“GENEL EYLEM”, GENEL GREV

Temmuz işçi-emekçi eyleminin ardından değerlendirilmesi gereken en önemli özellik, bu eylemin sınıf mücadelesinin genel ilerleyişi içinde nasıl bir yer tuttuğuna ilişkin olanıdır. 20 Temmuz, sınıf mücadelesi bakımından ileri atılmış bir adım olarak görülebilir mi, sınıf yeni mevziler ve daha ileri sıçrayabilmek için elverişli olanaklar elde etmiş midir, yoksa bu eylemde kaybettiği, gerilediği söylenebilir mi?
“Genel eylem” deyimi, yıllardır işçi sınıfının ileri unsurları arasında gündemde tutulan ve sınıfın büyük bir çoğunluğu tarafından her önemli dönemeçte bir eylem sloganı olarak haykırılan “genel grev”in yerine, Türk-İş yönetimi tarafından yasalar gerekçe gösterilerek kullanıldı. Daha bu ilk adımda, “genel grev” sloganının yozlaştırılarak içinin boşaltılması niyeti açıkça görülüyordu.
20 Temmuz eyleminin süresi ve zamanı gibi, hedefleri de, sendika konfederasyonları tarafından belirlenmişti ve genel olarak öncü işçilerin ve işçi sınıfı devrimcilerinin merkezi sendika yönetimlerinin etkisine kıyasla sınırlı kalan çalışmaları, bu başlıca üç unsurun eylemin daha yüksek ve etkili olabilecek biçimde değiştirilmesine yetmemişti.
Sonuçta, 20 Temmuz eylemine bütün ülke çapında dört milyona yakın işçi ve kamu çalışanı katıldı. Genellikle sloganlar ve talepler gerici sendika yönetimlerinin belirlediklerinden çok ilerideydi ve işçi ve emekçi kitleler, kendi hedeflerini formüle etmek ve daha ilen eylemlere yönelmek balonundan, azımsanamayacak bir deney kazandılar. Eylem, çalışan halkın çeşitli kesimlerini de olumlu etkiledi ve geniş bir destek gördü. Bu özelliği ile de, işçi sınıfının haklılığı tartışılmaz hedeflere doğru ilerlediği her durumda, diğer halk sınıf ve tabakalarının hareketlenmesini sağlayabileceği yolundaki beklentilerin boş olmadığını gösterdi. Eylemin somut-maddi bir güncel hedefi bulunmadığı için, kazanından değerlendirebilmek, yalnızca genel etkisi göz önünde tutularak yapılabilir. Bu noktada, asıl incelenmesi gereken, eylemin bizzat işçi sınıfı üzerinde yarattığı etkidir.
İşçi sınıfının büyük kitlesinin, bu eylemden esas olarak “sesimizi duyurmak” gibi genel bir beklentisi vardı. Gücünü göstermek, sokakları, meydanları doldurmak ve gür bir sesle, düzenin karşısında olduğunu haykırabilmek, büyük çoğunluğun hedefiydi. Bu açıdan bakılınca, özellikle İstanbul dışındaki kentlerde, bu amaca ulaşılabildiği söylenemez. İş bırakmanın yaygınlığına karşın, kent sokaklarını ve meydanlarını doldurmak amacı gerçekleşemedi.
Büyük iller dışında, iş bırakma eyleminin tam bir çalışma günü süresince gerçekleştiği yerler de, oldukça sınırlı kaldı.
Kuşkusuz, bunda da, en büyük suç, sendika bürokrasisinindir. Tabandan gelen güçlü eylem isteğinin, sendika yönetimleri tarafından nasıl olup da böylesine pasifize edilebildiği ise, üzerinde düşünülmesi önemli bir sorundur.
Bu haliyle ele alındığında, “Genel Eylem”in olumsuz özelliklerinin sınıfın kitlesi üzerinde başlıca iki olumsuz etki yaratması beklenebilir.
Birincisi, büyük bir heyecan ve umutla beklenen ve bütün çalışan emekçilerin gücünü fiilen gösterecek olan eylemin, beklentilerin altında gerçekleşen bir katılımla sonuçlanması, daha sonraki “Genel Grev” hazırlıklarına, eksik moralle girişilmesi sonucunu doğurabilir. Egemen sınıflar, “işte sizin en büyük eyleminiz budur ve yapabileceğiniz bundan ibarettir” biçiminde propaganda için, eylemin zayıf yanlarını öne çıkaran bir propagandayı hızlandırabilirler.
İkincisi, sendikaların takındığı işbirlikçi tavır, genel olarak sendikal örgütlenmeye karşı geliştirilen güvensizlik duygularını güçlendirebilir. İşçilerin geri kesimleri arasında, bir süredir yaygınlaştırılmaya çalışılan ve bazen bizzat gerici sendikalar tarafından yönlendirilen bu eğilim, sınıfı örgütsüzlükle örgütlülüğün farksız olduğuna inandırmaya yöneliktir. Sendikaların etkisizliğinin gerçek kaynakları gösterilmedikçe, bu eğilim, eylemin sınırlı ve kolayca görünmeyen kazanımlarının bir başka olanaksızlık olarak kabul ettirilmesine hizmet edecektir.
Öte yandan, işçi sınıfı ve diğer emekçiler, daha eylem içinde, bu türden girişimleri kırabilecek bir önlemi geliştirmiş bulunuyorlar. Yaygın olarak, “20 Temmuz Başlangıç, Mücadele Sürecek!” sloganının benimsenmiş olması, sınıfın olası moral bozukluklarına karşı bir çıkış noktası teşkil edebilir. Aynı biçimde, eylemin olumlu ve olumsuz yönleriyle tüm içeriğini değerlendiren bir çalışma, sınıfın tüm üyeleri gözünde, sendika bürokratlarının işbirlikçi ve sınıf düşmanı tavırlarının teşhirinin anlaşılmasını kolaylaştıracaktır.
Bu bakımdan, 20 Temmuz, sınıfın kendi gerçek potansiyellerini ifade eden gerçek sınıf politikalarına yönelmek için ciddi bir başlangıç olabilecektir. Çünkü 20 Temmuz’un açığa çıkardığı başlıca çelişme, sınıfın devrimci eğilimleriyle, sendika yönetimlerinin tutucu politikaları arasındadır.
20 Temmuz dersleri, bu çelişmeyi derinleştirmek ve mücadeleyi gerçekten yükseltmek İhtiyacıyla dolmuş bulunan işçi kitlelerini; sendikaları dönüştürme ve kendi sınıf sendikalarını yaratma yönünde daha kararlı ve çevik davranmaya yöneltmelidir.

Ağustos 1994

GEÇMİŞTEN BUGÜNE TÜRKİYE SOL HAREKETİ TKP’NİN KURULUŞU VE MUSTAFA SUPHİ

Büyük bir fedakârlık ve çalışkanlıkla TKP’yi kuran, Bolşevik devriminin zaferi için çarpışma onurunu da taşıyan bu ilk komünist kadroların öğrettikleri, fakat TKP’nin sonraki kuşakları tarafından asla anlaşılamayan en büyük ders, belki de şöyle özetlenebilir: Burjuvaziyle konuşurken, silahın kabzasını sıkı tutun!

BİR OSMANLI DEMOKRATI OLARAK MUSTAFA SUPHİ
Mustafa Suphi, 1883’te, Giresun’da doğdu. Babası, Osmanlı valilerinden Ali Rıza Bey, annesi, eski Samsun Belediye Reisi Halil Hilmi Bey’in kızı, Memnune Hanımdı. İlköğrenimini Kudüs, Şam ve Erzurum’da tamamladıktan sonra, İstanbul Hukuk Mektebi’ni bitirmiş, daha sonra da, Paris’te Siyasal Bilimler okumuş, oradan, “Türkiye İtibarı Zirai Teşkilatının Hal ve İstikbali” başlıklı teziyle mezun olmuştur. Onunla ilgili bu bilgiler, “Mustafa Suphi ve Yoldaşlarının Karadeniz Kıyılarında Parçalanmalarının İkinci Yıldönümü” başlığını taşıyan ve M. Suphi’nin yoldaşları tarafından kaleme alınan bir broşürde yer alıyor. Yoldaşları, Mustafa Suphi’nin bürokrat bir aileden gelen iyi eğitilmiş bir aydın olduğunu vurgulamayı önemli görmüşlerdir. Fakat aynı broşürde, onun Paris’teki öğrencilik yıllarının bir yanına daha vurgu yapılmaktadır. Mustafa Suphi, bir yandan öğrenciliğini sürdürürken, diğer yandan da İstanbul’da yayınlanan ve kurucuları arasında Tevfik Fikret’in de bulunduğu, başyazarı Hüseyin Cahit dolayısıyla “İttihatçıların” gazetesi sayılan Tanin gazetesinin muhabirliğini yapıyor, genç bir sosyolog olarak Paris’te, işçi örgütlerini ve sendikalarını inceliyordu. 1908 Devrimi’nden sonra Türkiye’ye dönen M. Suphi, Tanin, Serveti Fünun, Hak gibi gazetelerde yazarlık yaparken, Ticaret Mektebi Âlisinde hukuk ve Darülmuallimini Aliye ve Mektebi Sultani’de iktisat dersleri de veriyordu. Belirtilen bu özellikler şöylece özetlenebilir: Ülkenin sosyal ve ekonomik yapısı üzerine düşünmek ve o dönemde Avrupa’da giderek artan bir ağırlıkla sosyal hareket sahnesinde yer tutan işçi sınıfına ilgi duymak.
Bu özellikler, dönemin Osmanlı aydınları içinde en ileri gelenlerinin genel çizgilerini aşmaktadır. Avrupa’da, özellikle de Fransa’da okumuş olmak, belli başlı gazetelerde yazarlık ve belli bir ayrıcalığı olan okullarda öğretmenlik yapmak, ortak ve genel özelliklerken; Mustafa Suphi, bunlardan, ekonomik ve sosyal konulara duyduğu ilgiyle ayrılmakta, öne çıkmaktadır. Onun bu özelliği, Paris’te oldukça etkin bir konumda bulunan Jön Türk hareketine zaman zaman karşı çıkışıyla da ilgilendirile-bilir. Fransa’daki Osmanlı aydınları arasında, Fransız sosyalist hareketinin etkileyici önderi Jean Jaures’ye karşı bir sempati zaten yaygındı. Fakat Suphi için Jaures’ye sempatiyle Jön Türk hareketi mensubu olmak arasında bir uyuşmazlık görünüyordu. Dolayısıyla, Mustafa Suphi’nin sosyal ve siyasal ilgileri, Jön Türk hareketinin sınırlarını zorlayarak sosyalizme doğru genişleme eğilimi taşıyor ve asıl bu, onu diğer Osmanlı aydınlarından ayıran bir özellik olarak önem kazanıyordu.
M. Suphi, 1912’de “Milli Meşrutiyetperver Fırkası”nı kurmak amacıyla, “İfnam” (anlatma, bildirme, uyarma) adlı bir gazete yayınlamaya başladı. Gazetenin başlıca hedefi, iktidardaki İttihat ve Terakki Fırkası idi. Mustafa Suphi’nin İfnam ve Milli Meşrutiyetperver Fırkası’nı kurma girişimleri, revizyonist TKP’nin resmi tarihinde, şöyle anlatılıyor:
“1912 yılında, İkinci Enternasyonale bağlı Osmanlı Sosyalist Partisi’nden ayrıldı. Ifham gazetesini çıkardı. Bu, Türkiye’de ilk sosyalist gazeteydi. Sol sosyalist ülküler yayıyordu.” (1)
Gerçekte ne İfham sosyalist ülküler yayıyordu, ne de Milli Meşrutiyetperver Fırkası sosyalist idi. İfham, ancak 23 Temmuz 1919’da yeniden yayınlanmaya başladığında sosyalist bir kimlik göstermeye başlamıştır. Kerim Sadi’nin anlattığına göre, İfham’ın bu dönemdeki yayınlarında, Lenin ve Troçki’nin resimleri basılıyor, Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht’in adlarından ve eylemlerinden söz ediliyor ve Alman Devrimi ile ilgili haber ve yorumlar bulunuyordu. Demek ki, İfham’ın “sosyalist gazete” olduğunu söyleyebilmek için, ilk yayınlanışının üzerinden yedi yoğun yılın geçmesi gerekecektir. Aşağıda inceleyeceğimiz üzere, M. Suphi’nin sosyalizm yolunda ilerlemesi, görece kısa ama aşamalı bir yol izlemiş, siyasi hayatına bir Osmanlı liberal demokratı olarak başlamıştır. Muhalif kimliğinin-başlıca niteliği ise, İttihat Terakki’nin baskıcı rejimine karşı soyut bir özgürlüğü savunmuş olmasından ibarettir. Dolayısıyla onun, daha ilk adımlarından itibaren bir sosyalist olduğunu söylemek, gerçeği yansıtmaktan tamamen uzaktır.
Mustafa Suphi’nin, Paris’teki yıllarından Sinop’a sürgün edildiği tarihe kadar geçen zaman içinde yazdığı yazılarda, ağırlıklı olarak, mali ve iktisadi konuları işlediği, bunlarda kendi eğitiminin başlıca teorik verilerinin eğitici bir dille aktarıldığı ve eleştirilerinin temelini bunların oluşturduğu görülür. Yönetime karşı eleştirilerinin ve önerilerinin ağırlık noktası, Osmanlı mali ve iktisadi sisteminin yapısıdır. Amacı ise, bu sistemde meclis denetiminin belirleyici bir rol oynamasıdır. 1908’de günlük Servet-i Fünun gazetesine yazdığı ve “Bütçe” konusunu işlediği bir yazıda, yöneticilerin israf ve vurgunlarının önlenebilmesi için meclisin denetimini zorunlu olarak gösterirken, tarihte halk meclislerinin ve komünlerinin, krallar, imparatorlar üzerindeki yetkisini örnek olarak kullanır. Referansları, İngiltere, Fransa ve Almanya’nın hukuk sistemi, tarihi ve siyasal yapısıdır. Olayları ve ilişkileri yorumlamada dayandığı sosyal bakış açısının sistematiği ise, Fransız Devrimi’nin yarattığı siyasal literatürün ürünü olan devlet ve yurttaş kavramlarından oluşmaktadır. Bunun henüz bir sınıf bakış açısı olmadığı açıktır.
“Eğitimin Genelleştirilmesi Ve Düşüncelerin Aydınlatılması” başlığını taşıyan makalesinde, gene Fransız Devrimi örnek olarak gösterilir. Genel olarak, Meşrutiyetin demokratikleşebileceği, Fransız cumhuriyetine yakınlaşabileceği, onun ilkelerini benimseyebilecek bir yapıya kavuşabileceği umudu, açık bir biçimde görülmektedir.
Dış politika yazılarında ise, açık bir “Osmanlı tutumu” gözlenmektedir. Örneğin* Girit sorununda, Hıristiyan ve Müslüman halkın, müdahaleci güçlerden arınmış topraklar üzerinde bir arada ve barış içinde yaşamasının en önemli husus olduğunu söylerken, bunun “Osmanlı’nın adil egemenliği” altında gerçekleşmesini istediğini de belirtir.
“Yanya Vilayetinin Genel Durumu” başlıklı yazısında, Mustafa Suphi’nin ilgi alanlarının kapsamını, ufuk genişliğini, analiz yeteneğini ve sosyolojik bakış tarzını anlamamıza elverecek pek çok değerli malzeme vardır. Bu makalede de, halkların barış içinde birlikte yaşaması ilkesi gözetilmekte, demokratik haklar savunulmakta ve (Osmanlı İmparatorluğu hariç) “dış güçlerin” müdahalesine karşı çıkılmaktadır. Daha sonra da, değişik dönemlerde, pek çok Türk aydını tarafından bir perspektif olarak benimsenebilecek tipik reformist öneriler, Yanya sorunu ekseninde formüle edilmektedir. Eğitimsizlik, bürokrasinin hantallığı, güvenlik güçlerinin maaşlarının yetersizliği eleştirilerek, bunların giderilmesi halinde sorunların çözülmüş olacağı inancı belirtilir. Öte yandan bu yazıda, sorunu, sınıflar ilişkisi bakımından yorumlamaya yaklaşan ilginç sosyoekonomik analizler de vardır. Bu analizler, doğrudan doğruya toprak üzerindeki mülkiyetin biçimine ve üretim ilişkilerinin yapısına dayanmaktadır ve Mustafa Suphi’nin akademik eğitim sürecinde edinmiş olabileceği perspektiften çok daha ilerisine işaret etmektedir:
“Yanya vilayetinde arazi çoğunlukla çiftçilik halinde kullanılmakta ve bu çiftlikler öteden beri kimi beyler elinde olup içindeki köylüler, amele ya da kiracı sayılmaktadır. Toprağı işleyen gerçek çiftçiler ise bu amele yığınıdır. Devlete öşür verdikten başka, emlak sahiplerine de ‘imrü’ adı altında bir bölüm ayırırlar ki, öşür ve imrünün gayri safi hâsılanın yüzde 50-60’ına varması da ender değildir. … O nedenle önemli bir toplam oluşturan bu sınıf halk arasında yoksulluk egemendir. Öte yandan, çiftlik yaşamından çok kent yaşamına alışmış olan beylerse, çiftlikleriyle ödeme ve öşür zamanından başka zamanlarda ilgilenmezler ve aldıklarını yerler.” (2)
M. Suphi, bu gözlemle yetinmemekte, daha çarpıcı bir saptamayı da yapabilmektedir:
“”İşte bu durum hep çiftçinin işlediği araziye sahip olmamasından ve emeğinde hakça bir pay alamamasından ileri geliyor”
Fakat çözüm önerisi, tümüyle sistem içinde kalmakta, emekçi halktan çok, mülk sahibi sınıfların durumunun yükseltilmesiyle ilgilenmektedir:
“Ülkeyi bu iktisadi durgunluktan kurtarmak için çalışkan ve verimli bir etken gelişmek gerekmektedir. Bu etken, şimdi emlak sahibi olan beylerin evlatları olabilir; bunlar gençliklerinden başlayarak çiftlik ve köy yaşamına alıştırılır. Kimileri Avrupa’ya, Amerika’ya çiftçilik öğrenimi için gönderilir. Böylelikle bir zaman sonra, büyük çiftliklerde kararlı bir üretimle çok kârlı işler görülebilir. Öte yandan kiracı sıfatıyla çalışan köy emekçilerini de yavaş yavaş işledikleri yere daha başka türlü, gerçek bir bağla bağlamak, onları mülk sahibi yapmak amacıyla, bulunması çok kolay olan iktisadi ve mali nedenlerden birine başvurmak pek yararlıdır.” (3)
Görüldüğü gibi, M. Suphi, çiftliklerin modern kapitalist tarzda yönetilmesi ve kır yoksullarının toprağa küçük mülk sahipleri olarak bağlanması için önlemler içeren bir reform programı önermektedir. Bu, Osmanlı entelektüel hayatı açısından ele alındığında, bir yanıyla, bir topraklandırma programını önerdiği ölçüde, oldukça ileri bir noktaya işaret etmektedir.
“Ülkemizde Yeni İstatistiklerin Yayınlanması Dolayısıyla” adlı makalesinde, gerek ekonomik gerekse sosyal ilişkileri ölçülebilir değerler bakımından yorumlamanın önemine işaret eder. Burada onun, istatistik biliminin gelişmesine ilişkin ve o dönem için çok olağan sayılamayacak derinlikteki genel kültürünün yanı sıra, olgulara bilimsel olarak yaklaşma çabasının boyutlarını da görürüz. O bu bilgisini, gene Osmanlı devlet sistemi içinde reformlar yapılmasına yarayacak bir öneriler demeti halinde sunar.
“Borçlanma ve Devlet Hazinesi” makalesinde, Osmanlı borçları, Balkanlardaki siyasi ve iktisadi durum ve Osmanlı Ban-kası’nın kuruluşu arasında ilginç bağıntılar kurar ve yorumlar geliştirir. Bu makale, özellikle Osmanlı İmparatorluğu ile emperyalizm arasındaki ilişkilerin analizi bakımından da, güncel gözlemlere dayanan önemli veriler içermektedir.
“Kusurlarımız ve Fransa’nın Kusurları” başlıklı yazısında, Osmanlı İmparatorluğu ile Fransa arasındaki borç ilişkisini, “geleneksel dostluk” ve sempati ilişkileri çerçevesinde çözmeye çalışan bir yaklaşım hâkimdir. Fransa’ya devrimci geçmişinden ve Jön Türklerin Osmanlı istibdadına karşı mücadelesindeki desteği dolayısıyla doğmuş bulunan kendi sempatisini, Osmanlı Maliye Bakanı Cavit Bey’in Almanya ile anlaşma yapması, Almanya’dan iki savaş gemisi satın alınmış olması gibi işbirliği işaretlerini eleştirmede çıkış noktası olarak kullanır. Bu noktada, açıkça Fransa ile ilişkilerin geliştirilmesi yönünde talep ileri sürer. Osmanlı bürokrasisini, böyle bir ittifak ve işbirliği fırsatını kaçırdığı için eleştirir. Osmanlı İmparatorluğu, artık dış ilişkilerinde müttefik olarak Almanya’yı seçmiştir ve bu sırada, Almanya’dan iki savaş gemisi satın alınmıştır. Mustafa Suphi, bu konuda yalnızca Osmanlı bürokrasisini değil, Fransa’yı da, anlayışsız davrandığı, kabul edilemez borç koşulları ileri sürdüğü için hatalı bulmaktadır.
“… Fransa hükümeti borçlanmayı kabul etmek için bize öyle öneriler, öyle koşullar iteri sürdü ki, bununla mali ve siyasi bağımsızlığımızı egemenliği altına almak istiyor demekti. Fransa’dan gelen bu uğursuz haber denli bizi, yüreğimizi ezecek bir başka şey düşünülemez. … Şurası açık ki, Fransız ulusunun, karşı karşıya kaldığımız bu yürekten yıkıma karşı ilgisiz kalmayacağını da umuyoruz.”
Daha sonraki paragraflarda ise, Fransa’nın mali ve iktisadi, özünde tümüyle sömürgeci-emperyalist yapısının ürünü olan dış politikasının kaynağında, hükümetlerin hatalı uygulamalarını görmekte ve Fransa’nın devrimci, aydınlanmacı geleneklerine dayanılarak bunların düzeltilebileceği umudunu dile getirmektedir.
“Meşrutiyet ve Halkın İtibarı /Kredisi” başlıklı makale, ülkenin içinde bulunduğu gerilik ve gerileme süreçlerinde iktisadi yoksulluğun, geniş halk kitlelerinin sömürülmesinin belirleyici olduğuna işaret ederek, siyasal özgürlüklerin genişlemesi ve zenginliğin yaygınlaşması için, ütopik küçük burjuva “halk kredisi “sistemini önerir. Bu makalenin ilginç yanı, siyasi ve toplumsal hayatın temelinde, iktisadi ilişkileri görmesi ve tümüyle “halkçı” bir nitelik gösteren program önerisini, genel kalkınma hedefi bakımından formüle etmesidir. Araştırmamıza temel olan kitaba alınan makaleleri, Mustafa Suphi’nin düşünsel ve siyasal gelişmesinin işaretleri açısından yorumlarsak, daha önce yazdıklarına kıyasla burada önemli bir sıçrama noktasına ulaştığını ve onun toplumsal projeler üretmek ve siyasal bir hat çizmek bakımından büyük bir hızla ilerlediğini görebiliriz.
Gene aynı yıl, 1910 tarihinde kaleme alınan “Toplumsal İktisat” makalesi, “Sayın ‘Hukuk-u Amele’ yazarına” ithaf edilmiştir ve burada artık, bir Fransız ekonomistin fikirlerini aktarmak vesilesiyle de olsa, “sosyalizm” kavramı kullanılmaktadır ve bunun ekseninde hareket eden sınıfsal analiz kavramlarına yaklaşım ve bunların benimsendiğine dair belirtiler, göze çarpar hale gelmiştir. Mustafa Suphi, bu yazısında, Charles Gide’in “Toplumsal İktisat” kavramını ele alarak, reformist Fransız sosyalizminin projelerini tanıtır. Sınıflar arasında uyumlu işbirliğinin, sanayileşme ve demokrasi sorunlarının tartışıldığı pasajlar özetlerken, ikinci elden Marksist görüşlere de kısaca yer verir.
Fakat bütün özet ve yorumlardan Mustafa Suphi’nin tavrına ilişkin olarak çıkarılabilecek sonuç, onun henüz sınıf mücadelesi kavramından oldukça uzak bulunduğu olacaktır. “Osmanlı Ülkesinde Tarımsal Kredi, Osmanlı Ziraat Bankası Üstüne Önemli Bir Rapor” başlıklı makale, Servet-i Fünun dergisi tarafından şu sözlerle okuyucuya sunulmaktadır:
“İktisat yazarımız Mustafa Suphi Bey’in geçen yıl Fransa Tarımsal Kredi Güneey Kongresi’ne davet edilmesi dolayısıyla memleketimizde tarımsal kredinin ne büyük bir rol oynayabileceğine ve bunun Mithat Paşa tarafından nasıl düşünülüp Osmanlı Ziraat Bankası’nın ne şekilde kurulduğuna ilişkin düzenlediği rapor, dikkatleri çekerek, o sırada toplanan Brüksel Uluslararası Kongresi’ne sunulmuş ve bir sureti yakın zamanlarda Roma Tarım Enstitüsü’nün Teşrinievvel ayında çıkan dergisinde yayınlanmıştır. Memleketin esenlik ve mutluluğunu maddesel ve yaşamsal çarelerle sağlamaya çalışmakta gücü kalmayan gençlerimizin çalışmalarını Osmanlı basınının yansıtmasını istediğimiz ve gerekli gördüğümüzdendir ki, bu raporun genel düşüncelerinden bir bölümünü, olduğu gibi Servet-i Fünun’a alıyoruz.(4)
Makale, köylülüğü mutlak yoksulluk sınırına düşüren tefeciliğin yerine banka kredi sisteminin geçirilmesiyle, sefaletten kurtuluşun mümkün olacağını savunmakta ve kredi sistemi ile birlikte topraklandırmanın, makineleşmenin, gübreli tarımın, kaliteli tohum ekiminin gelişeceğini ileri sürerek, modern bir kapitalist tarım projesi geliştirmeye çalışmaktadır. Makalenin son cümlesi, bu gelişmenin sağlayacağı siyasi sonuçlar hakkındaki umudun dile getiriliş biçimi bakımından da ilginçtir:
“Bu verimli boş vadileri, tohumlarla, yorulmak bilmez, güçlü Türk çiftçilerinin emrine vermek ve hazırlamak, memleketin iktisadi gönencine yol açmaktadır ki, meşrutiyet yönetimine sadık hemşeriler de ancak böylelikle yetiştirilebilir.” (5)
Mustafa Suphi, burada tam bir “Meşrutiyetperver” olarak görünmektedir. Yoksul köylülüğün rejime bağlı yurttaşlar haline getirilmesi, onun için, toprak reformunun bir hedefi ve gerekçesidir.
Aynı dönemde Mustafa Suphi, işçi aileleri üzerine yaptığı araştırmalarla ve geliştirdiği araştırma ve anket yöntemleriyle tanınan Fransız sosyolog Le Play ile “Toplumsal Sözleşme” adlı makalesinin yazılışının üzerinden iki yüz yıl geçmiş bulunan J. J. Rousseau arasında bağıntılar kuran bir makale yayınlar. Bu makale de, Mustafa Suphi’nin ilgisinin ve araştırmalarının ilerleyen yönü hakkında bir fikir vermeye elverişlidir. İlgisi, çalışan yoksul sınıfların toplumsal durumuna yöneliktir ve Le Play, bu bakımdan bütün gerici siyasal eğilimlerine karşın, M. Suphi tarafından saygıyla anılmaktadır; araştırmalarının yönü de, iyiden iyiye, Avrupa’da sosyalist düşüncenin tarihsel kökleriyle “dirsek teması” içinde bulunan aydınlanmacı projelere yönelmiştir.
Bu gelişim panoraması, hiç kuşkusuz Mustafa Suphi’nin yalnızca kendi kişisel eğilimlerinin evrimi ile tanımlanamaz. Aynı zamanda, onun yaşadığı dönemde, Türkiye’nin gerek iç siyasal ve ekonomik hayatındaki gelişmelerin ve emperyalizmle arasındaki ilişkilerin öğretici bir süreçten geçiyor olmasının ve genel olarak dünyada savaş eğilimleriyle birlikte ilerleyen devrimci yükselişin payını da görmek gerekir.
Bütün bu olumlu koşulların, sosyalizme doğru ilerleme yönünde, her Osmanlı aydınını değil de, daha öğrencilik yıllarında Fransa gibi, sınıf mücadelesinin ve devrimci işçi hareketinin odağı durumunda bulunan bir ülkede işçi örgütlerine ve hareketlerine ilgi duyan, J. Jaures gibi o yılların özellikle hitabeti ile kitleleri cezbeden bir sosyalist kişilikle tanışma fırsatı bulan Mustafa Suphi’yi etkilemesi anlaşılır bir şeydir. Yukarıda çok kısa birer özetini vermeye çalıştığımız makalelerin gösterdiği bir gerçek var ki, Mustafa Suphi, yalnızca dönemi bakımından değil, kendisinden sonraki birçok kuşağı da kapsayacak genel bir değerlendirme içinde, son derece önemli bir aydın olarak anılmayı hak edecek özellikler göstermektedir. Ne var ki, bu noktada, M. Suphi’nin resmi TKP tarihinde, sanki doğuştan komünistmiş gibi anlatılmasının da gerçeği yansıtmaktan çok uzak olduğunu görüyoruz. M. Suphi, oldukça hızlı bir biçimde, bir burjuva demokrattan bir komünist olmaya doğru ilerlemiş, bu arada, bir yandan kendi kültürel-teorik birikimini geliştirmiş, diğer yandan da bir savaş ve devrim ortamında bütün çelişmeleriyle canlı bir okul durumunda bulunan dünyayı dikkatle ve bilgiyle izlemeyi başarmıştır. Bunlar, onun ilerlemesinin başlıca kaynaklarıdır. Fakat bir komünist örgütçü ve militan olarak kendini ortaya koyabilmesi için, Sovyet Devrimi’nin ateşinden geçmesi gerekecektir.

RUSYA YILLARI VE TKP’NİN KURULUŞU
1913’te derin bir siyasi kriz ortamında bulunan Osmanlı İmparatorluğu’nda, İttihat ve Terakki Fırkası’nın yeni bir koalisyon denemesine giriştiği bir sırada, muhtemel bir yeni hükümetin başı olması düşünülen Mahmut Şevket Paşa, bir suikast sonucu öldürüldü. Bu, İttihat Terakki tarafından her türden muhalefetin baskı altına alınması için bir fırsat olarak değerlendirildi. Mustafa Suphi de, bu saldırıdan nasibini alanlar arasındaydı. Mustafa Suphi, İttihat Terakki’ye karşı “milliyetçi bir muhalefet” kurmayı tasarlayan on iki kişi ile birlikte, bir gece büyük bir balıkçı kayığı ile Sinop’tan Rusya’ya kaçtı. On iki kişiden biri olan Ahmed Bedevi Kuran, grubun planı gereği, Mustafa Suphi’nin, bir gazete yayınlamak üzere Kafkasya’ya geçeceğini yazıyor. (6) Fakat Çarlık Rusya’sı, bu siyasi sığınmacıları, savaş öncesinin düşman ittifakına mensup ülkelerin yurttaşları oldukları için, Faluga iline sürer. Sonra da 1914’te savaş patlayınca, “savaş esiri” olarak tanımlanarak Ural’a sürülürler. Burada Mustafa Suphi, Bolşeviklerle ve Türkçe konuşan uluslardan sosyalistlerle tanışır. Bu buluşma, onun gelişen eğilimlerine tam bir cevap oluşturan Bolşevizm’i benimsemesini sağlar.
1917 Devrimi’nden sonra (1918) Moskova’ya gelen Mustafa Suphi burada, Tatar-Başkırt Bolşevikleriyle birlikte Türkçe olarak “Yeni Dünya” adlı bir gazete çıkarır. M. Suphi’nin bu dönemdeki faaliyetleri, esas olarak Rusya’daki Türk topluluklarıyla ve Rusya’da savaş esiri olarak bulunan Türklerle bağıntılıdır. Söz konusu topluluklar, gerek Bolşevizm’i tanımak bakımından gerekse devrimci pratik içindeki deney birikimleri bakımından, Türkiyeli ilericilerden çok daha gelişmiş durumdaydılar. Kerim Sadi, “Türkiye’de Sosyalizmin Tarihine Katkı” adlı eserinde, İmparatorluk sınırları dışındaki bazı Müslüman toplumlarında sosyalist akımları anlatırken, bu özelliği yansıtan pek çok kanıt göstermektedir. (7) Azerbaycan’da, Tatarlar arasında, Kazan ve Türkistan’da çok sayıda sosyalist gazete yayınlanmakta, bunların büyük bir çoğunluğu Bolşeviklerin denetiminde bulunmaktadır.
Kerim Sadi, “Yeni Dünya”yla ilgili olarak şu bilgileri veriyor:
“1919 Nisan ayının başında Simferepol’de Yeni Dünya adlı Türkçe bir Bolşevik gazete çıkmıştır. Daha sonraları Eskişehir ve Ankara’da omonimlerini gördüğümüz bu gazete haftalıktı: ve Moskova Müslüman Merkez Komiserliğinin Organı idi. Yeni Dünya’nın ilk birkaç sayısı Moskova’da yayınlanmış sonra Kırım’a nakledilmiştir. Yeni Dünyayı Mustafa Suphi çıkarıyordu. Bu gazete, özellikle büyük sayıda Türk harp esirleri için çıkıyor ve onlar tarafından okunuyordu.” (8)
Mustafa Suphi, 1918’de Moskova’da Türk Sol Sosyalistleri Birinci Kongresi’nin toplanmasına ve Moskova, Kazan, Şamara, Saratov, Rezan, Astrahan gibi merkezlerde Türk komünist teşkilatlarının kurulmasına yardım etmiştir. Aynı yılın kasım ayında Moskova’da düzenlenen Müslüman Komünistler Birinci Kongresi’ne gitmiş ve burada Stalin’in başında bulunduğu Milliyetler Halk Komiserliği’ne bağlı olarak kurulan Doğu Halkları Merkezi Bürosu’nun Türk seksiyonu başkanı olmuştur. 1918 Aralık ayında, Petrograd’da yapılan Enternasyonal Devrimciler Toplantısı’na katılmıştır. Burada yaptığı konuşmada, “İngiliz ve Fransız kapitalizminin beyni Avrupa’da olmakla birlikte, vücudu Asya ve Afrika ovalarındadır” tezini savunan bir konuşma yapmıştır. 1919 Martı’nda, yine Moskova’da toplanan Üçüncü Enternasyonalin ilk kongresine Türkiye delegesi olarak katılmıştır. Bu toplantıda da, aynı tezi savunmuş, Doğuda gerçekleşecek devrimlerin, Batılı emperyalist ülkeleri hammadde kaynaklarından yoksun bırakarak buhranlara yol açacağını ve dolayısıyla emperyalist ülkeler proletaryasının iktidara gelmesini kolaylaştıracağını ileri sürmüştür. Bu konuşmanın tam metni, yukarıdaki bilgileri de özetleyerek aktardığımız, Mete Tuncay’ın “Türkiye’de Sol Akımlar” adlı eserinde bulunmaktadır. Bu konuşmada Mustafa Suphi, Rusya’daki faaliyetlerinin içeriğini anlatırken şunları söylemektedir:
“Geçen sene, Türk generalleri Türk ordusunu Hazar Denizi kıyılarına, İran’ı ve Türkistan’ı işgale göndermeye kalkıştıklarında, Moskova’da bütün dünyaya mutluluk vaade-den devrimin merkezinde, Türk devrimcileri, cesaretle Türk bayrağını yükselterek, Türk generallerinin maceraperest özlemlerine karşı koydular. … Burjuva gazetelerin sütunlarında bizlere karşı şöyle sorular yöneltildi: ‘Müslüman dünya Türk ordusunun Asya içlerindeki zaferini kutlarken, Türk-Tatar ulusunun en kutsal duygularına ve dinine karşı gelen bu insanlar kim? Bu kişiler hangi dine mensup, milliyetleri nedir?’ Ve Türk elçiliği bu uhrevi sorularla bütün Doğu Müslüman dünyasının kafasını karıştırmaya çalışırken, biz, Türk komünistleri, bütün yeryüzünün vatanımız ve insanlığın ulusumuz olduğunu açıkça belirttik. Böylece devrimin kızıl bayrağını cesurca kaldırarak Türk emperyalizminin çevresinde toplanmış bu tür insanlara, bu tür akımlara karşı koymaya karar verdik.”
Mustafa Suphi, daha sonra emperyalizmle sömürge uluslar arasındaki çatışmanın, sosyalist devrim için yaratacağı olanaklar üzerinde durmakta ve III. Enternasyonalin bundan sonraki görevinin Doğu halkları arasında devrim ocakları kurmak olduğunu savunmaktadır. (9)
Yeni Dünya, Kırım’da yayınlanıp buradan, Türk kayıkçıları aracılığıyla Anadolu’ya ulaştırılıyordu. Bu yol, aynı zamanda komünist propagandacı, işçi ve askerlerin de Anadolu’ya gönderilmesi için kullanılıyordu.
14 Temmuz 1919’da ilk TKP kurucu komitesi oluşturuldu. Bu komitede, Mustafa Suphi ile birlikte, Maksut Ekşi, Ali Rıza Keskin, Osman Topçuoğlu, Mustafa Börklüce, Murat Sarı ve Kadir Erzurumlu bulunuyordu. (10) İbrahim Topçuoğlu’nun derlediği anılarında, Ali Rıza, kuruluş günlerini şöyle anlatıyor:
“12 Temmuz 1919 günü Moskova’ya gittim. Yedi kişi toplandık, durumu inceledik; hazırlanmış 25 maddelik Kurucu Komite programını onayladık. Bu suretle, Türkiye Komünist Partisi ilk Kurucu Merkez Komitesi 14 Temmuz 1919 tarihinde kurulmuş oldu. … Komitemiz namına Mustafa Suphi, Komintern’e giderek TKP Kurucu Komitemizi bildirdi ve kaydımızı yaptırdı.” (11)
Bundan sonraki süreci, Tuncay’ın çalışmasına dayanarak şöylece özetleyebiliriz:
M. Suphi daha sonra Moskova’dan Türkistan’a geçerek “Beynelmilel Şark Tebligat Şubesi”ni kurar. Taşkent’teki komünist örgütü yeniden düzenler ve bir Türk Kızıl Ordusu oluşturur. Bu arada Azerbaycan’da Sovyet yönetimi kurulunca, M. Suphi ve arkadaşları Bakû’ye geçerler. TKP’nin asıl örgütlenmesi de burada gerçekleşir. Mustafa Suphi, Bakû’de daha önce eski İttihatçıların kurmuş olduğu Türkiye Komünist Fırkası’nı dağıtarak, yeni bir örgütlenmeye girişir. İlk kongrenin tarihi olan 10 Eylül 1920, bu bakımdan, TKP’nin resmi kuruluş tarihi olarak kabul edilir. O günden sonra da, örgüt, ağırlıklı olarak Türkiye ile ilgilenmeye başlar, örgütlenme, ajitasyon ve propaganda, istihbarat ve askeri örgütlenme gibi sorunlarda, yeni bir parti için oldukça dikkate değer bir gelişme görülür.
Örgüt, Bakû dışında, İstanbul’da, Zonguldak, Trabzon ve Rize gibi Karadeniz şeridinde yer almaları dolayısıyla ulaşımın kolay olduğu illerde, Nahçıvan ve Kuzey Kafkasya’da şubeler açar ve her birine örgütçü militanlar gönderilir.
TKF’nin eğitim ve propaganda faaliyetinin zenginliğini ve teorik sorunlara yaklaşımının boyutlarını gösteren yayınlarını, Mustafa Suphi’nin Bakû Kongresi’nde okuduğu “Layiha”ya dayanarak şöylece sıralayabiliriz: Yeni Dünya gazetesinin tirajı dört binin üzerindedir. Bunun iki bini Türkiye’ye, bini Azerbaycan’a, üç yüz ellişer adedi Rusya ile İran ve Türkistan’a gönderilmekte, dört yüz ile beş yüz arasında nüsha da, “ihtiyat olarak, depoda” tutulmaktadır. Ahbar ve Komünas adlı iki sürekli duvar gazetesi çıkarılmaktadır. Anadolu’da, Trabzon, Erzurum ve Eskişehir’de, “komünistliği alenen müdafaa eden”, “Albayrak”, “İşçi” adlı gazetelerin çıkarılmasına yardımcı olunmaktadır. İstanbul’da ise, “Kurtuluş” adlı bir gazete, Mustafa Suphi’nin deyimiyle, “komünist arkadaşlar” tarafından çıkarılmaktadır. Kurulan bir yayın kolu tarafından, on iki temel kitap Türkçeye çevrilmiş, beş kitabın da üzerinde çalışılmaya başlanmıştır. Eylül ayına kadar, “Lenin’in Tercüme-i Hali”, “Şuralar (Sovyet) Hükümeti Nedir”, “Burjuvazi Diktatoryası ve Proletarya Diktatörlüğü” adlarını taşıyan üç kitap yayınlanmıştır. Ardından, “Kanunuesasî” (Anayasa), “Komünist Programının Şerhi (açıklaması)”, “Komünist Beyannamesi (Manifesto)”, “Say (emek) ve Sermaye”, “Bolşevizm Nedir”, “Kırmızı Ordu Kıtaatı”, “Fırka Hücreleri Talimatnamesi”, “Çocuk Dostu”, “Mektebe Kadar Terbiye Müesseseleri Talimat ve Programı” yayınlanır. Üzerinde çalışılan altı kitabın adları da şunlardır: “Komünizmin Elifbası” (Buharin tarafından yazılan kitabın çevirisi), “Hükümet ve İnkılâp” (Lenin’in ‘Devlet ve Devrim’ adlı eserinin bir çevirisi ya da özeti olabilir), “Altına İbadet”, “Büyük Başlangıç”, “Enternasyonal Tarihi”,
“Mahkeme ve Sosyalizm Kanunuesasî”. Yazılı propaganda malzemesinin yanı sıra, işçi ve köylülerin hayatlarını yansıtan 29 (başka bir kaynakta 20) adet tablo yapılmış ve sergilenmiştir. Diğer yandan, 17 Haziran tarihinde bir “siyasi fırka mektebi” açılmış ve eylül başında elli öğrenci arasından mezun olan kırk gence diploma verilmiştir. Okulda, uygarlık tarihi, sosyal devrimler tarihi, iktisat, ekonomi politik. Komünist Programı, Türkiye İnkılâp Tarihi, Sovyet hükümeti anayasası, ittifaklar, parti örgütlenmesi ve yayınları ve müzik dersleri verilmekteydi.
“Rabıta ve İstihbarat faaliyetleri” ise esas olarak Türkistan’da kurulan ve “Pamir’den Bahri Hazer’e kadar yayılan Beynelmilel Şark Tebligat Şurası” aracılığıyla yürütülmüş, bu faaliyet alanı Nahçıvan ve Karadeniz’de kurulan irtibat noktalarına kadar genişletilmiştir. Bu şube tarafından Türkiye’ye gönderilen otuz dört istihbarat görevlisinden sürekli bilgi alınmıştır. Mustafa Suphi’nin konuşmasında, bu kaynaktan gelen bilgilerin içeriğine ve haber-alma faaliyetinin hedeflerine ilişkin şu bilgileri buluyoruz: Her kademede devlet ve hükümet adamlarının genel düşünceleri ve özellikle komünizm hakkındaki görüşleri, işçi, köylü ve asker kitleleri arasında siyasi eğilimler, gene aynı kitlelerin ekonomik ve sosyal durumları, en çok şikayetçi oldukları konular vb.
Askeri örgütlenme konusunda ise, TKF. bir kısmı hâlâ Rusya’da bulunan Birinci Dünya Savaşı tutsaklarının, bir “Kızılordu Birliği” halinde örgütlenmesi ve Türkiye’ye gönderilmek üzere hazırlanmasını esas almıştı. Mustafa Suphi, bu süreci şöyle anlatıyor:
“Abid Ali yoldaş tarafından Baku de Türk esirlerinden mürekkep bir komünist kıta-i askeriyesi teşkil edilmek üzere teşebbüste bulunulmuştu. Merkezi heyet, Bakû teşkilat işlerini yoluna koyar koymaz, kıta-i askeriyeyi kendi idaresine alarak, kumandan ve siyasi müritler tayin etmiştir.”
Daha sonra bu birlik, Anadolu’ya gönderilmiştir. Bu konuda, Anadolu Hükümeti’ne de öneride bulunulmuş, fakat Kemalistler bunu çekinceyle karşılamışlardır. Mustafa Suphi’nin aktardığına göre, Anadolu Elçiliği Vekili İbrahim Tali Bey, “Türkiye’nin adama ihtiyacı yoktur, cephane ve silaha ihtiyacı vardır” diyerek, bu teklifi geri çevirmiştir. (12) Gene de, 1921 yılında bu birliğin Anadolu’ya gönderildiği bilinmektedir. Ancak cepheye sevk edilip edilmediğine dair bilgi yoktur: Mustafa Suphi’nin, Mustafa Kemal’e Kasım 1920’de yazdığı bir mektupta, Türk Kızıl Alayı ile ilgili bazı bilgiler verilmektedir:
“Fırkamız tarafından Anadolu harekâtına yardım olmak üzere, teşkilinden evvelce malumat verdiğimiz Türk Kızıl Alayı, merkezi heyet azasından Mehmet Emin yoldaşın kumandası altında, takriben üç hafta evvel Nahcivan tarikiyle Kazım Karabekir Paşa emrine girmek üzere gönderilmiş ise de, bu sırada, Şark cephesinin taarruza geçmesi, Taşnakların Nahcivan yolunu kapamalarına sebep olarak, askerin Anadolu’ya is’ali mümkün olmamıştır; ancak alayımızın Kerüsid’den başlayarak Pazarçayı’na doğru yaptığı harekât muvaffakiyetlerle neticelenmiş ve düşman kuvvetinin büyük zayiatına sebebiyet vermiştir. Askerimizden 11 zayiat ve 20 kadar hafif yaralı vardır.” (13)

