Karl Marx, henüz on dokuzunda bir delikanlı olarak Berlin Üniversitesi’nde öğrencidir. Temel ilgi alanı felsefedir; felsefenin ise, dünyayı değiştirmenin silahı olması gerektiğine inanmaktadır. Günlerini ve gecelerini kitaplarla geçirebileceği, Berlin yakınlarındaki Stralow’da bir köy evindedir. Hegel’in “Tinin Fenomenolojisi”ni incelemekte ve bir soruya cevap aramaktadır: Acaba ateşi çalıp sonsuza dek taşıyacak yeni Promete kimdir?
(Genç Marx, Aiskhylos’in yorumuyla, tanrılardan çaldığı ateşi insanlığın hizmetine sunan ve böylelikle uygarlığın başlangıç ışığını da yakan Promete’yi, devrimci bir simge olarak görmekte, insanlığın gerçek kurtuluş teorisinin formülasyonuna da aynı büyük değeri biçmektedir.)
Huzursuz genç araştırmacı, bulduğu gerçeklerin ve henüz çözemediği problemlerin coşkusu ve sancısıyla doludur. Kant, Schelling, Fichte; yenilmiş, tozlar içinde yatıyorlar. Hegel, bu Prusya dâhisi, gökyüzünden çaldığı ışığın gücünden korkmuş ve düşüncelerini sonuca götürmekten çekinerek “fitili kısmak” istemiş, insanlığın yeni Promete’si olamaz. Ya keskin radikal fikirli hukuk profesörü Gans? “Hayır. Ateşi kapıp sonsuza dek götürecek olan yeni Promete, Gans olamaz.”
O halde, insanlığın gerçek kurtuluşunun yolunu gösteren, ateşi kapıp sonsuza dek taşıyacak olan yeni Promete kimdir?
Yazar, genç araştırmacının çektiği sancıların, gerçekte proletaryanın dünya görüşünün doğum sancıları olduğunu okuyucuya hissettirir. Yunan Mitolojisinin en büyük kahramanının eylemiyle benzerlikler kurularak anlatılan eylem, ateşin yeniden ve sonsuza dek taşınmak üzere çalınışının öyküsüdür. Sahnede yeni bir sınıf vardır ve birikimlerini bu sınıfın hizmetine sunmuş aydınlar… Kitap, adını bu büyük eylemden almaktadır.
Ateşi Çalmak, Promete ile Marx arasında bir benzerlik kurarken, bunun simgesel ve son derece göreceli olduğunu da hissettirir. Çünkü önünde sonunda, Promete, Olimpos tanrılarına kafa tutmuş bir “bireydir”. Burada ise eylemini, tarihin dünyayı değiştirmek ve yeni bir dünya kurmakla yükümlendirdiği bir sınıfla birleştirmiş bir kahraman vardır. Bu bakımdan bu kitap, yalnızca, Marx’ın devrimci eyleminin romanlaştırılması değildir. Bir sınıfın, hareketli bir yüzyıl boyunca yürüttüğü büyük mücadelelerin ve bu mücadelenin yönlendirici bir unsuru olarak kaderlerini onlarla birleştirmiş Karl Marx ve Friedrich Engels’in eyleminin romanıdır. Ve zaten bu büyük ihtilalcilerin, proletaryanın eyleminden soyutlanabilecek bir yaşamları da olmamıştır.
BELGESEL VE BİYOGRAFİK BİR ROMAN
Romanı, öteki edebiyat türlerinden ayıran özelliklerden biri ayrıntıdır; belli bir sınırı aşan uzunlukta, karmaşık ve zengin bir yapı olarak, roman, işlediği konulan ve kişileri genellikle derinlemesine ele ak, eğer bir kahramanın bütün yaşantısını aktarmak iddiası taşıyorsa, duygusal psikolojik süreçleri ele almadan yapamaz. Romanın bir diğer özelliği, yazara, özgürce kurgu yapma ve kahramanlarını yönlendirme imkânı tanımasıdır. Roman, konusunu, gerçek, yaşanmış olaylardan almış olsa bile genellikle yazarın hayal dünyasının ürünüdür ve doğrudan belge değeri taşımaz, ancak konu edindiği dönemin toplumsal yapısı hakkında genel bir fikir verir. Bu iki özellik bir arada düşünüldüğünde, roman ile belgesel çelişik iki kavram olarak belirir. Bir eserin hem roman hem de belgesel olabilmesi, söz konusu çelişkinin çok iyi toparlanmış belgelerle asılmasıyla bir ölçüde mümkün olabilir. Hem her konuda objektif, belgelere sadık kalınacak hem de kahramanların yaşamlarının ayrıntılarına girilecek, onların duygu dünyaları yansıtılacak. Bu bakımdan belgesel ve biyografik özellikler taşıyan roman yazmak her durumda zor, riskli ve sorumluluk yükleyen bir uğraştır.
