Saflar netleşti: Sıra, örgüt ve mücadele biçimlerini değiştirmekte

Bütün belirtiler işçi ve emekçi sınıflar hareketinin yeni bir kabarışın eşiğinde olduğunu gösteriyor. Ama yaşanan günlerin özelliği sadece bir “eşikte” olmaktan ibaret değil. Son bir kaç günde ortaya çıkan olgular, sistemin, kurumlarının ve bu kurumlardaki kişilerin rollerini çok çarpıcı bir biçimde ortaya çıkarmış bulunuyor.
Özelleştirme Yasası nihayet Meclis’ten geçti. Cumhurbaşkanı tarafından da imzalanarak yürürlüğe girdi. Bütün özelleştirmeciler pürneşe. Kimine göre “60 milyar dolarlık” görülmemiş yeni bir kaynak yaratıldı, kimine göre “son sosyalist devlet yıkıldı”, kimine göre ise bir “ekonomik devrim yasası” çıkarıldı.
Kuşkusuz yasanın çıkarılması sermaye ve onun temsilcileri için önemli bir başarıdır, sermaye ve hükümet işçi ve emekçilere saldırmak için oldukça önemli bir mevzi kazanmışlardır. Ama yasanın çıkmış olması demek, artık özelleştirmenin önündeki tüm engellerin kalkmış olduğu anlamına gelmiyor. Tersine bütün dünyadaki özelleştirme deneyimlerinde de görüldüğü gibi özelleştirme girişimlerinin önündeki asıl engel, parlamentolardaki burjuva klikler arasındaki çekişme değil, işçi sınıfı ve emekçi sınıfların direnişleri olmuştur. İşçi ve emekçi yığınların direnişi kırılmadan özelleştirmeleri gerçekleştirmek daha doğrusu özeleştirmeden beklenen sonuçları elde etmek hiçbir ülkede olanaklı olmamıştır. Bu nedenledir ki; özelleştirmelerde ne kadar ileri gidilebileceğini, hedeflenen sonucu alıp almayacaklarını, mücadelenin bundan sonraki seyri belirleyecektir. Sorunun bu yanına bu yazının son bölümünde tekrar döneceğiz. Ancak burada, öncelikle Özelleştirme Yasası’nın çıkarılması sürecinde yaşananlar ve ortaya çıkan olgular mücadelenin bundan sonraki seyrinde önemli olacaktır. Bugün olup bitenleri anlamak için son bir kaç yılda olanları anımsamak ilginç olacaktır.
Türkiye’de özelleştirmenin ilk gündeme gelmesi, İngiltere’de Thatcherizm rüzgârlarının estiği 1970’lerin ikinci yarısındadır. Bu yıllarda sadece büyük sermayenin bir kesimi ile bunların ideologları KİT’lerin özelleştirmesini savunuyorlardı. Ama bu kesim öylesine dardı ki; sermayenin bir dediğini iki etmeyen 12 Eylülcüler bile özelleştirmeyle ilgili sermaye çevrelerinden gelen istemlere pek kulak asmadılar.
12 Eylül sonrasında ANAP’ın iktidara gelmesiyle birlikte, özelleştirme ekonomik olmaktan çok, ideolojik bir motif olarak yeniden gündemin başına getirilip işlenmeye başlandı. Her derde deva bir özelleştirme edebiyatı yapıldı, ama ANAP’ın meclisteki mutlak çoğunluğuna rağmen bir Özelleştirme Yasası çıkarılarak başlıca KİT’lerin özelleştirilmesine ilişkin ciddi hiçbir adım atılmadı. Ancak SB’de Gorbaçovcular’ın işbaşına gelmesi ve uluslararası planda büyük bir anti-sosyalist kampanya örgütlenmesine paralel olarak özelleştirme, konusunda sermaye cephesinde somut adımlar atılması için çabalar başladı. 1992’de sadece ANAP’ın programının başında yazılan özelleştirme geçen iki yıl içinde tüm düzen partilerinin programının başına yazıldı. Sadece partiler değil, sendikalar da son bir kaç yıl içinde açık ya da gizli özelleştirmeci haline geldiler.
Sürece biraz daha yakından bakıldığında son birkaç yıl içindeki hızlı değişimin nedenleri daha açık görülür.
Örneğin, 1990 yılında ANAP dışındaki hemen bütün siyasi partiler, Türk-İş danışmanları, üniversitelerdeki ve gazete köşelerindeki tüm sosyal-demokrat, demokrat ve ilerici bilim adamları, aydınlar, kısacası bir avuç sermaye yanlısı aşırı liberal ekonomist ile sonradan ikinci cumhuriyetçi olacak bir kaç eski Marksist dışında herkes özelleştirmeye karşıydı. DYP’yi gizli özelleştirmeci olarak bu listenin dışına çıkarırsak, geriye kalan parti, sendika ve aydın çevreler, 1990’da, “özelleştirmeye hayır” diyorlardı. Ama aradan 2-3 yıl geçtikten sonra SHP, CHP gibi kendilerini öteki partilerden ayırmak için devletçilik ve KİT’leri kurmuş olmakla övünen partiler de dahil tüm burjuva partileri, özelleştirmede ANAP’ı da sollayıp özelleştirmeye “damga vurmayı” amaçlar hale gelmişlerdir. Örneğin SHP Genel Başkanı Murat Karayalçın, parti içindeki özelleştirmeye biraz hor bakan azınlığı, “özelleştirmeye DYP’nin tek başına sahip çıkmasının parti için kayıp olacağı” biçiminde eleştirmesi, SHP ve öteki sosyal-demokratların geldiği yeri göstermesi bakımından ilginçtir. Daha bir yıl önce “özelleştirmeye Hayır panelleri düzenleyen, işçilerin önünde özelleştirme aleyhinde konuşma yapan sendikacılar; bugün “özelleştirmeye kamu bankalarından başlansın”, “stratejik olan işyerlerinde özelleştirme yapılmasın” gibi özelleştirmeye çanak tutan bir tutum benimser duruma gelmişlerdir. Dahası, geçtiğimiz yaz aylarında, “Özelleştirme Yasası Meclis’e geldiğinde Meclis’i ablukaya alıp yasayı engelleyeceğiz” diyen Türk-İş’in en büyük ağalan özelleştirme Meclis’ten geçerken yasak savma babından da olsa, bir demeç verme zahmetine katlanmamışlardır.
Bu duruma nasıl gelindiği önemlidir, ama öncelikle burjuvazinin ve hükümetlerin amacına kısaca değinmekte yarar var: İngiltere, Arjantin, Meksika, Brezilya, Şili ve öteki ülkelerdeki deneyleri değerlendiren uluslararası burjuvazinin ideologları, Türkiye’deki özelleştirme yanlılarına şu öğüdü veriyordu: “Ne yapıp edin sendikaları, öteki emekçi yığın örgütlerini ve aydınları özelleştirmeye kazanın. Aksi halde özelleştirme başarılamaz”.
Sermaye çevreleri ve hükümetler bu konudaki uyarıları ciddiye aldılar ve medyayı da arkalarına alarak yoğun bir kampanya yürüttüler. Ve hem aydınları, hem de sendikalar başta olmak üzere, değişik emekçi yığın örgütlerinin yöneticilerini, sendikaların uzmanlarını ve özelleştirmeye eskiden karşı olan sosyal demokrat ve ilerici aydın çevreleri özelleştirmeye kazandılar. Yaşanan sürece bakıldığında bu ikna sürecinin arkasında hiç de karmaşık olmayan bir tuzak kurulmuştu. Tuzak şöyleydi: Bir yandan medya ve öteki propaganda merkezleri kullanılarak kulakları sağır, gözleri kör edecek bir “Özelleştirmeye Evet” kampanyası yürütülerek, enflasyondan dış politikada iflasa kadar her konuda KİT’ler suçlanacaktı; özelleştirmeye karşı olanların önüne de bir soru atılacaktı. Soru şöyleydi: “KİT’leri özelleştirmeden kâra geçirilip, verimliliği artırılabilir mi”? Özelleştirmeye karşı olduğunu iddia eden pek çok çevre bu soruya yanıt aramaya koyuldu. Bu soru, değişik biçimlerde soruldu ve her platformda tartışma başlatıldı. Sendikalar, lüks otellerin lobilerinde ya da kendi salonlarında “Özelleşmeye Hayır” adı altında paneller düzenlediler; özelleştirme yanlısı kişileri de bu panellere çağırarak üniversitelerden “özelleştirmeye karşı olduğu” bilinen, en azından kendisi öyle iddia eden profesörler çağırıldı, işçiler bunların fikirleriyle “irşat” edilmeye çalışıldı. Ama sorun sis tem içinde KİT’lerin kâr eden kuruluşlar haline getirilmesi tartışması olarak yürüdüğü için, görünüşte “Özelleştirmeye Hayır” toplantıları gerçekte “Özelleştirmeye Hayır demenin ne kadar anlamsız olduğunu gösteren” toplantılar olarak sonuçlandı. Çünkü bu toplantılarda yürütülen tartışmalarda özelleştirmenin amaçları, uluslararası burjuvazinin nasıl bir dünya kapitalist sistemi kurmak istediği göz ardı edilip sorun KİT’lerin kâr zarar hesabına dönüştürüldü. Bu yüzden de bu burjuva platformda öne sürülen her tez, görünüşte özelleştirmeye karşı gibi görünse de, sorun gerçekte, tartışmaları izleyen işçi ve emekçilerin kafasında, “özelleştirmeden KİT’lerin kâra geçemeyeceği, verimliliğin artmayacağı” biçiminde şekilleniyordu. Dahası, başlangıçta özelleştirmeye karşı olduğunu öne süren pek çok ekonomici ve sendika uzmanı da, burjuva iktisadının platformunda sürdürülen bu tartışmada, bu platformu tek meşru tartışma platformu olarak gördüklerinden, giderek özelleştirmecilerin görüşlerini benimsemek zorunda kaldılar. Daha doğrusu daha baştan tutundukları mantık silsilesi kaçınılmaz olarak kendilerini özelleştirmecilerin saflarına sürükledi. Oysa sorunun aslı, asla KİT’lerin mülkiyet değiştirmesi ya da kâr-zarar sorunu değildi. Tam tersine sermaye ve onun ideologları asıl amaçlarına varmak için, kendilerince en çok nedene sahip oldukları özelleştirmeyi koçbaşı yaparak işçi ve emekçilerin kazanımlarına saldırdılar. Çünkü KİT’ler bir dönemde sermayenin genel çıkarları öyle gerektirdiği ve sosyalizm karşısında kapitalist devlete bir çıkış imkânı vermek için kurulmuş kuruluşlardı. Ve ister istemez KİT’ler, bütün ülkelerde, görünüşteki kamu mülkiyetine karşın gerçekte özel sermayenin ve sermaye partilerinin arpalığı olarak kullanılmışlar, bu yüzden de hem teknolojik olarak ihmal hem de politik amaçlarla istismar edilmişlerdi. Bu yüzden de KİT’lerde bir operasyon için “verimsizlikten” “aşırı istihdam”a kadar pek çok ekonomik gerekçe göstermek mümkündü. Burjuvazi ve ideologları da bunu yaptılar ve özelleştirme karşıtlarına, sermayenin asıl amacını değil, KİT’lerin nasıl ıslah edilebileceği (ki; bu, KİT’ler nasıl kârlı hale getirilir demekti) sorusunu tartıştırdılar. Ve ekonomik platformdaki bu tartışmada, bir zamanların hızlı özelleştirme karşıtlarının pek önemli bir çoğunluğu “özelleştirmeden KİT’ler kurtulmaz” sonucuna vardılar. Pek çok bilim adamı, özelleştirmeye gerçekten karşı çıkan uzman ve politikacıların, hatta pek çok devrimci demokratın handikabı buydu.
Geri ülkelerde KİT’ler ulusal sanayinin kurulması ve emperyalist ülkelerin bu ülkeleri pazar yapmasını güçleştiren bir rol de oynamışlardı. Sosyalizm karşısında olduğu sürece emperyalistler buna göz yumdular, ama Yeni Dünya Düzeni’nde böyle bir taviz artık gereksizdi. Bu yüzden de özelleştirme IMF ve Dünya Bankası aracılığı ile geri ülkelerin köleleştirilmesi programının da bir parçası olarak uygulamaya sokuldu. Ama sorunun bu yanı ’80’li yıllarda “halledilmiş”ti: “Globalleşen dünya”, “evrensel barış ve refah içinde bir dünya” demagojisiyle emperyalizme karşı ulusal başkaldırılar ve ulusal çıkarların savunulması hor görülen, çağdışı bir fanatizm olarak günün “aut” değerleri içine alındığı için, KİT’lerin ulusal ekonomi ve emperyalizme karşı mücadelede dayanak olabileceği görüşü tartışmanın gündemine çok az girebildi.
Yapılmak istenen şuydu: işçi ve emekçileri, onların uzun mücadeleler sonucu sermaye karşısında kazandığı bütün önemli fiili ve yasal haklardan tecrit etmek, giderek sendikaları da tasfiye ederek tıpkı kapitalizmin ilk döneminde olduğu gibi, işçi ile kapitalisti teke tek karşı karşıya getirmekti. Son birkaç yılda en gelişmiş kapitalist ülkelerde bile genel eğitim, genel sağlık, genel sigorta, işsizlik sigortası, işsizlik yardımı, barınma yardımı vb. gibi kazanılmış haklarda önemli ölçüde kısıntıya gidilmesi, örneğin İsveç gibi bir sosyal hak cenneti olarak reklâm edilen kapitalizmin vitrininde, bu kesintilerin yüzde ellilere varması ilgi çekicidir. Aynı şey geri ülkeler için de amaçlanıyordu: Emperyalizme karşı mücadele içinde bağımsızlıklarını kazanan ve sosyalizmin desteğinde kendi ekonomilerini kurmaya çalışan ülkelerde de son yüzyıl içinde bağımsızlık yolunda attıkları adımların tasfiyesi amaçlandı; gümrük duvarlarının indirilmesi, ulusal ekonomilerin değişik yollarla çökertilmesinde, KİT’lerin özelleştirilmesi koçbaşı olarak kullanıldı.
Elbette hiçbir burjuva ideologu, ne kadar yüzsüz olursa olsun, “ben işçinin bütün kazanılmış sosyal haklarından tecrit edilmesini savunuyorum. Yarın iş bulamayan açlıktan ölsün, bu onun sorunu” ya da “ulusal ekonomiler uluslararası burjuvazinin bugünkü çıkarlarıyla çelişmektedir bu yüzden de yıkılmaları, ekonominin bütünüyle emperyalist ülkelerin çıkarlarına göre örgütlenmesi gerekir” diyemeyeceği için özelleştirme, bütün paketin bir parçası olan yan öne çıkarılarak, işçi haklarına ve ulusal ekonomilere karşı burjuvazinin tarihinde giriştiği en kapsamlı saldırılarından biri olarak sürdürülmektedir. Yoksa burjuvazi herkesten iyi bilmektedir ki; özelleştirme kendi başına bugünkü düzenin derdine deva olacak bir operasyon değildir. Ama genel stratejinin kilit noktasına yerleştirdiği için de özelleştirmeye karşı mücadele sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada uluslararası kapitalizme karşı mücadelede önemli bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Nitekim yasanın çıkarıldığı koşulları göz önüne alırsak, bu yasanın çıkmasına sermayenin verdiği önem daha çok anlaşılır.
Parlamento ve parlamentodaki partiler, bırakalım önemli bir yasayı çıkarmayı, sıradan, rutin işleri yapma bakımından bile bir kaos içindedir. Örneğin iki maddelik bir seçim yasası üstünde bile partiler anlaş anlamaktadırlar. Bütün partilerin birer birer aynı şeyi söylediği konularda dahi bir araya gelip yasa çıkarma gücü yitirilmiştir. Partilerin durumu daha az karmaşık değildir. Hükümet ise günde iki kez “bunalıma” girmekte, nerdeyse yarın bu hükümetin devam edip etmeyeceği üstüne bahis oynanmaktadır. Böylesi mecalsiz bir parlamento ve işlevini yitirmiş partilerin özelleştirme yasası gibi oldukça kapsamlı bir yasayı, üstelik yalnızca 20 dolayında bir muhalifle çıkarmış olması oldukça ilginçtir. Çünkü böyle bir parlamentonun bu işi yapması için ya gizli bir elin bunları ensesinden tutup iş yaptırması gerekir ya da bu parlamentonun varlık nedeni, işçi emekçi düşmanlığına dayanmaktadır.
Gerçekte her ikisi birden oldu; sermaye çevreleri “özelleştirmeyi çıkarın yoksa karışmayız” diye tehdit ettiler, ama öyle anlaşılıyor ki, asıl olarak işçi ve emekçilere düşmanlık bu partilere ve onların milletvekillerine böyle bir yasa çıkarmaları için doping etkisi yaptı. Ve mecalsiz, bir ara seçim yasası üstünde anlaşmakta acze düşenler, bugüne kadar sadece maaşlarını artırmakta gösterdikleri bir kararlılık ve çoğunlukla Özelleştirme Yasası’nı çıkardılar. Doğrusu kitaplar dolusu laf parlamentonun bu emekçi işçi düşmanı niteliğini Özelleştirme Yasası’nın çıkış biçimi kadar açıklayamazdı.
***
Kitaplar dolusu sözün açıklayamayacağı bir başka olay da, Türk-İş tarafından planlanan ve Demokrasi Platformu’nun düzenlediği Meclis yürüyüşünde ortaya çıktı. Ülkenin her yanından on binlerce işçi, Meclis’e yürümek ve taleplerini bir kez daha haykırmak için Ankara’da toplanmıştı. Gidenler bu yürüyüşü düzenleyenlerin bunu yasak savmak için yaptığını biliyorlardı, ama gösteri ne kadar kalabalık olursa verdiği mesaj da o kadar güçlü olacaktı. İşçiler bu bilinçle Ankara’ya koştular. Kara, yağmura karşın on binlerce işçi ve memur yürüyüşe geçti. Ama rota değişmişti. Sendika ağaları hükümetle sürdürülen diyaloglar sonunda bu işi saptırmak ihtiyacını fark etmişlerdi ve “Ata”ya gidip “şikâyette bulunmak” daha az zararlı bulunmuştu. Üstelik de buradan Meclis’e yürümek isteyen işçileri, Türk-İş üst yönetimi, polis ve askerle karşı karşıya bırakarak, sırra kadem basmıştı. Sadece politik anlamda değil sözcüğün bire bir anlamıyla da sendika ağaları işçileri yarı yolda bırakmışlardı. Burjuva medyası bile haberi, “sendikacıların işçileri yarı yolda terk etmesi” olarak vermek zorunda kaldı.
İşçileri yarı yolda bırakan sendika bürokrasisinin başı Bayram Meral hükümete, sermayeye, sermayenin bütün yandaşlarına sitem ediyor: “Bayram başkan olgundur… Bayram başkan sağduyuludur… Bayram başkan devletini düşünür öyle mi? Ben Bayram başkana bu övgüleri düzenler Harb-İş, tam karşımdaki köşe başında kanunsuz miting düzenlerken neredeydiler. Kanunsuz mitingciler-satılmış Bayram Meral- diye bağrışırken neredeydiler? Neden onları dağıtmadılar?” Aktaran, Meral’in kadim dostu, Sabah Gazetesi’nin ve atv’nin yorumcusu Güneri Civaoğlu. Hükümetten, isteye isteye kendisini protesto eden işçilerin üstüne polis göndermeyi isteyen bir Türk-İş başkanının işçileri yarı yolda bırakmasından başka ne beklenirdi!
***
Özelleştirmenin öyküsü ve Ankara’daki son yürüyüş karşıt sınıfların, işçi sınıfı ve burjuvazinin hangi imkânlarla karşı karşıya geldiğini gösteriyor. Bir taraf uluslararası burjuvazinin her türden desteğini ve siyasal iktidarı elde tutmanın avantajıyla ince taktiklerle emekçi sınıflara saldırırken, diğer taraf kendi örgütlerine bile sahip değildir. Bu mücadelede son derece belirleyici bir öneme sahip olan sendikalar sınıfa ihanet içinde bir sendika bürokrasisi tarafından gasp edilmiş bulunulmaktadır.
Ama bütün bu gelişmeler sorunun bir yanı. Çünkü işçi ve emekçilerin mücadele olanakları sadece bunlardan ibaret değil. Tersine bir avuç büyük sermayeci kesim dışında işçi ve emekçiler giderek hızla artan bir hoşnutsuzluk içindedir. İşçi sınıfı bir yandan sermayenin saldırılarına, öte yandan sendika bürokrasisinin oyunlarına karşı mücadele etmede bilinç ve deneyim kazanmaktadır. Platformlar ve kurultaylar aracılığı ile sendika bürokrasisini etkisizleştirecek, yeni koşullara uygun mücadele ve örgüt biçimleri geliştirmek çabası içindedir. Diğer bir örgütlü emekçi kesim olarak memurlar da benzer çaba içindedirler. Egemen burjuvazi ise; elindeki devasa imkânlara karşın ne Kürt sorunuyla başa çıkabilmekte ne de iç ve dış politikada adım atabilmektedir. Tek başarıyla kullandığı yöntem, baskı ve zorbalıktır; ama onda da sonun başlangıcına gelip dayanmış görünüyor.
Evet, sermaye ve hükümet, var gücüyle işçi ve emekçilere saldırıyor. Bu saldırı kendisini, parlamento ve düzen partilerinin açıkça emekçi sınıflar karşısında birleşmesi, sendika bürokrasisinin de bu işçi emekçi düşmanı cepheye pervasızca katılması biçiminde somutlaştırmış bulunuyor. Ama bütün alametlerin işçi emekçi sınıflar hareketinin yeni bir yükselişini haber vermesi ve bugüne kadar ortaya çıkan örgüt ve mücadele biçimlerinin bu yeni dalgayla yaygınlaşıp mükemmelleşme olasılığını da kuvvetle gündeme getirecek görünmektedir. Özellikle yeni dalgaya temel olan nesnel koşulların emekçi kesimlerde uyandıracağı öfkenin büyüklüğünün, daha önceki yükseliş dönemleriyle kıyaslanamaz olma ihtimali yeni örgüt ve mücadele biçimlerinin döneme damgasını vurma olasılığını güçlendirmektedir. Mücadelenin yükseleceği önümüzdeki günlerde asıl dikkat edilmesi gereken, platformların, kurultayların, çeşitli türden komitelerin, kendilerini bu ihtiyaca göre yeniden göz den geçirmesi yaşanan günlerde acil ve önemli görünüyor.

Aralık 1994

İstanbul İşçi Kurultay’ına Doğru

Geçtiğimiz ay, yüzlerce işçi, temsilci ve şube yöneticisinin katılımıyla yapılan toplantılarda İstanbul’da bir İşçi Kurultayı’nın gerçekleştirilmesi kararı alındı.
Sınıfın önemli bir potansiyelinin bulunduğu İstanbul’da başlayan çalışma, daha şimdiden belli başlı fabrika ve işletmelerden gelen öncü işçi ve temsilcinin kurultay hazırlık komitelerinde fiilen görev almasıyla önemli bir yol almış durumda. Bu bakımdan kurultay faaliyeti, üzerinde durulması gereken önemli bir konudur. İstanbul İşçi Kurultayı, sadece İstanbul işçilerinin değil, üstlendiği görevi başarı ile yerine getirdiği ölçüde, bütün işçilerin ve diğer emekçi kesimlerin ilgi odağı olmaya adaydır. Daha bugünden işçi ve emekçilerin dikkatlerini üzerine çekmiş durumdadır.
Bu çalışma, Şubeler Platformu’nun önayak olmasıyla başlamış olmasına karşın, biçim, içerik ve örgütleme tarzı, işçilerle birlikte tartışılarak oluşturulmuş olmasıyla önceki girişimlerden ayrılmaktadır. Daha da önemlisi kurultayın örgütlenmesi işi, iki yüzü aşkın işçinin yer aldığı komitelere verildi. Türk İş, DİSK ve kısmen de Hak-İş’e bağlı sendikalardan işçiler ile sendikasız işçilerin görev aldığı KURULTAY ÖRGÜTLENME KOMİTESİ, faaliyetini fabrika ve işletmelerde sürdürmektedir. Her komite mensubunun başta kendi işyeri olmak üzere, bölgesindeki fabrika veya işletmelerde çalışan işçilere yönelik faaliyeti bölge komitelerine bağlı olarak yürütülmektedir. Her bölgeden seçilen birer sözcü ile platform yürütmesinin ortak toplantıları pratik bir karar organı niteliğindedir.

NİÇİN KURULTAY?
İşçi hareketi bugün önemli bir dönemeç noktasındadır. Sermaye ve hükümetin saldırıları, tüm şiddetiyle sürmektedir. Sermaye ve devlet, özelleştirme saldırılarını Meclis’ten geçirmiştir. Toplusözleşmeleri tanımamakta, sıfır sözleşmeler dayatmakta ve sınıfı tümüyle sendikasızlaştırmaya çalışmaktadır. Bu saldırıların geri püskürtülmesi, ancak işçi sınıfının cepheden bir karşı koyuşuyla mümkündür. Fakat içinde bulunulan süreçte işçi sınıfının var olan örgütleri, burjuvaziyle kol kola girmiş, sendika ağalarının bu örgütleri etkisizleştirme çabalarının da bir sonucu olarak, işlevlerini yerine getirememekte, saldırıları göğüsleyecek ve yeni kazanımlar elde edecek eylem biçimleri geliştirememektedir.
Bu örgüt ve mücadele biçimlerinin sınıfın sorunlarının çözümünde yetersiz kaldığı gözlenmektedir. Ama yine gözlenmektedir ki; sınıf yeni arayışlar içindedir ve son bir buçuk yılda yeni örgüt biçimleri yaratma yönünde eğilimini ortaya koymuştur. İşçi hareketinin gelişim seyri içinde ortaya çıkan örgüt biçimlerinden biri de kurultaylardır. Bu yöndeki ilk oluşum, 1993 yılı yazında İstanbul-Beşiktaş Anıl Düğün Salonu’nda gerçekleştirilen kurultay olmuştur. Ardından yine İstanbul Sendika Şubeleri Platformu tarafından Bahçelievler Zafer Sineması’nda yapılan kurultaya, ülkenin pek çok kentinden gelen işçi önderleri ve temsilciler katıldı. Coşkulu geçen ve geniş yankılar uyandıran bu kurultay, sınıfın öncü kesimlerinin yanı sıra diğer emekçi kesimlere de yeni bir örgüt biçimi yaratma konusunda itilim kazandırdı.
Bu kurultaylar ülkenin değişik merkezlerindeki ve farklı işkollarındaki işçileri bir araya toplamıştı. İzlenmesi gereken mücadele hattının belirlenmesini ve mücadele deneylerinin merkezileştirilmesini sağlamış, sınıfın eğilimlerinin saptanmasına yardımcı olmuştu. Aldığı kararlarla sınıfın moralini yükseltmiş, katılımcılar, mücadele alanlarına edindikleri deneyler ve yüksek moralle dönmüşlerdi. Ancak bu Kurultayın, katılan ileri işçilerin deneyimsizliğinden kaynaklanan zaafları da vardı. Pek çok işçi, ajitasyona ağırlık veren bir konuşma tutumunu benimseyerek, tartışmanın sınıfın acil sorunları üstünden kaymasına neden olmuş, kurultay, var olan koşulları yeterince değerlendirmeden kararlar almıştı.
Ama her şeye karşın kurultayların ardından ülkenin birçok merkezinde, değişik emekçi katmanlar, kurultaylar örgütlemeye giriştiler. İşçilerin yanı sıra kamu emekçilerinin de kurultaylarının yapılıyor olması, bunun genel bir eğilim olduğunu göstermektedir.
Bu eğilim, sermaye ve hükümetin, yukarıda bir kısmını saydığımız saldırıları karşısında sınıfın mücadele isteğinin bir dışavurumu olarak kabul edilmelidir. Sınıfa ve tüm halka olağanüstü bir saldırı yöneltilmiştir. Sendikaların üst yönetimleri, bu saldırıya tavır almak şöyle dursun, sermaye ve hükümetle aynı safa girmişler ve gelişecek mücadelenin önüne bir barikat olarak dikilmişlerdir. Başta İstanbul olmak üzere birçok sanayi merkezinde yaratılan sendika platformları, tüm mücadele isteklerine karşın, işçi yığınlarıyla güçlü bağlar kuramamışlar, sınıfı ayağa kaldıracak bir eylem hattı örgütleyememişlerdir. Kuşkusuz bunda sınıf hareketinin boyutlarının henüz sendika bürokrasisi ve burjuvaziyle tam bir hesaplaşmayı zorunlu kılacak ölçüde gelişmemişliği belirleyicidir. Ama her şeye karşın ileri işçilerin kendi görevleri üstünde düşünürken, geçmiş kurultay deneyimlerindeki yanlışları göz önünde bulundurmaları gerekir.
İşte kurultaylar, sendika platformlarının geniş yığınlarla kucaklaşmasını sağlayacak, yanı sıra platform üzerindeki yığın denetimini güvenceleyecek üst bir örgüt biçimi olarak gündeme girmiştir. Bu, aynı zamanda sermayenin olağanüstü saldırılarına karşı, somut ihtiyaçlardan doğan olağandışı bir örgüt biçimidir. Kuşkusuz saldırıların geriletilmesi için sihirli bir anahtar değildir kurultay. Ama bizce, sınıfın hareketinin daha üst bir boyuta taşınması için atılması gereken en önemli adımların başında gelmektedir.
Teslim etmeliyiz ki, Türk-İş bürokrasisi, sınıfın, sorunlarını aşmak için doğrudan devreye girme eğilimini çok iyi sezmiştir. Fakat bu “aşağıdan” gelen eğilimi, resmi ve disipline bir “yukarıdan” kurultaylar dizisiyle bastırmak istemiştir. Türk-İş üst bürokrasisi, bununla bir yandan sınıfın bu eğilimine sahip çıkar görünmeyi, öte yandan onların kabarmış öfkelerini salon duvarları içinde yatıştırmayı hedeflemiştir. Resmi sonuç bildirgelerine doldurulan saçmalıklarla da, sınıfın öyle eylem falan istemediği karar altına alınmak istenmiştir. Buna karşı sınıf bilinçli işçiler, Türk-İş’in bu amaçla rina rağmen, adı geçen toplantıların mücadele kararları alan platformlara dönüştürülmesi doğru taktiğini benimsemişlerdir.
Kurultayların sahte bir demokrasi görüntüsüyle ama yığın tepkisinin ve inisiyatifinin kırılması, denetime alınması aracı olarak kullanılmasının örnekleri çoğaltılabilir. Bunlardan biri de son yıllarda Zonguldak’taki kurultaylardır. Maden işçilerinin bu dönemde sorunlarına sahip çıkarak yükselttikleri sese, karşı Genel Maden-İş Sendikası (GMİS) ağaları, “işçi” ya da “genişletilmiş bölge kurultaylarına başvuruyor. Kurultaylar, sözde maden işçilerinin somut sorunlarını tartışmak için düzenleniyor. Katılanların ezici çoğunluğunun işçi olmasına karşın, kürsülerde boy gösterenler maden işçilerinin sorunlarına neden olan düzen partilerinin temsilcileri, vali, belediye başkanı, sendika ağaları vb. oluyor. İşçiye konuşma fırsatı doğmuyor.
Ne var ki, işçi sınıfının kendi sorunlarını çözecek araçlar yaratmak ve çözüm yolları bulmak üzere doğrudan harekete geçmesinin ifadesi olan kurultayları ötekilerden ayıran şey, sınıfın taleplerinin, eğilim ve inisiyatifinin kurultaya tam olarak yansıyor oluşudur. Gerçek bir işçi kurultayının adına yakışır olmasının ilk koşulu da, zaten sınıfın kendini ilgilendiren bütün sorunlar hakkında eğilimini tam olarak ortaya koymasıdır. Bu bakımdan kurultaylar, bürokratizmi alt etmek için de önemli bir vesile olarak kabul edilmelidir.
Tekrarlamak zorundayız ki, kurultayı, gerçekleşme biçiminden bağımsız olarak her durumda bir olumluluk olarak göremeyiz. Doğru zamanda bir kurultayın toplanmasına girişmek önemlidir. Ama somut kararlar alacak bir çaba içinde olmak ve kararları doğru tarzda yaşama geçirmek de, bir o kadar önemlidir.

KURULTAYIN YAKALADIĞI AVANTAJLAR
İstanbul İşçi Kurultayı, geçmiş deneyleri tekrarlamayan, ama onların olumlu yönlerini geliştiren bir kurultay olmalıdır. Kurultayın başarıyla sonuçlanması için birçok koşul vardır. Kurultayın, sermaye sınıfının cepheden bir saldırıya geçtiği, özelleştirme yasasını ağzı kulaklarında meclisten geçirdiği koşullarda toplanıyor olması başlı başına bir olumluluktur. Henüz pek yeni olan çalışmaların sağladığı geniş katılım, yarattığı pratik örgütlenme, sınıfın sorunlarına karşı duyarlılığının bir ifadesi olduğu gibi, kurultayın başarıyla gerçekleşeceğinin de güvencesi sayılabilir.
Kurultay çalışmalarının olumlu halkalardan ilki, Şubeler Platformu’nun ilk kez geniş işçi yığınları ile ortak iş yapabilme olanağını yakalamasıdır. Bunun sonucu olarak tekstil, tersane, petro-kimya, hizmet, gıda, sağlık vb. işkollarındaki çoğu işçi, ilk kez bu faaliyetin içinde yer almıştır.
Kurultay, değişik sendika konfederasyonlarında örgütlenmiş işçileri bir araya getirmektedir. Sendika ağalarının diktiği rekabet ve önyargı duvarının yıkılmasının, işçilerin birleşik bir sınıf olarak sermayenin karşısına sendika farkı gözetmeksizin çıkmasının önkoşuludur bu. Kurultay çalışmasının bir diğer olumluluğu, sendikalı işçilerin yanı sıra, sınıfın azımsanmayacak bir kesimini oluşturan sendikasız işçileri de kapsıyor oluşudur.

