Büyük bir fedakârlık ve çalışkanlıkla TKP’yi kuran, Bolşevik devriminin zaferi için çarpışma onurunu da taşıyan bu ilk komünist kadroların öğrettikleri, fakat TKP’nin sonraki kuşakları tarafından asla anlaşılamayan en büyük ders, belki de şöyle özetlenebilir: Burjuvaziyle konuşurken, silahın kabzasını sıkı tutun!
BİR OSMANLI DEMOKRATI OLARAK MUSTAFA SUPHİ
Mustafa Suphi, 1883’te, Giresun’da doğdu. Babası, Osmanlı valilerinden Ali Rıza Bey, annesi, eski Samsun Belediye Reisi Halil Hilmi Bey’in kızı, Memnune Hanımdı. İlköğrenimini Kudüs, Şam ve Erzurum’da tamamladıktan sonra, İstanbul Hukuk Mektebi’ni bitirmiş, daha sonra da, Paris’te Siyasal Bilimler okumuş, oradan, “Türkiye İtibarı Zirai Teşkilatının Hal ve İstikbali” başlıklı teziyle mezun olmuştur. Onunla ilgili bu bilgiler, “Mustafa Suphi ve Yoldaşlarının Karadeniz Kıyılarında Parçalanmalarının İkinci Yıldönümü” başlığını taşıyan ve M. Suphi’nin yoldaşları tarafından kaleme alınan bir broşürde yer alıyor. Yoldaşları, Mustafa Suphi’nin bürokrat bir aileden gelen iyi eğitilmiş bir aydın olduğunu vurgulamayı önemli görmüşlerdir. Fakat aynı broşürde, onun Paris’teki öğrencilik yıllarının bir yanına daha vurgu yapılmaktadır. Mustafa Suphi, bir yandan öğrenciliğini sürdürürken, diğer yandan da İstanbul’da yayınlanan ve kurucuları arasında Tevfik Fikret’in de bulunduğu, başyazarı Hüseyin Cahit dolayısıyla “İttihatçıların” gazetesi sayılan Tanin gazetesinin muhabirliğini yapıyor, genç bir sosyolog olarak Paris’te, işçi örgütlerini ve sendikalarını inceliyordu. 1908 Devrimi’nden sonra Türkiye’ye dönen M. Suphi, Tanin, Serveti Fünun, Hak gibi gazetelerde yazarlık yaparken, Ticaret Mektebi Âlisinde hukuk ve Darülmuallimini Aliye ve Mektebi Sultani’de iktisat dersleri de veriyordu. Belirtilen bu özellikler şöylece özetlenebilir: Ülkenin sosyal ve ekonomik yapısı üzerine düşünmek ve o dönemde Avrupa’da giderek artan bir ağırlıkla sosyal hareket sahnesinde yer tutan işçi sınıfına ilgi duymak.
Bu özellikler, dönemin Osmanlı aydınları içinde en ileri gelenlerinin genel çizgilerini aşmaktadır. Avrupa’da, özellikle de Fransa’da okumuş olmak, belli başlı gazetelerde yazarlık ve belli bir ayrıcalığı olan okullarda öğretmenlik yapmak, ortak ve genel özelliklerken; Mustafa Suphi, bunlardan, ekonomik ve sosyal konulara duyduğu ilgiyle ayrılmakta, öne çıkmaktadır. Onun bu özelliği, Paris’te oldukça etkin bir konumda bulunan Jön Türk hareketine zaman zaman karşı çıkışıyla da ilgilendirile-bilir. Fransa’daki Osmanlı aydınları arasında, Fransız sosyalist hareketinin etkileyici önderi Jean Jaures’ye karşı bir sempati zaten yaygındı. Fakat Suphi için Jaures’ye sempatiyle Jön Türk hareketi mensubu olmak arasında bir uyuşmazlık görünüyordu. Dolayısıyla, Mustafa Suphi’nin sosyal ve siyasal ilgileri, Jön Türk hareketinin sınırlarını zorlayarak sosyalizme doğru genişleme eğilimi taşıyor ve asıl bu, onu diğer Osmanlı aydınlarından ayıran bir özellik olarak önem kazanıyordu.
M. Suphi, 1912’de “Milli Meşrutiyetperver Fırkası”nı kurmak amacıyla, “İfnam” (anlatma, bildirme, uyarma) adlı bir gazete yayınlamaya başladı. Gazetenin başlıca hedefi, iktidardaki İttihat ve Terakki Fırkası idi. Mustafa Suphi’nin İfnam ve Milli Meşrutiyetperver Fırkası’nı kurma girişimleri, revizyonist TKP’nin resmi tarihinde, şöyle anlatılıyor:
“1912 yılında, İkinci Enternasyonale bağlı Osmanlı Sosyalist Partisi’nden ayrıldı. Ifham gazetesini çıkardı. Bu, Türkiye’de ilk sosyalist gazeteydi. Sol sosyalist ülküler yayıyordu.” (1)
Gerçekte ne İfham sosyalist ülküler yayıyordu, ne de Milli Meşrutiyetperver Fırkası sosyalist idi. İfham, ancak 23 Temmuz 1919’da yeniden yayınlanmaya başladığında sosyalist bir kimlik göstermeye başlamıştır. Kerim Sadi’nin anlattığına göre, İfham’ın bu dönemdeki yayınlarında, Lenin ve Troçki’nin resimleri basılıyor, Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht’in adlarından ve eylemlerinden söz ediliyor ve Alman Devrimi ile ilgili haber ve yorumlar bulunuyordu. Demek ki, İfham’ın “sosyalist gazete” olduğunu söyleyebilmek için, ilk yayınlanışının üzerinden yedi yoğun yılın geçmesi gerekecektir. Aşağıda inceleyeceğimiz üzere, M. Suphi’nin sosyalizm yolunda ilerlemesi, görece kısa ama aşamalı bir yol izlemiş, siyasi hayatına bir Osmanlı liberal demokratı olarak başlamıştır. Muhalif kimliğinin-başlıca niteliği ise, İttihat Terakki’nin baskıcı rejimine karşı soyut bir özgürlüğü savunmuş olmasından ibarettir. Dolayısıyla onun, daha ilk adımlarından itibaren bir sosyalist olduğunu söylemek, gerçeği yansıtmaktan tamamen uzaktır.
Mustafa Suphi’nin, Paris’teki yıllarından Sinop’a sürgün edildiği tarihe kadar geçen zaman içinde yazdığı yazılarda, ağırlıklı olarak, mali ve iktisadi konuları işlediği, bunlarda kendi eğitiminin başlıca teorik verilerinin eğitici bir dille aktarıldığı ve eleştirilerinin temelini bunların oluşturduğu görülür. Yönetime karşı eleştirilerinin ve önerilerinin ağırlık noktası, Osmanlı mali ve iktisadi sisteminin yapısıdır. Amacı ise, bu sistemde meclis denetiminin belirleyici bir rol oynamasıdır. 1908’de günlük Servet-i Fünun gazetesine yazdığı ve “Bütçe” konusunu işlediği bir yazıda, yöneticilerin israf ve vurgunlarının önlenebilmesi için meclisin denetimini zorunlu olarak gösterirken, tarihte halk meclislerinin ve komünlerinin, krallar, imparatorlar üzerindeki yetkisini örnek olarak kullanır. Referansları, İngiltere, Fransa ve Almanya’nın hukuk sistemi, tarihi ve siyasal yapısıdır. Olayları ve ilişkileri yorumlamada dayandığı sosyal bakış açısının sistematiği ise, Fransız Devrimi’nin yarattığı siyasal literatürün ürünü olan devlet ve yurttaş kavramlarından oluşmaktadır. Bunun henüz bir sınıf bakış açısı olmadığı açıktır.
“Eğitimin Genelleştirilmesi Ve Düşüncelerin Aydınlatılması” başlığını taşıyan makalesinde, gene Fransız Devrimi örnek olarak gösterilir. Genel olarak, Meşrutiyetin demokratikleşebileceği, Fransız cumhuriyetine yakınlaşabileceği, onun ilkelerini benimseyebilecek bir yapıya kavuşabileceği umudu, açık bir biçimde görülmektedir.
Dış politika yazılarında ise, açık bir “Osmanlı tutumu” gözlenmektedir. Örneğin* Girit sorununda, Hıristiyan ve Müslüman halkın, müdahaleci güçlerden arınmış topraklar üzerinde bir arada ve barış içinde yaşamasının en önemli husus olduğunu söylerken, bunun “Osmanlı’nın adil egemenliği” altında gerçekleşmesini istediğini de belirtir.
“Yanya Vilayetinin Genel Durumu” başlıklı yazısında, Mustafa Suphi’nin ilgi alanlarının kapsamını, ufuk genişliğini, analiz yeteneğini ve sosyolojik bakış tarzını anlamamıza elverecek pek çok değerli malzeme vardır. Bu makalede de, halkların barış içinde birlikte yaşaması ilkesi gözetilmekte, demokratik haklar savunulmakta ve (Osmanlı İmparatorluğu hariç) “dış güçlerin” müdahalesine karşı çıkılmaktadır. Daha sonra da, değişik dönemlerde, pek çok Türk aydını tarafından bir perspektif olarak benimsenebilecek tipik reformist öneriler, Yanya sorunu ekseninde formüle edilmektedir. Eğitimsizlik, bürokrasinin hantallığı, güvenlik güçlerinin maaşlarının yetersizliği eleştirilerek, bunların giderilmesi halinde sorunların çözülmüş olacağı inancı belirtilir. Öte yandan bu yazıda, sorunu, sınıflar ilişkisi bakımından yorumlamaya yaklaşan ilginç sosyoekonomik analizler de vardır. Bu analizler, doğrudan doğruya toprak üzerindeki mülkiyetin biçimine ve üretim ilişkilerinin yapısına dayanmaktadır ve Mustafa Suphi’nin akademik eğitim sürecinde edinmiş olabileceği perspektiften çok daha ilerisine işaret etmektedir:
“Yanya vilayetinde arazi çoğunlukla çiftçilik halinde kullanılmakta ve bu çiftlikler öteden beri kimi beyler elinde olup içindeki köylüler, amele ya da kiracı sayılmaktadır. Toprağı işleyen gerçek çiftçiler ise bu amele yığınıdır. Devlete öşür verdikten başka, emlak sahiplerine de ‘imrü’ adı altında bir bölüm ayırırlar ki, öşür ve imrünün gayri safi hâsılanın yüzde 50-60’ına varması da ender değildir. … O nedenle önemli bir toplam oluşturan bu sınıf halk arasında yoksulluk egemendir. Öte yandan, çiftlik yaşamından çok kent yaşamına alışmış olan beylerse, çiftlikleriyle ödeme ve öşür zamanından başka zamanlarda ilgilenmezler ve aldıklarını yerler.” (2)
M. Suphi, bu gözlemle yetinmemekte, daha çarpıcı bir saptamayı da yapabilmektedir:
“”İşte bu durum hep çiftçinin işlediği araziye sahip olmamasından ve emeğinde hakça bir pay alamamasından ileri geliyor”
Fakat çözüm önerisi, tümüyle sistem içinde kalmakta, emekçi halktan çok, mülk sahibi sınıfların durumunun yükseltilmesiyle ilgilenmektedir:
“Ülkeyi bu iktisadi durgunluktan kurtarmak için çalışkan ve verimli bir etken gelişmek gerekmektedir. Bu etken, şimdi emlak sahibi olan beylerin evlatları olabilir; bunlar gençliklerinden başlayarak çiftlik ve köy yaşamına alıştırılır. Kimileri Avrupa’ya, Amerika’ya çiftçilik öğrenimi için gönderilir. Böylelikle bir zaman sonra, büyük çiftliklerde kararlı bir üretimle çok kârlı işler görülebilir. Öte yandan kiracı sıfatıyla çalışan köy emekçilerini de yavaş yavaş işledikleri yere daha başka türlü, gerçek bir bağla bağlamak, onları mülk sahibi yapmak amacıyla, bulunması çok kolay olan iktisadi ve mali nedenlerden birine başvurmak pek yararlıdır.” (3)
Görüldüğü gibi, M. Suphi, çiftliklerin modern kapitalist tarzda yönetilmesi ve kır yoksullarının toprağa küçük mülk sahipleri olarak bağlanması için önlemler içeren bir reform programı önermektedir. Bu, Osmanlı entelektüel hayatı açısından ele alındığında, bir yanıyla, bir topraklandırma programını önerdiği ölçüde, oldukça ileri bir noktaya işaret etmektedir.
“Ülkemizde Yeni İstatistiklerin Yayınlanması Dolayısıyla” adlı makalesinde, gerek ekonomik gerekse sosyal ilişkileri ölçülebilir değerler bakımından yorumlamanın önemine işaret eder. Burada onun, istatistik biliminin gelişmesine ilişkin ve o dönem için çok olağan sayılamayacak derinlikteki genel kültürünün yanı sıra, olgulara bilimsel olarak yaklaşma çabasının boyutlarını da görürüz. O bu bilgisini, gene Osmanlı devlet sistemi içinde reformlar yapılmasına yarayacak bir öneriler demeti halinde sunar.
“Borçlanma ve Devlet Hazinesi” makalesinde, Osmanlı borçları, Balkanlardaki siyasi ve iktisadi durum ve Osmanlı Ban-kası’nın kuruluşu arasında ilginç bağıntılar kurar ve yorumlar geliştirir. Bu makale, özellikle Osmanlı İmparatorluğu ile emperyalizm arasındaki ilişkilerin analizi bakımından da, güncel gözlemlere dayanan önemli veriler içermektedir.