Ama eğer yazılacak olan, Marx ve Engels gibi teorileri ve eylemleriyle büyük birer tarihsel kişilik olma özelliği kazanmış ihtilalcilerin yaşamı ve bir yüzyılın belli başlı büyük işçi mücadeleleriyse (hele onların dünya görüşüne bağlı bir yazar için), bu daha da zor bir iştir. Çünkü hiçbir tarihsel olay, kahramanlara ait en küçük ayrıntı, hayal ürünü olamaz. Ve eser, olayların üzerinden bir yüz yıl geçtikten sonra yazılıyorsa, bu, başvuracağınız canlı tanık yok demektir; her şeyi, eldeki sınırlı belgeden bulup çıkaracaksınız; mektup satırlarının aralarına sıkışmış ve üzerinde yüz yıllık zamanın tozunu taşıyan tonlarca materyalin içine gizlenmiş küçük ayrıntıları bin bir emekle açığa çıkarmak, belki de küçük bir diyalog ya da basit bir ayrıntı için günlerce aramak zorundasınız.
Galina Serebryakova, Ateşi Çalmak adlı eseriyle bu zor görevi başarmıştır. Eserin her satırının doğruluğu kuşku götürmezdir. Öte yandan zengin bir olay örgüsüne ve derin ayrıntılara sahiptir. Kitap hem tümüyle belgelere bağlı kalmayı, hem de bir romanda olması gereken zenginliği yansıtmayı başarmıştır.
Hakkında ayrıntılı bilgilere sahip olmadığımız, Türkiyeli okuyucuların da ilk defa bu kitapla adını öğrendikleri Galina Serebryakova, Sovyet bir araştırmacı ve yazardır. Serebryakova, bu romanı hazırlarken; öncelikle, Sovyetler Birliği Marksizm-Leninizm Enstitüsü’nde Marx ve Engels’e ve 19. yüzyıl Avrupası’na ilişkin bütün belgeleri taramıştır. 19. yüzyıl işçi hareketlerine Ve Marx ve Engels’in yaşamları ve eserlerine ilişkin açığa çıkarılmış tüm belge ve bilgilerin merkezileştirildiği bir kurum olarak Marksizm-Leninizm Enstitüsü’nün son derece zengin bir kaynak olduğuna kuşku yoktur. Fakat Serebryakova, hiç bir şekilde kendini elde ettiği bu bilgilerle sınırlamamış, başta Marx ve Engels’in doğdukları ve yaşadıkları şehirler olmak üzere, kitaptaki olayların geçtiği bütün Avrupa kentlerine giderek uzun araştırmalar yapmıştır. Topladığı bu bilgilerin ışığında eserini ortaya çıkarırken, Marksizm-Leninizm Enstitüsü’ndeki diğer uzmanlarla tartışmış, onların bilgi ve önerilerinden faydalanmış ve sonuçta tamamı bin beş yüz sayfayı geçen bu nehir romanı ortaya çıkarmıştır. Roman üç kitaptan oluşmaktadır. Üç kitaptaki olaylar arasında kronolojik ve kurgusal bir bütünlük vardır; ama her bir kitap kendi içinde bir bütün oluşturmaktadır.