KURULTAYA YÖNELİK BAZI YANLIŞ YAKLAŞIMLAR
Toplanacak kurultaya ilişkin sergilenen ve kurultayın sınıf hareketine kazandıracağı itilimi dumura uğratacak kimi yanlış anlayışların eleştirilmesi ve etkisiz kılınması önem kazanmaktadır.
Bu konuda sergilenen yanlış tutumlardan birincisi, İstanbul Sendika Şubeleri Platformu’na karşı takınılan, tamamen yanlış değerlendirmeler üzerinde şekillenen tutumdur. Faaliyete yeni katılan kimi kişi ve gruplar, hemen Sendika Şubeleri Platformu’nu tartışma konusu yaparak, yürütmenin yenilenmesi talebin de bulunmuşlardır. Bu tutumun, kimi çevrelerin, Platformu, “sendika bürokratlarının örgütü” olarak gören ve bu sendikacıların Türk-İş ağaları karşısında aldıkları tutumu, “küçük ağaların büyüklerle rekabeti” olarak değerlendiren yaklaşımlarının bir devamı olduğuna kuşku yoktur. 1987 yılından bugüne, sınıf hareketinin yükselmesinde önemli bir rol üstlenmiş, önemli bir deney birikimine sahip işçi temsilcilerinin edilgen bir konuma itilmesi hem kurultay çalışmalarının işçiler nezdindeki meşruiyetini zedeleyecek hem de önemli bir mücadele gücünün, sendikal imkânların heba olması sonucunu doğuracaktır. Ardından gündemi tıkayacak mahiyette bir dizi yeni tartışmaya, çekişmeye ve rekabete neden olacaktır. Bu söylenenler, platformun eleştirilemeyeceği anlamına gelmez. Kuşku yok ki, Platform bugün de aşamadığı bir dizi eksiklik taşımaktadır. Ama bu eksikliklerin giderilmesinin yolu, söz konusu sendikacıların yürütmeden çıkarılması değil, önlerine, mantıklı çözüm önerilerinin konulması ve bizzat işçilerin denetiminde yaşama geçirilmesine çalışılmasıdır. Sınıftan yana tutum alan bu insanların, sınıf üzerindeki etkileri tartışmalı “devrimci” gruplarca alaşağı edilmeye çalışılması en hafif deyimle bir çeşit komploculuktur ve eğer başarılı olursa sonuçları hiç de devrimci olmayacaktır. Eğer yürütmenin mevcut bileşimi, hareketin ihtiyaçlarına cevap veremiyorsa, bu organın yeniden şekillendirileceği yer, toplanacak olan kurultaydır.
Başka zararlı ve “dışardan” bir yaklaşım da, kitlesel bir faaliyetin kaçınamayacağı zaafları bahane ederek, kurultay karşısında dudak bükme tutumudur. Bu yaklaşım, “Ben içinde değilsem, oradan bir şey çıkmaz” şeklinde ifade edilebilir. Görünüşte “sol” ve kibirli bu yaklaşım, peşinen hareketin dışında kalmaya mahkûmdur. Böyle bir tutumun sahipleri sınıf hareketine bir şey katamaz, ama giriştikleri karalama ve baltalama faaliyeti kimi dürüst işçilerin kafasının bulanma sına yol açabilir.
Eğer sınıfın kazanımlarını kendi kazanımımız olarak kabul edersek, yapmamız gereken grup çıkarlarımızın merceğinden bakmak değil, yükselen hareketin etkin bir unsuru olmaya çalışmaktır.
İstanbul işçi Kurultayı çalışmaları, sınıf mücadelesinin bugünkü ihtiyaçları bakımından yakalanan önemli halkalardan biridir. Her tür grupçu çıkarlardan ve kariyerist tutumlardan arınarak burada yürütülecek küçük görünen faaliyetin toplamı ciddi kazanımlar sağlayabilir. Bu çalışma “işçi tarzı”yla yürütülürse, bundan başta işçi sınıfı hareketi olmak üzere, sınıf mücadelesinden yana herkes kazançlı çıkacaktır. Başta Şubeler Platformu’nda yer alan sendika yöneticileri, oluşumun yürütmesi ve bu çalışmaya destek veren sendika genel merkez yöneticileri olmak üzere her işçi ve temsilci, yeni bir coşku ve şevk ile işe koyulmanın önemini kavramalı, taşıdığı sorumluluğun bilincinde davranmalıdır. Diktatörlüğün işçi sınıfına, emekçi sınıflara ve Kürt halkına karşı cepheden ve belki de tarihindeki en kapsamlı saldırıyı sürdürdüğü ve bu saldırının geri püskürtülmesinin de ancak, sınıfın topyekûn karşı koyuşuyla mümkün olduğu, bir an olsun akıldan çıkarılmamalı, tüm enerji ve tüm davranışlar buna göre şekillenmelidir.

KURULTAY NEYİ HEDEFLEMELİDİR?

Kurultay’ın hayata geçirilmesinde önemli bir yol kat edilmiştir. Bu kurultayın, sınıf hareketine ve halk hareketine bir ivme kazandırabilmesi ve başarılarının kalıcılaştırılması için önüne somut hedefler koymalıdır.
Kurultay, aşağıdaki konularda kararlar alıp yaşama geçirmekle kendini yükümlü kılmalıdır:
* Türk-İş’in hükümetle vardığı, TİS’lerin ihlali olan son anlaşmayı dayanak edinen hükümet ve sermaye kuruluşları, ’95 sözleşmeleri için “sıfır zam” ve ücretsiz izni meşrulaştıracak önerileri dayatmaktadırlar. Kurultay, Türk-İş’in yaptığı anlaşmayı ve sermayenin dayatmalarını reddetmelidir.
* TİS’lerin çiğnenmesine izin vermeyecek bir tutum belirlenmelidir.
* İşçi kıyımları, özelleştirmeler ve işyerlerinin kapatılmasına, nedeni ne olursa olsun izin verilmeyeceği ortaya konmalıdır.
* Bütün ekonomik göstergeler yeni bir “istikrar paketi”nin gündeme getirileceğini göstermektedir ve sendika bürokrasisinin bu “istikrar paketi”ne boyun eğeceği açıktır. Ancak bu, işçi sınıfı için onur kırıcı bir durum olacaktır. Kurultay, bu oyunu bozmalıdır.
* Toplumsal yaşamın her alanında hızla yaygınlaştırman; militarist gerici, faşist propaganda ve eylemlerin püskürtülmesi için sınıfın uyarılıp seferber edilmesi için gereken kararlar alınmalıdır.
* İşçi sınıfına yönelen saldırıların kaynağında bulunan emperyalist tekellerin, IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası mali kuruluşların baskı ve denetimlerine tavır almanın, işçi sınıfının uluslararası görevlerinden biri olduğu vurgulanmalıdır.
* Kurultay, sendika bürokrasisinin, ilerici sendika ve sendikacılara karşı sürdürdüğü saldırılara karşı sessiz kalmayacağını vurgulamalıdır.
* Örgütlenme özgürlüğünün önündeki tüm engeller kaldırılmalıdır. Basın ve düşünce açıklama özgürlüğü sağlanmalı, Terörle Mücadele Yasası tümden iptal edilmeli, memurlara grevli ve toplusözleşmeli sendika hakkı, işçilere ve memurlara sınırsız bir grev hakkı tanınması için mücadele, kurultay tarafından yeniden sınıfın gündemi içine alınmalıdır.
* işten çıkarmaların, işletmelerin kapatılmasının yasaklanması için mücadele kararları alınmalıdır.
* Kürt savaşının faturasını ödemeyi reddetmek, Kürt ve Türk işçi ve emekçilerin birlikte mücadelesi için gerekli kararları almak.
* Kurultay, sağladığı bileşimi ve yarattığı organları, mücadelenin ihtiyaçlarını gözeterek, kalıcı organlara dönüştürmelidir.
* Kararlarım yüksek sesle ilan etmeli ve Türkiye çapında merkezileşmiş bir kurultayın örgütlenmesi için çağrıda bulunmalıdır.

Aralık 1994

Sosyal Demokrasinin İflası

Kriz, iflas eden işletmelerin sayısını ciddi boyutlara vardırdı. Son yıllarda, özellikle 5 Nisan Kararları’ndan sonra binlerce küçük işletmenin yanında aralarında üç bankanın da olduğu birçok büyük işletme de iflasa gitti. Ancak iflaslar, yalnızca ekonomik alanda yaşanmıyor. Kapitalizm dünyasındaki çıkmaz, bir dizi siyasal akımı da, siyasal olmanın yanında ideolojik ve örgütsel iflasa da sürüklemektedir.
İlk ideolojik siyasal iflas ’80’li yılların sonunda modern revizyonizmin çöküşüyle yaşandı. Günümüzde, bu çöküş ve sonuçlarından da etkilenerek kendi çöküşüne koşan bir ikincisi yaşanıyor: Sosyal demokrasinin iflası. Uzun yıllar emekçi kitleleri yanılsamalı hedefler peşinde mevcut kapitalist düzene bağlayan, onları hayallerle uyuşturup yatıştıran sosyal demokrasi, artık bu kitleleri aldatamaz olmaktadır. Emekçi kitleler sosyal demokrasiden oldukça hızlı bir şekilde kopmaktadırlar. Sosyal demokrasinin Türkiye’deki “büyük” partisi SHP’nin yüzde 20’lerde dolaşan oy oranı, anketlerin gösterdiğine göre 10’ların altına düşmüştür. “Küçük” kardeş CHP ise yüzde 2-3 puanın üstüne çıkamamakta, DSP ise abartılmış ve reklamcılıkla lanse edilen “gelişme” ve “büyüme” balonunun patlamasından kaçınmak üzere ara seçimlere katılmamaktadır. Ancak bu göstergelerin de ötesinde belki yeniden lanse edilmekte olan Ecevit ve DSP’si bir yana bırakılırsa, sosyal demokrasi içler acısı bir görünüm arz etmektedir.
Medya tarafından sürekli aşağılanmakta olan SHP, hükümet koltuğuna yapışmış buradan itelenmelere her şeyden vazgeçerek direnmekte, kuyruk görünümü bile sergilemekte zorlanmaktadır. Emekçi kitleler açısından bir çekiciliği kalmamış, “yoksa şeriat gelir” yollu ehven-i şer dilenciliği bile prim sağlamaz olmuştur.
Sosyal demokrasinin iflası, belki en ileri boyuttaki pespayeliği ile Türkiye’de yaşanmaktadır; ama bu iflas, yalnızca Türkiye’ye özgü değildir. Sosyal demokrasi, anavatanı Almanya ve sosyal demokrasi ve “refah ülkesi” modeli olarak gösterilen İsveç de içinde olmak üzere Avrupa ve tüm dünyada çözülmekte ve iflasa gitmektedir. İdeolojik ve siyasal olarak işlevsizleşmekte, örgüt olarak muhafazakâr ve liberal partilerden ayırt edilememekte, yıllardır savuna-geldiği programlarından rücu etmekte, emekçi kitleler açısından aldatıcı bir umut ve dolayısıyla burjuvazi için bir çıkış olanağı oluşturamamaktadır.
Sosyal demokrasinin çözülmesi, günümüz dünyasının bir gerçeğidir. Ama bugün yaşanan sosyal demokrasinin ilk iflası değildir.

SOSYAL DEMOKRASİNİN DOĞUŞU
Marksizm, tarihin diyalektik materyalist yorumu ve kapitalizmin gizeminin artı-değer teorisi ile açıklanması yoluyla, sosyalizmi bilimsel bir öğreti düzeyine yükselterek, bütün Marksizm öncesi sosyalizm akımları üzerinde teorik zaferini sağladıktan ve işçi sınıfı Avrupa ülkelerinde hızla Marksist partiler içinde toplanmaya başladıktan sonra, Marksizm öncesi çeşitli sosyalizm akımlarında ifadelerini bulan eğilimler, bu kez, cepheden Marksizm’e saldıramadılar, ama onu “içeriden” kemirmek üzere, kendilerine yeni kanallar oluşturmaya giriştiler. Marksizm’i genel olarak olumsuzlamıyor ya da olumsuzlayamıyorlardı, onun oluşturduğu genel zemin üzerinde hareket etmek zorunda kalmışlardı. Çeşitli gerekçelerle bazı tezlerinin eskidiğini ve değişmesi gerektiğini ileri sürerek “sapmalar” ve revizyonizm olarak şekillenen akımlarla karşılaşıldı. Marksizm öncesi eğilimleri seslendiriyorlardı; ancak biçimleri değişmişti.
Önce Bernstein ortaya çıktı. Bir zamanların “Ortodoks Marksist’i”, Marksizm’i belirgin amaçlı revizyonlarla ifade etmeye yöneldiğinde, fikirlerinin burjuva liberallerinin bilinen görüşlerinden pek az farkı kaldı. Diyalektiğin nitel değişikliklerle sıçramalı gelişimi basit ve sakin “evrim” fikriyle değiştirilirken, ekonomik gelişmenin “yeni verileri” büyük bir tantanayla reklâm edildi. 19. yüzyılın sonlarında yeni ortaya çıkmaya başlayan kartel ve tröstlerin kapitalizmin bunalımlı ilerleyişinin üstesinden gelmeye güç yetirebileceği ve sınıf zıtlıklarını yumuşatarak kapitalizmi, kendisini bekleyen sondan, çöküşten kurtarabileceği ileri sürüldü. Devletin ekonomik yaşama müdahalesi ve devlet tekeli, bir sosyalleşme olarak sunuldu. Tekeller oynadıkları rolle kendilerini gerçek görünümleriyle ortaya koyduklarında bu fikirler geçersizleşti; ama bu “teoriler”in kalıntıları üzerinde siyasal özgürlük, demokrasi ve genel oy hakkının sınıf mücadelesinin zeminini ortadan kaldırdığına ilişkin “barışçıl” kapitalist gelişmeyle beslenen siyasal yaklaşımlar görece kalıcı ve sağlam bir yer tuttu. Parlamenter mücadelenin başarılı gelişmesiyle güçlenen bu eğilim, parlamenterler, sendika bürokratları ve işçi sınıfının burjuvazi tarafından beslenen ince bir tabakası içinde, yalnız avangartlarına değil tabanına da sahip oldu.
Demokrasi, kuşkusuz burjuva demokrasisi ve onun temeli olarak görülen genel oy hakkı “çoğunluğun iradesi”ni üstün kılacaktı: Buradan bütün bu İkinci Enternasyonal ve partilerine (hemen sadece Bolşevik Partisi hariç) sirayet eden parlamenter avanaklık fışkırdı. Devlet, sınıf iktidarının organı görülmemeliydi ve gericilere karşı, ilerici sosyal-reformcu burjuvaziyle ittifak yapılabilirdi. Önemli olan parlamento ve parlamenter kombinezonlardı. Sosyalizm, pekâlâ parlamenter yoldan çoğunluk kazanılarak barışçıl tarzda kurulabilirdi. Zaten üretici güçlerin gelişmesi kapitalizmin sosyalleşmesine götürüyordu.
Kimi bu denli açık bir Marksizm tahrifatçılığı ile kimiyse barışçıl gelişme ve parlamenter kazanımların rehavetiyle hemen tüm ikinci Enternasyonal partileri, devrimin hazırlanması görevinden uzak durdular, parlamenter örgütlenme ve mücadeleyi hemen tek örgüt ve mücadele biçimi olarak benimsediler. Demokrasinin kazanılması ya da sağlamlaştırılması amacıyla gericiliğe, monarşilere karşı liberal burjuvazi ile ittifak (örneğin Rusya’da Menşeviklerin Kadetler’le ittifakı) burjuvazi ile ayrımı yok ediciydi ve sosyalizmi burjuva limanlara sürükledi. Demokrasi ve özgürlük istemleri ve hatta günlük çıkarlar, proletaryanın kapitalist evrimin ayırt edici özelliklerinden kaynaklanan ve onun devrilmesini zorunlu kılan birincil çıkarlarının önüne geçirilmişti. Bu pragmatist yaklaşım, en özlü ifadesini Bernstein’ın “hareket her şeydir, amaç hiçbir şey” formülasyonunda buldu.
Kapitalizmin çelişkilerinin keskinleşmesi ve dünyanın paylaşımının artık zora başvurmaksızın yenilenemeyecek olarak tamamlanmış olması, “uygar ülkeleri” tüm dünyayı peşlerinden sürükleyecekleri bir savaşa sürüklerken, Marksizm zemininde boy atan, onu alttan alta yozlaştıran ve bozan oportünizm ve revizyonizm, hemen bütün ikinci Enternasyonal partilerine çöreklenmişti. Ve savaşla birlikte kendi doğallığı içinde gelişerek varması gereken yere vardı: Sosyal-şovenizm, sosyal-emperyalizm. Bolşevik Partisi dışındaki bütün İkinci Enternasyonal partileri, emperyalist savaşı “kendi” ülkeleri, yani “kendi” burjuvazileri açısından haklı ve meşru göstermeye giriştiler; savaş harcamaları lehinde oy kullandılar ve uluslararası işçi hareketini, birbirinin boğazına sarılan Alman, İngiliz, Fransız vb. burjuvazilerinin çıkarlarına peşkeş çekerek bölüp parçaladılar ve dağıttılar. İkinci Enternasyonal, böylece çöktü. Sınıf mücadelesinin yerine sınıf işbirliğinin geçirilmesi, demokrasiye bel bağlama ve barışçıl yoldan sosyalizm hayalleri de birlikte çökmüştü. Bu, sosyal demokrasinin ilk iflasıydı.
Sosyal şovenizme dönüşerek iflas eden uluslararası oportünizmin işçi hareketinde yol açtığı bölünme, işçi sınıfı içinde, sömürgelerden elde edilen tekel kârlarından kırıntılarla beslenen ve sınıf içinde burjuvazinin  kâhyalığı”nı yapan aristokrat tabakanın çıkarlarının sınıfa dayatılması sonucuydu. Burjuvaziyle sınıf işbirliği ve kapitalist çıkarlarının ve sistemin devamının savunulması, “çözümün” sistem içi “demokratik” kanallarda aranması, işçi aristokrasisi yanında “demokrasinin” nimetlerinden yararlanan ve sendikaların yönetimlerine kurulmuş sendika bürokratları ile basın, parlamento, çeşitli türden birlikler gibi burjuva yasallığının ve demokrasisinin kurumlarında ayrıcalıklı yerler tutmuş ve kapitalist sistemin olanaklarından kırıntılar olarak yararlanmış, memurlaşmış işçilerin tutumuydu ve işçi sınıfının bu küçük burjuva tabakasının çıkarlarını ifade ediyordu.
“Oportünizm ile sosyal-şovenizmin ekonomik temeli aynıdır” diyen Lenin şöyle devam ediyordu: “Ayrıcılıklı isçilerin önemsiz bir kesimi ile kendi ayrıcalıklı durumlarını savunan küçük burjuvazinin ortak çıkarları: Yani kendi ulusal burjuvazilerinin, egemen ulus durumundan yararlanarak öteki ulusları soymasından paylarına düşecek kırıntılar…”(1)
Bu tabaka, önce sömürgecilik siyasetinde en ileri gitmiş İngiltere’de sonra da emperyalizm döneminde tüm belli başlı büyük devletlerde tekel kârlarından paylar dağıtılıp satın alınarak oluşturulmuş burjuva işçi partilerinin sosyal temeli olmuştur. Marksist partileri bölerek oluşan, işçi sınıfı içinde onun burjuva aristokrat tabakasına dayanarak örgütlenmiş, burjuva yasallığının güç verdiği burjuva işçi partilerinin temel görüşleri ve kullandıkları kavramlar başlıca olarak şöyleydi: Sınıf işbirliği, kapitalizmin kendisini onarma gücüne sahip olduğu, reformlar için mücadele yürüterek onu sosyalleştirmenin olanaklı olduğu, demokrasinin bunun için uygun zemini sağladığı ve bu zemin üzerinde alt üst oluşlara, devrimlere ve zora gerek olmaksızın, mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi gerekmeksizin sosyalizme ulaşılabileceği vb. vb. Lenin, bu partiler hakkında şunları söylüyor:
“Önemli olan şu ki, iktisadi olarak, işçi aristokrasisinin bir katmanının burjuvaziden yana geçmesi erginlik çağına ulaşmış ve gerçekleşmiş bir olgu haline gelmiştir ve bu iktisadi olgu, sınıf ilişkilerindeki bu yer değiştirme, herhangi bir özel ‘güçlükle’ karşılaşmaksızın, şu ya da bu biçim altında, siyasal biçimini bulacaktır.
“Yukarıda değinilen iktisadi temel üzerinde, modem kapitalizmin siyasi kurumları -basın, parlamento, birlikler, kongreler vb.- saygıdeğer, uysal, reformcu ve yurtsever memur ve işçiler için, ekonomik ayrıcalıklar ve sus payları yaratmıştır. Hükümette ya da savaş sanayi komitelerinde, parlamentoda ve çeşitli komitelerde, legal olarak yayınlanan “saygıdeğer” gazetelerin yazı kadrolarında ya da bundan daha az saygıdeğer olmayan yönetim kurullarında ve “burjuva yasalarına bağlı” sendikalarda kârlı ve tatlı işler? Emperyalist burjuvazinin, ‘burjuva işçi partilerinin’ temsilcilerini ve destekleyicilerini çekmek ve ödüllendirmek için kullandığı olta işte budur.” (2)
Devam eden Lenin, “siyasal demokrasi makinesi de aynı yönde çalışır” der, “zamanımızda seçim olmadan bir şey yapılamaz; yığınlar olmadan bir şey yapılamaz. Ve bu basın ve parlamentarizm döneminde, geniş bir biçimde dallanıp budaklanmış, sistemli bir biçimde düzenlenmiş, iyi donatılmış dalkavukluk, yalan, sahtekârlık sistemi olmaksızın, geçer akçe ve yaygın sloganlarla hokkabazlık yapılmaksızın ve -burjuvaziyi alaşağı etmek için devrimci savaşımı reddettikleri sürece- sağda ve soldaki işçilere her türden reformlar ve nimetler vaat edilmeksizin yığınların yandaşlığını kazanmak olanaksızdır. Bu sisteme ben, ‘burjuva işçi partisinin’ klasik toprağında bu sistemin en önde gelen ve en hünerli temsilcilerinden biri olan İngiliz Bakan Lloyd George’un adına ithaf en, Lloyd Georgeculuk diyeceğim. Birinci sınıf bir burjuva dalaverecisi, kurnaz ve politikacı, istediğiniz çeşitten hatta işçi dinleyicilere devrimci türden nutuklar atan bir halk hatibi ve toplumsal reformlar adı altında (sigorta vb.) uysal işçilere hesaplı bir sus payı elde etme yeteneğinde olan bir adam, Lloyd George, burjuvaziye büyük bir başarıyla hizmet ediyor, burjuvazinin etkinliğini, onun en çok gereksinim duyduğu yere ve yığınları törel olarak boyunduruk altına almada en çok güçlükle karşılaştığı yere, tam da proletaryaya taşıyor.” der. (3)
İşçi ve emekçileri çeşitli reform yönelişleriyle yatıştırarak sınıf işbirliğini tezgahlayan ve yığınların darbelerinden korumaya yöneldiği kapitalist sistemi dayanıklı kılmaya, korumaya ve hatta sağlamlaştırmaya çalışan burjuva işçi partisi, böylelikle kendi sus paylarını ve ayrıcalıklarını kazanarak ve garanti ederek sistemin ayrılmaz bir parçası olur. Çıkarları kapitalizmin çıkarları ile birleşmiştir; politikası burjuvaziye yaslanır; onun işçi politikasını izler. İşte bu parti sosyal demokrat partidir.
Ekim Devrimi’nin zaferi, Rusya’da kapitalizmin devrilmesi ve dünyada ilk kez proletarya diktatörlüğünün kurulmasından sonra, Marksizm’in yozlaştırılması zemini üzerinde doğmuş ve gelişmesi sürecinde tamamen burjuvazi ile birleşmiş, bir burjuva işçi partisi haline gelmiş sosyal demokrasi daha da gericileşti.
Burjuva işçi partisi olan sosyal demokrat partiler, Ekim Devrimi’nde, kendi varlık nedenlerine yöneltilmiş ölümcül bir saldın gördüler. Devrim, işçi sınıfının önüne burjuva demokrasisi, parlamentarizm ve reformcu sahtekârlığın ötesinde bir başka yol ve örnek koymaktaydı. Demokratizm ve burjuva diktatörlüğü ile Sovyetler ve proletarya diktatörlüğü farklı dünya olarak karşı karşıya gelmiş ve sosyal demokrasi, sınıf mücadelesi ve bunun sonucuna vardırılması, yani devrim ve proletarya diktatörlüğü ve sermayenin mülksüzleştirilmesi (zoralımı) karşısında geleneksel hale getirdiği konum ve politikalarını sürdürerek sınıf işbirliği ve burjuvazi ile birliği Ekim Devrimi ve proletarya diktatörlüğüne yönelik kapitalist kuşatma ve saldırganlığın ideolojik ve pratik/politik açıdan somut olarak desteklenmesine vardırmıştı. Sosyal demokrat partiler, bir yandan proletarya diktatörlüğüne karşı burjuva demokrasisini savundular, öte yandan da 1918-20 yıllarında Sovyetler Birliği’ne karşı askeri müdahalenin gerçekleştirilmesinde kendi burjuvazilerine yardım edip destek oldular.
Avusturyalı sosyal demokrat Otto Bauer, “Sosyalizme Giden Yol” broşüründe, kendi ülkesinden meslektaşı Scheidmann saldırganlığa açık destek sunarken şöyle yazıyordu: “Mülksüzleştirme… kapitalist ve feodal, özel mülkiyete vahşi bir biçimde el koyma biçiminde gerçekleşemez ve gerçekleşmemelidir; çünkü bu biçimdeki bir el koyma, ancak üretim araçlarının büyük bir tahribatı pahasına gerçekleşebilir; bu durumda halk kitleleri bizzat sefalete sürüklenir, milli gelir kaynakları sarsılır, Mülksüzleştir enlerin mülksüzleştirilmesi daha çok, düzenli, sistemli bir biçimde yapılmalıdır.” (4) Savunduğu, mülksüzleştirmenin bir devrim ve zoralım olmadan vergilendirme yoluyla yapılması, sosyalizme “barışçıl” geçilmesidir.
Kapitalizmin “ultra emperyalist” barışçıllığı ve koşullarını oluşturduğu sosyalizme dönüşme olasılığı üzerine yazan Kautsky de, proletarya diktatörlüğü karşısında aşırı saldırgan bir tutum benimsemiş Ebert ve Noske’ye ve Alman burjuvazisine destek sunarak, “Proletarya Devrimi ve Programı” broşüründe benzer görüşler ortaya koymuştur: “Proleter bir rejim, sabotaj girişimlerine gereksinme duyan kapitalistlere başarıyla karşı koymak istiyorsa, o zaman onlara, işletmelerinin aralıksız gelişmesinde ve sürekli daha iyiye gitmesinde çıkarlarının olduğunu telkin etmelidir. Toplumsallaştırılan her işletmeye el konulursa bu olanaksızdır. Bu yalnızca, toplumsallaşmaya başladığında, işletmeyi ucuz bir teminat karşılığı devralmakla olanaklıdır. Yani bu teminat, işletmelerin zamanın düzeyinde tutmuş, iyi bir ticari başarıyla yönetmiş olanlar için bir ödül olmalıdır… Bunu yaparken ekonomik sarsıntılardan ne kadar kaçınılırsa, ne kadar karşılıklı anlayışla bu iş halledilirse, teminatla da olsa, zorla mülksüzleştirmeden ne kadar kaçınılırsa, o kadar iyi olur.” (5)
Sosyalizme burjuvazi ile işbirliği içinde karşılıklı anlayışla “barışçıl” geçiş, proletarya diktatörlüğü koşullarında, artık ona yöneltilmiş kapitalist saldırıların açık savunuculuğuna dönüşmüş; örneğin mülksüzleştirme tartışmaları, proletarya devrimlerinden ve hazırlığından uzak tutuluşu, günlük çıkarlarının reformlar yoluyla karşılanabileceği, sosyalizmin ise barış içinde geleceği hayalleri ile aldatılırken yürütülen teorik bir tartışma olmaktan, son derece pratik ve proletarya diktatörlüğüne karşı saldırıda bulunan burjuvaziye somut olarak sunulmuş desteğin gerekçelendirilmesi boyutuna yükselmiştir. Artık, Ekim Devrimi ile birlikte, burjuva demokrasisi ile yetinme ve barışçıl hayallerden, onu proletarya diktatörlüğü karşısında ve burjuvazinin peşinde savunma ve koruma sosyal demokrasinin temel yaklaşımı olmuştur. Kapitalizm ve burjuva demokrasisi hayranlığı, tam ve pratik bir karşıdevrime götürmüştür.
Bu, Sovyet Rusyası’na karşı sosyal demokrasinin aldığı tutumla sınırlı kalmamış, emperyalist savaş ve Ekim Devrimi’nin olağanüstü derinleştirdiği kapitalizmin krizi koşullarında gericileşmesinin doruğunda sosyal demokrasi, burjuva diktatörlüğünün temel dayanağı haline gelirken, proleter devrimlerin patlak verdiği ülkelerde; Almanya, Avusturya, Macaristan, İtalya ve Finlandiya’da, ayaklanmış işçi yığınlarının cellâtlığını yapmıştır. Burada sosyal demokrasinin anavatanı ve Spartakistler’in silahlı başarıcısı Ebert’le Noske’nin adını anmalıyız. Bu, kuşkusuz sosyal demokrasinin bir başka iflasıdır. “İşçi partisi”, işçi devletine karşı açılan sefere katılmış ve işçi ayaklanmalarını kanla bastırmıştır.
Almanya örneğini alırsak, ardından, kriz ve sınıf mücadelesinin keskinleşmesi koşullarında sosyal demokrasinin yaşadığı bir başka iflas ve çözülmesi gelmiştir. ‘70’lerde Almanya, bir yandan Versay Kölelik Anlaşması’nın mahkûm ettiği onursuzluk ve aşağılanma koşullarını yaşarken bir yandan da kapitalizmin krizi ve dizginsiz enflasyon koşullarında, tahrip edilmiş üretici güçleriyle emekçi kitleler için tam bir cehennem halini almıştı. İşsizlik ve sefalet hem her gün daha çok ilerleyen grev ve gösterilerle işçi sınıfı mücadelesine hem de Versay karşıtlığı ile güç toplayan faşizmin yükselişine götürüyor; sosyal demokrasinin işçilerle burjuvaziyi uzlaştırma, sınıf işbirliği ve barışçıl geçiş hayalleri, hemen tüm ’20’li yıllar boyunca Sosyal Demokrat Parti büyük oy potansiyeline sahip olmasına karşın bir işe yaramıyordu. Aslında yaradığı iş de vardı: Sosyal demokrasi, kapitalist ekonomiyi sağlamlaştırmada burjuvaziyi aktif olarak destekliyor, SPD tek başına ya da ortağı olduğu burjuva hükümetleri aracılığıyla işçi sınıfını kapitalist rasyonelleştirme boyunduruğuna sıkıştırırken, bunun unsuru olarak ücretlerin düşürülmesi ve sosyal sigortalar sisteminin kaldırılması politikasını destekliyordu. Grev kırıcılığını günlük eylemi haline getiren parti, komünistlere ve işçilere karşı tevkifatlar düzenledi, komünist örgütleri (örneğin Kızıl Cephe Savaşçıları Birliği-faşizme ve faşist teröre karşı savaş örgütü) ve işçi örgütlerini yasakladı. Grev kırıcılığın ötesine geçerek işçi gösterilerini dağıttı ve işçilerin üzerine ateş açtırdı.
Sosyal demokrasiyi Almanya’da faşizmin tırmanışı, kriz ve keskinleşen sınıf mücadelesi koşullarında iflasa ve çözülmeye götüren politikası, ehven-i şer mantığıyla burjuva gericiliğin desteklenmesi, örneğin cumhurbaşkanlığı seçimlerinde savaş generali Hindenburg’a oy verilmesi ve faşizmin önüne ona karşı sert mücadele ile değil gericiliğin desteklenip güçlendirilmesi, gerici yasa ve önlemlerin gündeme getirilmesi ile alınabileceğinin düşünülmesi ile faşizmin yükselişini kolaylaştıran gerici önlemlere başvurulması oldu. Sosyal sigorta başta olmak üzere, devrim yıllarında burjuvazinin işçilere vermek zorunda olduğu birçok hak sosyal demokratlar eliyle geri alındı. Anayasa maddeleri ve işçilerin kazanından birbiri ardına ortadan kaldırıldı ve devlet gerici önlemler aracılığıyla adım adım faşistleştirildi.
Sosyal demokrasi, grevleri kırma ve dağıtma, işçi gösterilerini yasaklayıp kovuşturma yanında işçi kitle örgütlerini, sus payı alan yiyici bürokratların önderliğinde çalışamaz hale getirdi ve dağıttı. Devrimci işçileri bu örgütlerden attı ve kendi emri altında merkezileştirilmiş işçi örgütleri ağıyla işçilerin inisiyatifini köreltti; bölüp parçaladığı ve inisiyatifini kırdığı işçi sınıfının, sermaye ve faşizme karşı mücadele yeteneğini yıprattı ve saldırgan faşist çeteler karşısında kararlı bir direniş örgütlenmesini olanaksızlaştırdı. Sosyal demokrasinin bölüp silahsızlandırdığı işçi sınıfı, faşizm karşısında savunmasız kaldı. Ve sosyal demokrat hükümetler, ülkeyi faşizme teslim etti. Faşizm, sosyal demokrasinin burjuvaziye hizmetinin belgesi olarak gerçekleşti.
Sosyal demokrasi, bu tür bir karşı-devrimci politikayı kuşkusuz tekdüze, kendi içinde hiç farklılaşma olmadan izlemedi. Bu politikayı sistemli bir biçimde yürütmek için iki kanadından da yararlandı. Noske ve Kautsky, Scheidmann ve Otto Bauer örneklerinde olduğu gibi, sağ kanat burjuvazisi ile pazarlıklar ve onunla dolaysız bağ açısından vazgeçilmezdi; ama “sol” kanat da işçileri aldatmaya yönelik ince manevralar düzenlemek, görünüşte muhalif bir çizgi izleyerek güncel çıkarlarının savunulduğu görünümü altında, burjuvaziye bağlamak üzere işçileri etkilemeye ve kazanmaya çalışmak açısından gereklidir. Sosyal demokrasi, sınıf işbirliği olan temel işlevini gerçekleştirmek üzere bu iki kanada sahip olmuş, ikisinden de yararlanmıştır.
Almanya’da Hitler’in işbaşına gelmesi, sosyal demokrasinin iflasını kesinleştirdiği gibi, onun tarafından yüceltilen parlamentarizmin de iflası demek oldu. Keskinleşen sınıf mücadelesi, sosyal demokrasinin yüceltilmesine rağmen, onun iflasını dayatmıştı. Ve daha Hitler’in zaferi öncesi, zaten halk temsili ve halk iradesi üstünlüğünün oynadığı rol yozlaşmış, demokratik özgürlükler kısıtlanmış ve yönetmenin, “küçük kabine” vs. türden kulisleri daha belirgin bir şekilde kullanan yeni yöntemleri kullanılır olmuştu. Ama faşizmin zaferi, sosyal demokrasinin iflasıyla birlikte parlamentarizmin de iflasının kesin bir kanıtı oldu.
Sosyal demokrasinin programına ve propagandasına bakılırsa, işçilerin çıkarlarını savunmaktaydı, sömürüye karşıydı ve barışçıl yoldan olacak ama sosyalizmi kuracaktı. Gerçekleştirmeye çalıştığı programına göre, burjuvazi sosyalleşmeye ikna edilecekti. Bu amaçlarla sınıf mücadelesini değil, işbirliğini esas adı. Ama pratiği işçi sınıfına saldın ve onu bölmek, gericiliği geliştirerek, kapitalizmi sağlamlaştırmak oldu. İflas eden, Komintern Programı’nda tanımlanmış şu teorik görüşleriydi:
“Teori alanında sosyal demokrasi Marksizm’i tümüyle gözden çıkarmıştır. Revizyonizm aşamasından geçerek, tam anlamıyla burjuva liberal sosyal reforma ve açıkça sosyal emperyalizme varmıştır. Marx’ın kapitalizmin çelişkilerine ilişkin öğretisinin yerine, kapitalizmin uyumlu gelişimine ilişkin burjuva öğretisini geçirmiş; bunalımlara ve proletaryanın yoksullaşmasına ilişkin öğretiyi rafa kaldırmış; sınıf mücadelesinin savaşçı, alev alev yanan teorisini o mantıksız sınıf barışı vaazına çevirmiş; sınıf karşıtlıklarının keskinleşmesine ilişkin öğretiyi gözden çıkartarak, yerine kapitalizmin ‘demokratikleştirilmesine’ ilişkin ahmakça masalları geçirmiş; kapitalizmde savaşların kaçınılmazlığı teorisinin karşısına burjuvazinin pasifizm dalaveresini ve ‘ultra emperyalizm’ denen şu düzenbazca sureyi koymuş; kapitalizmin devrimci tarzda yıkılışı teorisini çarpıtarak barışçıl yoldan sosyalizm haline geliveren ‘sağlıklı’ kapitalizme ilişkin şu beş para etmez görüşü ortaya sürmüş; devrimin yerine evrimi geçirmiş; burjuva devletin parçalanması yerine onun inşasına aktif biçimde katılmayı; proletarya diktatörlüğü öğretisi yerine burjuvaziyle koalisyon teorisini; uluslararası proletarya dayanışması yerine emperyalist anavatanların savunulmasından söz eden İncil’i; Marx’ın diyalektik materyalizmi yerine idealist felsefeyi ve burjuvazinin masasından düşen dini artıklarla kırıştırılmasını getirmiştir.” (6)