“Kusurlarımız ve Fransa’nın Kusurları” başlıklı yazısında, Osmanlı İmparatorluğu ile Fransa arasındaki borç ilişkisini, “geleneksel dostluk” ve sempati ilişkileri çerçevesinde çözmeye çalışan bir yaklaşım hâkimdir. Fransa’ya devrimci geçmişinden ve Jön Türklerin Osmanlı istibdadına karşı mücadelesindeki desteği dolayısıyla doğmuş bulunan kendi sempatisini, Osmanlı Maliye Bakanı Cavit Bey’in Almanya ile anlaşma yapması, Almanya’dan iki savaş gemisi satın alınmış olması gibi işbirliği işaretlerini eleştirmede çıkış noktası olarak kullanır. Bu noktada, açıkça Fransa ile ilişkilerin geliştirilmesi yönünde talep ileri sürer. Osmanlı bürokrasisini, böyle bir ittifak ve işbirliği fırsatını kaçırdığı için eleştirir. Osmanlı İmparatorluğu, artık dış ilişkilerinde müttefik olarak Almanya’yı seçmiştir ve bu sırada, Almanya’dan iki savaş gemisi satın alınmıştır. Mustafa Suphi, bu konuda yalnızca Osmanlı bürokrasisini değil, Fransa’yı da, anlayışsız davrandığı, kabul edilemez borç koşulları ileri sürdüğü için hatalı bulmaktadır.
“… Fransa hükümeti borçlanmayı kabul etmek için bize öyle öneriler, öyle koşullar iteri sürdü ki, bununla mali ve siyasi bağımsızlığımızı egemenliği altına almak istiyor demekti. Fransa’dan gelen bu uğursuz haber denli bizi, yüreğimizi ezecek bir başka şey düşünülemez. … Şurası açık ki, Fransız ulusunun, karşı karşıya kaldığımız bu yürekten yıkıma karşı ilgisiz kalmayacağını da umuyoruz.”
Daha sonraki paragraflarda ise, Fransa’nın mali ve iktisadi, özünde tümüyle sömürgeci-emperyalist yapısının ürünü olan dış politikasının kaynağında, hükümetlerin hatalı uygulamalarını görmekte ve Fransa’nın devrimci, aydınlanmacı geleneklerine dayanılarak bunların düzeltilebileceği umudunu dile getirmektedir.
“Meşrutiyet ve Halkın İtibarı /Kredisi” başlıklı makale, ülkenin içinde bulunduğu gerilik ve gerileme süreçlerinde iktisadi yoksulluğun, geniş halk kitlelerinin sömürülmesinin belirleyici olduğuna işaret ederek, siyasal özgürlüklerin genişlemesi ve zenginliğin yaygınlaşması için, ütopik küçük burjuva “halk kredisi “sistemini önerir. Bu makalenin ilginç yanı, siyasi ve toplumsal hayatın temelinde, iktisadi ilişkileri görmesi ve tümüyle “halkçı” bir nitelik gösteren program önerisini, genel kalkınma hedefi bakımından formüle etmesidir. Araştırmamıza temel olan kitaba alınan makaleleri, Mustafa Suphi’nin düşünsel ve siyasal gelişmesinin işaretleri açısından yorumlarsak, daha önce yazdıklarına kıyasla burada önemli bir sıçrama noktasına ulaştığını ve onun toplumsal projeler üretmek ve siyasal bir hat çizmek bakımından büyük bir hızla ilerlediğini görebiliriz.
Gene aynı yıl, 1910 tarihinde kaleme alınan “Toplumsal İktisat” makalesi, “Sayın ‘Hukuk-u Amele’ yazarına” ithaf edilmiştir ve burada artık, bir Fransız ekonomistin fikirlerini aktarmak vesilesiyle de olsa, “sosyalizm” kavramı kullanılmaktadır ve bunun ekseninde hareket eden sınıfsal analiz kavramlarına yaklaşım ve bunların benimsendiğine dair belirtiler, göze çarpar hale gelmiştir. Mustafa Suphi, bu yazısında, Charles Gide’in “Toplumsal İktisat” kavramını ele alarak, reformist Fransız sosyalizminin projelerini tanıtır. Sınıflar arasında uyumlu işbirliğinin, sanayileşme ve demokrasi sorunlarının tartışıldığı pasajlar özetlerken, ikinci elden Marksist görüşlere de kısaca yer verir.
Fakat bütün özet ve yorumlardan Mustafa Suphi’nin tavrına ilişkin olarak çıkarılabilecek sonuç, onun henüz sınıf mücadelesi kavramından oldukça uzak bulunduğu olacaktır. “Osmanlı Ülkesinde Tarımsal Kredi, Osmanlı Ziraat Bankası Üstüne Önemli Bir Rapor” başlıklı makale, Servet-i Fünun dergisi tarafından şu sözlerle okuyucuya sunulmaktadır:
“İktisat yazarımız Mustafa Suphi Bey’in geçen yıl Fransa Tarımsal Kredi Güneey Kongresi’ne davet edilmesi dolayısıyla memleketimizde tarımsal kredinin ne büyük bir rol oynayabileceğine ve bunun Mithat Paşa tarafından nasıl düşünülüp Osmanlı Ziraat Bankası’nın ne şekilde kurulduğuna ilişkin düzenlediği rapor, dikkatleri çekerek, o sırada toplanan Brüksel Uluslararası Kongresi’ne sunulmuş ve bir sureti yakın zamanlarda Roma Tarım Enstitüsü’nün Teşrinievvel ayında çıkan dergisinde yayınlanmıştır. Memleketin esenlik ve mutluluğunu maddesel ve yaşamsal çarelerle sağlamaya çalışmakta gücü kalmayan gençlerimizin çalışmalarını Osmanlı basınının yansıtmasını istediğimiz ve gerekli gördüğümüzdendir ki, bu raporun genel düşüncelerinden bir bölümünü, olduğu gibi Servet-i Fünun’a alıyoruz.(4)
Makale, köylülüğü mutlak yoksulluk sınırına düşüren tefeciliğin yerine banka kredi sisteminin geçirilmesiyle, sefaletten kurtuluşun mümkün olacağını savunmakta ve kredi sistemi ile birlikte topraklandırmanın, makineleşmenin, gübreli tarımın, kaliteli tohum ekiminin gelişeceğini ileri sürerek, modern bir kapitalist tarım projesi geliştirmeye çalışmaktadır. Makalenin son cümlesi, bu gelişmenin sağlayacağı siyasi sonuçlar hakkındaki umudun dile getiriliş biçimi bakımından da ilginçtir:
“Bu verimli boş vadileri, tohumlarla, yorulmak bilmez, güçlü Türk çiftçilerinin emrine vermek ve hazırlamak, memleketin iktisadi gönencine yol açmaktadır ki, meşrutiyet yönetimine sadık hemşeriler de ancak böylelikle yetiştirilebilir.” (5)
Mustafa Suphi, burada tam bir “Meşrutiyetperver” olarak görünmektedir. Yoksul köylülüğün rejime bağlı yurttaşlar haline getirilmesi, onun için, toprak reformunun bir hedefi ve gerekçesidir.
Aynı dönemde Mustafa Suphi, işçi aileleri üzerine yaptığı araştırmalarla ve geliştirdiği araştırma ve anket yöntemleriyle tanınan Fransız sosyolog Le Play ile “Toplumsal Sözleşme” adlı makalesinin yazılışının üzerinden iki yüz yıl geçmiş bulunan J. J. Rousseau arasında bağıntılar kuran bir makale yayınlar. Bu makale de, Mustafa Suphi’nin ilgisinin ve araştırmalarının ilerleyen yönü hakkında bir fikir vermeye elverişlidir. İlgisi, çalışan yoksul sınıfların toplumsal durumuna yöneliktir ve Le Play, bu bakımdan bütün gerici siyasal eğilimlerine karşın, M. Suphi tarafından saygıyla anılmaktadır; araştırmalarının yönü de, iyiden iyiye, Avrupa’da sosyalist düşüncenin tarihsel kökleriyle “dirsek teması” içinde bulunan aydınlanmacı projelere yönelmiştir.
Bu gelişim panoraması, hiç kuşkusuz Mustafa Suphi’nin yalnızca kendi kişisel eğilimlerinin evrimi ile tanımlanamaz. Aynı zamanda, onun yaşadığı dönemde, Türkiye’nin gerek iç siyasal ve ekonomik hayatındaki gelişmelerin ve emperyalizmle arasındaki ilişkilerin öğretici bir süreçten geçiyor olmasının ve genel olarak dünyada savaş eğilimleriyle birlikte ilerleyen devrimci yükselişin payını da görmek gerekir.
Bütün bu olumlu koşulların, sosyalizme doğru ilerleme yönünde, her Osmanlı aydınını değil de, daha öğrencilik yıllarında Fransa gibi, sınıf mücadelesinin ve devrimci işçi hareketinin odağı durumunda bulunan bir ülkede işçi örgütlerine ve hareketlerine ilgi duyan, J. Jaures gibi o yılların özellikle hitabeti ile kitleleri cezbeden bir sosyalist kişilikle tanışma fırsatı bulan Mustafa Suphi’yi etkilemesi anlaşılır bir şeydir. Yukarıda çok kısa birer özetini vermeye çalıştığımız makalelerin gösterdiği bir gerçek var ki, Mustafa Suphi, yalnızca dönemi bakımından değil, kendisinden sonraki birçok kuşağı da kapsayacak genel bir değerlendirme içinde, son derece önemli bir aydın olarak anılmayı hak edecek özellikler göstermektedir. Ne var ki, bu noktada, M. Suphi’nin resmi TKP tarihinde, sanki doğuştan komünistmiş gibi anlatılmasının da gerçeği yansıtmaktan çok uzak olduğunu görüyoruz. M. Suphi, oldukça hızlı bir biçimde, bir burjuva demokrattan bir komünist olmaya doğru ilerlemiş, bu arada, bir yandan kendi kültürel-teorik birikimini geliştirmiş, diğer yandan da bir savaş ve devrim ortamında bütün çelişmeleriyle canlı bir okul durumunda bulunan dünyayı dikkatle ve bilgiyle izlemeyi başarmıştır. Bunlar, onun ilerlemesinin başlıca kaynaklarıdır. Fakat bir komünist örgütçü ve militan olarak kendini ortaya koyabilmesi için, Sovyet Devrimi’nin ateşinden geçmesi gerekecektir.
RUSYA YILLARI VE TKP’NİN KURULUŞU
1913’te derin bir siyasi kriz ortamında bulunan Osmanlı İmparatorluğu’nda, İttihat ve Terakki Fırkası’nın yeni bir koalisyon denemesine giriştiği bir sırada, muhtemel bir yeni hükümetin başı olması düşünülen Mahmut Şevket Paşa, bir suikast sonucu öldürüldü. Bu, İttihat Terakki tarafından her türden muhalefetin baskı altına alınması için bir fırsat olarak değerlendirildi. Mustafa Suphi de, bu saldırıdan nasibini alanlar arasındaydı. Mustafa Suphi, İttihat Terakki’ye karşı “milliyetçi bir muhalefet” kurmayı tasarlayan on iki kişi ile birlikte, bir gece büyük bir balıkçı kayığı ile Sinop’tan Rusya’ya kaçtı. On iki kişiden biri olan Ahmed Bedevi Kuran, grubun planı gereği, Mustafa Suphi’nin, bir gazete yayınlamak üzere Kafkasya’ya geçeceğini yazıyor. (6) Fakat Çarlık Rusya’sı, bu siyasi sığınmacıları, savaş öncesinin düşman ittifakına mensup ülkelerin yurttaşları oldukları için, Faluga iline sürer. Sonra da 1914’te savaş patlayınca, “savaş esiri” olarak tanımlanarak Ural’a sürülürler. Burada Mustafa Suphi, Bolşeviklerle ve Türkçe konuşan uluslardan sosyalistlerle tanışır. Bu buluşma, onun gelişen eğilimlerine tam bir cevap oluşturan Bolşevizm’i benimsemesini sağlar.
1917 Devrimi’nden sonra (1918) Moskova’ya gelen Mustafa Suphi burada, Tatar-Başkırt Bolşevikleriyle birlikte Türkçe olarak “Yeni Dünya” adlı bir gazete çıkarır. M. Suphi’nin bu dönemdeki faaliyetleri, esas olarak Rusya’daki Türk topluluklarıyla ve Rusya’da savaş esiri olarak bulunan Türklerle bağıntılıdır. Söz konusu topluluklar, gerek Bolşevizm’i tanımak bakımından gerekse devrimci pratik içindeki deney birikimleri bakımından, Türkiyeli ilericilerden çok daha gelişmiş durumdaydılar. Kerim Sadi, “Türkiye’de Sosyalizmin Tarihine Katkı” adlı eserinde, İmparatorluk sınırları dışındaki bazı Müslüman toplumlarında sosyalist akımları anlatırken, bu özelliği yansıtan pek çok kanıt göstermektedir. (7) Azerbaycan’da, Tatarlar arasında, Kazan ve Türkistan’da çok sayıda sosyalist gazete yayınlanmakta, bunların büyük bir çoğunluğu Bolşeviklerin denetiminde bulunmaktadır.
