilmesi, bu yönde önce kayıtlanmaları, giderek kısıtlanmaların artırılması aracılığıyla ortadan kaldırılmaları esastır. Böyle olmayana sosyalizm değil, burjuva demokrasisi denir. Dine karşı tutum örneğin, onun kısıtlanması ile sınırlı olamaz. Tarihin müzesine kaldırılması gereklidir. Dinselliğin sadece başkaldırının özgürlüklerini olanaksızlaştırıcılığının önlenmesi ile yetinilemez. Yetinildiği andan başlayarak o, başkalarını eziciliğini geliştirmeye yönelecektir. Sınıf mücadelesinin sürdüğü bir alandır çünkü üstyapı alanları da. Çeşitli inançlara sahip olma ve ibadet özgürlüğü yanında dinlerin lehine propaganda ve dinsel örgütlenme özgürlüğü, sosyalizmde kuşkusuz birbirinden ayrıdır ve birincisi serbestken ikincisi yasak olmalıdır. Sosyalizm dinlerle birlikte var olmaya devam etmeyecektir, edemez; onlara ancak onları ortadan kaldırma koşulları olgunlaşıncaya kadar katlanacak, etkilerini tedricen, emekçilerin kendi güçlerine ve iktidarlarına inançları sağlamlaştığı ölçüde kıracaktır. Komünizm ne din tanıyacaktır, ne sermaye. Ve komünist topluma dinlerle -onların sadece köleleştirici etkinlikleri önlenerek- ve sermaye ile (onun yalnızca kayıtsız şartsız egemenliği önlenerek) birlikte yaşanarak, onlarla belirli bir uyum tutturularak varılamaz. Sermaye yok olmalıdır. Dinler vb. yok olmalıdır. Bir çırpıda olmayacaktır bunlar. Bir süreci gereksinecektir. Ama amaç budur, hedef budur. Onlara özgürlük propagandası değildir.
Aksi durum, emekle sermaye arasında, sözde emeğin lehine gibi görünen, ama kapitalizme geri götürmesi kaçınılmaz ve kesinlikle sosyalizmle bağdaşmayan, onu ilerletmeyecek uyumun savunulmasıdır. Sermayeye kayıtsız şartsız değil ama yine de belirli bir özgürlükle, başka ne olabilir? Böyle sosyalizm olmayacağı üzerinde durulamaz bile.
Bu tür bir “sosyalizm” ve “özgürlükçülükle, kuşkusuz öznelci, isteğe bağlı bir sosyalizm öngören küçük burjuva aydını arasında bir ilişki vardır. Bu tür “sosyalizm” ve özgürlükçülük, küçük burjuva aydınının hayal dünyasında varolabilecektir ancak ve böylesi, bir hayalin ürünüdür. Devam ediyoruz.
“üç: özgürlük, böyle bir çerçevede, eşitliğe tabi olmalıdır. İnsanlara ve topluluklara eşit haklar ve imkânlar tanımayan bir özgürlük anlayışı, biri eli kolu bağlı diğeri serbest iki kişinin yemek yemekte özgür bırakılmasındaki sonucu doğurur, büyük sermaye sahipleri milyarlar harcayarak televizyon kanalları açarken, işçilerin düşünce ve örgütlenme özgürlüğüne sahip olmalarının bir anlamı olmaz.” (17)
“Projeci”, özgürlüklerin ekonomik temelinden de söz ediyor! Ama bir türlü “sermaye sahiplerinden vazgeçemiyor. Bir tek yerde açıkça sermaye sahiplerinin tasfiyesi sorunundan bahsetmiyor. Bunun, yazımızın ilk bölümünde üzerinde durduğumuz, hem planlama hem de piyasa unsurlarını içerecek şekilde tasarlanan “özyönetim sosyalizminin bir gereği olduğu anlaşılıyor. Yalnızca eşitlikten dem vuruluyor. Emeğe ve sermayeye eşit olanaklar. Bu eşitlik fikrinin ve proletaryanın elinde onun, sınıfların kaldırılması anlamında bir ajitasyon değeri taşımasından öte bir anlam ifade edemediği üzerinde durmuştuk. Ama söylenen, “insanlara ve topluluklara” “eşit haklar”dır. Sınıflar, bir boyut olarak bile alınmamaktadır, “insanlar ve topluluklar”… Komünizmin hangi evresinden söz edilmektedir, meçhuldür! Ama meçhul olmayan, kaba ve sınıflar-üstü bir demokratizm ve özgürlükçülük yapıldığıdır. Sınıflar ve sınıf mücadelesinin, sınıfların kaldırılmasının söz konusu bile edilmediği bir düzlemde “insanlara ve topluluklara eşit haklar ve imkânlar”, tamamıyla burjuva eşitçilik ve özgürlükçülüğüdür. Sosyalistler ve proletarya, sınıfları kaldırmak ister; burjuva aldatmacası ve küçük burjuvazinin düşleri, insan hakçılığı yapar ya da onu istismar eder: Herkese eşitlik ve özgürlük!..
“dört: özgürlük, bütüncül ve izafi ve eşitliğe tabi olarak kullanıma açık olduğu ölçüde çoğulcu olabilir, böyle bir çerçevede her birey özgürce kendi geleceğini tasarlayabilir; sınıfsal, dinsel, ulusal her topluluk kendi çıkarlarını özgürce savunarak kendi kaderlerini özgürce tayin edebilir.” (18)
Bu doğal sonuçtur. Bir yerlere bir de parlamento ve parlamentoculuk prensibi sıkıştırılmalıydı! Yukarıdan beri söylenenlerden, zaten kendiliğinden “çoğulcu sosyalizm” sonucu çıkıyordu. Yalnızca kayıtlamalarla yetinmek ve özgürlüklerin dokunulmaz bütünlüğü, üstelik bunların “insanlar ve topluluklar” tarafından eşit olarak kullanılması, yalnızca emeğin değil, sermayenin de varsayılması çoğulculuğa götürmemezlik edemezdi. Ve zaten çoğulculuk; emek ve sermaye arasındaki ilişkiler açısından geçerli bir kavramdır. Ama örneğin politik çoğulculuğun mekanizması ya da aracı burjuva parlamentosudur. Sınıflar ve “topluluklar” arasındaki “kayıkçı dövüşü”nün arenası olacak bir parlamento olmadan bu çoğulculuk nasıl gerçekleşecektir? Sovyetler mi? Ama Sovyetler tartışma kulüpleri değil, iş yapma merkezleridir. Çoğulculuğun iradesini belirleme ve proletarya ve yarı proletaryanın, köylülüğün devlet iradesine doğrudan katılmalarının aracıdır. Burada çoğulculuk sökmez. Sınıfların, kuşkusuz eskinin ezilen sınıflarının kendi iradeleri geçerlidir. Ve kapitalizm tarafından en çok eğitilip, yönetsel görevler için de hazırlanıp gücü büyük merkezlerde, iş araçlarının işletmesinde biriktirilen işçi sınıfı, ekonominin ve devletin yönetilmesinde, sınıfsal konumu gereği diğer emekçilere yol gösterici olacak, onları siyasal yaşamın da içine çekecektir. Görevleri arasında (kapitalizmin kendisine kazandırdığı üstünlüklerden gelen) diğer emekçi katmanları eğitme yanında onların önyargıları, alışkanlıkları, burjuva ve küçük burjuva özlemleri ile onları giderici bir faaliyet yürütme de vardır. Çoğulculuk zorlamasına gerek yoktur; toplumun en örgütlü, toplumsal dönüşüm için en hazır, buna en yetenekli olmakla kalmayıp tek yetenekli olan en bilinçli kesimini meydana getiren proletarya, kuşkusuz komünizm yolundaki ilerlemeye öncülük edecektir. “Çoğulculuk” fikri, bu kendiliğinden dayatılmış ve ama bilinçli ve örgütlülükle pekiştirilmiş öncülük fikrine karşıttır. “Projeci”ye göre, her birey, her sınıf, dinsel, ulusal her topluluk kendi çıkarlarını özgürce savunarak kendi kaderlerini özgürce tayin edebilmelidir.