KURULUŞ YILLARINDA TKP VE KOMÜNİST ENTERNASYONAL
TKP, Komintern’in 19 Temmuz 1920’de Petrograd’da başlayan ve Moskova’da devam eden İkinci Kongresi’ne iki delege ile katılmıştır. Bir konuşma yapan İsmail Hakkı, özü itibariyle milliyetçi bir bakış açısından, özellikle sömürgeler ve ulusal kurtuluş savaşları çerçevesinde, Türk ulusal kurtuluş savaşı üzerinde durmuştur. Bu konuşmada, Ankara Hükümeti’ne biçilen yüksek değer dikkat çekicidir.
“Şimdi demokratik partilerin önderlik ettiği Anadolu Hükümeti, Türkiye’nin Antanta tarafından uğratıldığı hayâsız sömürüye en iyi cevaptır. Bütün Antanta düşmanı güçleri çevresinde toplayan ve emperyalizme karşı öteden beri nefret duygularıyla dolup taşan Anadolu’daki devrimci hükümet, şimdi Avrupa emperyalizmine karşı bir savaşıma girişmeye hazırlanmaktadır.” (14)
Komintern’in İkinci Kongresi, sömürgecilik, ezilen uluslar ve dünya proletaryası arasındaki ilişkileri, ulusal kurtuluş savaşlarıyla sosyalist devrimler arasındaki bağıntıyı ele alan ve özellikle de Hintli komünist Roy’un konuya ilişkin tezlerinin tartışıldığı bir kongre olarak önem taşıyordu.
Türkiye, gerek ulusal kurtuluş mücadelesinin boyutlarıyla, gerekse gelişen komünist hareketinin niteliğiyle, Enternasyonalin ve Lenin’in başlıca ilgi odaklarından biri olma özelliği kazanmıştı. Bu yüzden, İkinci Kongre’ye iki oy hakkı ile katılan TKP’nin, daha sonraki kongrelerde dört oy hakkına sahip olması kararlaştırılmıştı.
Bu noktada incelenmesinde yarar bulunan iki nokta vardır:
Birincisi, genel olarak sömürge, yarı-sömürge ülkelerin komünist partilerinin kendi proletaryalarıyla olan bağları ve ulusal kurtuluş mücadeleleri üzerindeki etkilerinin niteliği ve derecesi;
İkincisi, başlıca komünist partilerin, özellikle SSCB-KP’nin ve Üçüncü Enternasyonal’in, ulusal sorun ve ulusal kurtuluş savaşları konusunda teorik ve pratik bakımdan henüz netleşme sürecinde olmasının yol açtığı sorunlar.
Bu iki sorunu TKP açısından ele alırken, Sovyet Devrimi’nin gelişme özellikleri ve emperyalizmin devrime karşı saldırılarının boyutları dikkate alınmalıdır. Çünkü 1919 Alman Devrimi’nin yenilgiye uğraması, Sovyet Devrimi’nin Avrupa’ya bağladığı umutları önemli ölçüde yıkmış ve bir dünya devrimi, en azından belirsiz bir geleceğe ait bir olanak haline gelmişti. Bu durumda, Asya’daki ulusal kurtuluş savaşlarının, yeni bir müttefik güç olarak önemi artmış ve Sovyet komünistlerinin ve Enternasyonal’in ilgisi bu noktada yoğunlaşmıştı. Modern sanayi proletaryasının dünya kapitalizmine karşı mücadelesinin önemli bir mevzi kaybettiği koşullarda, geri kır ilişkilerinin, kültürsüzlüğün, toplumsal ve siyasal bakımdan örgütsüzlüğün hâkim olduğu sömürge ve yarı-sömürge ülkelerin, zayıf işçi sınıflarının ve geri köylü yığınlarının mücadelesi, beklentilere ne ölçüde cevap verebilir, Sovyet Devrimi’ne yönelmiş emperyalist saldırıyı püskürtmede ve kendi ülkelerinin kurtuluşunda nereye kadar etkili olabilirdi?
Bu sorular, yalnızca pratik ve teknik bir dizi karmaşık yeni sorunu ortaya çıkarmakla kalmıyor, aynı zamanda Marksizm’in temel ilkelerinin, tarih ve devrim teorilerinin de sınanıp geliştirileceği yeni bir alan açıyordu.
Lenin, III. Enternasyonal’in ikinci Kongresi henüz sorunu tartışmaya başlamadan önce, bütün delegelere, tartışmanın çerçevesini ve gözetilmesi gereken temel ilkeleri hatırlatan bir yazı yayınladı. Burada, “… Bütün yoldaşlardan, özellikle bu karmaşık sorunların herhangi biri hakkında somut bilgisi olan yoldaşların, hele hele aşağıdaki noktalardaki görüşlerini, değiştirip ya da eklemelerini ve somut noktalan çok kısa biçimde (iki ya da üç sayfadan fazla olmamak üzere) bildirmelerini rica ederim” deniyordu. (15) Bu sözler, Lenin’in konunun tartışılmasına ve yeni görüşlerin ortaya çıkmasına verdiği önemi göstermektedir. Gerçekten, sorun, bütün boyutlarıyla yenidir ve dünya devriminin başlıca dayanaklarından birisinin tüm özellikleriyle açığa çıkarılması gerekmektedir.
Lenin, “Ulusal Sorun Ve Sömürgeler Sorunu Üzerine Tezlerin Ön Taslağı- Komünist Enternasyonalin İkinci Kongresi İçin” başlığını taşıyan yazısının ilerleyen bölümlerinde, temel ilkeleri hatırlatır. Buna göre, her şeyden önce, burjuva demokrasisinin ikiyüzlülüğü gösterilmeli, “eşitlik isteğinin gerçek anlamının, sınıfların kaldırılması isteği” olduğu anlaşılıp anlatılmalıdır.
İkinci olarak, komünist partiler, yukarıdaki ilkeye bağlı olarak, “siyasetini, ezilen sınıfların, sömürülen emekçi halkın çıkarlarıyla genel ulusal çıkar kavramı, yani egemen sınıfların çıkarı arasında yapılacak açık bir ayrım üzerine oturtmalıdır.” Ve bunun bir başka düzeyde ifadesi olarak da, “komünist partisi, siyasetini, ezilen, bağımlı ve uyruk uluslar ile; ezen, sömüren, egemen uluslar arasında ayanı biçimde yapılacak açıkça bir ayrıma dayandırmalıdır.”
Bu tezlerin gözeteceği temel hedef ise, şöylece formüle edilmektedir:
“Komünist Enternasyonal’in ulusal soruna ve sömürge sorununa ilişkin tüm siyaseti, her şeyden önce, bütün ulusların proleterleri ile emekçi yığınların, toprak sahipleri ile burjuvaziyi devirmeyi amaçlayan ortak devrimci bir savaşım için daha yakından birlik kurmaları esasına dayanmalıdır. Kapitalizme karşı zaferi sağlayacak tek şey bu birliktir. O olmaksızın, ulusal boyunduruğa son verilmesi, eşitsizliğin ortadan kaldırılması olanaksızdır. ” (16)
Lenin, ayrıca, proletarya diktatörlüğünün dünyanın o günkü siyasal koşullarında kaçınılmaz olarak gündeme geldiğini belirterek, dünya burjuvazisinin Sovyet Rus Cumhuriyeti’ne karşı savaşımının yoğunlaştığına dikkat çekmektedir. Bu sorun, emperyalizme karşı işçi sınıflarının ve ezilen ulusların mücadelesinin kendi içlerinde taşıdıkları etkiyi aşan bir etken rolü kazanmalarına yol açmaktadır. Mücadeleler, artık kaçınılmaz olarak, Sovyet Rusya’nın sosyalizmi kurma savaşının bir parçası haline gelmekte, iki büyük dalga birbirine bağlanmaktadır: Sosyalizm ve ulusal kurtuluş mücadeleleri. Diğer yandan, ulusal kurtuluş mücadelelerinin başarıya ulaşabilmeleri de, Sovyet Cumhuriyeti’nin ayakta kalışına ve sosyalizm yolunda zaferle ilerleyişine bağlı hale gelmiştir. Lenin, bundan şu net sonucu çıkarır:
“Bu durumda, bugün için artık, salt çeşitli ulusların emekçi halkları arasında daha yakın bir birlik gereğini kabul etmek ve öne sürmekle yetinilemez. Bütün ulusların ve sömürgelerdeki kurtuluş hareketlerinin Sovyet Rusya’yla çok yakın ittifaka girmesi olanağını sağlayacak bir siyaset izlenmelidir. Bu ittifakın biçimini, her ülke proletaryasının komünist hareketinin gelişme düzeyi, ya da geri ülkeler veya geri ulusal-topluluklardaki işçilerle köylülerin burjuva demokratik kurtuluş hareketinin gelişme düzeyi kararlaştırmalıdır.” (17)
Bu son önerme, bütün komünist partiler içinde, ulusal mücadelenin sıcak ortamına giriş için bütün gücünü seferber eden TKP bakımından özellikle önemliydi. Gerçekten, ulusal mücadelenin önderliğini yapmakta olan burjuvaziyle kendisi ve Sovyet Rusya arasında nasıl bir ittifak gerçekleştirecek, bunun düzeyi ve araçları neler olacaktı? Kuşkusuz bu soruya ilkeli bir cevap verebilmek için, Lenin’in tezlerinde ortaya konulmuş bulanan temel perspektifler ekseninde bir analiz gerekiyordu. Diğer yandan, Lenin, bu türden ülkeler komünistlerinin hareket tarzını ve siyasi hedeflerini de formüle eden tezler ileri sürmekteydi. Bu tezlerde, hem komünist partilerin düşmesi olası ya da o anda zaten yapılmakta olan hatalara dikkat çekilmekte, kesin uyanlar geliştirilmektedir. Öyle ki, TKP’nin eylemini değerlendirirken, bu uyarıların ne kadar yerinde ve önemli olduğunu görebiliriz.
Lenin’in bu konuda önemli gördüğü şu hususların altını şöyle çizebiliriz:
1. Bütün komünist partiler, feodal, ataerkil ilişkilerin egemen olduğu ülkelerde, burjuva-demokrat kurtuluş hareketlerine yardım etmelidirler. Bu noktada, Roy tarafından formüle edilen ve Lenin’in önemli bulduğu bir koşul göz önünde tutulmalıydı: Anti-emperyalist hareketin içinde de toplumsal antagonizmalar vardır ve buna karşı dikkatli olunmalıdır. Çünkü modern sanayinin Doğu’ya girmesiyle, Batı’dakine benzer koşullar doğmaya başlamış, fakat buralarda burjuvazi zenginleşirken, feodal sınıflarla koalisyon yapmış ve ikisi birden proletarya ve köylülüğe karşı Batı emperyalizmiyle uzlaşma eğilimine girmiştir. Öyleyse, bu tür ülkelerde, antiemperyalist mücadeleyi gerçekten yürütebilecek olan sosyal sınıflar, proletarya ve köylülerdir. Dolayısıyla, komünistlere düşen görev, Batılı emperyalistlere karşı feodal unsurların ve henüz feodaliteyle bağlarını koparamamış burjuvazinin geçici mücadelelerini desteklemek değil, kendi partilerini kurarak mücadeleyi yürütmeleri olmalıdır. Burjuvaziyle, antiemperyalist bir ittifak kurulacaksa, burada inisiyatif ve öncülük, mutlaka komünistlerin elinde bulunmalıdır. Roy’un tezleri, Lenin’in tezlerinin yanı sıra, Komintern tarafından “Tamamlayıcı tezler” olarak kabul edilmiştir. (18)
2. Geri ülkelerdeki din adamları ve öteki gerici unsurlar ve ortaçağ unsurlarıyla mücadele gereklidir. Emperyalizme karşı mücadeleyi, hanların, mollaların, toprak sahiplerinin gücünü artırma çabasıyla birleştirmeye çalışan pan-İslamizmle mücadele edilmelidir.
3. Toprak sahiplerine, feodalizm kalıntılarına karşı köylü hareketine özel bir destek verilmelidir.
4. Burjuva demokratik kurtuluş eğilimlerine komünist bir görünüş verme çabalarına karşı kesinlikle mücadele edilmelidir.
“Komünist Enternasyonal, sömürgelerle geri ülkelerdeki ulusal burjuva demokratik hareketleri bir koşulla desteklemelidir: O koşul şudur, bu ülkelerde komünistliği yalnızca sözde kalmayacak olan gelecekteki proleter partilerin öğeleri birlikte ortaya çıkarılacak, ve kendi özel amaçlarını, yani kendi ulusları içindeki burjuva demokratik hareketlerle savaşım amaçlarını anlayacak biçimde yetiştirilmiş olacaktır. Komünist Enternasyonal, sömürge ve geri ülkelerdeki burjuva demokrasisiyle geçici bir ittifaka girmeli, ancak onlarla kaynaşmamalı, henüz ilk adımlarını atıyor olsa bile proleter hareketin bağımsızlığını kesinlikle yeğ tutmalıdır.” (19)
Proletaryanın bağımsız siyasi hareketinin örgütlenmesi konusu Lenin’de net bir koşul olarak ileri sürülmekte ve bununla sahte “Komünist” partilere karşı mücadele anlayışı birlikte değerlendirilmektedir. Bu tez, sanki özel olarak, sahte bir komünist partisi örgütlemeye girişen Türkiye için yazılmış gibidir.
Şimdi, bu tezlerin Enternasyonal bünyesinde tartışılıp karara bağlanmasının hemen öncesinde TKP’nin Türkiye’ye ilişkin faaliyetlerinin içeriğine bakalım:
Mustafa Suphi, parti örgütünü kurduktan sonra, ilk iş olarak Ankara Hükümeti ile ilişki sağlamaya çalışmış ve bu amaçla, Merkez Komitesi üyesi, siyasi ve askeri komiser Süleyman Sami’yi, Mustafa Kemal’in şahsına yazılmış (15 Haziran 1920 tarihli) bir mektupla birlikte Türkiye’ye göndermiştir.
Süleyman Sami, partinin, Türkiye’ye yardımda bulunmak isteyen Sovyetler Birliği ile Türkiye arasında aracılık yapmak istediğini, bu amaçla bir miktar silah ve cephaneyi şimdiden hazırladığını bildirerek, Millet Meclisi’nin Bolşeviklerle işbirliği konusundaki düşüncelerini öğrenmek istemiştir. Ayrıca Anadolu’da açık bir komünist örgüte izin verilip verilemeyeceği, izin verilecekse, komünist programda bir değişiklik önerilip önerilmediğini tartışmıştır.
Mustafa Suphi, daha sonra 17 Temmuz’da Kazım Karabekir Paşa’ya da Yusuf Ziya Bey aracılığıyla bir mektup göndermiş, Salih Zeki’yi de Nahçıvan üzerinden Erzurum’a göndererek kişisel ilişkiler aramıştır. Bu arada, Enternasyonal’in konuya ilişkin tezleri henüz tartışılmakta ve komünist partilerin takınması gereken tavır konusundaki ilkeler yeni yeni belirlenmektedir. Dolayısıyla, örneğin Süleyman Sami’nin, komünist programda bir değişiklik yapılması konusunda bir önerileri olup olmadığını demokrat-burjuvazinin temsilcileriyle tartışmasında fazlaca kınanacak bir yan yoktur.
Diğer yandan, genel dünya durumunun öne çıkardığı bir özellik olarak geri ve sömürge ulusların kurtuluş mücadelelerinin artan önemi, net proleter sınıf tavrının zaman zaman bulanmasına da zemin hazırlamaktadır. Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu bu ülkelerin komünistlerinin eylem alanlarının ve temsil ettikleri sınıfın somut özellikleri, Enternasyonal’in önerdiği ilkelerle tam bir uyum göstermek bakımından zaman zaman zorlanmalarına yol açmaktadır.

BİR YARI-SÖMÜRGE PARTİSİ OLMANIN SORUNLARI VE GÖREVLERİ BAKIMINDAN TKP
Komünist Enternasyonal tarafından 1 Eylül 1920’de Bakû’de toplanan “Doğu Halkları Kurultayı”, bir bakıma İkinci Kongre tezlerinin uygulanmasının ve sınanmasının bir alanı haline gelmiştir.
Kurultay’a, aralarında Mustafa Suphi’nin yanı sıra, Enver Paşa ve kimi ittihatçıların, Ankara Hükümeti’ni temsilen İbrahim Tali başkanlığında bir heyetin de bulunduğu 235 Türkiye delegesi katılmıştır. Toplam 1831 delegenin katıldığı Kurultay’da en çok üye ile temsil edilen ülke, Türkiye’dir.
Bakû Kurultayı öncesinde, Komintern tarafından temmuz ayında yayınlanan bildiri, kurultayın hangi amaçla düzenlendiğini açıklayıcı içeriktedir. Bu bildiride, esas olarak, ulusal kurtuluş savaşının başında bulunan burjuvaziye karşı dikkatli olunması ve devrimin ilerletilmesi konusunda asla güven duyulmaması çağrısı yapılmaktadır. “İran, Ermenistan ve Türkiye’nin Ezilen Halk Kütlelerine” başlığını taşıyan bildiride, bu husus açık bir biçimde vurgulanmaktadır:
“Efendi ve beylerinizin bazıları, kendilerini ecnebi sermayedarlara satmıştır; diğerleri sizi silâhaltına çağırıyor ve yabancı müstevlilere karşı dövüşmek üzere hazırlıyorlar: Fakat bunlar da, ülkenizin idaresini kendi elinize almanıza, Sultanın tufeylilere bağışladığı toprakları kendinize ayırmanıza, bu tarlalarda buğday yetiştirip beslenmenize izin vermezler. Ve yarın ecnebi sermayedarlar, efendilerine daha iyi barış şartları teklif ederse, şimdiki önderleriniz, ecnebilerin yardımıyla, sizi yine tıpkı ecnebi ordularının işgali altında bulunan yerlerdeki arazi sahiplerinin ve eski memurların yaptığı gibi zincire vuracaklardır.” (20)
Aynı bildiride, özel olarak Türkiye’yi ilgilendiren önemli bir bölüm vardır:
“Anadolu köylüleri! Yabancı istilacılarla dövüşmek üzere, şimdiden Kemal Paşa’nın buyruğu altına çağrıldınız; fakat biz aynı zamanda, Paşalar İtilâf yağmacılarıyla barış yapsalar bile, yalnız başınıza savaşa devam edebilmek için, kendi halkçı ve köylü partinizi kurmaya çalıştığınızı biliyoruz.”
Bu paragrafta, iki önemli nokta dikkat çekmektedir: Birincisi, Türk delegeleri tarafından ileri sürülen Anadolu Hükümeti hakkındaki bütün olumlu yaklaşımlara karşın, Komintern, bu konuda açıkça bir uyanıklık çağrısı yapmakta, bunun da ötesinde, kendi muhatabı olarak, Millet Meclisi’ni ve Kemal Paşa’yı değil, Anadolu köylülerini görmektedir. Mustafa Kemal Paşa, Komintern bildirisinde kendisinin ve Millet Meclisi’nin atlanarak doğrudan halka seslenilmiş olmasına rağmen, belki de bu tavrın değişmesini umarak, 14 Ağustos’ta, Bolşevik Devrimi’ni öven bir konuşma yapar. Burada, kendi bakış açılarıyla, Bolşevik bakış açısı arasında bir fark bulunmadığını, kendi halkçılık prensipleriyle Bolşevizm’in çatışmadığını ileri sürer.
“İslamiyet’in en yüksek kaide ve kanunlarını ihtiva eden Bolşevizm’in bizim dahi mevcudiyetimize kastetmiş olan müşterek düşman aleyhine bugün kazanmış olduğu zafer, bizim için de teşekküre şayan bir neticedir…” (21)
İkincisi, temmuz ayında yazılan bu bildiri, Anadolu köylülerine, “kendi halkçı köylü partilerinin” kurulmaya çalışılmakta olduğunu bildiriyor: Burada kastedilen, TKP ise eğer, onun bir “halkçı, köylü partisi” olarak değerlendirilmesi oldukça ilginçtir ve büyük ölçüde, Türkiye’nin nesnel koşulları, proletaryanın gelişme düzeyi ve ulusal kurtuluş mücadelesi içinde köylülüğün tuttuğu ağırlıklı yer göz önünde tutularak yapılan yerinde bir değerlendirmedir. Bu verili koşullar altında, TKP, modern tipte komünist proletarya partilerinden farklı doğuş ve gelişme koşullarına sahip olacaktır ve ağırlıklı olarak Komintern’in işaret ettiği özellikleri taşıyacaktır.
“Doğu Halkları Kurultayı”, Komintern’in, özellikle Türkiye’de gelişmekte olan hareketin teşhirini önemsiyor ve Kurultay’a katılan komünistlere ve diğer delegelere, kendi bağımsız siyasi inisiyatiflerini geliştirmeleri konusunda çok ciddi uyarılarda bulunuyordu. Kurultayın başkanlığını yapan Zinovyev, M. Kemal’in yönettiği hareketin asla komünist olmadığını, hatta Halife’nin kutsal kişiliğini kurtarmaya yönelik olduğunu belirtirken, yayınlanan bildiride de, dinsel cihat çağrılarıyla süslü bu mücadelenin niteliği hakkında şiddetli vurgular yapılıyordu:
“Doğu halkları! Hükümetlerinizin sizi kutsal bir savaşa çağırdığını çok duydunuz, Peygamberin yeşil bayrağı altında yürüdünüz: Fakat bütün bu cihatlar kandırıcı idi; sizin bencil hükümdarlarınızın çıkarlarına hizmet ediyordu. Ama siz, köylüler ve işçiler, bu savaşlardan sonra bile kölelik ve yoksulluk içinde kaldınız; hayatın nimetlerini başkaları için kazandınız… Şimdi biz, sizi Komünist Enternasyonal’in kızıl bayrağı altında gerçek bir cihada çağırıyoruz…”
Bu uyarıların ve kuvvetli vurguların yapılmasını gerektirecek önemli özelliklerin başında, yukarıda M. Kemal’in konuşmasında gördüğümüz bir anlayışın genel ve yaygın bir etkiyle Kurultay’a katılanlar arasında benimsenmiş olmasının bulunduğunu tespit edebiliriz. Pek çok kişi, Bolşevizm’in İslamiyet’le aynı şey olduğunu düşünüyor, Bolşevizm’in temel ilkelerinin ve kurallarının Kuran’dan çıktığına inanıyordu. Kuşkusuz böyle bir yaklaşım, yalnızca Marksizm-Leninizm’i anlamayı ve uygulamayı zorlaştırmakla kalmayacak, aynı zamanda, “yeşil bayrak” altında Hilafetin kurtarılması için çalıştığını söyleyen gerici siyasi gruplarla bir kesişme noktası da doğuracaktı. Hele, Türkiye gibi, komünist hareketin gelişmesinin daha başlangıcında bulunan ülkelerde, böyle bir eğilim ve sözde ittifak, hareketin daha başlangıçta boğulmasına ve kendi kimliğini yitirmesine yol açacaktı.
Kurultay’da bir konuşma yapan Macar komünist Bela Kun’un uyarıları da bu yöndeydi:
“Kemalistlerin desteklenmesini” teklif ediyorum. Ancak bu milli ihtilalci hareketin, sadece yabancı sömürücülere ve onlarla işbirliği yapmakta olan Saltanat istibdadına karşı yöneltilmiş ve ağalar, paşalar, burjuvalar ve aşiretlerle işbirliği edilerek sürdürülmekte olduğunu hatırlatırım. Başarısı, Türk köylü ve işçilerinin her türlü sömürü ve baskıdan kurtulacağı anlamına gelmez. Bu mücadele sonunda sömürüden kurtulmaları için, şimalden teşkilatlanmaları ve teşkilat içinde saflarını sıklaştırarak bütün reformlarını yaptıracak güce ulaşmalarını salık veririm.” (22)
Bütün özellikleriyle, her siyasi akım ve düşüncenin kendini Bolşevizm’e yakın göstermeye çalıştığı, bulanıklık ve belirsizliğin egemen olduğu bir ortamda, burjuva ulusal kurtuluş hareketinin başlıca eğilimleri ve özellikleriyle, Bolşevizm arasındaki derin farklılığı göstermek önem taşıyordu.
TKP, henüz ilk adımlarını atarken, bu konuda en çok uyarılması gereken partilerin başında gelmektedir.
TKP’nin Kuruluş Kongresi’nde kabul edilen raporda, “… Türk Komünistleri, III. Enternasyonal’in İkinci Kongresince alınan kararların, yaşantıya, olaylara, hayatın isteklerine ve Türkiye’de sosyal hareketin ana ilkelerine, ülkülerine uygun olduğunu belirtir” denilmektedir. Aynı kongrede kabul edilen ilk programda da bu tezlere uygun davranmaya büyük çaba gösterilmiştir.
Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın temel gücünün köylülük olduğu gerçeğinden yola çıkarak, programda bu sosyal tabakaya ağırlıklı bir önem verilmiştir.
“Devrim başarıya, zafere, ancak, devrim ordusu olan geniş köylü yığınlarını bu devrim savaşına çekmek yoluyla, ancak böyle bir savaş sonunda ulaşabilir.” (23)
Kurtuluş savaşının bir demokratik devrimle tamamlanabilmesi için, gene köylülüğün temel taleplerinin eksiksiz karşılanmasının zorunlu olduğu vurgulanmaktadır:
“Memlekete dalan yabancılara karşı kurtuluş savaşının başarıyla, demokratik devrimle sonuçlanabilmesi için, bu toprakların köylülere mutlaka verilmesi gerekir. Kurtuluş savaşına düşman olanların topraklarına hükümet hemen el koymalıdır. Köylü borçları, tefecilik, vergi borçları, köylüyü ezen vergiler, haraçtan başka bir şey olmayan aşar ve salmalar hemen kaldırılmalıdır. Onların emeği, malları, ağalara, köy burjuvazisine karşı korunmalı, köylüye tarlasını ekebilmesi için tohum, tarım aletleri, işini evirip çevire-bilmesi için ucuz kredi sağlanmalıdır.”
Programın köylülerin taleplerinin karşılanmasıyla ilgili son derece önem taşıyan bir önerisi vardır: “Köylü komiteleri kurmak.” Bu öneri, köylülüğün taleplerini, sıradan reform talepleri olmaktan ve özellikle hükümetten beklenen uygulamalar olarak anlaşılmaktan çıkarmakta, doğrudan doğruya halk inisiyatifine dayanan bir girişim haline getirmektedir. Köylü komiteleri, ayrıca, “köylülerin politik haklarını doğrudan doğruya savunabilmek, çiftlik ağalarının, derebeylerin topraklarına, tarım araçlarına, iş hayvanlarına, hayvan sürülerine, tohum ambarlarına hemen el koymak” ve “bu malları köylülere dağıtmak” işlevleriyle de yüklenmektedir. Bu, tümüyle Sovyet Devrimi’nin “köylü Sovyetleri” deneyimine dayanan ve onun Türkiye’ye uygulanmasını öngören devrimci bir projedir.
TKP’nin I. Kongresi, yürütülmekte olan ulusal kurtuluş savaşına önemli değer biçiyordu:
“Anadolu’da yürütülen milli kurtuluş hareketi emperyalizme karşı bir savaştır. Bu savaşa, bütün yeryüzü proleterlerinin dayanışma göstereceklerine, inanıyoruz. Memlekette bu milli hareketin gelişmesi ve derinleşmesi, hem işçi sınıfının şuurunu uyandıracak, hem de genel olarak gelecek sosyal devrim için en elverişli bir zemini hazırlayacaktır.”
Bununla birlikte, TKP, Komintern’in uyarılarını dikkate alan bir hazırlık önerisini de geliştirmektedir:
TKP, memlekette emperyalizme karşı olan milli kurtuluş harbinin derinleşmesine yardım etmekle, bu hareketi tutmakla beraber, işçi sınıfının gerçek ve son amacı olan emekçilerin egemeniğini kurmak için gereken durumu, koşulları, zemini hazırlamaya çalışacaktır.”
Söz konusu milli hareketin, emekçilerin kurtuluşu için ancak bir basamak olacağı, fakat bunun kendisi olmadığı, en azından Kongre’ye katılan, programı hazırlayan komünistler tarafından bilinmektedir.
TKP, milli kurtuluş savaşıyla ilgili tavrını net politik ve örgütsel bir etkinliğe yükseltmek için bir “Tek Cephe” taktiğini de gündeme almıştır. “Türkiye İşçilerine” başlığıyla yayınlanan bildiride, emperyalist saldırıya karşı tek cephe kurulması gerektiği belirtilerek, TKP’nin bu cephede yer almaya hazır olduğu bildirilmiştir. Aynı bildiride, söz konusu “Tek Cephe”nin içinde yer alma koşulu olarak, işçilerin ve emekçilerin, hemen yerine getirilmesi gereken asgari hedeflerini de formüle eden biri dizi talep ileri sürülmektedir:
“1. Sendikalara tam bağımsızlık, serbestlik ve dokunulmazlık sağlanması. Eksiksiz toplantı, grev, yürüyüş, basın ve kişi özgürlüğü.
2. Tek dereceli, genel, eşit, serbest ve gizli oylamalı seçim sisteminin kurulması.
3. Jandarma yerine, halk tarafından seçilen Milis teşkilatının kurulması.
4. Yürürlükteki bütün vergilerin kaldırılması ve yerine kazanç oranlarıyla artan gelir vergisi sisteminin konulması.
5. Parasız genel eğitim.
6. Topraksız ve az topraklı köylülere bedava toprak ve tarım aletleri dağıtılması
7. Padişahlığın yıkılması, cumhuriyetin kurulması. Paşalıkların kaldırılması. Valilerin, kaymakamların halk tarafından seçilmesi.
8. 1 Mayıs gününün resmen işçi bayramı olarak tanınması.
9. Toprak reformunun gerektiği gibi yürütülmesi için, Köylü Komiteleri kurulması. Tarım işçilerine serbest sendika kurma hakkının tanınması.
10. Kurtuluş savaşına düşman olanların, sarayın-padişahın, toprak beylerinin mallarına, mülklerine hemen el konulması.
11. Anayurdun savunulması için, beylerden, ağalardan, eşraftan tüccarlardan, fabrikatörlerden bedel alınması.
12. Düyunu Umumiye’nin, Reji’nin, tekelin, yabancı kumpanyaların, kapitülasyonların kaldırılması. Padişahların yabancılardan aldıkları, yedikleri Osmanlı borçlarının tanınmaması.”
“Tek Cephe” içinde savunulacak bu genel taleplerin yanı sıra, özellikle işçiler için, 10 maddelik bir talepler listesi daha sunulmaktadır:
1. 8 saatlik işgünü.
2. Eksiksiz serbest grev.
3. Toplu iş anlaşması bağlamak.
4. İşçilere oturulur evler sağlamak.
5. 14 yaşından küçük çocukların çalıştırılmaması.
6. Gebe ve işçi kadınlara, doğumdan önce ve sonra ikişer ay gündelikleri işlemek şartıyla izin verilmesi.
7. İhtiyarlıkta, çalışma gücünü kaybettiği hallerde işçilerin emeklilik hakları, sosyal sigorta hakları olmalı.
8. Gündelikler kesilmeksizin hafta tatili olmalı.
9. Gündeliklerin ve haftalıkların, en azından yaşama indirimine göre ayarlanması.
10. İş kanununun doğrulukla yürütülmesini kontrol için özel işçi komisyonu kurulması.
Programda, milli topluluklar konusuna da yer verilmiştir.
“TKP, Türk işçi ve köylülerini İttihatçıların, ‘hain sosyalistlerin’ etkisinden kurtarmaya çalışacağı gibi, Türkiye’de yaşayan Yunan, Ermeni ve Kürt milletlerinin ezilmiş sınıfların) da, ‘Daşnak’ veya ‘Bedirhan’ teşkilatlarından ayırarak, aynı çıkar ve amaçlar adine onları tek bir sınıf halinde birleştirip hem dahilî tufeylilere hem de harici kuvvetlere karşı savaşıma yöneltmekle yükümlüdür.”
Ulusal haklar sorununda, Mustafa Suphi, sosyalizm ilkelerine göre kurulacak büyük bir federasyon önermektedir. Bu federasyon içinde, küçük özerk cumhuriyetler, kendilerini yönetmekte tam bağımsız olacaklar ve ekonomilerini geliştirmek için büyük devletle birlik yaratacaklardır.
Görülebileceği gibi, gerek genel, gerekse özel talepler, bir demokratik devrim sınırları içinde kalmakta, esas olarak ulusal kurtuluş savaşı içinde Ankara Hükümeti ile ittifakın gerekleri olarak ileri sürülmektedir.
TKP, Bakû’deki kuruluş kongresinden önce, Moskova’daki ilk kuruluş çalışmaları sırasında yaptığı toplantı sonucu yayınlanan 14 Temmuz 1919 bildirisinde, proletarya diktatörlüğü sorununu ortaya atmış ve programını da bu düzeyde bir ittifak programı olarak formüle etmemişti. Şimdi gelinen noktada, işçi köylü diktatörlüğünün kuruluş koşullarını adım adım hazırlamaya yönelik, daha açık ve koşulları daha yakından göz önüne alan bir taktik-pratik program önermektedir. Kuşkusuz bugünden bakılınca, biraz abartılarak dikkate alındığı düşünülebilecek olan ve bir veri olarak kabul edilen koşulların başında, ulusal kurtuluş mücadelesini yürüten burjuvazinin önder konumunun kabul edilmiş olması gelmektedir.
Bu kabulleniş, birçok durumda, Ankara Hükümeti’nin izni ve haberi olmadan açık faaliyette bulunmamak noktasına kadar inmektedir. Mustafa Suphi ve arkadaşları, gerek parti olarak faaliyet gösterebilmek, gerekse Türkiye içinde çalışmak için, Ankara Hükümeti’nden resmen izin istemişler fakat mektuplarına cevap alamamışlardır. Bu, onların faaliyetlerini gizli sürdürmeleri yolunda bir uyarı görevi görmüş, ancak, böyle bir iznin alınabileceği koşullarda tümüyle açığa çıkmak konusundaki eğilimlerini değiştirmemiştir. Dönemin samimi bir tanığı olan ve gerek Moskova’daki kuruluş çalışmalarında gerekse Baku Kongresi’nde Merkez Komitesinde görev alan Ali Rıza (Keskin), Topçuoğlu tarafından derlenen anılarında şu bilgileri veriyor:
“Türkiye’den resmi bir yazı gelmedikçe, bütün işimizi gizli hazırlamak, hatta kongre yerini ve gününü gizli tutmak ve son güne kadar kongremize iştirak edecek delegelere dahi söylememek kararı aldık. Buna bilhassa şu sebepler bizi mecbur etmişti:
1. Ankara Hükümeti’nden, Türkiye’ye girip çalışma izni henüz gelmemişti.
2. Ankara Hükümet’i, Bakû’ye, doğrudan doğruya bizimle temas kurmadan Türkiye heyetini göndermişti…” (24)
Beklenen izin, 15 Aralık günü Ankara’dan gelir. 17 Aralıkta da, Kars’tan Kazım Karabekir Paşa imzasıyla, Ankara’dan gelen mektubun içeriğiyle aynı bir başka mektup alınır. Bunların ikisinde de, Türkiye’ye gelmelerine izin verildiği bildirilmektedir. Ali Rıza, aynı anılarında bundan sonrasını şöyle anlatıyor:
“Hemen hazırlığa girişildi. Bu arada Sovyetler tarafından Türkiye’ye sefir tayin edilen Budi Midevani başkanlığındaki heyetle birlikte gitmenin daha kolay olacağı düşüncesiyle temasa geçildi. Bu temas müspet sonuçlandı ve Sovyet sefaret heyetiyle bizim arkadaşlar hep birlikte arabalarla yola çıktılar. Aynı konvoya asker esirlerden Mehmet Emin de, üç arkadaşıyla birlikte katılmıştı. Bizimle hiç alakalan yoktu. 28 Aralık 1920 günü bütün arkadaşların Kars’a ulaştıklarını ve Kazım Karabekir tarafından çok iyi karşılanıp otele yerleştirildiklerini, geri gelen arabacılardan öğrendik ve bir daha haber alamadık. Ses seda kesildi.” (25)
Mustafa Suphi, Türkiye’ye geçmeden önce, Mustafa Kemal Paşa ile çeşitli konularda yazışmıştır. Bu mektupların üçü resmen açıklanmıştır. Mektuplar hakkında, çeşitli konuşma ve yazılarında, Mustafa Kemal de, Mustafa Suphi de, değerlendirmeler yapmışlar, ya da referans olarak göstermişlerdir. Örneğin, bir konuşmasında Mustafa Kemal, şunları söylemektedir:
“Vaziyetin arz ettiğim gibi, Şark veya Garp ile muayyen bir neticeye varmadan inkılâbattan içtinap etmek ve bilmünasebe, Mustafa Suphi yoldaşa da yazdığım veçhile, ne yapılacaksa hükümet vasıtasıyla yapmaktır.” (26)
Ahmet Cevad Emre de, Mustafa Kemal’in, Mustafa Suphi’ye “her ne yapılacaksa, evvela kendisine haber verilmesini ve haber verilmeyen hiçbir teşebbüse girilmemesini” tavsiye eden bir mektup yazdığını aktarmaktadır. (27) Anlaşıldığı kadarıyla, yolculuğa çıkma kararı da, uyulmasına özen gösterilen bu tavsiyelere bağlı olarak alınmış ve Mustafa Kemal’e Türkiye’ye geçme isteği belirtilmiş ve ondan izin alınmıştır. Sözü edilen mektupların içeriği, Mustafa Suphi’nin, Mustafa Kemal’le aralarında az çok bir hukuk kurulduğuna güvendiğini göstermektedir.
Mustafa Suphi’nin, Bakû’den, Süleyman Sami aracılığıyla gönderdiği 15 Haziran 1920 tarihli mektuba, Mustafa Kemal’in 13 Eylül 1920 tarihinde yazdığı cevapta, bugünkü Türkçeyle, şunlar söylenmektedir:
“Büyük çoğunluğu, rençper ve köylüden oluşan milletimiz, Batı’nın emperyalizm ve kapitalizm mahkûmiyetinden kendini kurtarabilmek için, bunlara karşı birleşik olarak mücadeleye ve çatışmaya karar vermiştir ve bu kararını uygulamaktadır. Türkiye Komünist Partisinin de aynı anlayış ve amaçla çalışmakta olmasını büyük bir memnuniyetle öğrendik. Milletimiz, Ankara’da vücuda getirdiği Büyük Millet Meclisi ile, kaderine ve bizzat ve tam bağımsızlık dairesinde el koymuştur. Bu halk hükümetini vücuda getiren teşkilatımızın, köyden itibaren, nahiye, kaza, liva ve vilayet merkezlerine kadar her yerde halk tarafından seçilmiş birer yönetim kurulu vardır ve bu teşkilat BMM başkanlığına bağlıdır. … Bugünkü TBMM hükümeti işbu teşkilattan doğmuştur ve Sovyet yönetim örgütlenmesinden farksızdır. … Memleket ve milletimiz, her taraftan emperyalist ve kapitalistlerin hücumuna uğramış olduğu gibi, bunlara fiilen katılmış bulunan İstanbul Hükümetinin padişahına dayanarak sürekli olarak memleket içinde kötülük yaratan yerel çatışmalara da karşı koymak zorundadır. Bundan dolayı, milletin birlik ve dayanışmasını ihlal edebilecek zamansız ve fazla girişimlerden kaçınmak, milletimizin kurtuluşu bakımından gereklidir. Amaç ve ilke bakımından bizimle tamamen ortak olan TKP örgütünden maddi ve manevi bakımdan hakkıyla yararlanabilmemiz için, örgütünüzün, özellikle BMM başkanlığıyla ilişki kurması ve bunu koruması gerekmektedir. Türkiye içinde uygulanacak her türden örgütlenme ve devrim ancak bu kanalla yapılabilir. Aynı hedefe yürüyen TKP ile tamamen işbirliği yapabilmek için, BMM nezdinde tam yetkili bir temsilci göndermenizi ve BMM tarafından Bakû’ye tam yetkiyle gönderilmiş bulunan Memduh Şevket Beyle işbirliği yapmanızı rica eder ve bu vesileyle içten saygı ve selamlarımı sunarım.
TBMM Reisi, Mustafa Kemal.”
Mustafa Suphi, kasım ayında Mustafa Kemal’e bir cevap yazar. Burada, gönderilen mektubun Rusya’daki TKP teşkilatlan ve III. Enternasyonal çevresinde büyük sevinçle karşılandığı yazıldıktan sonra, aynı amaç doğrultusunda savaşabilmek için, Türkiye’de kendiliğinden doğmakta bulunan komünist örgütlerin yasal olarak kabul edilmeleri istenir. Bununla birlikte, M. Kemal tarafından, yeni bir ilişki için herhangi bir girişimde bulunulmamış olmasından yakınılarak, yeni bir kurye ile, yasal faaliyet olanaklarının görüşülebileceği yetkili biri istenir.
Bu arada, Ermenistan üzerinde Türk ordusunun giriştiği eylemlerin, yalnızca emperyalistlerle işbirliği eden Taşnak Hükümeti’ne karşı olduğu, bundan Ermeni işçilerinin ve köylülerinin zarar görmeyeceği yolunda propaganda ve ajitasyon yapıldığı anlatılır. Bununla birlikte, kendilerinin yalancı çıkarılmamalarını da rica etmekten kendini alamaz.
Mektubun sonraki bölümünde, TBMM Hükümeti ile İngilizler arasında bir uyum girişimi bulunduğu yolunda söylentiler olduğu, bunun üzerine kendilerinin, Anadolu ayaklanmacılarının böyle bir ilişkiye girmeyeceklerini, çünkü bunun, şimdiye kadar kazanılanları kaybettirecek sonuçlar doğuracağını; Anadolu’nun Sovyet Rusya ile ilişkilerin güçlendirilmesinden yana olduğunu anlattıkları yazılıyor. “İngilizlerin, Anadolu’yu Sovyetler üzerine sevk ettirecek maddi ve manevi vasıtadan mahrum bulunduğunu… söyledik ki, bu fikirlerde hata etmediğimizi sanıyoruz.” Mustafa Suphi’nin üslubu hem uyarıcı ve eleştirici, hem de dostçadır. Anadolu Hükümeti’nin, emperyalizmle yakınlaşma eğilimlerinin dikkatle izlendiği ve buna karşı olunduğu mesajı, böyle bir eğilimin ulusal ve uluslararası planda yol açacağı sakıncalar gösterilerek iletilmektedir. Böylece, Mustafa Kemal eğer ittifak isteğinde ciddiyse, bunun hangi temel koşulla ilerleyebileceği de belirtilmiş olmaktadır. TKP, BMM Hükümetini, emperyalist devletlere savaşmaya devam ettiği sürece, bütün gücüyle destekleyecek, cephede zaaf ve parçalanmaya yol açabilecek her türden faaliyetten kaçınacaktır. Bununla birlikte, halk arasında, baskı ve zulme karşı mücadele duygularının güçlenmesi ve derinleşmesi için parti faaliyeti sürdürmek istemektedir ve bunun yasal bir biçim altında yürütülebilmesi için