Kerim Sadi, “Yeni Dünya”yla ilgili olarak şu bilgileri veriyor:
“1919 Nisan ayının başında Simferepol’de Yeni Dünya adlı Türkçe bir Bolşevik gazete çıkmıştır. Daha sonraları Eskişehir ve Ankara’da omonimlerini gördüğümüz bu gazete haftalıktı: ve Moskova Müslüman Merkez Komiserliğinin Organı idi. Yeni Dünya’nın ilk birkaç sayısı Moskova’da yayınlanmış sonra Kırım’a nakledilmiştir. Yeni Dünyayı Mustafa Suphi çıkarıyordu. Bu gazete, özellikle büyük sayıda Türk harp esirleri için çıkıyor ve onlar tarafından okunuyordu.” (8)
Mustafa Suphi, 1918’de Moskova’da Türk Sol Sosyalistleri Birinci Kongresi’nin toplanmasına ve Moskova, Kazan, Şamara, Saratov, Rezan, Astrahan gibi merkezlerde Türk komünist teşkilatlarının kurulmasına yardım etmiştir. Aynı yılın kasım ayında Moskova’da düzenlenen Müslüman Komünistler Birinci Kongresi’ne gitmiş ve burada Stalin’in başında bulunduğu Milliyetler Halk Komiserliği’ne bağlı olarak kurulan Doğu Halkları Merkezi Bürosu’nun Türk seksiyonu başkanı olmuştur. 1918 Aralık ayında, Petrograd’da yapılan Enternasyonal Devrimciler Toplantısı’na katılmıştır. Burada yaptığı konuşmada, “İngiliz ve Fransız kapitalizminin beyni Avrupa’da olmakla birlikte, vücudu Asya ve Afrika ovalarındadır” tezini savunan bir konuşma yapmıştır. 1919 Martı’nda, yine Moskova’da toplanan Üçüncü Enternasyonalin ilk kongresine Türkiye delegesi olarak katılmıştır. Bu toplantıda da, aynı tezi savunmuş, Doğuda gerçekleşecek devrimlerin, Batılı emperyalist ülkeleri hammadde kaynaklarından yoksun bırakarak buhranlara yol açacağını ve dolayısıyla emperyalist ülkeler proletaryasının iktidara gelmesini kolaylaştıracağını ileri sürmüştür. Bu konuşmanın tam metni, yukarıdaki bilgileri de özetleyerek aktardığımız, Mete Tuncay’ın “Türkiye’de Sol Akımlar” adlı eserinde bulunmaktadır. Bu konuşmada Mustafa Suphi, Rusya’daki faaliyetlerinin içeriğini anlatırken şunları söylemektedir:
“Geçen sene, Türk generalleri Türk ordusunu Hazar Denizi kıyılarına, İran’ı ve Türkistan’ı işgale göndermeye kalkıştıklarında, Moskova’da bütün dünyaya mutluluk vaade-den devrimin merkezinde, Türk devrimcileri, cesaretle Türk bayrağını yükselterek, Türk generallerinin maceraperest özlemlerine karşı koydular. … Burjuva gazetelerin sütunlarında bizlere karşı şöyle sorular yöneltildi: ‘Müslüman dünya Türk ordusunun Asya içlerindeki zaferini kutlarken, Türk-Tatar ulusunun en kutsal duygularına ve dinine karşı gelen bu insanlar kim? Bu kişiler hangi dine mensup, milliyetleri nedir?’ Ve Türk elçiliği bu uhrevi sorularla bütün Doğu Müslüman dünyasının kafasını karıştırmaya çalışırken, biz, Türk komünistleri, bütün yeryüzünün vatanımız ve insanlığın ulusumuz olduğunu açıkça belirttik. Böylece devrimin kızıl bayrağını cesurca kaldırarak Türk emperyalizminin çevresinde toplanmış bu tür insanlara, bu tür akımlara karşı koymaya karar verdik.”
Mustafa Suphi, daha sonra emperyalizmle sömürge uluslar arasındaki çatışmanın, sosyalist devrim için yaratacağı olanaklar üzerinde durmakta ve III. Enternasyonalin bundan sonraki görevinin Doğu halkları arasında devrim ocakları kurmak olduğunu savunmaktadır. (9)
Yeni Dünya, Kırım’da yayınlanıp buradan, Türk kayıkçıları aracılığıyla Anadolu’ya ulaştırılıyordu. Bu yol, aynı zamanda komünist propagandacı, işçi ve askerlerin de Anadolu’ya gönderilmesi için kullanılıyordu.
14 Temmuz 1919’da ilk TKP kurucu komitesi oluşturuldu. Bu komitede, Mustafa Suphi ile birlikte, Maksut Ekşi, Ali Rıza Keskin, Osman Topçuoğlu, Mustafa Börklüce, Murat Sarı ve Kadir Erzurumlu bulunuyordu. (10) İbrahim Topçuoğlu’nun derlediği anılarında, Ali Rıza, kuruluş günlerini şöyle anlatıyor:
“12 Temmuz 1919 günü Moskova’ya gittim. Yedi kişi toplandık, durumu inceledik; hazırlanmış 25 maddelik Kurucu Komite programını onayladık. Bu suretle, Türkiye Komünist Partisi ilk Kurucu Merkez Komitesi 14 Temmuz 1919 tarihinde kurulmuş oldu. … Komitemiz namına Mustafa Suphi, Komintern’e giderek TKP Kurucu Komitemizi bildirdi ve kaydımızı yaptırdı.” (11)
Bundan sonraki süreci, Tuncay’ın çalışmasına dayanarak şöylece özetleyebiliriz:
M. Suphi daha sonra Moskova’dan Türkistan’a geçerek “Beynelmilel Şark Tebligat Şubesi”ni kurar. Taşkent’teki komünist örgütü yeniden düzenler ve bir Türk Kızıl Ordusu oluşturur. Bu arada Azerbaycan’da Sovyet yönetimi kurulunca, M. Suphi ve arkadaşları Bakû’ye geçerler. TKP’nin asıl örgütlenmesi de burada gerçekleşir. Mustafa Suphi, Bakû’de daha önce eski İttihatçıların kurmuş olduğu Türkiye Komünist Fırkası’nı dağıtarak, yeni bir örgütlenmeye girişir. İlk kongrenin tarihi olan 10 Eylül 1920, bu bakımdan, TKP’nin resmi kuruluş tarihi olarak kabul edilir. O günden sonra da, örgüt, ağırlıklı olarak Türkiye ile ilgilenmeye başlar, örgütlenme, ajitasyon ve propaganda, istihbarat ve askeri örgütlenme gibi sorunlarda, yeni bir parti için oldukça dikkate değer bir gelişme görülür.
Örgüt, Bakû dışında, İstanbul’da, Zonguldak, Trabzon ve Rize gibi Karadeniz şeridinde yer almaları dolayısıyla ulaşımın kolay olduğu illerde, Nahçıvan ve Kuzey Kafkasya’da şubeler açar ve her birine örgütçü militanlar gönderilir.
TKF’nin eğitim ve propaganda faaliyetinin zenginliğini ve teorik sorunlara yaklaşımının boyutlarını gösteren yayınlarını, Mustafa Suphi’nin Bakû Kongresi’nde okuduğu “Layiha”ya dayanarak şöylece sıralayabiliriz: Yeni Dünya gazetesinin tirajı dört binin üzerindedir. Bunun iki bini Türkiye’ye, bini Azerbaycan’a, üç yüz ellişer adedi Rusya ile İran ve Türkistan’a gönderilmekte, dört yüz ile beş yüz arasında nüsha da, “ihtiyat olarak, depoda” tutulmaktadır. Ahbar ve Komünas adlı iki sürekli duvar gazetesi çıkarılmaktadır. Anadolu’da, Trabzon, Erzurum ve Eskişehir’de, “komünistliği alenen müdafaa eden”, “Albayrak”, “İşçi” adlı gazetelerin çıkarılmasına yardımcı olunmaktadır. İstanbul’da ise, “Kurtuluş” adlı bir gazete, Mustafa Suphi’nin deyimiyle, “komünist arkadaşlar” tarafından çıkarılmaktadır. Kurulan bir yayın kolu tarafından, on iki temel kitap Türkçeye çevrilmiş, beş kitabın da üzerinde çalışılmaya başlanmıştır. Eylül ayına kadar, “Lenin’in Tercüme-i Hali”, “Şuralar (Sovyet) Hükümeti Nedir”, “Burjuvazi Diktatoryası ve Proletarya Diktatörlüğü” adlarını taşıyan üç kitap yayınlanmıştır. Ardından, “Kanunuesasî” (Anayasa), “Komünist Programının Şerhi (açıklaması)”, “Komünist Beyannamesi (Manifesto)”, “Say (emek) ve Sermaye”, “Bolşevizm Nedir”, “Kırmızı Ordu Kıtaatı”, “Fırka Hücreleri Talimatnamesi”, “Çocuk Dostu”, “Mektebe Kadar Terbiye Müesseseleri Talimat ve Programı” yayınlanır. Üzerinde çalışılan altı kitabın adları da şunlardır: “Komünizmin Elifbası” (Buharin tarafından yazılan kitabın çevirisi), “Hükümet ve İnkılâp” (Lenin’in ‘Devlet ve Devrim’ adlı eserinin bir çevirisi ya da özeti olabilir), “Altına İbadet”, “Büyük Başlangıç”, “Enternasyonal Tarihi”,
“Mahkeme ve Sosyalizm Kanunuesasî”. Yazılı propaganda malzemesinin yanı sıra, işçi ve köylülerin hayatlarını yansıtan 29 (başka bir kaynakta 20) adet tablo yapılmış ve sergilenmiştir. Diğer yandan, 17 Haziran tarihinde bir “siyasi fırka mektebi” açılmış ve eylül başında elli öğrenci arasından mezun olan kırk gence diploma verilmiştir. Okulda, uygarlık tarihi, sosyal devrimler tarihi, iktisat, ekonomi politik. Komünist Programı, Türkiye İnkılâp Tarihi, Sovyet hükümeti anayasası, ittifaklar, parti örgütlenmesi ve yayınları ve müzik dersleri verilmekteydi.
“Rabıta ve İstihbarat faaliyetleri” ise esas olarak Türkistan’da kurulan ve “Pamir’den Bahri Hazer’e kadar yayılan Beynelmilel Şark Tebligat Şurası” aracılığıyla yürütülmüş, bu faaliyet alanı Nahçıvan ve Karadeniz’de kurulan irtibat noktalarına kadar genişletilmiştir. Bu şube tarafından Türkiye’ye gönderilen otuz dört istihbarat görevlisinden sürekli bilgi alınmıştır. Mustafa Suphi’nin konuşmasında, bu kaynaktan gelen bilgilerin içeriğine ve haber-alma faaliyetinin hedeflerine ilişkin şu bilgileri buluyoruz: Her kademede devlet ve hükümet adamlarının genel düşünceleri ve özellikle komünizm hakkındaki görüşleri, işçi, köylü ve asker kitleleri arasında siyasi eğilimler, gene aynı kitlelerin ekonomik ve sosyal durumları, en çok şikayetçi oldukları konular vb.
Askeri örgütlenme konusunda ise, TKF. bir kısmı hâlâ Rusya’da bulunan Birinci Dünya Savaşı tutsaklarının, bir “Kızılordu Birliği” halinde örgütlenmesi ve Türkiye’ye gönderilmek üzere hazırlanmasını esas almıştı. Mustafa Suphi, bu süreci şöyle anlatıyor:
“Abid Ali yoldaş tarafından Baku de Türk esirlerinden mürekkep bir komünist kıta-i askeriyesi teşkil edilmek üzere teşebbüste bulunulmuştu. Merkezi heyet, Bakû teşkilat işlerini yoluna koyar koymaz, kıta-i askeriyeyi kendi idaresine alarak, kumandan ve siyasi müritler tayin etmiştir.”
Daha sonra bu birlik, Anadolu’ya gönderilmiştir. Bu konuda, Anadolu Hükümeti’ne de öneride bulunulmuş, fakat Kemalistler bunu çekinceyle karşılamışlardır. Mustafa Suphi’nin aktardığına göre, Anadolu Elçiliği Vekili İbrahim Tali Bey, “Türkiye’nin adama ihtiyacı yoktur, cephane ve silaha ihtiyacı vardır” diyerek, bu teklifi geri çevirmiştir. (12) Gene de, 1921 yılında bu birliğin Anadolu’ya gönderildiği bilinmektedir. Ancak cepheye sevk edilip edilmediğine dair bilgi yoktur: Mustafa Suphi’nin, Mustafa Kemal’e Kasım 1920’de yazdığı bir mektupta, Türk Kızıl Alayı ile ilgili bazı bilgiler verilmektedir:
“Fırkamız tarafından Anadolu harekâtına yardım olmak üzere, teşkilinden evvelce malumat verdiğimiz Türk Kızıl Alayı, merkezi heyet azasından Mehmet Emin yoldaşın kumandası altında, takriben üç hafta evvel Nahcivan tarikiyle Kazım Karabekir Paşa emrine girmek üzere gönderilmiş ise de, bu sırada, Şark cephesinin taarruza geçmesi, Taşnakların Nahcivan yolunu kapamalarına sebep olarak, askerin Anadolu’ya is’ali mümkün olmamıştır; ancak alayımızın Kerüsid’den başlayarak Pazarçayı’na doğru yaptığı harekât muvaffakiyetlerle neticelenmiş ve düşman kuvvetinin büyük zayiatına sebebiyet vermiştir. Askerimizden 11 zayiat ve 20 kadar hafif yaralı vardır.” (13)
KURULUŞ YILLARINDA TKP VE KOMÜNİST ENTERNASYONAL
TKP, Komintern’in 19 Temmuz 1920’de Petrograd’da başlayan ve Moskova’da devam eden İkinci Kongresi’ne iki delege ile katılmıştır. Bir konuşma yapan İsmail Hakkı, özü itibariyle milliyetçi bir bakış açısından, özellikle sömürgeler ve ulusal kurtuluş savaşları çerçevesinde, Türk ulusal kurtuluş savaşı üzerinde durmuştur. Bu konuşmada, Ankara Hükümeti’ne biçilen yüksek değer dikkat çekicidir.