Tarihsel olarak dayatılmış ve kazanılmış proletarya öncülüğü olmadan, proletarya, sosyalizmin merkezine konmadan her birey ve topluluğun çıkarlarını özgürce savunması ve kendi geleceğini özgürce tayin etmesi üzerinde durmak, yine proleter disiplinine, proletarya diktatörlüğü fikrine ölesiye düşman bir özgürlükçülük anlamına geliyor. Bunun kaosa yol açmasından başka bir sonucu yoktur ve olamaz.
Örneğin proletaryanın dinlere karşı bir kısıtlayıcı ve etkisini kinci tutumu ve mücadelesi olmadan, dinsel topluluklar kendi çıkarlarını özgürce savunacaklarsa ve kendi kaderlerini özgürce belirlemeye bırakılacaklara nereye varılacaktır? Bu, bir afyondan başka bir şey olmayan dinin, örneğin başka dinsel topluluklar ve dinsizlerle arasında bir uyum gözeterek kendi geleceğini buna göre belirleyeceği iyi niyetli tasarımı mıdır? Din ve dinsel toplulukların “kendi çıkarları” örneğin proletaryanın çıkarları ile bağdaşabilir mi? Ve bu çıkarlar durmaksızın kendisini yeniden üretip egemenlik peşinde koşmaktan alıkona-bilir mi? Bu, sınıflar açısından da geçerli değil mi? Burjuvazinin kendi çıkarlarını serbestçe savunmasının olanaklı görülüp sosyalizmin böyle tasarlanmasının pespayeliğini bir tarafa bırakalım. Küçük burjuvazi, örneğin orta köylülük kendi çıkarları peşinde bir köy topluluğu ya da daha makul olanı kapitalizme yönelmeyecek midir? Yöneleceği kesindir. Durmaksızın sınırlanmaz ve değer yasasının işleyişi giderek işlevsizleştirilmeye çalışılmaz, bunun koşullarının yaratılması için mücadele edilmezse, küçük üretim her gün her saat durmadan kapitalizme yol açacaktır. Kendi haline bırakılmış küçük üretimin gideceği başka bir yer yoktur. Bu, çok daha keskin sınıf mücadelesine, o daima kaçınılmak istenen çatışmaya yol açacaktır. Öncü proletaryanın, köylülüğü, çeşitli dinsel inanışlara sahip insanları kendi eylemleri içinde kendi sınıfsal zeminlerinin yok oluşuna, yok edilmesine iknadan başka yolu yoktur. Proletarya; örnekleyerek, ikna ederek, kuşkusuz burjuvazi dışındaki sınıflara zor kullanmayarak, emekçileri peşine takıp komünizme doğru yürüyebilecek ve toplumu bu yönde dönüştürecek yegâne sınıf olarak, kendisine tarihsel olarak verilmiş öncülük görevini yerine getirmemezlik edemez. Kendisine önerilecek “projeci”ninki türünden hayallere gülüp geçerek o, özgürlük ve disiplin birliğinin karakterize edeceği kendi yolundan yürüyecektir.
Emekçi sınıflar üzerinde zor olmayacaktır, onlar bu anlamda kuşkusuz özgürlük alanında bulunmaktadırlar sosyalizmde. Ama proletarya dışı katmanların bizatihi kendi çıkarları, kuşkusuz önünde diz çökülmemesi gereken çıkarlardır; onların kendi kaderlerini özgürce tayin etmeleri karşısında kayıtsız kalmak; kapitalizme geri dönüşü oturup beklemek ve seyretmekle eşanlamlıdır.
Evet, emekçiler için özgürlük olacaktır. Ancak proletaryanın başka sınıf ve katmanların çıkarlarına müdahalede bulunup onların kaderlerini tayinleri işine bizzat katılıp bu sınıf ve katmanlara önderlik götürmesinden başka komünizm yolunda yürümesi şansı yoktur.
Ve bireylerin kendi geleceklerini özgürce tasarlamakla kalmayıp gerçekleştirebilmeleri, sosyalizm değil, komünizmin sorunudur. Çünkü henüz bayrağında “emeğine göre” yazan komünizmin ilk evresinde bireylerin kendi geleceklerini özgürce tasarlayıp gerçekleştirmelerinin koşulları var edilmemiştir. Sosyalizmde sınıflar ve dinsel vb. topluluklar gibi bireylerin de kendi geleceklerini özgürce belirlemeleri peşine düşmek, ham bir hayalin peşine düşmek demektir.
“Projeci”, çıkarları birbirlerinden farklı sınıflar ve toplulukların çoğulcu bir zeminde, bu çıkarlarını nasıl gerçekleştirebilecekleri ve kendi kaderlerini nasıl özgürce tayin edebilecekleri üzerine düşünmelidir. Bunun sınıf mücadelesinden başka yolu bulunmaz. Ya proletaryanın kendisinden başka tüm insanlığın da kurtuluşunu öngörüp olanaklı kılan, kendisiyle diğer emekçi sınıfların çıkarları arasında belirli bir uyum kuran, ama onların sınıf olarak konumlarını değiştirmeyi (sınıf olarak çıkarlarını gerçekleştirmeyi değil) düzenleyen komünizm yolu. Ya da çeşitli topluluklar ve sınıfların kendi çıkarlarını gerçekleştirmek üzere burjuvazinin peşine takılmaları -burjuva egemenliği… Ya proletaryanın ya da burjuvazinin diktatörlüğü, iki yol da tekçidir; burjuva diktatörlüğü görünüşte, çoğulculuk zırhına bürünür. Komünizme giden yol ise tektir.
Çoğulcu, eşitlikçi ve özgürlükçülük. Ne ham bir hayal! Ve pek de inandırıcı! Küçük burjuva aydın için çekici olmasına çekici. Çünkü hem emek ve hem de sermayenin baskısından kurtuluşu simgeliyor. Ama burjuva ya da proleter yoldan birinin benimsenmesi zorunludur. Pekdemir ve genel olarak Devrimci Yolcuların benimsedikleri, burjuva yoldur. Özgürlük düşkünlüğüdür. Proletaryaya, onun mücadelesine, sınıf çıkarlarına, teorisine, komünizme düşmanlıktır.
Göreceğiz, “projeci”nin bir “kuralı” var, bir Devrimci Yol hastalığı olarak eskiden kalma, şimdi aşırı vurgu yapıyor: “İlk ve son adımların aynılığı” kurala ya da “nihai hedefin öncüllerde birer nüve olarak bulunması”…
Bugünkü Devrimci Yol pratiği bu “hikâye” kuralının hakkının verildiğini ortaya koyuyor. Teorik yaklaşımındaki işçi sınıfına, çıkarlarına, önderliğine düşmanlık, bugün Devrimci Yol reformculuğunun başlıca pratiği. Örnek mi?