İKİNCİ SAVAŞ SONRASI SOSYAL DEMOKRASİ

Bekleneceği gibi, sosyal demokrasi antifaşist savaşta hiçbir varlık gösteremedi. Faşist ülkelerde ağır illgalite koşullarına dayanamadığı gibi, faşist işgale uğrayan ülkelerde de faşizme karşı savaşmanın zorlukları ona göre değildi. Sosyal demokrasi barış ve sınıfsal uyum için yaratılmıştı; savaşıp kanlarını akıtanlar işçiler ve komünistler oldu; ama savaş sonrasında bu akım, burjuvazinin kanatları altında palazlandı ve giderek, kendisine olan ihtiyaç arttıkça, zaferin meyveleri üzerine çöreklenmeyi becerdi.
Savaş sonrası, burjuvazinin başlattığı antikomünist “soğuk savaş” döneminde muhafazakârlar revaçtaydı; ama burjuvazi, sosyal demokrasinin, artık burjuva liberal bir partiye dönüşmüş de olsa, bir burjuva işçi partisi olarak olanaklarından yararlanmak üzere onu beslemezlik etmedi.
Anavatanında sosyal demokrasi parçalanmaya uğradı. Komünistlerin savaşta ortaya koydukları cesaret ve mücadele gücü, Kızıl Ordu’nun zaferle ilerleyişi ile birleşince Almanya’da Sosyal Demokrat Parti, Almanya Komünist Partisi’nin çağrısını olumlu yanıtlayarak, iki parti birleşmiş ve Almanya Birleşik Sosyalist Partisi kurulmuştur. SPD lideri Otto Grotewohl Almanya Demokratik Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanı olmuş; ama Amerikan-İngiliz-Fransız işgal bölgelerinde örgütlenen ve başlarında Kurt Schumacher’in bulunduğu besleme sosyal demokratlar, bu birleşmeye karşı çıkmışlar, böylelikle Almanya’nın bölünmesine de katkıda bulunmuşlardı.
Ama sosyalizm, antifaşist savaştan zaferle çıkmıştı ve uluslararası işçi sınıfı içinde büyük bir prestije sahipti. Varlığı ve etki gücü görmezden gelinemez ve küçümsenemezdi. Bu, burjuvazinin yeniden sosyal demokrasiye ihtiyaç duyuşu ve onu palazlandırmaya yönelişinin olduğu kadar, sosyal demokrasinin görünüşte işçi ve sosyalizm yanlısı görüşlerinin de nedenini oluşturmuştur. Nitekim SSCB ve sosyalizme karşı düşmanca kesin bir tavır alan Kurt Schumacher, gerek SSCB’nin başarıları ve sosyalizmin anayurdunda uygulanmakta olan kolektivizmin dünya proletaryası için bir örnek oluşturması ve işçi sınıfı içinde kolektivist düşüncelerin yaygınlığı, gerekse de geleneksel barışçıl sosyalizmin bir unsuru olarak ulusallaştırma ve toplumsallaştırma yanlısı olarak ortaya çıkmıştır. Ocak ’45’deki ünlü Kiel konuşmasında şöyle söylemektedir:
“Büyük sanayi ve yüksek finansın ulusallaştırılması ve büyük toprak sahipliğinin düzene konması ekonomik acıdan mutlak bir gerekliliktir. Özellikle madencilik, ağır sanayi, enerji üretimi, sanayi, taşımacılık, imalat sanayinin büyük bir kısmı, sigortacılık, bankacılık, yalnızca sosyalizasyon için olgun olmakla kalmamakta; Alman ekonomisinin verimli işleyişi için toplumsallaştırılmalıdır.” (7)
Aynı yönde görüşler, Fransız Sosyalist Partisi’nin İlkeler Bildirgesi’nde yer almış, partinin “amacının kapitalist mülkiyet rejimi yerine, doğal zenginliklerin ve üretim araçlarının kolektif mülkiyetini ve böylece sınıf ayrılıklarının ortadan kalkmasını gerçekleştirecek bir rejim getirmek…” (8) olduğu açıklanmıştır.
Sosyalizmin zaferi ve başarıları, kapitalizm dünyasında bir yandan anti-komünist “soğuk savaş” histerisini yükseltirken, diğer yandan Keynesyen teorilerle “sosyal devlet”e olan ihtiyacı artırmış savaş sonrası girilen refah dönemi ise bu ihtiyacın karşılanmasını olanaklı hale getirmiştir. Bu durum, uluslararası sosyal-demokrasiyi canlandırmamazlık edemezdi. Nitekim sosyal demokrasi, birçok, Avrupa ülkesinde ve buradan yayılarak başka ülkelerde güç toplamaya ve ’60’larla birlikte yine burjuvaziyle koalisyona yöneldi. Artık, işçi ve sosyal adalet ve yine barışçıl sosyalizm demagojisini yapan bir partiydi. Liberalleşmişti; ama yine de işçi sınıfı içinde örgütlenmişti ve sendikalara dayanmaktaydı. Üstelik sosyal demokrasi yeni iltihaklarla da güçleniyordu. “Soğuk savaş”ın yaydığı korku ve yoğun antikomünist kampanya, önce ABD Komünist Partisi ve şefi Browder’in ardından İtalyan Komünist Partisi ve Togliatti’nin “tarihsel uzlaşma” ve Hıristiyan Demokratlar’la koalisyon tezleriyle sosyal demokrasi safına geçişine neden oldu.
’50’lerin ikinci yarısında tarih sahnesine çıkan ve sınıf mücadelesinin gelişmesini baltalayan modern revizyonizm, bir yandan burjuvaziye dev olanaklar sunarken bir yandan da sosyal demokrasinin manevra alanını da genişletti. Sovyet modern revizyonizmi, karşıdevrimci sosyal demokrasiyi etkisizleştirme politikasının yerine onlarla birlik yaklaşımını geçirdi. Bu tutum, Marksizm yolundan sapıklığım ve kapitalizm için ondan yıkıcı bir tehlike gelmeyeceğini gören sosyal demokrasi tarafından olumlu yanıtlandı; Alman sosyal demokrasisinin şefi Willy Brand, yumuşama sürecine katıldı ve “Ostpolitik”i açıkladı.
Almanya Sosyal Demokrat Partisi (SPD) 1959 Kasımı’nda Bad Godesberg’de toplanan Olağanüstü Parti Konferansı’nda Temel Programı’nı kabul etti. Burada antikomünizme ve sosyalizmin “demokratik” türüne(!) vurgu yinelendi.
“Biz her diktatörlüğe, totaliter ve otoriter yönetimlerin her türüne karşıyız. Çünkü onlar, insanlık onurunu bozuyor. İnsanın özgürlüğünü ve hukuk düzenini tahrip ediyor. Sosyalizm, yalnızca demokrasi yoluyla gerçekleşebilir ve demokrasi ancak sosyalizm yoluyla tamamlanabilir. ” (9)
Bu programda kamu mülkiyetine vurgu yapılarak, kamu ve özel mülkiyetin bir arada bulunacağı karma ekonomi sistemi öngörülüyor ve bir sosyal haklar sistemi olarak “sosyal devlet” savunuluyordu:
“Devletin sosyal işlevi, herkesin kendi yaşamını özgürce şekillendirmede ve özgür, toplumun ileriye doğru gelişmesinde sorumluluğunu gerçekleştirebilmesi için vatandaşların sosyal güvenliğini sağlamaktır.” (10)
“Üretim araçlarının özel mülkiyeti, sosyali adaletin tesisini engellemedikçe, toplumdan korunma talep edebilir.” (11 )
“Kamu işletmelerinin rekabeti özel işletmelerin pazara egemen olmasını önlemede önemli bir araçtır. Kamu işletmeleri bir bütün olarak topluluğun çıkarlarını korumalıdır. Kamu mülkiyeti, hiçbir modem devletin onsuz edemediği kamu denetiminin meşru bir biçimdir.” (12)
SPD, hükümetten düştükten sonra 1982 Nisanı’nda yayınladığı Münih Deklarasyonu’nda da benzer görüşleri tekrarladı:
“Biz, işsizliği, sosyal çöküntü örneklerini ve kabul edilemez ekolojik yükleri önlemeye yardım etmek için devletin ekonomik süreçlere aktif müdahalesini savunmaya devam ediyoruz… SPD, emeğin partisidir ve daima öyle kalacaktır… Eşitlik ilkesini koruma koşullarında sosyal güvenlik sistemimizi pekiştirmeye hazırız.” (13)
Ama bugün SPD, sosyalizm ve sınıf sözcüklerinden bile tamamen vazgeçmenin ötesinde Hıristiyan Demokratlardan farkını ne programatik ve ne de pratik politika ve eylem düzeyinde açıklayamayacak düzeydedir. Almanya’da burjuva partisinin fraksiyonları arasındaki nüanslar bile silinmektedir. Bu durum, sosyal demokrasinin emekçi kitleler nezdinde etkisizleşmesinde görülmektedir. Oysa artan enflasyon, yükselen işsizlik ve kapatılan işletmelerin sayısının arttığı, sınıf mücadelesinin giderek keskinleşme ve faşizmin yeniden yükselme durumuna geçtiği Almanya’da işçi ve emekçilerin hoşnutsuzlukları artmakta ve grev ve gösterileri yaygınlaşmaktadır. SPD, bu durumda, bir “işçi partisi” olmanın ürünlerini derleyemez olmuştur. Nedeni; CDU (Hıristiyan Demokrat Parti)’dan ne farkı olduğunu işçilere anlatamaması, çünkü böyle bir farkın hemen hiç olmaması; SPD’nin özelleştirmeler, çelik vb. sanayi dallarında işletmelerin kapatılması ve birçok işkolunda yaygın işçi çıkarımı karşısında sessiz kalması, programında yazılı devlet müdahalesi konusunda, özellikle sosyal haklar tümüyle tırpanlanır ve geri alınırken, bu politika ile uyuşması ve karşı tek söz söylememesidir. Almanya’da sosyal demokrasi iflasa gitmektedir. Bu, sivil toplum ve insan hak ve özgürlükleri konusunda “Temel Programı”nda yazılmış olanları çiğneyip yutmasıyla daha belirgindir. SPD ’90’ların başında, yurtdışına asker gönderme, iltica hakkını sınırlandırma ve “şüpheli” kişilerin ev ve işyerlerinin dinlenmesi gibi maddeleriyle Anayasa “reformu”na destek sunduğu da, artık, o çok yücelttiği demokrasi ile de çelişmeye ve tıpkı Hitler’in yükseliş döneminde olduğu gibi, faşizmi kolaylaştıran gerici önlemlere el vermeye ve dolayısıyla işlevsizleşmeye ve iflasa yönelmiştir. Bugün, sosyal demokrasiye can vermiş olan demokrasi ve “sosyal devlet” ilkesini çoktan unutarak, işçi ve emekçilerden kopma yoluna girmiştir.
“Sosyal devlet” karşısında tutum, gerçi sosyal demokrasiye temel sağlayan belirgin bir ideolojik-politik- pratik unsur durumundadır; ancak, ondan kolayca vazgeçmesi, sosyal demokrasinin işlevsizleşmesinin yanında, kendi kararlarını kendisi veren, kendine yeterli bir bütünlük olmadığını da göstermektedir.
Revizyonizmin çöküşü sonrası, sosyalizm ve SSCB’de hâlâ bir ölçüde yaşayan biçimsel kalıntıları karşısında kapitalist burjuvazinin ihtiyaç duyduğu, başka türlü işçi sınıfını denetim altında tutamayacağına inandığı sosyal devlet ilkesi, bütün bir sosyal sigortalar sistemi, işsizlik sigortası, sosyal ödenekler, parasız sağlık ve eğitim vb. unsurları ile birlikte, geçersiz bir maliyet faktörü haline gelmiş ve ideolojik propagandanın gereği olarak da özelleştirme ileri sürülerek Batı değerlerinin üstünlüğünün kanıtlanması yoluna gidilmiştir. Sosyal demokrasi, uluslararası burjuvazinin bu yöneliminin dışında kalmamış, buna karşı çıkma gücünü, kapitalizmin bir aleti ve hâlâ bir ölçüde işçi sınıfına dayanan uşağı olarak kuşkusuz bulamamış, işçilerle ilgisi olmadığını, onlara ihanet içinde bulunduğunu kanıtlamak üzere, burjuvazinin genel yönelişine uygun olarak devlet müdahaleciliği ve sosyal devlet laflarını ağzına almaz olmuştur. Bu, çok söylenen, sosyal demokrasinin bunalımı ve dünya “sofunun açmazının temel unsuru olarak şekillenmiş, sosyal demokrasi ideolojik dayanaksız ve işlevsiz kalmıştır.
Aynı durum, sosyal demokrasinin yönetiminde “refah ülkesi modeli” olarak lanse edilen İsveç’te, İsveç sosyal demokrasisi açısından ortaya çıkmıştır.
İsveç’te 2. Savaş sonrası 30 yıldan fazla hükümet eden ve kapitalizmin savaş sonrası canlanma döneminde belirli bir refahı örgütleyen, kamu yatırımları yanında sermaye işletmeleri üzerinde oldukça ileri boyutta vergilendirme vb. önlemlerle kamu denetimini de sağlayan, sosyal devlet uygulamasını belki de dünyada en ileri ölçüde uygulamaya koyan sosyal demokrasi, artık kendisinin varlık nedenini kaybetme durumundadır. Ne sosyal devlet ilkesi ve ne de devletin ekonomiye müdahalesinin geçer akçe olabildiği günümüz kapitalist dünyasında, İsveç sosyal-demokrasisi de bu genel yöneliminin dışında kalamamış, işlev yitimini ilan noktasına gelmiştir.
Oysa onun da programında, demokrasinin, hem de yalnızca siyasal değil ekonomik demokrasi olarak savunusu yanında devletin ekonomiye müdahalesi, sosyal devletin unsurları olarak sosyalizasyon önlemleri ve en başta işsizliğin giderilmesinin devletin temel görevlerinden olduğu yazılıdır:
1975’de kabul edilen İsveç Sosyal Demokrat Partisi Programı’na göre “SDP, … sınıflara dayalı bir sosyal düzenin yerini, özgürlük ve eşitlik esasına dayanan, birbirleriyle ortaklaşan bir toplumun aldığı bir topluma dönüştürmeyi arzulamaktadır.” (14)
Programda şunlar da yazılıdır:
“Eşitlik hususundaki mücadele, her türlü sınıfsal, ekonomik, sosyal ve kültürel ayırımı hedef almıştır.” (15)
“Üretimden alınan, miktarı giderek büyüyen paylar, kapitalizmin bölüşüm ilkeleri yerine, dayanışma ilkesinden ayrılmadan gereksinimlere göre bölüşülmektedir.” (16)
Burada toplumda yerleşik hale gelen bir uygulama tanımlanmakta ve vergilendirme (ki İsveç’te artan oranlı vergilendirme uygulanıyordu) vb. yasalarla sağlanan fonların sosyal yardım fonları olarak kullanılmasına işaret edilmektedir. Öyle anlaşılmaktadır ki, kapitalizm ve sermaye egemenliğinin giderilmediği koşullarda, üretim kapitalist tarzda yapılmakta, ama bölüşüm komünistçe gerçekleşmektedir. Refah döneminde ve “sosyal devlet” uygulamalarının kapitalizmde geçer akçe olduğu koşullarda barışçıl sosyalizm (hatta “komünizm”) üzerine böyle yüksek perdeden konuşan sosyal demokrasi, bugün parlamentoda sosyal hakların kısılması ve ücretlerin düşürülmesi için oy kullanmaktadır. Birkaç madde daha aktaralım sosyal demokrasi programından:
“Sosyal demokrasi; sosyal ve ekonomik ayrıcalıklar ve iktidar konularından (üretim araçları üzerinde) gelen gelir ve refah farklılıklarını kabul etmez.” (17)
“Tüm ekonomik faaliyet alanları çoğunluk denetiminde planlı kaynak yönetimi yoluyla düzenlenmelidir. Bu tür ekonominin hedefi; toplumun üretken kaynaklarının tam kapasite ile kullanımı ve böylelikle herkese iş sağlamaktır.” (18)
“İnsan gereksinimleri artan bir oranda kamu hizmetiyle sağlanmalıdır.” (19)
“Her birey kapasitesine uygun olarak çalışma hayatına katılma hakkına sahiptir.” ve “evrensel çalışma hakkı, eşit işe eşit ücret” (20)
“Doğal kaynaklar, kredi kuruluşları ve şirketler kamu mülkiyetine dönüştürülecek ya da ortam çıkarları korumak için gerekli olan tam bir kamu denetimine tabi tutulacaklardır.” (21)
Ve program, belirli bir gelir düzeyinin altında vergiden muafiyet, enerji sektörünün kamulaştırılması, parasız eğitim, sağlık hizmetlerinin çok düşük ödemelerle sağlanması, çalışma hayatı ve sosyal haklara ilişkin bir dizi maddeyle devam etmektedir.
Ama İsveç sosyal demokrasisi, hem de hükümette değilken, derinleşen kriz koşullarında dört sağ parti koalisyon hükümetinin getirdiği 1. ve 2. kriz paketlerini onaylayıp oylarıyla desteklediler. Gerekçeleri, “ülke ekonomisini düzlüğe çıkarmak ve krizi atlatmak”tı. Ve işçilere karşı bu sermaye saldırganlığı ittifakını “tarihsel uzlaşma” olarak nitelendirdiler. Daha Carlson başbakanlığındaki sosyal-demokrat hükümet devrilmeden, ücret artışlarını durdurmayı, grev yasaklarını, sosyal hakların tırpanlanmasını öngören bir kriz paketini bizzat sosyal demokratlar hazırlayıp parlamentoya sunmuş, ama işçilerin eylemli ve yaygın karşı çıkıları nedeniyle hükümetten çekilmişlerdi. Sosyal demokrasiye göre de yapacak başka şey yoktu. Çünkü o, kapitalizmin bir aletinden başka bir şey değildi, kapitalizmin ihtiyaçlarını karşılamaktan başka bir şey yapmaz, yapamazdı. Kriz paketi zorunluluktu, yük işçilere yüklenecekti! Oysa programlarında hâlâ “kapitalizmin geniş bir alana yayılmış olan işsizliği ve şahlanmış olan enflasyonu önleme konusunda yapacak pek fazla bir şeyi yoktur” diye yazılıydı. Şimdi kendileri de işten atmalara, ücretlerin sınırlandırılmasına oy veriyorlardı. Bu, iflastan başka bir şey değildir. İşlevsizleşmedir. Ve olanca kamu denetimi ve yatırımları söylemine ve bunların yıllardır uygulanmasına rağmen, özelleştirme İsveç’te de başlamıştır ve sosyal demokratlar bu gelişme karşısında sessiz kalmakta, destek sunmaktadırlar. Sağcı hükümet bu konuda da sosyal demokrasinin desteğini sağlamış, silah sanayisinden, sağlık ve eğitime kadar geniş bir özelleştirme dalgası İsveç’i sarmıştır. Programda çözümsüz olduğu söylenen pazar ekonomisinin kamu yatırımları ve ekonomisinin yerini alması, şimdi dünya kapitalizminin estirdiği rüzgâra kapılan İsveç sosyal demokratlarınca da, işlevsizleşme ve varlık nedenlerini yitirmelerini kabullenmek anlamına gelmesi savunulmaktadır ve sosyal demokrasi, program ve eylemiyle burjuva partisinin diğer fraksiyonlarından ayrılamaz duruma gelmiştir. Artık ne kamu yatırımcılığı ve sosyal demokrasinin alâmetifarikası olan karma ekonomiyi, ne işsizliğin yüzde 12’ye (19 Kasım 1994 itibarı ile) vurduğu bir ülkede “herkese iş” talebini, ne tırpanlanmasına destek verdiği sosyal haklar ve iş güvenliğini alçak sesle bile olsa savunabilmektedir.
Öyle görülüyor ki; Alman ve İsveç proletaryaları başta olmak üzere, dünya proletaryası sosyal demokrasinin ağulayıcı, yatıştırıcı, mücadele yeteneğini bozucu ve inisiyatifini kırıcı belalı görüşlerinin etkisinden, onların iflası dolayısıyla kurtulmaktadır. Ancak bu görüşler, her günkü aydınlatma faaliyeti içinde tüm zehirli sonuçlarıyla birlikte yok edilmez ve işçi ve emekçiler kapitalizm karşısındaki gerçek konumlarına çekilmezse, tarihin gösterdiği gibi başka zararlı sonuçlara götürebilecek ya da yeni koşullarda benzer görüşlerin yeniden yayılmasının önü alınamayacak; ama hepsinden önemlisi proletarya, kapitalizmin zinciriyle bağlı olarak sömürü ve sefalet koşullarında yaşamını sürdürmeye mahkum olacaktır.

TÜRKİYE’DE SOSYAL DEMOKRASİ
Türkiye sosyal demokrasi söylemiyle ilk kez 1960’ların ortalarında karşılaştı. Sosyal demokrasi sözcüğü, Mustafa Kemal’in başlangıçta milli devrimin siyasal örgütü olarak, ama aynı zamanda yönetici bir devlet partisi olarak kurduğu, devrimin karşı-devrime dönüşmesi sürecinde gericileşip faşist tek parti haline gelen, milli şef faşizminin siyasal örgütü CHP tarafından ortaya atıldı.
Gençlik hareketinin ve ordu alt kademelerindeki reform yanlısı subayların örgütlediği cuntaların faal olduğu ve halk kitlelerinin Bayar-Menderes faşizmine karşı yaygın hoşnutsuzluğunun yükselme ve eyleme dökülme eğilimi gösterdiği koşullarda gericiliğin bir “at değiştirme” hareketi olarak gerçekleşen 27 Mayıs Darbesi sonrasında, darbeye yol açan etkenler nedeniyle, belirli demokratik özgürlüklerin kullanılabildiği bir reform atmosferi doğmuştu. Başta gençlik olmak üzere emekçilerde sol fikir ve akımlara bir eğilim ortaya çıkmış, faşizme karşı yoğunlaşmış tepki, belirgin ve sistemli talepler şeklinde formüle edilmemiş, muğlâk biçimiyle de olsa düzen değişikliği lehinde görüşlerin etkinlik kazanmasının nedeni olmuştu.
İşçiler, ekonomik ve sosyal haklar için grevlere çıkarken TİP kurulmuş ve canlılık ve eylemlilik düzeyi en yüksek olmak üzere gençlik hareketi hızlı ve yaygın bir gelişme içine girmişti. Bu gelişme, Bayar-Menderes faşizmine karşı toplumsal muhalefetle belirli bağlantılar kurmuş CHP’yi de etkileyip onun içinde belirli yansımalara yol açmasının yanında CHP, egemen sınıflar için gelişen işçi ve gençlik hareketi ve sol potansiyeli kanalize edip denetlemeye en yatkın ve yetenekli örgüt olarak görüldü. Tarihsel özellikleri nedeniyle ulusal fikirlere yakın duruyor; geleneksel Kemalist yaklaşım ve tutumlar da, henüz başlıca yönelimi antiemperyalizm olan özellikle gençlik hareketi tarafından benimseniyor ve bu durum CHP’nin toplumsal muhalefet ile bağlantı kurması açısından elverişli bir ortam yaratıyordu.
Ecevit, İsmet Paşa’yı, tarihsel konjonktür ve Türkiye’nin sınıf ilişkileri ve mücadelesi açısından içinde bulunduğu ortam; önce Ecevit’i sonra ikisini birden, sola açılma yönünde ikna etti ve her ikisi de, Paşa’nın güvenilir ellerinde gelişen sınıf mücadelesinin denetim altına alınması ve yatıştırılması ihtiyacını karşılama peşindeki burjuvazi tarafından yüreklendirilip teşvik ve “ortanın solu” ilan edildiler. Uzunca bir süre “ortanın solu” olarak idare edildi, sonra asıl tanımının sosyal demokrasi olduğu söylendi.
Türkiye’de sosyal demokrasi, Avrupa ülkelerinden farklı olarak böyle ortaya çıktı. Marksist kökene sahip olmadığı gibi, onun bozulup yozlaştırılması ve demokratize edilmesi yoluyla da doğmamıştı. İşçi hareketi içinde köklere sahip değildi. İşçi hareketinin içinden gelmemekteydi. Burjuvazinin işçi hareketini saptırma çabasına bağlı olarak dağıttığı kırıntılarla oluşturduğu burjuva işçi tabakasına, işçi aristokrasisi ve sendika bürokrasisine dayanmıyor, onların burjuvazi ile işbirliği eğilimini ifade etmiyor, bir burjuva ve işçi partisi olarak şekillenmiyordu. Gelişmesi de böyle olmadı. Gerçi CHP, işçi sendikalarında belirli bir etkiye sahip oldu, onların belirli bir kısmının yönetimlerini de ele geçirdi ve işçi hareketini bir şekilde etkiledi; ancak işçileri ne sosyalizmin yozlaştırılmış demokratik bir yorumuna kazanıyor, ne de işçileri düzene bağlamanın aracı olarak, onların ekonomik ve sosyal haklarını demagojik bir biçimde savunmanın ötesinde -amaç ve hedefleri kuşkusuz çarpıtılmış- bir işçi hareketi olarak örgütleniyordu. Ortaya atılan sosyal demokrasi ve bu yönde dile getirilen sloganlar, kuşkusuz işçi hareketinin denetim altına alınıp yatıştırılmasına da yönelikti; ama güncel ideolojik atmosferin de etkisiyle sınıf sözcüğünü bile kullanmayıp tepki ile karşılıyor, işçileri “ayak takımı” olarak görüyor, sadece yatıştırılmaları ve oy deposu olarak kullanılmalarına yatırım yapıyor, sınıf içinde örgütlenmeye eğilim göstermiyordu. Gerçekte bu eğilimi gösterse bile, sahip olduğu ideolojik tutumu, tamamen seçkinci bürokrat burjuva şekillenişi buna elvermezdi. Yine de CHP, bu süreçte belirli bir liberalleşme yaşadı; bürokratik devlet partisi niteliğinden burjuva liberalizmine doğru evrildi.
CHP, özellikle Ecevit aracılığıyla, düzen değişikliğine ilişkin talepler ileri sürdü. “Toprak işleyenin, su kullananın”, “köy-kentler” gibi. Tekellerin egemenliğinin sınırlandırılması ve “düzen değişikliği”, küçük üretici ve orta büyüklükteki sanayicilerin taleplerine sahiplenilmesi gibi şeyler CHP tarafından sloganlaştırıldı. ’71 12 Mart Darbesi’nin ardından “faşizmden hesap sorma” sloganı CHP’nin güç toplamasına neden olan temel etken oldu. İşçi sınıfının ekonomik ve sosyal haklarına ilişkin olanları en arkada kalıyordu. Bir aralar Ecevit ve CHP, o zamanki adı “Ortak Pazar” olan AET’ye girilmesine bile karşı idi ve ülkenin bağımsızlığından yana eğilimler gösteriyordu.
Ancak düzen değişikliğine ilişkin ileri sürülen tüm talep ve sloganlar ve daha bir dizi benzeri, pek tereddütlü olarak ve ürkekçe savunuluyor ve asıl önemlisi, düzen, düzen içinde değiştirilme peşinde reformculuğun en gerisi ve uzlaşmacılığın en kötüsü yapılıyordu.
Değiştirilmesi öngörülen düzen, tekelci kapitalist (ve feodal kalıntıların hüküm sürdüğü) düzendi ve yarı sömürge yapıydı. Ancak bütün reformcular gibi, Ecevit ve CHP de, değiştirmekten restore etme ve aşırı kötülüklerini gidermeyi anlıyordu. Ve uzlaşmacılık ve reformizm bu alanda ortaya çıkıyordu. CHP, Türkiye sosyal demokrasisi, başlıca, işçi sınıfını kapitalizme bağlama ve burjuvazi ile sınıf işbirliğini savunma noktasına bile gelmemişti ve uzlaşma barikatlarını daha geri bir cephe hattında kuruyordu: Emperyalizmle, tekelci kapitalizm ve feodal kalıntılarla uzlaşma. Türkiye’de sosyal demokrasi, sosyalizmin gelişmesini önlemek üzere burjuvazi ile bir uzlaşma arayışı olarak değil, demokrasi mücadelesinin genişlemesini önlemek üzere tekeller ve emperyalizmle, büyük toprak sahipleri ile uzlaşma girişimi olarak yalnızca işçi sınıfını değil, bütün halkı reforme edeceğini ileri sürdüğü düzene bağlama peşindeydi. Bu ideolojik politik tutumu ve belirleyişiyle, Türkiye’de sosyal demokrasi, işçi sınıfı içinde burjuvazinin ajanı küçük burjuva tabakanın işçi aristokrasisinin bir akımı olarak değil, tekellerle ve emperyalizmle ve kuşkusuz feodal kalıntılarla belirli çelişmelere, ama onlarla aynı zamanda ciddi ve gelişkin bağlara da sahip olan, düzenden yana, buna rağmen onun aşırılıklarının törpülenmesinde çıkarı olan tekel dışı burjuvazinin, orta burjuvazinin, ama onun en çok uzlaşma ihtiyacı içindeki üst kesiminin bir akımı ve örgütü olarak ortaya çıkmıştı.
Bu akımın “sosyal demokrasi” olarak tanımlanması, kendinden menkuldür. Gerçekte, doğuşu ve gelişmesi dikkate alındığında, kuşkusuz sosyal demokrasi ile ilişkisizdir. Türkiye’de bu akımın hâlâ “sosyal demokrasi” olarak nitelenmesinin başlıca iki nedeni olduğu saptanabilir: Birincisi, bir yanlışın ağız alışkanlığı olarak sürdürülmesi ve ikincisi, sosyal demokrat partilerin gelişmelerinin sonunda, özellikle 2. Dünya Savaşı sonrasında geldikleri burjuva liberal konumlarıyla Türkiye’deki sosyal demokrat akımın oldukça yakın benzerlik içinde olmalarıdır. Sosyal demokrasi tanımının değişmez kalıcılığı içinde değil; ama süreçte gösterdiği gelişme ile anlaşılması durumunda (kuşkusuz doğrusu budur), kökeni, ortaya çıkış ve gelişme süreci ve sınıfla bağları açısından farklılıklar taşınmasına rağmen, sözü edilen Türk akımı da sosyal demokrasi olarak tanımlanabilir.
Ancak, temel yaklaşım ve yönelimleri dikkate alındığında, -Marksizm’e bulaşık kökenleri, hem mevcut düzen hem de kapitalist burjuvazi karşısındaki uzlaşmacılık ve sınıf işbirliği amaç ve tutumları, demokratizmleri ve hem reformize halkçılıkları hem de sınırlı bir burjuva işçi partisi görünümü taşımaları gibi nedenlerle- Türkiye’de sosyal demokrasinin; asıl olarak, kiminin bir dizi keskin söylemi bir yana bırakılırsa (bırakılmalıdır, çünkü politik pratikleri bu yönde değildir) bir kısmı başlangıçtan beri sosyal demokrat gelenekli, diğer bir kısmı ise sosyal demokrasiye sonradan iltihak etmiş ve çoğu kere bu iltihakı yalnızca ideolojik ve politik alanla sınırlı tutmayıp örgütsel alanda da gerçekleşmiş; İP, DSP, Dev-Yol ve Kurtuluş gibi akımlarca temsil edildiği belirtilmelidir.
Sosyal demokrasi Avrupa’da sosyalizmi barışçıl yolla kurmak ve parlamenter iktidar aracılığıyla, vergilendirme, ikna etme vb. yöntemlerle sermayeyi mülksüzleştirerek kamu mülkiyetini tesis etmek, böylece pazar ekonomisine son vererek ve planlı ekonomi aracılığıyla kâr için değil, halkın gereksinimlerinin karşılanması için üretimin ve adil bölüşümün gerçekleşeceği sosyal, demokratik bir düzen kurmak için yola çıkmıştı. Proletarya diktatörlüğüne karşıydı ama sosyalizmi kuracaktı! Bu, kuşkusuz, burjuvazi ile birlik ve işçi sınıfının yatıştırılması yoluyla kapitalizmin sağlamlaştırılması ve savunulması kaygısından kaynaklanan hayaller yayılması yanında, burjuvazinin ihtiyaç duyduğu kapitalizmin dayanıklılığım artırmak üzere aşırı kötülüklerinden arındırılması; bu hayaller ve arındırıcı reformlar aracılığıyla işçi ve emekçi kitlelerin sisteme bağlanması demekti.
Sonra, özellikle 2. Savaş ertesinde, “soğuk savaş” baskısı ve sosyalizmin (proletarya diktatörlükleri ve onun özgül biçimlerinin) yaygınlaşmasından duyulan korku yanında sosyal demokrasinin “kendi deneyiyle pişmesi” nedenleriyle sosyalizm söyleminden vazgeçilirken, ya da bu söylem büyük ölçüde muğlâklaştırılırken; burjuvazinin, sosyalizm karşısında “sosyal devlet”e duyduğu ihtiyaç ve bu dönemde Keynesyen politikalara yönelmesine bağlı olarak, sosyal demokrasi de, mülksüzleştirme ve toplumsallaştırmadan, savaş sonrası programına damgasını vuran ”karma ekonomi” savunuculuğuna, pazar ekonomisinin kabulüne, ama devlet müdahaleciğinin benimsenmesine geçti. Değişiklik, özde değildi, yalnızca biçime ilişkindi. Öz olarak savunulan, yine kapitalizmin sağlamlaştırılmasıydı; bunun için reformlarla düzenlemelerdi. Gelecek tasarımı olarak sunulan hayaller (sosyalizmin savunuluyor gösterilmesi vb.) bir yana, sosyal demokrasinin işlevi ve eylemi amacı ile birlikte değişmemiş, sadece söylem değişikliğine gidilmişti. Konjonktürel değişimler ve burjuvazinin ihtiyaçlarındaki farklılaşma, bu kadar değişikliğe yol açsındı!
Türkiye’de sosyal demokrasi olarak kendisini ifade eden akım, 2. Dünya Savaşı’ndan hayli sonra ortaya çıktığında, bir burjuva liberal akım olarak, sosyal demokrasinin değişen söylemi ile kendi somutluğu açısından uyum içinde oldu; bu nedenle de sosyal demokratlığı tartışılmadı.