“Şimdi demokratik partilerin önderlik ettiği Anadolu Hükümeti, Türkiye’nin Antanta tarafından uğratıldığı hayâsız sömürüye en iyi cevaptır. Bütün Antanta düşmanı güçleri çevresinde toplayan ve emperyalizme karşı öteden beri nefret duygularıyla dolup taşan Anadolu’daki devrimci hükümet, şimdi Avrupa emperyalizmine karşı bir savaşıma girişmeye hazırlanmaktadır.” (14)
Komintern’in İkinci Kongresi, sömürgecilik, ezilen uluslar ve dünya proletaryası arasındaki ilişkileri, ulusal kurtuluş savaşlarıyla sosyalist devrimler arasındaki bağıntıyı ele alan ve özellikle de Hintli komünist Roy’un konuya ilişkin tezlerinin tartışıldığı bir kongre olarak önem taşıyordu.
Türkiye, gerek ulusal kurtuluş mücadelesinin boyutlarıyla, gerekse gelişen komünist hareketinin niteliğiyle, Enternasyonalin ve Lenin’in başlıca ilgi odaklarından biri olma özelliği kazanmıştı. Bu yüzden, İkinci Kongre’ye iki oy hakkı ile katılan TKP’nin, daha sonraki kongrelerde dört oy hakkına sahip olması kararlaştırılmıştı.
Bu noktada incelenmesinde yarar bulunan iki nokta vardır:
Birincisi, genel olarak sömürge, yarı-sömürge ülkelerin komünist partilerinin kendi proletaryalarıyla olan bağları ve ulusal kurtuluş mücadeleleri üzerindeki etkilerinin niteliği ve derecesi;
İkincisi, başlıca komünist partilerin, özellikle SSCB-KP’nin ve Üçüncü Enternasyonal’in, ulusal sorun ve ulusal kurtuluş savaşları konusunda teorik ve pratik bakımdan henüz netleşme sürecinde olmasının yol açtığı sorunlar.
Bu iki sorunu TKP açısından ele alırken, Sovyet Devrimi’nin gelişme özellikleri ve emperyalizmin devrime karşı saldırılarının boyutları dikkate alınmalıdır. Çünkü 1919 Alman Devrimi’nin yenilgiye uğraması, Sovyet Devrimi’nin Avrupa’ya bağladığı umutları önemli ölçüde yıkmış ve bir dünya devrimi, en azından belirsiz bir geleceğe ait bir olanak haline gelmişti. Bu durumda, Asya’daki ulusal kurtuluş savaşlarının, yeni bir müttefik güç olarak önemi artmış ve Sovyet komünistlerinin ve Enternasyonal’in ilgisi bu noktada yoğunlaşmıştı. Modern sanayi proletaryasının dünya kapitalizmine karşı mücadelesinin önemli bir mevzi kaybettiği koşullarda, geri kır ilişkilerinin, kültürsüzlüğün, toplumsal ve siyasal bakımdan örgütsüzlüğün hâkim olduğu sömürge ve yarı-sömürge ülkelerin, zayıf işçi sınıflarının ve geri köylü yığınlarının mücadelesi, beklentilere ne ölçüde cevap verebilir, Sovyet Devrimi’ne yönelmiş emperyalist saldırıyı püskürtmede ve kendi ülkelerinin kurtuluşunda nereye kadar etkili olabilirdi?
Bu sorular, yalnızca pratik ve teknik bir dizi karmaşık yeni sorunu ortaya çıkarmakla kalmıyor, aynı zamanda Marksizm’in temel ilkelerinin, tarih ve devrim teorilerinin de sınanıp geliştirileceği yeni bir alan açıyordu.
Lenin, III. Enternasyonal’in ikinci Kongresi henüz sorunu tartışmaya başlamadan önce, bütün delegelere, tartışmanın çerçevesini ve gözetilmesi gereken temel ilkeleri hatırlatan bir yazı yayınladı. Burada, “… Bütün yoldaşlardan, özellikle bu karmaşık sorunların herhangi biri hakkında somut bilgisi olan yoldaşların, hele hele aşağıdaki noktalardaki görüşlerini, değiştirip ya da eklemelerini ve somut noktalan çok kısa biçimde (iki ya da üç sayfadan fazla olmamak üzere) bildirmelerini rica ederim” deniyordu. (15) Bu sözler, Lenin’in konunun tartışılmasına ve yeni görüşlerin ortaya çıkmasına verdiği önemi göstermektedir. Gerçekten, sorun, bütün boyutlarıyla yenidir ve dünya devriminin başlıca dayanaklarından birisinin tüm özellikleriyle açığa çıkarılması gerekmektedir.
Lenin, “Ulusal Sorun Ve Sömürgeler Sorunu Üzerine Tezlerin Ön Taslağı- Komünist Enternasyonalin İkinci Kongresi İçin” başlığını taşıyan yazısının ilerleyen bölümlerinde, temel ilkeleri hatırlatır. Buna göre, her şeyden önce, burjuva demokrasisinin ikiyüzlülüğü gösterilmeli, “eşitlik isteğinin gerçek anlamının, sınıfların kaldırılması isteği” olduğu anlaşılıp anlatılmalıdır.
İkinci olarak, komünist partiler, yukarıdaki ilkeye bağlı olarak, “siyasetini, ezilen sınıfların, sömürülen emekçi halkın çıkarlarıyla genel ulusal çıkar kavramı, yani egemen sınıfların çıkarı arasında yapılacak açık bir ayrım üzerine oturtmalıdır.” Ve bunun bir başka düzeyde ifadesi olarak da, “komünist partisi, siyasetini, ezilen, bağımlı ve uyruk uluslar ile; ezen, sömüren, egemen uluslar arasında ayanı biçimde yapılacak açıkça bir ayrıma dayandırmalıdır.”
Bu tezlerin gözeteceği temel hedef ise, şöylece formüle edilmektedir:
“Komünist Enternasyonal’in ulusal soruna ve sömürge sorununa ilişkin tüm siyaseti, her şeyden önce, bütün ulusların proleterleri ile emekçi yığınların, toprak sahipleri ile burjuvaziyi devirmeyi amaçlayan ortak devrimci bir savaşım için daha yakından birlik kurmaları esasına dayanmalıdır. Kapitalizme karşı zaferi sağlayacak tek şey bu birliktir. O olmaksızın, ulusal boyunduruğa son verilmesi, eşitsizliğin ortadan kaldırılması olanaksızdır. ” (16)
Lenin, ayrıca, proletarya diktatörlüğünün dünyanın o günkü siyasal koşullarında kaçınılmaz olarak gündeme geldiğini belirterek, dünya burjuvazisinin Sovyet Rus Cumhuriyeti’ne karşı savaşımının yoğunlaştığına dikkat çekmektedir. Bu sorun, emperyalizme karşı işçi sınıflarının ve ezilen ulusların mücadelesinin kendi içlerinde taşıdıkları etkiyi aşan bir etken rolü kazanmalarına yol açmaktadır. Mücadeleler, artık kaçınılmaz olarak, Sovyet Rusya’nın sosyalizmi kurma savaşının bir parçası haline gelmekte, iki büyük dalga birbirine bağlanmaktadır: Sosyalizm ve ulusal kurtuluş mücadeleleri. Diğer yandan, ulusal kurtuluş mücadelelerinin başarıya ulaşabilmeleri de, Sovyet Cumhuriyeti’nin ayakta kalışına ve sosyalizm yolunda zaferle ilerleyişine bağlı hale gelmiştir. Lenin, bundan şu net sonucu çıkarır:
“Bu durumda, bugün için artık, salt çeşitli ulusların emekçi halkları arasında daha yakın bir birlik gereğini kabul etmek ve öne sürmekle yetinilemez. Bütün ulusların ve sömürgelerdeki kurtuluş hareketlerinin Sovyet Rusya’yla çok yakın ittifaka girmesi olanağını sağlayacak bir siyaset izlenmelidir. Bu ittifakın biçimini, her ülke proletaryasının komünist hareketinin gelişme düzeyi, ya da geri ülkeler veya geri ulusal-topluluklardaki işçilerle köylülerin burjuva demokratik kurtuluş hareketinin gelişme düzeyi kararlaştırmalıdır.” (17)
Bu son önerme, bütün komünist partiler içinde, ulusal mücadelenin sıcak ortamına giriş için bütün gücünü seferber eden TKP bakımından özellikle önemliydi. Gerçekten, ulusal mücadelenin önderliğini yapmakta olan burjuvaziyle kendisi ve Sovyet Rusya arasında nasıl bir ittifak gerçekleştirecek, bunun düzeyi ve araçları neler olacaktı? Kuşkusuz bu soruya ilkeli bir cevap verebilmek için, Lenin’in tezlerinde ortaya konulmuş bulanan temel perspektifler ekseninde bir analiz gerekiyordu. Diğer yandan, Lenin, bu türden ülkeler komünistlerinin hareket tarzını ve siyasi hedeflerini de formüle eden tezler ileri sürmekteydi. Bu tezlerde, hem komünist partilerin düşmesi olası ya da o anda zaten yapılmakta olan hatalara dikkat çekilmekte, kesin uyanlar geliştirilmektedir. Öyle ki, TKP’nin eylemini değerlendirirken, bu uyarıların ne kadar yerinde ve önemli olduğunu görebiliriz.
Lenin’in bu konuda önemli gördüğü şu hususların altını şöyle çizebiliriz:
1. Bütün komünist partiler, feodal, ataerkil ilişkilerin egemen olduğu ülkelerde, burjuva-demokrat kurtuluş hareketlerine yardım etmelidirler. Bu noktada, Roy tarafından formüle edilen ve Lenin’in önemli bulduğu bir koşul göz önünde tutulmalıydı: Anti-emperyalist hareketin içinde de toplumsal antagonizmalar vardır ve buna karşı dikkatli olunmalıdır. Çünkü modern sanayinin Doğu’ya girmesiyle, Batı’dakine benzer koşullar doğmaya başlamış, fakat buralarda burjuvazi zenginleşirken, feodal sınıflarla koalisyon yapmış ve ikisi birden proletarya ve köylülüğe karşı Batı emperyalizmiyle uzlaşma eğilimine girmiştir. Öyleyse, bu tür ülkelerde, antiemperyalist mücadeleyi gerçekten yürütebilecek olan sosyal sınıflar, proletarya ve köylülerdir. Dolayısıyla, komünistlere düşen görev, Batılı emperyalistlere karşı feodal unsurların ve henüz feodaliteyle bağlarını koparamamış burjuvazinin geçici mücadelelerini desteklemek değil, kendi partilerini kurarak mücadeleyi yürütmeleri olmalıdır. Burjuvaziyle, antiemperyalist bir ittifak kurulacaksa, burada inisiyatif ve öncülük, mutlaka komünistlerin elinde bulunmalıdır. Roy’un tezleri, Lenin’in tezlerinin yanı sıra, Komintern tarafından “Tamamlayıcı tezler” olarak kabul edilmiştir. (18)
2. Geri ülkelerdeki din adamları ve öteki gerici unsurlar ve ortaçağ unsurlarıyla mücadele gereklidir. Emperyalizme karşı mücadeleyi, hanların, mollaların, toprak sahiplerinin gücünü artırma çabasıyla birleştirmeye çalışan pan-İslamizmle mücadele edilmelidir.
3. Toprak sahiplerine, feodalizm kalıntılarına karşı köylü hareketine özel bir destek verilmelidir.
4. Burjuva demokratik kurtuluş eğilimlerine komünist bir görünüş verme çabalarına karşı kesinlikle mücadele edilmelidir.
“Komünist Enternasyonal, sömürgelerle geri ülkelerdeki ulusal burjuva demokratik hareketleri bir koşulla desteklemelidir: O koşul şudur, bu ülkelerde komünistliği yalnızca sözde kalmayacak olan gelecekteki proleter partilerin öğeleri birlikte ortaya çıkarılacak, ve kendi özel amaçlarını, yani kendi ulusları içindeki burjuva demokratik hareketlerle savaşım amaçlarını anlayacak biçimde yetiştirilmiş olacaktır. Komünist Enternasyonal, sömürge ve geri ülkelerdeki burjuva demokrasisiyle geçici bir ittifaka girmeli, ancak onlarla kaynaşmamalı, henüz ilk adımlarını atıyor olsa bile proleter hareketin bağımsızlığını kesinlikle yeğ tutmalıdır.” (19)
Proletaryanın bağımsız siyasi hareketinin örgütlenmesi konusu Lenin’de net bir koşul olarak ileri sürülmekte ve bununla sahte “Komünist” partilere karşı mücadele anlayışı birlikte değerlendirilmektedir. Bu tez, sanki özel olarak, sahte bir komünist partisi örgütlemeye girişen Türkiye için yazılmış gibidir.