20 Temmuz “Genel İşçi Eylemi”. Devrimci Yolcular eylemin sokağa dökülmesine, yani ilerleyip gelişmesine, yeni bir aşamaya yükselmesine karşı çıkıyor. Özellikle etkin oldukları memur sendikalarında bunu uyguluyor, hatta bazı iş kollarında iş bırakılmasını bile fazla buluyorlar. Burada bir uzaklık, bir düşmanca tutum var. Ama burada kalmıyor. Ardından ayrılıkçı burjuva milliyetçileriyle el ele işçi sınıfına veryansın ediyorlar: “İşçi sınıfı hareketsiz kalıyor”, “enternasyonalist görevlerini yerine getirmiyor”, “kamu çalışanları işçi sınıfından daha eylemci”, “önderlik, işçi sınıfından kamu çalışanlarına geçiyor”. Bir yığın herze… Eyleme hem barikat kuracaksın hem de önderliğin memurlara geçmekte olduğunu söyleyecek, işçi sınıfına hakaretler yağdıracaksın. Bu, teorideki işçi sınıfı düşmanlığının bugünkü pratikteki yansımasıdır.

“SÖZ, YETKİ VE KARARIN EMEKÇİLERDE CİSİMLEŞMESİ”, “DOĞRUDAN DEMOKRASİ”
Pekdemir’in, Lenin ve Stalin ile arkalarından gelen revizyonistler ve onların partisi ve devleti ile Bolşevik proleter parti, Marksist-Leninist parti ve proletarya diktatörlüğü arasında bir ayrım yapmadığı üzerinde durmuştuk. Bu ayrımı yapmadan, sosyalizmin yaklaşık 40 yılını da içine katarak geçmiş 70 yılın emekçilerin gücünün yeterince kullanılmadığı yıllar olduğu ve “söz, yetki, karar emekçilerde cisimleştiği bir iktidar biçiminin” var edilmediğini söylüyor. Geçmişten çıkardığı temel ders bu:
“… Bugüne dek milyonlarca emekçinin gücü sosyalizmin yaratılması doğrultusunda yeterince kullanılamadı; sosyalizm, emekçilere kendi öz-deneyimleriyle benimseyebilecekleri bir toplumsal sistem olarak sunulama-dı; söz, yetki, kararın emekçilerde cisimleştiği bir iktidar biçimi olamadı.” (19)
Parti ve devlette bürokratizm, kitlelerin kendi öz-deneyimleriyle eğitilip toplumsal yaşama katılmaları ve yönetimi ellerine almalarına, bunun mekanizmalarının oluşturulmasına önem verilmediği yolundaki eleştiriler, Pekdemir’in temel tezidir. Yeni “projesi”nde her şeyi bundan kaçınmak üzerine kurmaya yönelmiştir.
“Doğrudan demokrasi” tezi buradan kaynaklıdır. Parti, liderler (şefler), sınıf ve yığınlar arasındaki ilişkiyi bozmanın kaynağı burasıdır.
“70 yıllık sosyalizmi” “bürokratik” olarak tanımlayınca, tedbir aramak doğal oluyor. Ancak Lenin ve Stalin önderliğindeki gerçek sosyalizm de bu arada “bürokratik” suçlamasından kurtulamadığından, onlar da, Marksizm Leninizm’in teorisi de dışlanarak -ama kuşkusuz hâlâ ondan söz edilerek- bulunan tedbirler pek pespaye oluyor.
Lenin’in “Devlet ve İhtilal”inin özellikle dördüncü ve beşinci bölümleri, Marx ve Engels’in “Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi” görmezden gelinerek, Marksizm’e katkılar yapılmaya çalışılır. Pekdemir, sanki sözü edilen klasikler kitlelerin yönetime katılması, yönetim işinin sıradan ve herkes tarafından yapılabilen kayıt ve denetim işine dönüştürülmesi, ekonominin planlanmasının -tabii ki uzmanların da katılımıyla- her düzeyde kitleler tarafından tartışılarak belirlenmesini öngörmemiş ve sanki sosyalizm bu yönde ilerlememiş gibi, “yeni” tezini ortaya atar: “Üretenler yöneten olmalı”, “söz, yetki, karar, iktidar emekçilere”. Ve tamamlar: “Doğrudan demokrasi!”
Kuşkusuz komünizmde, ne devlet ve ne devlet yöneticileri olacaktır. Yalnızca ekonominin yönetimi ise basit bir idari görev haline dönüşecek, politik bir yönetimi gereksinmeyecek ve herkes tarafından yapılabilir olacaktır.
Bir yarı-devlet ya da burjuvazisiz burjuva devlet olan proletarya diktatörlüğünün, bütün bir iktidar mekanizması olarak, tüm yönetsel cihazı ve yöneten-yönetilen çelişmesi ile komünizmin üst evresinde sönecek olması ve bu gidişte, daha başlangıçlardan itibaren memurlar devletinin yerini, basitleştirilmiş kayıt ve denetim işini yapmaya başlayan işçilerin silahlanmasının almaya başlaması ile bir geçiş toplumu olarak komünizmin ilk evresinde hâlâ yöneten-yönetilen çelişmesi ve yönetsel cihazıyla (ne denli bürokratik olmaktan çıkarılsa ve işçi ve emekçiler yönetim işine gittikçe daha çok katılmaya başlasa da), kelimenin gerçekten anlamıyla devlet olmasa bile proletarya diktatörlüğüne duyulan ihtiyaç, diyalektik bir bütünlük oluşturur.
Yöneten-yönetilen çelişmesi, kuşku yok, kapitalizm tarafından uyuşturulmuş ve eğitimsizliğe, bilgisizliğe mahkûm edilmiş emekçi yığınlar, yalnızca, üzerlerindeki baskı ve zordan kurtulup iktidar olanaklarına ve geniş ve burjuvazininkinden milyon kez demokratik bir demokrasiye kavuştuklarında değil, ama bir yandan sınıfların da ortadan kalkmasına yol açacak dev bir üretkenlik artışı ve üretim genişlemesi, hem emekçi yığınlara iş gününün kısalması dolayısıyla kendileri için boş zaman bıraktıkça ve onların her işi yapabilir hale gelmelerini sağlayacak poli-teknik eğitimlerini olanaklı kıldıkça, devletin sönmesine benzer şekilde yavaş yavaş ortadan kalkacaktır.
Kuşkusuz yöneten-yönetilen çelişmesinin giderilmesi, bir çırpıda gerçekleşmez, süreç işidir. Bir yandan üretkenlik artışı ve “herkese ihtiyacına göre” ilkesine yaklaşılmasına bağlanmıştır; öte yandan proletarya ve diktatörlüğün eğitsel görevlerine ve kitlelerin yönetime katılmalarını siyasal, eğitsel ve psikolojik olarak kolaylaştırmasına. Bu giderilmenin en temel mekanizması ve garantisi, iktidarın Sovyetler aracılığıyla proletaryanın elinde oluşudur. Sovyetler, çoğunluğun iktidarını ve onun tüm yönetim işlerini kendi ellerine alabilmelerinin temel örgütüdür. Yalnızca yasama değil, yürütmenin de organı olan ve memur devletine son verilmesi anlamına gelen Sovyetler, yığınsal emekçi örgütleri olan sendikalar, kooperatifler vb. ile birlikte yöneten-yönetilen çelişmesinin giderilmesinde kaldıraç görevi görecektir. Ve doğal ki, bütün bu süreci yönetip yönlendirecek olan, Marksist teori ile donatılmış, işçi sınıfı ve emekçi kitleler içinde kök salmış, onlardan kopmayan ve tersine, onların ileri unsurlarını bağrında birleştiren proletarya partisidir.