ANADOLU’YA YOLCULUK VE MUSTAFA SUPHİ’NİN SONU
Bütün bu “karşılıklı güven” havasının ardında, aslında her iki tarafta da, birbirlerinin hareketini dikkatle izleyen ve her an birinin diğeri aleyhine bir şeyler yapmasını bekleyen karşılıklı sınıf kaygıları sezilmektedir. Mustafa Suphi, Anadolu Hükümeti’nin emperyalizmle, gerici sınıflarla işbirliği eğilimlerini görmekte ve ulusal kurtuluş savaşının bir sosyal devrimle sonuçlanmasının ancak kendi girişimlerine bağlı olduğunu bilmektedir; Mustafa Kemal ise, sınırları kendince çok net çizilmiş bulunan ulusal mücadelenin, bir “komünist ihtilaline” dönüştürülmesine karşı koyabilecek mekanizmaları geliştirme ve bu yoldaki her girişimi kontrol altında tutma isteğini gizlememektedir. Mustafa Suphi ve partisi, Mustafa Kemal açısından, Sovyet Rusya ile işbirliği için zayıf ve geçici bir köprüden başka bir şey değildir ve Anadolu’daki savaşta komünistlerin kendi örgütleri ve silahlı güçleri ile yer almalarını kesin olarak istememektedir. Sovyetler Birliği ile ilişkileri ise, kendi kurumları ve adamları aracılığıyla sürdürmekte, TKP’nin bu konudaki katkısını en az düzeyde tutmaya özen göstermektedir. Mustafa Suphi’nin amacı ise, bir an önce Anadolu’ya geçerek, gerçekten önemli bir potansiyel haline gelmiş bulunan demokratik devrimci eğilimleri ve kendisine “komünist” adını veren azımsanmayacak sayıdaki örgüt ve kişileri tek parti etrafında toplamak ve ulusal kurtuluş savaşını bir işçi-köylü hükümetiyle sonuçlandırmaktır. Mustafa Suphi’nin, Bolşevizm sempatizanlığının son derece güçlü olduğu bir ortama, mücadelenin merkezi olan Ankara’ya, partinin en güçlü kadrosuyla birlikte gidebildiği takdirde, gerek halk arasında büyük bir etki yaratabileceğini, gerekse BMM içindeki “halk zümresi” muhalefeti grubuyla birleşme olanaklarını bulabileceğini, burjuvazinin etkisini kırarak mücadelenin önderliğini ele geçirebileceğini düşünmesinden daha doğal bir şey olamazdı. Böyle bir gelişme, ulusal kurtuluş savaşının kaderini tümüyle değiştirebilir, demokratik bir devrimden sosyalizme geçebilmenin koşullarını yaratabilirdi.
Mustafa Suphi ve yoldaşları, 28 Aralık 1920’de Kars’a girdiler. Burada birkaç hafta kaldılar ve bu arada, Ankara’nın Moskova Büyükelçisi Ali Fuat Paşa ile Mustafa Suphi arasında görüşmeler yapıldı. Ali Fuat Paşa, anılarında, Mustafa Suphi’nin kendisine şunları söylediğini ileri sürmektedir:
“Üçüncü Enternasyonal, Türkiye’de mutlaka komünizmin tatbikini kabul etmiş değildir. Türkiye’nin içtimai mukadderatı kendisine bırakılmıştır. Anadolu harekâtının içtimai bir ihtilal olmaktan ziyade, Türk milletinin emperyalist düşmanlara karşı istiklal ve hürriyetini kurtarmasından başka bir şey olmadığına kani bulunuyoruz. Türkiye’deki Bey ve paşaları burjuvazi sınıfından addetmiyoruz. Bilakis, halk kütlelerinin en yakın yardımcıları olarak biliyoruz. Anadolu hareketini idare edenlerin, bilhassa Mustafa Kemal Paşa’nın prensiplerini anlamaya çalışıyoruz. Anlayabildiklerimizi, umumi siyaset bakımından muvafık görüyoruz.” (28)
Kars’ta bulunulduğu sırada, gruptan iki subayla ilgili üç değişik rivayete yol açan bir olay olmuştur: Birincisi, bu iki subayın, “komünist propaganda” yaptıkları gerekçesiyle tutuklandığı yolundadır. Diğer rivayete göre, aynı iki subay, hasta oldukları gerekçesiyle gruptan ayrılmıştır. Üçüncüsüne göre ise, onlar, Mustafa Suphi ve arkadaşlarına Bakû’de iken muhalefet etmektedirler ve onları ele vermişlerdir. Hangisinin doğru olduğu bilinmeyen olay, Mustafa Suphi’yi, aleyhlerine bir tertip kurulduğu yolunda kuşkuya düşürür. Mustafa Suphi, grubu bölerek, ayrı ayrı yollardan Ankara’ya gitmeyi düşünür. Bir grubun Erzurum üzerinden, kendisiyle birlikte bir başka grubun da, Tiflis üzerinden Ankara’ya gitmek istediklerini Kazım Karabekir’e bildirir. Kazım Karabekir Paşa, şu cevabı verir: “Ya hepiniz, Erzurum üzerinden giderek halkın hissiyatını görürsünüz, ya da Ankara seyahatinden vazgeçerek Bakû’ye dönersiniz. Zaten, ordumuzda Bolşevik teşkilatı yaptığınız hakkında dedikodular başladı. Kol kol ayrılarak seyahat etmeniz, aleyhinize daha büyük dedikodulara sebep olacaktır.” Bunun üzerine hepsi birlikte, Ankara’ya ulaşmak üzere. Erzurum’a doğru yola çıkarlar. Erzurum’da, “Muhafazai Mukaddesat Cemiyeti”nin düzenlediği bir gösteriyle kente girmeleri engellenir. “Halkın hissiyatı” bizzat Kazım Karabekir Paşa ve Erzurum Valisi Hamit Bey tarafından yönlendirilen gerici bir örgüt aracılığıyla gösteriliyordu. Bu arada, Ankara’da Mustafa Kemal, sürekli olarak Kazım Karabekir Paşa ile haberleşmekte ve M. Suphi ve arkadaşlarının hareketini adım adım izlemektedir. Erzurum Valisi, Mustafa Kemal Paşa’ya şu telgrafı çeker:
“Kazım paşa ile bu konuda cereyan eden haberleşme sonucunda kararlaştırıldığı üzere, galeyanda bulunan halkın saldırısına mahal vermeyerek, adı geçen grubu koruma altında, sınır dışına çıkarmak üzere Trabzon’a sevk edeceğim.” Mustafa Kemal, bu telgrafa şu cevabı verir: “Alınan önlemler uygundur.” (29)
Mustafa Suphi ve arkadaşları, Trabzon’da da, Erzurum’da olduğu gibi, örgütlü bir gerici kalabalık tarafından karşılanırlar, hakarete ve saldırıya uğrarlar. Sovyet Konsolosu, valiyle görüşerek, M. Suphi ve yoldaşlarının Bakû’ye dönmek üzere, bir motorla Batum’a gönderilmelerinin sağlanmasını ister. Trabzon’dan kayıkçılar kâhyası Yahya’nın sağladığı bir motorla, Mustafa Suphi, karısı ve on üç arkadaşı, toplam on beş komünist denize açılır. Hemen arkalarından, kâhyanın adamlarından Faik Reis ve adamları da bir başka motorla onları izler. Sürmene açıklarında, Mustafa Suphi ve yoldaşlarını taşıyan motor durdurulur ve hepsi öldürülür. Yalnızca M. Suphi’nin karısının öldürülmeyip Yahya tarafından “kapatıldığı” Ahmet Cevad Emre tarafından ileri sürülmüştür. (30)
Yayınlanan bütün belgeler, sonradan olayı savunmak için yapılan burjuva yorumlar, Mustafa Suphi ve yoldaşlarının Ankara Hükümeti’nin bilgisi dahilinde ve merkezi bir plan gereği öldürüldüklerini kanıtlamaktadır. TKP’nin sonraki yöneticileri, cinayette yalnızca Karabekir Paşa’nın parmağı olduğunu, Mustafa Kemal’in bu işten haberi bulunmadığını ileri sürmüşlerdir. Türk resmi makamları, olay hakkında bilgi isteyen Sovyet makamlarına, olayın bir deniz kazası olduğu yolunda açıklama yapmışlardır.
Yahya Kâhya, bir buçuk yıl sonra, “bilinmeyen eller tarafından” öldürülmüş; Kazım Karabekir, Mustafa Kemal tarafından bu olaydan kendisinin sorumlu tutulmak istendiğini söyleyerek, Kâhya’nın asıl katillerinin Ankara’dan gönderilen Topal Osman ve adamları olduğunu ileri sürmüştür. Topal Osman da, 1923 yılında Lazistan Mebusu Ali Şükrü’yü öldürdüğü iddiasıyla tutuklanmak istenmiş, çıkan çatışmada Mustafa Kemal’e bağlı askerler tarafından öldürülmüştür. Böylece, Mustafa Suphi ve yoldaşlarından başlayarak Topal Osman’da sona eren bir dizi karanlık suikast ve cinayet zinciri oluşmuştur. Bu olaylar dizisi, Türkiye Cumhuriyeti’nin daha kuruluş yıllarından başlayarak günümüze kadar uzanan bir “yönetme” anlayışını açığa vurmaktadır. Bütün belgeler, veriler, tanıklıklar bir yana, yalnızca bu gelenek dolayısıyla denilebilir ki, Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katili, hiç kuşkusuz resmi devlet kurumlarıdır.

BİR YARI-SÖMÜRGE KOMÜNİSTİ OLARAK MUSTAFA SUPHİ
Mustafa Suphi’nin geriye kalan yazıları arasında, teorik politik yazılar yoktur. Daha önceki yazarlık hayatında, pek çok ciddi araştırmaya imza atmış bulunan Mustafa Suphi, komünist olduktan sonra yalnızca propaganda ağırlıklı gazete yazıları kaleme almıştır. Bu yazıların hemen hemen tümünde, ana tema, emperyalizme karşı savaş ve bu savaşın esas gücünü oluşturan işçi ve köylü yığınlarının kendi geleceklerine hazırlanmalarıdır. Mustafa Suphi, ulusal kurtuluş savaşının aynı zamanda bir sınıf savaşı olduğu gerçeğini vurgulamaktan bir an bile geri durmaksızın, burjuvazinin din ya da milliyetine göre değil, sınıfsal niteliğine göre değerlendirilip karşıya konulması çağrısını. yapmaktadır. Bu, özellikle azınlık, Rum, Ermeni, Yahudi kompradorlara karşı kendi Türk ve Müslüman kimliklerini ileri sürerek halk kitlelerinin desteğini sağlamaya çalışan feodal ticaret burjuvazisinin propagandasına karşı önemli bir çıkıştır.
Fakat, yukarıda da değinildiği gibi, bu savaşta Ankara Hükümeti’nin desteklenmesi, bütün çağrıların temelinde bulunmaya devam etmektedir. Bu tavrı belirleyen şey, Mustafa Suphi’ye göre, doğrudan doğruya içinde bulunulan somut koşullardır.
“Memlekette, mazlum ve işçi, fakir ve işsizler çoğunluk teşkil etseler de, sanayinin ilkel bir halde olması nedeniyle, amelenin proleter teşkilatına malik ve toplanmış olmamaları icap etmektedir: Ve yine bu itibarladır ki, Komünist Fırkası, hâlihazırda inkılâbı yapacak ve idareyi ele alacak büyük bir hükümet fırkası şekil ve mahiyetinde ortaya atılamaz. … Demek ki içtimai inkılâp karşısında Türkiye Komünist Fırkasına düşen vazifeyi, yağmacı emperyalizmin bütün baskılarına rağmen ayaklanıp varlıklarını ispat eden Anadolu ayaklanmacılarına ve ayaklanmacıları temsil eden Büyük Millet Meclisi Hükümetine samimiyetle yardımcı olmak ve Anadolu’daki bu hareketi şarkın diğer mazlum ve medeni millet ve hükümetlerine bir örnek olarak göstermekle özetleyebiliriz.” (31)
Burada söylenenleri, komünistlerin bağımsız siyasi bir inisiyatifle kurmaya çalışacakları bir demokratik hükümetin asgari hedefleri olarak yorumlamak olanağı yoktur. Dahası, III. Enternasyonal’in uyarılarıyla ve Lenin ve Roy’un tezlerini dikkate alan bir bakış açısıyla ilgisini kurmak da mümkün değildir. Daha önceki bölümlerde aktardığımız ve işçiler ve halk için asgari talepler olarak formüle edilmiş program içeriğinden farklı olarak, genel siyasi tutumu özetlemektedir. Bu destekçi tutum, elbette koşullara bağlanmıştır ve bundan dolayı da, bunu bir teslimiyet tutumu olarak yorumlamak, özellikle partinin nesnel koşulları dikkate alındığında, aşırı olur.
“Saltanattan Sonra” başlığını taşıyan yazısında, padişahlığın yıkılışından sonra “nasıl yaşayacağız, nasıl bir hükümet kuracağız”, probleminin büyük önem taşıdığını yazarak, şu soruyu ileri sürer:
“… Bugün büyük zahmet ve fedakârlıkla Avrupa ve İstanbul haydutlarına karşı savaşan amele, rençper ve asker kardeşlerimiz bu harbin sonunda yine eski günahkâr, melun, müstebit ağa ve paşalardan mürekkep hükümetler meydana geldiğini ve kendilerinin yine eskisi gibi dışarıdan gelmiş bir misafir halinde kenarda kaldıklarını görseler, memnun kalırlar mı? Elbette değil! Onun için, Türkiye amele ve rençperleri bugünden itibaren istek ve dileklerini meydana koyup hangi maksatla ve ne için çalıştıklarına, canlarına telef ettiklerine işaret olan kızıl bayraklarını yükseltmeye mecburdurlar.”
Bunu izleyen paragraf, ulusal kurtuluş mücadelesi içindeki işçi ve köylüler için, tümüyle bağımsız bir hedef göstermesi bakımından ilginçtir:
“Umumiyetle döktükleri kan-terlerini hak etmek istedikleri işe ve toprağa sahip olmak, memleket ve hükümet işlerini ellerine almak isteyen amele ve rençper milleti, Türkiye’de bundan fazla ve eksik bir şey murat edemez. … Onun için bundan sonra, Anadolu ve Türkiye’de, halkın sırtından yaşayacak herhangi bir hükümet, cumhuriyet şeklinde de olsa, yer tutamaz, yaşayamaz. Yeni hükümetin, bugünkü zahmet ve fedakârlıklarına katlanan amele, rençper halkın içinde kurulup, aşağıdan yukarıya dal budak vermesi; hayati bir şarttır.” Yazı, bütün o koşullara, karşın, iddialı bir devrimci temel sloganla sona ermektedir: “Yaşasın, Türkiye, amele, rençper ve askerlerinin hükümet ve cumhuriyeti!” (32)
Bu yazılarda ve konuşmalarda, Mustafa Suphi’nin, Kars’taki görüşme sırasında,” Türkiye’deki bey ve paşaları burjuvazi sınıfından addetmiyoruz. Bilakis, halk kütlelerinin en yakın yardımcıları olarak biliyoruz.” dediğini söyleyen Ali Fuat Paşa’yı doğrulayacak bir perspektif eksikliği bulunduğuna dair bir işaret yoktur. Aksine, Mustafa Suphi, Ankara Hükümeti’nin gelecekte işçi ve köylülerin düşmanı olabileceğini, açıkça görmekte ve bu Hükümet’e desteği, antiemperyalist mücadele koşuluyla sınırlamaktadır.
“Memleketimizde her türlü derece ve sınıf şahit ve yalanlarının yerinden oynadığı böyle bir devirde, böyle bir devri buhranda, işçi halkın mukadderatını eline alarak iş görmesi zaruret haline geliyor. Bu işte doğru yolu gösterme vazifesi, Komünist Fırkasının uhdesine düşmektedir. Komünist Fırkası için, memlekete musallat olan harici düşmanları kovmak nasıl bir vazife ise, dâhilde halkın sırtından geçinen yağmacı, tufeyli sınıflarını da hazır yiyicilik halinden çıkarıp, yumruk altında işletmek de, o derece esaslı bir vazifedir.” (33)
Mutafa Suphi’nin Anadolu Hükümeti karşısındaki tutumunu belirleyen birinci özellik anti-emperyalist savaş koşullarıysa, ikinci özellik de, Sovyetler Birliği ile Kemalistler arasında, kurulmuş bulunan ve Parti’yi aşan ilişkinin niteliğidir. Bu ilişki, dünyanın ve özellikle Ortadoğu ve Kafkasya’nın o dönemde kazandığı olağanüstü stratejik önemle birleşen Sovyet ihtiyaçlarından besleniyordu ve Türkiye’nin, Büyük Britanya emperyalizmi karşısında, sağlamca durabilmesi için, Sovyet desteğinin sürdürülmesi bir zorunluluktu. Bu destek, Mustafa Suphi ve yoldaşlarının, Ankara Hükümeti tarafından öldürüldüğü açıkça ortaya çıktığı halde kesilmemiştir. Sovyet makamları, bu sert uluslararası koşullarda, cinayetin bir “kaza” olarak gösterilmesine, itiraz etmemişler, Ankara’dan herhangi bir hesap sormamışlardır.
Özet ve sonuç olarak, Mustafa Suphi ve Partisi, devrimci bir kalkışma için ulusal ve uluslararası koşulların olağanüstü elverişli olduğu bir tarihsel dönemde kurulmuş ve faaliyet göstermiştir. Her şeyden önce, emperyalistler-arası çelişkilerin, bir devrimi bastırmak için işbirliği yapmayı önleyecek kadar derinleşmiş durumda bulunması, Sovyet Devrimi’nin yarattığı büyük moral etki ve devrim merkezinin işçi ve halk devrimlerini destekleme konusundaki kararlılığı ve bunu teorik olduğu kadar maddi-teknik yardım düzeyinde de sürdürmesi, temel ihtiyaçlar bakımından, Mustafa Suphi’nin kişiliğinde, mücadeleci ve bilgili bir öndere de sahip olarak, oldukça iyi bir başlangıç yapabileceği duruma getirmişti.
III. Enternasyonal ise, gerek uluslararası ilişkiler bakımından, gerekse teorik ve taktik perspektiflerin netleştirilmesi bakımından, yeni kurulan bir parti için büyük bir şanstı.
TKP’nin bu olumlu etkileri ve ilişkileri, ne ölçüde değerlendirebildiği sorusuna ise, ancak üzülerek cevap verilebilir. TKP, bütün dikkatini Anadolu hareketine vermek ve işçi sınıfının yoğun olduğu fakat işgal atında bulunan bölgelerdeki faaliyetini, ikinci elden ve sempatizan çevreler aracılığıyla yürütmek zorunda kalmış olmasından dolayı, net bir sınıf karakteri kazanamamış, daha çok eski savaş esirlerine, aydınlara dayanan bir kadroyla çalışmıştır.
Bunun yanı sıra, III. Enternasyonal’in tezlerini iyi anlamış olmasına ve bunların belli başlılarını yazılarında da yansıtmış olmasına karşın, Mustafa Suphi, Kemalist önderliğe karşı uyanıklık konusunda, sonu büyük bir faciayla sonuçlanan bir hataya düşmüştür. Bunda, yalnızca soyut olarak güven problemini açıklıkla çözmemiş olmanın değil, aynı zamanda milliyetçi burjuvazinin gücünü küçümsemenin de rolü vardır. Mustafa Suphi, Anadolu Hükümeti’nin kendilerini davetinden, onların kendilerine ihtiyaçları olduğu sonucunu çıkarmış ve Sovyetlerle ilişkinin tek ve en güçlü aracının TKP olduğu kuruntusuna dayanmıştır. Kuşkusuz asıl güvenilmesi ye dayanılması gereken güç, ülke içindeki halk sınıf ve katmanlarının gücü olabilirdi. Ne var ki, TKP açısından bu güce ulaşmanın yolu, Anadolu Hükümeti ile yasal faaliyet konusunda anlaşma yapılmasından geçiyordu. Bunu elde etmek, ne kadar güç olursa olsun, hangi bedeli ödemek gerekirse gereksin, M. Suphi ve arkadaşları bunu göze almışlardı. Yoksa yukarıda andığımız gibi, Kazım Karabekir Paşa’nın açıkça, “gidin de boyunuzun ölçüsünü alın” anlamındaki tehdidine rağmen yola çıkmayabilirlerdi.
Büyük bir fedakârlık ve çalışkanlıkla TKP’yi kuran, Bolşevik devriminin zaferi için çarpışma onurunu da taşıyan bu ilk komünist kadroların öğrettikleri, fakat TKP’nin sonraki kuşaklan tarafından asla anlaşılamayan en büyük ders, belki de şöyle özetlenebilir: Burjuvaziyle konuşurken, silahın kabzasını sıkı tutun!

KAYNAKÇA
(1) Önder Sağlam, Ölümsüz Savaşçı Mustafa Suphi, Ürün Yay. 1978, s. 33
(2) Dilek A. Kanat, Mustafa Suphi İlk Yazılar, cilt: 1, Amaç Yay. 1989, s. 77
(3) age, s. 78
(4) age, s. 134
(5) age, s. 139
(6) Osmanlı imparatorluğu’nda İnkılâp Hareketleri ve Milli Mücadele
(7) Kerim Sadi, Türkiye’de Sosyalizmin Tarihine Katkı, iletişim Yay., 1994, s. 561 ve devamı
(8) age, s. 569
(9) Mete Tuncay… 199-202
(10) İbrahim Topçuoğlu, Neden 2 Sosyalist Parti?, 1976, s. 9
(11) age, s. 60
(12) Mustafa Suphi, Yaşamı, Yazıları, Yoldaşları, Sosyalist Yay. 1992, s. 110
(13) Mete Tuncay, age, s. 232
(14) Mete Tuncay, age, s. 208
(15) Lenin, Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, Sol Yay. Ekim 1993, s.331
(16) Lenin, age, s. 331-333
(17) Lenin, age, s. 333
(18) Roy’un, tezlerini Çin Devrimi pratiği üzerinde tartışarak açıkladığı iki yazısı, Türkçe olarak, Sosyalist Siyasal Düşünüş Tarihi, cilt: 2, Bilgi Yay., Ağustos 1976, içinde bulunmaktadır. Bkz. s. 899-902
(19) Lenin, age, s. 336-337
(20) Mete Tuncay, age, s. 210
(21) Çetin Altan, Atatürk’ün Sosyal Görüşleri, Dönem Yay., s. 66
(22) İbrahim Topçuoğlu, age, s. 70
(23) Programa ilişkin bütün alıntılar için bkz. M. Tuncay, age, 218 ve devamı
(24) İbrahim Topçuoğlu, age, s. 68-69 1
(25) İ. Topçuoğlu, age, s. 79
(26) Mete Tuncay, age, s. 227
(27) aynı yerde
(28) Aktaran Mete Tuncay, age, s. 230-233
(29) Mete Tuncay, age, 236
(30) age, s. 238
(31) Mustafa Suphi, Yaşamı, Yazıları, Yoldaşları. Sosyalist Yay. 1992, s.95
(32) age, s. 98
(33) age, s. 114

Ağustos 1994

Röportaj 12 EYLÜL KARSISINDA TÜRKİYE SOL HAREKETİ

Bu röportaj, Özgür Gündem gazetesi tarafından yayınlanmak üzere hazırlanan “Türkiye Solu” adlı dizi için, dergimiz yazarlarından İhsan Çaralan ile yapılmıştı. Ancak, dizi, çeşitli nedenlerle bu gazete tarafından yayınlanmadı. Vehbi Ersan tarafından hazırlanan sorulara İhsan Çaralan’ın verdiği yanıtları yayınlıyoruz.

12 Eylül Cuntası geldiğinde Türkiye Solu hazırlıklı mıydı? Bugünden bakıldığında cunta döneminde neler yapılabilirdi?
Sorularınızın yanıtına geçmeden önce, “sol”un homojen bir kategori olmadığını, tersine, çeşitli toplumsal kategorilerin ideolojik-politik uzantıları olarak, çoğu hallerde birbirine karşıt politik ve ideolojik pozisyonlarda bulunduklarını belirtmek isterim. Bu yüzden; soruları yanıtlarken ‘sol’dan söz ettiğimde; öncelikle işçi sınıfı ve tüm diğer ezilen toplumsal sınıf ve tabakalarıyla düzene muhalif siyasal örgüt ve partileri kastedeceğim.
Birbiriyle ilgili sorulara ayrı ayrı değil, gruplar halinde yanıt vermenin, sorunun ortaya konulması bakımından daha doğru olacağını sanıyorum.

* * *
Şu çok açık: Olmuş bitmiş bir olayın, olup bitmesinden sonra, ‘şöyle yapılsaydı böyle olurdu, şu yanlış yapılmasaydı her şey daha başka türlü gerçekleşirdi’ demenin çok anlamlı olacağını sanmıyorum. Nitekim bir atasözü, “Araba devrildikten sonra yol gösteren çok olur” der. Bu yüzden de sorularınıza “şöyle olsaydı böyle olurdu” gibi teknik bir çerçevede değil, soruna yaklaşım açısından yanıt vermenin doğru olacağı kanısındayım.
“12 Eylül Cuntası geldiğinde Türkiye Solu hazırlıklı mıydı?” diyorsunuz. Elbette ki değildi. Çünkü eğer sorun iktidar sorunuysa, “hazır olmak” iktidara el koymaya hazır olmak demektir. 12 Eylül Darbesi, ortaya çıkan “iktidar boşluğu”nun, yine burjuvazi tarafından bir cunta ile doldurulmasıydı. Dolayısıyla da var olan siyasal iktidar, artık iktidar olamıyorsa; bu boşluk, ya sol ya da cunta tarafından doldurulacaktı. Ne var ki; solu siyasal iktidara taşıyacak olan işçi sınıfı başta olmak üzere emekçi sınıf ve tabakalar, siyasal iktidarı zapt edecek bir siyasal bilinç ve örgütlenme düzeyine sahip değildi. Ve asıl olarak ‘sol’, bu yüzden cuntaya karşı savaşa hazır değildi.
Soruna siyasal örgüt ve partilerin tutumuyla sınırlı olarak yaklaşırsak, komünistler dışında çok sayıda siyasi örgüt, faşist çetelere karşı bütün kahramanca direnişlerine karşın, faşizme karşı mücadeleyi siyasal iktidarı fethetme mücadelesiyle birleştirme perspektifinden uzak oldukları için, cuntaya karşı savaşmanın ideolojik temeline de sahip değillerdi. Bu yüzden 12 Eylül öncesinde hayli bir güce sahip olan bu siyasi hareketler, daha cuntanın ilk günü bütün faaliyetlerine son vererek, “herkes başının çaresine baksın” tavrını benimsediler. Buna bağlı olarak da cunta; devrimci demokrat örgüt ve odakları, kendisinin beklediğinden çok kolay bir biçimde dağıttı. Ancak, komünistler de, gerek bu ‘ihtilalci sol’ gruplardan yansıyan maceracı, gerek TKP geleneğinden gelen legalist, elitçi, Kemalist hastalıklardan bütünüyle arınmış değildi. Bu yüzden de kendilerini diğer küçük burjuva ihtilalci eğilimlerden genelde ayırmış olmalarına karşın, cunta koşulları gibi, en küçük hataların bile can alıcı olduğu koşullarda, yığınların başkaldırısını örgütlemeyi başaramayıp yenildiler.
“12 Eyül’e karşı hazırlıklı olmak”tan söz edildiğinde hemen akla gelen teknik tedbir ve hazırlıklara gelince; bir iktidar mücadelesinde teknik yan, ancak politik ve ideolojik hazırlık tam olduğunda anlamlıdır. Aksi halde teknik hazırlık, belki cuntanın işini biraz güçleştirirdi, ama sonuç çok da değişmezdi.
“Muhasebe” sorununa gelince; kuşkusuz her siyasal örgüt ve parti, olup bitenin bir muhasebesini yapmıştır. Ama herkes, bulunduğu ideolojik platformdan yaptı bunu. Kimisi (örneğin Devrimci Sol) bu muhasebeyi “teknik, lojistik eksiklikler”le sınırlarken; kimisi (örneğin Devrimci Yol) hiç muhasebe yapmamış görünerek, ama bütünüyle eski çizgisini terk ederek yaptı. Kimisi ise (TDKP), sadece 12 Eylül süreciyle de sınırlı kalmadı, kendisinin ve bütün solun geçmişini ideolojik, politik ve pratik bakımdan eleştirdi. Yenilgiyi yengiye çevirecek bir ideolojik-politik platformun temelini oluşturmaya çalıştı. Ve bu tespitleri, kapalı kapılar arkasında yapıp bırakmadı. Tersine, değerlendirmelerini “Konferans Belgeleri” adı altında bir kitapta toplayarak bütün devrimci ve demokratlara, işçi ve emekçi sınıflara sundu. Dahası, Türkiye Solu’nda gelenek olduğu gibi; hata ve yanlışlarını yumuşatmaya çalışma, başka yerlerde gerekçeler arama gibi bir zaafa düşmeden, kendi yanlışlarını daha da acımasızca eleştirdi. Kanımca bu “muhasebe”, dönemin en kapsamlı ve en ciddi eleştirisidir. Ve bildiğim kadarıyla bu eleştiri, Türkiye devrimci hareketinin sorunlarını kapsamlı ve ciddi bir biçimde ele alan tek eleştiridir.
Kuşkusuz; ister geçmişini eleştirdiğini ve değiştiğini açıkça söylesin, ister asla değişmediğini, eskisi gibi, kaya gibi sağlam durduğunu iddia etsin, her şey gibi, sol da değişmektedir. Ne var ki; bu değişim iki doğrultuda olmuştur. Birisi, “dünyadaki hızlı değişim rüzgârları”nın etkisiyle, burjuvazi için kabul edilir bir çizgiye doğru bir değişim olurken, öteki, hata ve zaaflardan her adımda daha çok arınarak Marksizm-Leninizm’i daha iyi özümleme doğrultusunda olmuştur.

1987 yılından itibaren sol ve toplumsal muhalefet bir yükseliş gösterdi. Binlerce işçi, memur, öğrenci çok ciddi eylemlilikler gösterdiler. Türkiye Solu da bu arada toparlandı, büyüdü. ’91’den sonra bir düşüş yaşandı. Bu düşüşle birlikte sol da zayıfladı. Gelen insanlar aradıklarını mı bulamadılar, devrimciler bazı yanlışlar mı yaptılar, yoksa bu durum bütün devrimlerde görülen klasik kitle mücadelesinin alçalış, yükselişinden mi kaynaklandı? Bu dönemin yeterince değerlendirildiğini düşünüyor musunuz?
1986-87’den itibaren başta işçi sınıfı olmak üzere, emekçi sınıflar mücadelesinin bir yükseliş dönemine girdiği doğrudur. Ama bu yükselişin kısa bir sürede bittiği ve sonraki yıllarda gerek kitle hareketi, gerekse devrimci siyasal örgütlerin bir gerileyiş dönemine girdiği savı doğru değildir. Tersine, ’87’den ’94’e gelen süreç göz önüne alındığında, emekçi sınıf hareketini az çok yakından izleyen herkes; ’89 Bahar Eylemleri’ni, ’90-91 döneminin büyük grevini ve Zonguldak direnişini, ’92 ve ’93’te sayısı milyonlara ulaşan işçi kitlelerinin gösteri ve direnişlerini, ’91 ve ’93 1 Mayıslarını, ek olarak; ’91’de başlayarak yüz binlerce memurun sık sık başvurduğu ve iş bırakmaya, Başbakanlığa yürüyüşe kadar varan eylemlerini, milyonların sokağa döküldüğü, Türkiye tarihinin en kitlesel antifaşist eylemleri olan, Uğur Mumcu’nun öldürülmesi ve Sivas olayları sonrası gösterileri hemen hatırlayacaktır. Kısaca bu 6-7 yıllık dönem, Türkiye işçi sınıfı ve emekçilerinin, hiçbir dönem olmadığı kadar büyük yığınsal eylemler gerçekleştirdiği bir dönemdir. Kuşkusuz işçi ve emekçi sınıf hareketinin bu, asıl olarak kendiliğinden eyleminin karakteri olarak, dönemsel gerileyişleri söz konusudur. Ama her gerileyiş dönemi, bir önceki dönemi aşan bir kitleselliği ve taleplerde radikalleşmeyi beraberinde getirmiştir. Yani ’87 sonrasıyla karşılaştırıldığında, izleyen yıllarda yığın hareketinde bir düşme değil; tersine, ciddi bir yükseliş görüldüğünü söylemek, gerçeği ifade etmek olur.
Sorunuzdaki “düşüş” sözcüğü daha çok geleneksel olarak sol tabir edilen grupların önemli bir bölümünün “çevre örgütlülüğü” için geçerlidir. Gerçekten de, ’80 öncesinin devrimci, demokrat siyasal grupları ’80’li yılların ikinci yarısında bir canlanma gösterdikten sonra, özellikle ’90’dan itibaren gerçek bir dağılma dönemine girmişlerdir. Ama bunun nedeni kitle hareketinin düşüşü, gerçek devrimci hareketin zayıflığı değil; tersine, bu grupların kitle hareketi içinde kendi yerlerini anlayamamış olmaları, üstelik geçmişteki az çok radikal, devrimci demokrat, muhalif çizgilerini terk ederek, düzen içi bir mevziiye çekilmeleridir. Geçmişlerinde, bir yandan burjuva ideolojisinin çeşitli versiyonlarından, bir yanıyla da Marksizm’den etkilenmekle birlikte, devrimci konumunu koruyan bu gruplar, ’80 sonlarında emperyalist propagandanın anti-sosyalist kampanyasının baskısına dayanamayıp, yığınlar karşısına, liberalizm, Troçkizm, feminizm, çevrecilik, bilinemezcilik karışımı programlarla çıkmış, ünlü “Kuruçeşme” örneğindeki gibi, emperyalist propaganda merkezlerinin 70 yıllık cephaneliğinden aldıkları malzemeyle Stalin, Lenin düşmanlığı çevresinde örülen birlikler, bloklar, partiler oluşturma çabasına girmişlerdir. Ve bu çabalar sonucu bugün, Kurtuluş, Emek gibi hareketlerin SBP’ye iltihakına; SBP, İP, TSİP, SDP partilerinin, birbirlerini sosyalist ilan ederek aralarında bir birliğe doğru yönelmelerine gelinmiştir. Böyle bir sol’un yükselen yığın hareketine vereceği bir şey olmadığı için bunlar, ’80 sonlarındaki güçlerini de yitirerek, giderek tek başlarına ayakta duramaz hale gelmişlerdir. Ama sınıf hareketine yaklaşanlar, devrimin kitlelerin eseri, devrimci komünist hareketin görevinin de sınıfın ilerleyişinin önünü açmak olduğunu fark edenler için durum tam tersidir. Örneğin TDKP, bugün ’80 sonlarıyla kıyaslanamayacak ölçüde sınıf hareketi içinde bir sempati ve otoriteye sahip olmuş; sınıf hareketinin pratiğinden çıkarıp formüle ettiği talepler ile, bütün sınıfa mal olmaya başlamıştır. Bu da açıkça gösteriyor ki; sorun ne yığın hareketinin düşüşü, ne de devrimci grupların şu ya da bu pratik hatalarıdır; sorun ideolojiktir, işçi ve emekçi sınıf hareketine dayanan, siyasal iktidarı fethetmeyi kendisine asli görev edinmiş bir devrimci komünist hareket için elbette, sınıf hareketiyle birleşmede pek çok çözmesi, gereken sorun vardır; ama etkinliğinde düşüş gibi bir sorun görünmüyor.

’87-92 sürecinde Devrimci Sol, gerek kitleselleşme, gerekse de silahlı eylemler yönünden Özellikte büyük şehirlerde diğer soldan ayrı bir özellik gösterdi. Denilebilir ki, sürecin en belirgin gelişen hareketiydi. ’92 sonrası ise Devrimci Sol’da gözle görülür bir düşüş yaşanmaya başladı; bunun nedenleri nedir?
’80 sonrasını kendi içinde bölümlemenin konu açısından bir yararı olduğunu sanmıyorum. Asıl olarak ’80 öncesi ve sonrasının kıyaslanmasının bizi daha doğru sonuçlara götüreceği düşüncesindeyim. Çünkü ’80 öncesinde, çeşitli devrimci hareketler etrafında toplanmış oldukça geniş bir kitle vardı. Bu kitle, kendisini sosyalist de sayıyordu. Ama sınıf temeline bakıldığında bu kitle, küçük burjuvazinin çeşitli katmanlarından gelmiş ve dünyada henüz kesilmemiş olan sosyalizm rüzgârı ile Türkiye’deki anti-faşist mücadelenin sosyalizm saflarına ittiği bir kitleydi. Nitekim karşıdevrimin ilk saldırılarıyla birlikte bu kitle dağılıp, kendi sınıf temeline uygun bir pozisyon aldı. ’80 sonrasında ise durum tamamen farklılık göstermektedir. Özellikle son 7 yıllık süreçte, devrimci mücadele adına ne varsa; giderek işçi ve emekçilerin iş, ekmek ve özgürlük talebi etrafında kristalleşen bir işçi-emekçi hareketi olarak ilerlemektedir. Bu gelişme, devrimcilere, her devrimci hareketin başlıca sorunu olagelmiş, işçi-emekçi hareketiyle sosyalizm düşüncesinin birleştirilmesi için bulunmaz bir fırsat sunmaktadır. Ve bu fırsat gerçekleştiği ölçüde Türkiye devrimci hareketi, tarihinde ilk kez, gerçek anlamda kitleselleşip yeni bir gelenek yaratabilecek, egemen sınıflar karşısında da ciddi bir pozisyona kavuşabilecektir. Bugün bütün ciddi devrimcilerin, gerçek komünistlerin dikkatlerini çevirecekleri asıl olgu budur.
Toparlanmanın ilk yıllarında ‘Devrimci Sol’un (DS) “sürecin en gelişken hareketi” olup olmadığını da bu perspektifle değerlendirirsek anlamlı olur. DS, ’80 sonlarında, ’80 öncesinin normlarıyla bakıldığında bir canlanma göstermiştir. Ama bu, henüz işçi-emekçi hareketinin sürece damgasını basmadığı, ’80 darbesi sonrasının kaosunun aşılmadığı koşullarda, ’80 öncesinde şu ya da bu ölçüde politize olan çevrenin toparlanmasından ibaret bir canlanmadır. Çünkü DS, bu toparlanmasını ne dönemin sorunlarının çözümlenmesi, ne de ürettiği politikalarla değil, doğrudan gündelik ilişkiler içinde geliştirmiştir. Bu yüzden de en iddialı olduğu bir dönemde “iç”ten ve “dış”tan gelen darbeler karşısında dayanamamış, klasik küçük burjuva “anarko-sosyalist” bir örgüt pozisyonuna düşmüştür. Darbe yememiş olsa bile, belki hâlâ, “ses getiren” eylemler yapabilirdi; ama siyasi etkinlik olarak, sınıf karşısındaki konumu olarak çok farklı olamazdı. Çünkü devrimci sınıfların hareketinden beslenmeyen, kendisini sınıf hareketine bağlamamış hiçbir devrimci hareketin gelişmesinin süreklilik göstermesinin söz konusu olamadığını sınıflar mücadelesi tarihi ve Türkiye devrimci hareketinin yakın tarihi çok açık göstermektedir. Kısaca DS’nin sorunu pratik-taktik değil, ideolojik-politik bir sorundur. Dolayısıyla her küçük burjuva hareketi gibi, tam bütün sorunlarını çözdüğünü düşündüğü bir zamanda, üstelik işçi-emekçi hareketi yükselirken çökme noktasına gelmesi bir rastlantı değildir.

SSCB’nin dağılmasını geleceğin devrimi ve sosyalizmi açısından nasıl değerlendiriyorsunuz? Dağılıştan önceki sosyalizm hakkındaki düşüncelerinizle -teorik anlamda değil, pratik ve somut uygulama alanında- bugünkü düşünceleriniz arasında fark bulunuyor mu; bulunuyorsa bunlar nelerdir?
SSCB’nin çökmesi, elbette, emperyalist propaganda merkezlerinin eline sosyalizme, komünizme saldırmak için yeni ve büyük bir dayanak sunması bakımından dünya devrimci hareketine önemli zararlar vermiştir. SSCB’nin sosyalizmi terk edişi, daha ’50’lerin sonunda gerçekleştiği ve sosyalizm-revizyonizm ayrımı, ülkemizde ‘70’li yıllarda esas olarak tamamlandığı için, SSCB’nin yıkılışıyla ülkemizde sosyalizmin yeniden tariflenmesi gibi bir problem yaşanmamıştır. Ancak, SSCB’nin çöküşü, burjuva propaganda merkezleri tarafından kullanılarak yaratılan emperyalist ideolojik baskı, sosyalizme yakınlık duyan küçük burjuva kitleler ve aydınlar üstünde etkili olmuş, geçmişte sosyalizme dönük bu çevreler “yeni arayışlar”a yönelmişlerdir.
SSCB’nin çöküşüyle yaşanan bir diğer olumsuzluk da, “iki kutuplu” bir dünya olan emperyalist dünyanın tek kutba indirgenmesidir. Bu ise, sosyalistlerin, ulusal kurtuluş mücadelesi veren halkların, emperyalistler-arası çelişmeden yararlanması gibi önemli bir olanağı, nispeten kısa bir süre için de olsa, ortadan kaldırmıştır. Arnavutluk’un yıkılışının nedenlerinden (anti-sosyalist kampanyanın hedefi olmasının yanı sıra) birisi de bu olmuştur.
Homojen olmayan “sol”un, bu çöküş karşısında homojen bir değerlendirme yapması elbette beklenemezdi. Öyle oldu. SBKP’nin her ülkedeki uzantısından ibaret olan partiler, bir “U dönüşü” yaparak, SSCB’nin yıkılmasının iyi olduğunu ilan ettiler: Bunlar, ya bir “liberal sosyalizm” tanımı yaparak Yeni Dünya Düzeni’ni savunmaya koyuldular, ya da sosyalizmi lafız olarak bile terk ederek kapitalist partilere iltihak etti. Küçük burjuva sosyalizmi savunucuları yine orta yolu seçtiler; “revizyonizm”in sonu böyle olurdu diyerek, ideolojik bir yenilenme yerine “olgu”ya teslim olmakla yetindiler. Devrimci komünistler ise; ortaya çıkan durumun, somut koşulların somut tahlilini yaparak; “Yeni Dünya Düzeni” olarak nitelenen emperyalist sistemin bugünkü görünüşünün sosyalist bir dünya kurulmasına sağladığı avantaj ve dezavantajları belirleyerek savaşlarını, ideolojik-politik alanda, yenilenmiş bir ideolojik platformda sürdürmek için bütün enerjilerini kullandılar, kullanıyorlar.