Şimdi, bu tezlerin Enternasyonal bünyesinde tartışılıp karara bağlanmasının hemen öncesinde TKP’nin Türkiye’ye ilişkin faaliyetlerinin içeriğine bakalım:
Mustafa Suphi, parti örgütünü kurduktan sonra, ilk iş olarak Ankara Hükümeti ile ilişki sağlamaya çalışmış ve bu amaçla, Merkez Komitesi üyesi, siyasi ve askeri komiser Süleyman Sami’yi, Mustafa Kemal’in şahsına yazılmış (15 Haziran 1920 tarihli) bir mektupla birlikte Türkiye’ye göndermiştir.
Süleyman Sami, partinin, Türkiye’ye yardımda bulunmak isteyen Sovyetler Birliği ile Türkiye arasında aracılık yapmak istediğini, bu amaçla bir miktar silah ve cephaneyi şimdiden hazırladığını bildirerek, Millet Meclisi’nin Bolşeviklerle işbirliği konusundaki düşüncelerini öğrenmek istemiştir. Ayrıca Anadolu’da açık bir komünist örgüte izin verilip verilemeyeceği, izin verilecekse, komünist programda bir değişiklik önerilip önerilmediğini tartışmıştır.
Mustafa Suphi, daha sonra 17 Temmuz’da Kazım Karabekir Paşa’ya da Yusuf Ziya Bey aracılığıyla bir mektup göndermiş, Salih Zeki’yi de Nahçıvan üzerinden Erzurum’a göndererek kişisel ilişkiler aramıştır. Bu arada, Enternasyonal’in konuya ilişkin tezleri henüz tartışılmakta ve komünist partilerin takınması gereken tavır konusundaki ilkeler yeni yeni belirlenmektedir. Dolayısıyla, örneğin Süleyman Sami’nin, komünist programda bir değişiklik yapılması konusunda bir önerileri olup olmadığını demokrat-burjuvazinin temsilcileriyle tartışmasında fazlaca kınanacak bir yan yoktur.
Diğer yandan, genel dünya durumunun öne çıkardığı bir özellik olarak geri ve sömürge ulusların kurtuluş mücadelelerinin artan önemi, net proleter sınıf tavrının zaman zaman bulanmasına da zemin hazırlamaktadır. Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu bu ülkelerin komünistlerinin eylem alanlarının ve temsil ettikleri sınıfın somut özellikleri, Enternasyonal’in önerdiği ilkelerle tam bir uyum göstermek bakımından zaman zaman zorlanmalarına yol açmaktadır.
BİR YARI-SÖMÜRGE PARTİSİ OLMANIN SORUNLARI VE GÖREVLERİ BAKIMINDAN TKP
Komünist Enternasyonal tarafından 1 Eylül 1920’de Bakû’de toplanan “Doğu Halkları Kurultayı”, bir bakıma İkinci Kongre tezlerinin uygulanmasının ve sınanmasının bir alanı haline gelmiştir.
Kurultay’a, aralarında Mustafa Suphi’nin yanı sıra, Enver Paşa ve kimi ittihatçıların, Ankara Hükümeti’ni temsilen İbrahim Tali başkanlığında bir heyetin de bulunduğu 235 Türkiye delegesi katılmıştır. Toplam 1831 delegenin katıldığı Kurultay’da en çok üye ile temsil edilen ülke, Türkiye’dir.
Bakû Kurultayı öncesinde, Komintern tarafından temmuz ayında yayınlanan bildiri, kurultayın hangi amaçla düzenlendiğini açıklayıcı içeriktedir. Bu bildiride, esas olarak, ulusal kurtuluş savaşının başında bulunan burjuvaziye karşı dikkatli olunması ve devrimin ilerletilmesi konusunda asla güven duyulmaması çağrısı yapılmaktadır. “İran, Ermenistan ve Türkiye’nin Ezilen Halk Kütlelerine” başlığını taşıyan bildiride, bu husus açık bir biçimde vurgulanmaktadır:
“Efendi ve beylerinizin bazıları, kendilerini ecnebi sermayedarlara satmıştır; diğerleri sizi silâhaltına çağırıyor ve yabancı müstevlilere karşı dövüşmek üzere hazırlıyorlar: Fakat bunlar da, ülkenizin idaresini kendi elinize almanıza, Sultanın tufeylilere bağışladığı toprakları kendinize ayırmanıza, bu tarlalarda buğday yetiştirip beslenmenize izin vermezler. Ve yarın ecnebi sermayedarlar, efendilerine daha iyi barış şartları teklif ederse, şimdiki önderleriniz, ecnebilerin yardımıyla, sizi yine tıpkı ecnebi ordularının işgali altında bulunan yerlerdeki arazi sahiplerinin ve eski memurların yaptığı gibi zincire vuracaklardır.” (20)
Aynı bildiride, özel olarak Türkiye’yi ilgilendiren önemli bir bölüm vardır:
“Anadolu köylüleri! Yabancı istilacılarla dövüşmek üzere, şimdiden Kemal Paşa’nın buyruğu altına çağrıldınız; fakat biz aynı zamanda, Paşalar İtilâf yağmacılarıyla barış yapsalar bile, yalnız başınıza savaşa devam edebilmek için, kendi halkçı ve köylü partinizi kurmaya çalıştığınızı biliyoruz.”
Bu paragrafta, iki önemli nokta dikkat çekmektedir: Birincisi, Türk delegeleri tarafından ileri sürülen Anadolu Hükümeti hakkındaki bütün olumlu yaklaşımlara karşın, Komintern, bu konuda açıkça bir uyanıklık çağrısı yapmakta, bunun da ötesinde, kendi muhatabı olarak, Millet Meclisi’ni ve Kemal Paşa’yı değil, Anadolu köylülerini görmektedir. Mustafa Kemal Paşa, Komintern bildirisinde kendisinin ve Millet Meclisi’nin atlanarak doğrudan halka seslenilmiş olmasına rağmen, belki de bu tavrın değişmesini umarak, 14 Ağustos’ta, Bolşevik Devrimi’ni öven bir konuşma yapar. Burada, kendi bakış açılarıyla, Bolşevik bakış açısı arasında bir fark bulunmadığını, kendi halkçılık prensipleriyle Bolşevizm’in çatışmadığını ileri sürer.
“İslamiyet’in en yüksek kaide ve kanunlarını ihtiva eden Bolşevizm’in bizim dahi mevcudiyetimize kastetmiş olan müşterek düşman aleyhine bugün kazanmış olduğu zafer, bizim için de teşekküre şayan bir neticedir…” (21)
İkincisi, temmuz ayında yazılan bu bildiri, Anadolu köylülerine, “kendi halkçı köylü partilerinin” kurulmaya çalışılmakta olduğunu bildiriyor: Burada kastedilen, TKP ise eğer, onun bir “halkçı, köylü partisi” olarak değerlendirilmesi oldukça ilginçtir ve büyük ölçüde, Türkiye’nin nesnel koşulları, proletaryanın gelişme düzeyi ve ulusal kurtuluş mücadelesi içinde köylülüğün tuttuğu ağırlıklı yer göz önünde tutularak yapılan yerinde bir değerlendirmedir. Bu verili koşullar altında, TKP, modern tipte komünist proletarya partilerinden farklı doğuş ve gelişme koşullarına sahip olacaktır ve ağırlıklı olarak Komintern’in işaret ettiği özellikleri taşıyacaktır.
“Doğu Halkları Kurultayı”, Komintern’in, özellikle Türkiye’de gelişmekte olan hareketin teşhirini önemsiyor ve Kurultay’a katılan komünistlere ve diğer delegelere, kendi bağımsız siyasi inisiyatiflerini geliştirmeleri konusunda çok ciddi uyarılarda bulunuyordu. Kurultayın başkanlığını yapan Zinovyev, M. Kemal’in yönettiği hareketin asla komünist olmadığını, hatta Halife’nin kutsal kişiliğini kurtarmaya yönelik olduğunu belirtirken, yayınlanan bildiride de, dinsel cihat çağrılarıyla süslü bu mücadelenin niteliği hakkında şiddetli vurgular yapılıyordu:
“Doğu halkları! Hükümetlerinizin sizi kutsal bir savaşa çağırdığını çok duydunuz, Peygamberin yeşil bayrağı altında yürüdünüz: Fakat bütün bu cihatlar kandırıcı idi; sizin bencil hükümdarlarınızın çıkarlarına hizmet ediyordu. Ama siz, köylüler ve işçiler, bu savaşlardan sonra bile kölelik ve yoksulluk içinde kaldınız; hayatın nimetlerini başkaları için kazandınız… Şimdi biz, sizi Komünist Enternasyonal’in kızıl bayrağı altında gerçek bir cihada çağırıyoruz…”
Bu uyarıların ve kuvvetli vurguların yapılmasını gerektirecek önemli özelliklerin başında, yukarıda M. Kemal’in konuşmasında gördüğümüz bir anlayışın genel ve yaygın bir etkiyle Kurultay’a katılanlar arasında benimsenmiş olmasının bulunduğunu tespit edebiliriz. Pek çok kişi, Bolşevizm’in İslamiyet’le aynı şey olduğunu düşünüyor, Bolşevizm’in temel ilkelerinin ve kurallarının Kuran’dan çıktığına inanıyordu. Kuşkusuz böyle bir yaklaşım, yalnızca Marksizm-Leninizm’i anlamayı ve uygulamayı zorlaştırmakla kalmayacak, aynı zamanda, “yeşil bayrak” altında Hilafetin kurtarılması için çalıştığını söyleyen gerici siyasi gruplarla bir kesişme noktası da doğuracaktı. Hele, Türkiye gibi, komünist hareketin gelişmesinin daha başlangıcında bulunan ülkelerde, böyle bir eğilim ve sözde ittifak, hareketin daha başlangıçta boğulmasına ve kendi kimliğini yitirmesine yol açacaktı.
Kurultay’da bir konuşma yapan Macar komünist Bela Kun’un uyarıları da bu yöndeydi:
“Kemalistlerin desteklenmesini” teklif ediyorum. Ancak bu milli ihtilalci hareketin, sadece yabancı sömürücülere ve onlarla işbirliği yapmakta olan Saltanat istibdadına karşı yöneltilmiş ve ağalar, paşalar, burjuvalar ve aşiretlerle işbirliği edilerek sürdürülmekte olduğunu hatırlatırım. Başarısı, Türk köylü ve işçilerinin her türlü sömürü ve baskıdan kurtulacağı anlamına gelmez. Bu mücadele sonunda sömürüden kurtulmaları için, şimalden teşkilatlanmaları ve teşkilat içinde saflarını sıklaştırarak bütün reformlarını yaptıracak güce ulaşmalarını salık veririm.” (22)
Bütün özellikleriyle, her siyasi akım ve düşüncenin kendini Bolşevizm’e yakın göstermeye çalıştığı, bulanıklık ve belirsizliğin egemen olduğu bir ortamda, burjuva ulusal kurtuluş hareketinin başlıca eğilimleri ve özellikleriyle, Bolşevizm arasındaki derin farklılığı göstermek önem taşıyordu.
TKP, henüz ilk adımlarını atarken, bu konuda en çok uyarılması gereken partilerin başında gelmektedir.
TKP’nin Kuruluş Kongresi’nde kabul edilen raporda, “… Türk Komünistleri, III. Enternasyonal’in İkinci Kongresince alınan kararların, yaşantıya, olaylara, hayatın isteklerine ve Türkiye’de sosyal hareketin ana ilkelerine, ülkülerine uygun olduğunu belirtir” denilmektedir. Aynı kongrede kabul edilen ilk programda da bu tezlere uygun davranmaya büyük çaba gösterilmiştir.
Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın temel gücünün köylülük olduğu gerçeğinden yola çıkarak, programda bu sosyal tabakaya ağırlıklı bir önem verilmiştir.
“Devrim başarıya, zafere, ancak, devrim ordusu olan geniş köylü yığınlarını bu devrim savaşına çekmek yoluyla, ancak böyle bir savaş sonunda ulaşabilir.” (23)
Kurtuluş savaşının bir demokratik devrimle tamamlanabilmesi için, gene köylülüğün temel taleplerinin eksiksiz karşılanmasının zorunlu olduğu vurgulanmaktadır:
“Memlekete dalan yabancılara karşı kurtuluş savaşının başarıyla, demokratik devrimle sonuçlanabilmesi için, bu toprakların köylülere mutlaka verilmesi gerekir. Kurtuluş savaşına düşman olanların topraklarına hükümet hemen el koymalıdır. Köylü borçları, tefecilik, vergi borçları, köylüyü ezen vergiler, haraçtan başka bir şey olmayan aşar ve salmalar hemen kaldırılmalıdır. Onların emeği, malları, ağalara, köy burjuvazisine karşı korunmalı, köylüye tarlasını ekebilmesi için tohum, tarım aletleri, işini evirip çevire-bilmesi için ucuz kredi sağlanmalıdır.”
Programın köylülerin taleplerinin karşılanmasıyla ilgili son derece önem taşıyan bir önerisi vardır: “Köylü komiteleri kurmak.” Bu öneri, köylülüğün taleplerini, sıradan reform talepleri olmaktan ve özellikle hükümetten beklenen uygulamalar olarak anlaşılmaktan çıkarmakta, doğrudan doğruya halk inisiyatifine dayanan bir girişim haline getirmektedir. Köylü komiteleri, ayrıca, “köylülerin politik haklarını doğrudan doğruya savunabilmek, çiftlik ağalarının, derebeylerin topraklarına, tarım araçlarına, iş hayvanlarına, hayvan sürülerine, tohum ambarlarına hemen el koymak” ve “bu malları köylülere dağıtmak” işlevleriyle de yüklenmektedir. Bu, tümüyle Sovyet Devrimi’nin “köylü Sovyetleri” deneyimine dayanan ve onun Türkiye’ye uygulanmasını öngören devrimci bir projedir.