TÜRK SOSYAL DEMOKRASİSİ, GELİŞMESİ VE İFLASI
İlk ortaya çıktığında, emekçi halkı ve özellikle gençlik hareketini denetimi altına alma başarısını gösteremeyen sosyal demokrasi, devrimci radikalizm, sınıf mücadelesine damgasını vurup, ’71’de yenildikten sonra gericilik yıllarında derlenip toplandı ve 12 Mart sonrası yapılan ilk seçimlerde sol söylemiyle devrimci radikalizmin sürdüğü toprakta yeşerttiği ürünleri derleyerek hükümet ortaklığı şansını yakaladı. Hem de hükümetin büyük ortağı oldu. Ama ’75 ile birlikte işçi ve halk hareketinde görülen yeniden canlanma, sınıf çelişkileri ve mücadelesinin ciddi bir keskinleşme içine girmesi, CHP’nin ortamın devrimcileşmesinden duyduğu korkuyla gericiliğe ve gerici önlemler almaya yönelmesiyle birleşince, giderek emekçi kitleleri denetim altında tutar olmaktan çıktı. Emekçilerin çalışma ve yaşam koşulları ’70’lerin ortalarından itibaren kötüleşmeye başlamıştı. Sömürü oranı yükselmekte, gerçek ücretler düşmekte, işsizlik artmakta ve demokratik hak ve özgürlük kırıntıları saldırıya uğramakta ve gasp edilmekteydi. Tekelci sermaye ekonomik ve siyasal saldırısını tırmandırmakta, diktatörlük ve sivil faşist çeteler, işçilere ve halka saldırmaktaydı. Buna karşılık grev ve gösterilerin sayı ve niteliği yükselmekte, sermaye ve faşizmin saldırısına karşı direniş gelişmekteydi. Bu durum, uzlaştırıcı işleviyle sosyal demokrasinin umut olmaktan çıkması ve işlevini gerçekleştirememesi yönünde rol oynadı. İşçi ve emekçi hareketi, tavizler ve reform önlemleriyle yatıştırılamayacak bir gelişme göstermekteydi. Faşizm, zor yoluyla düzenin istikrarını sağlamaya yönelirken, tavizler yoluyla sistemin istikrarının sağlanması ve sürecin yönünün değiştirilmesi olanağı, aynı anlama gelmek üzere, sosyal demokrasinin manevra olanağı olağanüstü daralmış ve sınırlanmıştı.
CHP, açık faşist darbeyi kolaylaştıran gerici önlemlere başvurmaktan başka bir şey yapamadı. Düzen savunuculuğu, tüm “değişiklik” ve reform söyleminden vazgeçerek “toplumsal anlaşma” (ekonomik ve sosyal hak talepleri ve grevlerin durdurulması amaçlı işveren ağırlıklı karar yetkili bir kurul kurulması içerikli) ve “eşel-mobil sistemi” (ücretlerin enflasyona endekslenmesi yoluyla dondurulması) önlemleriyle ekonomik ve Aralık 1978’de sıkıyönetim ilan ederek siyasal saldırının önünü tümüyle açtı, uzlaştırıcılıktan saldırgan cepheye geçti. Bu gelişme, Türkiye’de sosyal demokrasinin iflasına giden yolda atılmış ilk temelli adım oldu.
Ecevit’in sözü edilen önlemlerinin ardından, önce 24 Ocak “Paketi” ve sonra 12 Eylül geldi.
Uzlaştırıcılık sökmemiş, ’79 seçimleri (devrimci ve komünistler boykot etmiş ve boykot ciddi bir etki sağlamıştı),-sosyal demokrasinin emekçi kitlelerin önemli ölçüde sosyal demokrasiden kopup uzaklaştığını göstermişti. Kitleler aynı zamanda parlamento ve düzenden de kopma eğilimi içindeydiler. Gelişme, sosyal demokrasinin iktidarsızlığı ve işlev kaybını da göstermek üzere, faşist darbe ile önlendi.
Görece uzun ve zorlu geçen karanlık gericilik yılları sonrasında sosyal demokrasi, yeniden ve bu kez, faşist cuntadan icazetle örgütlendi. Sosyal demokrasinin bir kez “çivisi çıkmıştı” ve hiç sorunlu örgüt olmaktan kurtulamadı, en çok kendi içinde uğraştı ve emekçilerin talepleriyle hemen hiç ilgilenmedi. Gerçi, 12 Eylül’e ve uygulamalarına duydukları tepkiyle emekçi kitlelerinin belirli bir bölümü, sadece, “sosyal” ya da “halkçı” gibi adlar kullanmaları dolayısıyla sosyal demokrat partilere oy verdiler ve destek sundular; ama baştan beri bu partiler hakkında pek de umut beslemediler.
Sosyal demokrasi bu kez ürküntü içindeydi ve “akıllanmıştı”; Ecevit’in 12 Mart karşısında diline doladığı (ama çabuk vazgeçtiği) “faşizmden hesap sorma” sözcüklerini ağzına bile almadı, 12 Eylül Cuntası ve uygulamalarına tek bir eleştiri bile yöneltmedi. Uzlaşma hattını olağanüstü geri mevzilerde kabul ederek daha baştan işlevsizliğini kabullendi. Buna rağmen ehven-i şer yaklaşımı ve “acaba sonradan sahiplenir mi” beklentisi ile yine de kitlelerden belirli bir oy aldı. Cuntanın adamı Necdet Calp’ın Halkçı Parti’si, hemen hiçbir örgütlenmesi olmamasına rağmen, sadece “köprüyü sattırmam” lafı ile yüzde 30 dolayında oy alırken; sonradan SHP, daha incelikli ve örgütlü birkaç iyileştirme talebi ile bu düzeye yaklaştı.
Yerel yönetim seçimlerinde önemli bir başarı elde ederek büyük şehir yönetimlerini elde etmesinin ardından SHP, kendisini gölgede bırakan demokrasi havariliği ile birinci parti olarak son genel seçimlerden galip çıkan Demirel/DYP ile koalisyon kurarak hükümet ortağı oldu. Burjuvazi, girilen istikrarsızlık ve bunalım döneminde sınıf mücadelesinin yükseleceğini hesap ediyor ve SHP yatıştırıcılığından gayret bekliyordu. SHP’nin, alay edilip itilip kakılsa da, bu beklentiyi tümüyle boşa çıkardığı söylenemez.
Ama asıl beklenti, DYP-SHP Hükümeti’nin nispi bir demokratik ortam sağlayacağı şeklinde ortaya çıktı. Başta geniş aydın çevre olmak üzere, sınıf mücadelesine, işçi sınıfı ve halka inancını kaybetmiş 12 Eylül kılıç artıkları, Devrimci Yol’dan İP’e kadar hemen tüm “sol” yelpaze ve hatta (ulusal mücadeleye, amaçlarına, onun yol ve yöntemlerine yaklaşımını da göstermek üzere) seçimlerde SHP ile ittifak yapan ve onu açıktan destekleyen PKK, bir terör hükümeti olarak kurulan DYP-SHP Hükümeti’nden demokrasi beklentisinin yayıcısı oldular.
Hemen tüm “sol”u kucaklayan bu beklenticiliğin işçi ve emekçi kitlelerin özellikle geri kesimlerini etkilememesi düşünülemezdi. “Sorunları çözmek için zamana ihtiyacı olduğu” propagandası ve bunun demokrasinin “son şansı” olduğu tehdidi ile kitlelerin bu beklentisi belirli bir süre uyuşturuldu.
Emekçi kitleler, propaganda edilenlere pek inanmıyor, birbirinden hemen hiç farkı görünmeyen partilere güvenmiyor, umut bağlamıyor, ama yine de ekonomik ve siyasal acil taleplerinin belki kısmen karşılanabileceği beklentisiyle, acabalı tereddütlerle de olsa olacakları gözlüyordu. Ne ekonomik ve politik istikrar gerçekleşebildi, ne de kitleler acil taleplerine kısmen de olsa kavuşabildiler; ancak bu beklenti bile, kitle hareketinde geçici bir gerilemeye neden oldu.
Sonuç, birbiri ardı sıra yeni saldırı paketlerinin devreye girmesi oldu. Sermaye ve faşizmin ekonomik ve siyasal saldırıları sürdü. Sık sık yapılan zamlar, 5 Nisan Paketi ile doruğuna çıktı. İşletme kapatmalar ve büyük sayılarla işçi çıkarmalar gündeme getirildi. En son özelleştirme, yasaya bağlandı. Sendikal örgütlenme yok edilmek isteniyor. “Terör Yasası” ve CMUK ile ne düşünce ne de örgütlenme özgürlüğü kaldı. “Demokratikleşme paketi” olarak propaganda edilen şey, yalnızca, adı Avrupa kamuoyuna mal olmuş birkaç aydının cezaevinden çıkarılmasına indirgendi. DYP-SHP Hükümeti’nin ürünleri, demokrasi yerine gericiliğin tırmandırılması, insan haklarına, en başta yaşama hakkına azgın bir saldırı, her gün onlarca insanın öldürülmesinin propaganda edilmesi, köylerin içinde insanlarla birlikte yakılması, ülkenin büyük bir bölümünün savaş alanı olarak muamele görmesi, acil taleplerin gerçekleştirilmesi yerine zamlar, özelleştirme ve bir yılda 1 milyondan fazla işçinin işten atılması, sosyal hak adına hemen hiçbir şey bırakılmaması oldu.
Demokrasi ve “Kürtlere şefkat” vaatleri ile işbaşına gelen hükümet, ülkenin bugüne dek görmediği bir terör ve kitlesel kırımın uygulayıcısı durumunda. İşbaşına gelmesinden bu yana Kürt illerinde yok etme seferleri düzenlenmesinin resmi sorumluluğunu taşıyor,
Ve krizin derinleşip sınıf çelişkilerinin keskinleşmesi, mücadelenin şiddetlenme eğilimi göstermesi koşullarında, DYP bir yana, ondan hiçbir konuda hiçbir farkının olmadığını ortaya koymuş, sermaye ve faşizmin bütün saldırılarının altına onunla birlikte imza atan, tekleşen düzen partisinin bir fraksiyonu durumundaki SHP (ve ondan farkını, şimdiye kadarki demagojik açıklamalarının ötesinde, bugünlerde giderme peşinde olan CHP ve sosyal demokrat söyleme bile yabancılaşmış DSP) “politikaları” ve uygulamalarıyla kendisini inkâr etmiş, işlevsizliğini ve iflasını kabul etmiş durumda gözüküyor.
Belediyelerde yolsuzluğa gömülüyor, oralı olmuyor; programında reddettiği özelleştirmenin imzacısı oluyor, aldırmıyor; sosyal demokrasi adına 5 Nisan Kararları’nı savunuyor, utanmıyor; demokrasi ve özgürlük yerine “terör yasası” ve terörün yaygın uygulanması ve katliamların kanma batıyor, bununla “solculuk” taslıyor; her gün onlarca ölümle insan haklarının ırzına geçiyor, batıyor; insanlık adına konuşmaktan gen kalmıyor, buna yüzsüzlük denir. Bir başka adı da iflastır. Ve iflas, yüzde onların altına düşen oy oranı ve burjuvazinin emekçi yığınların yatıştırılması açısından artık kendisine pek ihtiyaç duymayarak yeni hükümet alternatiflerini sesli düşünmeye yönelmesiyle belirgin şekilde görünüyor.
Yine de programından alıntılarla hükümet ortaklığının kriz ve çelişkilerin keskinleşmesi koşullarında iflasa sürüklediği sosyal demokrasinin ideolojik tutumları ile uygulamaları arasında bir karşılaştırma yapma olanağı sağlayalım.
Ancak geçmeden belirtilmelidir ki, sosyal demokrasinin Türkiye’deki iflası, uluslararası iflasından, onun temel bir nedeni olan revizyonizmin çöküşü sonrası dünya burjuvazisinin “sosyal devlet”e olan ihtiyacının ortadan kalkmasından ayrı düşünülmemelidir, düşünülemez. Bu uluslararası etkenin de manevra alanını olağanüstü daralttığı sosyal demokrasinin Türkiye koşullarının özel olarak dayattığı iflası, onu sıfırı tüketme noktasına getirmiştir.
SHP’nin uygulamalarıyla iflasını ilan ettiği programında şu tür maddeler bulunuyor:
“İnsana en üstün değer… I Her günkü ölümler, issizlik, sefalet/”(SHP Program Uygulama Politikaları, Mart 1991, s.13)
“Gücünü halktan alan,”/ “delege ağaları, ihaleler, seçkincilik”! (s.13)
“İnsan haklarına, özgürlüklerine ve emeğine saygılı,/ Gülmek mi ağlamak mı gerekli? İşkence, “yargısız infazlar”, köy yakmalar, düşünce suçları, hapis, gazete, dergi ve kitap toplatmalar, toplantı ve grev yasakları, işten atmalar, emeğin değersizleşmesi, sefalet.” (s.13)
“Demokrasiyi yaşamın her alanına yayan,/ o kadar yayılmış ki bulunamıyor?” (s.13)
“Haksız kazancı önleyen,/ spekülasyon, faiz ve rant gelirlerinde artış, ISKI ve diğer yolsuzluklar/” (s.13)
“Ulusun bağımsızlığını güçlendirme…/ IMF diktelerini kabul, NATO’ya bağlılık özelleştirilecek işletmelerin yabancı sermayeye peşkeş çekilmesi!” (s.13)
Bunları programın giriş bölümünden aktardık. Bu kadar yalanı bir arada görmeyen bu bölüme bakmalı.
“Toplumda, kişiler arasında özgürlüklerini kullanma, haklar ve siyasal katılma olanakları açısından hiçbir ayrım bulunmamalıdır./ MGK Cumhuriyetine karşı çıkmayış. Denetimsiz Kontrgerillaya söz etmeme. Komünist Partisi ile Kürt Partisi’ne yasak karşısında sessizlik/” (s.14)
“Emek en yüce değerdir/ Emeğe bunca saldırganlık üstüne bir de alay!” (s.15)
“… Üretimden hakça pay… ! Üçte birin altına düşen gerçek ücretler, artan sömürü oranı, asgari ücretin vergiye tabiliği!” (sf. 15)
“Bağımsızlığın korunması, ekonomik bağımsızlığın da gerçekleştirilmesiyle olacaktır./ IMF, özelleştirme, yabancı sermaye./”(sf. 17)
“/SHP/ Her türlü sömürü ve yayılmacılığa karşıdır./ Dilin kemiği yok! Sömürü karşıtlığını bırak, sömürünün oranının yükselişini durdur.’/” (sf.20)
“Sağlıklı bir demokrasinin oluşmasında, tekelleşmiş özel kesimin dışında kalan bütün grupların, özellikle küçük üretici ve girişimcilerin, esnaf ve zanaatlar ile memur ve işçilerin ekonomik gücünün geliştirilmesi gereklidir. /Doğru söze ne denir? Ama neden tersini yapıyorsunuz?/” (sf. 21)
“SHP devletçidir./ Öyleyse neden özelleştirme?/” (sf. 21)
“… Katılımcı bir planlama ve karma ekonomi düzeni…/ Plana ve kamu mülkiyetine ilişkin her şeyin sosyal demokrasi imzasıyla yok edilmek üzere masaya yatırıldığı biliniyor./” (sf. 21)
Ve işte SHP’nin özelleştirme imzasına “dayandırdığı” programının temel görüşler bölümünün ilgili maddesi: “SHP, kalkınmayı hızlandırmak, ekonomiyi yeniden yapılandırmak, ekonominin işlerliğini sağlamak ve geliştirmek için gerekli gördüğü alanlarda devletin doğrudan üretim işlevlerini yüklenmesinin toplum yararına olduğuna inanır. SHP aşağıdaki üretim alanlarına devletin doğrudan girmesini öngörür: /Devletin kapitalizmin geliştirilmesi ve korunmasında yardımcı ekonomik işlevi olarak devlet müdahaleciliğinin alanları sayılır ve eklenir: /Devlet, üretimini esas olarak KİT’ler aracılığıyla geliştirecektir. I Hem devlet müdahaleciliğinin hem de KİT’lerin idam kararını imzalayan aynı SHP’dir.” (sf. 25-26)
“SHP, özel kesimde tekel rantlarını önlemek ve tüketicinin korunmasını sağlamak üzere önlemler getirecektir./ En çoğu spekülatif alanda olmak üzere tekel rantlarından geçilmemekte ve SHP aklına gelen tekelin aklına geldiği zaman yaptığı zamlara olanak tanıyan iki hükümet ortağından biridir.”
“SHP, demokrasinin gerçekleşmesini güçleştirici tüm ekonomik, toplumsal ve yasal engellerin kaldırılmasını devletin görevi olarak görür. “Tam görevin devlete tevdi edilmesi nedeniyle bu alanda bir şey yapılmamakta siyasal toplumsal olanlar bir yana 12 Eylül Anayasası başta olmak üzere demokrasi düşmanı yasaları, zaman zaman ve alçak sesle demagojik bir eleştiriye tabi tutmakla yetinmekte ama katiyen eyleminin konusu edinmemektedir. Bu alanda ANAP ve DYP’den bile geridedir I” (sf. 29)

“SOSYAL DEVLET”
“SHP, devletin vatandaşların toplumsal durumlarıyla, refahlarıyla ilgilenerek, onlara onurlu bir yaşam düzeyi sağlamakla yükümlü olmasını öngörür. SHP, devletin sosyal olma niteliğinin gerçekleşmesinde sosyal adalete dayanan bir kalkınmanın önkoşulu olduğuna inanır. Sosyal adaletin gerçekleştirilmesi için kalkınmayı, gerçek bir kalkınmanın olabilmesi için de adil bir gelir dağılımını gerekli bulur. I Tüm bu alanlarda iflası kanıtlamaya gerek var mı?/” (sf. 30)
“SHP, halkın temel sağlık gereksinimlerinin devlet tarafından ve ücretsiz olarak karşılanması gerektiğine inanır./ Sağlık alanı da özelleştirilmektedir ve tümüyle paralı kılınmıştır./ “(sf. 31)
“SHP, Kamu İktisadi Teşekkülleri’ni hızlı ve belirli yapıda bir sanayileşmenin gerçekleşmesi için en güçlü araç olarak görmektedir./ Bu nedenle ölüm kararlarına imza atmıştır./ ” (sf. 60)
“IMF, Dünya Bankası ve benzeri kuruluşlarla ilişkilerinde bu kuruluşların Türkiye’ye, ‘ekonomi politikası’ benimsetmelerine izin verilmez./ 5 Nisan Kararlarının IMF direktifi ile alındığı ve bu hükümet döneminde Türkiye’nin en dışa bağımlı dönemini yaşadığı biliniyor./ ” (sf. 103)’
“… Kamu yararını gözeterek görev yapan güçlü bir bankacılık sistemi amacımızdır./ İki kamu bankası dışında bütün diğerleri özelleştirilmektedir.(sf. 117)
“… Yüksek faiz politikasına son verilecektir./ yüzde 400’ü aşan faizleriyle hazine bonoları vb. bu hükümetin marifetidir./” (sf. 129)
“Tam istihdam hedeftir. SHP herkese, eğitime, bilgi birikimine, yeteneklerine göre iş sağlamayı devletin görevi sayar./ Bırakalım yetenek sorunu ve mühendislerin işportacılık yapmasını, bu hükümet döneminde milyonlarca işçi işten atıldı./” (sf. 132)
“SHP, herkesin sosyal güvenlik sistemi kapsamına alınmasını amaçlar./ işverenin primlerini ödememesi sonucu SSK iflas durumundadır./” Sf. 132)
“… Sendikalaşma, toplusözleşme ve grev hakkının yaygınlaştırılması ve giderek tüm çalışanları kapsaması…/ Bu hak sınırlanmıştır./ ” (sf. 145)
“… Kişilerin eşitliğini ve özgürlüğünü sağlayan ölçülerden biri hukukun üstünlüğüdür./ Bu nedenle “Terör Yasası”nda adi ve siyasal suçlular çifte standarda tabi tutulmuştur!/” (sf. 253)
Bunlar ilk bakışta seçilenler. SHP bütünüyle bir yalan kumkuması ve iflas durumundadır.
Sosyal demokrasinin programıyla bütünüyle zıt uygulamalarının, hükümete ancak ortak olarak katılması gerekçe gösterilerek açıklanmaya çalışılması ve aksi durumda sağın hükümet olacağı korkuluğunun sallanması tam bir sahtekârlıktır. Programı tamamen düzenbazlık oyunu olmayan hiçbir parti tam tersini uygulamak üzere hükümet olmaz. Bu yalnızca sosyal demokrasiye değil, ama en çok ona özgüdür. Burjuva düzen partileri muhalefette güç toplamak üzere başka, hükümet ettiklerinde ise başka tablolar çizmekte ve uygulamalar göstermektedir. Bu, halkı aldatarak oyunu almaya çalışan tüm düzen partileri açısından geçerlidir. Ancak “düzen değişikliği” yönünde açıklamaları ve hükümet olduğunda düzeni sağlamlaştırmayı amaçlamaları ve zaten temel işlevlerinin bu oluşu, sosyal demokrasi açısından belirgindir.
SHP ve genel olarak sosyal demokrasi, yalnızca programı ile çelişmesiyle değil, ama düzenin istikrarını sağlamak üzere emekçi kitleleri yatıştırma olanaklarını yitirmesiyle ve onlardan kopuşuyla da iflas durumundadır. İşlevsizleşmiştir.
Sosyal demokrasi ve ona yeni iltihaklara zerrece bel bağlamadan, ondan zaten kopmakta olan işçi ve emekçilerin aydınlatılıp örgütlenmesi ve düzenle olan çelişkileri ve taleplerinin kapitalizmi devirmek üzere harekete geçirilmesi için tüm olanakların seferber edilmesi, Türkiye’de sınıf mücadelesinin geleceğinin temel belirleyenlerinden biri olacaktır.

Aralık 1994

KAYNAKÇA
(1) (Lenin, Sosyalizm ve Savaş, s. 22, Sol Yayınları)
(2) (Lenin, Marx, Engels, Marksizm, s. 254, Sol Yayınları)
(3) (aynı yerde)
(4) (Proleter Devrimin Teorisi, Aktaran Lenin, s.74, Yıldız Yayınevi,)
(5) (Age.)
(6) (Üçüncü Enternasyonal 1919-1943 Belgeler, s. 182, Belge Yayınları)
(7) (A History of German Social Democracy, s. 269)
(8) (Marksizm Leninizm’in ilkeleri, Kuzinen, s. 162, Yar Yayınları)
(9) (A History of German Social Democracy, s. 275)
(10) (Agy, s. 276)
(11) (Agy, s. 279)
(12) (Agy, s. 279)
(13) (Agy, s. 288-289)
(14) (Programme of the Swedish Social Democratic Party Çev. Mesut Arslanbek, s.1)
(15) (Agy. s.2)
(16) (Agy. s. 6)
(17) (Agy. s. 14)
(18) (Agy, s.14)
(19) (Agy. s. 19)
(20) (age.)
(21) (age. sf. 27)

MHP’ye katılmak isteyen kim?

Kimi zaman rasgele söylenen sözler vardır; “canı sıkılınca, morali bozulunca ağzına geleni söylemezse eğer, hırsından çatlar ölür” diye tarif ettiğimiz türden kişilere ait olur genellikle bu tür sözler. Bu bilinir; bu yüzden de ciddiye alınmaz, üzerinde düşünülmeden bile gülünür geçilir ya da söyleyene acıma temennileriyle geçiştirilir. Ama yine bu türden sözler, bir siyasal hareketin önderleri ya da sözcülerinin ağzından çıkıyor ve üstelik üzerinde hiç, düşünülmeden yayınlanıyorsa orada bir durmak gerekir. Bu durumda, “söylenen şeyler (ileri sürülen görüşler, yapılan çağrılar vb. vb.) aslında eleştiri yapmaya, tartışmaya değmez” olmaktan çıkarlar.
Örneğin, Abdullah Öcalan’ın, Ali Fırat’ın aslında daha önceki tutum düşünce ve davranışlarının bir devamı olma niteliğini taşıyan son dönem açıklama ve yazıları, türünün sınırlarını zorlayan örneklerdir. Bunlar, daha okunmaya başlar başlamaz, “dilin kemiği yok” deyişini anımsatan türden yazılardır. Ve bir siyasi hareketin önder ve sözcülerinin ciddi olarak değerlendiremediği bazı olanaklar ellerinden kayıp gittikçe, hırçınlaştığını göstermektedir. PKK’nin bu yetkili ağızları önüne gelene kara çalıyor, saldırıyor.
Söyleyip yazıp çizdiklerinin temel bir mantığı yok değil. Öcalan’ın bütün teori çabalan, politika ve eylemi, kuşkusuz ülkenin temel bir gerçeğinden kaynaklanan ama bu gerçeği çarpıtılmış bir biçimde ifade eden belirli bir mantığa sahip.
Gerçek, Kürtlerin ezilmekte oluşu, hemen hiçbir haklarının tanınmayışı ve ulusal hak taleplerinin kana boğularak çözülmek istenmesidir. Gerçeğin çarpıtılmış ifadesi ise, Kürt milliyetçiliği olarak beliriyor. Sınıf ve emekçi halk değil, ama ulus perspektifinin, kuşkusuz ezilen ulus milliyetçiliğinin baskı ve zulme, unun makineleştirilmiş haline karşı bir konumda oluşmaktan gelen demokratik içeriği göz önünde bulundurularak, Türk milliyetçiliğinin Türk burjuvazisine hizmet etmesine benzer şekilde Kürt burjuvazisine hizmet ettiği söylenmelidir. Başlangıçta, Kürt ezilen kitlelerinin çıkarlarına uygun düşen bir dizi unsurun, mücadelenin zorluklar içinde gelişme sürecinde törpülenerek teori ve pratikte reformcu Kürt burjuvazisinin mantık ve perspektifi giderek her şeyi denetimi altına almak üzere oturmuştur. Öcalan bu dili konuşmaktadır. “Siyasi çözüm” olarak ileri sürülen ama ne olduğu şimdiye kadar hiç açıklanmamış, savaş karşısında belirli bir uzlaşmayı ifade ettiği kesin olan önermeye karşıysan; böyle bir “çözüm” için açıktan emperyalistlere el uzatmıyor ve Kürt sorunun emperyalizmin denetimi dışında bir çözümünü şart koşuyorsan; Türk burjuvazisinin sözde “siyasi çözüm” yanlısı kesimleri ve politikaları üzerine hayal yaymıyor, onlara çağrı üzerine çağrı yapmıyor ve emperyalistlere davetiye üzerine davetiye çıkarmıyor, onları ikna etmek ve işlerini kolaylaştırmak üzere ilan edilen “ateşkes”lere karşıysan; emekçi kitlelerin emperyalizme ve faşist diktatörlüğe seferberliği ve kitle mücadelesinin geliştirilmesi, mücadelede işçi sınıfı ve emekçi kitlelere ve onların örgütlerine dayanma tutumuna sahipsen; silahlı mücadelenin, yalnızca belirli bir “siyasi çözüm”e ulaşmanın pazarlık unsuru olarak yürütülmesini eleştiriyorsan; Öcalan’ın yanıtı hazırdır: “Hain”, “sosyal şoven”, “sahte sol”, “özel savaşın sol devşirmeleri” vb. vb… Bunlar gerçekten sosyal şoven, sahte vb. olan bir kısım düşkünleşmiş ve ezici çoğunluğuyla örgüt olarak dağılmış solun ötesinde, bütün bir solu hedef tahtasına oturtarak ileri sürüldüğünde, reformist Kürt burjuvazisinin işçi y« emekli düşmanı tutum ve politikasının dolaysız ifadeleri olmaktadır.
Öcalan, MHP Kongresi üzerine yaptığı değerlendirmede, çok ileri giderek, zorluklar karşısında gözü kararmış bir ruh haliyle, “Türk solcularını bir ayrışmaya tabi tutuyoruz. Çünkü bütün solcuları buna dâhil etmiyoruz” dedikten sonra, bütün bir solu sosyal şovenlikle, sahtecilikle suçlamaktadır. “Ayrışma” dediği, muhtemelen varlık koşulunu PKK’nin varlığında bulan ve bütünüyle ona sığınmış, ama varlıkları sınıf mücadelesi içinde hiç göze çarpmayan bir iki gruba atıfta bulunmak olan Öcalan, “Türkeş’in çağrısı sahte sol için bir fırsattır” buyuruyor. Türkeş, MHP Kongresi’nde Nâzım’ın bir şiirini okuyarak solcuları MHP’ye davet etmişmiş! MHP’ye pek olmasa da RP’ye şimdiden iltihak etmiş bir dizi eski Türk ve Kürt solcusu vardır. MHP’ye gidenler de olabilir. Öcalan’ın “Özel Savaş Kişiliği…” başlıklı yazısında, çarpıtılmış haliyle devrimci ve komünistleri suçlama aracı olarak kullanmaya çalışsa da, yakaladığı bir doğru var: “… Türkiye’de solculuk kendisini rejime çok kötü entegre etti.” (Özgür Ülke, 28 Ekim) Öcalan’ın bir aşağılama aracı olarak ileri sürdüğü gibi solculuk değil, ama bir kısım solcu grup ve kişinin, özellikle aydınların, yalnızca rejime değil, kapitalizme entegre olduğu doğrudur. Bu süreç 12 Eylülle başlamış, zora ve ideolojik etkilemeye, düzen içi olanaklar sağlanmasına dayanarak sürdürülmüştür. Sendika bürokrasisi ve örneğin Devrimci Yol bu durumdadır.
Zaten Öcalan da hem MHP Kongresi’ni değerlendiren yazısında hem de başkalarında Devrimci Yol adını vermekte ama “Türk” ya da “Türkiye Solu” olarak tanımladığı bütün bir devrimci ve komünist hareketi hedef tahtasına oturtmaktadır. Daha ileri giderek komünistlerin adresini vermektedir:
“… Adını söylemek istemediğimiz böyle bir sürü halen emekçiler içinde varlığıyla yokluğu bir olan, yıllardır keskin Marksistlik taslayıp da emeği en amansız sömürüp döneme en ufacık bir eylemle karşılık vermeyen, işi-gücü PKK eleştirisi olan çevrelerin de, sözüm ona grup ve partilerini bırakıp MHP içinde örgütlenmeleri en iyidir!” (Özgür Ülke, 24 Ekim)
Bu kargacık-burgacık “yazılarla” adres göstermeye aslında gerek de yoktur, istendiği kadar küçümsenmeye çalışılsın, bizatihi üst üste bu tür yazılarla suçlanmasının da kanıtladığı gibi, bugün Türkiye’de sınıf mücadelesinden söz edildiğinde Öcalan’ın da aklına, reddedilemeyecek şekilde, komünistler gelmektedir. Artık komünistlerden söz etmeden sınıf mücadelesinden söz etmek olanaksızdır. Artık komünistler olmadan sınıf mücadelesini ve sınıf mücadelesinden söz etmeden komünistleri tanımlamak olanaklı olmaktan çıkmıştır. Bu gerçeği Öcalan da atlayamıyor. Ama çıkarlarını “Özgürlük Hareketi”ne dikte ettiren reformist Kürt burjuvazisinin perspektifi komünistlere düşmanlık perspektifidir; yalnız bu da değil, sınıf mücadelesine ve işçi ve emekçilere düşmanlık perspektifidir. Kin, bu nedenle kusuluyor.
“Varlığı ile yokluğu bir” mi? Neden uğraşıyorsun o zaman? Bugün dost düşman herkes, ama en çok da proletarya, komünistleri, mücadelelerini ve etkilerini biliyor, tanıyor. Proletarya ve emekçiler, kendilerini bilip tanıdıkça komünistleri tanıyorlar, onlarla günlük yaşamları içinde beraberler, grev, direniş ve gösterilerinde onların yardımını görüyorlar. Bu “döneme en ufacık bir eylemle karşılık vermeyen” mi? Neden ilgileniyorsun? Bu dönem eylemsizliği şiar edinen, ya yoktur ya yok olacak demektir. Ama hayır, Öcalan, sınıfın ve emekçilerin mücadelesinin kendiliğinden olmaktan çıktığı her yerde bunun doğrudan ya da dolaylı olarak komünistlerin varlığı ve faaliyetleriyle bağlantılı olduğunu biliyor, görüyor; henüz tam oturmuş ve kalınlaşmış olmasa da, komünistlerin sınıf mücadelesi üzerindeki etkisinin örgütlenmekte olduğunu, komünistlerin henüz sınırlı da olsa, kitle ve mücadele örgütlerini küçümsenmeyecek düzeyde etkilediğini saptıyor ve bundan rahatsızlık duyuyor. Aşağılayarak bu etkiyi, daha başından kırmaya çalışıyor, “MHP’ye git” diyor. Kitleler, işçi ve emekçiler gözünde komünistleri, bu geri döndürülmez ve üstesinden gelinmez önderlik potansiyeli taşıyan gücü kötüleyerek, gelişmesinin önünü kesmeye uğraşıyor. Hırçınlığının nedeni, var olma, etkisizlik ve eylemsizlik değil, tam tersidir. Mantıklı olan da budur.
“İşi-gücü PKK eleştirisi olan” nitelemesi, rahatsızlığın, bununla birleşen bir başka nedenidir. Kuşkusuz komünistlerin “işi-gücü” PKK eleştirisi yapmak değildir. Ama ne Öcalan ne de başkası, komünistlerin devrim ve hatta kimi zaman da sosyalizm/komünizm adına ileri sürülen yanlışları, Türk olsun Kürt olsun burjuva eğilim ve tutumları, bunların zararlı sonuçlarını eleştirmekten geri duracağını sanmamalıdır.
Öcalan’ın suçlayıcı, karaçalıcı tutumunda bir mantık yanlışı var gibi görünüyor ve çoğu kimse PKK açısından oldukça zor ve zorlu olan bir dönemde Öcalan’ın neden birleşebileceği akım, parti ve grupları böylesine sert eleştirdiğini, önünü kesmeye çalıştığım, hatta geçen yıl Dersim’de olduğu gibi komünist militanların komployla öldürülmelerini onayladığını anlayamıyor.
Mantık, zor durumda olanın birleşebileceği herkesle birleşmeye ve düşmanı etkisizleştirmeye ve dost cepheyi sağlamlaştırıp genişletmeye çalışmayı emreder görünür. Bu günlük üslupta doğrudur da. Sınıfsal kaygıları olmayan, iyi niyetli yaklaşımın, hatta bir dizi tavizlerle dostlar arasında birleşmeyi gözetmesinin doğal olduğu düşünülür. Ama politika iyi niyet üzerine kurulmuyor, sınıf mücadelesi iyi niyet üzerinden gelişmiyor. Mücadelede iyi niyete bir noktaya kadar yer vardır; ötesi katı gerçekler, sınıf çıkarları ve ilişkileri tarafından belirlenir. Bu çerçevede Öcalan, Türkiye proletaryasına komünistlerin önemli desteğini göz ardı edebiliyor. Şimdiden, bugünden belirtilerini gördüğü önderlik ve komünistlerle çizgi çekişmesinin gelişkin boyutunun ortaya çıkışını, burjuvaca yöntemlerle önlemeye çalışıyor. Ve düşmanlık yapıyor. Bu, proletaryayı ve komünistleri sınıf düşmanı sayan Kürt burjuvazisinin tutumu ve mantığıdır.
Sonra da dönüp düşmanlığı karşısındakinde arıyor ve onları PKK’ye dost mu, düşman mı olduklarını karar vermeye çağırıyor:
“Eğer bu örgütler gerçekten devrimciliklerine inanıyorlarsa, Özgürlük Hareketi’ne karşı olsalar bile, Kürdistan’daki devrimci savaş gerçeğiyle bağlantılarını ortaya koymaları ve görmeleri gerekir. Kendi varlıklarının Özgürlük Hareketi ile bağlantısı nedir. Dost mu olmak istiyorlar yoksa düşman mı? Birlikte omuz omuza savaşmak mı istiyorlar, yoksa onun ezilmesini mi bekliyorlar?” (Özgür Ülke, 1 Kasım)
Komünistlerin “Özgürlük Hareketi”ne dostluğunun önünü bizzat bu hareket kesmektedir. Komünistlerin tutumu açıktır. Onlar, sermaye ve faşist diktatörlüğe, efendi emperyalizme karşı bütün ezilenlerin birliğini öngörmekte, ezilenlerin her hareketine dostlukla yaklaşmaktadırlar. Bu kanıtlanmış bir gerçektir. Ama dostluk elleri “Özgürlük Hareketi”nce itilmektedir de. Bu itiş, reformist Kürt burjuvazisinin hareket içinde ağırlığının artışına, “Özgürlük Hareketi’nin buradan kaynaklanarak emperyalistler ve Türk burjuvazisinin “siyasi çözüm yanlısı” “kesimi”(!)ne eğilim göstermesi ve onlarla uzlaşma arayışına girmesine bağlı olarak şiddetlenmiştir. Geriye, kendi düşmanlık politikasını komünistler ve devrimcilerin politikası olarak göstermek üzere demagoji ve kara çalmaya yer kalmıştır.
“Varlığı ile yokluğu bir… emeği en amansız sömüren döneme en ufacık bir eylemle karşılık vermeyen”…! Öcalan eylemden ne anlıyor? Yalnızca silahlı mücadele mi? Ya da yalnızca doğrudan ulusal hareketi destekleyen eylemleri mi? Komünistlerin eylem olarak anladıkları kitle eylemleridir. Kitle mücadelesidir. Örgüt olarak kitlesel örgütlerdir. Bu ise, PKK ve Öcalan’ın sahip olmadığı bir perspektiftir. Kalıcı örgütlerle kitleleri örgütlemeyişi ve işçi ve emekçi kitlelerin mücadelesi ve örgütlenmesine dayanmayışının, çizgisinin en temel yanlışını ve geçersizliğini göstermek üzere, sonuçlarına katlanmak durumunda kalan PKK ve Öcalan’ın şimdi, kendisinin bugünkü durumuna götürmek üzere komünistlerden bugün için silahlı eylem ama kitlelerden kopukluk talep etmesi anlaşılır ama kabul edilebilir bir şey değildir. Milliyetçi bir hareket başka türlü örgütlenir ve mücadele eder, ulusal özgürlük talebinden de kalkınan komünist ve proleter bir hareket başka. Mücadele ve örgütlerin tarz ve biçimlerinin içeriğini belirleyen politik muhteva ve ideolojik tutumdur. Bugün Türkiye’de gerekli olan devrimi hazırlamaktır. Bu, kendiliğinden mücadeleleri içinde işçi ve emekçilerle kurulacak yakın bağları ve işçi ve emekçilerin mücadelesinin politik bir mücadele olarak gelişmesinin koşullarını yaratmak üzere onlara yardım etmeyi, bütün ezilen sınıf ve uluslarda yıkılmaz bir önderlik sağlayacak devrimci proletarya hareketinin örgütlü olarak ilerlemesini ve devrime yönelmesini sağlamak üzere elden gelenin yapılmasını gerektirir. Komünistler, PKK’nin içinde olmadığı bu tür bir tutum içindedirler ve bu tutumlarıyla sınıf mücadelesinin ta göbeğindedirler. Ve Öcalan da biliyor ki, bugün Türkiye’de sınıf mücadelesi adına ne varsa, onun içinde ve yönlendiricisi olarak var olan, başta komünistlerdir. Suçlamalar da bu durumdan kaynaklanmakta; biraz utangaçça isim verilmekten kaçınılmakta, ama herkes bilmektedir ki Türkiye’de sola ve sınıf mücadelesine ilişkin söylenecek her laf, komünistler hedef alınarak edilmektedir. Çünkü solun ve sınıf mücadelesinin tek olmasa da en başta gelen ve en ciddi ve etkili gücü komünistlerdir.
Ama öteden beri Öcalan, yalnızca komünistleri suçlamakla yetinmez, “eyleme geçmedikleri için” proletarya ve emekçileri de suçlar. Ona göre sorun devrimci iradeden yoksunluk ve rejime entegre olma sorunudur:
“Bir küçük maaş verildi mi satın alınamayacak emekçi yok. Bu tip, bir günlüğüne midesini kurtarmak için sonuna kadar düzeni alkışlıyor… Zaten halk, faşist düzenin ağır etkisi altındadır. Bir çorba için kırk takla atıyor, kendini bir maaşa on defa satıyor.” (Özgür Ülke, 28 Ekim)
Sınıf, halk ve sınıf mücadelesinin bu kavranışı, bütünüyle çarpıtılmış bir kavrayıştır. İşçi ve emekçilerin, devrim için ancak “eskisi gibi yaşayamaz ve eskisi gibi yönetilmeyi kabul edemez” duruma geldiklerinde ve kuşkusuz egemenlerin de “eskisi gibi yönetemez” olduklarında yola koyulacakları; bu noktaya gelinceye kadar, kuşkusuz, ekonomik ve sosyal hak talepleri için savaşacakları; mücadelelerinin giderek politik bir boyut kazanacağı, ama ücret artışı vb. için ekonomik mücadelenin küçümsenmemesi gerektiği ve onun taleplerini gerçekleştirme eylemi için sınıfın politikleşebileceği ve sorunun salt iradeye ilişkin olmadığı, işin abc’sidir. Ama Öcalan, neden hemen ayağa kalkmadıkları ve silaha sarılmadıkları için emekçileri ve halkı da aşağılamaktadır. Doğal ki, öfkesi en çok, en örgütlü olan kesimi oluşturan işçi sınıfına yöneliktir. Öcalan, işçi sınıfı ve emekçilerin kitle mücadelesine ve onun örgütlenmesine dayanmadan ortaya atılmış, Kürt işçi ve emekçilerinin talep, mücadele ve örgütlenmesine hiç önem vermemiş; ama baskı ve zorbalığa duydukları tepkiyle Kürt emekçilerin peşine takılması ile yetinmiştir. Çıkmazı bugün ortaya çıkmış bu tutumu, Öcalan, şimdi komünistler ve genel olarak işçi sınıfı ve emekçilerden beklemektedir. Oysa devrimin, işçi ve emekçilerin mücadeleleri ve onların örgütlerine dayanarak hazırlanmasından başka yol yoktur. Uzlaşma ve sağa-sola, Clinton’a, Major’a vb. davetiye çıkarmayı dayatmayacak tek yol da budur. Ama Öcalan, işçi ve emekçi kitlelerinin mücadelesinin ve örgütlerinin gelişmesine yardım etme yoluyla devrimin hazırlanmasını “PKK’nin ezilmesini beklemek” olarak anlıyor ve iyice hırçınlaşıyor. “PKK’nin ezilmesini bekleme”ye oynayanlar da yok değildir. Bunların başında Burkay gelmektedir. Ama sınıf mücadelesinin cilvesi odur ki, Öcalan reformist Kürt burjuvazisinin bu önde gelen temsilcisi ile “müttefik”tir; onda, emperyalistler ve egemen sınıflarla bağlantıyı bulmakta, onunla bir “çıkış yolu bulmayı” ummakta; ama komünistlere ve proletaryaya ve emekçilere düşman kesilmektedir.
Öcalan “midesini kurtarmak”, “çorba için kırk takla atmak” ve “kendini bir maaşa on defa satmak” ile işçi aristokrasisi ve bürokrasisini kastediyorsa -ki o, aslında bizzat proletarya ve emekçileri kastediyor-, Türk burjuvazisinin geniş çorba dağıtım olanakları olmadığı ortadadır. Başlıca sendika bürokrasisi “çorbalanmaktadır” ama onların şefi olan Bayram Meral de işçiler tarafından taşa tutulmakta, sınıf üzerindeki etkinliğini belirli oranda yitirmektedir.
Son olarak, altının çizilmesi gereken, MHP’ye, bugün için katılmak olmasa da, uzlaşma için elini uzatan ve gelecekte onunla işbirliği (ve belki katılma) eğilimi taşıyanın “Türkiye Solu” ya da doğru deyişle devrimci ve komünistler değil Öcalan’ın kendisi olduğudur. Bu, laf yarıştırmak için değil, Öcalan’ın 26 Kasım tarihli Özgür Ülke’de yayınlanan ve aralarında Clinton, Kohl, Mitterand, Major’ın yanı sıra BM, AGİK, Avrupa Konseyi ve NATO gibi uluslararası burjuvazi ve emperyalizmin bütün önde gelen yönetici ve uluslararası kuruluşlarına gönderdiği mektuptaki tutumuna dayanarak söylenmektedir. Bu mektupta emperyalistleri, başta ABD emperyalizmini, Somali, ama daha çok Irak Kürdistanı’nda olana benzer bir müdahaleye çağrı vardır: dünyanın hiçbir yerinde acil müdahaleyi bu kadar dayatan bir sorun yoktur.” Çağrı şöyle devam ediyor: dünyanın artık bu devlet katliamına daha fazla seyirci kalmaması gerektiğine ve Kürdistan’daki Türk özel savaş uygulamalarına karşı tutum alması gerektiğine inanıyorum. Bunu, ulusum adına ve geciktirilmeden bekliyorum. Bu konuda üstümüze düşeni yapmaya hazır olduğumuzu söylüyorum. Yapacağınız girişimleri ve atacağınız adımları sonuna kadar destekleyeceğimi ifade ediyorum.”
Burada, bugüne kadarki tutumdan ileri atılan bir adım vardır. Şimdi artık emperyalistler Önünde diz çökülmekte, bu açıkça ilan edilmekte, ona sığınılmaktadır, içeriği üzerinde bile hiç tartışılmadan emperyalistleri atacakları adımlarda sonuna kadar özgür bırakan ve bu adımların sonuna kadar destekleneceğini ifade eden bu davetiye, proletarya ve komünistlere yöneltilen küfürle birlikte düşünüldüğünde, durum bütünüyle anlaşılır olmaktadır. Taraf ve “Kürdistan’ın kurtuluş yolu” seçilmiştir! İş, tamamen burjuva bir söylemle, emperyalistlerin “insancıl” ilan edilmesine kadar varmış, emperyalistler, aynı Somali ve Güney Kürdistan’da olduğu gibi, “insanlık adına” müdahaleye davet edilmişlerdir: “Tarihin hepimize ve insanlık adına sorumluluk yüklediğini takdir ederken… tüm çözüm önerilerine hazır olduğumuzu tekrarlıyor…”
Öcalan, “özel savaşın yürütücü gücü, asıl hükümet gücü” vb. olarak tanımlaya geldiği MHP (ve kuşkusuz ondan daha önemlisi faşist diktatörlük) de içinde olmak üzere “karşı taraf’a ilişkin ise mektupta şöyle yazıyor:
“Altını çizerek ifade etmek isterim ki, biz çözümü savaşta görmeyen, siyasi tercihleri esas alan ve diyalog yoluyla mevcut durumun aşılabileceğine inanan bir tutumu benimsiyoruz… Karşı taraf hazırsa hemen bırakalım bu savaşı.”
Diyalog, o “özel savaşın yürütücüsü” vb. olduğu söylenen MHP de içinde olmak üzere faşist diktatörlüğe ve onun dayanağı olarak tekelci burjuvaziye yöneltilen bir çağrıdır. Emperyalistlerden “insani müdahale” isteminin, tekelci burjuvazi ve MHP de içinde olmak üzere faşist diktatörlükle diyalog tutumuyla “siyasi çözüm” arayışında somutlanmasından doğalı yoktur.