Bugün Türkiye solunun yeniden bir geçmiş değerlendirmesine ihtiyacı var mı? Kimlerin vardır, kimler yapmıştır? Varsa, bu özellikle hangi noktada olmalıdır?
Bugün Türkiye Solu’nda yeni bir “geçmiş” değerlendirmesinin yaran olacağını sanmıyorum. Değerlendiren değerlendirmiştir zaten. Sürecin gelişimi de, artık bir saflaşma doğrultusundadır. Birinci saflaşma bugün legal “sosyalist” partilerin etrafında olup, düzen içinde kendilerine meşruiyet arayanların etrafındadır. Ki, bunlar artık merkezi iktidarı zapt etme düşüncesini terk etmiş olup, yerel yönetimler, sendikalar vb. içinde yer alarak bir “baskı grubu” olmayı amaçlayan “sağ” soldur. İkincisi ise; devrim ve sosyalizm kavramlarını birbirinden ayırmadan, kapitalizme devrimci bir tarzda son vermeyi amaçlayan, işçi sınıfı hareketiyle birleşmeyi dikkatinin merkezine koyan ve son hesaplaşmanın işçi-emekçi sınıf hareketiyle egemen sınıflar arasında olacağını göz önüne alan devrimci komünist çizgidir. Üçüncüsü ise; mücadeleyi devrimci siyasi örgütlerle gericilik arasında gören ve enerjisini bireysel ve grupsal eylemlerde harcayan küçük burjuva devrimci harekettir. Hâlâ çok sayıda var olmaya devam eden “sol” gruplar, bu üç çizgi etrafında toparlanacaktır. Ve gelişmeler, bu sürecin önümüzdeki dönemde hızlanacağı işaretini vermektedir.

Kürt ulusal hareketinin bugün ulaştığı düzey Türkiye sosyalistlerine yeni görevler yüklüyor mu? Yüklüyorsa, bu yeni görevler nelerdir; yerine getirilebildi mi? Veya ’84’ten bu yana Kürt sorunu, Türkiye sosyalistlerine ne tür görevler yüklemiştir; bu görevler yerine getirilebilmiş midir?
Emperyalist propaganda merkezleri, sosyalizmin ulusal soruna getirdiği, “her ulusun kendi kaderini tayin hakkının” sorunu çözmediğini propaganda ediyor. Gerekçe olarak da SSCB ve Yugoslavya’daki uluslar çatışmasını gösteriyorlar. Ancak unutturulmak istenen bir şey var burada. O da; SSCB’nin sosyalizmi daha ’50’ler sonunda terk ederek, bir uluslar hapishanesine dönüşmüş bulunması ile Yugoslavya’nın sosyalizme hiç yanaşmamış olması. Dahası, sosyalizmin uygulandığı 40 yıl boyunca SSCB’deki ulusların kazanımları hiç anımsanmak istenmiyor. Bu yüzden de sosyalistlerin, komünistlerin ulusal sorunu yeniden ele alıp çözümlemeleri gerektiği tartışılıyor. Elbette ki; dünyadaki değişiklikler, ulusların içinde bulunduğu sosyoekonomik koşullar, dünyadaki kapitalistlerle sosyalistlerin güç dengeleri, emperyalistler-arası çatışmanın boyutları, bir ulusun kurtuluşa giderken izleyeceği taktiklerde rol oynar; ancak temel bir ilke olarak, UKKTH ve bu hakkın kullanılması konusunda ulusun iradesinin tartışılmazlığı bugün de dün olduğu kadar vazgeçilmezdir. Bu bağlamda, ezilen ulus, onun güçleri ile egemen ulusun devleti arasında bir “ateşkes”, “özerklik” anlaşması vb. bir “uzlaşma”, bu ilkenin gözetilip gözetilmemesi ile anlamlanır. Eğer egemen ulus devleti, ezilen ulusun kendi kaderini tayin hakkını tanıdığını ilan etmiyorsa; yapılacak her anlaşma, ulusal köleliğin sürmesinin koşullarının belirlendiği bir anlaşma olmanın ötesine geçemez.
“Ateşkes”, “özerklik” gibi pratik konulara gelince; eğer “ateşkes” güç toplamak ya da bir nefes almak gibi bir amacı aşarak, karşı tarafla masaya oturmanın bir yöntemi olarak öne sürülüyorsa; mantıksal olarak, karşı tarafa, “ateşi keselim, oturalım, elimizdeki kozları masaya koyalım ve ben elimdekilerin bazılarından vazgeçeyim, bir barış dönemi başlatalım” demektir. Ki bunun için ateşkes çağrısını yapanın elinde başlangıçta amaçladığından fazlası olması gerekir. Ya da, ateşkes isteği, “benim amacım daha fazlasıydı, şu anda elimde çok az şey var, ama bunların bile bir bölümünden vazgeçebilirim” demektir. Ezilen bir ulusun gerçek temsilcilerinin, somut koşullar göz önüne alındığında, “ateşkes”e; bir “nefes alma”, “güç toplama” taktiği ötesinde değerler biçmemesinin, elde edilenin de masada kaybedilmesi anlamına geldiği açıktır.
“Özerklik” ise; son yarım yüzyıldaki ulusal başkaldırıların da açıkça gösterdiği gibi, “Pax Americana” türü bansın, ulusları oyalamak, ulusal başkaldırıların zaferini önlemek için öne sürdüğü bir çözümdür ve “ey ezilen uluslar, çağımızda bağımsız devlet kurmanız benim iznime bağlıdır, ben size özerklik yeterdir diyorsam onunla yetinin” demesidir ve gerçek Marksistlerin, gerçek ulusal kurtuluşçuların, UKKTH ilkesini içermeyen böyle bir çözüme evet demesi beklenemez.

Türkiye solu üzerine başka söylemek istediğiniz şeyler?
Türkiye Solu’nun Kürt ulusal sorununa ilgisinin, henüz Kürt ulusalcılarının bu sözcüğü ağızlarına almaya cesaret edemedikleri ’60’lı yılların sonunda başladığını söylememek, inkârcılık olur. Elbette bu ilgi, dönemin ideolojik belirsizliğinden kaynaklanan Kemalizm’le bulanmış bir ilgidir. Ama ‘70’li yalların ikinci yarısından itibaren bu ilgi UKKTH’nin Marksist anlamda savunulmasıyla pekişmiştir. İdeolojik netleşmeye paralel olarak da değişik sol grupların tutumu değişik olmuştur. Bir bölümü Türk milliyetçiliğinin etkisiyle Kürt mücadelesine sırtını dönerken; diğer bir bölümü de yükselen milliyetçi dalganın baskısıyla sosyalizmi küçümseyen, ulusal sorunu abartan bir çizgiye düşmüşlerdir. Ama devrimci komünizmi savunanlar, bu ilkeyi Türk ve Kürt milliyetçiliğine taviz vermeden savunmaya çalışmışlardır. ’84’ten itibaren Kürt savaşının silahlı yönünün öne çıkması, Türk milliyetçiliğine karşı mücadeleyi daha da öne çıkarmış, devletin Türk şovenizmini kışkırtması önünde barikat oluşturulmasını gündeme getirmiştir. Sadece kışkırtılan şovenizme barikat olmak da değil, ulusal hareketin yanlışlarını göğüslemek de Türkiye solcularına, komünistlere düşmüştür. Ve gösterilen çabalar sonucudur ki; bugüne kadar Kürt ve Türk emekçiler arasında bir çatışma, ulusal boğazlaşmalar önlenebilmiştir. Bu çabaların sonucudur ki; bugün artık işçi ve emekçilerin toplantıları ve gösterilerinde “Türk-Kürt kardeşliği” başlıca sloganlardan birisi haline gelmiştir. Burada, doğrudan silahlı mücadele alanında da Kürt mücadelesine destek verilmiş olmasından, ayrıca söz etmeye gerek olmadığını düşünüyorum.

Ağustos 1994

DEVRİMCİ YOL’DA ÇIPLAKLIĞIN KURALSIZLIK HİKÂYELERİ–1

Büyük bir masa… Etrafında sandalyeler… Çok sayıda sandalye. Büyük masanın etrafındaki sandalyelerde giyim kuşamları, tavır ve davranışlarıyla farklılıkları bir bakışta anlaşılan, kadınlı erkekli değişik türden çok sayıda insan oturuyor. Masanın üstünde, koltuklarında getirdikleri dizi dizi dosyalar duruyor. Tartışıyorlar…
Kim bunlar? Ne tartışıyorlar?
Birleşme girişimini yürüten solcular…
Bir örneği, 3-5 yıl önce Kuruçeşme’de yaşandı. Enerjinin boşa harcanmasından ya da Melih Pekdemir’in sevdiği deyişle gevezelik yapılmaktan öteye gidilemedi. Birlik yakalanamadı ve dağılındı.
Pekdemir de, bütün solun, toplumsal muhalefet hareketinin birliğini temsil edecek şekilde etrafında oturup tartıştıkları ve bu hareketi buradan yönettikleri/yönetecekleri “en büyük” bir masa hayal ediyor önce; ama “şimdi” gerçekleşemeyeceğini saptayarak, öngörmüyor bunu. “Teori-ideoloji-pratik” üçgeni olarak beliren “praxis” kavrayışının olmayışına, pratik eylemden kopukluğa bağlıyor Kuruçeşme’nin başarısızlığını ve senaryosunu öyle kuruyor. Onun senaryosunda, yalnızca dağınık solu birleştirmek yok. Aynı zamanda, bütün bir toplumsal muhalefet hareketini ve toparlanma tartışmalarını sürdürmekte olan dağınık Devrimci Yol’u, Devrimci Yol ya da bir başka şey olarak yeniden bir siyasal harekete dönüştürme tasarımı ve birleştirme çabası var. İkisi birlikte olacak bu senaryoya göre. Hem bundan doğalı da yok. “Anne Bak Kral Çıplak” adlı kitabında teorik-ideolojik ve pratik olarak hareketlenme çağrısı çıkardığı Devrimci Yol “militanı”na şöyle soruyor:
“Bir muhalefet ordusu yaratmaya çabalamak ile böyle bir ordu için devrimci müfrezelerden birini yaratmaya çabalamak neden çelişsin? Muhalefet güçlerinin etrafında oturacağı bir ortak masa yaratma çabası ile, bu masada oturabilmek için kendi sandalyeni oluşturma çaban neden birbiriyle çelişsin?” (1)
İdeolojik yönelimi, programı, taktikleri belirli olan, en azından belli sol “çevreler”in de içinde bulunduğu bu çevreler, şimdiye kadar birçok kez oturdular irili ufaklı masalar etrafında. Ama olmadı. Şimdi, henüz teorik, politik ve pratik olarak hiçbir örgütlü hazırlığı olmayan Devrimci Yol “militanları” ile birlikte oturduklarında mı başarı sağlanacak?
Pekdemir, kuşkusuz, -kendini bütünüyle sınırlamasa da- Devrimci Yol penceresinden bakıyor. Sorunu, Devrimci Yol’un ayağa kalkabilmesi. Ama bunun toplumsal mücadele içinde, muhalefet hareketi içinde, yine bir muhalefet hareketi olarak örgütlenebilmekle mümkün olduğunu görüyor. Başka türlü ayağa kalkmak olanaksız. Bu açıdan dönüp muhalefete bakıyor. Burada işçilerin, memurların, gençlerin -köylüleri pek hesaba katma eğiliminde değil- ve bir dizi “sosyalist” çevrenin olduğunu görüyor. Bunlarla ilişkinin zorunlu olduğunu düşünüyor. Bu yaklaşım, şimdiye kadar, mecalsiz, dağınık ya da yarı dağınık her grup ya da eğilimin tutumu oldu: Güçsüzlüğünü, birtakım “güçler”le birlikte giderme tutumu. Son örneklerinden biri; önce Kuruçeşme’de, sonra da Emek’le birlikte Sadun Aren’de güç arayan Kurtuluş olmuştu.
Pekdemir şüphesiz iddialı. Dünya ve Türkiye’deki gelişmelerden Kurtuluş kadar etkilense de, hâlâ örneğin memur örgütlenmelerinde önemli bir görüş oluşturmakta olan bir geleneğe güven duymakta haksız değil. Bir yandan Kuruçeşme’de başarılamayanın, özellikle Sovyetler Birliği’nin çöküşünün “herkes”in bilincinde belirli yeniden-düzenlenmelere yol açan etkilerinin iyice ortaya çıktığı koşulların elverişli kıldığı ortamda, başarılabileceğini düşünüyor. Diğer yandan da, ne kadar gerçekçi olacağı kuşkulu, doğru bir saptama yapıyor: Toplumsal muhalefetin yükseltilmesi çabası içinde, yani eylem içinde birlik öneriyor. Bu öneriyi, hem Devrimci Yol’un hem de toplumsal muhalefet hareketinin birliği açısından öne sürüyor. Güçsüzlüğü güce dönüştürmek için Devrimci Yol “militanı”na şöyle sesleniyor:
“İdeolojik/politik sorunlarını, şimdilik farklı politik tercihlere sahip olan farklı çevrelerden sosyalist arkadaşlarınla, herkesin koltuğunun altında kendi dosyası (çözüm önerileri) ile kendi sandalyesinde ve aynı masa etrafında oturduğu bir ‘meclis’te çözmeye ne dersin?” (2)
“Muhalefet meclisleri” türünden bir meclis. Belki, farklı bir düzlemde. Ama kuşkusuz “muhalefet meclisleri” ile bağlantısı var.
Pekdemir hem çeşitli sol çevrelerin içinde olduğu toplumsal muhalefet hareketi hem de Devrimci Yol’un birliğinin “gerekli koşulunun, ideolojik/politik sorunları çözme düzlemindeki netleşmeye bağlı olduğunu” ve “her ikisinin de birlik ekseninin, böyle bir temel üzerinde, eylemin devrimci birliğinde sağlanacak politik birlikteliklerde yattığı”nı düşünüyor.
Pekdemir, bu yaklaşımıyla ve kavranması gereken halkaya ilişkin düşünceleriyle, Kurtuluş gibi, birliği eylemden, eylemin devrimci birliğinden koparanlardan ayrılıyor. Diğer yandan “tartışma süreci”ni “istişare” adı altında sürdüren ve niteliğinin bir demokratik kitle partisi olmasında anlaşma eğiliminde oldukları, yasal bir parti kurma noktasına açıktan gelerek “süreci”, başlangıcından “yasal parti ‘tezgâhı’ olarak” değerlendirenleri haklı çıkaran “tartışmacılar”dan da farklı bir tutum içinde olduğunu ortaya koyuyor.
“Tartışmacılar”, diğer “sosyalist” çevrelerin de içinde yer alacağı bir yasal parti öngörüyorlar. Onlara göre, Devrimci Yol’un ve sol’un ya da toplumsal muhalefetin, siyasal bir hareketlenme olarak ayağa kaldırılmasının kaldıracı, yasal parti olacak.
İşte “istişare”ye katılanlardan bazılarının görüşleri:
“…bir üst aidiyet duygusu yaratabilecek bir birleşik toplumsal muhalefet hareketine ihtiyaç var… Türkiye’de bütün bu üçüncü yolu (kendi muhalefet yolunu-ÖD) yaratmaya çalışan politik bir zeminin üst aidiyet duygusuna ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Bunun bu topluluk tarafından hem becerilemeyeceğini hem de yapılamayacağını düşünüyorum. Dolayısıyla böyle bir inisiyatifi kışkırtabilecek, belki kendi içinden çıkartabilecek, belki bütün toplumsal dinamiklerin içinden çıkartabilecek bir politik partinin gerektiğine inanıyorum, yani yasal politik bir partinin gerekliliğine inanıyorum.” (3)
“Geniş anlamda bir demokrasi cephesine ihtiyacımız var. Bunun örgütlenme biçimi parti olabilir, genişletilmiş bir demokrasi platformu olabilir. Ama toplumda bu düzenden memnun olmayan şu ya da bu biçimiyle muhalefet eden bütün kesimleri en geniş anlamda birleştirebilecek bir ortak hareket noktası yaratmamız gerekiyor… Böyle bir şey siyasal bir partiyle sağlanabilir, ama kendi iç ilişkilerimizi tümüyle partiye havale etmeden.” (4)
“Meşru bir politika zemini arıyoruz. Mevcutların hiçbirisi, partiler beni ifade etmiyor. Eski DY’nin o yapısı da beni ifade etmiyor ki onun için tartışıyoruz. Ben o zemini arıyorum. Bizim dışımızdaki insanlar da başka bir şeyi arıyor. Şimdi bu arayışlar çakışabilir. Bu çakışma zemini benim kafamda da yasal bir demokratik kitle partisi olabilir. Bugünkü konjonktüre çok uygun gibi geliyor.”(5)
“Bugün görev,  önceliklerimize hizmet edecek, toplumun içinde bulunduğu arayışla çakışacağımız bir noktayı bulmalıyız diye düşünüyorum. Bu da toplumun demokratikleşmesi, Türkiye’nin demokratikleşmesidir… Bunun ifadesinin işte bir kitle partisi denilen bir olayla kotarılabileceğini düşünüyorum. Bu var olanların dışındaki insanları toparlayabilecek bir oluşum lazım. Burası onun asli unsuru olabilir mi, biz olabilir miyiz? Hayır. Bize bağlı böyle bir şey olabilir mi? Hayır. Sadece sosyalistlerin birlikteliği temelinde olabilir mi?Hayır. En geniş kesimi, demokrat kesimi, ilerici kesimi bünyesinde toparlayabilecek bir oluşum.” (6)
Parti mi, örgütsüzlük mü, kendiliğindencilik mi, nasıl örgütlenilebilir, bunları tartışmayacağız. Yasalcılık mı değil mi? Bununla da ilgilenmeyeceğiz. Sorun ortada. Şu gerçeği tespit etmek istedik yalnızca: “istişareci Devrimci Yolcu’lar bir yasal parti kurma kararındadır ve Pekdemir onlardan farklı bir öneri getirmektedir. Çıkış noktaları oldukça benzer de olsa, Pekdemir, yine oldukça farklı temellere sahip yaklaşımlarla devam ediyor ve biçim olarak farklı bir sonuca varıyor.
Terim olarak kullanmıyor ama Pekdemir’in önerdiği, bir “ön çalışma”. İki nedenle “ön çalışma” öneriyor: Birincisi, dünyada ve Türkiye’de değişen çok şey vardır; dolayısıyla teoride, ideolojik yaklaşımda, tarzda (devrimcilik tarzında), politikalarda ve örgütlenmeye bakışta da, öyleyse “başka” türlü düşünülmeli ve “başka” türlü yapılmalıdır diyor. İkinci olarak da “tartışmacıların” değişmesi gerektiğini; çünkü siyasal bir alternatif oluşturmak üzere ideolojik/politik bir çıkış yapmaya yetenekli olmadıklarını düşünüyor.
“Değişen” ve “değişmesi gerekenler” konusuna geleceğiz. İkinci neden “yeni bir devrimci atılım ruhu”nun oluşturulmasına ilişkin. Pekdemir, bunun bugünkü “topluluk” bütünlüğü açısından olmadığı fikrinde. O, bir siyasal alternatif oluşturulabileceğini, iradelerin ortaklaşabileceğini ve sonra merkezi iradeye, irade birliğine gidilebileceğini öngörüyor. Ve çeşitli alanlarda çalışma yapan (ya da yapmayanlara bu çalışmayı yapma çağrısı çıkarmak anlamına gelmek üzere) “sıradan militan”a sesleniyor:
“Herkes kendi yaşantısını ve kendi özel politik yaşantısını sürdürürse, hiçbir adım atılamaz. Bu adımı, diğer girişimcilerle birlikte zamanı ve mekânı örgütlü biçimde paylaşan ‘yürüyüş kolunda’ sen atabilirsin.
Söz konusu adımı, kesinlikle, mevcut (ve eski!) ilişkilerin basitçe yeniden düzenlenmesi, geliştirilmesi olarak düşünmemelisin. Siyasi pratiğin ve teorinin yeniden üretimi zemininde yeni bir devrimci atılım ruhuyla ele aldığın zaman ve bunun gereklerini yerine getirdiğin zaman bu yürüyüşün başarı kazanabileceğini görmelisin.” (7)
Burada “militan”a çağrı dışında, “tartışmacılar”a “gizli” bir eleştiri var: “Herkes kendi yaşantısını ve kendi özel politik yaşantısını” sürdürüyor. “Mevcut (ve eski) ilişkiler” sürdürülüyor ki, göreceğiz, bunu bir yönüyle de “şeflik kurumu”nun devamı olarak değerlendiriyor. Ve “yeni bir devrimci atılım ruhu” gerektiğini söyleyerek, “topluluk”ta böyle bir ruh aşınmasının var olduğuna işaret ediyor. “Topluluktaki devrimci ruh törpülenişini” “Kuralsızlığın Hikâyelerinde “Telegöz”ün (Telegöz, Pekdemir’den başkası değil) ağzından saptıyor. Genel bir saptama bu ve 12 Eylül’ün ve Sovyetler Birliği’nde yaşanan çöküntünün yol açtığı depolitizasyonun siyasal bir hareket yaratılamadığı koşullarda “solcular”ı sürüklediği demoralizasyona ve giderek düzenle kurulan bağlara, “kendi yaşantılarına savrulmalara bağlanıyor.
“sadece panellerde düğünlerde cenazelerde bir araya geliyorsunuz, cenazelerde sol kollarımızı kaldırdığımızda yumruklarımızı eskisi gibi güçlü sıkamıyoruz artık, gevşek… ve artık hüngür hüngür ağlamayı öğrendik, sessizce ıpıslak sicimler akıtmak yerine, insanoğlu insan olduk, artık, yalnızca düğünlerde ve cenaze törenlerinde ve davetiyeli yemeklerde birbirimizi görüyoruz.” (8)
Üstelik tartışmayı eylemle birlikte sürdürmek, “teori-ideoloji-pratik üçgeni” uyarınca “kurgulamak ve yaşamak” (yani sınıf mücadelesinin ihtiyaç haline soktuğu politikaları üretmek ve onları pratiğe uygulamak, bunun için mücadele içinde olmak ve mücadele içindekilerin teori kurması) yerine, tartışmanın meslek edinilerek yıllardır sürdürülmesine yine “Telegöz”den eleştiri geliyor:
“şurada oturup günlerdir tartışıyordunuz, yaptığınızın ‘meditasyon’ (düşünce yoğunlaşması) ile maddeyi değiştirme çabasından öte bir anlamı yoktu.” (9)
Ve;
“meditasyon,  pratiksiz praxistir.  ama şimdi hep böyle yapmıyorlar mı? sosyalizmi inanılır bir dava haline getirmek için meditasyon son çare oldu…” (10)
Hâlâ tartışıyorlardı, tartışacaklardı:
“Ve tartışmalarına kaldıkları yerden devam ettiler. Konuşuyor konuşuyorlardı.” (11)
Bu “kaldıkları yerden devam ettikleri tartışma”, yasal parti kararı alındıktan sonra devam edilen tartışmadır, çünkü “Hikayeler”de politika yapma tarzına, parti ve alternatif olarak “gerilla tarzı”na ilişkin yazılanların hemen ardından değinilmiştir. “Hikayeler”in efsanevi dili ve üslubundan anlaşıldığı kadarıyla, böyle bir partinin tartışmaktan başka bir iş yapmayacağı, “tartışma süreci”nin, değişik biçim altında ama aynı minval üzere sürüp gideceğine kinayeli bir atıfta bulunulmuştur. Kararı alınan yasal parti konusunda eleştiri ise şudur:
”Bu son söylediklerin beni cidden korkuttu Apollon. {“Hikayelerin kurgusunda tartışmacılardan biri -ÖD). Korkumun ilk nedeni sistem içi toplumsal denetimi sağlayabilme isteğinin bir politik tercih haline gelmesi… Böyle olursa seninle birlikte aynı efsaneyi nasıl anlatabiliriz bilemiyorum. Çünkü benim inandığım efsane, sisteme karşı toplumsal isyan zemininde bir anlam taşıyor. Sepin bu tercihini süreç içinde rasyonalize ederek, şimdiki faaliyetlerden sistem içinde mücadele eden ve toplumsal denetimi sağlayan türden organikleşmiş bir kitle partisine sıçramanın filan gözetilmiş olması mı söz konusu?'” (12)
Pekdemir, sistem içi bir partinin gündeme gelmekte olduğunu düşünüyor.
Bir önemli tartışma daha var Pekdemir ile istişareci tartışmacılar arasında: “Şeflik”e ilişkin. “Tarz”a dair. Pekdemir, “şeflik”e karşı çıkışını ve savunduğu “yeni devrimci tarzı” ya da “yeni tarz devrimcilik”i oldukça köklü temellendiriyor. Göreceğiz, bunu “70 yıllık sosyalizmin” “çöküşü”nden çıkardığı temel bir ders olarak ele alıyor, “nasıl bir sosyalizm” sorusuna verdiği yanıtla ilişkilendiriyor. Ama her neyse, istişarecileri ve onların içinde başlıca “birileri”ni hâlâ ve yeniden “şeflik” yapmaya çalışmak ve “şeflik”e soyunmakla suçluyor.
İstişare toplantısında mikrofonsuz konuşarak doğallığı yakalamak isteyen bir tartışmacı, önce Pekdemir’e hak verecek şekilde “tartışma süreci”nin devrimci heyecan eksikliğine ve düzenle olan bağlantılarına işaret ediyor:
“…Bu bizim sürecimiz. Eksiklik bizde. Neden böyle olduk? İçimizde kendimizi tanımlayan o heyecanı yakalayamamamız, daha doğrusu devrimcilik iddiasının zayıflamış olması. Bunun öznel koşulları var, nesnel koşulları da var. Nedir bu? Geçmiş koşullarla bugünkü koşullara baktığımız zaman insanlar çok çeşitli sorunlarla uğraşmak zorunda kalıyor. Yani kendi yaşamını idame etmekten tutun ki siyasetten kopmama gibi bir sorunu yaşıyor. Yani işte bir koordinasyon toplantısına gelmesi gerekiyorsa, onu iş olarak görmüyor, başka bir işim var diyebiliyor. Veya farklı nedenlerden dolayı bu anlamda devrimcilik iddiasının zayıflaması gibi bir durum söz konusu. Kimliğimiz noktasında, onurumuz noktasında o heyecanı duyamıyoruz.” (13)
Ama eleştirici bu heyecan ve devrimci iddia zayıflamasına götüren yolda yürümeye de kararlı. Heyecan eksilişinin en önde gelen sorumlularının yol göstericiliğini istiyor hâlâ:
“…Türkiye genelinde tartışabilecek koordinasyon içinden çıkacak bir ekibin oluşturulması, yani buna şey diyebiliriz, kendi dervişlerimizi yaratmak durumundayız. Yani bu doğal önderlik falan filan ama bir noktada insanın belirleyici olması gerekiyor… Birikimi olan insanların koordinasyonda mutlaka görev alması gerekiyor. Şimdi eski toprak falan, yani DY’nin etini kemiğini yiyen insanlar oluşturacak, ama eski toprağın birikimliden yararlanmayacak mıyız?” (14)
“Devrimci Yol’un etini kemiğini yiyen” “eski toprak” ve “doğal önderler”in bu işi devam ettirmelerine çağrı çıkaran yalnız bu konuşmacı değil. Onunki bile bile lades olduğu için önemli. Başkaları da var aynı düşüncede olan:
“Elbette bir şeyler düşünüyorum. Sosyalizm hakkında da düşüncelerim var. Ama bunu bir program haline getirme konusunda kapasitem yetmiyor. Bu konuda birikimi olan, bu konuda önderlik yapmış olan arkadaşların bu süreçte elbette programlandır-maya elbette yön verme hakları var. Ve bu hakları da biz onlardan bekliyoruz. Bu eski önderliklerin devamı anlamında değil. Marksist-Leninist birikim o kadar kolay olmuyor. Bu arkadaşların bir an önce bu siyasal sürecimize sorunlarımızın genel tarzda tartışma sürecine çekilmesi gerekiyor.” (15)
Pekdemir ise şöyle yanıtlıyor; bir çağrı içerilmiş olarak:
“Efsanenin (kuşkusuz burada sosyalizmin-ÖD)  kaderini sadece söylediklerimiz söylemimizi değil, yaptıklarımız (farzımız) da belirleyecektir. Ancak çobanları reddeden topluluklar sürü olmaktan kurtulur.’ “(16)
Ve yanıta devam ediyor:
“Elbette, pek çok devrimci gibi sana da, sosyalizm, devrim teorisi, örgütlenme anlayışı vb konular çok karmaşık sorunlarmış gibi gelebilir. Bunların ‘üst düzeyde’ politik çözümleyicilere (ideologlara ya da teorisyenle-re!) havale edilecek strateji-taktik hesaplarının,  kılı kırk yaran  (sofistike) yönlerinin bulunduğunu düşünebilirsin. Ama sonuçta bunları ‘stratejistler’ değil, mücadele alanındaki devrimciler (yani sen!) ve emekçiler hayata geçirecek… Önünde duran ideolojik sorunların ağırlığını kabul etmekle birlikte, bunların çözümünü başkalarına havale etme hakkın yok. ‘Yahu ben bu halimle sosyalizmin ekonomik modelini nasıl kurabilirim, bir toplum tasarımını nasıl yapabilirim’ mazeretine de sığınamazsın. Yoksa yine oturup beklemek, ‘teorisyenlerin’ ya da ‘abilerinin’ senin yerine tartışmasını, senin yerine model kurmasını izlemek ‘zorunda’ kalırsın.” (17)
Pekdemir, kendin soyun bu işe diyor, ama muhatabı, ille “birikimi olanlar”ı, “eski toprak”ı çağırıyor işin basma! Zor durum. Nasıl sonuçlanacak? Üstelik heyecan yitimi de cabası. Pekdemir, yanlış bir yerden mi tutmaya çalışıyor? Buradan, a “tasarlanan” iş çıkmaz mı? “Şeflik”e eleştirileri şunlar:
“… Günümüzdeki çoban / şefler de bilgiye sahip olmayı imtiyaz haline getirip bunu tahakküm aracı olarak kullanabiliyorlardı; bilgi tekeli ile adeta bilgi diktatoryası oluşuyordu. Sürü varsa çoban da olurdu. Öyleyse sürü olmaktan kurtulmak lazımdı. Ama çobanlık misyonu sürdüğü sürece de sürüye ihtiyaç olurdu. Bu kez çobanlıktan başka bir iş bilmeyenler kendilerine sürü aramaya koyulurlardı…’… Her türlü şefliğe karşı olan bir ideolojiyi savunan topluluklarda, bu ideolojiyi en iyi savunduklarını söyleyen bazı bireyler öne çıkıp topluluğa bu ideolojinin savunusu ve gereğinin yerine getirilmesi bakımından şeflik yapmaya soyunabilir ve böylece toplulukta şeflik kurumu öne çıkar, bu kurum şeflik tarzını üretir ve böylece bir bakarsınız şeflik ideolojisi öne çıkmış olur…’ … Mesela, şeftir ve en iyi örgütü kendisinin yaptığına inanır. Aslında bir örgüt yıkma uzmanı olduğu halde buna inanır ve üstelik başkaları da buna inanıyorsa, artık yapacak hiçbir şey yoktur… Bu tür topluluklar, yani toplumdaki şeflik düzenini değiştirmek üzere başlarına şef geçiren topluluklar biraz zor iflah olur.”(18)
Ne dersiniz Devrimci Yol iflah olacak mı? Pekdemir’in eleştirileri, kuşkusuz, istişareci “eski toprak”ı ve onları “şef olarak başlarında tutmak isteyenleri kapsıyor. Ama daha temelli ve bütünlüklü eleştiriler ve “70 yıllık sosyalizmin çöküşü”nün dersleri ile harmanlanmış. Asıl “70 yıllık sosyalizmin” neden yıkıldığı ve “yeni”, “gerçekleşebilir”, “inandırıcı” sosyalizmin “nasıl” olması gerektiği ile ilgili.