TKP’nin I. Kongresi, yürütülmekte olan ulusal kurtuluş savaşına önemli değer biçiyordu:
“Anadolu’da yürütülen milli kurtuluş hareketi emperyalizme karşı bir savaştır. Bu savaşa, bütün yeryüzü proleterlerinin dayanışma göstereceklerine, inanıyoruz. Memlekette bu milli hareketin gelişmesi ve derinleşmesi, hem işçi sınıfının şuurunu uyandıracak, hem de genel olarak gelecek sosyal devrim için en elverişli bir zemini hazırlayacaktır.”
Bununla birlikte, TKP, Komintern’in uyarılarını dikkate alan bir hazırlık önerisini de geliştirmektedir:
TKP, memlekette emperyalizme karşı olan milli kurtuluş harbinin derinleşmesine yardım etmekle, bu hareketi tutmakla beraber, işçi sınıfının gerçek ve son amacı olan emekçilerin egemeniğini kurmak için gereken durumu, koşulları, zemini hazırlamaya çalışacaktır.”
Söz konusu milli hareketin, emekçilerin kurtuluşu için ancak bir basamak olacağı, fakat bunun kendisi olmadığı, en azından Kongre’ye katılan, programı hazırlayan komünistler tarafından bilinmektedir.
TKP, milli kurtuluş savaşıyla ilgili tavrını net politik ve örgütsel bir etkinliğe yükseltmek için bir “Tek Cephe” taktiğini de gündeme almıştır. “Türkiye İşçilerine” başlığıyla yayınlanan bildiride, emperyalist saldırıya karşı tek cephe kurulması gerektiği belirtilerek, TKP’nin bu cephede yer almaya hazır olduğu bildirilmiştir. Aynı bildiride, söz konusu “Tek Cephe”nin içinde yer alma koşulu olarak, işçilerin ve emekçilerin, hemen yerine getirilmesi gereken asgari hedeflerini de formüle eden biri dizi talep ileri sürülmektedir:
“1. Sendikalara tam bağımsızlık, serbestlik ve dokunulmazlık sağlanması. Eksiksiz toplantı, grev, yürüyüş, basın ve kişi özgürlüğü.
2. Tek dereceli, genel, eşit, serbest ve gizli oylamalı seçim sisteminin kurulması.
3. Jandarma yerine, halk tarafından seçilen Milis teşkilatının kurulması.
4. Yürürlükteki bütün vergilerin kaldırılması ve yerine kazanç oranlarıyla artan gelir vergisi sisteminin konulması.
5. Parasız genel eğitim.
6. Topraksız ve az topraklı köylülere bedava toprak ve tarım aletleri dağıtılması
7. Padişahlığın yıkılması, cumhuriyetin kurulması. Paşalıkların kaldırılması. Valilerin, kaymakamların halk tarafından seçilmesi.
8. 1 Mayıs gününün resmen işçi bayramı olarak tanınması.
9. Toprak reformunun gerektiği gibi yürütülmesi için, Köylü Komiteleri kurulması. Tarım işçilerine serbest sendika kurma hakkının tanınması.
10. Kurtuluş savaşına düşman olanların, sarayın-padişahın, toprak beylerinin mallarına, mülklerine hemen el konulması.
11. Anayurdun savunulması için, beylerden, ağalardan, eşraftan tüccarlardan, fabrikatörlerden bedel alınması.
12. Düyunu Umumiye’nin, Reji’nin, tekelin, yabancı kumpanyaların, kapitülasyonların kaldırılması. Padişahların yabancılardan aldıkları, yedikleri Osmanlı borçlarının tanınmaması.”
“Tek Cephe” içinde savunulacak bu genel taleplerin yanı sıra, özellikle işçiler için, 10 maddelik bir talepler listesi daha sunulmaktadır:
1. 8 saatlik işgünü.
2. Eksiksiz serbest grev.
3. Toplu iş anlaşması bağlamak.
4. İşçilere oturulur evler sağlamak.
5. 14 yaşından küçük çocukların çalıştırılmaması.
6. Gebe ve işçi kadınlara, doğumdan önce ve sonra ikişer ay gündelikleri işlemek şartıyla izin verilmesi.
7. İhtiyarlıkta, çalışma gücünü kaybettiği hallerde işçilerin emeklilik hakları, sosyal sigorta hakları olmalı.
8. Gündelikler kesilmeksizin hafta tatili olmalı.
9. Gündeliklerin ve haftalıkların, en azından yaşama indirimine göre ayarlanması.
10. İş kanununun doğrulukla yürütülmesini kontrol için özel işçi komisyonu kurulması.
Programda, milli topluluklar konusuna da yer verilmiştir.
“TKP, Türk işçi ve köylülerini İttihatçıların, ‘hain sosyalistlerin’ etkisinden kurtarmaya çalışacağı gibi, Türkiye’de yaşayan Yunan, Ermeni ve Kürt milletlerinin ezilmiş sınıfların) da, ‘Daşnak’ veya ‘Bedirhan’ teşkilatlarından ayırarak, aynı çıkar ve amaçlar adine onları tek bir sınıf halinde birleştirip hem dahilî tufeylilere hem de harici kuvvetlere karşı savaşıma yöneltmekle yükümlüdür.”
Ulusal haklar sorununda, Mustafa Suphi, sosyalizm ilkelerine göre kurulacak büyük bir federasyon önermektedir. Bu federasyon içinde, küçük özerk cumhuriyetler, kendilerini yönetmekte tam bağımsız olacaklar ve ekonomilerini geliştirmek için büyük devletle birlik yaratacaklardır.
Görülebileceği gibi, gerek genel, gerekse özel talepler, bir demokratik devrim sınırları içinde kalmakta, esas olarak ulusal kurtuluş savaşı içinde Ankara Hükümeti ile ittifakın gerekleri olarak ileri sürülmektedir.
TKP, Bakû’deki kuruluş kongresinden önce, Moskova’daki ilk kuruluş çalışmaları sırasında yaptığı toplantı sonucu yayınlanan 14 Temmuz 1919 bildirisinde, proletarya diktatörlüğü sorununu ortaya atmış ve programını da bu düzeyde bir ittifak programı olarak formüle etmemişti. Şimdi gelinen noktada, işçi köylü diktatörlüğünün kuruluş koşullarını adım adım hazırlamaya yönelik, daha açık ve koşulları daha yakından göz önüne alan bir taktik-pratik program önermektedir. Kuşkusuz bugünden bakılınca, biraz abartılarak dikkate alındığı düşünülebilecek olan ve bir veri olarak kabul edilen koşulların başında, ulusal kurtuluş mücadelesini yürüten burjuvazinin önder konumunun kabul edilmiş olması gelmektedir.
Bu kabulleniş, birçok durumda, Ankara Hükümeti’nin izni ve haberi olmadan açık faaliyette bulunmamak noktasına kadar inmektedir. Mustafa Suphi ve arkadaşları, gerek parti olarak faaliyet gösterebilmek, gerekse Türkiye içinde çalışmak için, Ankara Hükümeti’nden resmen izin istemişler fakat mektuplarına cevap alamamışlardır. Bu, onların faaliyetlerini gizli sürdürmeleri yolunda bir uyarı görevi görmüş, ancak, böyle bir iznin alınabileceği koşullarda tümüyle açığa çıkmak konusundaki eğilimlerini değiştirmemiştir. Dönemin samimi bir tanığı olan ve gerek Moskova’daki kuruluş çalışmalarında gerekse Baku Kongresi’nde Merkez Komitesinde görev alan Ali Rıza (Keskin), Topçuoğlu tarafından derlenen anılarında şu bilgileri veriyor:
“Türkiye’den resmi bir yazı gelmedikçe, bütün işimizi gizli hazırlamak, hatta kongre yerini ve gününü gizli tutmak ve son güne kadar kongremize iştirak edecek delegelere dahi söylememek kararı aldık. Buna bilhassa şu sebepler bizi mecbur etmişti:
1. Ankara Hükümeti’nden, Türkiye’ye girip çalışma izni henüz gelmemişti.
2. Ankara Hükümet’i, Bakû’ye, doğrudan doğruya bizimle temas kurmadan Türkiye heyetini göndermişti…” (24)
Beklenen izin, 15 Aralık günü Ankara’dan gelir. 17 Aralıkta da, Kars’tan Kazım Karabekir Paşa imzasıyla, Ankara’dan gelen mektubun içeriğiyle aynı bir başka mektup alınır. Bunların ikisinde de, Türkiye’ye gelmelerine izin verildiği bildirilmektedir. Ali Rıza, aynı anılarında bundan sonrasını şöyle anlatıyor:
“Hemen hazırlığa girişildi. Bu arada Sovyetler tarafından Türkiye’ye sefir tayin edilen Budi Midevani başkanlığındaki heyetle birlikte gitmenin daha kolay olacağı düşüncesiyle temasa geçildi. Bu temas müspet sonuçlandı ve Sovyet sefaret heyetiyle bizim arkadaşlar hep birlikte arabalarla yola çıktılar. Aynı konvoya asker esirlerden Mehmet Emin de, üç arkadaşıyla birlikte katılmıştı. Bizimle hiç alakalan yoktu. 28 Aralık 1920 günü bütün arkadaşların Kars’a ulaştıklarını ve Kazım Karabekir tarafından çok iyi karşılanıp otele yerleştirildiklerini, geri gelen arabacılardan öğrendik ve bir daha haber alamadık. Ses seda kesildi.” (25)
Mustafa Suphi, Türkiye’ye geçmeden önce, Mustafa Kemal Paşa ile çeşitli konularda yazışmıştır. Bu mektupların üçü resmen açıklanmıştır. Mektuplar hakkında, çeşitli konuşma ve yazılarında, Mustafa Kemal de, Mustafa Suphi de, değerlendirmeler yapmışlar, ya da referans olarak göstermişlerdir. Örneğin, bir konuşmasında Mustafa Kemal, şunları söylemektedir:
“Vaziyetin arz ettiğim gibi, Şark veya Garp ile muayyen bir neticeye varmadan inkılâbattan içtinap etmek ve bilmünasebe, Mustafa Suphi yoldaşa da yazdığım veçhile, ne yapılacaksa hükümet vasıtasıyla yapmaktır.” (26)
Ahmet Cevad Emre de, Mustafa Kemal’in, Mustafa Suphi’ye “her ne yapılacaksa, evvela kendisine haber verilmesini ve haber verilmeyen hiçbir teşebbüse girilmemesini” tavsiye eden bir mektup yazdığını aktarmaktadır. (27) Anlaşıldığı kadarıyla, yolculuğa çıkma kararı da, uyulmasına özen gösterilen bu tavsiyelere bağlı olarak alınmış ve Mustafa Kemal’e Türkiye’ye geçme isteği belirtilmiş ve ondan izin alınmıştır. Sözü edilen mektupların içeriği, Mustafa Suphi’nin, Mustafa Kemal’le aralarında az çok bir hukuk kurulduğuna güvendiğini göstermektedir.
Mustafa Suphi’nin, Bakû’den, Süleyman Sami aracılığıyla gönderdiği 15 Haziran 1920 tarihli mektuba, Mustafa Kemal’in 13 Eylül 1920 tarihinde yazdığı cevapta, bugünkü Türkçeyle, şunlar söylenmektedir:
“Büyük çoğunluğu, rençper ve köylüden oluşan milletimiz, Batı’nın emperyalizm ve kapitalizm mahkûmiyetinden kendini kurtarabilmek için, bunlara karşı birleşik olarak mücadeleye ve çatışmaya karar vermiştir ve bu kararını uygulamaktadır. Türkiye Komünist Partisinin de aynı anlayış ve amaçla çalışmakta olmasını büyük bir memnuniyetle öğrendik. Milletimiz, Ankara’da vücuda getirdiği Büyük Millet Meclisi ile, kaderine ve bizzat ve tam bağımsızlık dairesinde el koymuştur. Bu halk hükümetini vücuda getiren teşkilatımızın, köyden itibaren, nahiye, kaza, liva ve vilayet merkezlerine kadar her yerde halk tarafından seçilmiş birer yönetim kurulu vardır ve bu teşkilat BMM başkanlığına bağlıdır. … Bugünkü TBMM hükümeti işbu teşkilattan doğmuştur ve Sovyet yönetim örgütlenmesinden farksızdır. … Memleket ve milletimiz, her taraftan emperyalist ve kapitalistlerin hücumuna uğramış olduğu gibi, bunlara fiilen katılmış bulunan İstanbul Hükümetinin padişahına dayanarak sürekli olarak memleket içinde kötülük yaratan yerel çatışmalara da karşı koymak zorundadır. Bundan dolayı, milletin birlik ve dayanışmasını ihlal edebilecek zamansız ve fazla girişimlerden kaçınmak, milletimizin kurtuluşu bakımından gereklidir. Amaç ve ilke bakımından bizimle tamamen ortak olan TKP örgütünden maddi ve manevi bakımdan hakkıyla yararlanabilmemiz için, örgütünüzün, özellikle BMM başkanlığıyla ilişki kurması ve bunu koruması gerekmektedir. Türkiye içinde uygulanacak her türden örgütlenme ve devrim ancak bu kanalla yapılabilir. Aynı hedefe yürüyen TKP ile tamamen işbirliği yapabilmek için, BMM nezdinde tam yetkili bir temsilci göndermenizi ve BMM tarafından Bakû’ye tam yetkiyle gönderilmiş bulunan Memduh Şevket Beyle işbirliği yapmanızı rica eder ve bu vesileyle içten saygı ve selamlarımı sunarım.