Türkçede ilk defa ve henüz ilk cildi yayınlanan Ateşi Çalmak, bilebildiğimiz kadarıyla, Karl Marx ve Friedrich Engels’i eksen alarak yazılan tek romandır. Böyle bir eserin Türkçeye kazandırılması, Türkiyeli devrimciler için önemli bir kazançtır. Kuşkusuz Türkçede Marx ve Engels’in yaşamını konu alan birçok eser yayınlanmıştır ye bunlar arasında 1976 yılında Öncü Kitabevi tarafından yayınlanan “Karl Marx Biyografisi” ile geçtiğimiz Temmuz ayında Yurt Kitap-Yayın tarafından yayınlanan “Engels Biyografisi” özellikle anılmaya değer eserlerdir. Ateşi Çalmak’ı şimdiye kadar yayınlanmış biyografilerden ayıran özelliklerin başında, onun bir roman oluşunun sonucu olarak sadece teorik ve tarihsel bilgiler değil, zengin ayrıntılar ve duygusal-psikolojik yönler de içermesi yanı sıra. 19. yüzyıldaki karakteristik tüm işçi mücadelelerini de işçi kahramanların sıcak portreleriyle birlikte okuyucuya sunmasıdır. Bu özellikleriyle Ateşi Çalmak, farklı türde bir eser olarak karşımıza çıkmakta, okuyucunun zengin tarihsel olaylar örgüsünü bir roman tadıyla öğrenmesini sağlamaktadır.
MARX VE ENGELS’İN GENÇLİK YILLARI
Türkçe baskısı “Ateşi Çalmak 1” olarak yayınlanan kitabın orijinal adı “Karl Marx’ın Gençliği/Gençlik Çağı”dır. Kitapta Marx’ın çocukluk ve gençlik yılları, Marx ve Engels’in birlikte mücadele etmeye karar verdikleri 1844 yılına kadarki dönem ele alınmaktadır, Kitapta Marx’ın çocukluk ve gençlik yıllarına ilişkin ayrıntılar, Engels’inkine oranla daha fazladır. Bunun nedeni, yazarın Marx’ı Engels’ten önde tutma çabası değildir. Kuşkusuz Engels’in de ifade ettiği gibi, Marx’ın teorinin inşasındaki rolü Engels’ten daha fazladır; ama kitapta Engels’in çocukluğuna ilişkin ayrıntının azlığının nedeni, muhtemelen yazarın Engels’in yaşamına ilişkin daha fazla ayrıntıya ulaşamamış olmasıdır.
Onların yaşamlarına ilişkin ayrıntılar, onların kişiliklerinin ve dünya görüşlerinin nasıl şekillendiğine ışık tutmaktadır.
Karl Marx, sonradan Hıristiyanlığı kabul etmiş orta sınıf bir Yahudi ailesinin çocuğudur. Evlerinde her iki dinin gelenekleri kaynaşmış olmakla birlikte, babası Heinrich, Fransız Devrimi’ne hayranlık besleyen ilerici bir hukuk danışmanıdır. Ailenin tüm arzusu parlak zekâya sahip oğullarının, babasının mesleğini sürdürmesi ve giderek üniversitede bir kürsü sahibi olmasıdır. Evdeki bütün planlar buna yöneliktir. Ama genç Karl, onların tüm hayallerini yıkar, babasının ifadesiyle bir gün kurduğu sistemi, bir başka gün bir yenisini kurmak üzere acımasızca yıkar, felsefe ve bilim disiplinleri arasında gezinip durur, bir türlü uslanmaz, tatmin olmaz. Genel ilke daha lisede “Meslek Seçimi Üzerine” yazdığı yazıda biçimlenmiştir; “Tarih ancak ortak çıkarlar için çalışmış insanların yüceliğini kabul eder. En mutlu insan, en fazla sayıda insanı mutlu eden insandır.” Fakat sorun, tüm insanlığı mutluluğa götürecek düşünce sisteminin ve mücadele çizgisinin saptanmasıdır. Marx habire bunu araştırmakta, huzursuz olmaktadır.
Engels, son derece tutucu, Hıristiyan dogmalarının mutlak bir egemenlik kurduğu bir aile ortamında dünyaya gelir. Babası bir fabrikatördür. Ama bütün bunlar, onun gerçeği bulma, acı ve sıkıntılarına tanık olduğu işçilerin kurtuluş yolunu araştırma çabasından alıkoyamaz. O da bir Hegelcidir ve daha da ötesi Genç Hegelcilerin dine karşı savaşının içindedir. Ama onun dünya görüşünün kesinlik kazanmasında, yaşamlarına yakından tanıklık ettiği ingiliz işçilerinin “öğretmenliği” belirleyici olur.
Kısa süreli ve kavgalı geçen ilk karşılaşmaları sayılmazsa, Marx ve Engels, 1844 yılında bir araya geldiklerinde farklı yollardan aynı sonuçlara vardıklarını görürler ve yaşamlarının sonuna kadar sürecek dostlukları böyle başlar.