Aralık 1994

Felsefeye Giriş Üzerine Notlar

Bu yazının asıl amacı, kendi olanaklarıyla ve yalnızca elindeki kaynakları kullanarak, diyalektik materyalizmi öğrenmek isteyen okuyucuya bir kılavuz sunmaktan ibarettir. Bu yüzden, gerek çalışma yöntemi gerekse kaynaklar hakkında kısa bir özetle sınırlı kalacaktır. Her konu başlığı altında, o konuya ilişkin başlıca kaynaklar ve bunların kullanılması üzerine kısa bilgiler de verilecektir.
Genel bir felsefi metnin okunuşundan daha yararlısı, felsefi metinleri, konularına göre ayırıp araştırmaktır. Gerçekte, tek bir konuyu kapsamlı olarak inceleyebilmek için, bütün temel sorunlarla ilgilenmek ve her birinin diğeri ile bağıntısını görmek gerekecektir. Konulara ilişkin olarak sınıflandırılan eserlerin çoğunlukla aynı eserler olması da bunu göstermektedir. Fakat örneğin Anti-Dühring’i ya da Lenin’in Felsefe Defterleri’ni açıp baştan sona kadar okumaktansa, belli problemler etrafında parça parça ve diğer eserlerde, aynı konuya ilişkin olarak yer alan bölümlerle birlikte okumak daha doğru ve sonuç alıcı olacaktır. Genel olarak klasikler, hiçbir zaman bir kez okunup bırakılamazlar. Tümü daha önce okunmuş olsalar bile, özel bir problem ekseninde yeniden incelendiklerinde, daha önce farkına varılmamış pek çok ayrıntı ve hatta belirleyici nokta ile karşılaşılabilir.
Felsefi metinlerin okunuşundaki güçlüklerin aşılması ve bir bütün olarak diyalektik materyalizmin yalnızca bir bilgi olarak değil, düşünmeyi ve davranmayı tümüyle belirleyen bir Özellik halini alması, uzun ve sürekli bir çabayı gerektirir. Diyalektik materyalizm, basitçe bir düşünme biçimi değildir: Kurallarının ve yasalarının ezberlenmesiyle öğrenilmesi de tamamlanmış olmaz. Diyalektik materyalizm, insan hayatının her alanında karşılaşılan sorunları çözmek, yeni bir şeyler yaratmak ve esas olarak da koşullan değiştirmek isteyenler için bir araçtır. Dolayısıyla, diyalektik materyalizmle ilgili her sorun, ancak onun yetkin bir araç olarak kullanıldığı pratik etkinlik içinde çözülebilir. Bu, onun öğrenilmesinin de pratik içinde mümkün olduğu anlamına gelir. Dünyayı kavramak, değişik olaylar arasındaki içsel bağıntıları bulmak, değişmenin yönünü ve biçimini tayin etmek, daima, bir yandan derin bir gözlemi, diğer yandan da süreçlere aktif olarak katılmayı ve müdahale etmeyi gerektirir. Diyalektiğin kumcusu Hegel, bu yöntemin yalnızca düşüncenin, iç ilişkilerini ve çelişkilerini kapsadığını düşünüyordu; Marx, diyalektiğin kaynağının tarihsel eylem olduğunu görerek, onun gerçekleşmesinin toplumsal pratikle mümkün olacağını ilan etti. Buradan hareket ederek, şunu söyleyebiliriz: Diyalektiğin asıl öğrenileceği alan, onun gerçekleştiği pratik alanıdır. Bu, pratiğin kendi başına diyalektiği doğuracağı ya da sürekli iş yapan birinin sonunda kendiliğinden diyalektiği bulacağı anlamına gelmez. Diyalektik materyalizm, aynı zamanda bir bilimdir. Bütün bilimler gibi, derin ve sürekli bir teorik faaliyeti gerektirir.
Bu teorik faaliyet, diyalektiği karşıt felsefi sistemler karşısındaki konumu bakımından tanımaktan başlayarak, diyalektiğin değişik yorumlarını, Marx, Engels, Lenin ve Stalin gibi kurucu ve uygulayıcılarının düşünce ve eylemlerini öğrenmeye, değişik bilim dalları ve disiplinler arasında diyalektiğin yerini ve işlevini araştırmaktan, felsefenin çeşitli dallarında (etik, estetik, varlıkbilim, bilgi teorisi vs.) diyalektik bakış açısının uygulanmasını incelemeye ve bu alanlarda yeni düşünceler üretmeye kadar uzanır. Böyle bir ilgi ve inceleme genişliği, yalnızca felsefe alanında kalınarak kucaklanamaz. Teorik çalışma; doğa bilimleri (fizik, kimya, biyoloji vs.), toplumsal ve insani bilimler (ekonomi, sosyoloji, antropoloji, psikoloji vs.), teknik bilimler (matematik, mekanik, elektronik vs.) gibi alanlarda da bilgi sahibi olmayı gerektirmektedir.
Fakat diyalektik materyalizmin asıl önemi, işçi sınıfının politik hareketinin ayrılmaz bir parçası olmasındadır. Ve bugün, diyalektiği öğrenmiş olup olmadığımız, bu hareket içinde diyalektik materyalizmi ne ölçüde uyguladığımıza bakılarak değerlendirilebilir.

FELSEFEDE PARTİZANLIK

Lenin’in ve Marx’ın felsefeyle ilgili en önemli belirlemeleri, geçmişte her şeyin üzerinde ve her şeyin en sonu olduğu iddiasıyla kendisini öne süren felsefenin, dolaysız bir biçimde politik içerik taşıdığıdır. “Felsefe politiktir” tezi, iki bakımdan önemlidir: Her şeyden önce, bu tespit, burjuvazinin felsefi eğilimlerinin ardında genel ve evrensel yapılar bulunduğu, herkes için geçerli ve ortak ilkeleri ileri sürdüğü biçimindeki iddiasını boşa çıkarır; ikinci olarak da, özellikle bir sosyalist olarak diyalektik materyalizmi benimsemenin dolaysız olarak Marksist-Leninist felsefenin partizanı, zanaatçısı olmak demek olduğunu gösterir. Marksist-Leninist teori, hem bir bilimi (tarihsel maddecilik), hem de bir felsefeyi (diyalektik-materyalizm) içerir. Böylece, Marksist felsefe (diyalektik materyalizm), proletaryanın iki teorik silahından biridir. Bu, bir komünist devrimcinin, hem bilim adamı, hem filozof niteliklerini taşıyan bir militan olarak tanımlanmasını sağlar.

FELSEFENİN İÇERİĞİ VE İŞLEVİ; BİLİM, FELSEFE, TOPLUM; TEORİ VE PRATİĞİN BİRLİĞİ OLARAK FELSEFE
Devrimcinin mücadelesi, değiştirmek istediği bütün dünyayı kapsar. Bu dünya, yalnızca ekonomik-toplumsal ilişkilerin ve doğal ortamın oluşturduğu maddi dünyadan ibaret değildir; aynı zamanda insanların iradeleri dışında birbirleriyle girdikleri maddi-ekonomik ilişkilerin sonucunda doğan, ideolojik, kültürel, felsefi düşünce ve inançların meydana getirdiği bir başka dünya da, bu bütünlüğün ayrılmaz bir yanı olarak mücadele alanının içindedir. Bu çok unsurlu, karmaşık ve karşılıklı olarak birbirini etkileyen bağıntılardan örülü ortamın değiştirilmesi ve dönüştürülmesi, onun içinde yer alan bütün güçlerin hareketi üzerinde etkili olmakla başarılabilir. Öyleyse, değiştirme ve dönüştürmenin ilk koşulu, hareket halindeki bütün bu güçleri etkileyebilmek için onların kendi doğalarını, karşılıklı ilişkilerini ve çelişkilerini bilmekten geçmektedir. Maddi dünyayı oluşturan başlıca üç farklı alanın; yani, doğanın, toplumun ve bilincin hareket yasalarını, birbirinden farklı ve özel bilim dalları inceler. Günümüzde bilim, gittikçe ayrışıp ve özelleşerek, daha özel hareket biçimlerini ve alanlarını konu edinen dallara ayrılmakta, böylece insan bilgisi, maddi gerçekliği gittikçe daha derinden kavrayarak, onu denetimi altına alabileceği olanakları geliştirmektedir. Tarih boyunca, bilimdeki her gelişme, felsefede de devrimci gelişmelere yol açmıştır. Bu, insanın nesneler hakkındaki bilgisi ile genel ve soyut düşünceler geliştirebilmesi arasında bir ilişki olduğunu göstermektedir. Bir başka deyişle, nesnel olaylar ve ilişkiler hakkındaki bilgi ne kadar gelişmiş ve tamamlanmış ise, onların doğaları ve aralarındaki ilişkilerin soyut düşünceler biçiminde ifade edilmesi de, o denli olanaklı hale gelmektedir.
Bilimle felsefe arasındaki bu ilişki, felsefenin temel işlevini ve içeriğini gösterir.
Özellikle diyalektik materyalizm söz konusu olduğunda, bilimle felsefe arasındaki ilişki, alışılmış bir etkileşme ilişkisi olmaktan çıkar: Diyalektik materyalizm, yalnızca bilimin gelişmesinin; bilimdeki devrimlerin bir sonucu değildir: Aynı zamanda, bir bilim felsefesidir. Örneğin Lenin’in “madde” kavramı üzerine gerçekleştirdiği diyalektik materyalist çözümleme, bir yandan dönemin en İleri fizik bulgularıyla uyumludur, diğer yandan, kavramın en genel kullanım alanı bakımından bir genişletilmesini içerir. Böylece, doğa bilimlerinin bulguları üzerine geliştirilmiş bir felsefi kavram olmakla kalmaz, doğu bilimleriyle toplumsal hareket ve düşünce arasında da ilişkileri yeniden kurar. Geleneksel olarak, felsefe, bilimlerin üzerinde, bilimler için yasalar hazırlayan bir konumda bulunduğu iddiasını ileri sürmekteyken, diyalektik materyalizm, değişik bilim dallarının ilkelerinin genelleştirilmesinin, bilimsel teknik ve yöntemlerin incelenip geliştirilmesinin ve bütün bunlardan elde edilen en genel sonuçların, toplumsal hayatın tüm alanlarına uygulanmasının teorisi olarak karşımıza çıkar. Bir başka deyişle, kendisinden önceki felsefelerin aksine, teorik ve pratik alanların ayrılığına değil, aksine, birliğine ve birbirini tamamlamasına dayanır. Bu özellik, diyalektik materyalizmin bir felsefe olarak, kendisinden önceki soyut ve metafizik sistemlerden ayrılmasını karakterize eder. Diyalektik materyalizm, insan pratiğinin teorisidir ve bilimler için bir yöntemdir.
İnsan pratiğinin teorisi olmak, doğrudan doğruya onu güncel toplumsal hareketin ilişkilerine ve tarihsel birikime bağlar. Bir başka deyişle, bir yandan toplumsal pratiğin bin yıllar boyunca birikmiş bilgi ve deney zenginliğinin bir özetidir: öte yandan bu birikimin güncel toplumsal hareket ve pratik içinde denenip zenginleştirilmesinin yöntemini verir.
Diyalektik materyalizmin bir diğer toplumsal işlevi, eski inanç sistemleri yerine, doğa, toplum ve bilinç hakkında yeni ve tümüyle maddi dünyanın ilişkilerine dayanan, hem bu dünyadan kaynaklanan hem de bu dünyanın denetim altına alınması ve değiştirilmesi için gerekli bilgi düzeyini sağlamaya aday olmasında görülür. Bu, her şeyden önce, eski inanç sistemlerinin (felsefelerin, dinlerin, efsanelerin) yarattığı ve yerleştirdiği “dünyanın değiştirilemezliği” fikrine karşı, hem değişmenin temel gerçeklik olduğunu bildirmesinde hem de değiştirmenin nasıl olanaklı olduğunu ve niçin gerekli olduğunu göstermesinde ortaya çıkar. Bilimler ve diyalektik materyalizm arasındaki ilişkiyi inceleyen başlıca makale ve kitaplar şöylece sıralanabilir:
Friedrich Engels, “Doğanın Diyalektiği”.
Friedrich Engels, “Anti Dühring”.
V. I. Lenin, “Materyalizm ve Ampriokritisizm”.
V. I. Lenin, “Marksizm’in Üç Kaynağı ve Üç Bileşeni” ve “Karl Marx” başlıklı makaleler (“Marx, Engels, Marksizm” adı derleme içinde).
K. Marx, “Felsefenin Sefaleti”, (Bilimin devrimcileşmesi ve sınıf karakteri kazanması süreçleri hakkında).

MİLİTAN MATERYALİZMİN ÖNEMİ ÜZERİNE LENİN
Felsefi materyalizm, insanoğlunun uzun tarihsel pratiğinin sonucunda ulaştığı dünyayı etkin bir biçimde kavrama düzeyinin ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Diyalektik materyalizme kadar geçen uzun bir süreç söz konusudur ve bu son halini almasında, bütün çağlar boyunca insanın kendisini dinin düşünce ve eylem üzerindeki kısıtlayıcı baskısına karşı mücadelesinin izlerini taşır. Bu özelliğiyle de, her çağda ilerici düşünceye içerik veren, hedeflerini düzenleyen ve genelleştiren bir rol oynamıştır. Antikçağda atomcular, ortaçağda Nominalistler, kapitalizmin başlangıç dönemlerinde aydınlanmacıların büyük bir bölümü, bilimin ve tekniğin gelişmesine bağlı olarak ortaya çıkan değişik türde materyalist okullar, bu birikimin köşe taşlarını oluştururlar. Kuşkusuz, bu genel birikim içinde, materyalist felsefe, birbirinden çok farklı, bazen karşıt okullar elinde gelişmiş, esas karakteri itibariyle de metafizik bir karakter taşımıştır. En genel ifadeyle, materyalizm, varlığın temelinde düşüncenin bulunduğunu savunan idealizme karşı, bütün varlık dünyasının maddeye dayandığını ve düşüncenin de maddenin bir ürünü ya da sonucu olduğunu savunmak anlamına gelmektedir. Maddi dünyayı tek ve bütünsel olarak kavrayan bu görüş, maddenin üstünde ya da ötesinde olduğu ileri sürülen bütün güçlerin (ruhların, tanrıların, evrensel aklın) insan hayatındaki etkisine karşı durmayı temsil eder. Bilimlerde, sanatta ve felsefede, materyalist eğilimlerle bugüne kadar geçen zaman içindeki bütün egemen sınıfların dünya görüşleri birbiriyle çelişmiş ve çatışmıştır. Materyalist felsefe, daima, egemen düşünceye ve egemenliğin siyasal sistemlerine muhalif olan çevrelerin dünya görüşü içinde ve ona güç veren bir işlev taşımıştır. Bir başka deyişle, materyalizm, genel içeriği ile yalnızca proletaryanın ve komünistlerin değil, bütün ezilen sınıfların ve devrimci siyasi hareketlerin ortak mirası olarak tanımlanabilir.
Ne var ki, diyalektik materyalizmden önceki bütün materyalist sistemler, aynı zamanda metafizik unsurlar da taşıyorlardı ve özellikle toplumsal hareket ve insanın doğa üzerindeki etkinliğinin sonuçları söz konusu olduğunda, insanın aktif bir rol taşıdığı görüşüne ulaşamıyorlardı. Metafizik materyalizm, maddenin hareketini bölümler halinde ve geçişsiz olarak algılıyor, karşılıklı etkileşme, birbirinden doğuş ve birbirine dönüşme olanaklarını ve zorunluluklarını görmüyordu. Belli bir kategori ya da kavramla ifade edilen herhangi bir nesne ya da Olayın, bütün bir süreç boyunca bu temel niteliğinin ancak dışsal olarak değişebileceği görüşü de, metafizik materyalizmin başlıca yanılgılarından birini oluşturuyordu. Bu noktada, diyalektik materyalizmi savunan işçi sınıfı partisini ve buna bağlı bilim ve düşünce adamlarını bekleyen önemli görevler vardır. Devrimci sosyalist bilinçle donanmış işçi sınıfının dışındaki muhalefet güçlerinin temsilcileri, burjuva-küçük burjuva bilim adamları, sanatçılar ya da yazarlar, dünya görüşlerinin sınırları dolayısıyla, muhalefet olarak tuttukları yer ve muhalefet programlarının niteliği bakımından da kendi tarzlarında sahip oldukları materyalizmin eksikliklerini ve zaaflarını taşırlar. Lenin, kendi zamanında, materyalist felsefenin, işçi sınıfı ile diğer devrimci, demokrat halk muhalif güçleri arasında bir ittifak için elverişli olanaklar sunduğunu saptamıştı. Bu yalnızca devrimin başarılmasında değil, devrim sonrasında komünizmin kuruluş sürecinde de gerekliydi. Lenin, “Komünist olmayanlarla ittifak kurulmadıkça, komünist düzenin kurulmasında başarı söz konusu olamaz.” demiştir. Bu ittifakı gerçekleştirmenin başlıca araçlarından biri de, materyalist dünya görüşü idi. Bu bakış açısı, günümüz koşullarında da büyük önem taşımaktadır. Özellikle dinci gericiliğin ilerleyişi karşısında paniğe kapılan, buna karşı durmak isteyen, fakat tıpkı geçmişte olduğu gibi bugün de dünya görüşlerinin sınırlılığı nedeniyle, dinsel gericilik karşısında takındıkları tavrı dinin felsefi ve sosyal temellerine kadar uzatamayan ve düştükleri çelişkiler dolayısıyla güçsüz ve büyük ölçüde uzlaşmacı bir çizgide kalan aydınlar, ancak sağlam bir materyalist dünya görüşü ile ileri doğru gidebilirler. İşçi sınıfının politik hareketi, tutarlı ve militan bir materyalizmi savunarak, hem kendi sınıfının bilincini geliştirmek hem de, devrimci demokrasi cephesinde güçlü bir mevzi yaratmak olanağını bulacaktır.
Genel olarak idealizm ve materyalizm çatışması, özel olarak da din konusunda başvurulabilecek kaynaklar özetle, şunlardır:
Marx’ın “Hegel’in Hukuk Felsefesine Giriş” başlıklı makalesi “Din halkın afyonudur” özdeyişinin geçtiği yazısıdır. Bu özdeyişin tam içeriği ve hangi bağlamda söylendiğinin araştırılması özel bir eğitim olacaktır. Makalenin yer aldığı, “Din Üzerine- Marx, Engels” başlıklı derleme içinde, Marx ve Engels’in en önemli makaleleri yer almaktadır. Dinin ortadan kalkışı için, Kapital’in, 1. Cildinin Konu Dizini’nden yararlanılabilir. Engels’in, Anti-Dühring, Doğanın Diyalektiği adlı eserleri, diğer birçok konuda olduğu gibi, din konusunda da temel başvuru kitaplarıdır. Lenin’in konuya ilişkin görüşlerini ise, yine “Din Üzerine” başlığı altında toplanan makalelerinde bulabiliriz. Burada özellikle, “İşçi Partisinin Din Karşısındaki Tutumu”, “Sosyalizm Ve Din” başlıklı makaleler, Marksistlerin din karşısındaki tutumlarını ve dine karşı savaşlarını, sosyalizm, Tanrıtanımazlık ve dinsel özgürlük konularına ilişkin Marksist bakış açısını mükemmel bir biçimde sergilemektedir.

FELSEFE ÖĞRENİMİNDE İLK ADIM: DİYALEKTİK MATERYALİZMDE KAVRAMLAR VE BAŞLICA KATEGORİLER
Her felsefe okulunun ayırt edici özellikleri, madde ve bilinç arasındaki ilişkiyi çözmesinden başlayarak, bilgi teorisinde, mantığında ve yönteminde, kavram ve kategorilerden oluşan terminolojisinde görünür. Her felsefe, tarih boyunca kullanılmış pek çok kavram ve kategoriyi, kendisine özgü bir içerikle donatarak kendisinin kılar. Örneğin madde kavramına verilen içerik, çağlar boyunca, temel tutumlar bakımından defalarca değişiklik göstermiş, birbirine karşıt ve çelişik birçok tanım ileri sürülmüştür. Genel olarak ele alındıklarında birbirinden tamamen farklı ve hatta karşıt içerikler taşısalar da, her kavram ve kategori, belli bir felsefi sistem içinde sistemin bütünüyle tutarlı özellikler taşır. Bu genel tutarlılık, felsefi görüşün sistem olarak ortaya çıkmasını sağlayan en temel özelliktir. Kendi kavramları arasında çelişkiler bulunan, biri diğerini geçersiz kılan düşünceler, felsefi sistem oluşturmazlar.
Diyalektik materyalizmi karakterize eden başlıca kavram ve kategorileri şöylece sıralayabiliriz:
Hareket, madde, zaman ve uzay, özel ve genel, öz ve içerik, görünüş ve biçim, neden ve sonuç, zorunluluk ve rastlantı, olanak ve gerçeklik, teori ve pratik, mantıksal ve tarihsel, karşılıklı etki, nedensellik, objektif ve sübjektif, mutlak ve göreli, sonlu ve sonsuz, ussal ve duyumsal, süreklilik ve kesiklik, evrim ve devrim, soyut ve somut, parça ve bütün, çelişki, uzlaşan ve uzlaşmayan karşıtlıklar, nicelik ve nitelik, yadsıma, vs.
Marksist klasiklerde geçen başlıca kategoriler bunlardır. Her bir kategorinin içeriği, materyalist diyalektik açıdan kurulmuştur ve diğer felsefi sistemlerde olduğundan tümüyle farklıdır. Kategorilerin büyük bir çoğunluğu, bir kavramın karşıtı ile birlikte oluşturduğu ikililer halindedir. Bu önemli bir farklılığı gösterir. Metafizik ve idealist sistemlerde, karşıtlığın bir kusur olarak görülmesi sonucu, örneğin rastlantı ve zorunluluk, ayrı ayrı incelenmek durumundadır. Ya da öz ve biçim, daima birbirinden ayrı oluş tarzları olarak anlaşıldıklarından, bir arada ve birbirlerine etkileri bakımından ve hele çelişen özellikleriyle düşünülemezler. Her şeyden önce, karşıtını içerme ilişkisi bakımından, sonra da ayrı ayrı her birinin bir hareket biçimi içinde birbirlerine bağlanmalarının sistemim yüksek bir mantık düzeyinde işlenmiş olmasından dolayı, diyalektik materyalizmin kategoriler teorisi, sistemin bütününün anlaşılması bakımından büyük önem taşımaktadır.
Lenin’in deyişiyle, diyalektik mantığın başyapıtı olan Kapital, kategorilerin içerikleri ve kullanılış biçimleri hakkında başvurulacak temel eser niteliğindedir. Ne var ki, bunlar Kapital’de ayrı ayrı ve özel bölümler halinde işlenmiş değildir. Kapital’in içinde, bazen adları bile anılmadan, bir inceleme unsuru, mantıksal yapı olarak kullanılırlar. Bunları Kapital içinde bulabilmek için dikkatli bir okuma gerekir. Öte yandan, Kapital’in sonuna eklenmiş bulunan “Konu Dizini’nde, Diyalektik ve Marksist Ekonomi Politik Yöntemi bölümlerinden yararlanarak, bunlardan bir bölümünün geçtiği pasajlar bulunabilir.
Doğanın Diyalektiği’nden ve Anti-Dühring’ten de aynı biçimde yararlanılabilir. Fakat kategorilerin başka felsefi sistemler içinde yeri ve anlamı, Hegel sistemindeki içerikleri ve diyalektik materyalizm bakımından anlamları ve işlevleri hakkında daha ayrıntılı bilgi, Lenin’in “Felsefe Defterleri” içinde aynı yöntemle yapılacak bir araştırmayla bulunabilir.
Kavram ve kategoriler üzerinde yapılacak bir inceleme ve bunların içeriğinin klasik metinlerden öğrenilme çabası, diyalektik materyalizmin temelleri hakkında “hızlandırılmış” bir kurs niteliğinde olabilir.
Kavram ve kategorilerle birlikte, diyalektiğin üç temel yasası (nicelikten niteliğe geçiş, karşıtların birliği ve mücadelesi, yadsımanın yadsınması), aynı yöntemle yukarıda adlarını andığımız eserler içinde bulunarak incelenebilir.
Her iki konu, yani kategoriler ve yasalar için, özellikle Lenin’in “Felsefe Defterleri” bir diyalektik materyalizm ansiklopedisi değeri taşımaktadır. Bu eser, içindeki pek çok alıntı ve Lenin’in kendi yöntemince yaptığı notlamalar dolayısıyla, oldukça güç okunabilmektedir. Özellikle, herhangi bir kitap gibi, başından sonuna kadar sırayla okunmaya kalkışıldığında, hem büyük güçlüklere yol açar hem de bitiminde herhangi bir gelişme sağlanmamış olur. Bu eser, incelenen konuya ilişkin bölümler seçilerek ve özellikle Lenin’in notlarıyla esas metin arasındaki ilişkiler dikkatle incelenerek okunabilir. Lenin, notlarında hem alıntı yaptığı eserler hakkında görüşlerini söylemektedir hem de büyük ölçüde kendi eğitimini geliştirmek için yer yer kendisiyle de tartışmaktadır.
Eser birçok yönden, ayrı ayrı yöntemlerle okunabilir. Fakat Lenin’in, Marx’ın Kutsal Aile adlı eserini okurken izlediği yol ve kullandığı yöntem, bizzat kendi eserinin okunması için de bir yol olabilir. Bu yüzden, Felsefe Defterleri’nin, bu bölümü, herhangi bir klasik metnin nasıl okunup notlanacağının öğrenilmesi için ilk elde incelenmelidir.
İnceleme ve tartışmanın bir arada yürütülmesi, Lenin’in diğer bölümlerdeki notlarında da sık sık rastlanan bir özelliktir. Bu metinlerin incelenmesi, Lenin’in her şeyden önce, bir kitabı ya da makaleyi okumaya başlarken kendi problemini net olarak tanımladığını göstermektedir. Her kitabı ya da makaleyi, Lenin, ya üzerinde çalışmakta olduğu bir konuya ilişkin olarak okumaktadır ya da kendi kafasında oluşan bir problemin çözümüne yardımcı olması için. Bazı metinler ise, ağırlıklı olarak eleştirilmek için gözden geçirilmektedir. İncelendiğinde görülecek olan başlıca özellik, Lenin’in okuma ve notlama yönteminin amacına uygun olarak değişiklikler gösterdiğidir. Özellikle Hegel okumaları; eğitim, tartışma, notlama, eleştirme amaçlarının bir arada bulunduğu yoğun parçalardır. Burada, onun dikkat ettiği bütün özelliklerin, Marksizm tarafından geliştirilen özellikler olduğunu görürüz. Bir bakıma, Lenin’in, Hegel’i, Marx’ı daha derinden kavramak için okuduğunu söyleyebiliriz. Buradaki notların 1914-1916 yılları arasındaki okumalara ait olduğunu düşünürsek, Lenin’in titiz bir öğrenci gibi, her şeyi en ince ayrıntısına kadar büyük bir sabırla ve öğrenme isteği ile okumasının değerini daha iyi anlayabiliriz. Bu da göstermektedir ki, Marksizm’in öğrenciliği, bitmez tükenmez bir süreçtir ve Lenin düzeyinde bir önder durumuna gelinse bile tamamlanmış sayılmamaktadır.
Kavramalar, kategoriler ve yasalar, diyalektik materyalizmin iskeletini oluşturur. Bu yüzden, yukarıda değindiğimiz ve bir felsefe çalışmasının başlangıcında yer alması gereken temel perspektifleri özetleyen konuların öğrenilmesinden sonra, daha sonra geliştirmek ve derinleştirmek şartıyla, kavramlar, kategoriler ve yasalar, sözlüklerden ansiklopedilerden ve basitleştirilmiş el kitaplarından kabaca özetlenebilir.
Bunun için yardımcı olabilecek pek çok çalışma vardır. M. Rossenthal ve P. Yudin tarafından kaleme alınan ve Aziz Çalışlar tarafından Türkçeye çevrilen, “Materyalist Felsefe Sözlüğü” (Sosyal Yayınlar), Manfred Buhr ve Alfred Kosing tarafından yazılan ve Türkçeye “Marksçı Leninci Felsefe Sözlüğü” (Konuk Yayınları) adıyla çevrilen sözlük, İvan Frolov yönetiminde Bilimler Akademisi tarafından hazırlanan “Felsefe Sözlüğü” (Cem Yayınevi), mevcut sözlükler arasında önerilebilecek nitelikte olanlardır. Ne var ki, bütün sözlüklerden edinilen bilgi, diyalektik materyalizmin kabalaştırılmış ve basitleştirmek adına eksik ve metafizik tarzda özetlenmiş bir yığını olabilir. Araştırmaya başlarken sağlanacak olan kolaylık, ilerleyen aşamalarda klasiklerin eksik ve yanlış anlaşılmasını da etkileyebilir. Bu yüzden, buralardan edinilen özetlerin, ancak geçici bir kolaylık için işe yarayacağı gözden ırak tutulmamalıdır. Bu söylediklerimiz, Orhan Hançerlioğlu tarafından hazırlanan “Felsefe Ansiklopedisi” için misliyle geçerlidir.