TBMM Reisi, Mustafa Kemal.”
Mustafa Suphi, kasım ayında Mustafa Kemal’e bir cevap yazar. Burada, gönderilen mektubun Rusya’daki TKP teşkilatlan ve III. Enternasyonal çevresinde büyük sevinçle karşılandığı yazıldıktan sonra, aynı amaç doğrultusunda savaşabilmek için, Türkiye’de kendiliğinden doğmakta bulunan komünist örgütlerin yasal olarak kabul edilmeleri istenir. Bununla birlikte, M. Kemal tarafından, yeni bir ilişki için herhangi bir girişimde bulunulmamış olmasından yakınılarak, yeni bir kurye ile, yasal faaliyet olanaklarının görüşülebileceği yetkili biri istenir.
Bu arada, Ermenistan üzerinde Türk ordusunun giriştiği eylemlerin, yalnızca emperyalistlerle işbirliği eden Taşnak Hükümeti’ne karşı olduğu, bundan Ermeni işçilerinin ve köylülerinin zarar görmeyeceği yolunda propaganda ve ajitasyon yapıldığı anlatılır. Bununla birlikte, kendilerinin yalancı çıkarılmamalarını da rica etmekten kendini alamaz.
Mektubun sonraki bölümünde, TBMM Hükümeti ile İngilizler arasında bir uyum girişimi bulunduğu yolunda söylentiler olduğu, bunun üzerine kendilerinin, Anadolu ayaklanmacılarının böyle bir ilişkiye girmeyeceklerini, çünkü bunun, şimdiye kadar kazanılanları kaybettirecek sonuçlar doğuracağını; Anadolu’nun Sovyet Rusya ile ilişkilerin güçlendirilmesinden yana olduğunu anlattıkları yazılıyor. “İngilizlerin, Anadolu’yu Sovyetler üzerine sevk ettirecek maddi ve manevi vasıtadan mahrum bulunduğunu… söyledik ki, bu fikirlerde hata etmediğimizi sanıyoruz.” Mustafa Suphi’nin üslubu hem uyarıcı ve eleştirici, hem de dostçadır. Anadolu Hükümeti’nin, emperyalizmle yakınlaşma eğilimlerinin dikkatle izlendiği ve buna karşı olunduğu mesajı, böyle bir eğilimin ulusal ve uluslararası planda yol açacağı sakıncalar gösterilerek iletilmektedir. Böylece, Mustafa Kemal eğer ittifak isteğinde ciddiyse, bunun hangi temel koşulla ilerleyebileceği de belirtilmiş olmaktadır. TKP, BMM Hükümetini, emperyalist devletlere savaşmaya devam ettiği sürece, bütün gücüyle destekleyecek, cephede zaaf ve parçalanmaya yol açabilecek her türden faaliyetten kaçınacaktır. Bununla birlikte, halk arasında, baskı ve zulme karşı mücadele duygularının güçlenmesi ve derinleşmesi için parti faaliyeti sürdürmek istemektedir ve bunun yasal bir biçim altında yürütülebilmesi için
ANADOLU’YA YOLCULUK VE MUSTAFA SUPHİ’NİN SONU
Bütün bu “karşılıklı güven” havasının ardında, aslında her iki tarafta da, birbirlerinin hareketini dikkatle izleyen ve her an birinin diğeri aleyhine bir şeyler yapmasını bekleyen karşılıklı sınıf kaygıları sezilmektedir. Mustafa Suphi, Anadolu Hükümeti’nin emperyalizmle, gerici sınıflarla işbirliği eğilimlerini görmekte ve ulusal kurtuluş savaşının bir sosyal devrimle sonuçlanmasının ancak kendi girişimlerine bağlı olduğunu bilmektedir; Mustafa Kemal ise, sınırları kendince çok net çizilmiş bulunan ulusal mücadelenin, bir “komünist ihtilaline” dönüştürülmesine karşı koyabilecek mekanizmaları geliştirme ve bu yoldaki her girişimi kontrol altında tutma isteğini gizlememektedir. Mustafa Suphi ve partisi, Mustafa Kemal açısından, Sovyet Rusya ile işbirliği için zayıf ve geçici bir köprüden başka bir şey değildir ve Anadolu’daki savaşta komünistlerin kendi örgütleri ve silahlı güçleri ile yer almalarını kesin olarak istememektedir. Sovyetler Birliği ile ilişkileri ise, kendi kurumları ve adamları aracılığıyla sürdürmekte, TKP’nin bu konudaki katkısını en az düzeyde tutmaya özen göstermektedir. Mustafa Suphi’nin amacı ise, bir an önce Anadolu’ya geçerek, gerçekten önemli bir potansiyel haline gelmiş bulunan demokratik devrimci eğilimleri ve kendisine “komünist” adını veren azımsanmayacak sayıdaki örgüt ve kişileri tek parti etrafında toplamak ve ulusal kurtuluş savaşını bir işçi-köylü hükümetiyle sonuçlandırmaktır. Mustafa Suphi’nin, Bolşevizm sempatizanlığının son derece güçlü olduğu bir ortama, mücadelenin merkezi olan Ankara’ya, partinin en güçlü kadrosuyla birlikte gidebildiği takdirde, gerek halk arasında büyük bir etki yaratabileceğini, gerekse BMM içindeki “halk zümresi” muhalefeti grubuyla birleşme olanaklarını bulabileceğini, burjuvazinin etkisini kırarak mücadelenin önderliğini ele geçirebileceğini düşünmesinden daha doğal bir şey olamazdı. Böyle bir gelişme, ulusal kurtuluş savaşının kaderini tümüyle değiştirebilir, demokratik bir devrimden sosyalizme geçebilmenin koşullarını yaratabilirdi.
Mustafa Suphi ve yoldaşları, 28 Aralık 1920’de Kars’a girdiler. Burada birkaç hafta kaldılar ve bu arada, Ankara’nın Moskova Büyükelçisi Ali Fuat Paşa ile Mustafa Suphi arasında görüşmeler yapıldı. Ali Fuat Paşa, anılarında, Mustafa Suphi’nin kendisine şunları söylediğini ileri sürmektedir:
“Üçüncü Enternasyonal, Türkiye’de mutlaka komünizmin tatbikini kabul etmiş değildir. Türkiye’nin içtimai mukadderatı kendisine bırakılmıştır. Anadolu harekâtının içtimai bir ihtilal olmaktan ziyade, Türk milletinin emperyalist düşmanlara karşı istiklal ve hürriyetini kurtarmasından başka bir şey olmadığına kani bulunuyoruz. Türkiye’deki Bey ve paşaları burjuvazi sınıfından addetmiyoruz. Bilakis, halk kütlelerinin en yakın yardımcıları olarak biliyoruz. Anadolu hareketini idare edenlerin, bilhassa Mustafa Kemal Paşa’nın prensiplerini anlamaya çalışıyoruz. Anlayabildiklerimizi, umumi siyaset bakımından muvafık görüyoruz.” (28)
Kars’ta bulunulduğu sırada, gruptan iki subayla ilgili üç değişik rivayete yol açan bir olay olmuştur: Birincisi, bu iki subayın, “komünist propaganda” yaptıkları gerekçesiyle tutuklandığı yolundadır. Diğer rivayete göre, aynı iki subay, hasta oldukları gerekçesiyle gruptan ayrılmıştır. Üçüncüsüne göre ise, onlar, Mustafa Suphi ve arkadaşlarına Bakû’de iken muhalefet etmektedirler ve onları ele vermişlerdir. Hangisinin doğru olduğu bilinmeyen olay, Mustafa Suphi’yi, aleyhlerine bir tertip kurulduğu yolunda kuşkuya düşürür. Mustafa Suphi, grubu bölerek, ayrı ayrı yollardan Ankara’ya gitmeyi düşünür. Bir grubun Erzurum üzerinden, kendisiyle birlikte bir başka grubun da, Tiflis üzerinden Ankara’ya gitmek istediklerini Kazım Karabekir’e bildirir. Kazım Karabekir Paşa, şu cevabı verir: “Ya hepiniz, Erzurum üzerinden giderek halkın hissiyatını görürsünüz, ya da Ankara seyahatinden vazgeçerek Bakû’ye dönersiniz. Zaten, ordumuzda Bolşevik teşkilatı yaptığınız hakkında dedikodular başladı. Kol kol ayrılarak seyahat etmeniz, aleyhinize daha büyük dedikodulara sebep olacaktır.” Bunun üzerine hepsi birlikte, Ankara’ya ulaşmak üzere. Erzurum’a doğru yola çıkarlar. Erzurum’da, “Muhafazai Mukaddesat Cemiyeti”nin düzenlediği bir gösteriyle kente girmeleri engellenir. “Halkın hissiyatı” bizzat Kazım Karabekir Paşa ve Erzurum Valisi Hamit Bey tarafından yönlendirilen gerici bir örgüt aracılığıyla gösteriliyordu. Bu arada, Ankara’da Mustafa Kemal, sürekli olarak Kazım Karabekir Paşa ile haberleşmekte ve M. Suphi ve arkadaşlarının hareketini adım adım izlemektedir. Erzurum Valisi, Mustafa Kemal Paşa’ya şu telgrafı çeker:
“Kazım paşa ile bu konuda cereyan eden haberleşme sonucunda kararlaştırıldığı üzere, galeyanda bulunan halkın saldırısına mahal vermeyerek, adı geçen grubu koruma altında, sınır dışına çıkarmak üzere Trabzon’a sevk edeceğim.” Mustafa Kemal, bu telgrafa şu cevabı verir: “Alınan önlemler uygundur.” (29)
Mustafa Suphi ve arkadaşları, Trabzon’da da, Erzurum’da olduğu gibi, örgütlü bir gerici kalabalık tarafından karşılanırlar, hakarete ve saldırıya uğrarlar. Sovyet Konsolosu, valiyle görüşerek, M. Suphi ve yoldaşlarının Bakû’ye dönmek üzere, bir motorla Batum’a gönderilmelerinin sağlanmasını ister. Trabzon’dan kayıkçılar kâhyası Yahya’nın sağladığı bir motorla, Mustafa Suphi, karısı ve on üç arkadaşı, toplam on beş komünist denize açılır. Hemen arkalarından, kâhyanın adamlarından Faik Reis ve adamları da bir başka motorla onları izler. Sürmene açıklarında, Mustafa Suphi ve yoldaşlarını taşıyan motor durdurulur ve hepsi öldürülür. Yalnızca M. Suphi’nin karısının öldürülmeyip Yahya tarafından “kapatıldığı” Ahmet Cevad Emre tarafından ileri sürülmüştür. (30)
Yayınlanan bütün belgeler, sonradan olayı savunmak için yapılan burjuva yorumlar, Mustafa Suphi ve yoldaşlarının Ankara Hükümeti’nin bilgisi dahilinde ve merkezi bir plan gereği öldürüldüklerini kanıtlamaktadır. TKP’nin sonraki yöneticileri, cinayette yalnızca Karabekir Paşa’nın parmağı olduğunu, Mustafa Kemal’in bu işten haberi bulunmadığını ileri sürmüşlerdir. Türk resmi makamları, olay hakkında bilgi isteyen Sovyet makamlarına, olayın bir deniz kazası olduğu yolunda açıklama yapmışlardır.
Yahya Kâhya, bir buçuk yıl sonra, “bilinmeyen eller tarafından” öldürülmüş; Kazım Karabekir, Mustafa Kemal tarafından bu olaydan kendisinin sorumlu tutulmak istendiğini söyleyerek, Kâhya’nın asıl katillerinin Ankara’dan gönderilen Topal Osman ve adamları olduğunu ileri sürmüştür. Topal Osman da, 1923 yılında Lazistan Mebusu Ali Şükrü’yü öldürdüğü iddiasıyla tutuklanmak istenmiş, çıkan çatışmada Mustafa Kemal’e bağlı askerler tarafından öldürülmüştür. Böylece, Mustafa Suphi ve yoldaşlarından başlayarak Topal Osman’da sona eren bir dizi karanlık suikast ve cinayet zinciri oluşmuştur. Bu olaylar dizisi, Türkiye Cumhuriyeti’nin daha kuruluş yıllarından başlayarak günümüze kadar uzanan bir “yönetme” anlayışını açığa vurmaktadır. Bütün belgeler, veriler, tanıklıklar bir yana, yalnızca bu gelenek dolayısıyla denilebilir ki, Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katili, hiç kuşkusuz resmi devlet kurumlarıdır.