Bu birkaç cümlelik özet, bu gelişim çizgisinin nasıl bir dizi olay içinde gerçekleştiğinin, hangi sarp patikalardan geçildiğinin, kimlerle nasıl hesaplaşıldığının cevabı değildir. Kitap, bu süreci ince ayrıntılarla ele alır. Ve biz, böylece, genel hatlarıyla öğrendiklerimizi, onların duygusal süreçlerini, iç tartışmalarını öğrenmekle tamamlarız. Ve onların ne kadar yüce ne kadar insani ve sıradan olduklarını, gülerek, şaşarak, hayran kalarak ve hayret ederek öğreniriz.
İnsanlık, ilk kahramanlarını tanrılar arasından seçti ya da onlara yan tanrısal nitelikler yükledi: Bunlar, insani özelliklerden soyutlanmış, en güzel, en güçlü, en cesur ölümsüzlerdi. Gökyüzünden yeryüzüne indikten sonra da kahramanlar, kendileriyle öteki ölümlüler arasına hep bir sınır çektiler; kahraman olarak doğmuşlardı, başkalarının özlem ve isteklerini onlar adına gerçekleştiriyorlardı. Burjuvazi de dâhil, bütün sömürücü sınıflar, tarihsel ilerlemeyi kahramanlarla açıkladı. Ancak proletaryadır ki, kahramanlık kavramına yeni bir içerik kazandırdı ve kendi kahramanını, yine kendisinden beslenen ve kendi niteliklerinin bir cisimleşmesi olarak tarih sahnesine çıkardı. Birer proletarya kahramanı olarak Marx ve Engels, sahip oldukları yeteneklerle elbette sıradan insanlardan ayrılmaktadırlar. Ama onlar da tüm öteki insanlar gibi birçok sıradan özelliğe sahiptirler.
Bugün de proletaryanın elinde bir meşale olarak parlayan bilimsel sosyalizmin temelleri onlar tarafından atılmıştır ama onlar bu sonuçlara bir çırpıda varmış değillerdir. Bu süreç, bir dizi araştırma, yanılma, düş kırıklığından sonra tamamlanmıştır.
Ateşi Çalmak’ı okurken, Marx ve Engels’i hem olağanüstü yetenekleri ve cesaretleriyle hem de birer insan olarak sıradan özellikleriyle tanırız. Bir yerde, daha lise yıllarında, yüksek soyutlamaları ve mantık yürütmeleriyle hocalarını şaşırtan, öyle ki onu anlamalarına da engel olan; Hukuk Profesörü Gans’ı hayrete düşüren; kendisinden yaşça büyük ve kariyeri olan Bauer’i, Köppen’i, Rutenberg’i yetenekleri karşısında boyun eğmek zorunda bırakan Marx vardır. Öte yanda Jenny’ye acemi aşk şiirleri ithaf eden, düellolar yapan, sokak fenerlerini taşlayan, “Hegel’in Hukuk Felsefesi’nin Eleştirisi”ni bitirdikten sonra gecenin bir yarısında bir opera şarkısını söyleyerek komşularını uyandıran haşarı, delidolu Karl. Bir yanda, cesurca dine saldıran, daha öğrenciyken Hegel’in yegane takipçisi kabul edilen profesör Schelling’i tartışmada bozguna uğratan, sayısızca dili anadili gibi konuşan Engels vardır. Öte yanda, her zaman güleç, Hıristiyanlıkla dalga geçmek için kendi İncil’ini yazan, ihtiyar işçi John’la, Manchester’in kuytu bir meyhanesinde iki tek atan, kızların çapkın bakışlarına aynı şekilde karşılık veren boylu poslu yakışıklı Friedrich.
Ama hiçbir yerde, boyun eğen, yükselebilmek için taviz veren, bilimin kendisini götürdüğü dik patikada yılan bir Marx ya da Engels yoktur. Bruno, kendisinden, doktorluk unvanını elde edinceye kadar biraz taviz vermesini istediğinde tepeden tırnağa bir öfke seli olan Marx durur karşımızda. Ya da, oğlunu radikal fikirlerden uzak tutmak için fabrikasının Manchester’daki bürosuna yollayan baba Engels, oradan ünlü Chartist önderlerle kaynaşmış, İngiliz işçilerinin sorunlarını konu alan bir kitap yazmakla meşgul bir Friedrich bulur karşısında.