Komünist parti, Pekdemir onu her ne kadar bürokratizm suçlusu bürokratik bir örgüt olarak görse de, -bu, proletaryaya düşmanlığındandır-, kapitalizmi, bir daha geri gelmemecesine yok etmenin, yalnızca kapitalistlerin mülksüzleştirilmesinde değil ama bundan daha da zor olan bütün bir küçük üretimin dönüştürülmesinin yanı sıra kol ve kafa emeği arasındaki ve yönetenle-yönetilen arasındaki farklılıkların giderilmesinden, bütün bir özlem ve alışkanlıklara karşı mücadele ve onların alt edilmesinden geçtiğini bilir. Bu nedenle diğerleri yanında yöneten-yönetilen çelişmesinin giderilmesi ve bu giderilmedikçe, Pekdemir’in dediği gibi bürokrasinin (20) değil, ama bürokratizm tehlikesinin hâlâ var olmaya devam edeceğini gözden kaçırmaz. Kapitalizm, sömürgenliğinin yanında en çok da bir azınlığın kendi çıkarlarını ve yönetimini toplumunmuş gibi göstererek ve çoğunluğa karşı bir azınlık yönetimini sürdürebilerek tutunabilmektedir. Lenin’in dediği gibi, “Eğer herkes devlet yönetimine katılırsa, kapitalizm artık tutunamaz”
“Projeci” için belki yararlı olur, Lenin’in konuya ilişkin bir değerlendirmesini aktaralım:
“Kayıt ve denetim: Komünist toplumun ilk evresinde, hem ‘yoluna konması’ hem düzenli işlemesi için aslolan budur. Burada bütün vatandaşlar, silahlı işçiler tarafından teşkil edilmiş bulunan devletin ücretli görevlileri haline dönüşürler. Bütün vatandaşlar, bir tek devlet kartelinin, bir tek tüm halk ‘karteli’nin görevlileri ve işçileri olurlar. En önemli olan şey herkesin eşit bir çaba göstermesi, çalışma kurallarına tamamen uyması ve eşit bir ücret almasıdır. Bu alandaki kayıt ve denetim işlemleri, kapitalizm tarafından son derece basitleştirilmiştir. Kapitalizm, bu işleri, en basit gözetim, kayıt ve gerekli makbuzların teslimi işlerine indirgemiş, her şeyi okuryazar ve aritmetiğin dört işlemini bilir herhangi birinin yapabileceği bir hale getirmiştir.
Devlet başlıca görevlerini, bizzat işçiler tarafından yapılan böylesine bir kayıt ve bu türlü bir denetime indirgendiği zaman, politik bir devlet olmaktan çıkar: ‘Kamu görevleri politik karakterlerini yitirir ve basit idari görevler haline dönüşürler.
Halk çoğunluğu, bu kayıt ve bu denetim işlerini, bizzat ve her yerde uygulayacağı zaman, bu denetim hakikaten evrensel, genel ve milli karakterde olacak, hangi tarzda olursa olsun, hiç kimse kendini bundan kurtaramayacak ve ‘artık, yapacak hiçbir şey kalmayacaktır.’
Toplumun tümü, çalışma ve ücret eşitliğiyle, artık bir tek büro ve bir tek atölyeden başka bir şey olmayacaktır.
Ama proletaryanın kapitalistleri yenip sömürücüleri alaşağı ettikten sonra toplumun tümüne yayacağı bu ‘atölye’ disiplini, bizim için asla ne ülkü ne de son erektir; bu sadece, toplumu kapitalist sömürünün bayağılık ve alçaklıklarından tamamen kurtarmak ve ileriye doğru sürekli gidişi sağlama bağlamak için zorunlu bir basamaktır.” (21)
“Projeci”nin burada düzeltilecek bir şeyler bulduğu anlaşılıyor. O, emekçi kitlelerin gerçekten yönetim işine katılması, üretenin yöneten olması vb. peşinde değildir. Peşinde olduğu, tüm öznelciliğiyle küçük burjuva aydınlarına özgürlük sağlamak, emekle sermaye arasında belirli bir uyumu tutturabilmektir.
Sürekli vurgu yaptığı, özgürlüklerdir, demokrasidir, herkesin yönetici olmasıdır; ama bunun ayrılmaz parçası olan devletsizliğe ulaşılmadığı sürece zorunluluğu reddedilmeyecek proleter disiplindir. Bu disiplin, kuşku yok, Lenin’in dediği gibi, son erek değildir, ama ilk evrede yokluğunda komünizmin ikinci evresine ulaşmak, ancak bir hayal olarak kalacaktır.
Pekdemir, sürekli olarak komünizmin alt ve üst evrelerini karıştırmaktadır. Ve üstelik aralarındaki ayrımı bildiğini gösteren pasajları da vardır. Bundan çıkan, bilinçli bir karıştırmacılıktır.
“Devlet var olduğu sürece ‘bürokrasi’ (toplumdan yabancılaşma eğilimindeki yöneticilik) kaçınılmazdır… İşte bu durum, yönetim işlerinin ve ekonominin yönetiminin uzmanlar (bürokratlar ve teknokratlar) tarafından yerine getirilmesi zorunluluk olduğu sürece, bu anlamda kafa ve kol emeği arasındaki çelişki çözülmediği sürece kaçınılmaz görülebilir.” (22)
Burada tamamen bulandırılmış bir durum ve teorik keşmekeş var.
Bir kez, devlet var olduğu sürece bürokrasi kaçınılmaz değildir ve burjuva devlet mekanizmasının kırılıp parçalanması ile bürokrasiye, memurlar egemenliğine son verilir. Üstelik işçi ve emekçiler kayıt ve denetim işlerine giriştiklerinde, en azından denetlediklerinde, bürokrasinin beli kırılmış demektir. Tek tek bürokratların hâlâ var olmaya devam etmesi, bu durumu değiştirmez ve ama bu durum yine bürokrasi tehlikesinin ortadan kaldırıldığı ve bir daha bu sorunla karşılaşılmayacağı anlamına gelmez. Bu tehlike, komünist toplumun üst evresine geçişle son bulacaktır.
Geçmiş sosyalist deney “bürokratik” olarak aşağılanacak diye, teorinin de iğdiş edilmesine gerek yoktur. Komünizmin üst evresine dek yönetim; uzmanlar, bürokrat ve teknokratlar tarafından yürütülmez, yürütülmemiştir. Kuşkusuz, yönetim işleriyle bilinçli işçilerin yanında kapitalizmden devralınan eski memurlara da görev verilebilecek, bu arada devrimci proletarya kendi denetimi altında belirli işleri “uzmanlar”a yaptırmak zorunda olacaktır. Ama hem geniş işçi yığınının ve emekçilerin kayıt ve denetim işlerine seferberliği ta başından başlar ve hem de çoğunluğun iktidar organları olan Sovyetler; yasa yapıcı ve yürütücü (icra) organları olarak yönetim işlerini ellerinde toparlayarak sıradan emekçilerin yönetime katılmasını sağlar.
Ve aktarılan pasajdan anlaşılan, -hele “kafa ve kol emeği arasındaki farklılık çözülmediği sürece” dendiğine göre- kastedilen, komünizmin alt evresidir. Bu evrede yazar “bürokrasi”yi burada kaçınılmaz görmektedir.
Şurada kastedilen ise anlaşıldığı kadarıyla üst evredir:
“Sosyalizm politikanın inkârıdır! Sosyalizm, politikanın yani yönetenler ve yönetilenler biçimindeki iktidar ilişkilerinin ortadan kaldırılmasının ütopyasıdır!” (23)
İkinci, üst evrede evet, politika, iktidar ilişkileri kalmayacaktır.