BİR YARI-SÖMÜRGE KOMÜNİSTİ OLARAK MUSTAFA SUPHİ
Mustafa Suphi’nin geriye kalan yazıları arasında, teorik politik yazılar yoktur. Daha önceki yazarlık hayatında, pek çok ciddi araştırmaya imza atmış bulunan Mustafa Suphi, komünist olduktan sonra yalnızca propaganda ağırlıklı gazete yazıları kaleme almıştır. Bu yazıların hemen hemen tümünde, ana tema, emperyalizme karşı savaş ve bu savaşın esas gücünü oluşturan işçi ve köylü yığınlarının kendi geleceklerine hazırlanmalarıdır. Mustafa Suphi, ulusal kurtuluş savaşının aynı zamanda bir sınıf savaşı olduğu gerçeğini vurgulamaktan bir an bile geri durmaksızın, burjuvazinin din ya da milliyetine göre değil, sınıfsal niteliğine göre değerlendirilip karşıya konulması çağrısını. yapmaktadır. Bu, özellikle azınlık, Rum, Ermeni, Yahudi kompradorlara karşı kendi Türk ve Müslüman kimliklerini ileri sürerek halk kitlelerinin desteğini sağlamaya çalışan feodal ticaret burjuvazisinin propagandasına karşı önemli bir çıkıştır.
Fakat, yukarıda da değinildiği gibi, bu savaşta Ankara Hükümeti’nin desteklenmesi, bütün çağrıların temelinde bulunmaya devam etmektedir. Bu tavrı belirleyen şey, Mustafa Suphi’ye göre, doğrudan doğruya içinde bulunulan somut koşullardır.
“Memlekette, mazlum ve işçi, fakir ve işsizler çoğunluk teşkil etseler de, sanayinin ilkel bir halde olması nedeniyle, amelenin proleter teşkilatına malik ve toplanmış olmamaları icap etmektedir: Ve yine bu itibarladır ki, Komünist Fırkası, hâlihazırda inkılâbı yapacak ve idareyi ele alacak büyük bir hükümet fırkası şekil ve mahiyetinde ortaya atılamaz. … Demek ki içtimai inkılâp karşısında Türkiye Komünist Fırkasına düşen vazifeyi, yağmacı emperyalizmin bütün baskılarına rağmen ayaklanıp varlıklarını ispat eden Anadolu ayaklanmacılarına ve ayaklanmacıları temsil eden Büyük Millet Meclisi Hükümetine samimiyetle yardımcı olmak ve Anadolu’daki bu hareketi şarkın diğer mazlum ve medeni millet ve hükümetlerine bir örnek olarak göstermekle özetleyebiliriz.” (31)
Burada söylenenleri, komünistlerin bağımsız siyasi bir inisiyatifle kurmaya çalışacakları bir demokratik hükümetin asgari hedefleri olarak yorumlamak olanağı yoktur. Dahası, III. Enternasyonal’in uyarılarıyla ve Lenin ve Roy’un tezlerini dikkate alan bir bakış açısıyla ilgisini kurmak da mümkün değildir. Daha önceki bölümlerde aktardığımız ve işçiler ve halk için asgari talepler olarak formüle edilmiş program içeriğinden farklı olarak, genel siyasi tutumu özetlemektedir. Bu destekçi tutum, elbette koşullara bağlanmıştır ve bundan dolayı da, bunu bir teslimiyet tutumu olarak yorumlamak, özellikle partinin nesnel koşulları dikkate alındığında, aşırı olur.
“Saltanattan Sonra” başlığını taşıyan yazısında, padişahlığın yıkılışından sonra “nasıl yaşayacağız, nasıl bir hükümet kuracağız”, probleminin büyük önem taşıdığını yazarak, şu soruyu ileri sürer:
“… Bugün büyük zahmet ve fedakârlıkla Avrupa ve İstanbul haydutlarına karşı savaşan amele, rençper ve asker kardeşlerimiz bu harbin sonunda yine eski günahkâr, melun, müstebit ağa ve paşalardan mürekkep hükümetler meydana geldiğini ve kendilerinin yine eskisi gibi dışarıdan gelmiş bir misafir halinde kenarda kaldıklarını görseler, memnun kalırlar mı? Elbette değil! Onun için, Türkiye amele ve rençperleri bugünden itibaren istek ve dileklerini meydana koyup hangi maksatla ve ne için çalıştıklarına, canlarına telef ettiklerine işaret olan kızıl bayraklarını yükseltmeye mecburdurlar.”
Bunu izleyen paragraf, ulusal kurtuluş mücadelesi içindeki işçi ve köylüler için, tümüyle bağımsız bir hedef göstermesi bakımından ilginçtir:
“Umumiyetle döktükleri kan-terlerini hak etmek istedikleri işe ve toprağa sahip olmak, memleket ve hükümet işlerini ellerine almak isteyen amele ve rençper milleti, Türkiye’de bundan fazla ve eksik bir şey murat edemez. … Onun için bundan sonra, Anadolu ve Türkiye’de, halkın sırtından yaşayacak herhangi bir hükümet, cumhuriyet şeklinde de olsa, yer tutamaz, yaşayamaz. Yeni hükümetin, bugünkü zahmet ve fedakârlıklarına katlanan amele, rençper halkın içinde kurulup, aşağıdan yukarıya dal budak vermesi; hayati bir şarttır.” Yazı, bütün o koşullara, karşın, iddialı bir devrimci temel sloganla sona ermektedir: “Yaşasın, Türkiye, amele, rençper ve askerlerinin hükümet ve cumhuriyeti!” (32)
Bu yazılarda ve konuşmalarda, Mustafa Suphi’nin, Kars’taki görüşme sırasında,” Türkiye’deki bey ve paşaları burjuvazi sınıfından addetmiyoruz. Bilakis, halk kütlelerinin en yakın yardımcıları olarak biliyoruz.” dediğini söyleyen Ali Fuat Paşa’yı doğrulayacak bir perspektif eksikliği bulunduğuna dair bir işaret yoktur. Aksine, Mustafa Suphi, Ankara Hükümeti’nin gelecekte işçi ve köylülerin düşmanı olabileceğini, açıkça görmekte ve bu Hükümet’e desteği, antiemperyalist mücadele koşuluyla sınırlamaktadır.
“Memleketimizde her türlü derece ve sınıf şahit ve yalanlarının yerinden oynadığı böyle bir devirde, böyle bir devri buhranda, işçi halkın mukadderatını eline alarak iş görmesi zaruret haline geliyor. Bu işte doğru yolu gösterme vazifesi, Komünist Fırkasının uhdesine düşmektedir. Komünist Fırkası için, memlekete musallat olan harici düşmanları kovmak nasıl bir vazife ise, dâhilde halkın sırtından geçinen yağmacı, tufeyli sınıflarını da hazır yiyicilik halinden çıkarıp, yumruk altında işletmek de, o derece esaslı bir vazifedir.” (33)
Mutafa Suphi’nin Anadolu Hükümeti karşısındaki tutumunu belirleyen birinci özellik anti-emperyalist savaş koşullarıysa, ikinci özellik de, Sovyetler Birliği ile Kemalistler arasında, kurulmuş bulunan ve Parti’yi aşan ilişkinin niteliğidir. Bu ilişki, dünyanın ve özellikle Ortadoğu ve Kafkasya’nın o dönemde kazandığı olağanüstü stratejik önemle birleşen Sovyet ihtiyaçlarından besleniyordu ve Türkiye’nin, Büyük Britanya emperyalizmi karşısında, sağlamca durabilmesi için, Sovyet desteğinin sürdürülmesi bir zorunluluktu. Bu destek, Mustafa Suphi ve yoldaşlarının, Ankara Hükümeti tarafından öldürüldüğü açıkça ortaya çıktığı halde kesilmemiştir. Sovyet makamları, bu sert uluslararası koşullarda, cinayetin bir “kaza” olarak gösterilmesine, itiraz etmemişler, Ankara’dan herhangi bir hesap sormamışlardır.
Özet ve sonuç olarak, Mustafa Suphi ve Partisi, devrimci bir kalkışma için ulusal ve uluslararası koşulların olağanüstü elverişli olduğu bir tarihsel dönemde kurulmuş ve faaliyet göstermiştir. Her şeyden önce, emperyalistler-arası çelişkilerin, bir devrimi bastırmak için işbirliği yapmayı önleyecek kadar derinleşmiş durumda bulunması, Sovyet Devrimi’nin yarattığı büyük moral etki ve devrim merkezinin işçi ve halk devrimlerini destekleme konusundaki kararlılığı ve bunu teorik olduğu kadar maddi-teknik yardım düzeyinde de sürdürmesi, temel ihtiyaçlar bakımından, Mustafa Suphi’nin kişiliğinde, mücadeleci ve bilgili bir öndere de sahip olarak, oldukça iyi bir başlangıç yapabileceği duruma getirmişti.
III. Enternasyonal ise, gerek uluslararası ilişkiler bakımından, gerekse teorik ve taktik perspektiflerin netleştirilmesi bakımından, yeni kurulan bir parti için büyük bir şanstı.
TKP’nin bu olumlu etkileri ve ilişkileri, ne ölçüde değerlendirebildiği sorusuna ise, ancak üzülerek cevap verilebilir. TKP, bütün dikkatini Anadolu hareketine vermek ve işçi sınıfının yoğun olduğu fakat işgal atında bulunan bölgelerdeki faaliyetini, ikinci elden ve sempatizan çevreler aracılığıyla yürütmek zorunda kalmış olmasından dolayı, net bir sınıf karakteri kazanamamış, daha çok eski savaş esirlerine, aydınlara dayanan bir kadroyla çalışmıştır.
Bunun yanı sıra, III. Enternasyonal’in tezlerini iyi anlamış olmasına ve bunların belli başlılarını yazılarında da yansıtmış olmasına karşın, Mustafa Suphi, Kemalist önderliğe karşı uyanıklık konusunda, sonu büyük bir faciayla sonuçlanan bir hataya düşmüştür. Bunda, yalnızca soyut olarak güven problemini açıklıkla çözmemiş olmanın değil, aynı zamanda milliyetçi burjuvazinin gücünü küçümsemenin de rolü vardır. Mustafa Suphi, Anadolu Hükümeti’nin kendilerini davetinden, onların kendilerine ihtiyaçları olduğu sonucunu çıkarmış ve Sovyetlerle ilişkinin tek ve en güçlü aracının TKP olduğu kuruntusuna dayanmıştır. Kuşkusuz asıl güvenilmesi ye dayanılması gereken güç, ülke içindeki halk sınıf ve katmanlarının gücü olabilirdi. Ne var ki, TKP açısından bu güce ulaşmanın yolu, Anadolu Hükümeti ile yasal faaliyet konusunda anlaşma yapılmasından geçiyordu. Bunu elde etmek, ne kadar güç olursa olsun, hangi bedeli ödemek gerekirse gereksin, M. Suphi ve arkadaşları bunu göze almışlardı. Yoksa yukarıda andığımız gibi, Kazım Karabekir Paşa’nın açıkça, “gidin de boyunuzun ölçüsünü alın” anlamındaki tehdidine rağmen yola çıkmayabilirlerdi.
Büyük bir fedakârlık ve çalışkanlıkla TKP’yi kuran, Bolşevik devriminin zaferi için çarpışma onurunu da taşıyan bu ilk komünist kadroların öğrettikleri, fakat TKP’nin sonraki kuşaklan tarafından asla anlaşılamayan en büyük ders, belki de şöyle özetlenebilir: Burjuvaziyle konuşurken, silahın kabzasını sıkı tutun!
KAYNAKÇA
(1) Önder Sağlam, Ölümsüz Savaşçı Mustafa Suphi, Ürün Yay. 1978, s. 33
(2) Dilek A. Kanat, Mustafa Suphi İlk Yazılar, cilt: 1, Amaç Yay. 1989, s. 77
(3) age, s. 78
(4) age, s. 134
(5) age, s. 139
(6) Osmanlı imparatorluğu’nda İnkılâp Hareketleri ve Milli Mücadele
(7) Kerim Sadi, Türkiye’de Sosyalizmin Tarihine Katkı, iletişim Yay., 1994, s. 561 ve devamı
(8) age, s. 569
(9) Mete Tuncay… 199-202
(10) İbrahim Topçuoğlu, Neden 2 Sosyalist Parti?, 1976, s. 9
(11) age, s. 60
(12) Mustafa Suphi, Yaşamı, Yazıları, Yoldaşları, Sosyalist Yay. 1992, s. 110
(13) Mete Tuncay, age, s. 232
(14) Mete Tuncay, age, s. 208
(15) Lenin, Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, Sol Yay. Ekim 1993, s.331
(16) Lenin, age, s. 331-333
(17) Lenin, age, s. 333
(18) Roy’un, tezlerini Çin Devrimi pratiği üzerinde tartışarak açıkladığı iki yazısı, Türkçe olarak, Sosyalist Siyasal Düşünüş Tarihi, cilt: 2, Bilgi Yay., Ağustos 1976, içinde bulunmaktadır. Bkz. s. 899-902
(19) Lenin, age, s. 336-337
(20) Mete Tuncay, age, s. 210
(21) Çetin Altan, Atatürk’ün Sosyal Görüşleri, Dönem Yay., s. 66
(22) İbrahim Topçuoğlu, age, s. 70
(23) Programa ilişkin bütün alıntılar için bkz. M. Tuncay, age, 218 ve devamı
(24) İbrahim Topçuoğlu, age, s. 68-69 1
(25) İ. Topçuoğlu, age, s. 79
(26) Mete Tuncay, age, s. 227
(27) aynı yerde
(28) Aktaran Mete Tuncay, age, s. 230-233
(29) Mete Tuncay, age, 236
(30) age, s. 238
(31) Mustafa Suphi, Yaşamı, Yazıları, Yoldaşları. Sosyalist Yay. 1992, s.95
(32) age, s. 98
(33) age, s. 114
Ağustos 1994