“SOSYALİZMİN ÇÖKÜŞÜ”NE DAİR
Gorbaçov’un başlattığı “atılım”la Sovyet Bloğu’nun dağılışa ve Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’nın revizyonist rejimlerinin çöküşe gitmesi, hem istişareciler hem de Pekdemir tarafından “sosyalizmin tarihsel bir dönemi sona erdi” şeklinde değerlendirildi. Ve “şimdi yeni bir döneme geçerken eski geleneksel sosyalizm anlayışlarının köklü ve devrimci bir eleştirisi gerekliydi” (19), “Sosyalizmin tarihsel bir yeni dönemi başlayacaksa, bunun teorisi de yeniden üretilecek.” (20) deniyordu. Ayrılık yoktu. (Ayrılık süreçte çıktı, Pekdemir, istişarecilerin “eski sosyalizm” anlayışlarını, “muhafazakâr tarzı” ve örgütlenmeyi, “şeflik”e ilişkin olarak aşmaya yanaşmadıkları düşüncesindeydi, yapılanlar bunu gösteriyordu.)
Pekdemir’e göre “Eylül yenilgisi, solun Türkiye’de etkisizleştirilmesine yol açmıştı, Sovyet yenilgisi solun dünyada etkisizleştirilmesiyle sonuçlandı.” (21)
Yanılsamayla yürüyen, gerçeklerin farkında olmayan Türkiye’de ve dünyada geniş bir sol kesim ve modern revizyonizm ile birlikte etkiledikleri sol taban, (Türkiye’de yenilgilerden) hâlâ sosyalizm olduğundan kuşku duymadıkları Sovyet revizyonizminin çöküşünden paylarına düşeni almışlardı. Yıkıntının altında kalmalarından doğalı olmayanlar umutsuzluğa kapılmışlar, dağılıp savrulmuşlardı. Yıllardır sosyalizm diye revizyonizm peşinde koşanlar ya da Devrimci Yol gibi eleştirel bir zeminde de olsa onun savunuculuğunu yapanlar, çöküntüye fena yakalanmışlardı, iyice kapılananlar ortalıktan tümden çekilirken, hâlâ yıkılanın sosyalizm olduğu inancındaki Devrimci Yolcular gibileri, dersler çıkarmaya yöneldiklerinde hemen hiç savunabilecekleri bir şey olmadığını gördüler. “Sosyalizm” dedikleri şey de, gözlerinin önünde cereyan eden, pratik tanıklığını yaptıkları Brejnev ve Gorbaçov’un “sosyalizmi”ydi, onun açmazını, görerek yaşamışlardı. Daha eskisini ise emperyalist propaganda merkezlerinin yanı sıra Troçki gibilerinden dinlemişlerdi.
Önceleri “olamaz” dedikleri diliyle “sosyalizmi” söyleyip işiyle kapitalizmi yapma, ortaya çıkan en belirgin haliyle gözlerinin önünde yaşanmıştı. Ama “olamaz”, bir kere kafalarına bir ideolojik tutum olarak yerleşmişti. Bir türlü Lenin ve Stalin ve onların sosyalizmi ile Kruşçev, Brejnev ve Gorbaçov’un revizyonizmi, kapitalizmin restorasyoncusu olduklarını anlamak ve kabul etmek istememişlerdi. Hâlâ aynı ideolojik tutumu sürdürüyorlardı. Örneğin Pekdemir, hâlâ, “Şimdi böyle bir durumda, ‘çözülen sosyalizm değildir, revizyonizmdir’ demenin de fazla bir anlamı yok.” (22) diyordu.
Ona göre önemli olan “çöküş”tü, ne olursa olsun Sovyetler Birliği çökmüştü, hâlâ revizyonizm deyip işin içinden çıkılmamalıydı.
Çöküşün yol açtığı ideolojik yıkıntı ya da kendi tabirleriyle demoralizasyon ile öncesi ve sonrası ile ayrıntılı incelemesine girişmedikleri Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’da “olup biteni” “yaşanmış sosyalizm”, “reel sosyalizm” olarak niteleyip, (bu, eskiden var olan hazır bir reçeteydi) 70 yıllık bütün bir dönemi hedef tahtasına koydular.
“Devrimci heyecan” falan diyorlardı, eksikliğinden yakınıyorlardı; ama bunun, revizyonizmden etkilenmek ve Lenin ve Stalin’le, Brejnev ve Gorbaçov’u aynılaştırmaktan da geldiğinin farkında olmuyorlardı. Milyonlarcası sosyalizmin inşasına seferber olmuş Lenin ve Stalin dönemi işçi ve emekçileriyle, o “köylülerin zorla kolektifleştirilmesi” ve “sanayiye zorla kaynak aktarımı” nitelemeleriyle proletarya diktatörlüğü altında sınıf mücadelesinin sürdürülmesi ve tarımda sermayenin üzerine yürünmesi gereğinden habersizce ya da bu gerekliliği reddederek çok suçlanan 1930’larda emek verimliliğinin ve teknik normların düzeyinin olağanüstü yükseltilmesinin hem de aşağıdan gelen (yukarıdan desteklenen) eylemi olan Stahanovist hareketin peşinden yine milyonlarcasıyla yürüyen emekçileriyle, büyük antifaşist savaşta milyonlarcası ölüme koşan emekçi Sovyet insanıyla; Brejnev ve Gorbaçov döneminin şevksizlikten parmaklarını kıpırdatmayan işçi ve emekçilerini birbirinden ayırt eden neydi? İşçi ve emekçilerin bu iki farklı durumunu hangi özellikler belirliyordu? Bir dönem devrimci heyecana sahip milyonlarcasıyla devrimci eylem içinde seferber olan işçi ve emekçiler sonraki bir dönem neden heyecansız ve eylemsizdi? Ya da heyecan ve eylemleri neden rejime yönelik olmaya başlamıştı? Devrimci heyecan sözleri edenler bu farklılığı neden görmezler? Bu, doğrudan bir dönemin sosyalizmi, onun devrimci ve komünist önderliği, komünizmin yolunu açan partisi ve devletiyle; bir başka dönemin kapitalizmi, onun revizyonist, emekçilere ve çıkarlarına karşı önderliği, partisi ve devleti arasındaki farktan başka nereden kaynaklanabilir? İşçi ve emekçi kitlelerin devrimci heyecanını açığa çıkarıp komünizme, sosyalizmin inşasına seferber eden bir önderlik ve onun sosyalizmi ile; bu heyecanı açığa çıkarmak bir yana, açığa çıkmasının koşullarını yok eden, onun kalıntısal parlayışlarını da yatıştıran, hatta kendini hedeflediğinde kana boğan bir önderliğin revizyonizmi ve imtiyazları peşinde kapitalizmi restore etmeye yönelmesi arasında nasıl olur da fark olmadığı iddia edilir? Bu yaklaşımla, daha çok devrimci heyecan yitişi tartışmaları yapılacağı açıktır!
Lenin ve Stalin’de, onların ortaya koyup yol göstericiliğini yaptığı sosyalizmde belirli hatalar bulunup eleştirilse, bu, anlaşılabilir ve tartışılabilir. Ama Sovyetler Birliği’nde, daha yıllar önce sosyalizm yolunda ilerlemekten vazgeçilip sosyalizmin yıkılması ve kapitalizmin restore edilmesi yoluna girildiğini göremeyip, bu süreç bütün sonuçlarıyla birlikte tamamlandığında “İşte, sosyalizm yıkıldı” demek safdillik değilse, gericiliğe yol açan bir tutum oluyor. Bunun, sosyalizmin Sovyetler Birliği’nde ne zaman çözülme yoluna girdiği ve çözüldüğü tartışmasının ötesinde bir anlamı var. Lenin’le Stalin’i, bu sosyalizm yapıcılarını, onun yıkıcıları olan Brejnev ve Gorbaçov’la, onların komünist ve revizyonist yaklaşımlarını, onların yürüdükleri ve yürüttükleri sosyalist ve kapitalist yolu birbiriyle karıştırmak ya da karıştırmamak. Onları birbiriyle aynılaştırırsan ya da aynı gelişim çizgisi üzerinde değerlendirirsen, ikincilere yöneltmen gereken eleştirileri birincilere de yöneltirsin, ikincilerde araman gerekeni kalkar birincilerde ararsın! “Sosyalizmin tarihsel bir dönemi yeniden başlayacaksa, bunun teorisi de yeniden üretilecek” dersin! Saldırdığın da, Kruşçev, Brejnev ve Gorbaçov’un sulandırmakla başlayıp yok etmeye giriştikleri Marksizm’in öğretileri olur. Onların liberalizmi, revizyonist tutum ve yaklaşımları değil, onlarla Lenin ve Stalin arasında ortak olduğunu düşündüğün “şeyler”i “eleştiri” tezgahına çekersin. Nitekim öyle oluyor. Pekdemir, buna, “eski efsane artık inandırıcı olamıyor” şeklinde açıklama getiriyordu:
“Okuyucular efsanemize eskisi gibi inanmıyor. Eski tarz efsane anlatımına inanmıyor. Bizler de efsanemizi eskisi gibi inandırıcı olarak savunamıyoruz, anlatamıyoruz.’ (23)
Ve,
“İnandırıcı olmayı, efsaneyi yeniden kurgulayarak ve yaşayarak başarabilirlerdi.” (24)
12 Eylül silindiri ve SSCB’nin çöküşünün yarattığı, sosyalizmi ve devrimciliği gözden düşüren olumsuz etkiler, kuşkusuz gerçek. Zorbalık ve ideolojik iğdiş edicilik, onlara yeterince karşı konulamayan koşullarda etkisini göstermemezlik edemezdi. Bu etki, emekçi kitleler üzerinde yaşandı, saldırılar karşısında silahsız kalan kitlelerin bundan etkilenmemesi düşünülemezdi. Ama en önemli ve büyük etki, kendilerine “devrimci” ve “sosyalist” diyenler üzerinde görüldü. Etkilenmişlerdi, nesnel koşullar da oldukça elverişsizdi. Dünyada ve Türkiye’de, rüzgâr tersten esiyordu. Galipler, yani emperyalistler ve uluslararası burjuvazi, dünya ve Türkiye’de kendi gerici rüzgârlarını, oldukça düzledikleri bir zeminde estiriyorlardı. Kendileri olumsuz etki altındaki, heyecanını büyük ölçüde yitirmiş “devrimciler”, ne kendi kafalarında ne de emekçi kitleler karşısında devrim ve sosyalizmi savunabiliyorlardı. Kendi kafaları karışmıştı ve sosyalizm ve Marksizm’in hâlâ geçerli olup olmadığı konusunda kendilerini ikna edemiyorlardı. “Efsane” en çok kendileri açısından inandırıcılığını yitirmişti. Doğaldı ki, kendi inanmadıkları “efsane”yi, başkalarına anlatamıyorlardı. Ama kabahati kendilerinde aramak yerine, dönüp “okuyucu”ya, yani işçi ve emekçilere ve bir de Brejnev ve Gorbaçov tarafından temsil edilmiş olduğuna inandıkları sosyalizme, onun “yaşanmış” haliyle yanlışlığına yıkıyorlardı. Kime gidip, inandırmaya çalışmışlardı? Zor koşullarda ve kafa karışıklığı içinde örneksiz edemeyen öğrenciler pek eğilim duymuyor muydu sosyalizme? Yine aynı şekilde memurlar sosyalizm eğilimi içinde değiller miydi? Ama bunlar çok da aykırı eğilimler değil. Üstelik onlara örgütlü bir şekilde gidilip “haydi sosyalizme” de denmişti. Ciddi bir sosyalizm propagandasına bu kesimlerin yanıt vermediği iddiası ileri sürülemezdi, çünkü tekil amatör ve kendi kafası karışıkların deneyleriyle sonuca varmak, olamazdı. Sosyalizmin gerçek sahibine, işçi sınıfına ise sosyalizm propagandasıyla gitmek hiç denenmemişti. Geç vakitte “Dev İşçi” falan denmişti, ama bu yönde çaba içinde bile olunmamıştı. Üstelik bu sosyalizm propagandasını da gerçekleştirecek, sosyalist bir örgüt olarak tasarlanmamıştı bile. Apriori olarak kabullenilmişti: Sosyalizm inandırıcı değildi. Deney, sadece tek tek
Devrimci Yolcuların, çoğu “geçim derdiyle” uğraşan, heyecanını büyük ölçüde yitirmiş ve kendi işini daha önemli gören eski “militanlar”ın hobi türü, kuşkusuz örgütsüz ve amatör ve bir de kendileri için inandırıcılığını kaybetmiş sosyalizmi zaten anlatmadıkları “çalışmalarının sonucuydu. Evet, kendi inançsızlıklarının adını, sosyalizmin inandırıcılığını yitirmesi olarak takmaktaydılar.
Bu inandırıcılık yitiminin, öznelliğin ötesinde nesnel bir gerçek olarak saptanabilmesi, koşulların tüm olumsuzluğunu bilerek ve anında olumlu sonuç hayali kuramayarak, 15-20 yıl öncesine göre çok daha sıkı ve çok daha örgütlü ve disiplinli bir devrimci komünist çalışmayla yürütülmüş olmaksızın olanaksızdır. Bu iddia bu haliyle, tamamen öznelcidir, özneldir. Üstelik bakmasını bilenler için, hâlâ önemli eksiklikleri olsa da, bir devrimci işçi hareketi halini almakta olan Marksist-Leninist hareketin kazançları öğretici ve heyecanlandırın olmalıdır.
Ama kendi inançlarını yitirip, sosyalizmin kendileri açısından inandırıcı olmaktan çıktığı bir “topluluk”; eski ideolojik/politik konumlarının oturuşmasıyla bugün belirgin denebilecek bir ölçüde kazandığı sınıfsal (memur, esnaf, küçük işadamı vb. türünden eski ve yeni küçük burjuva) konumdan gelen ve uluslararası burjuva propagandasının da doldurduğu hınçla Lenin’e, ama daha da çok Stalin’e ve proleter sosyalizme saldırarak kendisine göre bir “sosyalizm” arayışına çıkmıştır. Bulunabilecek “yeni” bir tür de yoktur; ama bir arayıştır başlamıştır. Biraz Proudhon, biraz Bakunin, biraz Troçki ve doğal ki biraz da Gorbaçov’un başlattığı bugünkü “piyasa sosyalistleri”nin savunduğu piyasacılık! Başarılı olabilirlerse, ancak “yeni” bir küçük burjuva sosyalizmi varyantı çıkacaktır ortaya.
Ve “yaşanmış sosyalizm” eleştirilmektedir. Eleştirilerde, Brejnev ya da Gorbaçov’un liberalizm, ve “demokratizmi”nin hedef alınışına hemen hiç rastlanmamaktadır. Onların, ne özel mülkiyetin önünü açışları; ne fabrika ve işletmelere yerleştirdikleri “özyönetimler”; ne kâr ilkesi; ne kolhoz ve kooperatifleri giderek özelleştirmeleri; ne ücretlerin sırasıyla vasıflı işçiler, teknokratlar, fabrika müdürleri ve parti ve devlet bürokrasisi lehine uçurumlaştırılması; ne de merkezi planlamadan uzaklaşmaları eleştirilmektedir. Bir iki yerde değinilip geçilse bile “reel sosyalizme eleştiriler, kesinlikle bu noktalarda toplanmamaktadır. Pekdemir’in aykırı denebilecek tek bir eleştirisi vardır, onu da Marksizm de öldü diyen arkadaşı Taner Akçam’a yöneltmiştir. Karar verilmiştir. Hâlâ “Marksizm” ve “sosyalizm” ipinde cambazlık yapılacaktır, ama bu “sosyalizm”, Lenin’in ve Stalin’inki gibi olmamalıdır! İki ucu bir araya getirme uğraşında bir küçük burjuva sosyalizmi pekiyidir!
Devrimci Yol eskiden devrim ve devrimcilik lafı ederdi; ama sosyalizmin lafını pek etmezdi. Ne bir sosyalizm programı vardı, ne de sosyalizm propagandası yapardı. Ezelden beri adını ağzına almadığı şeyin şimdi kendisine dert olduğu görülüyor.- Çünkü şimdi, “savunulabilir”, ota-lama insana aykırı gelmeyecek “aşırı” yükleri ve gereksindiği fedakârlıklarından arındırılacak bir “sosyalizmi” savunmak zamanıdır. Böyle bir “sosyalizm”i kabul ettirebilmek zamanıdır çünkü bunca yıkıntıdan sonra. Bu kafa karışıklığı ortamında; öyle “aşırı devletçi” olmayacak, proletarya diktatörlüğünün yerini “demokratik” bir “emekçiler diktatörlüğünün alacağı, sermayenin de kayıtsız şartsız olmamakla birlikte özgür olabileceği, biraz piyasacı bir “eşitlik ve özgürlük” toplumu ve daha önemlisi, bir “doğrudan demokrasi” cenneti olarak bir “sosyalizm” savunmanın, bu tam zamanıdır! Burada bir kötü niyete değinmiyoruz: Bu kötü niyet, önermeciler kendilerinin ancak böyle bir “sosyalizm”e ikna oluşları, onu “inandırıcı” bulmalarıdır.
Sosyalizmin böyle bir “şey” olmadığı kitaplardan da okumuş ama. Bu durumda sosyalizm, “reel sosyalizm” ya da “yaşanmış sosyalizm” ayrımı tam yerli yerine oturuyor. Yaşanmış örnekle ilgili yanılsama oluşturmak, kitabı yanlış yorumlamak ya da Pekdemir’in deyişiyle “alıntılar uydurmak”tan daha zor olduğundan, pratikte modern revizyonizme ve onun uygulamalarına işaret ederek sosyalizmi reddetmek ve buradan, teorinin pratiğin ihtiyaçlarını karşılayamamış olmasını, kuşkusuz, bir de kapitalizmi, gelişmesinin ortaya koyduğu değişiklikleri temelden abartılmış bir biçimde ileri sürerek teorinin değiştirilmesi noktasına gelmek akıllıca oluyor. Bu da “iyi niyet”le yapılıyor.
Onca çöküş ve değişiklikler ileri sürülüyor ve durum uygun bulunarak ileri atılmıyor:
“Savunulan teori değil dogma olunca, üstelik bunlar bir de ‘yanlış dogma’ (!) olunca, bunları tartışarak ortadan kaldırma imkânı bulunmuyordu… Yine bunun için her şeye ‘yeniden’ başlamak ve Marksizm’deki her konuyu ‘yeniden’ ele almak gerekirdi. Ama sen söyle, dün bunun adı hemen ‘revizyonizm’ ya da ‘inkarcılık’ olarak konmaz mıydı?!
Ama şimdi, olumsuz bir gelişmeden olumlu bir imkân çıkarabilme durumundasın. Sovyet sisteminin çöküşünün yarattığı olumsuzluk, aynı zamanda bir engelin de çöküşüdür. Olumlu gelişme, dogmaların iflas ettiği bir dönemde, artık herkesin özgür ve özgün düşüncelere ‘kendiliğinden’ (ve aynı bağlamda zorunluluk’tan!) ihtiyaç duymasıdır.
Yörene bir bak, şimdi hemen herkes her şeyi yeniden tartışma ihtiyacının yakıcılığın taşımıyor mu? Bir avuç istisna dışında, herkes gibi sen de dogmaları öğrenmeye değil, dünyayı değiştirmeyi yeniden öğrenmeye istekli olmalısın. Son üç-beş yıldaki değişimler ‘tutunacak’ bir dogma bırakmadı ki…” (25)
Ne sevimli ve ne sevinçli! Sadece sükût ikrardan gelmiyor artık. Revizyonizmin çöküşünün sosyalizm ve Marksizm engelini de kaldırdığı, çünkü revizyonizmin, sosyalizm ve Marksizm anlamına geldiği, onun kapitalizm yaparken, sosyalizm adını kullanmasının arkadaşların işine geldiği için kabullenildiği ve buna çok sevinildiği görülüyor. Eskiden ne kötüydü: Revizyonist ve inkârcı derlerdi! Şimdi tam özgürlük, tam özgünlük!
Pasajın alıntılandığı bölüm “Bilim İşçilerini îşsizleştirme Kuralı” adını taşıyor ve pasaj, modern revizyonist ideologlar olan “bilim işçilerinin dogmaları söz konusu edilerek başlıyor.
Söylendiğine göre, onların dogmalarını eleştirmek de değil, tümüyle reddetmek, yani, “her şeye yeniden başlamak” ve “Marksizm’deki her konuyu yeniden ele almak gerekiyordu”. Ama burada bir el çabukluğu, daha doğru deyişle hedef saptırması ile karşı karşıyayız. “Bilim işçileri”nin dogmaları Marksizm olmadığı gibi, sözü edilen ’80 öncesi tarihte ne o dogmalar Marksizm olarak -en azından önemli bir çoğunluk tarafından- kabul ediliyordu ve ne de onları eleştirmek revizyonizm ya da inkârcılık anlamına geliyordu. Tersine, Türkiye’de Marksizm en çok modern revizyonizm eleştirilerek gelişti. Yine tersine, revizyonist ve inkarcı, o tarihte de modern revizyonistlerin adıydı. Kimse onları eleştiri dolayısıyla revizyonizm ya da inkârcılıkla suçlamadı, suçlamazdı. Ama kazın ayağı değişik. Pekdemir, “bilim işçileri”ni Marksist varsayıyor. Hâlâ! Onlara yöneltilen ve yöneltilecek eleştirilerin Marksizm’e yöneltilmiş olacağını ve onlar eleştirilirken gerçekten Marksizm’deki her konuyu yeniden ele almak, yani Marksizm’i sorgulamak gerekeceğini düşünüyor ve söylüyor. Ona göre, Marksizm ile “bilim işçileri” arasında pek bir fark, en azından bir kopukluk yoktur ve onlar Marksizm’in “yaşayan” temsilcileridir. Ya da “yaşayan sosyalizm”in temsilcileridir.
Ve şimdi aradan çekildiler, iyi oldu: Artık “özgür” ve “özgün” düşüncelere kendiliğinden ihtiyaç duyuluyor. Şimdi artık sosyalizm ve Marksizm rahatlıkla eleştirilebiliyor!

MARKSİZME YÖNELTİLEN ELEŞTİRİLER YA DA “NASIL BİR SOSYALİZM”
Aslında Marksizm’e ve sosyalizme yöneltilebilen belli başlı bir eleştiri yok. Ürkekçe değinmeler var. En iddialı olunan, “söz, yetki, karar, iktidar emekçilere”, “üreten yönetmeli” şiarlarıyla formüle edilen “doğrudan demokrasi” savunusu alanında da Marksizm’e ürkek eleştiriler dışında söz söylenemiyor. Henüz “nasıl olmaması” gerektiğinin öğrenildiği, ama “nasıl olması”na dair teori üretilemediği belirtiliyor.
Yine de eleştirilere bakalım.
Eleştirilerin özünü; yine Lenin ve Stalin’in partisi, devrimi ve sosyalizmi ile Kruşçev, Brejnev ve Gorbaçov’un partisi, devrimi ve sosyalizmi; Marksist Leninist ve modern revizyonist teori ve pratiğin arasındaki farkların silinerek aynılaştırıldıkları bir “bürokratik sosyalizm” suçlaması oluşturuyor. Tek tek ve ayrı ayrı yapılanların, eleştiriye tabi tutulmadan küçük burjuva bir bakışla ve kime yönelik olduğu ile ilgilenilmeden her zaman bir zor, özgürlük kısıtlaması ve kuşkusuz bir yöneten-yönetilen çelişmesinin ya da farklılığının varlığına takılarak Lenin ve Stalin’le diğerlerinin, modern revizyonistlerin “ceberut”, “zorba” ve “bürokratik” ortak paydada toparlanması ve baştan sona “sosyalizm” olarak nitelenen SSCB koşullarının “bürokratik sosyalizm” eleştirisine tabi tutulması pek kolaycı bir yol oluyor. Eleştiriler, “demokratizm” temelinde, katılımcılıktan öte, eski sömürülen sınıflar olarak emekçilerin doğrudan iktidarına vurgu yapılarak yöneltilmektedir. İşte bir değinme:
“Geleneksel sosyalizm anlayışları Marx ve Engels’in beklentilerinin tersine ekonomik ve sosyal bakımdan fazla gelişmemiş ülkelerde meydana gelen devrimlerin, daha çok öncelikle bu ülkelerde ekonomik kalkınma ve sanayileşmenin sağlanması ve (özellikle Rusya’da batıdaki devrim beklentilerinin boşa çıkmasının sonrasında) devrimin (sosyalizmin) tek ülkede yaşamasını sağlamayı hedefleyen bir süreçte biçimlenmiştir. Bir başka ifadeyle: Başlıca sanayileşme, kalkınma ve devrimin korunmasını hedefleyen uygulamaların belirleyici olduğu bir süreç başlangıçtaki sosyalizm tasarımlarından oldukça farklı ve kendine has bir sosyalizm anlayışı (veya modeli) ortaya çıkarmıştır. Hızlı bir sanayileşme ve cebri kolektifleştirme, bunun sonucu olarak ortaya çıkan bürokratik bir merkezi devlet planlamacılığı ve koyu bir devlet mülkiyeti düzeni… Tüm bunlara yol açan -bazen bunların bir sonucu olarak da görülen- tek bir bürokratik K. Parti hâkimiyetine dayanan bir yönetim (demokrasi) anlayışı… Bu modelin en kaba hatlarıyla çizilebilecek özellikleridir.”(26)
Burada, şimdiye kadar yanıtlanmış, Troçkistler ve modern revizyonistlerden alınıp bir demet haline getirilmiş değinmeler var. Ne bir derinleşme, ne bir kanıt.
Anlaşıldığı kadarıyla tek ülkede sosyalizm düşüncesi eleştiriliyor. Değinme olarak. Her şeyin, bütün kötülüğün buradan kaynaklandığı düşünülüyor. Anlatımdan bu belli. Bu tezle yeterince polemik yapıldı. (Bu polemiklerden birisi için, Özgürlük Dünyası’nın Aralık 1989’da yayınlanan 14. sayısındaki “Leninizm Mi Gorbaçovculuk Ya da Troçkizm Mi?” başlıklı yazıya bakılabilir.) Gerektiğinde devam da edilir. Ancak ne söylendiği belirli olmalı. Tek ülkede sosyalizmin inşasına girişilmemeli miydi? Yoksa bu nedenle ortaya çıkan “kötülükler” kaçınılmazlık olarak mı değerlendiriliyor? Belli değildir.
Örneğin Pekdemir, değiniyor, ama yanıtsız bırakıyor. O, başka bir ilginç sonuç ya da “açmaz” çıkarıyor buradan:
“Sosyalizm, Sovyetler Birliği gibi emperyalist kuşatma altında yalıtılmış bir ülkede, gelişkin ülkeler ‘muzaffer proletaryası’nın yardımlarına yönelik ‘beklentiler’ boşa çıkmış olarak, bu ülkenin imkânları sonuna kadar zorlanarak, ‘kurulabildiği kadarıyla’ kuruldu.
Dünya devrimi sürüyordu da, Bolşevikler yan mı çizmişlerdi? Dünya devrimi yeniden gelişecekti de Bolşevikler buna engel mi olmuşlardı? Hayır! Dünya devrimi, emperyalizm çağında zamandaş niteliğini yitirmiş, devrimin ekseni ‘doğuya, ulusal kurtuluş savaşlarına kaymıştı.
Her neyse… Yaşanmış tarihi yeniden yazmak, başka biçimde yaşanıp yaşanamayacağını tartışmak, spekülasyon tuzaklarına düşmeyi göze almayı getirir. Gelinen noktada önemli olan ‘böyle bir gelişmeyi önleyebilecek bir sosyalizm projesi üzerinde kafa yormak ve mücadele etmek olmalı.” (27)
Bu ele alış, belki de istişare’ye bir yanıt oluşturuyor. Pekdemir’de de “cebri kolektifleştirme”ye bir atıf görülüyor, o, ülkenin imkânlarının “zorlandığından söz ediyor. Karşı olduğunu ima ettiği bir “zor” var. Açmıyor ve işin içinden çıkamadığı için sorunun üzerinden adıyor: “Her neyse” ile. Spekülasyondan da kaçınıyor ama. Doğru. “Cebri kolektifleştirme”ye bir eleştirin varsa ona yöneltirsin, “tek ülkede sosyalizmin kuruluş imkânı” olmadığını düşünüyorsan, onu eleştirirsin. Ama biraz ondan biraz bundan değinmelerle olmaz. Peki, Pekdemir ne yapıyor? Çözemediği sorunun üzerinden atlarken, aslında fikrini de belirtmiş oluyor: “Bir daha tek ülkede sosyalizmi kurma zorunda kalmayacak şekilde tasarlanmalı sosyalizm projesi” diyor. İlginç. Burada, hem istişare yazısı düşüncesine hak verir şekilde, sonraki “olumsuz” gelişmelerin, tek ülkede kuruluşun kaçınılmaz sonuçları olarak değerlendirmesi vardır; ama hem de bir öznelcilik. Daha kötüsü. Öyle bir proje tasarlayacaksın ki; sosyalizm, tek ülkede kurulmak zorunda kalınmasın! Bu iş, öznel tasarılarla olmuyor ve hayat, projeye uymuyor ki. Sen tasarını nasıl kurgularsan kurgula, nesnel koşulların dayattıklarından kaçınamaz, ya projeni hayata uydurur ya da kafanı kayaya çarparsın! Kapitalizmin dengesiz gelişmesini, farklı ülkelerin devrim için farklı olgunlaşma düzeylerine erişmelerini sen projenle belirleyemezsin. Ama birkaç ülkede sosyalist devrim patlak verir de, bu ülkeler “kendi” sosyalizmlerini ayrı ayrı kurmaya girişirlerse, buradaki tersliği eleştirirsin. Ya da projeni buna uygun kurgularsın. Lenin de beklenti içindeydi hep, özellikle birkaç Avrupa ülkesinde devrimi bekliyordu, sosyalizmi tek ülkede kurmayı kurgulamamıştı. Ama Avrupa devrimi gelmeyince, tek ülkede sosyalizmin kuruluşuna girişmekten başka yapacak şey yoktu. Sorun, artık yanlış yapmamaktı. Bu tür yanlışlar yapılmışsa, sorun, bunları eleştirmektir. Pekdemir, üzerinden atlasa da istişareci değinmeci her şeyi eleştiriyor, ama hiçbir şeyi eleştirmiyor!
Şimdi, Pekdemir’in tek ülkede sosyalizmin zaferi sorunu ile ilintili kafa karışıklığına geliyoruz. Yukarıdaki pasajda, devrimin ekseninin Doğu’ya “yani ulusal kurtuluş savaşlarına” kaydığı yanlışlığını yapan Pekdemir devam ediyor:
“… ‘tek ülkede sosyalizm’ tartışmasında bugün yeniden canlanan nokta, işçi ve köylü ittifakı türünden çıkacak yeni sorunlar. Sosyalizm ve milliyetçilik ilişkisinin / çelişkisinin yeniden tanımlanması gereği…
Asıl olarak Sovyet Devrimi kazanıldıktan ve peşinden Avrupa devrimi yenildikten sonra tartışma alevlendi. Başlangıçta, sosyalizmin imkanları (nasıl bir sosyalizm kurulacağı) devrimin yapıldığı ülkedeki (Rusya’daki) işçiler ile diğer ülkelerdeki (Avrupa’daki) işçilerin ‘ittifakı’ (Buradaki ‘ittifak’, kuşkusuz farklı iki sınıf arasındaki uzlaşma değil; ulusal ve coğrafi olarak ‘ayrı’ olan işçi ‘sınıflarının’ imkan dâhilindeki beraberliğidir.) ekseninde tasarlanmamış anıydı? Sonra, Avrupa devrimi yenilince, bunun yerini devrimin yapıldığı ülkedeki işçiler ile köylüler arasındaki ittifak ve giderek devrimin yapıldığı ülkenin işçi-köylü ittifakı ile diğer ‘köylü’ ülkelerindeki emperyalizmden ulusal kurtuluş hareketleri arasındaki ittifak almış sayılmaz mı? ‘İşçi devrimi’ önce, yapıldığı ülkedeki köylülerle ve diğer ülkelerdeki köylü devrimleriyle ittifak sayesinde gerçekleşmiş oldu. Böyle bir ‘gerçekleşme’ biçimi, sosyalizmin nasıl, olacağını belirlemiş sayılmaz mı?
Sosyalizm ve ezilen ulus milliyetçiliği (köylü devrimi) dün bu şekilde dünya çapında müttefik olabilmişti; bugün sosyalizmin esemesinin okunmadığı dünyada, milletlerin birbirleriyle boğazlaşması şekline bürünen bir milliyetçilik ile sosyalizm adına nasıl bir ‘ilişki’ kurabilirsin? (28)
Bir dizi ilginç fikir, peşi sıra dizilmiş durumda.
Pekdemir diyor ki, devrimin merkezi ve ekseni Doğu’ya kaydıkça geri ve köylü uluslar ve onlarla ittifak sorunları öne çıktı, devrime bir köylü gölgesi düştü ve sosyalizmin “nasıl”ı köylülük ve geriliğin damgası ya da etkisi ile belirlendi. Söylemiyor, ama belki devrime aşırı köylüce özellikler, örneğin “şeflik ideolojisi” gibi, katıldı, belki “ceberut kolektifleştirme”ye bu nedenle gidildi, belki proleter demokrasisi ve emekçilerin yönetime katılması, “kendi örgütleriyle yönetimi ellerine almaları” bu nedenle olanaksızlaştı vb. vb. Spekülasyon yapmayalım. Eleştirmek için de, teorik tutumların değinmelerden çıkıp derinleştirilmesi ve netleştirilmesi zorunlu.
Ama bazı şeyler var. Birincisi, devrimin ekseni Batı’dan Doğu’ya kayarken, ulusal kurtuluş savaşlarına değil, Rusya’ya ulaştı. Rusya, dünya devriminin merkezi oldu. İkincisi, kuşkusuz Avrupa’da devrim beklentisi önemliydi. Proletarya devrimine, uluslararası bir devrim, bir dünya devrimi perspektifiyle yaklaşılıyordu ve Avrupa’da devrimci bir durum vardı. Lenin, doğal ki, Avrupa’da devrim ihtimalini hesaba kattı. Avrupa’da belirli bir tarihte gerçekleşecek devrim beklentisi üzerine taktik kurmadı ama Avrupa’da devrimin patlak vermesini bekliyordu. Avrupa proletaryasının yardımı Rus proletaryası açısından, önemli olduğu gibi; devrim, bu yolla bir dünya devrimi olarak yayılacaktı. Ama Rusya’da sosyalizmin nasıl kurulacağını, böyle bir beklenti üzerine kurgulamamıştı. Ve işin aslı, ona (sosyalist inşaya) henüz sıra gelmemişti.
Avrupa’da devrim ihtimalinin hesaba katılması önemliydi. Böyle bir gelişmenin, hem Rus hem dünya proleter devriminin olanaklarını genişleteceği açıktı. Ama yine açıktı ki, istenmeyen bir durum oluşup Avrupa’da devrimler gerçekleşmeyince, Lenin, eli kolu bağlı oturmamıştı. Eldeki olanaklarla yola devam edildi.
Ulusal kurtuluş hareketleriyle ittifak, kuşkusuz Avrupa’da devrim ihtimalinin geçici olarak ortadan kalkışından sonra tasarlanmadı. Bu ittifak, Avrupa proletaryası ile ittifakın yerini almadı. Ne tasarım olarak ne de fiilen. Kuşkusuz Doğu’da gelişen ulusal kurtuluş savaşlarıyla ittifak yapılmamazlık edilemezdi. Burada yanlış davranıldığı, örneğin milliyetçiliğe, gerekmeyen tavizler verildiği düşünülüyorsa, bu eleştirilmelidir. Ve kuşkusuz ulusal kurtuluş savaşlarıyla ittifakın önemi, Sovyet Devrimi’nin uluslararası önemine vurgu yaparak, henüz Avrupa devrimleri yenilmeden ortaya konmuştu. Örneğin 1918’de Stalin’in “Sovyet Devrimi’nin Uluslararası Önemi” başlıklı makalesinde.
Değinmiştik: Proletarya devrimi, birkaç Avrupa ülkesinde devrimi de peşinden sürükleyerek gerçekleşseydi olanaktan çok daha fazla gelişecek ve daha güçlü bir atılım yapacaktı. Örneğin, o zaman özel mülkiyet daha kolaylıkla ve daha çabuk alt edilebilecek, merkezi planlama daha sağlam ve daha sıkı yapılabilecek ve böyle işleyecekti. Bunlar tartışılmaz. Ama Sovyet Devrimi’nin peşinden Avrupa devrimleri değil de, ulusal kurtuluş hareketleri ve sonra da kendinden daha geri ülkelerde devrimler gelince, bunun, devrimin temel yönelimlerini etkilediği nasıl iddia edilebilir? Farklı taktikler uygulanmasının gerekeceği kesin olan bu durumda, ne hedefler ne de temel yönelimler değişecekti. Avrupa devrimleriyle, birlikte gerçekleşecek bir Rus devrimi, daha geniş olanaklara sahip olabilecekti. Şüphesiz ki, sosyalist kuruluş bundan olumlu etkilenecekti. Genel yön ya da “nasıl” bir sosyalizme yanıtta bir değişiklik olacağını öne süren, spekülasyon yapmak yerine, bunu kanıtlamalı-dır.
Son olarak, eskiden sosyalizmle ulusal kurtuluş hareketleri arasında kurulan ittifakın, bugünkü koşullarda mümkün olup olmadığına dair söylenebilecek olanlar şunlardır: Emperyalizm ve ezilen uluslar oldukça, bu ittifakın nesnel koşulları var demektir. Ama günün koşullarına takılıp kalmamak, diyalektiğin temel yönlerinden biridir. Bugünü ve bugünkü koşulları değişmez olarak tasarlamak saçmadır. Sömürgeler ve ezilen ulusların kurtuluş hareketleriyle emperyalizme ve sermaye boyunduruğuna karşı tek bir cephe oluşturulabilmesi olanağını Sovyet Devrimi yaratmıştı. Onu örnek alıp ayaklanan ezilen uluslar, onda kendilerinin en yakın müttefikini görmüşlerdi.
Bugün ne sosyalist ülke var, ne de emperyalizme karşı yönelmiş güçlü ve tutarlı ulusal kurtuluş hareketleri. Doğrudur, özellikle SSCB’deki çöküntünün ardından, emperyalizmin ulusal kavgaları tahrik edişiyle uluslar, birbirlerinin boğazına sarıldılar. Bu böyle gidecekse, sonsuza kadar sosyalizmin dünyada esamisi okunmayacaksa, yeni sosyalist devrimler olanaksızsa ve ulusal hareketler sonsuza dek emperyalizmin kontrolü ya da etkisi altında birbirlerine düşmekten kurtulamayacaksa, neden hâlâ “sosyalizm” ile ilgileniyorsunuz? Yeni bir Sovyet Devrimi’nin dönüştürücü etkisini, dünyanın altını üstüne getirici gücünü niçin hesaba katmıyorsunuz? O gün de, ulusal hareketler hâlâ bugünkü boğazlaşma içinde mi olacak sanıyorsunuz? Ve Sovyet Devrimi’nden önce, aynı ulusal boğazlaşmalar yok muydu diye düşünüyorsunuz? Bugün, örneğin Türkiye’de komünistlerle ulusal hareket arasında kurulabilen, sorunlu da olsa kurulabilen yakınlık, neden bir sosyalist devrimin olağanüstü elverişli hale getireceği koşullarda dünya ölçeğinde kurulmasın?
Ve bir sürü metafizik spekülasyon! Sanki bugün bir sosyalist ülke varmış da kuruluşu gerçekleştiriliyormuş gibi; ABD’ye her “meydan okuyan”!, örneğin İran Devrimi’ni destekleyecekmişiz; İslam fundamentalizmi anti-emperyalizm olarak övülebilir miymiş; Saddam Irak’ı Amerikan emperyalizmine karşı savaşında desteklenebilir miymiş vs. vs… En temel koşul eksik. Bir Sosyalist Sovyet Devrimi yok. Onun sunacağı örnek ve etki gücü yok. Bugün dünyadaki ilişkiler, başka türlü belirleniyor. Bir sosyalizm-kapitalizm kutuplaşması mı var? Kuzey-Güney ekseniymiş! Geçelim. Şimdi, “sosyalizm” ve sorunları üzerinde tartışma yürütüyorsan, dünya proleter devrimi için çalışacaksın. O zamana kadar ulusal hareketlerle ittifakın koşulları değişiktir, dünyada proletarya devrimi başladıktan sonra değişik. O günün “nüvesi” bugünün içinde ya da yarın bugünden kurulur gibi saçmalıklarla tüm koşul farklılıklarını yok sayamazsın. İslamcı fundamentalizm ile ittifak olmazmış. Afgan Emiri’nin 1921 ayaklanması, az mı İslamcıydı? Onunla ittifak olanaklı oldu. Bugün İran’ın İslamcılığıyla kim ittifak arayacak? Sen mi? Sosyalistsen işine bakarsın. Onu kendi yörüngene sokacak güç oluşturursan, seninle ittifak arayacaktır, kuşkun olmasın! Ve şu “kapitalist olmayan yol” tezi uyarınca modern revizyonistlerin dünya hegemonyası peşinde koşarken yedeklerine almaya soyundukları Baas Irak’ı, Suriye vb. ülkelerle gerçekleştirilen ittifakları, Lenin ve Stalin’in ezilen ulusların kurtuluş hareketleriyle gerçekleştirdikleri ittifaklarla birbirine karıştırmaktan vazgeç. Ne o ülkeler, he “ulusal hareketleri” Lenin ve Stalin’in ittifak kurduklarına benziyor ne de modern revizyonistler Lenin’le Stalin’e. Arada, bir dünya farkı var.

MERKEZİ PLANLAMA-PİYASA
İstişare yazısında görmüştük, “bürokratik bir merkezi devlet planlamacılığı ve koyu bir devlet mülkiyeti düzeni” yakınma konusu yapılıyordu. “… Sanayi, ticaret ve tarımın hızla ve tümüyle devletleştirilmesi…” aynı yazıda, Avrupa devrimi çerçevesinde bir ölçüde Marx ve Engels’in de paylaştıkları, Doğu’daki zayıf halkada gerçekleşen devrimin ise, daha dramatik sonuçlara yol açan bir iradeciliğe yol açtığı “sosyalizme geçişin birkaç on yılda tamamlanabileceği” yolundaki “yanılsamanın” sonucu olarak saptanıyordu. Herhalde Mao’nun yaptığı gibi, ulusal sermayeye hayat hakkı tanımak, sosyalizmi onunla birlikte kurmak, onu sosyalizmin içinde “eritmek” gibi fikirler savunuluyor olsa gerek. Bunu, kulakların tasfiyesine girişilirken, tarımda kolektifleşme öncesi Buharin de savunmuştu. Ama hızlı ve tümüyle devletleştirmenin bir yanılsama sonucu ortaya çıktığının söylenmesi dışında böyle bir değinme dışında söylenen bir şey yoktur. Ne yapılmalıydı? Bu meçhuldür.
Her sosyalist devrimin hedefi, özel mülkiyeti tasfiye etmektir, mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesidir. İktidar bunun için alınır. Aksi takdirde, yeni insanın yaratılması bir yana, sosyalist kuruluşa girişilemez bile. Başlangıçta, toplumsallaştırmanın zorunlu biçimi olarak devletleştirmeden başka yol yoktur. Güçlendirildikçe sönüşünün koşulları geliştirilmiş olan proletarya diktatörlüğü altında, önce kapitalizmin sınırlandırılması gündeme gelebilir. Geçiş biçimidir. Amaç, önce kapitalizmin, sonra onun kalıntı unsurlarının emek-değer ilişkilerinin bütünüyle tasfiyesidir. Pazar ilişkileri, emek-değer teorisinin işleyişi, kuşkusuz bir çırpıda yok edilemez. Ancak koşulları oluştukça sürekli kısıtlanır ve giderek yok edilmesi hedeflenir. Komünizm, ekonomik yaşam bu yola sokulmadan ufukta bile görülemez. Bu ise, sosyalizmin inşa ve sosyalist üretimin durmaksızın ileri teknik normlarla yeniden ve yeniden örgütlenmesi, üretim ilişkilerinin sürekli olarak daha ileri toplumsallık düzleminde yeniden şekillendirilmesi demektir. Bu; gidişin olduğu kadar, üretimin düzenli ve emekçilerin çıkarları ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi yönünde planlanmasını gereksinir. Ama planlama yapılabilmesi için, üretimin pazarda gerçekleştiği kapitalist üretim anarşisinin ötesine geçilmesi zorunludur. Yani kapitalizmin tasfiyesi. Bu, devletleştirme olmadan olanaksızdır.
“Hızlı devletleştirme”den yakınan, ancak ne kadar bir hızı makul karşılayacağı konusunda bir açıklaması olmayan, bunun ötesindeyse “devletçilik”in kötülüğüne ilişkin imalarda bulunan istişare yazısı, “plan-piyasa” tartışmalarına da değiniyor:
“Plan-piyasa tartışmaları açısından bazı yaklaşımlar şunlar olabilir: Piyasa sosyalizminin savunucularının eleştirileri asıl olarak sosyalizmi bürokratik, katı merkeziyeti planlama ve devletçilikle özdeşleştiren sosyalizm anlayışlarının, özellikle Sovyet deneyinin açmazları üzerinde yoğunlaşmaktadır. Ne sosyalizm böyle bir bürokratik planlamacılıkla, devletçilikle özdeşleştirilebilir, ne de piyasa sosyalizmi önerileri sosyalist geçiş dönemi içinde karşılaşılacak sorunların çözümünü sağlayabilir. Piyasa faktörleri ekonomik olarak aşılmasına değin ne kadar kaçınılmazsa, kaynakların dağılımında bütün toplumun istem ve çıkarlarını gözetecek demokratik bir merkezi planlamanın gerekliliği de o kadar açık olmalı. Söz konusu olan herhalde, üreticilerin ve tüketicilerin sistemin temel dayanağı olması gereken örgütlülükleriyle kararların oluşturulmasında etkin olabilmeleridir.” (29)
Hem nalına hem mıhına! Hep, ama hep orta bir yol tutturma çabası… “Bürokratik katı merkeziyetçi planlama” ne demek? “Katılık”ın ölçüsü ne? Örneğin; kaynakların kullanımı, bütün veriler toplanarak ve emekçilerin ihtiyaçları ve istemleri gözetilerek merkezi plan uyarınca belirlenmemek’ mi? Bazı kararların alınması, Kruşçev’in başlattığı ve Gorbaçov’un da sonuna vardırdığı şekilde, tek tek üretim birimleri ve yani onların müdürleri tarafından ve kaçınılmazlıkla o birimin, yine kaçınılmazlıkla bu durumda oluşacak pazarda belirlenecek ihtiyaçları ve kâr kaygısına mı bırakılmalı? Ekonomik olarak aşılamayan piyasa faktörlerinin maliyet muhasebesi, hatta başlangıçta devletle yapılacak özel anlaşmalar çerçevesinde yine merkezi planlama konusu edilmesinde bir yanlışlık mı var? “Devletçilik”le özdeşleştirilen sosyalizme karşı çıkılırken ve hem bir dizi kooperatifin varlığı bunu yalanlar hem de başlıca sektörlerde toplumsallaşmanın ileri biçimine (devletsiz kendiliğinden üretim ve muhasebe örgütlenmesi) varılmadan devletçilikten başka yol yokken, kastedilen nedir? Bazı üretim sektörleri ve işletmelerin devletleştirme kapsamı dışında özel mülkiyet halinde korunması mı murat edilmektedir? Yoksa sadece “hız” mı? Ama bundan bir şey anlaşılmıyor. Üstelik katı merkezci olduğu iddia edilen Sovyetler Birliği’nde bütün planlama tartışmalarına emekçiler her düzeyde katılmışken (hadi, katılma yoğunluğunu eleştir ama), kararlarda kendi örgütleriyle, etkin olamadıklarını neye dayanarak ileri sürüyorsun? Ha, “doğrudan demokrasi” ise kastedilen, ona benzer bir şeye, burjuvazisiz doğrudan örgütlenmeye demokrasi adı altında değil, ama demokrasinin de aşılması olarak devletin sönmesi koşullarına varılacak.
Ama sorun bu değil. Katı devletçilik olmayacak, yani bazı sektör ya da işletmeler toplumsallaştırma dışı olacak, özel ellerde kalacak ve merkezi olmayan demokratik planlama da “bütün toplumun istem ve çıkarlarını” gözetecek, bu özel müteşebbislerin de. Plan demokrasisi ancak, böyle sağlanabiliyor! Belki kooperatiflere ve tek tek işletmelere kendi üretim, ürün fiyatı vb. konularda “karar” ve kâr hakkı ya da doğrudan özel teşebbüse. İstenen budur. Belki de tümüyle “özyönetim”… Kim bilir?
“Öz-yönetim” konusuna Pekdemir giriyor. Şöyle diyor:
“… Planlama, sosyalist ekonomi bakımından, kapitalizmdeki anarşik üretim karşısında, ayırt edici ve temel uygulamalardan biri olarak düşünülmüş, yaşanan sosyalizmdeki siyasi merkeziyetçiliğin temellerinden biri ekonomik planlama tarafından oluşturulmuştur. Oysa Marx planlamanın da üreticiler tarafından yapılmasını savunmuştu… Ama yaşanılan pratikte planlama, henüz üreticilerin bütünüyle yönetici niteliğini kazanamadığı başlangıç aşamasında, mecburen yalnızca bu ‘işin’ uzmanları tarafından gerçekleşebilir bir özellik kazandı ve bu özelliği hiç değişmedi! Merkezi planlamaya olan ihtiyaç gerekçe gösterilerek, aynı zamanda merkezileşmiş bir uzmanlar (teknokratlar) ve bürokratlar ordusu yaratıldı. İşte bu özellik sosyalizmde ekonominin merkezi planlaması (ve bunun sonucu bürokratik müdahale) ile üreticilerin kendi ürettikleri ürünleri konusunda söz ve karar sahibi olabilmesi (öz-yönetim) arasında da bir ikilem ortaya çıkardı.” (30)
Bürokrasi sorununu şimdi bir yana bırakıyoruz. Bir defa, planlama, hiçbir zaman “yalnızca” işin uzmanlarınca yapılmadı. Emekçiler, örgütleriyle, her planı, ıcığına-cıcığına tartışarak katıldılar kararlara. Katılım yolları geliştirilmelidir denebilir, tartışılır bu yollar; ama “sadece uzmanları ilgilendirdi planlama” deniyorsa, kanıtlanmalıdır. Bu bir. İkincisi, planlama ve toplumun idaresinin, Lenin’in dediği gibi basit bir kayıt ve idari işlem (herkes tarafından yapılabilir basitlikte işlemler) düzeyine ulaştırıldığı bir aşamaya yükselmemişti sosyalizm. Ne işlerin basitleştirilmesi ne de bütün emekçilerin poli-teknik eğitimden geçerek her işi yapabilecek düzeye yükseltilmesi açısından. “İşin” daha çok uzmanlar tarafından yapılmasının koşullarına son verilememişti. Bu uzmanların denetim altında bulundurulmaları ve bürokratik müdahalelerin önünün alınması konusunda uyanıklık gereğine vurgu yapılabilir; ama Pekdemir’in sorunu bu değil. O, henüz herkesin her işi yapabileceği koşullar var edilmeden -ki buradan sorunun uzmanlar ve onların denetim altında tutulmaları olmadığı ortaya çıkıyor- elverişli yükseklikteki bir sosyalist temelde değil, ama henüz kapitalizmin unsurlarının var olmaya devam ettiği geri bir temelde “üreticiler”in “kendi ürettikleri ürünler üzerinde söz ve karar sahibi olmaları”nı düşünüyor. İşte bu, gerçekten “özyönetim”dir. İşletme ve fabrikalarda, kolhoz ve kooperatiflerde gerçekleştirilecek “özyönetim”, tam toplumsallaşmanın ve dolayısıyla herkesin her işi yapabilmesinin olanaklarının var edildiği komünizm koşulları öncesi, ancak piyasa ve kapitalizm zemininde sağlanabilir. Bu kapitalizm, dört başı mamur bir kapitalizm olmayabilir başlangıçta ve “özyönetim” onun yalnızca unsurlarına (çeşitli piyasa faktörleri, emek-değer ilişkileri, grup mülkiyeti ve kâr kaygısı gibi) dayanabilir, ama kaçınılmazdır ki, kapitalizmi geliştirir. Çünkü “üreticiler”in “özyönetimi”nin, henüz sosyalizmin ilk evresinde, grup mülkiyetine dayanmak ve onu kışkırtmaktan başka olabileceği bir şey yoktur. Doğal ki, bir de küçük üreticilerin “öz-yönetimi” olanaklıdır. Ama henüz kapitalizm, kalıntılarıyla birlikte ortadan kaldırılmadan (bu aynı zamanda yöneten-yönetilen farklılaşmasının giderilmesi anlamındadır) “öz-yönetim” fabrikaları ve işletmeleri arasında rekabet, piyasa ilişkisi her birinin kendi lehine kazanç (kâr) kaygısı olması, tüm toplumu kucaklayan merkezi planlama yerine onların kendi işletme planlarını yapmaları ve bu tür çok sayıda planın birbiriyle rakip ve çekişme halinde gerçekleşmesi (hem de piyasada gerçekleşmesi) kaçınılmazdır. “Öz-yönetim” kapitalist yolculuktur, sosyalizmle ilişkisizdir. Ama “üretenin yöneten” olması peşindeki Pekdemir, bunu, koşullarının yaratılması öncesi ekonomide geleceği anlamın kapitalizm olduğundan habersizdir. Demokrasicilik oyunu, böyle cilvelere neden olacak kadar kötü bir oyundur.
“Bürokratik sosyalizm”i ya da “geleneksel sosyalizm”i eleştirirken, ne olduğunu anlamadan kapitalizm zeminine düşüvermek tehlikesi büyüktür. Hele ayrıntılı bilgisini edinmeden, kulaktan dolma ve aydın konuma denk düşen demokratizmle; “bürokratik sosyalizm” karşıtlığıyla, “cesaretle” Lenin ve Stalin’i eleştirmekte son derece dikkatli olmakta fayda vardır. Hele bir eleştirelim, yerine nasıl olsa doğrusunu koyarız düşüncesi ise çok tehlikelidir. Yanlış, doğrusu ile birlikte kavranabilir.
“Militan”a harekete geçme çağrısı yaparken, onun donanım eksikliği kaygısını karşılamak için söylenen “… Hiçbir şey bilmesen bile, istediğin sosyalizmin nasıl bir sosyalizm olmaması gerektiğini… biliyorsun” (31) yaklaşımı, olacağı pek yok ya, ciddi bir mücadeleye atılacak “militan”ı kapitalizme bağlanmaya götürebilir.