BÜYÜK İŞÇİ MÜCADELELERİ, İŞÇİ TİPLERİ
Kahraman, “toplam toplumsal koşulların ürünü” olarak tanımlanır. Diyalektik materyalizmin tarih anlayışı, toplumsal koşulların dışında bir kahramanlık tanımaz. Bu anlayışı romana uygulayan Serebryakova, romanda toplumsal koşullardan koparılmış bir Marx çıkarmaz karşımıza. Roman boyunca, Marx ve Engels’in yaşamlarının yanı sıra, 19. yüzyılın belli başlı büyük işçi mücadelelerinin de tarihini okuruz.
Kitap’ta 1831-1844 yılları arasında, Avrupa’da cereyan eden işçi mücadelelerinin en karakteristikleri bütün canlılığıyla, sınıfın bilinç düzeyi, proleter önderlerinin özellikleriyle birlikte anlatılmıştır. Roman başlıca üç ülkedeki mücadelelerden kesitlerle tanıştırır bizi. Aynı zamanda bu mücadeleler içinde ortaya çıkmış, sınıfın özelliklerini yansıtan isçi tipleriyle de tanışırız.
Proletaryanın bağımsız bir sınıf kimliğiyle, kendi talepleriyle burjuvaziye karşı ilk olarak kayrak açtığı eylemi, 1831 yılında patlayan Lyon ipek dokuma işçilerinin ayaklanmasıdır. Ateşi Çalmak Lyon Ayaklanması’nı anlatan bir bölümle başlar. “Çalışarak yaşamak ya da savaşarak ölmek!” şiarıyla barikatlar kuran Lyon proleterleri, barikatlarda günlerce, kahramanca çarpışırlar ve kenti ele geçirirler. Ama ne yapacaklarını, bundan sonra nasıl davranacaklarını bilememektedirler. Kararsızlık, kraliyet askerlerinin toparlanmasına imkân verir. Lyon Ayaklanması ezilmiştir; geride işçilerin taş kaldırımlardaki kanları ve yenilginin buruk tadı kalmıştır. Bir de işçi Myonie’nin feryadı:
“Çok karanlık. Ne yapmak gerektiğini bilmiyorum. Biz kazandık. Lyon’a sahip olduk; sonra da itiraz etmeden geri verdik. Şimdi ne yapalım? Barem için savaşalım mı, yoksa efendilerin vereceği sadakayı mı bekleyelim? Ne zaman bir insan çıkacak, ne zaman işçilerin de bir öğretmeni olacak ve onlara nasıl savaşmaları gerektiğini öğretecek, kazandıkları durumlarda bile niye hâlâ birer zavallı köle olarak yaşamak zorunda kaldıklarını anlatacak?”
Ezilmiş Lyon Ayaklanması’nın savaşçılarından Johann Stock’la birlikte bu kez Almanya’ya Hessen Prensliği’ne, despotizmin çizmelerinin ezdiği bu köylü ülkesine kayar konu. Johann, soylulara uykusuz geceler yaşatan Prenslikteki köylü ayaklanmasından sonra varmıştır Darmstadt’a. Burada Papaz Weidig, tiyatro yazarı ve güçlü ajitatör Georg Büchner ve Polonya ulusal direnişinin sıcaklığını içinde koruyan Woyzeck’le tanışır. Hemen bir “İnsan Hakları Komitesi” kurulur ve faaliyet başlar. Savaş çağrısı bu kez daha da keskinleşmiştir: “Kulübelere barış! Saraylara savaş!”
Kıta Avrupası’nın hemen karşısında, Manş’ın karşı yakasında bir Chartist fırtınası, bu ağır başlı, aşırı kurallı ülkeyi bir baştan bir başa titretmektedir. Dillerde “Halk Fermanı” (People’s Charter) vardır. Büyük, meşaleli gece gösterileri, çatışmalar, milyonlarca imzalı dilekçeler. İşçilerin tarihte kurduğu ilk siyasal parti, Chartistler ve onların unutulmaz önderleri Feargus O’connor, William Lowett… Ve artık “Durmaya cesaret edebilen dursun, durmayı başarabilen dursun!” 59 yaşındaki işçi, eski makine kırıcısı İhtiyar John da duramaz, katılır bu görkemli gösterilere.