“FELSEFE TARİHİ”
Felsefe tarihi, önce, temel kavram ve kategorilerin tarihsel köklerinin incelenmesi için bir kaynak olarak, sonra da bilinçle madde arasındaki ilişkinin gelişmesinin ana hatlarını özetleyen bir birikim olarak değerlendirilmelidir. Gerçekte, felsefenin üretim ilişkilerinden ve bunun üzerinde şekillenen sınıf mücadelesinden bağımsızlığı söz konusu olamaz. Bununla birlikte, bu başlık altında derlenen bilgi, özel olarak ideolojik ve düşünsel gelişimin ana hatlarını özetlemesi bakımından son derece önemlidir. İnsan topluluklarının evrimine paralel giden bir de düşünce evrimi çizgisi bulunduğunu görmek, diyalektik materyalizmin köklerini ve tarih içinde hangi evrelerden geçerek, proletaryanın dünya görüşü biçimini aldığını anlamamız için zorunludur.
Her felsefi akım, büyük ölçüde, toplumsal tarihin bir parçası ve onun gelişmesinin ürünü olmuştur. Bununla birlikte, Marksizm dışında hiçbir felsefe, bir kitle gücü olarak, temsil ettiği ya da mücadelesinin ve varlığının bir ürünü olduğu sınıfla birleşmemiştir. Köleciliğin ideolojisini ya da aristokrasinin veya burjuvazinin dünya görüşünü yansıtan, onun eylemiyle ve yönetme tarzıyla uyumlu felsefeler vardır ve ortaya atıldıkları dönemde büyük ölçüde yönetici sınıfın ihtiyaçlarına cevap verme yeterliliğini de göstermişlerdir. Fakat, Marksizm, bunlardan farklı olarak, bir sosyal güç haline gelebilmesine elverişli sosyal sınıfla birleşebilmiş, net bir sınıf karakteri ve sınıf gücü olmuş, Marx’ın kendi deyişiyle, “maddi bir güç haline” gelebilmiştir. Bunda elbette, Marksizm’in, kendisini sınıf mücadelesinin bir parçası olarak açıkça ilan etmesinin de rolü vardır: Marksizm, diğer felsefi akımlardan farklı olarak, kendisini, geçmişteki bütün felsefi akımların sınıf karakterini de açıklayarak, “bütün insanlığın”, “evrensel aklın”, “insanın özünün” vs. felsefesi olarak değil, proletaryanın mücadele silahı olarak ilan etmiş ve birleşmek istediği sınıfın bilinci olmaya da aday olmuştur.
Ancak bu düzeye çıkabilmek için, kendisinden önceki bütün sınıf mücadelelerinin sosyal, siyasal ve ideolojik birikiminin kapsamlı bir eleştirisini geliştirmiştir. Proletarya hareketinin bütün verili sosyal koşulların ve sınıflı toplumlar tarihinin bir eleştirisi olduğunu düşünen Marx’a dayanarak Lenin, proletaryanın dünya görüşünün de bu birikimi eleştirel tarzda kapsaması gerektiğine işaret ediyordu. Felsefe tarihi, en azından bu bakımdan üzerinde çalışılması gereken bir daldır.
Fakat diyalektik materyalizmin köklerinin ve gelişme özelliklerinin tanınması söz konusu olduğunda, felsefe tarihine yaklaşım daha büyük bir önem taşımaktadır. Diyalektik materyalizmin başlıca kavram ve kategorileri, bütün felsefe tarihi boyunca değişik filozoflar ve felsefi akımlar tarafından işlenip geliştirilmiş ve belli bir içerikle donatılmıştır. Örneğin madde, zaman, uzay, neden, etki, oluş, öz, biçim vs. antikiteden başlayarak, Marksizm’in başlıca kaynaklarından birini oluşturan Klasik Alman Felsefesinin büyük okullarına kadar, her dönemde her felsefe tarafından işlenip incelenmiştir. Aşağıdaki bölüme bir listesini vereceğimiz kavram ve kategorilerin tarih boyunca geçirdikleri evrimin ve değişmenin incelenmesi, bu kavram ve kategorilerin diyalektik materyalizm içinde kazandıkları içeriğin anlaşılmasını sağlam bir temel üzerinde mümkün kılacaktır.
Diyalektik, Hegel’in elinde, tamamen, bir kavram ve kategori diyalektiği olarak şekillenmişti. Esas olarak bir yeni mantık kurmaya giriştiği için, Hegel’i ilgilendiren, düşüncenin iç hareketiydi. Diğer yandan bu görüş, varlığın başlangıcında evrensel bir aklın bulunduğu görüşüyle de tamamlanıyordu. Sonuçta da, düşüncenin, ya da evrensel aklın hareketinin anlaşılmasının, maddi dünyanın anlaşılmasının temeli ve başlangıcı olduğu noktasına ulaşılıyordu. Bu bakış açısı, kavram ve kategorilerin kökeni ve hareketi sorununu tartışmayı gerekli kılmakta ve bizi, materyalizmle idealizm arasındaki temel çatışma noktasına götürmektedir.
Türkçede yayınlanmış en kapsamlı felsefe tarihleri, Macit Gökberk ve Alfred Weber imzalarını taşıyan aynı adlı iki eserdir. Birincisi, Remzi Kitabevi’nden, diğeri Sosyal Yayınları’ndan çıkmıştır. Özellikle materyalist felsefenin gelişimi için, Marx’ın Kutsal Aile adlı eserinde, “Fransız Materyalizmi” ölümü incelenmelidir. Engels’in Anti-Dühring adlı eserinde de, değişik bölümlere dağılmış halde, felsefe tarihinin başlıca köşe taşları özetlenmektedir. Burada da yine, eserin Konu Dizini incelenerek, okunacak bölümler seçilebilir.

FELSEFENİN TEMEL SORUNU
Her felsefe okulunun kendi içinde temel sorunu, düşünce ve varlık konularına ilişkin olanıdır. Akımın özelliğine bağlı olarak, bu sorun değişik biçimlerde ve bağlamlarda dile getirilse de, felsefenin diğer temel konularındaki bakış açısını da, bu konuda takındığı tutum belirler. Engels, felsefe tarihi boyunca, bu konu ekseninde ayrışmış felsefelerin başlıca iki ana grupta toparlanabileceğine işaret etmiştir. Birincisi, maddenin düşünceye öncel olduğunu, bir başka deyişle varlığın bilinçten önce geldiğini ileri süren materyalistler (materyal = madde); ikincisi de, düşüncenin ya da bilincin maddi varlığa öncel olduğunu ileri süren idealistler (ideal = düşünce, fikir). Bu ayrımın temel bir sorun olarak tanımlanmasının nedeni, her iki görüşün de, sonuçta, diğer düşünce ve eylem alanlarını belirleyen bir ayrıma temel teşkil etmesindedir. Örneğin, ortaçağda, bilinç ya da maddenin önceliğini tartışmak, “dünyayı tanrı mı yarattı, yoksa dünya maddi olarak öncesiz ve sonrasız olarak var mıydı?” sorusuna karşılık düşerek, bütün bir egemenlik Sisteminin sorgulanmasına kadar uzanabiliyordu. Bir ayrım noktasının bu kadar kapsamlı genel bir özellik göstermesinin nedeni, şu soruyu içermesinden kaynaklanmaktadır: Olaylar, nesneler ve ilişkilerle, bunlar hakkındaki düşüncelerimizin arasında nasıl biri bağıntı vardır? Bu bağıntı nasıl kurulur ve sonuçta nesneler, olaylar ve ilişkiler hakkındaki düşüncelerimiz, bunların değiştirilmesini sağlayabilir mi? İdealizm, varlıktan önce bulunan bir aklın kurduğu dünyanın, insan düşüncesinin ve eyleminin hareketiyle değiştirilmesini de mümkün görmüyordu. İdealizmin tasarladığı dünya, her noktasında, insan isteklerine ve iradesine bağlı olarak değişmeye karşı dirençli, kendi içinde kapalı bir dünyaydı. İnsan, yalnızca buna uyum sağlayabilir, bunu da tanrının emirlerine boyun eğerek yapabilirdi. Materyalizmin çizdiği dünya ise, insanın üzerinde değişiklikler yapabileceği, denetleyebileceği, anlayabileceği ve en azından insanla etkileşme içinde bir dünya idi.
Diyalektik materyalizmi, gerek önceki diyalektik sistemlerden gerekse önceki materyalist sistemlerden ayıran temel özelliği tanıyabilmek ve Marx ve Engels eliyle ulaştırıldığı yüksek düzeyi anlayıp koruyabilmek için, bir başka deyişle bu materyalizmin saflığını koruyabilmek için, önceki sistemlerin özelliklerini bilmek zorunludur. Örneğin, atomcuların materyalizmleri ile yeniçağ aydınlanmacılarının materyalizmleri arasındaki farklılığı, bunlarla en gelişmiş metafizik materyalizm olarak kabul edilebilecek olan Feuerbach materyalizmine kadar yaşanan gelişmeleri bilmek, Marksist materyalizmin kullanılışında bunların yaşadığı eksik ve yanlışlıklardan korunmayı kolaylaştıracaktır. Özellikle son dönemlerde, diyalektik materyalizme karşı artan saldırılar, felsefenin temel sorunu hakkındaki materyalist ve idealist cevapları ayrıntılarıyla inceleme gereğini güçlendirmektedir.
Yalnızca eski materyalizmle ilişkisi bakımından değil, idealizmin değişik türleri açısından da diyalektik materyalizmin temel farklılığı anlaşılmadıkça, bu yönden de bir sızma daima mümkün olacaktır. Diyalektik materyalizmi sözde geliştirme ya da yeni gelişmeler bakımından Marx ve Engels’in, Lenin’in görüşlerini revize etme girişimlerinin pek çoğunda, idealist çizgilerin egemenliği görülmektedir. Şu halde, idealizmin yalnızca temel özelliklerinin değil, ayrıntılarının ve değişik idealist felsefe okullarının iç tartışmalarının da bilinmesi, büyük önem taşımaktadır.
Bütün bilgi toplamı, felsefeyi bir uzmanlık dalı olarak seçen devrimciler için gerekli olarak görülebilir. Bu büyük ölçüde doğrudur. Ancak, sözünü ettiğimiz konular hakkında, genel ve temel bilgilerin felsefede uzmanlaşmak gibi bir hedefi olmayan devrimciler için de gerekli olduğu yadsınamaz.
Konuyu en iyi özetleyen kitap, Engels’in “Klasik Alman Felsefesinin Sonu ve Feuerbach” adlı kitabıdır.

BİLGİ TEORİSİ
Bilginin kökeni ve amacı, yine her felsefi sistemin temel problemlerinden biridir ve diyalektik materyalizm içinde de önemli bir yere sahiptir. İdealizm, bilginin kaynağını, insanın maddi varlığının öncesinde bulunduğunu söylediği yüksek düşünsel ve tali yapılara (Tanrı’ya, ruhlara, evrensel akla) bağlar. Böylece bilgi, kutsal kitaplardan, kilise babalarının hikmetlerinden aktarılan bir özellik kazanır. Metafizik materyalistler ise, bilginin, maddenin kendisinden kaynaklandığını ileri sürer. Her iki görüş açısından da, insanın bilgi sürecindeki yeri edilgendir. Marksist bilgi teorisi emek teorisi ile birlikte anlaşılabilir.
Burada, her şeyden önce, maddi varlığın bilincimizden bağımsız bir gerçekliği olduğu kabul edilerek yola çıkılır. İkinci önemli belirleme, nesnelerin ve olayların bilinmesinin değişik derecelerinin saptanmasına ilişkindir. “Kendinde şey”, “fenomen” gibi kavramlarla varlığın değişik bilgi durumlarında bulunduğunu ileri süren idealizme karşı, diyalektik materyalizm, bunlar arasında herhangi bir fark bulunmadığını, esas farkın, bilinenle bilinmeyen arasında olduğunu gösterir. Üçüncü temel özellik, bilimin ve bilginin bütün dallarında olduğu gibi, bilgi teorisinde de, bilgi, bitmiş, tamamlanmış bir şey olarak görülmez.
Nesnel gerçekliğin nasıl bilindiği, göreli ile mutlak arasındaki ilişkinin ne olduğu, bilimlerin ve bilginin gelişmesinde üretimin rolü gibi konular, diyalektik materyalist bilgi teorisinin temel konularıdır.
Materyalizm ve Ampriokritisizm (Lenin), “Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm” (Engels), “Doğanın Diyalektiği” (Engels), bu konuda da temel başvuru kaynaklarıdır.

ETİK VE ESTETİK
Marksizm, etik (ahlak) konusunu da, emek kavramının temelinde bulunduğu bir dünya görüşü çerçevesinde ele almıştır.
Marksizm öncesi felsefi sistemlerin hepsinde, ahlak, bireysel bir sorun olarak işlenmiş, bilincin yükseltilmesiyle ulaşılacak bir hedef olarak gösterilmiş ve toplumsal hayatta belirleyici bir rolü olduğu savunulmuştur. Marksist ahlak anlayışını incelerken, kendisinden önceki ahlak anlayışlarının temellerini ve işlevlerini araştırmak önem kazanmaktadır. Marksizm, sınıflı toplum ahlakının, sınıf çıkarlarıyla belirlendiğini ve herkes için aynı derecede geçerli genel ve ilahi bir ahlak olamayacağını göstermiştir.
Özel olarak komünistlerin ahlaka bakışları konusu da, Marx ve Engels tarafından değişik eserlerde ele alınmıştır. Fakat komünistin bir partili olarak ahlakı sorunu, esas olarak Lenin tarafından incelenmiştir.
Ahlakın sınıfsal doğası, iyi ve kötü kavramları için, Alman İdeolojisi ve Anti-Dühring’te temel bakış açısı bulunabilir.
Yine aynı konunun alt başlığı olarak ele alınabilecek aşk ve mutluluk için, “Klasik Alman Felsefesinin Sonu ve Ludwig Feuerbach”, “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” konuya giriş için temel yaklaşımı en iyi özetleyen eserlerdir.
Eşitlik, özgürlük ve adalet kavramları da, diyalektik materyalizmde, toplumsal içerikleriyle ve sınıflar arası ilişkiler temelinde açıklanır. Anti-Dühring, Konut Sorunu, Gotha Programının Eleştirisi, bu kavramların değişik işlevlerini ve toplumsal evrimini anlatan pasajlar içermektedir.
Son olarak Lenin’in, “Rus Genç Komünistler Birliği Kongresinde Konuşma–1920” başlıklı makalesi, bütün teorik malzemeyi özetleyen ve pratik olarak devrim ve ahlak ilişkisini diyalektik materyalizm açısından açıklayan en önemli çalışmadır. Burada, burjuvazi tarafından tahrif edilerek bir oportünizm ve pragmatizm örneği gibi tanıtılan “Bizim için ahlak, proletaryanın sınıf mücadelesinin çıkarlarına bağlıdır” önermesi ileri sürülmekte ve açıklanmaktadır.
Estetik, yalnızca felsefenin alt başlıklarından birisi olarak değil, aynı zamanda bütün eylemliliğini de göz önünde tutulması gereken “güzellik” kurallarını araştıran bir dal olarak da önemlidir. Diyalektik materyalizm, genel olarak sanat eserinin değerlendirilmesi ya da eleştirilmesi için dayanılacak başlıca ilkeleri, yine emek kavramı ekseninde ve sınıfsal ilişkiler temelinde ele alır. Bu konuda, diyalektik materyalizmin kurucularının özel bir çalışması olmamıştır. Görüşlerini, eserlerine dağılmış biçimde bulabiliriz. Marx’ın görüşlerinin Lisşitz tarafından yapılan bir derlemesi Türkçede yayınlanmıştır. Yalnız Lenin’in, sanat ve edebiyat üzerine oldukça zengin bir verimi vardır. Özellikle “Parti Edebiyatı ve Parti Örgütü” başlıklı makalesi, Tolstoy, Herzen, Çernişevski, üzerine sanatsal, siyasal ve sosyal ilişkileri de değerlendiren makaleleri son derece önemlidir.
Öte yanan Marksist estetik kuramına geliştirmeye yönelmiş çalışmalar, konuyu tartışmak ve geliştirmek için elverişli bir birikim sağlamaktadır. Bunlar arasında, Kagan’ın, Avner Ziss’in sonra da Luckas’ın eserleri ilk elde okunmalıdır.
Konunun bütününe ilişkin olarak, klasiklerin yanı sıra, şu eserlere de yardımcı kaynak olarak başvurulabilir:
Marksizm Ve Felsefe, Karl Kosch, Belge Yayınları, 1990.
Marx, Kapital ve Diyalektik Materyalizm, Prof. Dr. Ömür Sezgin, Verso Yayınları.
Diyalektik ve Tarihsel Materyalizmin Alfabesi, Boguslavski vd. Bilim Ve Sosyalizm Yayınları, 1990 Aynı eser Sol yayınları tarafından Diyalektik Materyalizmin Abecesi adıyla çevrilip yayınlanmıştır.)
Mantık ve Diyalektik, Aydın Çubukçu, Evrensel Basını Yayın, 1993.
Marksizm’de Temel Kavramlar, İlhan Akdere, Evrensel Basım Yayın, 1993.
Teoride ve Eylemde Diyalektik Materyalizm, Evrensel Basım Yayın, 1994.

Aralık 1994

Yasal Çalışma Ve Bolveşik Partisi Deneyimi

Devrimin izleyeceği yol, mücadele ve örgüt Dizinlerinin neler olacağı, çalışma alanlarının belirlenmesinde neyin temel alınması gerektiği vb. konular, genel olarak dünya devrimci hareketinde, özel olarak da Türkiye devrimci hareketinde üzerinde en çok tartışılan konular arasındadır. Bu sorulara verilen cevap ve sergilenen pratik, Marksistlerle çeşitli türden burjuva akımları ayırt etmede bir ölçü değeri kazanıyor.
İşçi sınıfının devrimci partisinin örgütlenme ve çalışma tarzının ve temel çalışma biçimlerinin belirlenmesinde ortaya çıkan sapmaların başında yasal çalışma ve örgütlenmeyle yasadışı çalışma ve örgütlenme arasındaki diyalektik ilişkiyi koparan anlayış gelmektedir. Üstelik bu çarpık bakış açısı, her defasında en keskin söylemlerin ardına gizlenerek, Marksist-Leninist klasikleri kendine zırh etmeye çalışarak kendisini ortaya koymuş ve tam bir kafa karışıklığına yol açmıştır. Başlıca iki kategoride ele alınabilir olan bu anlayışların çürütülmesi bakımından, anlam ve içeriğini bozuşturarak ardına sığınmaya çalıştıkları Bolşevik Partisi’nin zengin deneyiminin aktarılması ve ders çıkarılacak tarzda doğru yorumlanması önem kazanıyor. Ancak bunu yapmadan önce bu akımların ve anlayışların neler olduğunu kısaca da olsa yeniden hatırlatmakta yarar var. Bunlardan ilki, yasadışı bir partiyi reddeden, işçi sınıfı partisinin örgütlenmesini burjuvazinin izni dâhilinde, yasalarla sınırlanmış bir alanda gerçekleştirilmesi gereken bir etkinlik olarak ele alan anlayıştır.
İkinci Enternasyonal partileri ve sonraki dönemde Avrupa Komünizmi’ni temsil eden partiler bu akımın tipik temsilcileri oldular. Yasal olanaklardan yararlanmak adına, yasalcılığın batağına saplandılar, başlangıçta izledikleri devrimci çizgiden koparak, giderek düzen içi sosyal demokrat partilere dönüştüler. Devrim perspektifini tümüyle kaybettiler, düzenin uzantısı, eklentisi, işçi sınıfını düzen sınırları içinde tutmanın araçları haline geldiler.
Devrim perspektifini yitirmiş, kendilerini düzenin sınırları içine hapsetmiş ve giderek düzen partileri haline gelmiş olan bu partiler için devrim barışçıl geçişi, sosyalizm ise devlet mülkiyetine dayalı kapitalizmi ifade etti. Bu gibi partiler uzun bir tarihsel süreçte yasal faaliyet adına yasalcılığı kutsadılar, işçi sınıfı içinde tasfiyeci bir rol oynadılar.
Bu anlayışın ülkemizdeki temsilcileri ise, geçmişte TİP, sonraki yıllarda TSİP, TİKP gibi partiler oldu. Kurulduğu yıllarda gerek kitleselliği, gerekse geniş devrimci eğilimleri barındırmasına rağmen TİP, anayasal sınırları kutsayan, parlamentarizmin dışına çıkmayan bir çizgi izledi. 12 Mart sonrası yıllarda, TKP ile ilişkilerinin gelişmesiyle eylem kırıcı, düzenle bütünleşmiş bir program ve taktiğe sahip, Sovyetler Birliği’nin hegemonya mücadelesinin bir aygıtı olma özelliği taşıyan bir partiye dönüştü. TİKP ise 70’lerin ortalarından itibaren tasfiyeci ve devrim karşıtlığı rolünü, ‘78’lerde ihbarcılığa kadar götürdü. Bu anlayışların kaynağında TKP’nin çizgi ve pratiğinin bulunduğuna kuşku şoktur. TKP, kendini devlete kabul ettirmeye dayanan, parlamenter burjuva partilerini destekleyen pratiği ile, yasadışı bir parti iken yasalcılığın tarihsel kökü olmak gibi bir orijinaliteye sahiptir. TKP’nin yasal bir parti olarak örgütlenmemiş olması bu gerçeği değiştirmez. Bir örgütün, polis zoruyla yeraltına itilmiş olması onun çizgisindeki yasalcılığı ortadan kaldırmaz. Kısacası, yasalcılık eğilimi, Türkiye Solu’nda her zaman etkili olmuştur. Fakat 12 Eylül’den sonra bu, yeraltının horlanmasına ve devrimci yasadışı örgütlerin “karanlık” olarak nitelendirilmesine kadar varmıştır.
Anlayışların ikincisi ise, görünüşte birinci anlayışın tersine “sol” gerekçelerle ortaya çıkan fakat aynı ölçüde yanlış ve gerici anlayıştır. Bu, yasal olanı “lekeli” sayan, nasıl olduğuna bakmaksızın bütün yasal ve açık faaliyeti “yasalcılık” torbasına dolduran, kaynağını Maoculuk tan, Guevaracılıktan, küçük burjuva devrimciliğinden alan bir anlayıştır. Özünde yasal alanda etkili olan revizyonist, tasfiyeci akıma tepki temelinde ortaya çıkan bu anlayışın ülkemizdeki ilk temsilciliğini 71 hareketi olarak adlandırılan hareketler yapmıştır. O günkü koşullarda devrimci ve devrimi ilerletici rol oynayan bu hareketler, açık alanı küçümseyici, legal olan her şeye tepeden bakan, reddeden bir çizgi izlemekten bir türlü kurtulamadılar. Reformizme ve revizyonizme tepki temelinde ortaya çıktıkları halde, ondan kopamadılar. “Burjuva demokrasilerde yasal ve barışçıl çalışma, faşist diktatörlüklerde ve/veya oligarşik devletlerde yasadışı ve silahlı çalışma yürütülür” şeklinde köklerini Maoculukta bulan mutlak ve bütünüyle sübjektif değerlendirmelere dayanan bir anlayış, ektileri günümüze kadar devam eden bir çeşit gelenek yarattı. Sonuçta, yasal alanlarda çalışmayı önemsemeyen, somut bir çözümleye gitmeksizin her koşulda yasal çalışmayı reddeden, seçim boykotlarını bir strateji haline getirenler, “en devrimci” akımlar olarak görülmeye başlandı. Elbette ki, devlet biçimi yasal alanlardaki çalışmanın biçimini, kapsamım etkiler. Ancak hiçbir zaman sıfırlayamaz. Dünya devrimci hareketinin tarihi bunun örnekleriyle doludur. Faşist diktatörlük koşullarında parlamentoyu, spor kulüplerini, sendikaları kullanan, yarı yasal bir işçi partisi örgütleyen Bulgar komünistleri ve Dimitrov’un taktikleri bu konuda çarpıcı bir örnektir.
Kısaca söylemek gerekirse, işçi sınıfının devrimci komünist partisinin faaliyeti bir bütündür ve peşinen kendini hiçbir mücadele biçim ve tarzına mahkûm etmez. O, olabilecek bütün araçlarla, şartların gerektirdiği taktiklerle, bir devrim partisi olarak yığınları devrimci mücadeleye kazanmaya çalışır. Hem yasal hem de yasadışı araçları, devrimi güçlendirmesi koşuluyla uygun tarzda kullanır.
Üç büyük devrimin ateşi içinde çelikleşmiş ve bu büyük mücadeleler içinde zengin bir deney kazanmış Bolşevik Partisi’nin yasal olanaklardan faydalanma tarzına ilişkin konumuz açısından çarpıcı olan önemli tarihsel kesitlerle sınırlı kısa bir hatırlatmanın faydalı olacağını düşünüyoruz. Ancak unutulmamalıdır ki, bir devrimin deneyi, ne kadar zengin ve öğretici olursa olsun, somutluğu, özgünlüğü içinde ele alınmalıdır. Bu pratiğin, tüm uluslararası işçi hareketi açısından genelleştirilebilecek özellikleri olduğu gibi, o devrime ve özel koşullara özgü birçok özelliği de vardır ve bunlardan ders çıkarmak, onları olduğu gibi uygulamak, basitçe tekrarlamak şeklinde olamaz. Devrimci taktiklerin gerçekleşme koşullarını anlayarak, Marksizm’in genel ilkelerinin özel koşullara uygulanış tarzlarını inceleyerek dersler çıkarabiliriz ancak. Kısaca; hangi somut koşullarda hangi taktiklerin uygulandığını anlamaya Çalışarak bir ülke devriminden dersler çıkarabiliriz.

1912-1914 DEVRİMCİ YÜKSELİŞ DÖNEMİ
1905 Devrimi’nin yenilgisi ile, çarlık hükümeti II. Devlet Duması’nı dağıttı ve işçi sınıfının her türden örgütünü yıkmaya girişti. Devrimciler için çok zor olan bu dönemde zindanlar, kaleler, sürgün yerleri dolduruldu, eziyet ve işkence en üst boyuta çıktı; binlerce devrimci darağaçlarına gönderildi, katledildi.
Stolypin gericiliği olarak adlandırılan bu dönemde, Bolşevikler 1905 Devrimi sırasında izledikleri taktiklerini sürdüremezlerdi. Çarlığa karşı doğrudan mücadele yöntemlerinden dolaylı mücadele yöntemlerine geçtiler; bu, toparlanıp yeniden saldırmak için izlenen bir geri çekilme taktiğiydi. Yasadışı örgütü ve kitlelerle bağları koruma, bu dönemlerde oldukça önemliydi. Bunu sağlamak için legal her türlü olanaktan yararlanma yolunu seçtiler.
Bolşevikler böyle bir yol izlerken, birçok cephede de önemli mücadeleler verdiler. Özellikle Menşeviklerin, parti programını inkâra, işçi sınıfının illegal partisini tasfiyeye yönelik tasfiyeci çabalarına karşı zorlu bir mücadele ortaya koydular. Çünkü Menşevikler, devrime önderlik edecek partiyi ortadan kaldırmaya, işçileri çarlığa karşı mücadelede silahsız bırakmaya çalışıyor ve bunu da “zaten illegal parti dağılmıştır, onu diriltemeyiz; iyisi mi bir yasal parti kuralım” şeklinde yalınlaştırılabilecek bir tutuma girmişlerdi; dayak yedikleri alana bir daha girmemekte kararlıydılar. Bu mücadele aynı zamanda legal olanaklardan yararlanmaktan vazgeçmeyi, Devlet Duması’ndan çekilmeyi savunan Otzovitsler’e karşı da sürdürüldü. “Sol” gevezeliğe rağmen Otzovistler, partiyi kitlelerden koparmaya ve devrim için güç toplamaktan uzak tutmaya çalıştılar. Bolşevikler, bu iki uç savrulmaya karşı Rusya’nın o günkü koşullarında devrimi ilerletmek için en uygun taktikleri benimsediler. Ağır yaralar da almış olsa illegal partiyi korumak ve güçlendirmek, yeniden örgütlemek bir zorunluluktu; çarlığın vahşice saldırıları karşısında sakınmışız bir faaliyet yürüten bir parti illegal temelde örgütlenmeliydi. Öte yandan partiyi yığınlarla buluşturmak için, yığınları harekete geçirmede kaldıraç rolü oynayacak bir dizi araç gerekliydi ki, bunların başında çeşitli dernekler, yardım sandıkları ve parlamento bulunuyordu. Bu legal ağlar, aynı zamanda illegal aygıtı çevreleyip koruyacak bir işlev de taşımaktaydı. İşçilerin “Stolypin İşçi Partisi” adını taktıkları tasfiyecilerin taktiği ise besbelli ki, işçi sınıfını öncüsüz bırakmakla kalmayacak aynı zamanda işçi sınıfının sınıf bağımsızlığını da ortadan kaldıracak özellikteydi. Lenin’in önderliğindeki Bolşevikler, bu saldırıları püskürttüler. Lenin, tasfiyeciliği şöyle tanımlıyor:
“Tasfiyeciliğin özü, ‘yeraltı’nın reddedilmesi, tasfiyesi, onun yerine her ne pahasına olursa olsun, yasal olarak çalışan, biçimden yoksun bir örgüt konmasıdır. Bu nedenledir ki, partinin reddettiği şey, yasal çalışma ya da çalışma üzerinde ısrar değildir. Parti, eski partinin adına parti denemeyecek biçimden yoksun ‘açık’ bir şeyle değiştirilmesini kınamaktadır -hem de hiçbir açık kapı bırakmaksızın kınamaktadır.” (Lenin, Tasfiyecilik Üzerine, Sol Yayınları, s. 311)
Lenin’in önderliğindeki Bolşevikler, tasfiyecilere ve Otzovistler’e karşı mücadelede başarılı oldular. Prag Konferansı (Ocak 1912) önemli bir karar alarak, Menşevikleri partiden kovdu ve o güne kadar süren biçimsel birlik, bir daha gündeme gelmeyecek şekilde sonlandırıldı. Böylece, işçi sınıfının yeni tipte partisi kurulmuş oldu.
Devrimci hareketin yükseliş dönemi olan 1912-1914 döneminde Bolşevikler, bir yandan tasfiyecilerle ve Troçkistler’le mücadeleyi amansızca sürdürürken, diğer yandan kitlelerin eylemini ilerletmeye ve onu yeni bir devrim için örgütlemeye çalıştılar.
Bu dönem Bolşeviklerin illegal çalışmayı legal çalışmayla ustaca birleştirdikleri bir dönem oldu. Bolşeviklerin elinde güçlü bir silah olan “Pravda” (Gerçek) bu yıllar boyunca yayınlandı. “Pravda”nın yayınlanması kitle hareketinin yükselişiyle paralellik arz eder. İlk sayısının yayımlanma tarihi 22 Nisan (5 Mayıs) 1912’dir. “Pravda” Lenin’in talimatıyla Stalin, Oluniski ve Poletayev’in inisiyatifiyle çıkarıldı.
“Pravda” illegal bir partinin legal olanakları nasıl kullanabildiğinin en canlı örneklerinden biridir. Geniş işçi kitlelerini Bolşevizm’e ve devrime kazanan “Pravda”, kitlelerden aldığı destekle ayakta durdu. Polis takibatını, para cezalarını, sansürün hoşlanmadığı yazı ve mektupları yayınladığı için sayılarının toplatılmasını vb. on binlerce işçinin aktif desteği ile püskürtebildi.
İşçilerin aralarında topladıkları bağışlarla para cezaları ödenirken, ileri işçilerin matbaadan gazete balyalarını kaçırıp kitlelere ulaştırmalarıyla toplatmalar boşa çıkarılıyordu. Ortalama 40 bin civarında tirajı olan “Pavda”, iki buçuk yıl içinde tam sekiz kez kanatıldı. Ancak her defasında, benzer bir isimde yeniden yayınlandı. (“Za Pravda” -Pravda İçin, “Put Pravdi” -Pravda’nın Yolu, “Tradovaya Pravda” -Emek Pravdası gibi.)
“Pravda”, işçilerin nasıl yaşadıklarını, nasıl amansızca sömürüldüklerini vb. yayınlıyor ve kapitalist sömürücüleri teşhir ediyordu. Aynı şekilde köylülerin içinde bulundukları zor şartları gözler önüne seriyordu. Yalnız teşhirle kalmayarak, işçi ve emekçilerin mücadelelerini, mücadele tecrübelerini aktarıyor, grev ve direnişlere yer veriyordu. Grevlerle dayanışma örgütlüyor, grev fonları oluşmasına katkıda bulunuyordu.
Duma seçimlerinde ileri işçilerin örgütlenmesi görevini de “Pravda” yerine getiriyor; işçilere yeni mücadele biçimleri öneriyordu.
“Pravda”nın işçi sınıfının legal örgütlerinden Menşeviklerin atılması yönündeki mücadelesi kısa sürede sonuç verdi. Tasfiyeciler bütün işçi örgütlerinden birer birer temizlendi. 1914 Yazı’nda Bolşevikler, Rusya’nın siyasi bakımdan ileri işçilerinin beşte dördünün Bolşevik Parti’yi izlemesini önemli ölçüde “Pravda”nın katkılarıyla sağladılar.
Bolşeviklere o yıllarda “Pravdacılar” denmesi boşuna değildi. Ekim Devrimi’ni yapacak olan kuşak “Pravda” tarafından yetiştirildi. Bu dönemde Bolşeviklerin diğer bir legal organı IV. Devlet Duması’ndaki Bolşevik gruptu.
Duma seçimlerine Bolşevikler büyük önem verdiler ve kitlelerin karşısına siyasal taleplerle çıktılar. Bunlar “demokratik cumhuriyet”, “sekiz saatlik işgünü” ve çiftlik sahiplerinin topraklarına el konulması gibi 1905 Devrimi’nin temel şiarlarıydı.
Bolşevikler, seçim kampanyasından önemli kazanımlar elde ettiler. Duma seçimlerinde işçiler, halkın diğer kesimlerinden ayrı olarak oy kullandılar. Bolşevik Partisi üyesi altı temsilci Duma’ya seçildi. Bunlar Badayev, Petrovski, Muranov, Samolyov, Sagov, Malinovski’ydi. (Malinovski’nin ajan provokatör olduğu sonradan anlaşıldı)
Başlangıçta altısı Bolşevik, yedisi Menşevik olmak üzere ortak bir sosyal demokrat fraksiyon oluşturulmasına rağmen, Ekim 1913’ten itibaren Bolşevik fraksiyon bağımsız olarak hareket etti.
Bolşevik temsilciler, Duma kürsüsünü çarlık düzeninin teşhiri ve devrimin propagandası için oldukça ustalıkla kullandılar. İşçilerin vahşice sömürülmesine karşı gensoru verip, köylülere, çiftlik sahiplerine karşı mücadele çağrısı yaptılar. Kadetler’i teshir ettiler, sekiz saatlik işgünü için yasa teklifi, reddedilmesine karşın, ajitasyon açısından önemli oldu. Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı başladığında, Bolşevik fraksiyon, savaşa karşı oy kullanarak, emperyalist savaşı ve emperyalistlerin emellerini teşhir etti. Temsilciler, yalnız Duma içindeki çalışmalarla da sınırlı kalmıyor, ülkenin dört bir yanını; özellikle işçi merkezlerini dolaşarak, devrimci konuşmalar yapıyor, toplantılar düzenliyorlardı. Bolşevikler ayrıca, işçi sendikalarında, sigorta sandıklarında da faaliyet yürüttüler. İşçi ve emekçilerin desteğini alarak, buraları da devrimin mevzileri haline getirdiler.
Bütün bu dönemler boyunca Bolşevikler, yasadışı aygıtın zayıflatılması şöyle dursun, daha da güçlendirilmesi için ellerinden gelen tüm çabayı sarf etiler. Legal mevziler Bolşevikler için, devrimi ilerletmek için ustaca kullanılan alanlar oldu. Zaten böyle olmasaydı, 1917 Ekim Devrimi’ne giden yol bu kadar kısalmazdı.