PROLETARYA DİKTATÖRLÜĞÜ SORUNU
“Sosyalist proletarya diktatörlüğü tezi, ‘egemen sınıflara diktatörlük halk sınıflarına demokrasi’ ilkesine dayanır. Bu, başka unsurların yanı sıra programın muhtevasıyla da sağlanması gereken başka bir mutabakat ve gönüllülük ister. Bunu dikkate almayan, orta ve küçük mülkiyetin üretimin gönülsüz tasfiyesine dönük bir sosyalist geçiş programı, halk içindeki çelişkilerin çözümünde zor unsuruna dayanmayı ‘zorunlu’ hale getirdikçe sosyalist demokrasiden başka bir anlam taşıyan bir ‘proletarya diktatörlüğüne dönüşür. Sonuç, gene bu şekilde sosyalizme geçişin, olanaksızlığı noktasından başka bir şey olmuyor.” (32)
Bir kere baştan terslik var. Proletarya diktatörlüğü sosyalizme geçiş için değildir. Kendisi kapitalizmden komünizme bir geçiş dönemi olan sosyalizm dönemine hastır proletarya diktatörlüğü. Bu böyle.
İkincisi orta üretim ve mülkiyet her neyse, proletarya diktatörlüğü ona dayanamaz, onunla mutabakat ve gönüllülük ilişkisi içinde bulunamaz. Kastedilen orta sermaye olmalı. Orta burjuvazi. Bu, kapitalist bir sömürgen sınıf olarak tasfiye edilecekler arasındadır. Sovyetler Birliği’nde tasfiyesine girişilen (tarımda kolektifleştirme ile) kulaklar mı kastediliyor, açık değil, ne anlama geldiği de belli değil; ama herhalde orta köylülük anlatılmak istenmiyor olsa gerek. O, küçük üreticidir çünkü.
Evet, proletarya diktatörlüğü köylülüğe, başlangıçta sosyalist devrim yaparken yalnızca yoksul köylülüğe ve sosyalist inşa döneminde orta köylülüğe, işçi sınıfının onlarla ittifakına dayanır Proletarya diktatörlüğü, köylülüğe kolektifleştirme yönünde belirli bir zorlama yapar; ama bu, zor kullanımı ile uzaktan ilişkisizdir. Bu teori, SB’de, Stalin zamanında başarıyla uygulanmış ve hiç de sosyalist demokrasiden başka bir anlam taşıyan bir “proletarya diktatörlüğü”ne dönüşmemiştir diktatörlük.
İstişare görüşlerinde, bu konuda kulaktan dolmanın ötesinde hiçbir derinlik olmadığı görülüyor. Sadece “cebri kolektifleştirme”ye atıf var.
Pekdemir ise daha iddialı. “Marx’a göre sosyalizm, sınıfsız topluma bir geçiş sürecidir. Bu toplum projesinin dinamiği ise proletarya diktatörlüğü!” (33) diyen Pekdemir, istişareyi düzeltmiş oluyor.
Diktatörlük teriminden korkmaya mahal olmadığını söylüyor Pekdemir. “Çünkü” diyor, “bu diktatörlük değil, proletaryanın diktatörlüğü, yani teorik olarak çoğunluğun diktatörlüğü… Tarih boyunca var olmuş bütün diktatörlüklerin, azınlıkların çoğunluklar üzerindeki tahakkümlerinin reddiyesi… Proletarya diktatörlüğü, teorik anlamda, diktatörlüğün reddiyesi… Pratik Lenin’i bin kez haksız çıkarmış olsa bile, teorik olarak yine Lenin’in dediği gibi, ‘burjuva demokrasisinden bin kez daha demokratik’ ve ileriye dönük bir reddiye…
Teorik olarak böyle ama pratik başka!”(34)
Tabii doğru söyledikleri. Proletarya diktatörlüğünün hep “yarı devlet” niteliğine, sönüşe gittiğine, azınlığın diktatörlüğü olmadığına ve dolayısıyla aslında devlet olmayan bir devlet ve diktatörlük olmayan bir… olduğuna vurgu yapıyor: ama bal gibi bir diktatörlük olduğuna hiç değinmiyor. Diktatörlüğün, devletin reddiyesi olduğu doğru. Ama eksik. Çünkü o, bal gibi de bir diktatörlük. Demokratik olmasına demokratik. Proletarya diktatörlüğü, işçi sınıfı ve emekçiler için bir demokrasi. Ancak demokrasinin olduğu yerde diktatörlüğün de olduğu malum: O, sermaye üzerinde, gericilik üzerinde bir diktatörlük. “Burjuva demokrasisinden bin kez daha demokratik olması” onun diktatörlük olmaması anlamına gelmiyor, sadece çoğunluk için demokrasi olduğunu belirtiyor. Dikkat çekicidir, proletarya diktatörlüğünden bir diktatörlük olarak hiç bahsetmiyor Pekdemir. Marx’tan söz açıp konuya girerken zorunlu olarak terimi kullanması dışında, kendi isteğiyle ve kendi kurgusundan söz ederken ne proletaryadan bahsediyor, ne de diktatörlüğünden. Varsa yoksa “emekçiler” ve “emekçi halkın iktidar organları” ve “emekçi demokrasisi”! Olmaz. Ya savunacaksın ya da savunmayacaksın! Hüsnükabul olmaz!
“Sosyalizm süreci, emekçilerin kendi iktidar organlarını kullanabilmeleri ölçüsünde ilerleme şansına sahipti. Çoğunluğun söz sahibi olduğu bir iktidar gerçek bir emekçi demokrasisi olabilirdi. Emekçilerin, yani çoğunluğun kendi iktidarını koruyamaması ise demokrasinin bulunmadığı bir diktatörlüğün pekişmesinden başka bir sonuç doğurmazdı.” (35)
Baştan belirtilmeli: Demokrasinin bulunmadığı bir diktatörlük olmaz. Her diktatörlük, “birileri” için demokrasidir.
Ama Pekdemir, “bürokratik diktatörlüğü” anlatmak istiyor. Diyor ki; “SSCB’de emekçilerin kendi iktidar organlarını kullanma şansı yoktu, iktidar gerçek bir proletarya demokrasisi olamadı ve emekçilere karşı bir diktatörlük olarak ilerledi.” Teoride “emekçiler” ve “emekçi iktidarı” dışında tartışılacak şey yok. Hangi emekçiler?
Köylüler emekçidir örneğin. Ama köylü, sosyalizmde iktidarda değildir. Proletarya diktatörlüğü, işçi-köylü ittifakına dayanır, köylülerin (yoksul ve orta köylülerin) çıkarını gözetir. Ama nereye kadar? Proletarya diktatörlüğü, kesindir ki, küçük köylü üretimine son verilmesi, dolayısıyla -tabii ki zorla ve bir çırpıda değil ama- köylülüğün sonuç olarak köylülük olarak tasfiye edilmesidir. Küçük üretime son verecek, küçük üretime son verme işini yönetip yürütecek bir diktatörlük, kuşkusuzdur ki, köylülerle birlikte bir işçi ve köylü diktatörlüğü olarak kurulamaz. Köylülük işte, örneğin, iktidarda olmayacaktır sosyalizmde. Sosyalizmde işçi sınıfının iktidarını başka hiçbir sınıfla paylaşmaması, paylaşamaması, sosyalizmin komünizm için olduğundandır. Kısacası, orta burjuvaziyi “mutabakat” çerçevesi içine alan istişarecinin olduğu kadar, proletarya diktatörlüğü ve sosyalizm koşullarında iktidarın “emekçiler”de olduğunu vurgulayıp duran Pekdemir’de “bütün halkın devleti”nin yanlış yolundadır. Bir kere daha “demokratizm”in komünizmle çeliştiği, onu olanaksızlaştırdığı ve tehlikeli bir oyuncak olduğu ortadadır.
“Sosyalizm, demokrasi eksikliğinden mi yenildi? Bunun yanıtı burjuva demokrasisine methiye olmamalı” diyor Pekdemir aynı yerde. Ama bu, onu kurtarmıyor. Özgürlükler sorununu ele alırken göreceğiz, o, sermayeye de kayıtsız-şartsız olmamak koşuluyla özgürlük yanlısı bir “demokratizm” içindedir; ama bunun ötesinde de “emekçiler iktidarı” en azından komünizmi olanaksızlaştırması ve geriye çağırması anlamında demokratizmdir.

PROLETARYA YA DA EMEKÇİLER
Burada üzerinde durulması gereken önemli bir nokta var: Pekdemir’in “nasıl”ını tanımlamaya çalıştığı (kendisi henüz tanımlayamadığını söylüyor) sosyalizm kimin? Kim sosyalizmin sahibi? Bunun yanıtı, kuşkusuz, Marksizm’in de kimin olduğu sorusuna verilecek yanıtla aynı olmalı.
Pekdemir, “yaşanmış sosyalizmden” az önce gördüğümüz üzere çıkardığı “ders” kadar, “değişen” kapitalizmin bugün ulaştığı gelişme düzeyini yansıtma kaygısıyla da yanıtlıyor soruyu. Geçmiş “yanılgı”yı tekrar etmemek için olduğu kadar, bugünkü sınıf ilişkilerini ve toplumsal durumun dayattıklarını da karşılamak üzere: “Emekçiler” diyor, “proletarya değil”!
Modern revizyonistlerin son zamanlarında “nakış gibi işlemeye” çalıştıkları, sonra gelen “elveda proletarya”cıların sürdürdükleri tezi gündeme getiriyor: “Teknolojik gelişme” teknokratları “proleterleştiriyor”, yani “emekçileştiriyor”, “beyaz yakalı-mavi yakalı”ların birliği vb. vb.
Önce Marx’a itiraz (Stalin’den sonra Lenin’de de durmayarak):
“Ama ‘bizim sosyalizmimiz’ emekçilerin yani ‘onların’ sosyalizmi olacak. Onlar, elbette, Marx’ın öngörülerinin ötesinde proletaryadan ibaret değil artık. 21. yüzyıl, ‘onların’ daha da heterojen bir bütünlük oluşturacağına tanıklık edebilir. Şu anki muhalefet odakları da heterojen ve parçalı. Bunları tek bir vücut tek bir ses olarak tanımlamak ise biraz hamasiyat olur… muhalefetin birleşik gücünden yana olmak lazım. ‘Onları’ farklılıklarıyla beraber birleştiren güçten… İktidar odaklarının birleşik gücü ‘karşısında’ yer alabilen birleşik güçten…” (37)
Bir karmaşa ve zaman zaman ikrar edildiği üzere bir kafa karışıklığı hemen göze çarpıyor. Çok sayıda farklı fikir, tek bir fikre indirgenerek karmaşa yaratılıyor.
Sosyalizm, emekçilerin olacak artık ve emekçiler proletaryadan ibaret değil. Bu revizyon anlaşılabiliyor. Ama emekçiler ne zaman proletaryadan ibaret olabildi ki? Sorun, kapitalizmle uzlaşmaz karşıtlık halinde bulunan, burjuvazinin tamamıyla karşısında yer alan “dar” proletarya yerine, “geniş” ama bu özellikleri taşımayan “emekçiler”i geçirmekte.
Öteden beri kapitalizm karşısında onunla şu ya da bu ölçüde çelişen güçler yer alırdı ve alır. Proletarya bunların yalnızca en devrimcisi değil, sonuna kadar devrimci olan tek sınıftır. Anlamı, onun mülkiyetin bütün araçlarından, bütün üretim araçlarından özgürleştirilmiş, dolayısıyla özel mülkiyet sistemi ile herhangi bir bağı olmayan tek sınıf olmasındadır. Ama kapitalizmde özel mülkiyet alanı dışına şu ya da bu ölçüde itilmekte olan ve özel mülkiyet sisteminin, sermayenin egemenlik sisteminin kaldırılmasına katılabilecek başka katmanlar yok mudur? Vardır. Yoksul köylülük, bunlardan bir tanesidir. (Pekdemir, gerçi köylülük sorununun ele alınmasının da değiştirilmesi gerektiğini söylemektedir, çünkü yitip gitmekte olduğunu düşünmektedir. Örneğin, Türkiye’nin bir İngiltere olmadığı -ve pek çok İngiltere olmayan olduğu söylenmelidir, bir yana bırakalım.) Üstelik emperyalizm, tekelci kapitalizm, kendisine karşı mücadelenin saflarına yeni yeni katmanları da itmektedir. Örneğin sorunlarını da çözecek olanın artık sosyalizm olduğu söylenmelidir. Ama bu başka bir şeydir. Proletaryanın sosyalizm için kurabileceği ittifakların genişleme eğiliminde olduğunu gösterir sadece. İşte “sosyalizm kimin?” sorusu ve yanıtı ile karıştırılan bir soru ve yanıtı, örneğin bu noktada ortaya çıkmaktadır: “Sosyalizm kiminle birlikte”. Eskiden birbirinden ayrılan sosyalizmin gücü ve müttefikleri sorunları, şimdi Pekdemir ve onun pek gelişkin olduğu görülen “demokratizmi” tarafından birleştirilmektedir. Örneğin, öğretmenlerin de sosyalizmin gücü ve hatta temel gücü içinde yer almakta olduğu anlaşılıyor.
Muhalefet odakları heterojen ve parçalıymış ve bunları tek bir vücut olarak tanımlamak hamasiyat olurmuş! Muhalefet ne zaman parçalı ve heterojen olmadı ki? Sorun, onları nasıl ve kimin etrafında birleştirileceğini bilmekte oldu hep.
Kuşkusuz “muhalefetin birleşik gücü”nden yana olacaksın. Ama muhalefetin ne tür bir muhalefet olduğunu, ne için ve nereye yönelik olduğunu bilerek. Emekçilerin önemli bir kısmını sosyalizm için, etrafında birleştirebilir proletarya. Ama örneğin küçük burjuvazi, örneğin orta köylülük ya da şehir küçük burjuvazisi söz konusu olduğunda bu olanaksızdır. Onlar da emekçidir oysa. Ama onlarla da demokratik bir devrim için tekellere ve toprak sahiplerine karşı birleşilebilir. Her şeyi karmakarışık etmeye ne gerek var? Eğer emekçilerin birleşik gücünden söz ediliyor, bu güçle, ulaşılacak sosyalizm hayal ediliyorsa, bilinsin ki; bu, ancak, toplumsal değil, siyasal bir devrimle ulaşılabilecek türden bir “sosyalizm” yani demokrasi olabilir. Önünde sonunda bir burjuva kategorisi oluşturan demokrasi ile sosyalizmin birbirine karıştırılması da hiç gerekmiyor. Emekçilerin birleşik muhalefeti ile ancak demokratizm yapılabilir. Sosyalizm için emekçilerin birleştirilebildiği kadarının proletarya etrafında birleştirmesi ise şarttır.
“Emekçi”, bir sınıf tanımı değildir. Emeği ile geçinenleri tarifler. Ama emekçiler içinde sınıfsal nitelikler olarak oldukça fazla sayıda geçiş vardır. Emekçi vardır, emekçi vardır. Sosyalizmi ne başlatmaya ne sürdürmeye “emekçilerin” gücü yeter. Pekdemir, “nasıl”ını tanımlamaya çalışırken, sonunda gele gele sosyalizmin olanaksızlaştırılması ve onu demokratizm düzeyine indirgeme noktasına gelmiştir. Aslında burası, onun çıkış noktasıdır. Demokratizmi nedeniyle sosyalizmi olanaksızlaştırmaktadır. Yine demokratizmi nedeniyle, herkese demokrasi sunan bir sosyalizm tasarlaya tasarlaya, sosyalizmin sahibini de değiştirmeye karar kılmıştır. “Emekçiler”, demokratizmini karşılayacak “genişlikte” görünmektedir ona. Nesnel koşulların, kapitalizmin uzlaşmaz karşıtlığının zorunlu olarak sosyalizmi dayattığı proletaryanın yerine, emperyalizmin sosyalizme doğru ittiği, kendi karşıtı safa sürüklediği geniş kesimleri kapsayan “emekçiler”i geçirmektedir. Buradan sadece sosyalizm için mücadelede tutarsızlıklar ve kararsızlıklar gelmez, platformun, mücadele platformunun kendisi değişir: Sosyalizm mücadelesinden demokrasi mücadelesine gerilenilir. ”
Dönelim yine proletaryaya.
“…Marx, zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyi olmayan proletaryanın, iktidarı almak ve korumak için her şeyi göze alabileceğini düşünmüştü ve özellikle sanayi proletaryasına umut bağlamıştı… Proletaryanın şimdi zincirlerinden başka şeyleri de var, iktidarı almak için her şeyi göze almıyor… Şimdi sanayi proletaryası bile demode oldu, dünya adım adım post-endüstri çağına yaklaşıyor. … Emek hiyerarşisinin ortadan kalktığı gibi bir sonucu kastetmeden, emek süreçlerinin ‘mavi yaka / beyaz yaka’ ya da kafa emeği / kol emeği gibi tasniflerinin eski önemini yitirmekte olduğunu tekrar edebilirim. Sömürü ortadan kalkmıyor. Proleterler teknokratlaşıyor ve teknokratlar bilgisayar ya da mikro-teknoloji düzeninde artı-değer üreten emekçiler olma niteliğini mi kazanıyor? Mavi yakalılar ve beyaz yakalılar arasındaki ayrım giderek ortadan kalkıyor ve komünizm aşamasında belirsizleşmesi beklenen kafa ve kol emeği arasındaki ayrımın yerini, kapitalizm koşullarında gelişen bütünleşme mi almaya başlıyor?” (38)
Son iki sorunun yanıtının olumlu olduğu, hem sanayi proletaryasının “demode oluşu”ndan hem de konuya ilişkin Çiğdem Çıdamlı ve arkadaşlarının yaptığı olumlu yanıt üreten çalışmanın ilgili bölümünün aynıyla aktarılmasından anlaşılıyor. Memurlar filan proleterleşiyor-lar ya da doğru deyişle, memurlar, teknokratlar gibi katmanlar birbirlerine yaklaşıp birbirleri içinde eriyor ve tek bir “emekçiler” tabakası yaratıyorlar!
Pekdemir bunun “elveda proletarya” demek olmadığını, “post-endüstri çağı”na(!) atılan her adımdan, ‘elveda proletarya’ mesajını çıkarmak mümkün değil” diyerek belirtiyor. Ama en azından proletaryaya “elveda” deme yoluna girildiği de belli oluyor! Çünkü “post-endüstri çağı” adım adım yaklaşıyor. “Demode” olmasına oldu ama hemen “elveda proletarya” demeye gerek olmadığı da belirtiliyor, çünkü kapitalizmdeki olağanüstü teknolojik gelişme henüz sınırlı boyutta. Allahtan öyle, şimdilik proletarya elinden kurtuluyor. Gerçi kapitalizm “post-endüstriyi” (endüstri ötesini) kurdukça proletarya büktün dertlerinden kurtulacak ya! Ama öyle olmayacağı da söyleniyor. “Sömürü ortadan kalkmıyor”muş! Bari bu noktaya gelinmiyor.
“Kapitalizm ‘henüz mikro-elektronik alanındaki ilerlemelerin sanayiye uygulanması açısından oldukça geri bir noktada. Sınaî üretiminde robot ve bilgisayar kullanımı bu alanın yüzde birini dahi içine alabilmiş değil”…” (39)
Ve,
“… Elbette, ‘mikro-elektronik alanındaki ilerlemenin, endüstri ötesi bir toplum yaratarak emeğin muhtevasında köklü bir değişikliğe yol açtığı’ yönündeki iddiaları dikkatle ele almak lazım. Bu tür iddialarla ima edildiği üzere, emek-sermaye çelişkisinin başkalaştığı, canlı emeğin bilgi üretiminde yoğunlaştığı ve emekçilerin çoğulculaşmasının bunları tarihsel özne olmaktan çıkardığı şeklindeki safsataları da ciddiye almamak lazım.” (40)
Anlayan beri gelsin. Sayıklama gibi. Hem öyle hem böyle. Hem proletarya “demode oldu” hem “emek-sermaye çelişkisi başkalaşmadı”. Üstelik “emeğin muhtevasında değişiklik” iddialarının da dikkatle ele alınması gerekiyor. Kafa karışık, ama yön belli. Ürkekçe, eleştiriler önceden karşılanmaya çalışılarak cesaretsiz ve yavaş adımlar atılıyor. Aslında yorum şöyle mümkün: Proletarya tarihsel özne olmaktan çıktı, yaşasın “emekçiler”! Ve “emeğin çoğulculaşması”. Bu, “emekçi iktidarı”nın ve ondaki “demokratizm”in temeli olması gerektiği gibi, “katı devletleştirme”, “katı merkezi planlama”, “bürokratik parti diktatörlüğü” gibi eleştirileri güçlendiren bugünkü elverişli zemini ve sosyalizmdeki “politik çoğulculuk”un (tasarımda) koşullandırıcısı da olmalı. Bu çoğulculaşan emeğin birleşik muhalefeti yaratılacak ve sonuçta onun iktidarı kurulacak: “Çoğulcu emeğin birleşik iktidarı”. Bu da “yeni” tür sosyalizm olacak!
Bu, proletarya saflarına itilmekte ve kapitalizm tarafından sömürülüp bunaltılmakta olan küçük burjuvazinin, özellikle bilgi tekelini sermaye olarak kullanmakta zorlanan ve ücretlendirilmeye başlanan aydının yeni ütopyasıdır. Demokratik bir ütopya! Özellikle küçük burjuva aydının gelecekte kendisine yer arayışıdır. Her şeye rağmen burjuva demokrasinin kendisine sunduğu olanaklardan hoşnut aydının. Ne kapitalizmin ipuçları ortaya çıkan gelişmesinin vaat ettiği köleleşmeyi ve siyasi gericiliğin zor koşullarını; ne de proletaryanın disiplini ve düzenini kendine göre bulmayan aydının…

***
Sosyalizme ve dolayısıyla Marksizm’e yöneltilen eleştirilerden ele almadığımız biri kaldı. “Bürokratizm” ve “şefçilik”e ilişkin olanı. Bu, öncü parti ve kitle ilişkilerine yaklaşımı da kapsıyor, doğrudan örgütlenme tarzını ilgilendiriyor. Tüm bunlar, yeni “sosyalizm” kurgusu ve onun yaşama geçirilmesinin, hem de “hemen şimdi” yaşama geçirilmesinin en belli başlı noktasını oluşturduğundan, sözü edilen sorunları, yeni “efsane” ya da “sosyalizm” tasarımı ve bununla ilgili bugünden yapılması önerilenlerin eleştirisine ayırdığımız yazımızın, gelecek sayıda yayınlanacak ikinci bölümünde ele alacağız.

Ağustos 1994

KAYNAKÇA
1) Anne Bak Kral Çıplak – Kuralsızlığın Kuralları, Melih Pekdemir, Başak Yay., 5. Baskı, Şubat 1993, s. 267
2) Age, s. 267
3) İstişare Konuşmaları Başlıklı Notlardan, s. 7
4) Age, s. 8
5) Age, s. 10
6) Age, s. 16
7) Anne Bak Kral Çıplak – Kuralsızlığın Kuralları, s. 269
8) Meğer Yaptığım Alıntıları Kimse Söylememiş Hepsini Ben Uydurmuşum – Kuralsızlığın Hikayeleri, Melih Pekdemir, Başak Yay., 1. Baskı, Nisan 1994, s.111,112
9) Age, s. 154
10) Age, s. 69,70
11) Age, s. 104
12) Age, s. 101
13) İstişare Konuşmaları Başlıklı Notlardan, s. 37
14) Age
15) Age, s. 31
16) Kuralsızlığın Hikâyeleri, s. 142
17) Kuralsızlığın Hikâyeleri, s. 274 ve 277 18)Kuralsızlığın Hikâyeleri, s. 138,137 ve 141
18) Kuralsızlığın Hikâyeleri, s.138, 137 ve 141
19) İstişare Konuşmaları, İlk Yazı
20) Kuralsızlığın Hikayeleri, s. 194 21) Age,s.115
21) Age, s. 115
22) Age, s. 194
23) Kuralsızlığın Hikâyeleri, s. 13
24) Age, s. 14
25) Kuralsızlığın Kuralları, s. 265, 266
26) İstişare Konuşmaları Başlıklı Notlar, İlk Yazı, s. 2
27) Kuralsızlığın Kuralları, s. 306
28) Age, s. 306, 307
29) İstişare Konuşmaları, s. 3
30) Kuralsızlığın Kuralları, s. 317
31) Kuralsızlığın Kuralları, s.273
32) İstişare Konuşmaları, İlk Yazı, s. 2
33) Kuralsızlığın Kuralları, s.197
34) Age, s.197
35) Age, s. 199, 200
36) Age, s.212
37) Age, s.319ve321
38) Age, s.319
39) Age, s.319
40) Age, s.319

Bunalım ve Marksizm-2: Bunalıma yol açan temel çelişkiler

Özgürlük Dünyası’nın 68. sayısında, kapitalist bunalımın Marx ve Engels tarafından nasıl açıklandığına dair bir giriş yapmaya çalışmıştık. Bu giriş, Marx ve Engels’in, kapitalist üretim sürecinin eleştirel bir tahlilini yaparken kullandıkları temel kavramları kapsıyordu. Orada, ‘Kapital’den özetlenerek açıklanmaya çalışılan kavramlar, bizim konumuzun ihtiyaçlarına göre seçilmiş; kimi temel kavramların ise okuyucular tarafından bilindiği varsayılmıştı.
Emperyalist kapitalizmin içine düştüğü bunalım, burjuva ekonomi politiğini de her zamankinden daha derin bir bunalıma sürüklemiş durumdadır. Emperyalizmin ideologlarının ve ekonomistlerinin “bunalmışız bir kapitalizm” dönemine geçildiğine ilişkin propagandaları, kendileri açısından da inandırıcılığını yitirmiştir. Şimdi, onların eski gür ve güvenli bağırtılarının yerini, çözümsüzlük ve umutsuzluk almıştır. Oysa başta emperyalist kapitalizmin kaleleri olmak üzere, bütün dünyadaki gelişmeler, Marx’ın, Engels’in, Lenin’in ve Stalin’in düşünce ve teorilerini her geçen gün yeniden ve daha güçlü olarak doğrulamaktadır. İçinde yaşadığımız dönem, diğer şeyler bir yana, burjuva ekonomi politiğinin açıkça iflas ettiği bir dönemdir. Çünkü ona, teorisini doğrulamak üzere yardım edecek hiçbir pratik ve somut veri yoktur.
Çalışmanın bu bölümünde, Marksizm’in, bunalıma nasıl yaklaştığını kısıtlı da olsa, çeşitli verilere dayanarak ele almaya çalışacağız

KAPİTALİST YENİDEN ÜRETİM SÜRECİ
Kapitalist üretimin çelişkilerinin bir sonucu olarak ortaya çıkan bunalımı anlayabilmenin ilk adımı, onun ortaya çıktığı zemin olan üretimin sürekliliğini anlamaktan geçmektedir. Okuyucu, burada kullanılan “sürekli” kavramının “ebedi” kavramından farklı olarak kullanılmış olduğunu anlayacaktır. Kapitalist üretimin sürekliliği denildiğinde anlaşılması gereken şey, onun kendisini genişleterek tekrar etmesi olmalıdır. Bu, sadece kapitalist üretim için geçerli olan bir şey değildir. Hangi üretim süreci söz konusu olursa olsun, bu sürecin varlığı ve devamı kendisini tekrar edebilmesine, genişleterek tekrar edebilmesine bağlıdır. Marx, bu durumu şu sözleriyle açıklıyor:
“Bir toplum, tüketmekten nasıl vazgeçemezse, üretmekten de öyle vazgeçemez. Bunun için birbirleriyle ilişkili bir bütün, devamlı yenilemelerle akıp giden bir olay olarak görüldüğünde, her toplumsal üretim süreci, aynı zamanda, bir yeniden üretim sürecidir.” (Kapital, Cilt 1, s. 581)
Kapitalist üretim süreci denildiğinde, nasıl ki, onun aynı zamanda bir yeniden üretim süreci olduğunu anlıyor ve biliyorsak; onun bunalımının da bu yeniden üretim sürecinde ortaya çıktığını anlamalı ve bilmeliyiz. Bütün burjuva ekonomi politikçilerinden farklı olarak Marx, kapitalist üretimin çelişkilerini ve bu sürecin bir parçası olan bunalımı, bu üretim sürecinde arar. Marx’ın ekonomik teorisinin temel yönelimi, bu yüzden üretim sürecidir.
Biçimi ne olursa olsun, üretime devam edebilmenin koşulu, üretilen ürünlerin belirli bir bölümünü, üretim araçlarına ve hammaddelere dönüştürmektir. Bir başka ifadeyle üretime devam edebilmek için, ona devam edebilmenin koşullarını da yaratmak gerekir. Bu koşullar yaratılmadan yeniden üretim imkânsızdır. Yeniden üretim olmaksızın da üretim imkânsızdır.
Basit Yeniden Üretim
İnsanlar sürekli olarak bir şeyler tüketirler. Çevremize şöyle bir göz attığımızda motorlu araçları, lokantaları, çeşitli giyim mağazalarını ve dükkânları, işporta tezgâhlarını vb. görürüz. Motorlu araçların, benzin vb. petrol ürünlerini; lokantada yemek yiyenlerin çeşitli yiyecek ve içecekleri tükettiğine tanık oluruz. Bir giysi mağazasından satın alınan gömleğin ya da marketten alınan margarinin tüketildiğine ya da tüketilmek üzere satın alındığına sıkça tanık oluruz. Ama o anda hemen göremeyeceğimiz bir yerde bulunan, bir rafineride petrol ürünleri kullanılabilir hale getirilmekte, bir tekstil atölyesinde yeni bir gömlek dikilmekte ya da bir yağ fabrikasında yeni margarinler üretilmektedir. Burada, üretimin niteliğinin kapitalist olduğunu biliyorsak eğer, yeniden üretimin de kapitalist olduğunu biliyoruz demektir.
Örnek olarak margarini ele alalım. X margarini üretmek isteyen bir kapitalistin, önce, elindeki parayla, gerekli binaları, makineleri, hammaddeleri ve belirli bir miktarda emek-gücünü satın alması gerekecektir. Kapitalistin, elindeki para tutarının sermaye olarak işlev yapabilmesi için atacağı ilk adım bu olacaktır. İkinci adım ise, üretim süreciyle tamamlanacaktır. Hammaddeler, makineler aracılığıyla işçiler tarafından işlenecek, dönüştürülecek ve belirli bir miktarda margarin, kendisini meydana getiren değerlerden daha fazla bir değeri de içererek meydana gelecektir. Bunu, margarinlerin satılması izleyecektir. Kapitalist, ürünlerini toptancılara satacak ve böylece elindeki değer, para olarak gerçekleşecektir. Daha sonra ise bu para tekrar sermayeye çevrilecektir. Bu, böylece sürüp gider. Ama her defasında, yatırılan sermaye belirli bir artış gösterecek ve artı-değer, sermayeden doğan bir gelir şeklini alacaktır. Eğer bu gelir, “kapitalist tarafından salt tüketim fonu olarak kullanılırsa ve kazanıldığı süre içinde tüketilirse, basit yeniden üretim meydana gelmiş olur. ” (Marx) Yani basit yeniden üretimde kapitalist, üretim hacmini aynı tutmakta ve bu hacimdeki üretimi sürekli olarak yenilemektedir. Ama o, her üretim sürecinde elde ettiği artı-değeri kendi kişisel tüketimi için kullanmaktadır. Bizim margarin örneğimizde, kapitalistin 10 milyon liraya değişmeyen sermaye, 2 milyon liraya da emek-gücü satın aldığını düşünelim. Bunun sonucunda üretilen 1.000 koli margarin 14 milyon liraya satılmış olsun. Eğer kapitalist, buradan elde ettiği 14 milyon liranın, 12 milyonunu yeniden 1.000 koli margarin üretmek için, 2 milyonunu da kendi kişisel tüketimi için kullanıyorsa, basit yeniden üretim gerçekleşmiş olacaktır.
Marx, basit yeniden üretimle ilgili olarak, “Bu yeniden üretim, üretim sürecinin, eski boyutları içerisinde, salt bir yinelenmesi olmakla birlikte, gene de bu yineleme ya da devamlılık, bu sürece yeni bir nitelik kazandırır… ” (Kapital, Cilt 1, s. 583) diyor.
Basit yeniden üretim sürecinde, kapitalist sınıf ilişkileri de kendisini yeniden üretir. Bu süreçten, hammaddeleri margarine dönüştüren işçi, sadece yeniden margarin üretimine devam edebilmek için kendisine gerekli olan nesneleri satın alarak kendisini yeniden üreten bir işçi olarak; kapitalist ise dalia fazla servet elde ederek çıkar. Burada, işçiye emek-gücünün bu karşılığı, ancak onu harcayarak artı-değer gerçekleştirmesinden sonra ödenmektedir. Tekrar bizim örneğimize dönecek olursak, bu süreçte margarin işçileri sadece, kapitalistin kendi özel tüketimine harcadığı 2 milyon lira değerindeki artı-değeri üretmekle kalmazlar, aynı zamanda, kapitalistin kendilerine ücret olarak ödediği 2 milyon lirayı da üretirler. İşçiler, bir yandan margarin üretirlerken, daha önce ürettikleri margarinler paraya dönüşmekte ve bu parayla işçilerin ücretleri ödenmektedir. Kapitalistlerin, işçi ücretlerini, örneğin 1 aylık çalışmalarının sonucunda vermeleri bundan dolayıdır. Marx’in deyimiyle işçinin “Geçen hafta ya da geçen piki emeği, bu hafta ya da bu yılki emek-gücünün karşılığını ödeyen şeydir.” (Kapital, Cilt 1, s. 583) Şimdi bizim küçük çapta üretim yapan margarin fabrikamızdan çıkarak, bütün bir kapitalist üretim sürecine dönelim. Burada, kapitalist üretim sürecindeki sınıf ilişkilerinin yeniden üretimi, çok daha açık bir şekilde bunu gösterecektir. Marx, bunu şöyle tanımlar:
“Kapitalist sınıf emekçi sınıfa sürekli olarak, emekçi sınıf tarafından üretilen ve kapitalist sınıf tarafından el konulan metaların bir kısmı için para şeklinde ödeme makbuzları verir. Emekçiler ise gene aynı süreklilik içerisinde, bu ödeme makbuzlarını kapitalist sınıfa geri verirler ve böylece kendi elleriyle ürettikleri üründen paylarını alırlar. Ürünün, meta şeklini ve metanın para şeklini alışı, bu alışverişi bir örtü ile gizler.” (Kapital, Cilt 1, s. 583)
Basit yeniden üretimde, biz, yalnızca işçi sınıfına ödenen ücretlerin kaynağını görmekle kalmayız. Orada, aynı zamanda, her türlü sermayenin asıl kaynağını da görürüz. Bunu yine bizim margarin örneğiyle açıklamaya çalışalım:
Bu örnekte, kapitalist, işçinin ödenmemiş emeği olan 2 milyon lirayı kendi kişisel tüketimi için kullanıyordu. Eğer kapitalist, işçinin ödenmemiş emeğine el koymamış olsaydı, bu durumda sermayesini 5 ay içinde tamamıyla tüketmiş olacaktı. Çünkü burada kapitalistin kişisel tüketimini karşılayan şey, işçinin ödenmemiş emeğidir. Ve bu ödenmemiş emek olmaksızın, kapitalist, ilk başta koyduğu sermayeyi tüketecektir, ilk baştaki toplam sermayenin 10 milyon lira, kapitalistin aylık kişisel tüketiminin de 2 milyon lira olduğunu hatırlarsak; 5 ayda kapitalistin toplam tüketimi 10 milyon lira, bu da ilk koyulan sermayeye eşit olacaktır. Öyleyse, ilk kaynağı ve elde ediliş biçimi ne olursa olsun, her sermaye, üretim sürecine girdikten sonra artı-değere dönüşecektir. İlk başta, artı-değerin sermayeden doğduğunu görmüştük, şimdi ise sermayenin artı-değerden nasıl doğduğunu irdelemeye çalışacağız.
Genişletilmiş Yeniden Üretim
Bir önceki bölüme ilişkin olarak kullandığımız örnekte bir terslik olduğunu her dikkatli işçi anında görebilecektir. Ne oluyordu orada? Kapitalist hep aynı boyutta bir üretimi gerçekleştiriyor ve normal ve aynı koşullarda hep aynı geliri elde ediyor ve üretim sürecinde ortaya çıkan aynı miktarda fazla değeri kendi kişisel tüketimi için kullanıyordu. Ama her işçi bilir ki, hiçbir kapitalist bununla yetinmez. Kapitalistler üretimden elde ettikleri artı-değeri büyütmek isterler. O halde, bizim margarin fabrikamızın sahibi olan kapitalist, bunun için ne yapacaktır? Hangi yolla, elde ettiği artı-değeri daha fazla büyütecektir?
Şimdi, kapitalistimizin her ay artı-değer olarak elde ettiği 2 milyon liranın, tamamını kişisel tüketimi için kullanmadığını düşünelim. O, bu 2 milyon liranın sadece 500.000 lirasını kendi kişisel tüketimi için kullansın. Geriye kalan 1.500.000 liranın, 1 milyon lirasıyla yeni hammaddeler vb. alsın ve 500.000 lirasıyla da yeni işçiler satın alsın. Bu durumda 1.500.000 lira değerindeki artı-değer, sermayeye dönüşecek, fabrikada işlemeye başlayacak ve sonuçta 500 bin liralık bir artı-değer daha gerçekleştirecektir. Böylece, hem başlangıçtaki 10 milyon liranın, hem de bu sermayeden çıkan artı-değer olan 1.500.000 liranın yeniden üretime girmesiyle sürekli olarak daha fazla artı-değer yaratılmış olacaktır. Bu, kapitalistin hem kendi kişisel tüketim fonunu artırıcı bir rol oynar, hem de sermayesini artırmasına hizmet eder. Bu, genişletilmiş yeniden üretimdir. Bunu basit-yeniden üretimle karşılaştırdığımızda, arada şu farkı görürüz: “Birinci durumda, kapitalist, artı-değerin tümünü har vurup harman savurur, ikincisinde ise, yalnız bir kısmını tüketip geriye kalanını paraya çevirerek burjuva erdemini göstermiş olur.” (Kapital, Cilt 1, s. 602)
Sermaye birikiminin bu koşulla ve bu nedenle ortaya çıktığı, burada kendiliğinden görülecektir. Birikim kendisini, ancak, genişletilmiş yeniden üretim sürecinde oluşturur. Sermaye birikiminin koşulu, artı-değerin bir bölümünün sermayeye dönüştürülmesidir. Ama diğer yandan da, sermaye birikimi, genişletilmiş yeniden üretimin kaynağını oluşturmaktadır.
Burada üzerinde durmamız gereken bir başka nokta daha var. O da, kapitalistin daha önce el koyduğu ödenmemiş emek aracılığıyla, daha fazla ödenmemiş emeğe el koyma olanağına sahip oluşudur. Bu, bizim örneğininizde de kendisini açıkça göstermektedir. Kapitalist, yeni işçileri satın alırken, bunu, daha önce el koyduğu ödenmemiş emek aracılığıyla yapıyordu.
Sermayenin Bileşimi
Başlıca değişen ve değişmeyen diye ikiye ayrılan sermaye, birikim sürecinde belirli değişiklikler geçirir. Bu, hem sermayenin başlıca bileşenlerinin birbirleriyle olan ilişki ve oranlarındaki bir değişim sürecini, hem de genel olarak sermayenin uğradığı değişiklikleri kapsar.
Marx, sermayenin bileşimi kavramını ikili bir anlamda kullanır ve bunu şöyle açıklar:
“Değer yönünden bu bileşim, sermayenin, değişmeyen sermaye ya da üretim araçlarının değeri ve değişen sermaye ya da emek-gücünün değeri, yani toplam ücretlerin tutarı olarak bölünme oranı ile belirlenir. Üretim süreci içindeki işlevleri nedeniyle maddi açıdan bakıldığında her sermaye, üretim araçları ile canlı emek-gücüne bölünür. Bu ikinci bileşim, bir yandan, kullanılan üretim araçlarının kitlesi ile öte yandan bunların kullanılması için gerekli olan emek kitlesi arasındaki ilişkiyle belirlenir. Ben bunların ilkine, sermayenin değer bileşimi, ikincisine teknik bileşimi diyorum. Bu ikisi arasında sıkı bir bağlantı vardır.” Cilt 1, s. 630)
Aynı yerde Marx, sermayenin değer bileşiminin teknik bileşimi tarafından belirlendiğini ve yine değer bileşiminin, sermaye bileşimindeki değişmeleri yansıttığını ve bu yüzden onu, sermayenin organik bileşimi olarak tanımladığını söylüyor. Bu yüzden de organik bileşim kavramını kullanmayı tercih ediyor.
Yeniden örneğimize dönerek bu kavramları açıklamaya çalışalım: Margarin fabrikasında, ilk başta 10 milyon lira değişmeyen sermayenin, 2 milyon lira da değişen sermayenin tutarıydı. Bu 2 milyon liranın 10 tane işçinin emek gücünün satın alınmasında kullanıldığını varsayalım. Burada 10 milyon liralık değişmeyen sermayenin 2 milyon liralık değişen sermayeye oranı, bize, sermayenin değer bileşimini verecektir. Bu oran, 10.000.000 / 2.000.000 = 5/1’dir. Bu, aynı zamanda, sermayenin organik bileşimidir.
Her işçi, her fabrikada (ya da atölyede) ya da her üretim kolunda sermayenin organik bileşiminin farklı olduğunu bilir. Kimi fabrikalarda, makinelere, hammaddelere vb. yatırılan sermaye daha büyükken; kimilerinde emek gücüne yatırılan sermaye daha büyüktür. Ya da bir üretim kolunda çok sayıda işçiye az miktarda makine vb. düşerken, bir başka üretim kolunda ise gelişmiş makinelere az sayıda işçi düşebilir. Ama kapitalist üretim sürecini bir ülke açısından bütün olarak düşündüğümüzde; bütün sermayelerin toplamının ortalamasının bileşimi, o ülkedeki toplam toplumsal sermayenin organik bileşimini yansıtacaktır.(Sermayenin organik bileşiminin, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki boyutları, yazının daha sonraki bölümlerinde gösterilecektir.)
Sermaye bileşimini tek bir fabrika açısından düşündüğümüzde, sermaye bileşiminin başlıca iki biçimde değişime uğrayabileceğini görürüz. Bunlardan birincisi, sermayenin bileşiminin aynı kalmasıdır. Birikim sürecinde, sermaye bileşiminin aynı kaldığını düşündüğümüzde, değişen ve değişmeyen sermayenin aynı oranlarda artacağını görebiliriz. Bizim örneğimize dönecek olursak; değişmeyen sermayenin 100 milyona, değişen sermayenin ise 20 milyona çıktığını varsaydığımızda, sermaye bileşimi aynı (yani 5/1) kalacak, ama sermayenin bileşenleri miktar olarak bir artış gösterecektir. Aynı şey, bir ülkenin toplam toplumsal sermayesi açısından da geçerlidir.
İkincisi ise, sermaye birikimi sürecinde, değişen sermayenin, değişmeyen sermayeye oranla azalmasıdır. Yine aynı örnek üzerinden hareket edecek olursak, değişmeyen sermayenin 110 milyona çıktığı durumda, değişen sermayenin 10 milyona çıkması gibi. Bu durumda da sermaye artmakta (12 milyondan 120 milyona çıkmakta), ancak değişmeyen sermaye daha fazla bir artış gösterirken, değişen sermaye daha az bir artış göstermektedir.
Bütün bu durumlarda değişmeyen bir şey vardır. Genişletilmiş yeniden üretim sürecinde ya da birikim sürecinde, sermaye ilişkileri yeniden üretilir. Sermayenin kendisini genişletebilmesi için sürekli olarak daha fazla emek-gücünü kendisinde toplaması gerekir. Böylece, birikim sürecinde bir tarafta kapitalistler, diğer tarafta ücretli işçiler daha fazla olarak yeniden üretilmiş olur.
Artı-değerin sürekli olarak sermayeye dönüştürülmesi, sermayenin büyüklüğünü de sürekli olarak artıyordu. Bu, başlıca iki biçimde gerçekleşebilir. Bunlardan birincisi, sermayenin yoğunlaşmasıdır. İkincisi ise, sermayenin merkezileşmesi. Sermayenin yoğunlaşması, esas olarak genişletilmiş yeniden üretimdir. Yani kapitalistin sürekli olarak el koyduğu ödenmemiş emeğin, sürekli olarak ek sermayeye çevrilmesidir. Sermayenin merkezileşmesi ise, tek tek kapitalistlere ait olan bireysel sermayelerin, daha az sayıda kapitalistin elinde toplanmasını ifade eder. Kapitalist üretim sürecinde, büyük sermayelerin daima küçük sermayeleri yok olmaya zorladığını biliyoruz. Sıkça tanık olduğumuz işyeri kapanmalarının nedenlerinden birisinin de bu olduğu açıktır. Çünkü bir kapitalistin var olmaya devam edebilmesi, varlığını güçlendirerek sürdürebilmesi için, üretim araçlarına, emek-gücü satın alabilecek belirli bir miktar değere sahip olması ve meta üretebilmesi tek başına yeterli değildir. Bunun yanında ürettiği metaları, pazarda satabilmesi de gerekir. Ama aynı türden metaları üreten onlarca kapitalist olduğunu düşündüğümüzde, kapitalistlerin metalarını satabilmesi için birbirleriyle rekabet edebilecek güce ve olanaklara da sahip olması şarttır. Bu olanaklar neler olabilir? Daha gelişmiş üretim tekniklerinin kullanılması, dolayısıyla daha seri üretim yapılabilmesi, üretim çapının genişletilebilmesi ve bunlarla birleşerek kredi vb. imkânlardan daha fazla yararlanılması bunun başlıca olanaklarıdır. Örneğin, en gelişmiş tekniklerle, alabildiğine geniş çaplı üretim yapabilen dev bir yağ fabrikasının var olduğu bir durumda, bizim küçük margarin fabrikamızın onun karşısında dayanamayacağı çok açıktır. Bundan dolayı, kapitalist üretim sürecinde, örnek olarak, böylesi dev yağ fabrikaları, sermayelerini sürekli olarak daha çok büyütme imkânına sahiplerken, küçük çapta ve büyükleri ile rekabet edemeyecek durumda olanlar ise yok olma tehdidi ile karşı karşıyadırlar. Bu durum; küçük sermayelerin, büyük sermayelerin henüz el atmadığı alanlarda yoğunlaşmasını, ama öte yandan da büyük sermaye alanlarında küçük sermayelerin emilmesinin koşullarım yaratacaktır. Böylece, kapitalist üretimin genişlemesi, toplumsal gereksinimleri artıracak, birikimin genişlemesine yol açacak ve öte yandan da sermayenin merkezileşmesinin olanaklarını ortaya çıkaracaktır.
Artık, bütün bu sürecin sonucunda görebileceğimiz bir başka şey daha vardır: Bu, kapitalist genişletilmiş yeniden üretim sürecinde, sermayenin değişmeyen kısmının, değişen kısmı aleyhine göstereceği artıştır. Kapitalist üretimin sürekli olarak genişlemesi, emeğin üretkenliğini de sürekli olarak artırıyordu. Emeğin üretkenliğinin artışının temeli, kapitalist üretim sürecidir. Ama onu belirleyen şeylerden birisi de, daha gelişmiş üretim araçlarının varlığıdır. Örneğin ilkel üretim araçlarıyla uzun sürede üretilebilecek belirli miktarda mal, çok daha gelişmiş makineler vb. aracılığıyla çok daha kısa süre içerisinde üretilebilir. Ama buradan kendiliğinden anlaşılabileceği gibi, daha gelişmiş üretim araçlarının üretimi de yine emeğin üretkenliğine bağlıdır. Çünkü onların üretilebilmesinin koşulu da emeğin üretkenlik derecesinin artışıdır. Öyleyse, genişletilmiş ölçekte üretim yapabilmek için, bir yandan hızlı, bir yandan da çok daha fazla hammadde vb. üretimi gerekmektedir. Daha çok meta üretebilmek için daha çok hammadde vb.ye ihtiyaç vardır çünkü. Ama tekniğin gelişmesi, bilimin tekniğe uygulanması aracılığıyla elde edilen gelişmiş üretim araçları, daha az miktarda bir emekle, daha fazla hammadde vb. harekete geçirebilir. Bu, sermaye birikimi sürecinin yarattığı zeminde gerçekleşme olanağı bulabilmektedir.
Demek ki, bir yandan sermaye birikimi, bir diğer yandan merkezileşme yoluyla bir araya gelen daha büyük sermayeler, hem sermaye birikimini hızlandırmakta, hem emeğin üretkenlik koşullarını artırmakta, hem de diğer şeylerle bir arada, daha az emekle daha fazla makine, hammadde vb. harekete geçirme imkânını yaratmaktadır. Bu konuyla ilgili olarak Marx’ın gerçekten çok çarpıcı bir örneği vardır: “Eğer dünya, demiryollarının yapımına yetecek kadar bireysel sermayelerin bir araya toplanmasını bekleseydi, bugün bile bu araçtan yoksun kalırdı. Oysa merkezileşme; bunu, anonim şirketlerin aracılığı ile göz açıp kapayana kadar başarmıştır.
(Kapital, Cilt 1, s. 645) (Sermayenin merkezileşmesinin, daha üst boyutlarda merkezileşmesinin de temelini oluşturacağı ve bunun, dünya ekonomisini kopmazcasına birbirine bağlayacağı koşulları yaratacağı; nitekim kapitalizmin belirli bir evresinde bunun kendini göstereceği bir gerçektir. Bunun koşulları ortaya çıktığında Lenin, kapitalizmin yeni bir evreye girdiğini tespit etmiş ve bu evrenin somut çözümlemesini yapmıştır. Bu evrenin, emperyalizm olduğu açıktır.)
Bütün bunların, basit yeniden üretimde temelleri bakımından ortaya çıkan sermaye ilişkisini de ne kadar genişleteceği ortadadır: Bir yandan üretimin alabildiğince toplumsallaşması, bütün üretim kolları arasındaki zorunlu ilişkileri güçlendirmesi, bir yandan üretimin bir yanında kapitalistleri ve karşı yanında sürekli proleterleşen emekçi kitleleri toplaması. Bu temellerde ortaya çıkan mülk edinmenin özel biçimi ve üretimin toplumsal karakteri, kapitalizmin temel çelişkisini, onun özünü ortaya çıkarmaktadır, işçi sınıfı her gün daha fazla ve daha güçlü olarak sermayenin çarklarına bağlanmakta ve bu sermayenin sahipleri olan kapitalistlerin işçi sınıfı üzerindeki kumanda kabiliyeti de artmaktadır. Sermayenin değişen kısmına yani emeğe olan talebin, değişmeyen sermayeye oranla azalması sonucu ortaya çıkan yedek sanayi ordusu, ya da işsizler ordusu, kapitalistler tarafından, kendi sınıf çıkarlarına uygun olarak kullanılırlar.