Peki, şuna ne demeli:
“‘Söz, yetki, karar, iktidar emekçilerin olsun; üretenler yöneten olsun’ demiyor musun? İşte bu sosyalizmin ta kendisi, sosyalizmin ideali.
Bütün teorilerin, politikaların gelip dayandıkları en son nokta, sosyalizmden komünist (sınıfsız) topluma doğru atılacak ‘son adım’ burası değil mi?” (24)
Kargaşa. Ama. “söz, yetki, karar, iktidar emekçilere” ve “üretenler yöneten olsun” derken komünizmin üst evresi nasıl kastedilir? Bu sloganlar komünizmin üst evresi için dile getirilirse saçmalanmış olunmaz mı?
Komünizmin ikinci evresinde ne iktidar i ne de iktidar ilişkileri kalacaktır. Bu evre, devletin söndüğü evredir; yöneten-yönetilen çelişmesinin de çözüldüğü evre. Bu evrede baskılanacak kimse kalmayacağı için iktidar olmayacağı gibi basit kayıt ve denetim işleri herkes tarafından görüleceği ve yönetsel işler olmaktan çıkacağı için, ne emekçilerin iktidarı ne de yönetimi olacaktır. “Emekçiler” kimi yönetecekler ki yönetimde olsunlar? Herkes muktedir olduğunda ne “muhalefet” ne de yönetilecek kimse kalmadığında, o sözü edilen “emekçiler” iktidar “sopası” ile çelik-çomak mı oynayacaklar?
Anılan sloganlar, komünizmin birinci evresine aittir ve işçi ve emekçileri üst evreye götürmeye yöneliktir.
İşçi ve emekçiler, komünizmin alt evresini, yönetim işleri bütünüyle herkes tarafından yapılabilir olduğunda bu işleri yürüterek, gelip komünizmin ikinci evresine dayanacaklar ve ikinci evre hiçbir iktidara ihtiyaç duymayacaktır.
Ama bu ilk evrede emekçilerin basit kayıt ve denetim işlerini yüklenmeye başlamalarıyla birlik ve paralellik halinde giden bir başka gereklilik daha vardır. Henüz devletin sönmemiş ve sönmeye gidecek oluşunun zorunlu kıldığı bir gereklilik: Proleter disiplin. Çalışma disiplini. Proletaryanın çalışma koşullarından fışkıran proleter disiplin. Başka türlü bütün toplum tek bir “atölye”ye dönüştürülemez, tek bir “büro” gibi çalışamaz ve toplum komünizme yönlendirilemez, yönlenemez. İsteyince istediğini yapmakta kendini özgür hisseden özgürlükçülere göre değildir bu. Entelektüel baylara göre hiç değil. İşte onlar, proletaryanın disiplini, yönetimi, diktatörlüğü ve önderliği fikirlerini teoride reddederek “herkesin yönetimi” ya da “emekçilerin iktidarı” laflarını bunun için ediyorlar. “Herkese özgürlük”! Ve proletarya diktatörlüğü ve disiplinin dışlanması olarak, anlamsız saçma bir slogan yumurtluyorlar: “Söz, yetki, karar, iktidar emekçilere” ya da proletarya diktatörlüğü ve disiplinin alternatifi olarak “üreten yöneten olmalı!”
Bu, şundan da anlaşılıyor ki, “projeci” bayımız “doğrudan demokrasi” yanlısıdır. Disiplinsiz, aynı zamanda bir disiplin örgütlenmesi olan proletaryanın, tüm siyasal ve ekonomik yaşamı, sendikalar ve kooperatifler gibi yığın örgütlerinden gelerek Sovyetlerde ve parti önderliğinde merkezileştiren diktatörlüğünü geçersizleştirmek üzere, herkesin başına buyruk olacağı, âdemi merkeziyetçi bir “doğrudan demokrasi”. “Söz, yetki, karar ve iktidarın emekçilerde” olmasını “projeci”miz böyle anlamlandırıyor. Disiplinsiz demokrasi. Ama bu, ancak devletin sönmesi koşullarında, disiplinin, aynı çalışma gibi bir zorunluluk olmaktan çıkıp ihtiyaç haline geldiği, yönetimin ve yönetilmenin tümüyle iktidar ilişkisi dışında basit bir idari görev sorunu haline dönüştüğü koşullarda olanaklıdır. Bu durumda da demokrasi anlamsızlaşacak, ne kadar tam ve doğrudan hale gelirse o kadar gereksizleşecektir. Ne devlet ve ne de demokrasi kalacaktır o zaman.
Ama ondan öncesi, örneğin komünizmin ilk evresi bir “doğrudan demokrasi” olarak tasarlanabilir mi? “Projeci” tasarlıyor. Bu, küçük burjuva aydınının ütopyasıdır. Anarşizan bir liberalizmdir.
“Doğrudan demokrasi!
Bu da ütopyamızın bir başka tanımı değil mi?
Aslında Marksistler bütün örgütlenmeleri bu perspektifle ele almalılar… Doğrudan demokrasinin imkânları var olduğu kadarıyla tükenebilmeli; ama var olduğu kadarıyla… Ve koşullar elverdiğince bunun imkânları yeniden üretilmeli… Çünkü doğrudan demokrasinin anlamı açık: Söz, yetki, karar iktidar halka!
Sözgelimi, sosyalist devletle örgütlenmesinde, demokratik merkeziyetçilikten doğrudan demokrasiye doğru güçlü bir yönelim gerçekleştiği ölçüde, bu bir ‘yarı-devlet’ olabilir. Sosyalist devletten devletsizliğe, yani ‘özgür üreticilerin birliği’ne doğrudan demokrasi yoluyla ulaşılabilir. Emekçiler, ancak doğrudan demokrasi ile başlangıçtan itibaren aşağıdan yukarıya merkezi devlet örgütlenmesini kuşatmayı, fethetmeyi başarabilir. Sosyalizm, sadece devlet düzleminde değil hayatın her alanındaki birimlerde (işyeri, yerleşme birimi) doğrudan demokrasi örgütlenmeleri, kendi kendine yönetim (self-government) ve özyönetim (self-management) üzerinde yükselebilir…” (25)
“Doğrudan demokrasi” kavramıyla “çöküntü”nün üstesinden gelineceği sanılıyor. Ama hayal yoluyla, çöktüğü söylenen şeyin yanına yanaşmak bile olanaksızlaştırılıyor. “Doğrudan demokrasi”, “söz, yetki, karar, iktidar halka” sloganının bir başka türden söylenişi oluyor. Onun gibi saçma. Bundan demokrasinin tamamlanması kastedilmiyor; çünkü bu durumda demokrasi gereksizleşecek. İkinci evre için öngörülür gibi yapılıp aslında “doğrudan demokrasi” de komünizmin alt evresi için ileri sürülüyor.
“Projeci” demokratik merkeziyetçiliğin kaçınılmazlığını teslim alıyor ve tüm çabasını onu “doğrudan demokrasi” yönünde bozmaya hasrediyor. Disiplin tanımayan bir tür demokrasiye doğru, ya da disiplinin bir burjuvazi elinde bulunacağı bir demokrasiye doğru. Çünkü proleter demokrasisinden başka ancak burjuva demokrasisi olanaklıdır. Kitlelerin doğrudan ve kendiliklerinden, yol gösterilmeyen, öncüye ve proletarya diktatörlüğüne onun gereksindiği disipline gerek duymayan örgütlenmesi “doğrudan demokrasi” olarak sunuluyor ve proletarya diktatörlüğüne alternatif olarak konuyor. Ama devlet-sizlik alternatifi olarak değil.