ŞUBAT-TEMMUZ 1917
Şubat 1917’de üç yıl süren emperyalist savaşın çöküşe sürüklediği işçi ve köylüler, çarlık hükümetini yıktı. Devrim, işçi ve asker temsilcileri Sovyetlerinin desteğine dayanıyordu. 1905, Sovyetlerin ayaklanma organı ve aynı zamanda yeni devrimci iktidarın nüvesi olduğunu ortaya koymuştu. 1905’te yalnız İşçi Temsilcileri Sovyetleri kurulmuştu; 1917 Şubatı’nda ise İşçi ve Asker Temsilcileri Sovyetleri ortaya çıktı. Sosyal Devrimciler ve Menşevikler, Sovyetlerde çoğunluğu ele geçirdi. Daha sonra da Devlet Duması Geçici Komitesi’nin kurulması için burjuvazi ile uzlaştılar. Devlet Duması Geçici Komitesi ile İşçi ve Asker Temsilcileri Sovyetlerin Yürütme Komitesi’nin Sosyal Devrimci ve Menşevik önderleri, Bolşeviklerden gizli olarak geçici hükümet için anlaştılar. Böylece iktidar Sosyal Devrimci ve Menşevikler tarafından burjuvaziye sunuldu. Ancak Geçici Hükümet tek iktidar organı değildi; diğer yanda İşçi ve Asker Temsilcileri Sovyetleri de varlığını korudu. Böylece ikili iktidar doğmuş oldu.
Proletaryanın bileşiminin savaş sırasında değişmesi ve devrimin başında proletaryanın yetersiz bilinç ve örgütlülük seviyesi ikili iktidarın doğmasının nedeniydi.
Şubat Devrimi ile Bolşeviklerin yayın organları “Pravda” Petrogrady’da, “Sosyal-Demokrat” ise Moskova’da yeniden yayınlanmaya başladı.
Bolşevik Partisi’nin çarlık döneminin son derece güç koşulları altında çalışmış olan örgütleri, yeraltından çıkarak açık bir siyasi ve örgütsel çalışma içine girdiler. 24 Nisan 1917’de Bolşeviklerin VII. (Nisan) Konferansı açıldı. Parti kuruluşundan beri ilk kez açık bir Bolşevik Konferansı toplanıyordu.
Bolşevikler bu dönemde, Lenin’in Nisan Tezleri’nde ortaya koyduğu çizgiyi çok iyi hayata geçirdiler, ikili iktidar sürekli olamazdı; Bolşevikler buna hazırlıklı olmalıydılar. Nitekim iktidar, temmuzda burjuvazi lehine son buldu. Başından beri ikili iktidarın niteliğini doğru kavrayan Bolşevikler, şaşkınlığa uğramadan yeraltına geçtiler. Burjuvazinin saldırılarına karşı önder kadroları ve partiyi korumayı başardılar. Bundan sonra, sıra devrim için bir ayaklanma hazırlama dönemidir.
Burada dikkat çekilmesi gereken bir husus var: Bolşevikler açık faaliyet yürütürken, güçlerini burjuvazinin yasalarından almadılar, aksine, Şubat Devrimi’ne yol açan işçi, köylü, asker Sovyetlerinde örgütlenmiş ve burjuva hükümet ile birlikte ikinci bir otorite olan kitlelerden aldılar, ikili iktidar dönemi, belki de örneği az görülebilecek bir fiili durumdu. Bolşevikler bu fiili durumu devrimi ilerletmek, kitleleri devrim için örgütlemek için kullanmayı çok iyi becerdiler. Bu dönemde, parti üyelerinin sayısının üç katına çıkması ve Bolşeviklerin birçok kitle örgütünde etkinliklerini artırmış olmaları, Bolşeviklerin dönemin özelliklerini iyi kavramaları ve buna uygun doğru politikalar izlemeleriyle açıklanabilir.
Sosyal Devrimci ve Menşevik önderleriyle Sovyetler, Geçici Hükümet’in bir uzantısına dönüşüp, ikili iktidar burjuvazinin lehine son bulduğunda gericilik ilk olarak Bolşeviklere saldırdı. Sürecin böyle bir sonuca yol açmış olması Bolşevikler için sürpriz olmadı; kısa sürede tedbirlerini aldılar ve burjuvazinin saldırılan amacına ulaşamadı.
Bolşevik deneyiminin bütünü, işçi sınıf mücadelesi açısından büyük önem taşıyor ve üzerinde çalışılıp kavranmalı ve gereken dersler çıkarılmalıdır. Ancak 1912-1914 dönemi ve 1917 Şubat-Temmuz dönemleri özelikle legal çalışma olanaklarının ne denli başarılı kullanabildiğinin örneklerini sunuyor. 1912-1914 döneminde açık bir parti şeklinde oraya çıkmayan Bolşevikler, Pravda, Duma, sendikalar, sigorta sandıkları vb. de sürdürdükleri çalışmalarla bir yanıyla açık bir parti gibi çalıştılar.
1917 Şubat-Temmuz döneminde ise koşulların farklılaşması Bolşeviklerin kitlelerin karşısına doğrudan açık bir şekilde gidebilmesi olanağını Sağladığında Bolşevikler bunu da çok iyi değerlendirdiler.
Her iki dönem açısından, Bolşeviklerin, çeşitli mücadele ve örgüt biçimlerine başvururken, masa başında icat edilmiş donmuş formüllerden yola çıkmayan, somut durumun somut tahliline dayanan, oldukça esnek politikalar izlediklerini söylemek gerekiyor. Her dönem illegal örgütü güçlendirmek önem taşırken, legal alanda, ortaya çıkan her olanağı kullanma ye bunu genişletme perspektifi ve becerisi, Bolşevik tarzda çalışmanın en dikkat çekici yönüdür. Anılan dönemler yasal çalışma ve açık/ parti faaliyeti açısından önemli deneyler sunarken, diğer dönemlerde de Bolşevikler, yasal, olanakları kullanmada bu dönemlerdeki kadın; geniş olmasa da, oldukça önemli kazanımlar elde ettiler.
Bolşevik devrimci çalışmanın gösterdiği gibi legal olandan sınırsızca yararlanma yeteneği, gösteremeyen bir devrimci örgütün ya da sınıfın devrimi örgütlemesini beklemek tam bir ham hayaldir. Ülkemiz devrimci pratiğinde (ve ‘ elbette teorik ifadelendirmede) sıkça düşülen hatalardan biri de legal olandan yararlanmayla; legalizmin birbirine karıştırılmasıdır. Ne var ki gözden kaçırılan, birinci durum devrimi ilerleten bir rol oynarken, ikincisi tasfiye eder.

Aralık 1994

Stalin 115 Yaşına: Gün Pratik Devrimcilik Zamanıdır!

Son yıllarda komünistler, Stalin’le ilgi­li olarak yazdıkları bütün yazılarda bir genelleme yapılacak olursa eğer, hemen hemen tek bir şey işlediler: Bun­lar, “Stalin Savunulmadan Marksizm-Leninizm Savunulamaz” ana temasına uygun olarak ele alınan yazılardı. Sovyet sosyal-emperyalizminin ve modern revizyonizmin yıllar sonra ama “resmen” çö­küşünün ilanının ardından girişilen em­peryalist ve revizyonist saldırı dalgasının yoğunluğunda, ağırlığın buna verilmesi kaçınılmaz bir gereklilikti komünistler açısından. Gerek emperyalist propagan­dacılar gerekse çeşitli renklerden reviz­yonistler, bu saldırı ortamında, Stalin şahsında sosyalizm ve Marksizm-Leninizm’i hedef tahtasına oturtmuşlardı.

Bugün, bütün bu saldırıların hızı, önemli oranda kesilmek zorunda kalmıştır. Ama komünistlerin önünde artık giderek yakıcılaşan bir zorunluluk var: Devrimin pra­tik olarak örgütlenmesi. Stalin’in devrim­ci eylemi, bu x açıdan bakıldığında devrimci militanlar açısından çok somut örneklerle doludur. Devrimci önderleri ve devrimci militanları anmamızdaki amacımızın, kendi pratik devrimci eyle­mimizi ilerletmek olduğu bilinciyle, Stalin’i 115. doğum gününde bu yönüyle anmak istiyoruz. O yüzden bu anma yazı­sının başlığım, artık her devrimci militana, kendisini adeta dayatan bir belgi ola­rak belirledik: Gün pratik devrimcilik zamanıdır. Kuşkusuz ki, “gün pratik dev­rimcilik zamanıdır” denilirken “pratik devrimcilik”, “teorik devrimcilik” gibi bir ayrım yaratmayı amaçlamıyoruz. Dergi­mizin daha önceki sayılarında yayınla­nan birçok yazı ve komünistlerin “dev­rimci teori ve devrimci pratik” arasındaki ilişkiye yaklaşımları yeterince açık ve nettir ve bu okuyucularımız tara­fından çok iyi bilinmektedir. Bugün ülke­miz devriminin ve emekçi hareketinin, sınıf mücadelesi açısından gelişim özel­likleri düşünüldüğünde bu belginin ne kadar anlamlı olduğu daha iyi anlaşıl­maktadır.

Bir genelleme yapacak olursak; ülke­mizdeki sınıf mücadelesinin kazanmış bu­lunduğu boyutları şöyle özetleyebiliriz: Mevcut hükümet ve burjuva partilerin tüm acizliğine rağmen sermaye ve dikta­törlük, çok yönlü yalan ve baskı operas­yonlarıyla desteklenen kriz programı ve halk düşmanı politikaları uygulama ko­nusunda belirli bir ilerleme sağlamış du­rumdadır. Gericiliğin yaratmak için çır­pındığı sahte tablo ve imaja rağmen diktatörlüğün, tarihinin en sıkıntılı döne­mini yaşadığı, en aciz hükümetlerden bi­rinin “işbaşında” olduğu, yasama-yürütme-yargı fonksiyonlarının büyük öl­çüde devre dışı bırakılarak doğrudan ve daha etkili baskı ve sömürü yöntemleri­ne başvurulduğu ve tüm bunlarla birlikte yaşanan ekonomik kriz ve politik sıkıntı­ların geniş halk kitlelerini büyük bir yıkı­ma götürdüğü bu günlerde, karşı-devrimci gericiliğin bu derece etkili olup ilerlemeler sağlamış olmasını neye, nele­re bağlayabiliriz? Bunun, sınıf ve halk ha­reketinin az çok etkili ve istikrarlı bir mücadele cephesi halini alamamış oluşu­na; bir adım daha öteye gidilirse ilerici, devrimci mücadele güçlerinin, gerçekleş­tirilmesi pekâlâ mümkün olan (halen de mümkün olmaya devam eden) mücadele olanaklarını sonuna kadar ve pratik olarak değerlendiremeyişine bağlı olarak ya-sanan bir gelişme olduğuna tanık olmak­tayız.

Bu zayıflığı, geçmişten beri taşınan hata ve zaaflarla ya da bugünkü mücade­le koşullarının çeşitli güçlükler taşımasıy­la açıklamak bütünüyle doğru değildir kuşkusuz. Karşıdevrimin çok yönlü ve ağır saldırıları, devrimci ve komünistlere yönelik baskılan, sendika ağalarının hain tutumları, küçük burjuva dar kafalılığının ya da pasifizminin hareketi baltalayıcı rolü, yığınların bilinç ve örgütlenme dü­zeyindeki gerilikler vb… Tüm bu zorluk ve engeller, eğer pratik devrimci tutumun gerekleri yerine getirilirse, işte ancak o zaman “çaresizleştirici”, “öldürü­cü”, “değişmez” zorluk ve engeller değil, ama ezilen kitlelerin gücüyle bloke edile­bilen, şöyle ya da böyle aşılabilip-etkisizleştirilebilen, mücadelenin doğal-kaçınılmaz engelleri haline gelebilecektir.

İşte devrim yılları boyunca o büyük ülkenin, Rusya’nın, şu ya da bu noktasın da proletarya devrimini örgütlemek için elinden gelen her şeyi yapmak üzere ha­rekete geçmiş bulunan Bolşevik bir mili tan, bütün zorluk, engel ve baskılara karşı, pratik devrimci değiştirici tutu­mun, önde gelen temsilcilerinden biri ol­muştur. Bu kişi, Stalin’dir. Stalin, müca­deleye atıldığı ilk andan başlayarak, Marksizm’in usanmaz bir öğrencisi olma­nın yanında, ulaştığı her yerde ve bulunduğu her alanda somut, devrimci bir dönüşüm yaratmayı ve bu arada kendisini de sürekli olarak yenilemeyi iş edinmiş olan bir proletarya militanıdır.

ÖRGÜTÇÜ VE GERÇEK BİR PRATİK DEVRİMCİ

Örgüt kavramı kuşkusuz değişik şekil­lerde anlaşılabilir ve anlaşılmaktadır. Ör­neğin kimileri, “örgütçü” denildiğinde, “devrimci örgüte adam kazanma”yı anlar. Bir başkası, örgütün gündelik işle­rini organize etmenin “örgütçü” kavramı­nın içeriğini tam anlamıyla doldurduğu­na inanır. Ya da kimisi, genel olarak, “devrimci örgüt işi yapmak örgütçülük­tür” inancına sahiptir. Oysa bunlardan hiçbirisi tek başına örgütçülük değildir.

Örgütçülük ve pratik devrimcilik; gün­demdeki gelişmeleri Ye mevcut durumu bir “yorumcu, yakınmacı” tavrıyla ya da “müzmin protestocu” tutumuyla veya etkisiz-beceriksiz çabalarla “tespit edip eleştirmek” değil ama mevcut durum ve gelişmeleri, ileriye doğru Ye pratikte de­ğiştirmek üzere devrimci eleştiriyle hücum edip, devrim yapma perspektifi, sorumluluğu, cesareti ve kararlılığıyla, ezilen emekçi kitlelerin kitlesel-istikrarlı mücadele ve örgütlerini alabildiğine güç­lendirerek çok yönlü, etkili, sistemli, pra­tik ve kitlesel çalışma konusu yapmak demektir. Bu, her bakımdan devrime tam anlamıyla adapte olmak anlamına gelir.

Stalin’in, sonrasında olduğu gibi Ekim Proleter Devrimi öncesindeki çalışma ve eyleminde, gerçek bir örgütçünün, ger­çek bir pratik devrimcinin cisimleşmiş gelişkin bir ifadesini görürüz. Örneğin, Bolşevik çalışmayı güçlendirmek üzere yıllarca görev yaptığı Kafkasya’daki çalışması öğreticidir. Onun, örnek bir örgütçü ve pratik devrimci oluşu, 1909’da yazdığı “Kafkasya’dan Mektuplar”a yansımıştır.

Ülkenin ve bölgenin güncel bir değer­lendirmesine dayanan karşı güçlerin durumunun analiz edilmesi, ellerindeki olanak ve araçların, bunların kullanabil­me imkânının hesaba katılması; işçile­rin yaşam ve iş koşullarının, bilinç ve ör­gütlülük düzeylerinin tanınması ve bunları etkileyen koşulların ortaya ko­nulması; sınıf ilişki ve çelişkilerinin tanınması, açığa çıkartılması ve çelişkile­rin ilerlemeye yol açacak tarzda nasıl derinleştirilebileceğinin hesap edilmesi; bütün bunlara dayanan ve uygun olan amaçların ve taleplerin belirlenmesi; be­lirlenen amaçlara ulaşabilmek için sarsıl­maz ve bükülmez bir irade ve yaratıcı ey­lemle sonuç almaya girişilmesi…

Bakû ve Tiflis’in fabrikalarında, sendi­kaların kurulması, gerici sendikaların ele geçirilmesi, belirli hedeflere ulaşabilmek için düzenlenen grevlerin amaçlarına ula­şabilmesi için, bütün olanakların sonuna kadar zorlanması ve sonuçlandırılması vardır burada. (Örneğin, Petersburg’da Kışlık Saray’a yapılan yürüyüşten birkaç hafta önce, yani 1904 yılı Aralık ayında, Bakû’deki petrol işçilerinin yaptığı sebat­lı ve uzun bir grev, işçiler ile işverenler arasında bir toplusözleşme imzalanmasıy­la sona ermişti. Rusya’da imzalanan ilk toplusözleşmeydi bu. Ve bu çetin grevde Stalin’in belirleyici bir rolü olmuştu.) El­bette ki bütün bu ve diğer çalışmaların genişletilebilmesi için, devrimci örgütün güçlendirilmesi ve en verimli tarzda mevzilendirilmesinin sağlanması, ajitasyon-propaganda ve aydınlatma faaliyetinin güçlendirilmesi için gerekli teknik donanımın sağlanması, araçların yaratıl­ması… (Stalin, Bolşevik çalışmanın yaygınlaşıp emekçi kitlelerle birleşebilmesi için, örgütün sağlam bir teknik donanıma ihtiyacı olduğunu iyi biliyordu. Bir gizli basımevi kurarken ve işletirken ya da başka bir teknik aracı işletirken, eldeki her olanaktan ustaca yararlanıyordu. Bununla ilgili ilginç ve biraz da eğlenceli bir örneği burada aktarmak istiyoruz: “Polisin elinden kurtulmaya çalışan Koba, Batum yakınındaki bir köye gitmişti. Baskı makinesini de beraber götürmüş ve orada Haşim adında bir Müslüman’ın evinde kalmıştı. Teşkilatın üyeleri, kadın kıyafetine girerek ve Kafkas kadınlarının geleneksel uzun peçeleri şadralarla yüzlerini kapayarak,

Stalin’in bulunduğu eve geliyorlar ve gizli bildirileri alıyorlardı. Bunu gören komşular kuşkulanmaya başlamıştı. Koba’nın para bastığı söylentileri yayılmaya başlamıştı. Köylüler, elde ettiği kârdan ken­dilerine de hisse istemeye geldikleri zaman, durum tehlikeli bir şekle girmişti. Ama Koba, yaptığı işin aslını anlatarak, köylülerin güvenini kazanmış olmalıydı. Bununla birlikte, İslam dinini kabul edeceği hakkında Haşim’e söz vermekten geri kalmamıştı.” (STALİN, Bir devrimcinin hayatı-1, Isaac Deutscher, Sosyal Yayınlar, Çev. Selahattin Hilav))

1901 yılından başlayarak, uzunca bir süre faaliyet yürüttüğü Kafkasya bölge­sinde Stalin’in (Kafkasya işçilerinin Koba’sının) yürüttüğü devrimci bir çalış­manın içeriği budur. O, burada gizli bir basımevinin örgütleyicisidir, devrimci bir gazetenin yayınlanmasının mimarıdır, fabrikalara dağıtılan devrimci bildirilerin yazandır, düzenlenen gösterilerin en önünde yürüyen militandır. Neredeyse dokunduğu her şeyde bir değişim yarat­maktadır ve sürekli olarak kendisini ye­nilemekte ve geliştirmektedir; o, buralar­daki çalışmalarını kendisi açısından çıraklık ve kalfalık yılları olarak değer­lendirmektedir örneğin. Elbette ki onun örgütçülüğü ve pratik devrimciliği, çarlı­ğın da yakın ilgisine layık olmakta ve gizli polis onun hakkında şöyle bir rapor düzenlemektedir:

“1901 yılı Ağustos ayında, Tiflis Sosyal Demokrat Komitesi, daha önce İlahiyat Okulu altıncı sınıfında öğrencilik yapmış bulunan üyelerinden birini, yani Josef Vissarion Cugaşvili’yi, fabri­ka işçileri arasında propaganda yap­ması amacıyla Batum’a gönderdi. Cugaşvili’nin gösterdiği faaliyetin sonucu olarak, Batum’un bütün fabrikalarında Sosyal Demokrat teşkilatları ortaya çık­maya başladı.” (a.g.e. s. 83)

İleri doğru hamleler yapabilmenin, somut adımlar atabilmenin vazgeçilmez koşulu ve şartıdır devrimci kadrolar. Ama gerçek bir devrimci militan, örgütçü olabilmenin şartı da somut ilerlemeler ve gelişmeler yaratabilmektir. Bugün Türkiye’de yaşanan yakıcı çelişki; gelişme ve saldırıları, bulunduğu fabrika, işyeri, yerleşim alanı, okul ve bölgesindeki yı­ğınların ana kitlesinin; bilinç, eylem ve örgütlenmesini geliştirici pratik çalışma­nın (yasal-yasadışı, sözlü-yazılı kitlesel ajitasyon, propaganda, teşhir, açıklama, kampanya, çağrı vb.) konusu haline getir­meyen devrimciler, sözde devrimci kal maya mahkumdurlar. Bunun yanında devrimin ve devrimci mücadelenin pra­tik olarak örgütlenebilmesi için bugün; bu çelişki, gelişme ve saldırılardan etkile nen kitlelerin en çoğuna, en anlaşılır, en etkili biçimde ve kesintisizce gitmek ve onların tek tek alanlarda ve birleşik olarak en çoğunu, en kararlı biçimlerde, en somut talepler için harekete geçirmek; güçlerini en etkin biçimde kullanıp birik­tirecekleri ve belirleyici savaşlara hazırlanacakları, en kitlesel, en işlevli, en daya­nıklı ve pratik araçlara kavuşturmak üzere her olanağı kullanarak en fazla ça­bayı gösterebilmeliyiz!

Bunun için vazgeçilmez olan şeyler den birisi vardır ki, bu devrimin ve devrimci kitle hareketinin örgütlenmesi için tam anlamıyla bir zorunluluktur: Parti disiplini.

Parti disiplini, devrimin bir parçası olmayı değil, ama devrimi yaşamının bir parçası yapmayı kafaya koymuş olan bir oportünist için, boğucu, özgürlüksüzleştirici, sıkıcı ve birey haklarını baltalayıcı bir şey ya da bir türlü azaptır. Ama pro­letaryanın kurtuluşunun, herkesin kurtu­luşu olduğunu ve herkes kurtulmadıkça, hiç kimsenin kurtulamayacağım çok iyi bilen proletarya devrimcileri için ise devrime parti disipliniyle kenetlenmek gerçek bir özgürlük anlamını taşır. Burjuva dünyasından onu yıkmak üzere ve ona karşı tam bir koşusu gerçekleştir­mek isteyenler için gerçek ve somut bir olanaktır bu.

Stalin’in bütün devrimci yaşam ve ey­leminde, sarsılmaz bir parti disiplini ve bükülmez bir irade kendisini açıkça gös­termektedir. O, parti disiplinini, partinin taktik ve stratejileriyle yaratıcı devrimci eylemin birleşmesi olarak görüyor ve daha 1903 yılında şunları söylüyordu:

“Savaşçı proleterin partisi, fertlerin rasgele bir araya toplanmasından ku­rulmuş bir yığın olamaz. Parti, merkezileşmiş ve tutarlı bir teşkilat olmalı­dır… Partinin görüşlerini pasif bir şekilde kabul etmek yeterli değildir. Herhangi bir programı kabul etmeye hazır bir yığın geveze ve boşboğaz her zaman bulunur…”(a.g.e. s. 101)

Gerçekten sözü edilen dönemde, sos­yalist programları benimseyen birçok kişi vardı. Ama devrimin ihtiyaç duyduğu kişiler, Lenin’in deyimiyle “doğrudan ey­leme dalan” asla sarsılmayan bir disiplin ve başarma tutkusuyla harekete geçen, üzerinde iş yapılacak olan nesne eğer demir kadar sertse, ona çarpıp geri dönmeyen ama çelikten bir parti disipliniyle onu değiştirebilmeyi başaran kadrolardı. Eğer böylesi Bolşevik kadrolar olmasay­dı, Ekim Devrimi’nin gerçekleşmesi ola­naksız olurdu. Stalin bunu biliyordu, Marksizm’i bir eylem kılavuzu olarak kavramıştı, düşünce ve eyleminde onun­la silahlandırmıştı kendisini. Stalin’i, Sta­lin yapan şey işte buydu.

ASLA “TOPRAK”TAN KOPMAYAN BİR MİLİTAN

Stalin, “Pratik Çalışma Üzerine” baş­lıklı yazısında, komünistlerin kitlelerle bağlan hakkında şunları yazar:

‘Yığınlarla bağlantı, bu bağlantıları güçlendirme, yığınların sesini dinleme­ye hazır olmadır. Bolşevik önderliğin gücü ve yenilmezliği burada yatar. Geniş halk yığınlarıyla bağlarını sür­dürdükleri sürece Bolşeviklerin yenil­mez olacağı, bir yasa olarak kabul edi­lebilir. Ve tersi; Bolşeviklerin tüm güçlerini yitirmeleri ve bir hiç haline gelmeleri için, yığınlardan kopmaları ve onunla bağlarını kaybetmeleri yeter, bürokratik pasla kaplanmaları yeter.

Eski Yunan Mitoloji düşüncesinde, deniz tanrısı Poseidon ile toprak tanrı­çası Gaea’nın oğlu olan Anteus adlı unlu kahraman vardı. Anteus, kendisi­ni doğuran, besleyen ve büyüten anne­sine özellikle bağlıydı. Bu Anteus’un ye­nemediği kahraman yoktu. Yenilmez bir kahraman sayılıyordu. Anteus’un gücü nede gizliydi? Bir düşmanla kav­gaya giriştiğinde, kendisini doğuran ve besleyen anasına dokunur ve yeni bir güç kazanırdı, İşte Anteus’un gücünün kaynağı. Ama gene de bir zayıf noktası vardı —topraktan herhangi bir biçimde ayrılma tehlikesi. Düşmanları, Ante­us’un bu zayıflığını hesaba katıp onu gözlemeye başladılar. Ve bu zayıflığın­dan yararlanıp Anteus’u yenen bir düş­man buldular. Bu, Herkül’dü, Herkül, Anteus’u nasıl yendi? Anteus’u topraktan ayırıp havaya kaktırdı. Anteuse’un toprağa dokunma olanağını ortadan kaldırıp onu boğuverdi.

Sanırım, Bolşevikler bize Yunan Mi­toloji kahramanı Anteus’u hatırlatıyor­lar…” (Stalin, Örgütlenme Üzerine, Yorum Yayınları)

Stalin, 1901’den başlayarak Ekim Devrimi’ne kadar, 17 yıl boyunca tam bir ye­raltı militanıydı. Bu dönem boyunca 7 kez sürgün edildi ya da tutuklandı. Ama her tutuklanmanın ardından o, yine top­rağa, kitlelere döndü. Onun, yıllar sonra geriye dönüp baktığında devrimci çalış­manın başarı koşullarından en önemlisi olarak gördüğü şey bu olacaktı: Ezilenle­rin olabilecek en fazlasıyla ilişki kurmak. Bir Bolşevik olarak Stalin’in çalışma tar­zında, ezilen kitlelerle bağı koparmamak, tersine sürekli olarak güçlendirmek için mutlaka bir yol bulunurdu. Evet, o, tam 17 yıl boyunca bir yeraltı militanıydı: Ama onun açısından yeraltı militanı olmak demek, emekçilerle ve işçilerle bağlan koparmak anlamına gelmiyor, tersine, kitle hareketini örgütlemek için sınırsız bir olanaklar toplamını, sınırsız bir özgürlük ortamını ifade ediyordu.

İflah olmaz bir yasalcı için, yeraltı ya­şamından daha boğucu olan ne vardır? Böyle bir kişiye, yasadışı çalışma, tehlike­li, riskli, boğucu bir esaret ortamı olarak görünür. O, sadece yasal araçlarla ve üs­telik kendince daha fazla insana seslenme imkânı varken, gizli çalışmanın temel alınmasındaki inatçılığı anlayamaz. Ona böyle bir düşünce (gizli çalışmayı temel alma düşüncesi) dar kafalılık ya da mace­racılık olarak görünür. Gizli çalışmanın yasal çalışmadan kat kat özgür olduğu bir yana bırakılırsa, devrimci kitle çalışmasında yasal olanaklardan azami olarak yararlanabilmenin koşulunun gizli örgüt ya da gizli çalışmanın temel alınması gerektiği, devrim tarihi tarafından onlarca kez kanıtlanmıştır. Gerçekten, Ekim Devrimi bu açıdan çok iyi bir örnektir. “Ya­salcı Marksistler”in kitlelerden kopması, ama güçlü, sağlam, esnek ve çelikten bir disiplinle örülü Bolşevik Parti’nin, dev­rim için yığınların yaratıcı gücünü hare­kete geçirebilmesi bu açıdan çok iyi bir örnektir. Bir Bolşevik militan olarak Stalin 17 yıllık yeraltı yaşamı, bu açıdan ge­lişkin bir örnektir. 0, bütün bu dönem boyunca, çalışma yürüttüğü yerlerde yasal olanaklardan en verimli tarzda ya­rarlanabilmeyi çok iyi bilmiştir. Örneğin o, Bakûlü petrol işçileri arasında yürüttü ğü çalışma sırasında yazdığı mektuba, şu notu düşürmektedir:

“Eğer örgütümüz krizi nispeten kolay atlatabildiyse, eğer faaliyetine hiçbir zaman ara vermediyse ve tüm güncel sorunlara şu ya da bu biçimde tepki gösterdiyse, bunu birçok bakım­dan kendisini çevreleyen ‘legal olanaklar’a borçludur.” (Stalin, Eserler-3, İnter Yayınları)

Yasal olanaklar, elbette burjuvazinin işçilere ve devrimcilere bahşettiği bir şey değil ama bizzat onların mücadelesinin bir sonucu, bir ürünüdür. Bunlar, burju­vazi tarafından, işçi sınıfına ve devrimci örgütlere daha güçlü saldırılar düzenle­mek için geri atılan bir adını anlamım da taşıyabilir. Ama devrimci yaratıcı çalış­ma, bu olanakları, burjuvaziyi daha da geriye doğru adım attırmanın, yere yık­manın da bir olanağıdır. Yeter ki, komünist örgüt ve komünist militanlar, bu yönde hareketli, esnek ve sağlam bir bi­çimde harekete geçebilsinler ve emekçi yığınları bu yönde hareketlendirebilsinler.

DEVRİMCİ RUS ATILIMCISI, AMERİKAN PRATÎKÇİSİ

“a) Rus devrimci atılımı ve b) Ame­rikan pratiği anlayışı, Leninizm’in tarzı, bu iki özelliğin parti… çalışmasında birleşmesidir.

Rus devrimci atılımı, eylemsizliğe, yerleşmiş verimsiz alışkanlıklara, tutu­culuğa, zihin durgunluğuna, eski gele­neklere kölece bağlılığa karşı panzehir­dir. Rus devrimci atılımı öyle canlandırıcı bir güçtür ki, zihni açar, ileri doğru iter, eskiyi parçalar, pers­pektifler açar. Bu atılım olmadan hiçbir ilerici hareket mümkün değildir.

Amerikan pratiği anlayışı, tersine, ‘devrimci’ Manilovizme ve işgüzarlığa karşı panzehirdir. Amerikan pratiği an­layışı, engelleri tanımayan, her cins ve her türlü engeli verimli çalışmayla de­viren, önemsiz de olsa başladığı işi mu­hakkak bitiren ve ciddi bir kuruluş ça­lışmasında mutlaka edinilmesi zorunlu olan yılmaz bir güçtür.

Ancak bu ikisinin birleştirilmesi bize, tam Leninist militan tipini ve ça­lışmada Leninist tarzı verir.”(Stalin, Leninizm’in Sorunları, Sol Yayınlan, s. 100 vd.)

Stalin, bunları, 1924 Nisan’ı başların­da Sverdlov Üniversitesi’nde verdiği kon­feranslar sırasında söylemektedir; söyle­nenler Leninizm’in çalışma tarzına ilişkindir. Bunlar, Stalin’in bütün devrim­ci hayatı boyunca karşılaştığı ve aştığı engellerden, denk geldiği ve çözdüğü so­runlardan, oportünist unsurlara karşı acı­masız ve sert mücadelelerinden, yani karşıdevrimci eyleminden ve Bolşevik Parti’nin çetin mücadelelerinden vb. çı­kardığı derslerin en özlü anlatımlarından birisidir.

Dikkat edilecek olursa, burada, dev­rimci çalışma açısından iki olumsuz yön, iki ciddi hastalık sıkı bir eleştiriye tabi tutulmaktadır. Bunlardan birincisi; “Kö­keni, her şeyi yoluna koyabilen, her şeyi değiştirebilen, kararnamelerin kerameti­ne körü körüne inanma olan ‘devrimci’ iş­güzarlık hastalığı, devrimci plan yapma hastalığı”dır. İkincisi ise; “kısa sürede yozlaşma tehlikesiyle karşı karşıya olan, dar pratikçilik ve ilkesiz işgüzarlıktır. Diğer yandan da Leninist çalışma tarzı açısından olmazsa olmaz (olmazı oldurmak için olmazsa olmaz) iki devrimci vurgu yapılmaktadır burada. Bun­da, çalışmada sürekli bir ihtilalcilik, devrimci coşku ve girişilen her eylemden sonuç almak ve başarma tutkusu özetlenebilir.

Bizim ülkemizdeki güncel devrimci mücadelenin sorunları açısından düşünürsek, buradan şu somut sonucu çıkarabiliriz:

Binlerce, on binlerce ezileni etkileyen yakıcı gelişme ve sorunları yine binlerin, on binlerin mücadele ve örgütlenmesine, giderek birleşik hareketine yol açacak gelişme ve sorunlar olarak değerlendirmek; kendi ilerici, devrimci varlığını böylesi bir mücadelenin örgütlenmesinin aracı olarak arındırmak, yenileyip geliştirmek. Bugün, devrimci çalışmanın ve devrimci militanın başlıca uğraşısı ve başlıca ölçütü bu olmalıdır.