SERMAYE BİRİKİMİ SÜRECİNİN ORTAYA ÇIKARDIĞI TEMEL ÇELİŞKİLER
Kapitalist üretim süreci bir bütün olarak ele alındığında, bu üretim sürecinde farklı sermayelerin, aynı amaçla üretim sürecinde yer aldığı görülür. En büyüğünden en küçüğüne kadar bütün kapitalistler aynı ve tek bir amaç için vardırlar. Bu amaç, daha fazla sermaye birikimi ve dolayısıyla daha fazla kârdır. Ancak, irili ufaklı milyonlarca kapitalistin birlikte yer aldığı üretim sürecinde, her kapitalist, kendi çıkarlarının peşinde koşturur. Bunun için, her birinin yapacağı şey, işçi sınıfının ödenmemiş emeğine ya da artı-değere daha fazla el koymaktır. Her kapitalist, ortaya çıkan artı-değerin sürekli olarak daha fazla bir bölümünü sermayenin değişmeyen kısmına, yani üretim araçlarına ve hammaddelere vb. çevirmek ve işçi sınıfının kendi tüketimi için harcadığı kısmı ya da değişen sermayeyi sınırlamak ister. Kapitalist üretimin bu temel yasaları, onun gelişiminin yasaları olduğu gibi, bunalımının da temellerini ortaya çıkarır. Böylece, kapitalist bunalımlara yol açan ve bizzat bu üretim sürecinin içinde meydana gelen başlıca iki çelişki kendisini gösterir. Bunlardan birincisi, artı-değerin gerçekleşme sürecidir; ikincisi ise kâr oranının düşme eğilimi.
Artı-değerin Gerçekleşme Sürecinin Ortaya Çıkardığı Çelişkiler
Marx, “Artı-değer üretimi, kapitalist üretimin mutlak yasasıdır” diyordu. Üretim sürecinde, bütün olanaklar, mümkün olan en fazla artı-değerin sızdırılması için kullanılır. Bu, bütün kapitalistlerin amacı olduğu gibi, her türlü servetin de kaynağıdır, işçi sınıfının ödenmemiş emeğine el konulur, bu, metalarda maddeleştiği zaman, artı-değer üretilmiş olur. Bir bütün olarak toplam toplumsal sermayenin birikimi düşünüldüğünde, sermaye birikiminin aynı zamanda alabildiğince büyük bir miktarda artı-değer kitlesinin üretilmesine yol açtığı görülür. Öyleyse, sermaye birikim süreci, aynı zamanda artı-değer üretimi sürecidir. Ama ne var ki, bu, kapitalist üretim sürecinin bir yanıdır. Bu sürecin tamamlanabilmesi için, içinde sermayenin değişen ve değişmeyen kısımlarının yerine konması için gerekli olan bölümle, üretilmiş artı-değeri bulunduran ürünlerin satılabilmesi gerekir. Bu da, artı-değerin gerçekleşme sürecidir. O halde artı-değerin üretilme süreciyle gerçekleşme süreci birbirinden farklı şeylerdir. Yine aynı biçimde sömürü koşullarıyla, sömürülme koşulları da birbirinden ayrı, birbirinden farklı ama birbirine bağlı şeylerdir. Bizim küçük margarin fabrikamızı yeniden hatırlayalım: Bu fabrikada gerekli koşullar yerine getirilerek ilk başta 1.000 koli margarin üretilmişti. Bu 1.000 koli margarinin üretildiği an, aynı zamanda artı-değerin ve sömürünün de üretildiği andır. Ama bu artı-değerin gerçekleşebilmesi için, 1.000 koli margarinin satılması gerekir. Bizim margarin fabrikamızın sahibi olan kapitalist, bu margarini, diğer margarin üreten kapitalistlere göre daha pahalıya ürettiği için ya da başka sebeplerle satamadığında, yani ürünlerini paraya çeviremediğinde ise, artı-değer asla gerçekleşmiş olmaz. Bu fabrikada çalışan işçiler sömürülmüştür, artı-değer üretilmiştir, ama gerçekleşmemiştir.
Kapitalist toplumda, farklı sermaye yapılarına ve büyüklüklerine sahip, ama aynı amaçla ve buna uygun eylemleriyle birlikte yer alan binlerce ve milyonlarca kapitalist, aynı piyasada hareket etmek durumundadır. Bu piyasada güçlenerek var olmaya devam etmek amacıyla hareket eden bütün kapitalistler aynı yolu izlerler. Piyasanın kesin ilkesi olan rekabet savaşına dayanabilmek için sermayelerim sürekli genişletmek, bunun için değişmeyen sermayelerinde, değişen sermaye aleyhine bir büyümeyi gerçekleştirmek, bütün kapitalistler için tutulması gereken zorunlu yoldur. Üretim yöntemlerinde sürekli olarak gerçekleşen devrimlerden, kredi vb. imkânlardan yararlanabilmek için zorunludur bu. Ama bu kapitalist üretim yasası iki şeyi de beraberinde getirememezlik edemez. Bunlardan birincisi, rekabet savaşımının, daima sermaye birikimi ve merkezileşmesini ve en sonunda sermayenin sürekli olarak daha az elde toplanmasını beraberinde getirmesidir. İkincisi ise, üretim alanının sürekli olarak genişlemesinin zorunlu bir yanı, tüketim alanının sürekli olarak daralmasıdır. Çünkü sermayenin değişmeyen kısmına yatırılan miktarın, değişen kısma yatırılan miktardan hep daha önde gitmesi, kapitalistlerin, bunu ancak işçi sınıfının kendi tüketimi için ayırdıkları miktarı ya da ücretleri sınırlandırmasıyla mümkündür. Bütün bunlar, artık, kapitalistlerin iradelerinden bağımsız olarak işleyen piyasanın, denetlenemez hale gelmesine yol açar. Böyle bir mekanizma aracılığıyla işleyen sistemde; dengeler, dengesizliklere yol açar. Bu mekanizmanın belirli noktalarındaki tıkanıklıklar, bunalımların imkânlarından birisini oluşturur.
Kâr Oranının Düşme Eğilimi Yasasının Ortaya Çıkardığı Çelişkiler
Bu çalışmanın daha önceki bölümünde kârın ve kâr oranın ne olduğunu görmüştük. Kısaca hatırlayacak olursak; kâr, yaratılan- artı-değerin, sermayenin toplam miktarı içindeki kısmıdır. Kâr oranı ise, yine yaratılan artı-değerin toplam sermayeye oranıdır. Artı-değer, sermayenin değişen kısmı tarafından belirleniyordu. Kâr ise artı-değerin, toplam sermaye içindeki değişmiş halinden başka bir şey değildir.
Yine bizim margarin fabrikamıza dönelim: Orada, sermayenin değişmeyen kısmı (s) 10 milyon lira; değişen kısmı (d) 2 milyon lira; artı-değer (a) 2 milyon lira ve artı-değer oranı (a/dx100) %100 idi. Burada kâr oranı; (a/ s+d x 100) 2.000.000/12.000.000×100= %16 olacaktır.
Demek ki kâr oranı, bir yandan, artı-değer oranına, bir yandan sermayenin organik bileşimine, bir yandan da sermayenin dolaşım hızına bağlıdır. Diğer koşullar aynı kalmak üzere, artı-değer oranı ne kadar yüksekse, kâr oranı da o kadar yüksek olur. Ya da sermayenin değişen kısmının oranı ne kadar yüksekse, diğer koşullar aynı kalmak kaydıyla, kâr oranı o kadar yüksek olur.
Yukarıda, kapitalist üretimin gelişmesinin ve dolayısıyla emeğin üretkenliğindeki gelişmenin yarattığı olanaklar toplamının ve kapitalizmin temel yasalarının; toplam toplumsal sermayenin değişmeyen kısmını, değişen kısmı aleyhine çoğalttığını görmüştük. Bu durum, toplam toplumsal sermayenin genel kâr oranının düşmesine yol açar. Kâr oranının düşmesi, hiçbir kapitalistin istemediği bir şey olduğu gibi, kapitalistlerin amaçlarıyla çatışan bir şeydir de aynı zamanda. Kapitalist üretimin temel amacı olan, sermayenin kendisini genişletmesi ya da kâr amacıyla yapılan üretim ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan sermaye birikimi ve merkezileşme, aynı zamanda kâr oranını düşürücü bir işlev de görür. Ancak, yine aynı sürecin ortaya çıkardığı kimi imkânlar, kâr oranının düşmesini asla ortadan kaldırmamakla birlikte, onu frenleyici etkilerde bulunurlar:
Marx, bunları başlıca şöyle sıralar:
1) Emeğin sömürü yoğunluğundaki artış,
2) Ücretlerin, emek-gücünün değerinin altına düşmesi
3) Değişmeyen sermaye öğelerinin ucuzlaması
4) Nispi aşırı-nüfus
5) Dış ticaret (Kapital, Cilt: 3, s. 206-213)
Burada, hem konunun daha somut olarak anlaşılabilmesi, hem de dünya kapitalizminin bugünkü boyutlarının anlaşılabilmesine ışık tutabilecek kimi ipuçlarının görülebilmesi bakımından, bu etkenleri çeşitli örnekler üzerinde inceleyelim:
Bir sınıf olarak burjuvazinin eyleminin başlıca iki noktada toplandığım saptayabiliriz: Bunlardan birincisi, kendi sınıf çıkarlarını temsil eden amaçlara ulaşmaktır. İkincisi ise bu amaçlara ulaşabilmek için her türlü araçtan ve olanaktan yararlanmak. Ancak, burada gözden kaçırmamamız gereken bir şey var: Bütün bu olanaklar ve araçlar, bir yandan kapitalizmin temel işleyiş yasaları, işleyişi ve sonuçları tarafından belirlenmektedir; bir yandan da yine aynı nedenlerden dolayı ters yönde etkiler yaratmaktadır. Bu çelişki, asla gözden kaçırılmaması gereken bir şeydir.
Bunalımların temelinde, artı-değerin gerçekleşme sürecinin yarattığı çelişkilerin ve İcar oranının düşme eğiliminin bulunduğunu görmüştük. İşte, Marx’ın yukarıda belirlediği etkenlerin her biri, birbirine bağımlı olarak, kâr oranının düşmesini frenleyici, engelleyici etkilerde bulabilir. Bütün bunlar, kâr oranının düşmesini frenleyebilmek açısından birer imkândır. Bütün bu imkânlar, kapitalist gelişim süreci içerisinde ortaya çıktıkları gibi, bu gelişimin ortaya çıkardığı çelişkileri etkileyen gelişim ve ondan etkilenen bir işlev de görürler aynı zamanda.
Emeğin Sömürü Yoğunluğundaki Artış
Örneğin, emeğin sömürü yoğunluğundaki artışı ele alalım. Marx’ın el konulan artı-emek ya da artı-değerin miktarının yükseltilebilmesi için emeğin sömürü yoğunluğunun artırılması gerektiğini, bunun da başlıca iki yöntemi bulunduğunu ortaya koyduğunu görmüştük. Bunlardan birisi mutlak artı-değer, diğeri ise nispi artı-değerdi. Mutlak artı-değerde işgününün uzatılması, nispi artı-değerde ise zorunlu çalışma zamanının kısaltılması yoluna başvuruluyordu.
İşgününün uzatılması; örneğin kadın, erkek ve çocuk işçilerin günde 10, 12, 14, 16 saat çalıştırılmaları, kapitalizmin ilk ortaya çıkış dönemlerinden başlayarak epeyce bir süre, burjuvazi tarafından kullanılan bir yöntemdi. Ancak işçi sınıfı mücadelesinin gelişmesi ve belirli bir düzeye ulaşması sonucu, bu yöntem belirli bir süre sonra kullanılmaz hale geldi. Ancak uygulandığı dönemlerde bu yöntem, hem artı-değeri artırıcı bir etki yapıyor, hem de kâr oranının düşmesinin koşullarını yaratıyordu. Bunun, kullanılan aynı miktarda emek-gücüne oranla, kullanılan hammaddelerin vb. kitlesinin artmasından kaynaklandığı açıktır.
Şimdi, esas olarak, nispi artı-değer üretimi ile ilgili geliştirilen yöntemlerin nasıl karşıt yönde etkiler yarattıklarını görmeye çalışalım. Emeğin sömürü yoğunluğunu artırmanın bir biçimi olarak, gözde bir üretim tekniği var son dönemlerde: Post-Fordizm. Post-Fordizm, emperyalist dünyanın girdiği yeni bir bunalım döneminde, özellikle Japonya’da uygulanmaya başlanan bir yöntemdi. Bu sistem daha sonra Amerika başta olmak üzere birçok emperyalist ülkede ve Türkiye dâhil birçok yeni sömürge ülkede uygulanmaya çalışıldı. Sistem, özet olarak şöyle işlemektedir:
Daha önce yaygın olarak kullanılan Fordist sistemin yol açtığı aşırı makineleşme, fazla miktarda defolu ürün, yüksek stok miktarları ve kâr oranının düşmesine yol açan sonuçların engellenmesi amacıyla geliştirildi. Post-Fordizm, üretilecek her mal için, ayrı olarak tasarlanmış makineler yerine; aynı makinenin hızlı bir şekilde bir başka malı üretebilecek şekilde tasarlanması ve mikro-elektronik teknolojisinin buna uygulanması yoluyla makinelerin niteliğinde bir değişim yarattı. Makinelerin işleyiş yapısındaki değişme ve hızlarının yükseltilmesi; bunları kontrol edebilecek işçilerin çalışma temposunda ve niteliğinde de bir değişimi gerekli kıldı. Şöyle ki; işçiler artık, bütün zihinsel faaliyetleri durmuş olarak kullandıkları aynı makinenin monoton bir parçası olmaktan çıkarak sözde eğitilmiş bir biçimde farklı makineleri kullanabilir hale geldiler. (Okuyucu, bu eğitimin gerçekte sözde bir eğitim olduğunu Özgürlük Dünyası’nın 57. sayısında yayınlanan “Teknoloji, Kalifiye İşgücü ve İşgücü” başlıklı yazıda açıklandığını hatırlayacaktır.)  Bu durumda, bütün çalışma süresi boyunca hareket halinde olan, o makinenin başından diğerine koşturan, en ufak boş zamanlarda da kalite çemberi toplantılarına katılan işçiler, daha yoğun bir şekilde sömürülmeye başladılar. Bunun yanında, günlük üretim miktarları dolmadan iş tatil edilmediğinden dolayı, bu sistem, işgününün uzunluğunu da beraberinde getirdi. Bu sistemde, hem işgününün uzatılması yoluyla, hem de zorunlu çalışma zamanının kısaltılması yoluyla emeğin sömürü yoğunluğunun artırılmaya çalışıldığını görüyoruz. Ama bütün bunlar daha sonra ele alacağımız diğer şeylerde de birleşerek hangi sonuçlara yol açmaktadır? Somut bir örnek olması açısından Japonya’ya ilişkin verileri inceleyelim. Japonya’da verimlilik artışları, 1975-1992 yılları arasında Tablo 1’de görüldüğü gibi bir seyir izlemiştir.

Tablo-1
1975-84    -3,1
1985        -1,9
1986        -0,6
1987        4,5
1988        7,6
1989        5,4
1990        3,8
1991        2,1
1992        -3,9

Bunun yanında, Japon işçileri, yılda 2149 saat çalışarak gelişmiş kapitalist ülkelerdeki çalışma rekorunu ellerinde bulundurmaktadırlar. Buna, Şubat 1992’de Birleşmiş Milletler tarafından açıklanan, yıllık 10.000 işçi ölümünü de eklemek gerekiyor. (Aktaran DİSK-Ar dergisi, sayı: 15)
Yazının ilerleyen bölümlerinde kullanılacak olan verilerle birleştirildiğinde görülecektir ki, hangi yöntem ve hangi biçim altında gerçekleşirse gerçekleşsin, emeğin sömürü yoğunluğundaki artış, kâr oranının düşmesini önlememekte, ama geçici bir süre durdurabilmektedir.
Ücretlerin, Emek Gücünün Değerinin Altına Düşmesi Ve Nispi Aşırı-Nüfus
Kâr oranının düşmesinin ortaya çıkardığı sonuçları biliyoruz: Üretimde durgunluk, yatırımlarda azalma, sermayenin değer kaybetmesi ve sonuçta bunalım. Marx, bütün burjuva iktisatçılarının ve sosyal bilimcilerin aksine, emekçi nüfusun ve emekçi nüfusun çalışma ve işsizlik oranlarının kapitalist gelişmeye bağlı olarak şekillendiğini ortaya çıkarmıştı. İşte, üretimdeki durgunluk, işçilerin bir kısmının işsiz bırakır. Bununla birleşen aynı koşullar, aynı zamanda, işçilerin, ortalama ücretlerin altında çalışmaya boyun eğmesi yönünde bir baskı yapar. Böylece, ücretlerin ortalamanın altına düşmesi, aynı miktarda, kâr oranındaki azalmayı önler (ücretler değişen sermayenin miktarını temsil eder ve kâr oranı üzerinde doğrudan bir etki yaratır çünkü). Ama düşük ücretler, bir yandan da işçilerin yaşamında mutlak bir yoksullaşmayla birlikte çalışma zayıflığı ve enerji eksikliğini de beraberinde getirir. Böylece bir yandan verimlilik azalır, öte yandan da ücretlerin emek-gücünün değerinin altına düşürülmesinin yarattığı kâr oranının düşmesini frenleyici ve yavaşlatıcı etkenler, zıt yönde etkilerle beraber bunun geçiciliğini ortaya koyar. Bu bakımdan, dünyanın belli başlı kapitalist ülkelerindeki gelişmeler ve veriler, ancak bu söylenenlerin somut kanıtlan olarak sayılabilirler. Bu bakımdan 2., 3. ve 4. tablolar incelenmeye değer.
Tablo-2 İşsizlik Oranları – Kaynak: IMF 1993
ABD     Japonya     Almanya     İngiltere     Avr. Topl.
1975-84    7,7    2,2        4,8        6,4        7,3
1985        7,2    2,6        8,0        10,9        11,1
1986        7,0    2,8        7,6        11,1        11,1
1987        6,2    2,8        7,6        10,0        10,9
1988        5,5    2,5        7,6        8,1        10,2
1989        5,3    2,3        6,8        6,3        9,3
1990        5,5    2,1        6,2        5,8        8,6
1991        6,8    2,1        6,7        8,1        9,2
1992        7,4    2,2        7,7        9,8        10,2

Tablo-3 Ücret Artışları (Cari) – Kaynak: IMF 1993
ABD     Japonya     Almanya     İngiltere     Avr. Topl.
1975-84    8,3    6,1        6,8        14,3        13,4
1985        5,1    3,8        3,8        8,5        7,8
1986        4,0    2,3        5,0        8,0        5,8
1987        2,3    1,1        5,2        7,4        6,2
1988        3,9    3,2        3,9        8,0        6,0
1989        3,9    6,9        4,2        9,1        6,8
1990        5,0    6,7        5,8        9,9        7,2
1991        5,2    5,8        7,2        9,4        7,4
1992        1,7    4,2        7,0        5,7        5,9

Tablo-4 Verimlilik Artışları
ABD     Japonya     Almanya     İngiltere     Avr. Topl.
1975-84    1,9    3,1        3,5        2,6        3,7
1985        2,3    1,9        3,6        2,5        3,5
1986        4,3    -0,6        1,0        3,8        2,1
1987        4,1    4,5        1,9        5,4        3,9
1988        4,1    7,6        4,2        5,4        5,2
1989        0,5    5,4        3,3        4,3        3,6
1990        2,5    3,8        3,5        1,3        1,8
1991        2,0    2,1        2,8        1,6        1,7
1992        2,2    -3,9        1,4        3,7        2,1

Bu tablolardan da görüleceği gibi, dünyadaki belli başlı emperyalist kapitalist ülkelerde, işsizlik oranlarının artışı, ücretlerin düşmesi ve verimlilikteki azalma el ele gitmektedir.
Değişmeyen Sermaye Öğelerinin Ucuzlaması
Kapitalist gelişim sürecinde, emek üretkenliğinin gelişimine bağlı olarak, değişmeyen sermaye öğelerinde bir ucuzlama meydana gelebilir. Bir başka ifadeyle, değişmeyen sermayedeki artışla, onun değerindeki artış el ele gitmez. Örnek olsun: Otomobil üretiminde mikro-elektronik vb. yeni teknolojilerin uygulanmasıyla birlikte, üretim hızı çok daha fazla artar. Ama üretimde kullanılan demir, çelik, plastik, diğer petrol ürünleri vb. hammaddelerin fiyatı değişmemiştir ya da çok az değişmiştir. Bunun yanında, üretimde kullanılan makinelerin değeri de, -ilk uygulanmaya konulduğu dönemler dışta tutulacak olursa- emeğin üretkenliğindeki gelişmeye bağlı olarak azalmıştır. Bunlar, kâr oranının düşmesini denetim altına alan bir işlev görmekle birlikte, yasanın bir eğilim olarak işlemesini tamamen engelleyici bir rol oynamaz. Değişmeyen sermaye öğeleri ucuzlamakla birlikte, sermaye birikiminin ilerlediği yol değişmemiştir. Dolayısıyla, organik bileşiminin değişen sermaye aleyhine gelişimi de.
Dış Ticaret Ve Hisse Senetli Sermaye
Dış ticaretin gelişmesi, kapitalist gelişmenin ilk temellerinden birisiydi. Ama kapitalizmin gelişmesi de dış ticaretin gelişmesinin önünü açtı. Bu, kapitalizmin ve sermayenin iç zorunluluğu haline geldi. Marx, “Sermaye eğer dışarıya gönderiliyorsa, bu, mutlaka içerde kullanılmadığı için değil, dış bir ülkede daha yüksek bir kâr oranı ile kullanıldığı içindir” derken, dış ticaretin sermaye ve kapitalizm açısından neyi ifade ettiğini ortaya koymaktadır.
Dış ticaret, kâr oranının düşmesini engelleyebileceği gibi, onu yükselten bir rol de oylayabilir. Bunun altında yatan temel neden, özellikle geri kalmış ülkelerde, daha geri üretim koşullarında üretilen metalarla yapılan rekabetten kaynaklanır. Bir ürünü çok daha gelişmiş tekniklerle üreten bir ülke burjuvazisi, kendi ülkesindekinden ya da başka gelişmiş ülkelerinkinden daha ucuza olsa bile, bu ürünü, geri kalmış ülkelere değerinin üzerinde satabilir. Bunun yanında, buralardan ihtiyaç duyduğu, hammadde vb. şeyleri ucuza alabilir.
Kapitalist gelişmenin son ve en yüksek aşamasının emperyalizm olduğunu ortaya koyan Lenin, dış ticaretin bu koşullarda belirli farklılıklar gösterdiğini açıklamıştır. Lenin, sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesinin, bütün iktisadi yaşantıyı tayin edecek olan tekelleri ortaya çıkardığını göstermiştir. Dolayısıyla kapitalizmin bu son ve ölümcül aşamasında, dış ticarette tekellerin belirleyici bir rolü vardır. Artık tekeller tarafından gerçekleştirilen dış ticaret, başlıca iki biçimde sürdürülmektedir. Serbest rekabetin egemen olduğu kapitalizm koşullarındaki meta ihracının yanı sıra artık, sermaye ihracı belirleyici bir önem kazanmıştır. Bu, başlıca iki biçimde gerçekleşmektedir. Bunlardan birincisi üretici sermaye ihracıdır. Üretici sermaye ihracı; emperyalist ülke ve tekellerin bağımlı ve geri kalmış ülkelere yaptıkları yatırımları ve emperyalist ülkelere yaptıkları yatırımları kapsamaktadır. Bunu açıklaması bakımından şu örnekler çarpıcıdır:
Tablo 5, üretimin uluslararasılaşmasının hangi boyutlara ulaştığını göstermektedir.

DÖRT KITADA ÜRETİM – Tablo 5: Kaynak: İktisat Dergisi, sayı: 348
‘80’li Yılların Sonlarında Volkswagen Golf Üretiminde Kullanılan Parçalar
Fransa    Kalorifer, Klima, Elektrik parçaları, Kauçuk, Metal rulman, Su hortumları, Soğutucu, Çelik, Lastik, Tampon, Döşeme, Radyatör
İngiltere     Katalizatör, Alüminyum, Kauçuk borular, Çelik Piston
İsviçre        Elektrik parçaları, Yapıştırıcı, Yalıtım maddesi, Plastik parçalar
Avusturya     Galvaniz, Elektrik parçaları, Plastik parçalar, Vites, Kemer, Akü, Radyo, Lastik
İtalya        Cam, Vidalar, Alüminyum, Elektrik parçaları, Piston
Hollanda     Çelik, Tekerlek, Döküm parçalar
İsveç         Çelik, Rulman, Plastik parçalar
Kanada     Taşıyıcı, Katalizatör, Jant, Akü
Macaristan     Ampul, Alüminyum, Döküm, Nikelaj, Rulman
İspanya     Lastik, Akü, Döküm parçaları
Portekiz     Radyo,  Suni deri, Contalar
Japonya     Klima parçaları, Radyo, Motor parçaları
G. Afrika     Karoseri, Mangan metali
Meksika    Motor parçaları, Taşıyıcılar, Stabilizatörler, Arka takımlar, Karoseri parçaları
Brezilya    Şanzıman, Amortisör, Motor Kapağı, Piston, Dişliler, Vites
ABD        Klima parçaları, Elektrik parçaları, Kablolar, Kompresörler, Direksiyon
Diğer Ülkeler    Belçika, Danimarka, Finlandiya, Norveç, Lüksemburg

Öte yandan, uluslararası en büyük tekellerden birisi olan Siemens’in üretimde kullandığı 55.000 parçanın hangi yollardan geldiğinin takip edilmesi bile oldukça güçtür. Çünkü Siemens, 137 ülkede, 87 yan kuruluşu ile birlikte faaliyetini sürdürmektedir. (Aktaran, agd. sf. 54)
Yine aynı dergide, verilen bir başka örnekte şöyledir: Mısır’da ekilen, Türkiye’de iplik haline getirilen, Hindistan’da dokunan, İtalya’da stili verilen, Güney Kore’de dikilen ve oradan tüm dünyaya gönderilen milyonlarca ton pamuklu mal, tüketiciye ulaşmaktadır.
Borç verilen sermaye ise, diğer ülkelerin devletlerine, bankalarına ya da başka kuruluşlarına verilen kredi biçiminde gerçekleşir. Bunalım ortamında yatırımların yavaşladığını, giderek durma noktasına doğru daraldığını görmüştük. Bu durumda, üretken yatırımlara yöneltilemeyen para-sermaye, kredi biçiminde azgelişmiş ülkelere yöneltilmektedir. Yine aynı nedenle, ihracat yapamaz duruma gelmiş olan azgelişmiş ülkeler ise, kredi almaya yönelirler. Kâr oranının düşmesini engelleyici etkenler, bir yandan da sermaye birikimi sürecini hızlandırır. Öte yandan da, bu, yine değişmeyen sermayeye oranla, değişen sermayenin azalmasına yol açarak, kâr oranının düşmesini çabuklaştırır.

Tablo-6: Kaynak: Petrol-iş ’92 Yıllığı Sf. 565
AT’de Organik Kompozisyon – Çalışan Başına Sermaye Stoku, 1960=100
1967    130,6        1972    158,9        1977    186,8        1982    215,2
1968    136,1        1973    164,1        1978    191,2        1983    221,8
1969    140,7        1974    170,0        1979    195,3        1984    226,6
1970    146,1        1975    176,4        1980    200,7
1971    152,5        1976    182,1        1981    208,2

Tablo 6’daki, çeşitli emperyalist ülkelerdeki sermaye bileşiminin değişen sermaye aleyhine nasıl değiştiğini göstermektedir.
Bütün bu çelişkiler, kapitalist bunalımın temelinde yatan çelişkilerdir. Artık kısaca tanımlayabilme imkânına sahip olduğumuz kapitalist bunalım şöyle tarif edilebilir:
Sermaye birikiminin hızlı olduğu canlılık dönemlerinde, yatırımlar artar, daha fazla emek harekete geçirilir, yeni yatırım alanları ortaya çıkar, kapitalistler yeni üretim dallarına yönelirler. Ancak bütün bunların koşulunu yaratan kapitalist üretimin genişlemesi, bir süre sonra kendi çelişkilerini açıkça hissettirir. Sermaye birikimi ve merkezileşmesi ilerlemiş ve daha fazla emek gücü harekete geçirilmiştir. Ancak harekete geçirilen makineler, hammaddeler vb.lerin kitlesi, harekete geçirilen emeğe oranla daha çok artmıştır. Bu durum, kâr oranının düşme eğilimini hızlandırmış, bununla birlikte tüketim alanını alabildiğince daraltmıştır. Daha fazla kâr için elinden gelen hiçbir şeyi ardına koymayan kapitalistler, şimdi hiç istemedikleri bir durumla karşı karşıyadırlar. Artık kapitalistler için yeni yatırımlar yapmak, cazip değildir. Sermayenin ve her türlü ürünün, aşırı-üretimi gerçekleşmiştir. Kapitalistlerin depolarında mallar birikmiş, ancak emekçiler tarafından alınamaz hale gelmiştir. Yeni yatırımlar zayıfladığı ve üretim kapasitesi düştüğü için işçiler kitleler halinde işsizliğe sürüklenmiştir. Canlılık dönemlerinde sermaye tarafından harekete geçirilen milyonlarca işçi, şimdi yine sermaye tarafından sokağa atılmıştır. Böylece bunalımlar, burjuvazi ve proletarya arasındaki sınıf ilişkilerini ve çelişkilerini daha kesin olarak gözler önüne serer: Bir yanda kapitalistlerin depolan ağzına kadar doluyken sefalet içinde daha fazla yakınlaşan emekçi kitleler vardır; öte yanda kendi aralarındaki çelişkiler keskinleşmekle birlikte emekçi kitlelere karşı birleşen burjuvalar.
Marx, “Bunalımlar, daima, mevcut çelişkilerin ancak geçici ve zora dayanan çözümleridir.” diyor. Burjuvazi açısından bunalımlardan çıkış yolu, gerçekten, ortaya çıkan çelişkili ortamın zora dayanan çözümüne dayanır. Kapitalistler, bir yandan kendi aralarındaki çatışmayı sonuçlandırmak üzere harekete geçerken, öte yandan birleşik bir sınıf olarak bunalımın bütün yükünü proletaryanın üzerine yıkmak üzere harekete geçerler. Tıkanmış bulunan bütün kanalların, yolların ve mekanizmaların yeniden açılması için her türlü zor ve insanlık dışı yöntem, burjuvazinin biricik silahı haline gelir. Ne var ki; “Kapitalist üretimin gerçek engeli, sermayenin kendisidir, işte bu sermaye ve onun kendini genişletmesidir ki, üretimin hem çıkış ve hem de sonuç noktası, hem itici gücü, hem amacı olarak görünür; üretim, yalnızca sermaye için üretimdir. (…) Kapitalist üretim, sürekli olarak, kendi niteliğinden gelen bu engellerin üstesinden gelmeye çalışır, ama bunu ancak, bu engelleri tekrar kendi yoluna ve hem de daha heybetli ölçekte koyarak becerir.”  (Kapital, Cilt 3, s. 221)
Krizin, eski Yunancadaki kelime karşılığının “karar verme anı” olduğu söylenir. Kapitalistlerin krizin çözümüne ilişkin olarak verecekleri kararlar açıktır: Çelişkilerin geçici ve zora dayanan çözümü. Proletaryanın devrimci eylemi ve onu yönetebilecek güçlü bir organizasyonun yokluğunda, bunalım, burjuvazinin kendini yeniden üretebilmesinin bir imkânıdır. Proletaryanın kararları da açık olmak durumundadır: Çelişkilerin kesin ve zora dayanan çözümü. Üretici güçlerin gelişmesinin önünde engel hale gelen kapitalist üretim ilişkilerinin yerle bir edilmesi, ancak böyle mümkündür çünkü. Böylece bunalım, aynı zamanda devrimin de bir imkânıdır: Eğer devrimi yönetebilecek güçlü, Bolşevik bir organizasyon varsa.

* * *
Bunalımlara yol açan temel çelişkiler ve sebepler bunlar olmakla birlikte, her bunalımın kendi özgün gerçekleşme koşullarının bulunduğu asla unutulmamalıdır. Her bunalım, gerçekleştiği dönemin başka çelişkileriyle birleşerek ve iç içe geçerek oluşur. Bunlar, en genel anlamda; sınıflar arasındaki güç ilişkilerinin değişimi; emperyalistler ve emperyalist devletlerarasındaki ilişkilerin gelişim doğrultusu ve emperyalist kapitalist ülkelerle azgelişmiş ülkeler arasındaki sermaye ve sınıf ilişkilerinin koşulları olarak sıralanabilirler. Bütün bunların ayrıntılı ve zengin bir tahlili, dergimizin 66. sayısında yayınlanan “Emperyalizmin Sertleşen Çelişkileri Ve Devrim Ve Sosyalizmin Olgunlaşan Koşulları” başlıklı yazıda ortaya konulmuş bulunmaktadır.

Ağustos 1994

LOCARNO’DAN SALDIRMAZLIK PAKTI’NA DİPLOMASİ SAVAŞI

İçinde yaşadığımız aylar; İkinci Dünya Savaşanın en önemli olayları sayılan Normandiya Çıkartması, Nazi-Sovyet Saldırmazlık Paktı, Faşist Almanya’nın sosyalist Sovyetler Birliği’ne saldırısının yıldönümü olma özelliği taşıyor. Bu üç olaydan özellikle Normandiya Çıkartması ve Nazi Almanyası ile Sovyetler Birliği arasında yapılan saldırmazlık antlaşması emperyalist burjuvazi ve medyası tarafından üzerinde en fazla spekülasyon yapılan ve sosyalizme saldın malzemesi olarak kullanılan konular arasında yer alıyor. Normandiya Çıkartması, yıllardan beri faşist Almanya’nın yenilgiye uğratılmasında belirleyici ve en büyük darbe olarak yansıtılırken, Nazi-Sovyet Saldırmazlık Paktı antlaşması konusunda hayali birçok belge yayınlanır ve İkinci Dünya Savaşı’na yol açan bir antlaşma olarak yansıtılır. Bu antlaşma ile Hitler ve Stalin’in Avrupa’yı nasıl paylaştıkları üzerine hayali haritalar “ele geçen gizli belgeler” olarak Batı medyasının önemli dergilerinde yayınlanır.