Burada ürküntü baş gösteriyor. Sözde “militan”a, ama aslında kendi kendine bir uyarı yöneltiyor:
“Oysa doğrudan demokrasi başlangıçta kendi-zıddının yani temsili demokrasinin öğelerine kısmen mecburdur. Temsilin olduğu yerde merkezileşme de olur… Demokratik -merkeziyetçilik biçimindeki yarı-temsili kurumlara mecburiyet üzerinde yükselmediği ölçüde doğrudan demokrasiyi hiçbir şekilde hayata geçiremezsin.” (26)
Yani devletin varlığı kabul ediliyor, anarşizmin kıyısından dönülüyor. Ve “doğrudan demokrasiye, Sovyetler vb. gibi temsili kurumlara dayanarak, onlarla bu tür demokrasinin yan yana var olması yolundan varılabileceği söyleniyor. “Doğrudan demokrasi” yerine sıradan işçi ve emekçilerin basit kayıt ve denetim işlerini üslenerek yönetime katılmasını geçirirsek bu doğrudur. Şu farkla ki, Sovyetlerin oluşturduğu temsili kurumlar, hem temsili kurumlar olmaktan oldukça uzak olduklarından hem de emekçi kitlelerin yönetimini (yönetsel işlerde görev almalarını) olanaklı kılıp yolunu açtıklarından katılımcılığın “zıddını” oluşturmazlar. Burada sanılır ki, sadece “doğrudan demokrasi” terimi yanlış seçilip kullanılıyor. Ama değil, amaç o. Bir önceki pasajdan böyle anlaşıldığı gibi şimdi aktaracağımız da bunu kanıtlıyor:
“Üretenlerin yöneten olduğu, ekonomi ve siyasetin aynı düzlemde yer alabildiği bir rejimde “doğrudan demokrasi’yi hedefleyen emekçiler hegemonyası, ancak’ totaliter’ olabilir, otoriter değil… Dolayısıyla âdemi-merkeziyetçidir ve totaliter (bütünlükçü) çerçevede çok-merkezlidir. İnisiyatif odakları (merkezleri) toplamıdır; inisiyatif odaklarının yani merkezlerin toplumudur!” (27)
Yine çelişme, tutarsızlık ve kargaşa. “Üretenlerin yöneten” olması ile “doğrudan demokrasi” bu kez farklılıklaştırılıyor. Burada “üretenlerin yöneten olması” komünizmin ilk evresine özgü varsayılıyor, “doğrudan demokrasi” üst evreye. Ama bir önce aktardığımız pasaj, buradaki fikirlerle yok ediliyor. Ne demokratik merkeziyetçilik kalıyor ne de temsili kurumlar.
Merkezi devlet ve proletaryanın başka sınıflarla paylaşamayacağı iktidarı fikri, proletarya diktatörlüğü ve proleter disiplin. “Projeci” tümünü inkar ediyor. Tabii ki bu arada merkezi planlama da yok ediliyor. Yine “doğrudan demokrasinin” “öz-yönetimciliği”ne dönüyoruz. Âdemi-merkeziyetçilik ve çok merkezicilik. iktidarın parçalanması. Küçük burjuva aydınının manevra alanının artırılması ve isteyenin istediğini yapabileceği bir “özgürlükçü demokrasi”. Liberalizm. İşte “doğrudan demokrasi”!

YENİ “DEVRİMCİ” TARZ YA DA AŞAĞIDAN ÖRGÜT
Proletarya diktatörlüğü altında sınıf mücadelesinin sürdürülmesi ve ele geçirilen devlet olanaklarının da yardımıyla, bizzat devlet cihazı kullanılarak devletin gereksizleşmesi ve sönmesi yolunda yürünmesi, bunun için öncü sınıf ve partinin geniş emekçi yığınları yönetim işlerine çekmesi ve sonunda yönetimin herkes tarafından gerçekleştirilebilir bir şey olarak yöneten-yönetilen çelişmesinin yok oluşa gitmesi ile “doğrudan demokrasici” yaklaşım arasında temel bir fark vardır. İkincisinde ne öncülük vardır ne yönlendirme. Çünkü “hikâye”ye göre, yukarıdan olan her şeyde bürokratizm vardır, “sosyalizmin engellenişi vardır. Önemli olan kitlelerin, “emekçilerin” aşağıdan, kendiliğinden örgütlenmeleri ve özyönetim organlarını oluşturmalarıdır.
“Aşağıdan gelme”ye yapılan, bu “yukarıdan” olanı reddeden vurgu, bütün “doğrudan demokrasi”, “üreten yöneten olmalı”, “söz, yetki, karar, iktidar emekçilere” gibi “özgürlükçü”, “isteğe bağlılık”, “projeci”nin, Devrimci Yolcunun bugün yapması gerektiğine ilişkin önerilerine “hayat” vermektedir.
“Aşağıdan” gelme, “doğrudan demokrasi” bugünden örgütlenmeye başlanmalıdır. “İlk adım” da aşağıdan gelerek atılmalıdır. Daima “aşağıdan” örgütler kurulmalıdır, hâşâ “yukarıdan örgüt”e gerek yoktur, bu tür bir örgüt kurulmamalıdır!
“İlk ve son adımların aynılığı”, “projeci”ye göre, “kural”dır. Yani son adım, daha ilk adımda kendisini ifade etmelidir. “Nihai hedefin, öncülerinde birer nüve olarak yer etmeli ve süreç içinde bu nüveleri elverdiğince eşzamanlı biçimlerde geliştirilebilsin!” (28)
Bundan çıkan, “doğrudan demokrasinin bugünden yaşanmasıdır, bugünden örgüden-menin yolu olarak tutulmasıdır. Yeni tarz “devrimcilik” ya da yeni “devrimcilik” tarzı budur. “Sosyalizm hemen şimdi”, “devrim, hemen şimdi”, “doğrudan demokrasi, hemen şimdi” diyebilmektir.
“Yeni tarz devrimcilik; ‘devrim hemen şimdi!’ diyebilmektir… Ama şimdi ister sağdan getirilen gerekçelerle, isten “sol’dan getirilen gerekçelerle yeni tarz bir devrimciliğe karşı diretmek muhafazakârlıktır. Sağ ya da sol sapmada aynılaşmış bir gericiliktir. Biçimde yenileşerek eskinin sağ ya da “sol” argümanlarıyla siyaset yapma tarzı da muhafazakârlıktır! Önemli olan biçimde değil tarzda gerçekleşen yenileşmedir…” (29)
Eski, geçmiş sosyalist deneyimi ve teorik birikimi reddetmemek muhafazakârlık oluyor, her şeyi yeniden ele almak, Marksizm’in tüm konularında yenileşme peşine düşmek ve bunları yapabilmek üzere hemen değiştirmelere, yani hemen “devrim” yapmaya girişmek; “yeni tarz devrimcilik”! İnkârcılığın, liberalizmin adı “yeni tarz” takılmıştır. Bu nasıl yapılacak? “Doğrudan demokrasinin şimdiden uygulanmasına girişerek, “aşağıdan” başlayarak, öncülüğü, pratikte “aşağıdan” tarzı önerip yaparken teoride reddederek!