Böylece romanda ayrıntıyla çizilmiş işçi tipleriyle de karşılaşırız. Bunlar, belirgin özellikleriyle sınıfın mücadeleci kesimi içinden özellikle seçilmiş kişilerdir ama kesinlikle kurmaca tipler değildir. Yazar, onları, bir yandan ait oldukları sınıfın o dönemdeki karakteristik özelliklerini yansıtacak tarzda işlerken, öte yandan onların karakter olarak kişisel özelliklerini, ruhsal yapılarını, sevinç ve üzüntülerini de başarıyla sunmuştur.
Bunlardan Johann Stock, okuyucuya yaşamı inanılmaz tesadüflerle dolu kurmaca bir roman kahramanı gibi görünür. Stock, 1831 Lyon Ayaklanmasında İşçi Komitesi başkanlarından Bouvri’nin yanı başında savaşmış, yenilgiden sonra Almanya’ya geçerek Büchner önderliğindeki harekete katılmış, orda tutuklanmış, gördüğü ağır işkenceler yüzünden sakat kalmış, mucizevî bir şekilde zindandan kaçmayı başarmış, görkemli tiyatro eseri “Danton’un Ölümü”nü kaleme aldıktan sonra derin bir ruhsal bunalım içinde can veren Büchner’i, İsviçre’de toprağa vermiştir. Paris’e geçerek işçi önderi Karl Schapper’la tanışmış, Blanqui’nin kurduğu “Mevsimler Birliği”ne girerek sayıları bini bile bulmayan isyancıyla iktidarı devirmeye kalkışmıştır. En sonunda Trierli Doktor Marx’la tanışarak kısa sürede onunla kaynaşmıştır. Fakat belki de olağanüstü tesadüflerle dolu ama gerçek bir yaşamdır Stock’unki. Marx, tanıştığında hayli ilerlemiş, birikimi ve sınıf sezgileriyle birçok sorunu çözmüş bu işçiye büyük değer vermiş ve onunla yakından ilgilenmiştir.
Alman asıllı “sarı kafalı” bu işçi, Marx öncesi sosyalizm akımlarının okulunda yetişmiş, zorlu mücadelelerde sınanmış bir militan olarak, Fransız ve Alman işçilerinin en gelişmiş örneklerinden biridir.
Romanda onun kişisel dramına da yakından tanık oluruz. Önün yaşamında büyük mücadeleler, yenilgiler, acılar, kararsızlık anları vardır ama asla teslimiyet yoktur. Kendisi kendi dramını bir vesileyle şöyle anlatır:
“Benim gibi, Stering’in (Prusya hapishanesinde bir işkenceci) kamçısını yemiş, ihtiyar dokuma işçisi kadının Sen Kler Köprüsü’nde ezilmiş kafasını görmüş, prensliklerin hapishanesinde tahtakuruları tarafından yenmiş, yoldaşlarını sokakta, mücadelede gömmüş, polis tarafından çıkmaz sokağa kıstırılan ve yenilgi anında gücünü kaybeden Büchner’in delirdiğini görmüş, Weidig’in ölesiye dövülüşünü görmüş bir insan kitabın üzerinde rahat bulamaz. Sınıfının kurtulması gerektiğinden dem vurup şarkılar söyleyerek bekleyemez. Gracchus Babeuf bize böyle öğretmedi.”
İhtiyar İngiliz işçisi John Smith ise Engelslerin, Manchester’daki firmalarında bekçilik yaparken Engels’le tanışan bir işçidir. O, İngiltere işçi sınıfının “canlı tarihi”dir. Luddistlerin (makine kırıcıları) yenilgisinden sonra uykuya dalıp Chartizmle birlikte uyanan, ve bir anda ihtiyarlık uyuşukluğunu üstünden atarak yaman bir kavgacı ve ajitatör olan İhtiyar John, İngiliz işçilerinin bütün sıkıntısını 60 yılına sığdırmış bir işçidir. John’un yoksul anne-babası, bakamadıkları çocuklarını bir fabrikatöre on yıllığına sattılar. On yıl kölece çalıştırıldı. İşsiz kaldı, dilencilik yaptı, kursağı hiç iyi bir yemek görmedi. Makineler, onu sınıf kardeşleriyle birlikte sokağa attığında önderi George Melor’la birlikte makine kırıcılığına girişti, epeyce bir “demir kaburga” kırdı. Luddistlere ölüm fermanı çıkarıldı. Luddist hareket en sonunda yenilgiye uğrayınca John da sessizleşti, duyuları köreldi, ta ki Birmingham’da Chartist gösteriler başlayıncaya dek. Engels’in Türkçeye “İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu” adıyla çevrilen eserinde anlatılan, John’un, Johnlar’ın öyküsünün genelleştirilmiş bir özetidir.