Değilse, “doğruları kabul edip savunarak” “yanlışları eleştirerek”, “devrimci ilerlemeyi değil ama ‘devrimci’ plan yapmayı iş edinerek”, “çalışmaya gerçek bir ihtilalci ruh hali yerine, sorunlar altında boğulan bir sızlanıcının ruh halini geçirerek”, “devrimci teoriyle daha fazla silahlanma yerine, ondan biraz daha uzaklaşarak, zihni biraz daha durağanlaştırarak” devrim örgütlenemeyeceği gibi, böylesi bir mücadelenin” bir arpa boyu yol ala­mayıp, zaferler kazanamayacağı asla unutulmamalıdır. Devrimi pratik olarak ör­gütlemek için gerekli olan; pratik yaşam ve mücadele koşulları içinde doğruları yapmak, yanlışlardan kaçınıp, yanlışları gidermektir. Bu olmadığı takdirde, geliş­melerin doğal zorluk ve engelleri ile mevcut koşullar; taşıdığı muazzam müca­dele olanaklarının sonuna kadar değer­lendirilmesi çabasının, sorumluluğunun ve kararlılığının (yani pratik devrimcili­ğin) değil; ama ortaya çıkardığı “muaz­zam sınırlılıkların”, çaresizlik ve yalpalamalara gerekçe yapılışının (yani “devrimci lafazanlığın”) konusu yapıla­rak ele alınmış olacaktır.

Eğer “devrimci lafazanlığı” ve “dar pratikçiliği-ilkesiz işgüzarlığı”, devrimi pratik olarak ve yenilenmiş bir enerjiyle örgütlenmeye yeğlemeyeceksek; eğer kimin hangi yanlışı ya da gericiliği yaptı­ğı üzerine değil, ama bizim hangi doğruları yaptığımız ve daha nasıl yapacağımız üzerine söz ve eylem oluşturacaksak;

Devrimci yaratıcılık ve çalışmada ihtilalcilikle, işçi sınıfını, Kürt halkını, emek­çileri, gençliği ve devrimci komünist saf­ları, güncel gelişmelerin yakıcı hale getirdiği sorun, ihtiyaç ve talepler için, tek tek ve birleşik olarak yürüteceği mü­cadelelere hazırlanmak üzere somut iş, kararlı ve etkili bir faaliyet yürütmek zorundayız.

Değilse, kimsenin sızlanıp yakınmayı, gelişmelerin öncesi ya da sonrasında ahkâm kesip, yerli yersiz ve sonu gelmez yorumlar yapmaya hakkı olmadığı gibi, bunun devrimcilik adına hiçbir pratik an­lamı da yoktur.

Unutulmamalıdır ki bugün, “bekleme, sızlanma, yorum” değil; ezilen kitlelerin bilinç, örgüt ve eylemini geliştirecek işe yarar, pratik ve ihtilalci kararlar alma ve değiştirici, çok yönlü, etkili, inatçı ve somut girişim zamanıdır. Yukarda kısaca aktarmaya çalıştığımız, Stalin’in Leninist çalışma tarzı ve Leninist militan tipi hakkında söylediklerinden, ülkemizin güncel devrimci mücadelesi bakımından çıkara­bileceğimiz sonuçlar, böylece özetlenebi­lir. Ve Stalin’in kendi devrimci eylemi bunun ayrıntılı, zengin ve çok yönlü bir örneğini oluşturmaktadır.

BİR YILDIZ

Stalin’in devrimci eylemi, devrimci ya­şantısı ve devrimci eserleri; her işçi, her emekçi, dünyayı devrimci değiştirmek is­teyen her aydın ve geleceği kazanmak is­leyen her genç tarafından, bugün her za­mankinden daha iyi, her zamankinden daha dikkatle ve daha ayrıntılı incelen­melidir. Biz onu, 115. doğum gününde en öne çıkmış sorunlarından birisi eksenin­de anmaya çalıştık. Bir komünist, devrim için can vermiş bir komünist için düzen­lenen bir anma toplantısında şunları söy­lemişti: “Devrimci kadroları ve devrim­ci önderleri anmamızın, onların ölülerine bir faydası yoktur. Onların ruhunu şad etme gibi bir kaygımız ve amacımız da yoktur, biz materyalistiz. Onları kendimiz için anarız.” Stalin gibi Bolşevik bir önderi, bu açıdan bakıl­dığında, her zaman çeşitli yönleriyle ana­biliriz ve anmalıyız.

Bencillik, bana necilik, kendi başını kurtarma hayalleri, dünyayı kurtarmak bana mı/bize mi kaldı düşünceleri, yeme­yen domuz ilkeleri, köşe dönücülük, sö­mürü, hırsızlık ve her türden alçalma gibi hastalık, eğilim ve tutumlar, özel mülkiyete dayalı bu sömürü, baskı ve yozlaşma düzeni sürdükçe varlığını şöyle ya da böyle devam ettirecek ve egemen sınıflar tarafından “liberalizm, özgürlük, çağdaşlık, yükselen değerler, globalleş­me” vb. sloganlarla türlü ideolojik, poli­tik, pratik çarpıtma kampanyalarıyla yay­gınlaştırılmaya çalışılacaktır.

Ama sömürücü kapitalist sınıfların, düzenin çanak yalayıcılarının ve bunların artığıyla beslenen küçük burjuvazi ve sı­nıfına, kendisine yabancılaşmış her tür­den ayak takımının dünya görüşünü ve yaşam biçimini ifade eden bu olgu ve de­ğerler, ne topluma refah, zenginlik, öz­gürlük vs. getirebilecek ne de bu düzenin ezip tüketmek istediği başta işçi sınıfı olmak üzere, halk kitlelerinin sonsuza değin “uygar köleliğe” boyun eğmesini sağlayabilecektir.

Ve yaşam, bu hastalıklı, çürüyen olgu, kavram, değerler ve düzenle birlikte, bunlardan ayrı, capcanlı, sağlıklı ve geliş­ken olan, “kolektivizm, dayanışma, sevgi, toplumsal kurtuluş, toplumsal refah, top­lumsal özgürlük, toplumsal eşitlik” gibi, “herkesten emeği/yeteneği ölçüsünde, herkese emeği/yeteri kadar- sosyalizm/ komünizm” gibi “devrimci isyan, mücade­le ve devrimci parti” gibi olgu, değer, dünya görüşü ve toplumsal düzeni de içinde barındırmaktadır. Ve gerçekten yeni bir dünyayı kurmayı bir temenni, bir istek, bir özlem olarak değil; ama devrim­ci pratik olarak örgütlemeyi kesin bir zo­runluluk olarak kavrayan ve bu devrimci değerlerin egemen kılınmasını, gerçek öz­gürlük için bir mahkûmiyet olarak gören bizler için, yüzümüzü döneceğimiz ve örnek olacağımız, ışığı hiç sönmeyen ve asla sönmeyecek olan bir yıldız vardır.

Stalin, ışığı hiç sönmeyen bir yıldızdır.

Aralık 1994

Ateşi Çalmak

Karl Marx, henüz on dokuzunda bir delikanlı olarak Berlin Üniversitesi’nde öğrencidir. Temel ilgi alanı felsefedir; felsefenin ise, dünyayı değiştirmenin silahı olması gerektiğine inanmaktadır. Günlerini ve gecelerini kitaplarla geçirebileceği, Berlin yakınlarındaki Stralow’da bir köy evindedir. Hegel’in “Tinin Fenomenolojisi”ni incelemekte ve bir soruya cevap aramaktadır: Acaba ateşi çalıp sonsuza dek taşıyacak yeni Promete kimdir?
(Genç Marx, Aiskhylos’in yorumuyla, tanrılardan çaldığı ateşi insanlığın hizmetine sunan ve böylelikle uygarlığın başlangıç ışığını da yakan Promete’yi, devrimci bir simge olarak görmekte, insanlığın gerçek kurtuluş teorisinin formülasyonuna da aynı büyük değeri biçmektedir.)
Huzursuz genç araştırmacı, bulduğu gerçeklerin ve henüz çözemediği problemlerin coşkusu ve sancısıyla doludur. Kant, Schelling, Fichte; yenilmiş, tozlar içinde yatıyorlar. Hegel, bu Prusya dâhisi, gökyüzünden çaldığı ışığın gücünden korkmuş ve düşüncelerini sonuca götürmekten çekinerek “fitili kısmak” istemiş, insanlığın yeni Promete’si olamaz. Ya keskin radikal fikirli hukuk profesörü Gans? “Hayır. Ateşi kapıp sonsuza dek götürecek olan yeni Promete, Gans olamaz.”
O halde, insanlığın gerçek kurtuluşunun yolunu gösteren, ateşi kapıp sonsuza dek taşıyacak olan yeni Promete kimdir?
Yazar, genç araştırmacının çektiği sancıların, gerçekte proletaryanın dünya görüşünün doğum sancıları olduğunu okuyucuya hissettirir. Yunan Mitolojisinin en büyük kahramanının eylemiyle benzerlikler kurularak anlatılan eylem, ateşin yeniden ve sonsuza dek taşınmak üzere çalınışının öyküsüdür. Sahnede yeni bir sınıf vardır ve birikimlerini bu sınıfın hizmetine sunmuş aydınlar… Kitap, adını bu büyük eylemden almaktadır.
Ateşi Çalmak, Promete ile Marx arasında bir benzerlik kurarken, bunun simgesel ve son derece göreceli olduğunu da hissettirir. Çünkü önünde sonunda, Promete, Olimpos tanrılarına kafa tutmuş bir “bireydir”. Burada ise eylemini, tarihin dünyayı değiştirmek ve yeni bir dünya kurmakla yükümlendirdiği bir sınıfla birleştirmiş bir kahraman vardır. Bu bakımdan bu kitap, yalnızca, Marx’ın devrimci eyleminin romanlaştırılması değildir. Bir sınıfın, hareketli bir yüzyıl boyunca yürüttüğü büyük mücadelelerin ve bu mücadelenin yönlendirici bir unsuru olarak kaderlerini onlarla birleştirmiş Karl Marx ve Friedrich Engels’in eyleminin romanıdır. Ve zaten bu büyük ihtilalcilerin, proletaryanın eyleminden soyutlanabilecek bir yaşamları da olmamıştır.

BELGESEL VE BİYOGRAFİK BİR ROMAN
Romanı, öteki edebiyat türlerinden ayıran özelliklerden biri ayrıntıdır; belli bir sınırı aşan uzunlukta, karmaşık ve zengin bir yapı olarak, roman, işlediği konulan ve kişileri genellikle derinlemesine ele ak, eğer bir kahramanın bütün yaşantısını aktarmak iddiası taşıyorsa, duygusal psikolojik süreçleri ele almadan yapamaz. Romanın bir diğer özelliği, yazara, özgürce kurgu yapma ve kahramanlarını yönlendirme imkânı tanımasıdır. Roman, konusunu, gerçek, yaşanmış olaylardan almış olsa bile genellikle yazarın hayal dünyasının ürünüdür ve doğrudan belge değeri taşımaz, ancak konu edindiği dönemin toplumsal yapısı hakkında genel bir fikir verir. Bu iki özellik bir arada düşünüldüğünde, roman ile belgesel çelişik iki kavram olarak belirir. Bir eserin hem roman hem de belgesel olabilmesi, söz konusu çelişkinin çok iyi toparlanmış belgelerle asılmasıyla bir ölçüde mümkün olabilir. Hem her konuda objektif, belgelere sadık kalınacak hem de kahramanların yaşamlarının ayrıntılarına girilecek, onların duygu dünyaları yansıtılacak. Bu bakımdan belgesel ve biyografik özellikler taşıyan roman yazmak her durumda zor, riskli ve sorumluluk yükleyen bir uğraştır.
Ama eğer yazılacak olan, Marx ve Engels gibi teorileri ve eylemleriyle büyük birer tarihsel kişilik olma özelliği kazanmış ihtilalcilerin yaşamı ve bir yüzyılın belli başlı büyük işçi mücadeleleriyse (hele onların dünya görüşüne bağlı bir yazar için), bu daha da zor bir iştir. Çünkü hiçbir tarihsel olay, kahramanlara ait en küçük ayrıntı, hayal ürünü olamaz. Ve eser, olayların üzerinden bir yüz yıl geçtikten sonra yazılıyorsa, bu, başvuracağınız canlı tanık yok demektir; her şeyi, eldeki sınırlı belgeden bulup çıkaracaksınız; mektup satırlarının aralarına sıkışmış ve üzerinde yüz yıllık zamanın tozunu taşıyan tonlarca materyalin içine gizlenmiş küçük ayrıntıları bin bir emekle açığa çıkarmak, belki de küçük bir diyalog ya da basit bir ayrıntı için günlerce aramak zorundasınız.
Galina Serebryakova, Ateşi Çalmak adlı eseriyle bu zor görevi başarmıştır. Eserin her satırının doğruluğu kuşku götürmezdir. Öte yandan zengin bir olay örgüsüne ve derin ayrıntılara sahiptir. Kitap hem tümüyle belgelere bağlı kalmayı, hem de bir romanda olması gereken zenginliği yansıtmayı başarmıştır.
Hakkında ayrıntılı bilgilere sahip olmadığımız, Türkiyeli okuyucuların da ilk defa bu kitapla adını öğrendikleri Galina Serebryakova, Sovyet bir araştırmacı ve yazardır. Serebryakova, bu romanı hazırlarken; öncelikle, Sovyetler Birliği Marksizm-Leninizm Enstitüsü’nde Marx ve Engels’e ve 19. yüzyıl Avrupası’na ilişkin bütün belgeleri taramıştır. 19. yüzyıl işçi hareketlerine Ve Marx ve Engels’in yaşamları ve eserlerine ilişkin açığa çıkarılmış tüm belge ve bilgilerin merkezileştirildiği bir kurum olarak Marksizm-Leninizm Enstitüsü’nün son derece zengin bir kaynak olduğuna kuşku yoktur. Fakat Serebryakova, hiç bir şekilde kendini elde ettiği bu bilgilerle sınırlamamış, başta Marx ve Engels’in doğdukları ve yaşadıkları şehirler olmak üzere, kitaptaki olayların geçtiği bütün Avrupa kentlerine giderek uzun araştırmalar yapmıştır. Topladığı bu bilgilerin ışığında eserini ortaya çıkarırken, Marksizm-Leninizm Enstitüsü’ndeki diğer uzmanlarla tartışmış, onların bilgi ve önerilerinden faydalanmış ve sonuçta tamamı bin beş yüz sayfayı geçen bu nehir romanı ortaya çıkarmıştır. Roman üç kitaptan oluşmaktadır. Üç kitaptaki olaylar arasında kronolojik ve kurgusal bir bütünlük vardır; ama her bir kitap kendi içinde bir bütün oluşturmaktadır.
Türkçede ilk defa ve henüz ilk cildi yayınlanan Ateşi Çalmak, bilebildiğimiz kadarıyla, Karl Marx ve Friedrich Engels’i eksen alarak yazılan tek romandır. Böyle bir eserin Türkçeye kazandırılması, Türkiyeli devrimciler için önemli bir kazançtır. Kuşkusuz Türkçede Marx ve Engels’in yaşamını konu alan birçok eser yayınlanmıştır ye bunlar arasında 1976 yılında Öncü Kitabevi tarafından yayınlanan “Karl Marx Biyografisi” ile geçtiğimiz Temmuz ayında Yurt Kitap-Yayın tarafından yayınlanan “Engels Biyografisi” özellikle anılmaya değer eserlerdir. Ateşi Çalmak’ı şimdiye kadar yayınlanmış biyografilerden ayıran özelliklerin başında, onun bir roman oluşunun sonucu olarak sadece teorik ve tarihsel bilgiler değil, zengin ayrıntılar ve duygusal-psikolojik yönler de içermesi yanı sıra. 19. yüzyıldaki karakteristik tüm işçi mücadelelerini de işçi kahramanların sıcak portreleriyle birlikte okuyucuya sunmasıdır. Bu özellikleriyle Ateşi Çalmak, farklı türde bir eser olarak karşımıza çıkmakta, okuyucunun zengin tarihsel olaylar örgüsünü bir roman tadıyla öğrenmesini sağlamaktadır.

MARX VE ENGELS’İN GENÇLİK YILLARI
Türkçe baskısı “Ateşi Çalmak 1” olarak yayınlanan kitabın orijinal adı “Karl Marx’ın Gençliği/Gençlik Çağı”dır. Kitapta Marx’ın çocukluk ve gençlik yılları, Marx ve Engels’in birlikte mücadele etmeye karar verdikleri 1844 yılına kadarki dönem ele alınmaktadır, Kitapta Marx’ın çocukluk ve gençlik yıllarına ilişkin ayrıntılar, Engels’inkine oranla daha fazladır. Bunun nedeni, yazarın Marx’ı Engels’ten önde tutma çabası değildir. Kuşkusuz Engels’in de ifade ettiği gibi, Marx’ın teorinin inşasındaki rolü Engels’ten daha fazladır; ama kitapta Engels’in çocukluğuna ilişkin ayrıntının azlığının nedeni, muhtemelen yazarın Engels’in yaşamına ilişkin daha fazla ayrıntıya ulaşamamış olmasıdır.
Onların yaşamlarına ilişkin ayrıntılar, onların kişiliklerinin ve dünya görüşlerinin nasıl şekillendiğine ışık tutmaktadır.
Karl Marx, sonradan Hıristiyanlığı kabul etmiş orta sınıf bir Yahudi ailesinin çocuğudur. Evlerinde her iki dinin gelenekleri kaynaşmış olmakla birlikte, babası Heinrich, Fransız Devrimi’ne hayranlık besleyen ilerici bir hukuk danışmanıdır. Ailenin tüm arzusu parlak zekâya sahip oğullarının, babasının mesleğini sürdürmesi ve giderek üniversitede bir kürsü sahibi olmasıdır. Evdeki bütün planlar buna yöneliktir. Ama genç Karl, onların tüm hayallerini yıkar, babasının ifadesiyle bir gün kurduğu sistemi, bir başka gün bir yenisini kurmak üzere acımasızca yıkar, felsefe ve bilim disiplinleri arasında gezinip durur, bir türlü uslanmaz, tatmin olmaz. Genel ilke daha lisede “Meslek Seçimi Üzerine” yazdığı yazıda biçimlenmiştir; “Tarih ancak ortak çıkarlar için çalışmış insanların yüceliğini kabul eder. En mutlu insan, en fazla sayıda insanı mutlu eden insandır.” Fakat sorun, tüm insanlığı mutluluğa götürecek düşünce sisteminin ve mücadele çizgisinin saptanmasıdır. Marx habire bunu araştırmakta, huzursuz olmaktadır.
Engels, son derece tutucu, Hıristiyan dogmalarının mutlak bir egemenlik kurduğu bir aile ortamında dünyaya gelir. Babası bir fabrikatördür. Ama bütün bunlar, onun gerçeği bulma, acı ve sıkıntılarına tanık olduğu işçilerin kurtuluş yolunu araştırma çabasından alıkoyamaz. O da bir Hegelcidir ve daha da ötesi Genç Hegelcilerin dine karşı savaşının içindedir. Ama onun dünya görüşünün kesinlik kazanmasında, yaşamlarına yakından tanıklık ettiği ingiliz işçilerinin “öğretmenliği” belirleyici olur.
Kısa süreli ve kavgalı geçen ilk karşılaşmaları sayılmazsa, Marx ve Engels, 1844 yılında bir araya geldiklerinde farklı yollardan aynı sonuçlara vardıklarını görürler ve yaşamlarının sonuna kadar sürecek dostlukları böyle başlar.
Bu birkaç cümlelik özet, bu gelişim çizgisinin nasıl bir dizi olay içinde gerçekleştiğinin, hangi sarp patikalardan geçildiğinin, kimlerle nasıl hesaplaşıldığının cevabı değildir. Kitap, bu süreci ince ayrıntılarla ele alır. Ve biz, böylece, genel hatlarıyla öğrendiklerimizi, onların duygusal süreçlerini, iç tartışmalarını öğrenmekle tamamlarız. Ve onların ne kadar yüce ne kadar insani ve sıradan olduklarını, gülerek, şaşarak, hayran kalarak ve hayret ederek öğreniriz.
İnsanlık, ilk kahramanlarını tanrılar arasından seçti ya da onlara yan tanrısal nitelikler yükledi: Bunlar, insani özelliklerden soyutlanmış, en güzel, en güçlü, en cesur ölümsüzlerdi. Gökyüzünden yeryüzüne indikten sonra da kahramanlar, kendileriyle öteki ölümlüler arasına hep bir sınır çektiler; kahraman olarak doğmuşlardı, başkalarının özlem ve isteklerini onlar adına gerçekleştiriyorlardı. Burjuvazi de dâhil, bütün sömürücü sınıflar, tarihsel ilerlemeyi kahramanlarla açıkladı. Ancak proletaryadır ki, kahramanlık kavramına yeni bir içerik kazandırdı ve kendi kahramanını, yine kendisinden beslenen ve kendi niteliklerinin bir cisimleşmesi olarak tarih sahnesine çıkardı. Birer proletarya kahramanı olarak Marx ve Engels, sahip oldukları yeteneklerle elbette sıradan insanlardan ayrılmaktadırlar. Ama onlar da tüm öteki insanlar gibi birçok sıradan özelliğe sahiptirler.
Bugün de proletaryanın elinde bir meşale olarak parlayan bilimsel sosyalizmin temelleri onlar tarafından atılmıştır ama onlar bu sonuçlara bir çırpıda varmış değillerdir. Bu süreç, bir dizi araştırma, yanılma, düş kırıklığından sonra tamamlanmıştır.
Ateşi Çalmak’ı okurken, Marx ve Engels’i hem olağanüstü yetenekleri ve cesaretleriyle hem de birer insan olarak sıradan özellikleriyle tanırız. Bir yerde, daha lise yıllarında, yüksek soyutlamaları ve mantık yürütmeleriyle hocalarını şaşırtan, öyle ki onu anlamalarına da engel olan; Hukuk Profesörü Gans’ı hayrete düşüren; kendisinden yaşça büyük ve kariyeri olan Bauer’i, Köppen’i, Rutenberg’i yetenekleri karşısında boyun eğmek zorunda bırakan Marx vardır. Öte yanda Jenny’ye acemi aşk şiirleri ithaf eden, düellolar yapan, sokak fenerlerini taşlayan, “Hegel’in Hukuk Felsefesi’nin Eleştirisi”ni bitirdikten sonra gecenin bir yarısında bir opera şarkısını söyleyerek komşularını uyandıran haşarı, delidolu Karl. Bir yanda, cesurca dine saldıran, daha öğrenciyken Hegel’in yegane takipçisi kabul edilen profesör Schelling’i tartışmada bozguna uğratan, sayısızca dili anadili gibi konuşan Engels vardır. Öte yanda, her zaman güleç, Hıristiyanlıkla dalga geçmek için kendi İncil’ini yazan, ihtiyar işçi John’la, Manchester’in kuytu bir meyhanesinde iki tek atan, kızların çapkın bakışlarına aynı şekilde karşılık veren boylu poslu yakışıklı Friedrich.
Ama hiçbir yerde, boyun eğen, yükselebilmek için taviz veren, bilimin kendisini götürdüğü dik patikada yılan bir Marx ya da Engels yoktur. Bruno, kendisinden, doktorluk unvanını elde edinceye kadar biraz taviz vermesini istediğinde tepeden tırnağa bir öfke seli olan Marx durur karşımızda. Ya da, oğlunu radikal fikirlerden uzak tutmak için fabrikasının Manchester’daki bürosuna yollayan baba Engels, oradan ünlü Chartist önderlerle kaynaşmış, İngiliz işçilerinin sorunlarını konu alan bir kitap yazmakla meşgul bir Friedrich bulur karşısında.

BÜYÜK İŞÇİ MÜCADELELERİ, İŞÇİ TİPLERİ
Kahraman, “toplam toplumsal koşulların ürünü” olarak tanımlanır. Diyalektik materyalizmin tarih anlayışı, toplumsal koşulların dışında bir kahramanlık tanımaz. Bu anlayışı romana uygulayan Serebryakova, romanda toplumsal koşullardan koparılmış bir Marx çıkarmaz karşımıza. Roman boyunca, Marx ve Engels’in yaşamlarının yanı sıra, 19. yüzyılın belli başlı büyük işçi mücadelelerinin de tarihini okuruz.
Kitap’ta 1831-1844 yılları arasında, Avrupa’da cereyan eden işçi mücadelelerinin en karakteristikleri bütün canlılığıyla, sınıfın bilinç düzeyi, proleter önderlerinin özellikleriyle birlikte anlatılmıştır. Roman başlıca üç ülkedeki mücadelelerden kesitlerle tanıştırır bizi. Aynı zamanda bu mücadeleler içinde ortaya çıkmış, sınıfın özelliklerini yansıtan isçi tipleriyle de tanışırız.
Proletaryanın bağımsız bir sınıf kimliğiyle, kendi talepleriyle burjuvaziye karşı ilk olarak kayrak açtığı eylemi, 1831 yılında patlayan Lyon ipek dokuma işçilerinin ayaklanmasıdır. Ateşi Çalmak Lyon Ayaklanması’nı anlatan bir bölümle başlar. “Çalışarak yaşamak ya da savaşarak ölmek!” şiarıyla barikatlar kuran Lyon proleterleri, barikatlarda günlerce, kahramanca çarpışırlar ve kenti ele geçirirler. Ama ne yapacaklarını, bundan sonra nasıl davranacaklarını bilememektedirler. Kararsızlık, kraliyet askerlerinin toparlanmasına imkân verir. Lyon Ayaklanması ezilmiştir; geride işçilerin taş kaldırımlardaki kanları ve yenilginin buruk tadı kalmıştır. Bir de işçi Myonie’nin feryadı:
“Çok karanlık. Ne yapmak gerektiğini bilmiyorum. Biz kazandık. Lyon’a sahip olduk; sonra da itiraz etmeden geri verdik. Şimdi ne yapalım? Barem için savaşalım mı, yoksa efendilerin vereceği sadakayı mı bekleyelim? Ne zaman bir insan çıkacak, ne zaman işçilerin de bir öğretmeni olacak ve onlara nasıl savaşmaları gerektiğini öğretecek, kazandıkları durumlarda bile niye hâlâ birer zavallı köle olarak yaşamak zorunda kaldıklarını anlatacak?”
Ezilmiş Lyon Ayaklanması’nın savaşçılarından Johann Stock’la birlikte bu kez Almanya’ya Hessen Prensliği’ne, despotizmin çizmelerinin ezdiği bu köylü ülkesine kayar konu. Johann, soylulara uykusuz geceler yaşatan Prenslikteki köylü ayaklanmasından sonra varmıştır Darmstadt’a. Burada Papaz Weidig, tiyatro yazarı ve güçlü ajitatör Georg Büchner ve Polonya ulusal direnişinin sıcaklığını içinde koruyan Woyzeck’le tanışır. Hemen bir “İnsan Hakları Komitesi” kurulur ve faaliyet başlar. Savaş çağrısı bu kez daha da keskinleşmiştir: “Kulübelere barış! Saraylara savaş!”
Kıta Avrupası’nın hemen karşısında, Manş’ın karşı yakasında bir Chartist fırtınası, bu ağır başlı, aşırı kurallı ülkeyi bir baştan bir başa titretmektedir. Dillerde “Halk Fermanı” (People’s Charter) vardır. Büyük, meşaleli gece gösterileri, çatışmalar, milyonlarca imzalı dilekçeler. İşçilerin tarihte kurduğu ilk siyasal parti, Chartistler ve onların unutulmaz önderleri Feargus O’connor, William Lowett… Ve artık “Durmaya cesaret edebilen dursun, durmayı başarabilen dursun!” 59 yaşındaki işçi, eski makine kırıcısı İhtiyar John da duramaz, katılır bu görkemli gösterilere.
Böylece romanda ayrıntıyla çizilmiş işçi tipleriyle de karşılaşırız. Bunlar, belirgin özellikleriyle sınıfın mücadeleci kesimi içinden özellikle seçilmiş kişilerdir ama kesinlikle kurmaca tipler değildir. Yazar, onları, bir yandan ait oldukları sınıfın o dönemdeki karakteristik özelliklerini yansıtacak tarzda işlerken, öte yandan onların karakter olarak kişisel özelliklerini, ruhsal yapılarını, sevinç ve üzüntülerini de başarıyla sunmuştur.
Bunlardan Johann Stock, okuyucuya yaşamı inanılmaz tesadüflerle dolu kurmaca bir roman kahramanı gibi görünür. Stock, 1831 Lyon Ayaklanmasında İşçi Komitesi başkanlarından Bouvri’nin yanı başında savaşmış, yenilgiden sonra Almanya’ya geçerek Büchner önderliğindeki harekete katılmış, orda tutuklanmış, gördüğü ağır işkenceler yüzünden sakat kalmış, mucizevî bir şekilde zindandan kaçmayı başarmış, görkemli tiyatro eseri “Danton’un Ölümü”nü kaleme aldıktan sonra derin bir ruhsal bunalım içinde can veren Büchner’i, İsviçre’de toprağa vermiştir. Paris’e geçerek işçi önderi Karl Schapper’la tanışmış, Blanqui’nin kurduğu “Mevsimler Birliği”ne girerek sayıları bini bile bulmayan isyancıyla iktidarı devirmeye kalkışmıştır. En sonunda Trierli Doktor Marx’la tanışarak kısa sürede onunla kaynaşmıştır. Fakat belki de olağanüstü tesadüflerle dolu ama gerçek bir yaşamdır Stock’unki. Marx, tanıştığında hayli ilerlemiş, birikimi ve sınıf sezgileriyle birçok sorunu çözmüş bu işçiye büyük değer vermiş ve onunla yakından ilgilenmiştir.
Alman asıllı “sarı kafalı” bu işçi, Marx öncesi sosyalizm akımlarının okulunda yetişmiş, zorlu mücadelelerde sınanmış bir militan olarak, Fransız ve Alman işçilerinin en gelişmiş örneklerinden biridir.
Romanda onun kişisel dramına da yakından tanık oluruz. Önün yaşamında büyük mücadeleler, yenilgiler, acılar, kararsızlık anları vardır ama asla teslimiyet yoktur. Kendisi kendi dramını bir vesileyle şöyle anlatır:
“Benim gibi, Stering’in (Prusya hapishanesinde bir işkenceci) kamçısını yemiş, ihtiyar dokuma işçisi kadının Sen Kler Köprüsü’nde ezilmiş kafasını görmüş, prensliklerin hapishanesinde tahtakuruları tarafından yenmiş, yoldaşlarını sokakta, mücadelede gömmüş, polis tarafından çıkmaz sokağa kıstırılan ve yenilgi anında gücünü kaybeden Büchner’in delirdiğini görmüş, Weidig’in ölesiye dövülüşünü görmüş bir insan kitabın üzerinde rahat bulamaz. Sınıfının kurtulması gerektiğinden dem vurup şarkılar söyleyerek bekleyemez. Gracchus Babeuf bize böyle öğretmedi.”
İhtiyar İngiliz işçisi John Smith ise Engelslerin, Manchester’daki firmalarında bekçilik yaparken Engels’le tanışan bir işçidir. O, İngiltere işçi sınıfının “canlı tarihi”dir. Luddistlerin (makine kırıcıları) yenilgisinden sonra uykuya dalıp Chartizmle birlikte uyanan, ve bir anda ihtiyarlık uyuşukluğunu üstünden atarak yaman bir kavgacı ve ajitatör olan İhtiyar John, İngiliz işçilerinin bütün sıkıntısını 60 yılına sığdırmış bir işçidir. John’un yoksul anne-babası, bakamadıkları çocuklarını bir fabrikatöre on yıllığına sattılar. On yıl kölece çalıştırıldı. İşsiz kaldı, dilencilik yaptı, kursağı hiç iyi bir yemek görmedi. Makineler, onu sınıf kardeşleriyle birlikte sokağa attığında önderi George Melor’la birlikte makine kırıcılığına girişti, epeyce bir “demir kaburga” kırdı. Luddistlere ölüm fermanı çıkarıldı. Luddist hareket en sonunda yenilgiye uğrayınca John da sessizleşti, duyuları köreldi, ta ki Birmingham’da Chartist gösteriler başlayıncaya dek. Engels’in Türkçeye “İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu” adıyla çevrilen eserinde anlatılan, John’un, Johnlar’ın öyküsünün genelleştirilmiş bir özetidir.

* * *
Ateşi Çalmak, bir 19. yüzyıl romanı olmanın gereği olarak o yüzyılın bütün zenginliğini de gözler önüne serer. Felsefeciler, büyük yazarlar, şairler de kitapta önemli bir yer tutar. Bilim dalları serpilip gelişmiştir. İdealist felsefe, içinden sayısızca felsefeci ve bu felsefenin son ve büyük temsilcisi Hegel’i doğurmuştur. İktisat bilimi, kapitalist sistemi sorgulamaktadır. Sayısızca sosyalizm akımı, hareketli Avrupa toprağında kök salmaktadır. Bütün bu gelişmeler, burjuva çerçevedeki gelişmenin de en üst sınırına işaret etmektedir. Dünya, bütün bu birikimi eleştirel bir değerlendirmeye tabi tutacak ve aynı zamanda bütün bu sistemlerle köklü bir kopuşu gerçekleştirecek devrimci hamleyi beklemektedir. Ve artık Marx, gecenin bir yarısında Vanneu Sokağı’ndaki küçük odasında, Hegel’le hesaplaşmasını sonuçlandırmak üzeredir. Engels, İngiltere’den Paris’e doğru yola çıkmıştır… Bilimsel sosyalizmin doğumunun “Öngün”ü…
Kitap, bilimsel sosyalizmin burjuva düşüncelerle mücadele içinde ama bu birikimin olumlu değerlerini kendine katarak doğuşunu gözlememize ışık tutmakta, sosyalizmin burjuvazinin devrimci birikiminin hem bir inkârı, hem de kapsanarak aşılmasının olduğunu ve bunun nasıl gerçekleştiğini daha yalandan gözlememize yardım etmektedir.
19. yüzyılın son çeyreği ve 20 yüzyıl boyunca Marksizm’in işçi hareketine egemen olduğunu, ya da kendini “sosyalizm” içinde tanımlayan her akımın Marksizm’i kesin otorite kabul ettiği gibi bir gerçek, Marksizm’in doğuşundan itibaren ve kolayca kabul gördüğü sonucuna götürmemelidir. Var olan her şeye cesurca saldıran, kurulu bulunan sisteme ve onun tüm üstyapı kurumlarına karşı gerçek ve devrimci alternatifler ortaya koyan Marx ve Engels, burjuvazinin sınırsız nefretini üzerlerine çekmekle kalmamışlar, aynı zamanda bilim, felsefe, ekonomi çevreleri ve “sosyalizm” akımlarınca da görmezden gelinmişler, düşmanlıkla ve sessizlikle karşılanmışlardır. Ama onlar, “var olan her şeye cesurca saldırmak” ilkesini bir an olsun ihlal etmeden, bilimselliğinden kuşku duymadıkları teorilerinin proleter yığınları “kapsayarak maddi bir güce dönüşmesi” için bedelleri ağır, zorlu bir mücadele yürütmüşlerdir. Onların kitaba yansıyan bu tutumu, içinde bulunduğumuz genel gericilik ortamında nasıl bir sabır ve özveriyle mücadele etmemiz gerektiği konusunda da aydınlatıcıdır.
Kuşkusuz kitap daha birçok yönden değerlendirilebilir ve çeşitli vesilelerle değerlendirilmelidir de. Ama biz, son bir sözle bağlayalım yazımızı. Ateşi Çalmak, 19. yüzyılın büyük işçi mücadelelerinin, proletaryanın bağımsız dünya görüşünün doğuşunu gerçekleştiren proletaryanın öğretmenleri Marx ve Engels ekseninde anlatan bir romandır. Ateşin nasıl çalındığının romanıdır. Tarihin, bu ateşi “özgürlükler dünyası” gerçekleşene dek taşımakla yükümlendirdiği proleterler, yaşamlarını proletaryanın kurtuluşu davasıyla birleştirmiş militanlar, bu romanı mutlaka okumalıdırlar. Geleceği kurmak istiyorsan, geçmişinin büyük mücadelelerini öğrenmelisin. “Anlatılan senin hikâyendir.”

(Ateşi Çalmak-1, Galina Ognyana Serebryakova, Çeviren: N. Özkan, Evrensel Basım Yayın, Ekim 1994)

Aralık 1994

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