“Söz, yetki, karar, iktidar emekçilerin olsun; üretenler yöneten olsun’ demiyor musun? İşte bu sosyalizmin ta kendisi, sosyalizmin ideali… İşte sosyalizmi sosyalizm yapacak olan bu olgu, hemen şimdi senin önünde duruyor; atacağın ‘ilk adım’ olarak! Sosyalizmin idealini hemen şimdi bulunduğun yerde gerçekleştirmeye başlayabilirsin. Sendikanda, derneğinde, mahallende, işyerinde… Sosyalizm anlayışın ve örgütlenme anlayışın farklı olabilir mi ki? ‘Sosyalizm’ ve ‘söz, yetki, karar bizde’ diye ortaya atıl, her yerde.” (30)
Örgütlenmenin ilkesi, emekçi kitlelerin kitlesel ve aşağıdan örgütlerinin kurulmasına girişmek oluyor. Kitle örgütlerinde işçi ve emekçilerin, yönetime gelmek için çalışmaları zorunludur. Bu, sendika ve dernek bürokrasilerinin kırılması çabasının ana unsurlarından biridir. Kitlelerin kendi ihtiyaçlarına göre örgütlenmeleri ise gerekli ve zorunludur. Buna bir diyecek yok. Ama bu, bir koşulla devrimci olur, kendiliğinden örgütlenmenin ötesine geçebilir: Bir öncü parti çalışmasıyla, emekçi kitlelerin, bir eğitim ve aydınlatma faaliyetinin konusu edinilerek kendi çıkarları temelinde örgütlenmelerinin sağlanmasıyla. Bunu gerçekleştirecek olan kitlelerin kendisi değil, öncüsüdür. Ve öncü reddedilerek kendiliğindencilikten kurtulmak olanaksızdır. “Projeci”, öncünün de bu tarz örgütlenmesini savunuyor. Kendiliğinden. “Aşağıdan”. Teoriyi sonra öğrenmek üzere.
Diyor ki:
“Bulunduğun yerde devrim yapmaya girişmezsen, devrimci örgütlenmeleri de, devrimci partiyi de hiçbir zaman kazanamazsın.” (31)
“İdeolojik sorunlarını böyle bir davayı savunan düşünürleri izleyerek, teorik sorunlarını böyle bir davayı savunan teorisyenlerden öğrenerek ve bulunduğun yerden kendi öz-deneyiminle böylesi çözümlemeleri sorgulayarak ele alabilirsin. Çünkü onlar da ancak senin ideolojik/politik çözümlerin üzerinde düşünceyi yeniden üretebilirler.” (32)
Herkes, bulunduğu yerde kitlelerin aşağıdan örgütlenmesine girişecek ve devrimci’ parti, bu “iş” içinde kazanılacak! Bu nasıl parti? “Aşağıdan gelme” kitlelerin peşinde bir parti; onun öncüsü değil. Burada reddedilen, öncülük fikridir. Ve öncülüğün ne idüğü belirsiz teorisyenler ve düşünürlere terk edilmesidir. Marksizm’in proletaryanın dünya görüşü olması ve proletarya hareketi ile birleştiğinde dünyayı dönüştürecek devrimci işçi hareketinin yaratılabilecek olması nerede, bu ham kafalılık nerede?
“… Doğrudan demokrasi anlayışı, devrimci bir anlayış olarak, demokrasi mücadelesi sürecinde, ancak, hayatın her alanında kitlelerin somut sorunlarından hareket ederek, onları yeni bir toplum yaratma çabasına, devrim için (ve dolayısıyla siyasi iktidar için) de mücadeleye seferber etmek, bu şekilde kitlelerin katılımını sağlamak olarak gerçekleşebilir. Bu anlamda doğrudan demokrasi anlayışıyla, farklı kesimlerin aynı sömürü düzeninden kaynaklanan farklı sorunlarının, kendi doğrudan sorunlarının çözümünü devrim ( ve iktidar) perspektifiyle ele alınabilir. Böylece, bu anlayış ışığında, farklı muhalif kesimlerin düzene karşı mücadeleye doğrudan katılımı sağlanabilir ve bu katılımın (mücadelenin örgütlenmesi anlamında) örgütsel düzeyde hayatın her alanındaki kitlelerin doğrudan örgütlenmeleri aracılığıyla gerçekleşmesi için çaba sarf edilebilir.” (33)
Burada ayıt edici olan, “devrimciler örgütü”nün, yani partinin de bu tür aşağıdan örgütlenme içinde gerçekleştirilecek oluşudur. Tüm örgütlenme “doğrudan demokrasi” anlayışı ile gerçekleşecektir!
“… Hiç kimse, bir çırpıda bütün sorunları çözecek sihirli bir formül ve dokunduğu her şeyi devrimci kılan, ‘yukarılardan’ (uhrevi!) bir örgüt peşinde koşmasın, örgütsüzlük sorunun çözümü, bugün için (ama her zaman ve her yerde değil, sadece bugün için!) ‘bir örgütün kurulmasını beklemek değil, yüzlerce örgüt içinde yer almak, yoksa bunları kurmaktır. Ancak bunları kurma çabasının, illa ki sonucu değil, ama ürünü ‘bir örgüt’ etkili olabilir.” (34)
“Devrimciler”, yani kafaları dumura uğramış ve düzene entegre olmuş Devrimci Yolcular, tam bir liberalizme teşvik ediliyor. Kendilerini, “doğrudan demokrasi” anlayışı ile içlerine doluşacakları, yoksa kuracakları yüzlerce kitle örgütü içinde örgütleyecekler. Peki, bu kitle örgütleri kim tarafından ve hangi teorik açılımla örgütlenecek? Kendilerini bu örgütler içinde örgütleyecek örgütsüz Devrimci Yolcular ve onların kafa karışıklığı ile… Buradan da, bu aşağıdan gelişi içinde devrimci örgüt çıkacak!! Ve bunun adı “yeni tarz devrimcilik”!
Yazımızın ilk bölümünde üzerinde durulmuştu, Pekdemir’in en çok karşı olduğu şeylerin başında “şeflik” geliyordu. Bu bölümden de anlaşılmış olmalı. O, tüm eleştiri oklarını, her kötülüğün başı olarak saptadığı bürokratizme yönelterek, bundan pek saçma bir sonuç çıkarıyor: Yukarıdan olan örgütlenmenin, önderliğin ve liderliğin reddi. Ama ne yapıyor? Gerçekler istendiği kadar önyargılarla değiştirilmeye çalışılsın, gerçek olarak kalırlar ve en gerçek dışı “teorik” çözümlemelerin içine bile, kuşkusuz bozularak, şekil değiştirerek, değişik görünümlerde sızarlar. “Projeci”mizin “şefleri” yok mu? O istediği kadar yöneten-yönetilen çelişmesinin giderilmesine sosyalizm sonrasında değil, bugünden girişilmesi gerektiğini söylese de, bu olanaksız olduğundan, “şefler”den kendisi de kurtulamıyor. Bürokratizme karşı mücadeleye evet, ama “şefler” ya da önderler, bugünkü toplumsal örgütlenmenin kaçınılmaz gerçeğidir. Henüz yöneten-yönetilen çelişmesi giderilmiş varsayılmayacağı ve bugünden giderilmesi olanaksız olduğu için, insanlar arasında bilgi, yetenek, tecrübe, fedakârlık, kitlelerle birleşme becerisi vb. vb. farklar bulunduğu ve daha uzun süre bulunacağı için önderler gereklidir ve zaten vardırlar. Tüm uygar dünyada önderlere ve yönetici öncü örgütlere rastlarsınız. Toplumsal örgütlenmenin bugünkü düzeyinde bu zorunludur çünkü.
Yığınlar, “emekçiler”, “aşağıdan örgütlenmeleri”, “doğrudan demokrasi”… Güzel laflar! Ama yığınlar ve “emekçiler”in önderlere karşı alternatif olarak ileri sürülmesi ve “şefler”in reddi saçmadır.