* * *
Ateşi Çalmak, bir 19. yüzyıl romanı olmanın gereği olarak o yüzyılın bütün zenginliğini de gözler önüne serer. Felsefeciler, büyük yazarlar, şairler de kitapta önemli bir yer tutar. Bilim dalları serpilip gelişmiştir. İdealist felsefe, içinden sayısızca felsefeci ve bu felsefenin son ve büyük temsilcisi Hegel’i doğurmuştur. İktisat bilimi, kapitalist sistemi sorgulamaktadır. Sayısızca sosyalizm akımı, hareketli Avrupa toprağında kök salmaktadır. Bütün bu gelişmeler, burjuva çerçevedeki gelişmenin de en üst sınırına işaret etmektedir. Dünya, bütün bu birikimi eleştirel bir değerlendirmeye tabi tutacak ve aynı zamanda bütün bu sistemlerle köklü bir kopuşu gerçekleştirecek devrimci hamleyi beklemektedir. Ve artık Marx, gecenin bir yarısında Vanneu Sokağı’ndaki küçük odasında, Hegel’le hesaplaşmasını sonuçlandırmak üzeredir. Engels, İngiltere’den Paris’e doğru yola çıkmıştır… Bilimsel sosyalizmin doğumunun “Öngün”ü…
Kitap, bilimsel sosyalizmin burjuva düşüncelerle mücadele içinde ama bu birikimin olumlu değerlerini kendine katarak doğuşunu gözlememize ışık tutmakta, sosyalizmin burjuvazinin devrimci birikiminin hem bir inkârı, hem de kapsanarak aşılmasının olduğunu ve bunun nasıl gerçekleştiğini daha yalandan gözlememize yardım etmektedir.
19. yüzyılın son çeyreği ve 20 yüzyıl boyunca Marksizm’in işçi hareketine egemen olduğunu, ya da kendini “sosyalizm” içinde tanımlayan her akımın Marksizm’i kesin otorite kabul ettiği gibi bir gerçek, Marksizm’in doğuşundan itibaren ve kolayca kabul gördüğü sonucuna götürmemelidir. Var olan her şeye cesurca saldıran, kurulu bulunan sisteme ve onun tüm üstyapı kurumlarına karşı gerçek ve devrimci alternatifler ortaya koyan Marx ve Engels, burjuvazinin sınırsız nefretini üzerlerine çekmekle kalmamışlar, aynı zamanda bilim, felsefe, ekonomi çevreleri ve “sosyalizm” akımlarınca da görmezden gelinmişler, düşmanlıkla ve sessizlikle karşılanmışlardır. Ama onlar, “var olan her şeye cesurca saldırmak” ilkesini bir an olsun ihlal etmeden, bilimselliğinden kuşku duymadıkları teorilerinin proleter yığınları “kapsayarak maddi bir güce dönüşmesi” için bedelleri ağır, zorlu bir mücadele yürütmüşlerdir. Onların kitaba yansıyan bu tutumu, içinde bulunduğumuz genel gericilik ortamında nasıl bir sabır ve özveriyle mücadele etmemiz gerektiği konusunda da aydınlatıcıdır.
Kuşkusuz kitap daha birçok yönden değerlendirilebilir ve çeşitli vesilelerle değerlendirilmelidir de. Ama biz, son bir sözle bağlayalım yazımızı. Ateşi Çalmak, 19. yüzyılın büyük işçi mücadelelerinin, proletaryanın bağımsız dünya görüşünün doğuşunu gerçekleştiren proletaryanın öğretmenleri Marx ve Engels ekseninde anlatan bir romandır. Ateşin nasıl çalındığının romanıdır. Tarihin, bu ateşi “özgürlükler dünyası” gerçekleşene dek taşımakla yükümlendirdiği proleterler, yaşamlarını proletaryanın kurtuluşu davasıyla birleştirmiş militanlar, bu romanı mutlaka okumalıdırlar. Geleceği kurmak istiyorsan, geçmişinin büyük mücadelelerini öğrenmelisin. “Anlatılan senin hikâyendir.”
(Ateşi Çalmak-1, Galina Ognyana Serebryakova, Çeviren: N. Özkan, Evrensel Basım Yayın, Ekim 1994)
Aralık 1994