Yığınlar ve “emekçiler”, sınıflara bölünüktürler. Sınıflar, bütün dünyada, kendileriyle şu ya da bu ölçüde birleşmiş, çıkarlarını şu ya da bu netlikte savunan, ama onlarla birleşme ve çıkarlarını savunmada yetenek gösterdiği ölçüde bu sınıfların yöneticisi olmaya hak kazanan parti ve örgütlerce yönetilip yönlendirilirler. Siyasal partilerin, genel kural olarak, en çok tecrübe ve otoriteye sahip, birikim, çözümleme yeteneği, bilgi düzeyi vb. açılardan, üyeler üzerinde en çok etkiye sahip üyeler tarafından sorumlulukları genel kabul gören, genellikle sorumlu görevlere seçimle gelen lider ya da “şefler” tarafından yönetildiği bilinir. Beyimize göre, bu, muhafazakârlığın tarzıdır. Değişmelidir. Kötülemek üzere liderlerden “şef’ diye söz eder. Ama yolu yoktur: Bir “şef”in yerine bir başkasını koyacaktır! Kötü şeflere tepki, önderliğe tepki halini alınca, lider ve öncü parti fikrine karşı çıkılır, ama genellikle alçak, bayağı yeni “şef”lerin eskilerin yerini almasının yolu böyle açılır. “Projeci’nin bugünkü önderleri kimdir? Önderlik fikrini dejenere ettiği için, onun “önderleri” artık iyice pespayedir: “Düşünürler”, “teorisyenler”, (“emekçiler” ve onların “doğrudan demokrasi” örgütleri içinde eriyip gidecek) Devrimci Yolcular. Ve kuşkusuz, ne denli tevazu gösterse de, bütün bu yolları gösteren “büyük şef” olarak en başta kendisi!
Kendisini şef saymayacak ya da sözleri sorgulanmadan dinlemeyecek berbat “şefler”in yol göstericiliğinde, aşağıdan, merkezi olmayan bir örgütlenme, “projeci”ye göre, bugün yapılması gerekli olandır. Bu örgütlenme, farklı muhalif kesimlerin, bulundukları yerde, ve ama “iktidar perspektifiyle” gerçekleştirecekleri ademi-merkeziyetçi bir örgütlenme olacaktır: Bu örgüt aynı zamanda çoğulcudur, farklı alanlardaki örgütlenmelerin birbirine danışmak birliği olarak, “enterkonnekte” bir örgüt olarak şekillenecektir. “Projeci”, açık olarak, “örgütsüzlüğün çözümünde monolitik bir örgüt yerine enterkonnekte ( ve işte bu anlamda bütünlüklü) örgütlenmelerden yana…”dır. (35) Devrimci Yolcular, farklı muhalif kesimler içinde, merkezi ve yukarıdan bir örgüt çalışması yürütmek yerine; aşağıdan, her alanda “müfreze esasına göre” örgütlenen, birbirleriyle dirsek teması halinde örgütlenerek monolitik olmayan “partiye” varacaklardır! Böyle vehmediliyor!
“… kelimenin gerçek anlamıyla bütünlüklü bir çalışmaya ulaşabilmek için, başlangıçta, farklı çalışmaları birbirine karşılıklı bağlayan (enterkonnekte eden) cooptation, ilkesinden daha elverişli ve demokratik bir yöntem olamaz, cooptation? Şey yani, ‘tepe’den atama yerine, her kurulun kendi üyesini seçmesi; her çalışma biriminin, önemli sorunlarda, diğer birimlerdeki kendine ait hissettiği ölçüde onlara danışması, çözüme katkı istemesi gibi bir tercih. Yani bir bakıma ittihatçılığın tersi, böyle bir tercihte şeflerin aparatçikleri kendilerini siyasi komiser addedip her pastaya maydanoz olma küstahlığını gösteremezler, bu bir. İkinci ise bu tercih yerel inisiyatiflerin gelişmesine müthiş katkıda bulunur.
Böyle bir tercihte, kolayca anlaşılacağı üzere, bu çalışmaların ürünü bir kurmay çalışması gereklidir. Ama bu önce, kendi kendine genel ve kurmay olan bir çalışmayı ve bunun altında birimler yer almasını gerektirmez. … farklı çalışmaların yarattığı bir ortak pratik üzerinde bir ortak irade oluşabilmeli, iradi müdahale ise böyle bir meşruiyetin ürünü olabilmelidir.
…Enterkonnekte faaliyetlerin ürünü olan… girişimler, müfreze esasına göre kendilerini örgütlerse, sisteme karşı toplumsal isyan zemininde bir devrimci harekete, yani bu müfrezelerin kurmay çalışmasının örgütlenmesine doğru adımlar atılabilir.” (36)
İşte “aşağıdan örgüt” böyle kurulacak. Birbirinden kopuk örgütçülükler aşağıdan gelecekler. Canları isterse “komşu” örgütçüklere danışacaklar. Bu örgütçükler, farklı muhalefet alanlarındaki kitlelerin “doğrudan demokrasi” örgütleri içinde örgütlenecek Devrimci Yolcular tarafından oluşturulacak. Ve onların merkezi ve monolitik olmayacak “kurmayı”, yani parti, her ne tür demokratik partiyse, bu örgütçüklerin yürütecekleri eylem içinde var edecekleri ortak iradenin örgütü olarak, bu aşağıdan gelmeliği içinde oluşacak!
Aman! “Şeflerin” ve “aparatçiklerinin” müdahalelerine dikkat! Aman! Yukarıdan bir müdahale olmasın!
Devrimci Yolcu örgüt ya da örgütsüzlük fikri ve pratiği çok eleştirildi. Devam etmeyeceğiz, teşhirle yetinmek en doğrusu. Ancak bilinsin ki, o “değiştiği” gerekçesiyle teoride saçmalama ve iğdiş edicilik yoluna girilen dünya ve “çöktü”ğü gerekçesiyle bunca ahmakça arayışlara girişilen sosyalizmin gerçeği bambaşka Bu yarı-anarşist liberal hayıflanma ve saçmalıklarla bu dünyada ayakta durulamaz, bir yer edinilemez ve sosyalizm için değil, sosyalizme karşı kılıç sallanabilir.
Herkes yoluna. Dostlar bir yana düşmanlar bir yana!

Eylül 1994

DİPNOTLAR
1. Anne Bak Kral Çıplak s. 265
2. Age. s. 266
3. Age. s. 116
4. Kuralsızlığın Hikâyeleri s. 165
5. Kuralsızlığın Hikayeleri s. 84-85
6. Anne Bak Kral Çıplak s. 260
7. Kuralsızlığın Hikâyeleri s. 12
8. Age. s. 281
9. Anti-Dühring s. 78-79
10. Kuralsızlığın Hikâyeleri s. 136
11. Age. s. 102
12. Age. s. 156
13. Age. s. 158
14. Age. s. 135
15. Age. s. 158
16. Age. s. 159
17. Age. s. 159
18. Age. s. 160
19. Anne Bak Kral Çıplak s. 288 20; Age. s. 359
21. Lenin, Devlet ve Devrim, Emek Yay. s. 138-140
22. Anne Bak Kral Çıplak s. 359
23. Age. s. 214
24. Age. s. 261
25. Age. s. 347
26. Age. s. 348
27. Age. s. 212
28. Anne Bak Kral Çıplak s. 289
29. Age. s. 239-240
30. Age. s. 261
31. Age. s. 263
32. Age. s. 262
33. Age. s. 350
34. Kuralsızlığın Hikâyeleri s. 161
35. Age. s. 161
36. Age. s. 162-163

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