ANTLAŞMA ÖNCESİ İKİ KUTUP ARASI DİPLOMASİ SAVAŞI
Birinci Emperyalist Savaşla yenilgiye uğrayarak paylaşım sofrasından ayrılmak zorunda kalan Alman tekelci burjuvazisi, emperyalistler arasındaki eski yerini almanın yolunu Nazi Partisi’ni iktidara getirerek bulmuştu. Ülkede kurulan faşizmle birlikte içerideki bütün muhalefet odakları ezilmiş, Nazi Partisi dışındaki bütün partiler kapatılarak binlerce komünist, ilerici ve demokrat toplama kamplarına doldurularak yok ediliyordu. Ülkede, “siyasal istikrarı” sağlayan Alman burjuvazisi, gözünü çok geç kaldığı dünyanın paylaşılmasına dikebilirdi. Fakat artık dünyada sömürgeciliğin eline geçmeyen tek bir toprak parçası kalmamıştı ve bunların elde edilmesi başka emperyalist güçler ile hesaplaşmadan mümkün değildi. Üstelik Birinci Emperyalist Savaş’ta ayaklarına takılan Versailles zinciri, Alman burjuvazisinin, bu amaçlarını gerçekleştirmesine engel oluyordu. Önce önündeki bu engelden kurtulması gerekiyordu. Birinci Emperyalist Savaş’ın galipleri ile Almanya arasında yapılan Versailles Antlaşması, bu galibiyetin meyvelerinin galipler lehine paylaştırılmasını sağlarken, aslında yeni büyük bir savaşın da haberciliğini yapıyordu.
Birinci Emperyalist Savaş’ın sonunda dünyada büyük bir değişiklik daha olmuştu. Tarihin ilk sosyalist devleti olan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği kurularak, dünyanın altıda biri sosyalizm altında yaşamaya başlamıştı. Genç Sovyet Cumhuriyeti, kendisini yıkmak isteyen emperyalistler ve onların yerli işbirlikçilerinin planlarını uzun süren bir iç savaştan geçerek bozduktan sonra, Stalin’in önderliğinde sosyalizmin inşasına girişmişti. Dünyanın bu ilk sosyalist devleti, dört bir yanı kendisini yıkmak isteyen emperyalist devletler ile çevrili olarak sosyalizmi inşa etmeye başlamıştı. Bu inşanın gerçekleştirilmesinin, bu ilk sosyalist devletin yaşaması açısından büyük bir önemi vardı. Çünkü SBKP ve onun önderi Stalin açısından, bir emperyalist savaş er geç patlayacaktı ve genç Sovyet Cumhuriyeti bu savaşın hedefleri arasında olacaktı. Hele Almanya ve İtalya’da kurulan faşist partiler, en önemli amaçlarını, komünizmi dünyadan silip atmak olarak belirledikten sonra, bu kaçınılmazdı. Stalin ikinci bir emperyalist savaşın kaçınılmaz olduğunu, daha 1925’te Locarno Antlaşması ile ilgili yazdığı bir yazıda açık olarak dile getirmişti. Locarno, aynı zamanda, Sovyetlere karşı girişilecek bir haçlı savaşının ilk belgesiydi. Ve antlaşma esas olarak “Batı Avrupa uygarlığını tehdit eden Bolşevizm’e” karşı, Avrupa’nın emperyalist ülkelerinin aralarındaki çelişkileri gidererek, bu tehlikeye karşı birleştikleri bir platform oldu. Ama Locarno ile çelişkiler azalmak yerine daha da arttı. İsviçre’nin Locarno şehrinde 1925’te yapılan antlaşmaya İngiltere, Fransa, Almanya, Belçika ve İtalya dışişleri bakanları katıldı.   Almanya, Versailles’ten bu yana ilk defa Alman sorunu üzerine yapılan bir konferansa suçlanan taraf olarak değil, önceki düşmanları ile aynı haklara sahip bir devlet olarak katılıyordu. Amaçlanan ise, Sovyetler Birliği’ne karşı bütün Avrupa devletlerinin birliğini sağlamaktı. Bu yüzden aralarındaki sorunların “halledilmesi” gerekiyordu. Yeniden güçlenmeye çalışan Alman burjuvazisi ise, diğer emperyalist devletlerin de korkulu rüyası olan Bolşevik tehdidinden yararlanarak Versailles’le önüne konan bazı engelleri kaldırmaya çalışıyordu. Alman Dışişleri Bakanı Streseman’ın Locarno’da söyledikleri bu durumu çok açık olarak gösteriyordu. “Almanya SSCB’ne karşı girişilecek bir eylemde rol alacaksa, büyük bir orduya ihtiyacı var. 100.000 güçlü Reichwehr bu amaç için yetersizdir.” (20. Yüzyıl Tarihi. V. M. Turok, Locarno, s. 573) Çünkü Versailles Antlaşması ile Almanya’nın silahlı gücü 100 bin kişi ile sınırlandırılmıştı. Dün, Almanya ile büyük bir savaş yaşayan Fransa, İngiltere ve diğer Avrupa devletleri, sosyalizm tehlikesi karşısında Alman savaş makinesini, genç Sovyet Cumhuriyetine karşı kullanmak için tekrar diriltiyorlardı. Bu arada Sovyetler Birliği de emperyalistler arasındaki çelişkilerden, o güne kadar, sürekli yararlanmıştı. Almanya ile diğer emperyalist burjuvaziler arasındaki çelişkilerden yararlanan Bolşevik Partisi, Almanya ile 1918’de Brest-Litowsk barışını yapmış, hatta bazı Alman subayları Kızıl Ordu’nun kurulmasında eğitmen olarak görev yapmışlardı. Bu durum, diğer emperyalist burjuvazileri rahatsız ediyordu. Bu tutumla birlikte Sovyetler Birliği’ne karşı savaş ve ona karşı kurulacak blok, konferans kayıtlarına açık bir şekilde yansımıştı. Fransa Dışişleri Bakanı Briand, Alman delegasyonuna hitap ederken şöyle diyordu: “Seçmek gereklidir. Bir ayağınız Cemiyet-i Akvam’da, öteki ayağınız ise aynı zamanda Cemiyet’e düşman bir kampın içinde olamaz… Bay Stresemann, Sovyetlerin açması muhtemel bir savaşın getireceği tehlikeleri ve bunun bizi nerelere götüreceğini bilmek zorundadır. Almanya, Batı uygarlığının yıkılışını kolları bağlı seyredebilir mi?” (a.g.e. s. 573) Böylece Hitler’in iktidara gelişinden çok önce, daha 1925’te Batı burjuvazilerinin izleyeceği çizgi belli olmuştu: Alman burjuvazisini Sovyetler Birliği’ne yöneltmek… Böylece hem komünizm belası def edilecek, hem de Alman tekelci burjuvazisinin istekleri karşılanarak “bir iç çatışmadan” kurtulunacaktı. Locarno’dan, İkinci Dünya Savaşı’na kadar bütün diplomatik manevraların temel hedefi bu olmuştur. Locar-no ile, Almanya, tekrar Avrupa topluluğuna dahil edilmiş, batı sınırları değişmez hale getirilmiş, ve en önemlisi Alman burjuvazisi, Versailles’de kurulan sistemi sarsarak Almanya’nın yayılmasının koşullarını hazırlamıştı. Locarno imzalandıktan sonra, zamanın medyası bu antlaşmayı Avrupa’da savaş tehlikesini kesinlikle uzaklaştıran bir belge olarak yansıtmıştı. Oysa Stalin’in şu sözleri ikinci bir savaşın çatışma noktalarını kesinlikle gösteriyordu: “Almanya’nın, Silezya ve Danzing’i; Ukrayna’nın, Galiçya ve Batı Volhynia’yi; Belorusya’nın, batı bölümlerini; Litvanya’nın ise Vilno’yu kaybetmesini tasdik eden Locarno’nun akıbeti… Fransa’nın Alsas Loren’i kaybetmesine yol açan… eski Fransız-Alman antlaşmasından farklı olmayacaktır… Locarno, yeni bir Avrupa savaşı tehlikesiyle yüklüdür.” Aynı yıllarda Troçki’nin, gelecekteki bir savaşın Amerika ile İngiltere arasında olacağını söylediğini düşünürsek, bunun ne kadar büyük bir öngörü olduğunu görürüz. (Isaac Deutscher, Stalin Biyografisi, cilt II, s. 169) sosyalizme karşı bir barikat kurmak için Alman tekelci burjuvazisine karşı tavizler veren Locarno Antlaşması, daha sonra yapılan Münih Antlaşması’nın da yolunu açtı. Locarno, bir bakıma Münih Antlaşması’nın bir ön taslağı sayılabilir. Ancak Alman tekelci burjuvazisinin istekleri diğer emperyalist devletlerin ona verdiği tavizlerle tatmin olacak türden değildi.
Alman burjuvazisine verilen tavizler, Locarno ile başladı, otuzlu yıllardan sonra gelişen olaylar ile daha da belirginleşti. Çünkü emperyalistler açısından, Churchill’in de çok iyi ifade ettiği gibi, “bir tercih yapılacaksa faşizm tercih” edilecekti. Bu durum, İspanya İç Savaşı’nda saldırıya uğrayan İspanyol Cumhuriyeti’ne karşı takınılan tavırda açık olarak ortaya çıkmıştı. Şubat 1936’da İspanya’da, halk cephesi güçleri, yapılan seçimlerde büyük bir başarı elde ederek hükümeti kuruyorlardı. 18 Temmuz 1936’da ise, arkasında faşist Almanya ve İtalya’nın olduğu bir askeri darbe girişimi gerçekleşiyordu. Bu askeri darbe girişimi, başlangıçta bastırılmış, ayaklanmalar birçok yerde yenilgiye uğratılmıştı. Ayaklananların başlangıçtaki önderi General Sanjurjo öldürülmüş, Falanjistlerin önderlerinin birçoğu ya kurşuna dizilmiş ya da hapse atılmıştı. Ancak Cebelitarık’ı aşarak Endülüs’e giren General Franco önderliğindeki orduya ve diğer generallere Mussolini ve Hitler açık bir destek vermişlerdi. Hitler, uçak ve asker yollayarak Franco’nun Afrika ordusunun Cebelitarık’ı geçmesini sağladı. Bu savaşta Franco’nun yanında elli Alman ve üç yüz bin’e yakın İtalyan askeri savaştı. Ayrıca Almanya’nın İkinci Dünya Savaşı’nda kullanacağı bütün modern silahlar bu savaşta denenerek binlerce insan öldürüldü. Guernica, Alman savaş uçakları tarafından yerle bir edilerek binlerce sivil öldürüldü.
Generaller, dönemin bütün faşist devletlerinden; Portekiz’in Salazar’ından, İtalya’nın Mussolini’sinden ve Hitler’den, hatta Amerikan petrol şirketi Texas Oil Company’den destek alırken, İspanyol Hükümeti, SSCB ve dünyadaki komünist partiler dışında hiç bir devletten destek almadı. Fransa ile İspanyol hükümeti arasında bir yardım antlaşması olduğu halde Fransa hiçbir yardımda bulunmadığı gibi faşist devletlerin buna uymayacağını bildiği halde Avrupa devletlerini ispanya’ya yardım etmemeye çağırdı. Bu çağrıyı İngiltere de destekleyince zaten çok az olan yardım tümüyle kesildi. Bu, İspanya’yı faşizmin eline terk etmek demekti. Ve bu, Batı burjuvazilerinin komünizm korkusu yüzünden yapıldı. Sovyetler Birliği ise, yardımı Akdeniz üzerinden ulaştırmaya çalışıyor, ancak bu, Akdeniz’deki İtalyan denizaltıları yüzünden güçlükle gerçekleşiyordu. Bu askeri yardımın yanı sıra İspanya’da savaşmak için uluslararası tugaylar oluşturuldu. Ve değişik ülkelerden otuz bine yakın komünist, devrimci, İspanya’da savaştı. Buna rağmen İspanyol Cumhuriyeti yalnız bırakıldığı için yıkıldı. Ve kırk yıl süren Franco diktatörlüğü başladı. Ancak İspanya İç Savaşı’nda savaşan bu devrimciler kuşağı daha sonra kendi ülkelerinde Alman işgaline karşı savaşın örgütleyicileri oldular. İspanya yenilmişti ama bu savaşta edindikleri deneyimleri kendi ülkelerine taşıyan Arnavutluk, Yunanistan, Yugoslavya, Bulgaristan, Fransa ve İtalya’dan binlerce komünist kendi ülkelerinde antifaşist savaşın önderleri ve örgütleyicileri oldular. İspanyol Cumhuriyeti yıkıldıktan sonra ise, iktidarı ele geçiren Franko faşizmini ilk tanıyanlar arasında Almanya ve İtalya’nın yanı sıra Fransa ve İngiltere de vardı. Bu tutum savaş öncesi dönemin iki büyük devleti Fransa ve İngiltere’nin tercihlerini gösterir. Seçimle gelmiş yasal bir hükümete İspanya’nın içişlerine karışmama adı altında üstelik aralarında bir yardım antlaşması olduğu halde destek vermeyen bu devletler, daha sonra ayaklanan generaller ile ilişkiye geçmekte tereddüt etmediler.

MÜNİH ANTLAŞMASI: SOVYETLERE KARŞI BAŞLATILMAK İSTENEN HAÇLI SAVAŞININ DORUK NOKTASI
Alman faşizminin hak iddia ettiği sıcak bölgeler; Polonya’da denize ulaşımı sağlayan Danzig Koridoru, Fransa’da Alsas Loren Bölgesi ve Çekoslovakya’nın nüfusunun büyük bir çoğunluğu Alman olan Südeten Bölgesi’ydi. Batı burjuvazileri açısından, Alman militarizmini doğuya çevirme stratejisi bir kere belirlendikten sonra, Avrupa’da kendileri ile Alman burjuvazisi arasındaki bu pürüzleri, sıcak bir çatışmaya yol açmadan halletmek gerekiyordu. Münih Antlaşması, bu pürüzleri ortadan kaldırmak ve Alman militarizmini, Hitler’in daha iktidara gelmeden önce Alman ulusunun yaşaması için “hayat alanları” olarak tanımladığı “Sibirya ve Ukrayna”ya, yani Sovyetler Birliği’ne yöneltmek için yapılmıştı. Doğu Avrupa’nın bu ihtilaflı bölgeleri ise iki büyük emperyalist ülkenin, Fransa ve İngiltere’nin etkisi altındaydı. Çekoslovakya Fransa’ya, Polonya ise İngiltere’ye bağlı yan sömürge ülkelerdi. Ve bu ülkeler ile güvenliklerini garanti eden anlaşmalar yapılmıştı. İngiltere Polonya’nın, Fransa ise Çekoslovakya’nın güvenliğini garanti etmişti. Sovyetler Birliği ise kendisine yönelecek bir Alman saldırısının, Almanya’nın bu ülkelere saldırmasından sonra gerçekleşeceğini biliyordu. Bu yüzden, Çekoslovakya ve Fransa ile karşılıklı antlaşmalar yapmıştı. Bu antlaşmalar, Sovyetler Birliği’nin, başından itibaren, Alman emperyalizmini karşı tutumunda ne kadar ciddi olduğunu gösterir. Fransa’nın S. Birliği ile yapmış olduğu antlaşmaya göre; Çekoslovakya bir saldırıya uğradığı takdirde önce Fransa, ardından S. Birliği Çekoslovakya’ya yardıma gidecekti. Yani Almanya’ya karşı bir savaşa girilecekti. Sovyetler Birliği, bununla da kalmamış Çekoslovakya ile ayrı bir antlaşma imzalayarak, eğer Çekoslovakya hükümeti isterse, bir saldırıya uğradığı takdirde Sovyetler Birliği’nin yardım edeceğini taahhüt etmişti.
Fakat dönemin iki büyük devleti Fransa ve İngiltere, hâlâ bir takım tavizler ile Almanya’nın Batı ile sorunlarının halledileceğini umarak, yaklaşan savaşın bir Rus-Alman savaşı olmasını istiyorlardı. Bu yüzden kendi uşakları olan Polonya ve Çekoslovakya hâkim sınıflarına olan taahhütlerini dahi çiğnediler. Hitler ise, bu ülkelerin politik manevralarını çok iyi anlamıştı ve bundan sonuna kadar yararlanmayı başardı. Münih Konferansı’na giden yol, 24 Nisan 1938’de Alman azınlığın lideri Heinlein’in Hitler’in isteği ile Südeten Almanları için muhtariyet istemesi ile başladı.
Ardından Almanya, Bohemya yakınlarındaki Çekoslovakya sınırına Alman birlikleri gönderdi. Bunun karşısında ise Çek hükümeti ülkede genel seferberlik ilan etti. Karşılığında Hitler de seferberlik ilan etti. Bu durumda Çek Hükümeti, Almanya’nın işgal için kararlı olduğunu anladı.
Şimdi sıra kendisine taahhütlerde bulunan Fransa’daydı. Ancak Fransa ve İngiltere taahhütlerini yerine getirmediler. Fransa, aralarındaki coğrafi uzaklığı öne sürerek Çek Hükümeti’ne yardım edemeyeceğini bildirdi. Oysa bu coğrafi uzaklık, Çekoslovakya ve Fransa arasında bir karşılıklı yardım antlaşması imzalandığında da vardı. Bu arada Sovyet Hükümeti, Fransa yardıma gelmese bile kendisinin buna hazır olduğunu sık sık Çek Hükümeti’ne hatırlattı. Ama sağcı bir yapıya sahip olan Çek Hükümeti, buna cevap vermedi. İlginç bir gelişme de bu sırada yaşanmıştı. Fransa ve İngiltere’nin müttefiki durumundaki Romanya ve Polonya bir açıklama yaparak, Çekoslovakya’ya yardıma gitmek için kendi topraklarından geçmeleri zorunlu olan Sovyet ordularının geçişine izin vermeyeceklerini açıkladılar. Ardından Romanya, bütün havacılık kurallarına uygun olarak Çekoslovakya’ya yardım götürmekte olan altı Sovyet uçağının kendi hava sahasından geçmesini bir ültimatom ile protesto etti.
Çekoslovakya, kendi dostları tarafından ihanete uğramış ve büyük devletlerin diplomasi oyunlarının basit bir piyonu olduğunu anlamıştı. Bu arada Chamberlain, Hitler ile iki görüşme yaparak Çekoslovakya’nın ikna edileceğini garanti etmişti. Bunun üzerine 28 Eylül’de Hitler saldın planlarını yirmi dört saat erteledi. 29 Eylül 1938’de ise Münih Konferansı başladı. Konferans’a, İngiltere, Fransa, İtalya ve Almanya katılmıştı. Çekoslovakya’nın katılmasına bile gerek görülmeyen konferanstan Südeten Almanları’nın bölgesinin Almanya’ya verilmesi karara bağlanmıştı. Konferansın ardından, Çekoslovakya’nın bu bölgesi işgal edildi. Altı ay sonra ise Alman birlikleri, Prag’a doğru ilerleyerek ülkenin tamamını işgal ettiler. Alman emperyalizmi, Çekoslovakya’nın bir bölgesinin işgal edilmesini onaylayanların, ülkenin tamamının işgal edilmesine ses çıkarmayacaklarını biliyordu. Stalin ise, bu antlaşmanın ne anlama geldiğini antlaşma üzerine söylediği şu sözlerle açıklamıştı: “Çekoslovakya’nın bazı bölgelerinin Almanya’ya verilmesinin, Almanya’nın Sovyetlere karşı savaşa girişmesinin bedeli olduğu düşünülebilir. ” (Stalin Biyografi. Isaac Deutscher. s. 193)
Ancak başta da söylediğimiz gibi, Alman emperyalizminin istekleri önüne atılan kırıntılar ile giderilecek türden değildi. O, dünyada, İngiliz emperyalizminin yerini almak ve eski sömürgelerine kavuşmak istiyordu. Şüphesiz, diğer emperyalist devletler, Alman emperyalizminin çıkarları ile kendi çıkarlarının çatışabileceğini biliyorlardı. Onlar, bu yüzden bir yandan Alman emperyalizmini Sovyetler Birliği’ne yöneltip onun isteklerinin bir kısmını tatmin ederek böyle bir çatışmayı önlemek isterlerken, bir yandan da, bir savaşın çıkması durumunda, Sovyetler Birliği’ni kendi yanlarında görmek istiyorlardı. Yani, Alman emperyalizmi kanalıyla hem sosyalizmi yıkma stratejisi, hem de savaşın ilk önce kendileri ile başlaması durumunda, içinde Sovyetler Birliği’nin de yer alacağı güçlü bir ittifak ile savaşı karşılamak amaçlanmıştı. Bu, Münih’ten sonra meydana gelen gelişmelerle iyice açığa çıkmıştı. Çünkü onlar açısından Sovyetler Birliği çaresiz durumdaydı. Nasıl olsa Almanya er ya da geç Sovyetler Birliği’ne saldıracaktı. Bu durumda Sovyetler Birliği’nin elinde, kendi dışındaki gelişmeleri izlemekten başka bir seçenek kalmıyordu. Yani diğer emperyalist devletler ile Almanya arasında bir savaş çıkması durumunda doğal bir müttefik, diğer durumda ise onun önüne atılan bir lokma… Bu, Fransa ile İngiltere’nin ikinci Dünya Savaşı öncesi izledikleri siyasal çizginin ve diplomatik manevraların temelini oluşturuyordu. Komünizmin dünyadan silinmesini temel varlık sebeplerinden birisi olarak tanımlayan Nazi Partisi ve işgal etmek istediği yerlerin başına Ukrayna ve Sibirya’yı koyan Alman devleti ile Sovyetler Birliği arasında bir antlaşma, onlara göre imkânsızdı ve bunu hayal bile etmiyorlardı.
Fransa ve İngiltere’nin bu stratejisini pratikte kanıtlayacak bir dizi gelişme daha yaşanmıştı. Prag’ın Almanya tarafından işgal edilmesinden sonra Sovyetler Birliği, Dışişleri Bakanı Litvinov aracılığı ile bu işgali tanımadığını bildirmiş ve protesto etmişti. Bu olaydan sonra İngiltere, sıranın Romanya ve Polonya’ya geldiğini anlamıştı. Bu nedenle İngiliz Dışişleri Bakanlığı, Romanya saldırıya uğradığı takdirde, Rusya’nın tutumunun ne olacağını sordu. Sovyetler Birliği; İngiltere, Fransa, Romanya, Polonya, Türkiye ve Sovyetler Birliği arasında bir konferans yapılmasını önerdi. Şüphesiz bu, Almanya aleyhtarı bir konferans olacaktı. Chamberlain bu öneriyi ele almayı dahi reddedecekti. Çünkü böylesi bir konferans, sonuçta, katılan devletlerin birbirlerinin güvenliklerini bir dış saldırgana karşı garanti etmeleri demekti. Oysa emperyalistler, Sovyetler Birliği’nin saldırıya uğraması ihtimaline karşı böylesi bir garantiyi vermek istemiyorlardı. Bu öneri, Avusturya’nın Naziler tarafından işgal edilmesinden sonra da yinelenmiş ve aynı şekilde reddedilmişti. Ancak, İngiliz burjuvazisinin, başbakanları Chamberlain’den daha akıllı temsilcileri, yaklaşan tehlikeyi görmüş ve savaşı engelleyecek tek yolun Sovyetler Birliği ile ittifak sağlayacak bir antlaşma olduğunu anlamışlardı. Konunun İngiliz parlamentosunda tartışılması sırasında, muhalefette olan Winston Churchill, “Rus hükümetinin teklif ettiği geniş ve basit şekilde” bir antlaşma yapılmasını istemişti. Bu tartışmada, “Eğer, Rusya ile savaş sırasında müttefik olmaya hazırsanız… şimdi Rusya’nın müttefiki olmaktan niçin kaçınıyorsunuz, hem de bu ülkenin müttefiki olmakla, savaşın patlak vermesini önleyebileceğiniz bir anda niçin kaçınıyorsunuz? Bu diplomasi inceliklerini anlayamıyorum.” diyordu. Churchill’in “anlayamadığı” diplomasi incelikleri, Almanya’yı Sovyetler Birliği’ne sürme çabasından başka bir şey değildi.
Sovyetler Birliği, başından itibaren bu ülkelerin bu çabasının farkında olmuştu. Buna rağmen, Almanya’ya karşı bir ittifak antlaşması yapmak için şartları sürekli zorladı. Son olarak, İngiltere, Fransa ve S. Birliği arasında bir ittifak ve askeri sözleşmenin yapılmasını istedi. Bu talep de reddedildi. Bu ülkeler Sovyetler Birliği ile resmi hiçbir sözleşme yapmak istemiyorlardı. Bu arada Hitler de, İngiltere ve Fransa’nın güvenliğini garanti ettikleri Polonya’ya saldırmaya hazırlanıyordu. Chamberlain ise bu savaşta, Polonyalıları Danzig’i Almanlara vermeye (daha önce Çekoslovakya’da yaptığı gibi) ikna ederek önleyebileceğini ve Almanya’nın Sovyetler Birliği’ne saldırısı için, son diplomatik manevrayı da böylece başarıyla yapacağını sanıyordu. Bu arada Sovyetler Birliği açısından yeni bir gelişme ortaya çıkmıştı. Mançurya’yı işgal altında tutan Japon emperyalizminin askeri kuvvetleri sınırı geçerek Moğolistan Halk Cumhuriyeti’ne girmişlerdi. Sovyetler Birliği ise daha önce Moğolistan’la yaptığı antlaşmanın yükümlülüklerini yerine getirerek 20-31 Ağustos tarihleri arasında Japonya ile savaşa giriyordu. Moğolistan’la ortaklaşa girişilen bu savaş sonucunda Japonlar geri püskürtülürken Sovyetler Birliği de iki cephede birden savaşmak tehlikesi ile karşı karşıya kalıyordu.
Almanya ise Polonya’ya saldırmak için bütün hazırlıklarını tamamlayarak savaşı başlatmaya karar vermişti. Ama Polonya’ya saldırmadan önce, Hitler, Sovyetler Birliği’nin tavrını öğrenmek istiyordu. Bu nedenle kendisine karşı bir ittifakın kurulmasını engellemek amacındaydı. Hitler, Sovyetler Birliği ile bir antlaşma yapmayı bu sıralarda düşündü. Önce, Sovyetler Birliği ile kesilmiş olan ticaret ilişkilerinin yeniden başlaması için bir ticaret antlaşması yapmayı önerdi. Ancak bu öneri Molotov tarafından reddedildi. Bu arada Sovyetler Birliği, Fransa ve İngiltere’ye siyasi bir antlaşma olmasa dahi, askeri heyetler arasında daha alt düzeyde bir antlaşma yapılmasını önerdi. Bu öneri önce kabul ediliyor gibi gözükmüştü. Fakat bunun bir oyalama taktiği olduğu ortaya çıktı. Zamanın çok değerli olduğu bu günlerde, Fransız-İngiliz askeri heyetleri yolculuğa çıkarken on bir gün gecikmişlerdi. Süratsiz bir gemiyle geldikleri için beş gün de yolda kaybetmişlerdi. Askeri heyet Moskova’ya geldiği zaman yetkilerinin ve itimatnamelerinin olmadığı görüldü. Yani gönderilen heyetin bir antlaşma yetkisi yoktu. Ya da, yaptıkları antlaşma çok kolayca hükümetleri tarafından reddedilebilirdi. Yapılan görüşmeler ise, Polonya ve Romanya’nın Sovyetler Birliği’nin hiç bir askeri harekâtına izin vermeyeceğinin ortaya çıkması ile birlikte kesilmişti. Sovyetler Birliği bu ülkeler ile bir antlaşma yapılması için bütün şartları zorlamıştı. Stalin’in ve Sovyetler Birliği’nin bu konudaki kararlılığını Almanya’nın Moskova Büyükelçisi Schulenberg dahi kabul etmişti ve bu konuda Berlin’e şunları yazıyordu: “İleri sürdüğü talepler İngilizler ve Fransızlar tarafından kabul edildiği takdirde, Sovyet hükümetinin, bu devletler ile antlaşmaya kararlı olduğunu sanıyorum.” (Nazi-Soviet Relations, s. 41, aktaran Isaac Deutscher) Ağustos 1939’da ise Almanya, bir görüşme yapmak için açık bir mesaj iletti. Almanya’nın Moskova büyükelçisi tarafından Dışişleri Bakanı Ribbentrop’un Stalin ile görüşme isteği iletildi. Bu görüşme isteği de başlangıçta reddedilmişti. Fakat bu sırada, Moskova’da Fransız ve İngiliz heyetleri ile yapılan görüşmelerden de bir şey çıkmayacağı anlaşılmıştı. Sovyetler Birliği bir savaşın başlangıcında olunduğunu anlamıştı. Ve bu savaşı durdurmak için yaptığı bütün girişimler sonuçsuz kalınca yapılacak tek şey bu savaşın dışında kalmak ve zaman kazanmaktı. Almanya ise ikinci bir istekte bulunarak Ribbentrop’un görüşme isteğini yinelemiş ve bir tarih istemişti. Bu istek kabul edildi ve Alman ve Sovyet heyetlerinin 23 Ağustos’ta görüşmelere başlaması kararlaştırıldı. Görüşmeler başladıktan sonra ise Alman-Sovyet Saldırmazlık Paktı Antlaşması imzalandı.
Bu antlaşmayla, Sovyetler Birliği, ülkenin güvenliğini sağlamak için gerekli olan süreyi kazanırken, Locarno’dan, bu antlaşmanın yapılmasına kadar geçen sürede kendisine karşı kurulan komploları da boşa çıkartarak kendisine yöneltilmek istenen Alman militarizmini tersine çeviriyordu.

Ağustos 1994

EK:
NAZİ-SOVYET SALDIRMAZLIK PAKTI ANTLAŞMA METNİ

Madde 1: Antlaşmayı imzalayan taraflar kendilerini tek tek ya da başka güçler ile birleşerek birbirlerine saldırmamağa, her çeşit şiddet hareketlerinden kaçmağa zorunlu duyacaklardır.
Madde 2: Taraflardan birisi üçüncü bir güç tarafından saldırıya uğrarsa, diğer taraf hiç bir şekilde bu üçüncü tarafı desteklemeyecektir.
Madde 3: Antlaşmayı imzalayan tarafların hükümetleri, ortak ilgilerine ilişkin sorunlar karşısında bilgi alışverişinde bulunmak amacıyla, gelecekte de sürekli ilişkiyi sağlayacaklardır.
Madde 4: Antlaşmayı imzalayan taraflardan hiçbirisi taraflardan birini dolaylı ya da dolaysız hedef olan güçlere katılmayacaktır.
Madde 5: Antlaşmayı imzalayan taraflar arasında anlaşmazlıklar ya da çatışmalar çıktığında her iki taraf da bu anlaşmazlıkları veya çatışmaları dostluk çerçevesinde bilgi alışverişi yaparak veya geçici komisyonlar kurarak çözmeğe çalışacaklardır.
Madde 6: Bu antlaşma on yıllıktır. Bu sürenin bitiminden bir yıl önce taraflardan biri feshettiğini açıklamazsa antlaşma kendiliğinden beş yıl uzayacaktır.
Madde 7: Bu antlaşma en kısa zamanda onaylanacaktır. Onaylanma işlemi Berlin’de yapılacaktır. Antlaşma imzalandığı andan başlayarak yürürlüğe girmiş olacaktır.

LOUİS BONAPARTE’IN 18 BRUMAİRE’İ

“18 Brumaire”, “2. Bonaparte”ın, birincisinin yeğeni bir hırsız ve ayyaşın, başlıca köylülerin oyuyla cumhurbaşkanı seçilmesinin üç yıl ardından yaptığı hükümet darbesinden hemen sonra, 1852’nin ilk iki ayı içinde kaleme alınmış ve ilk kez, Amerika’da çıkan bir dergide yayınlanmıştır.
Kitap, 19. yüzyılın ortalarında hemen tüm kara Avrupa’sını sararak büyük sarsıntılara yol açan 1848 Şubat Devrimi’nden başlayarak hükümet darbesine kadar gelişen olayları konu edinmektedir. 2 Aralık 1851’e kadar gelen olaylar dizini, Marx’ın kaleminden yalnızca Fransa tarihine ve aktüalitesine ilişkin derin bir bilgi ile değil, bilgi ve verilerin tarihsel gelişmenin yorumunu doğru kılacak tarzda kullanılışının parlak bir örneği olarak önümüze serilmektedir. Almanca ikinci baskıya Önsöz’ünde Marx, kendisi, hükümet darbesinin iki yanlış değerlendirilmesine değiniyor. Victor Hugo, darbeciye sövüp sayıyor, ama, olayı “bir bireyin zora başvurması olarak görüyor”: Proudhon, darbeyi daha önceki gelişmelerin bir sonucu olarak sunmaya çalışıyor, ancak, darbenin tarihselliği onda Bonaparte’ın savunmasına dönüşüyor. Ve “Bana gelince” diyor Marx, “ben, tersine, Fransa’da sınıf savaşımının sıradan ve kaba bir adamın kahraman gibi görülmesini sağlayan koşulları ve durumu nasıl yarattığını gösteriyorum.”
Anlaşılacağı gibi, kitap okunurken önemli olan, onun tarihi yorumlama tarzını yakalamak. Marx’a gelinceye kadar tarih, birbirinden kopuk olayların art arda dizilmesi şeklinde kavranırdı ve tarihin belirlenmiş bir amaca doğru akıp gittiği ve bu akışı belirli kahramanların temsil ettiğine inanılırdı. Bazı tarihçilerin sahneye sınıfları ve hatta sınıfların çatışmalarını davet etmeleri görülmemiş şey değildi, ama anlatımlarda bu çatışmalar ya fonda kalırlar ya da gelişme bir yerde kesilir kalır, birbirinden kopuk sahnelerin ötesine geçmez ve zorunlu olarak birbirine bağlanmaz ve sonuçta bütün bir gelişme, siyasal ya da dinsel, felsefi ya da hukuki tarihsel mücadele ya düşünsel kurgulamalara, ya tümüyle rastlantılara ya da kişisel yetenek ve özelliklere dayanılarak izah edilirdi. Oysa bütün bu çatışmalar, siyasal, askeri, felsefi vb. her türü, sınıflar arasıdaki mücadelenin çeşitli ifadeleri olarak ortaya çıkarlar ve hem bu sınıflar hem de mücadeleleri, onların ekonomik gelişmelerinin düzeyi ve buradan şekillenen üretim ve değişim biçimleri tarafından belirlenirdi. Bu, tarihin, yalnızca materyalist değil, aynı zamanda diyalektik kavranışıydı da.
Marx, Fransa’da Sınıf Savaşımları’ndan sonra, 18 Brumaire’de de diyalektik materyalist yöntemi, Şubat Devrimi ile başlayan olaylara dahice uygulayıp bütün bir gelişmeyi anlaşılır kıldıktan sonra, artık tarih birbirini kesin olarak dışlayan iki farklı türde anlatılır oldu: Bilimsel ve şarlatanca.
1848 Şubatı ile başlayan devrim, 1851 Aralık’ına kadar birçok çatışmalardan bileşerek, olaylar, gelişmeleri içinde birçok değişikliklere yol açarak ve sonunda “başlandığı yere”, yani bir devrimi, ama bu kez kendi oyları ile şarlatan bir imparator var eden köylülere de proletaryanın peşine takılarak kurtulmaktan başka yol bırakmayan toplumsal bir devrimi zorunlu kılan noktaya geri dönülerek Fransa’nın tüm sınıflarını girdabına aldı.
Önce, Kral Louis-Philippe’in Temmuz Monarşisi’ne, onun başlıca dayanağı olan mali aristokrasi ve büyük burjuvaziye karşı içinde sanayi burjuvazisi de olmak üzere, bütün bir halk ayaklandı. Sokaklara egemen olan gücü yetersiz ve tümüyle örgütlenmemiş de olsa, küçük burjuva demokrasisinin peşinden yürüyor olsa da proletaryaydı. Sosyal Cumhuriyet şiarı Şubat öncesi ortaya çıkmıştı. Ama Kurucu Ulusal Meclis’ten dışlanmasına karşı kendi devrimi için bu kez bütün diğer sınıflarla savaşmak durumunda kalan proletarya Haziran günlerinde kana boğuldu. Henüz kendi iktidarını kuracak kadar olgunlaşmamıştı. Ama 1831 Lyon yerel ayaklanmasından sonra ilk kez tüm burjuva Fransa’yı derinden titreten proletarya artık “kızıl hayaleti” ile burjuvazinin çeşitli katmanlarını hep ürkütecek ve en küçük bir karışıklık belirtisinde, aralarında ne denli çatışmalar olsa da birbirlerinin kollarına atılmaya hazır halde tutacaktı onları.
Henüz, hem burjuvazi ve proletaryanın gelişme düzeyleri, yani kapitalizmin olgunluk derecesi, hem de çeşitli sınıflar arasındaki mücadelenin tarihsel şekillenişi o durumdaydı ki, Marx’ın dediği gibi, Louis-Philippe’in burjuva monarşisinin ardından, ancak bir burjuva cumhuriyeti gelip onun yerini alabilirdi. Bu demekti ki, krallıkta burjuvazinin sınırlı bir bölümü kral adına hüküm sürmüşken, artık burjuvazinin meclisi, halk adına hüküm sürecekti.
Proletaryanın başkaldırısını ezdikten ve demokratik küçük burjuvaziyi etkisizleştirdikten sonra, Temmuz Monarşisi’nin yasal muhalifleri katıksız cumhuriyetçiler olarak Bonaparte cumhurbaşkanı seçilinceye kadar Ulusal Meclis’i peşlerinden yürüttüler, anayasa yaptılar ve kuruculuklarını süngüyle gerçekleştirdiler. Egemenliklerini, “mülkiyet, aile, din, düzen” sloganları ardında gerçekleştiriyor ve güçlü görünüyorlardı.
10 Aralık 1848, Bonaparte’ın seçilişi, dönüm noktası oldu. Şubat’ın masraflarım üstlenen köylüler oylarıyla tepkilerini göstermişlerdi ve bu seçim, Cumhuriyetçilerin şan ve şeref sağlayamadıkları ordu tarafından olduğu kadar, Bonaparte da kendilerini monarşiye götürecek “kahraman”ı gören büyük burjuvazi ve onu, Haziran ayaklanmasının cellâdı, ulusal muhafızın başı Cavaignac’ı cezalandıracak adam olarak gören proleterler ve küçük burjuvazi tarafından olumlu bulundu. Cumhuriyetçilerin sonu gelmişti, inişe geçtiler.
Burjuva kitlesi cumhuriyetçi değil, kralcıydı, lejitimist (meşruti monarşi taraftarı) ve Orleancı bölünmesiyle düzen partisini oluşturan kralcılar Bonaparte ile birleşerek Cumhuriyetçilere karşı “mülkiyet, aile, din, düzen” sloganını kullanmaya başladılar. Bonaparte düzen partisinin önde gelenlerinden Odilion Barrot’yu başbakan atamış ve cumhuriyetçilerle çatışma başlamıştı. Proletaryanın dışına itildiği tarih sahnesinden şimdi de cumhuriyetçiler dışlanacaktı. Ulusal Meclis’e kendini dağıtması dayatıldı. Meclis askerlerce sarıldı, süngü gösterildi. Cumhuriyetçiler proletarya gibi sokağa dökülmediler, güçlerini sokaktan değil, anayasadan alıyorlardı. 29 Ocak’ta onlara karşı ilk darbe gerçekleştirildi. Anayasa delinmiş, burjuva yasallığı çiğnenmişti. Sonra Bonaparte, bunu, eylemi açıktan destekleyen meclisin düzen partisine karşı kullanacaktı. Ama şimdilik, düzen partisi, kralcılar, meclis çoğunluğunu, yürütmeyi (hükümet), orduyu ellerinde tutuyorlardı, devlet iktidarına sahiptiler.
Önce proletaryayı da yanına çeken Montagne’ın üzerine gidildi. Meclis’te önemli bir güç oluşturuyordu. Proletaryadan kurtulan burjuvazi küçük burjuva demokratların da sahne dışına atılmalarının hayırlı olacağını düşünmekteydi. Tuzak kuruldu. Roma’nın Fransız birliklerince topa tutulması, anayasanın çiğnenmesi demekti ve Ledru-Rollin, demokratların önderi, Bonaparte ve bakanları için soruşturma istedi. Bununla kalmadı, anayasayı silah zoru dâhil her şeyle koruyacaklarını açıkladı. Önerge reddedildi ve Montagne da meclisi terk etti. Demokrat ulusal muhafızlar silahsız olarak sokak gösterileri düzenlediler. Gösteriler ve ulusal muhafızın demokrat kesimi dağıtıldı.
Geriye düzen partisi kalmıştı. Bir de Cumhurbaşkanı. Düzen partisinin iki kanadı Bourbon ve Orleans hanedanları taraftarları, aslında hanedan uyuşmazlığı nedeniyle değil ama Bourbonlar döneminde egemen olan toprak beylerinin ve Orleans egemenliği zamanında iktidar olan mali aristokrasi ve büyük burjuvazinin çıkarları arasındaki çatışma nedeniyle bölünüktüler. Kendileri de burjuva ilişkileri içinde yer alsalar da toprak sahipleri ile büyük mali ve ticari burjuvazinin çıkarları uyuşmuyor ve ama ikisi birlikte parlamenter burjuva diktatörlüğü çerçevesinde burjuva çıkarlarını gerçekleştirebiliyorlardı. Burjuva egemenliği artık çıplak olarak sağlanma durumundaydı.
Ama artık bir yandan da o güne dek düzen partisinin önde görünmesiyle kendini gölgede tutan Bonaparte dişlerini göstermeye başlamıştı. Düzen partisinden başbakanı görevden aldı ve parlamenter olmayan bir hükümet atadı. Çekişme başlamıştı. Bonaparte halkın hoşnutluğunu kazanacak konuşmalar yapıyor, ülkenin dört bir yanını dolaşıyordu.
Bonaparte bir yandan toplumun döküntülerinden binlerce kişiyi bir “yardım derneği” içinde örgütlüyor ve vurucu güç olarak kullanıyor, bir yandan subayları kazanmaya yönelik “şampanya-sucuklu” ağırlamalar yapıyor, askeri birlikleri teftişinde sloganlarla karşılanıyor, diğer yandan da kendisine karşı girişimlerde bulunan düzen partisinin üzerine “huzur ve düzen”i savunarak gidiyordu. 1850’de baş gösteren sınaî kriz, burjuvazinin gözünü korkutup bir karışıklık ihtimali karşısında titizliğe sevk edici olurken Bonaparte’ın “huzur” propagandası etkili oluyordu. Düzen partisi, hem devrim ihtimali karşısında hem de burjuvazinin kitlesinin kendi hakkında varabileceği “huzuru gözetmiyor” yargısı kaygısıyla Bonaparte karşısında gerileme yolunu seçiyordu. Sık sık önüne gelen fırsatlardan Bonaparte’ı etkisizleştirmek için yararlanmadı. Savaşa atılmayı, ulusa, meclisin davasını gütmek üzere çağrılar yapmayı göze alamadı. En korktuğu şey, halkın hareketlenmesiydi.
Sonunda Bonaparte önce askeri iktidarı ele geçirdi, sonra parlamentoda önemli bir güç elde etti Düzen partisi taraftarları parlamenter budalalığın zehrini içmişlerdi, Bonaparte’ın bir bakanlar kurulunu görevden almakla ve kararlar imzalamakla yetindiler. Üstelik parlamentoda Montagne ile işbirliğine yönelerek burjuvazi kitlesini tedirgin ettiler. Düzen partisinin iki kanadının Bonaparte’a karşı kaynaştırılması girişimi de sonuç vermedi. Sonunda borsadaki çıkarları dolayısıyla mali aristokrasi, ticaret ve sanayi burjuvazisi düzenin koruyucusu Bonaparte’ın destekçiliğine doğru kaydılar ve cumhuriyetçi kurucu meclisi süngülerle zorlayan düzen partisi, bu kez Bonaparte’ın askerleri tarafından zorlandı.
Monarşistler de; proletarya, cumhuriyetçiler ve demokratlardan sonra yolun sonuna gelmişlerdi. Meclis askerlerce sarıldı, yollar tutuldu, düzen partisi önderleri evlerinden gece yarısı toplandı. Darbe gerçekleşmişti.
Sonunda Fransa bir imparatorun avucuna düştü.
Konu, sonraları birçok tartışmada örnek olarak gösterildi. Bonapartizm, sınıflar-üstü bir diktatörlük olarak, bir geçiş biçimi olarak gösterildi. Bir başka yönüyle ise bir askeri diktatörlük olarak, gerici diktatörlük örneği olarak öne sürüldü.,
Aslında, egemen sınıf olarak çeşitli kesimleriyle burjuvazinin iktidarı elinde tutamayacak kadar güçsüzleştiği, işçi sınıfının ise devrim ihtimali ile yaydığı korkunun ötesinde iktidarı elde etme olanağı bulunmadığı koşullarda ortaya çıkan bir ara biçimde, Bonaparte’ın diktatörlüğü.
Marx şunları yazmıştı: “…Mutlak monarşi zamanında, Birinci Devrim sırasında ve Napoleon zamanında, bürokrasi, burjuvazinin sınıf egemenliğini hazırlama aracından başka bir şey değildi. Restorasyon döneminde, Louis-Philippe zamanında parlamenter cumhuriyette, bürokrasi, kendi başına bağımsız bir güç oluşturma yolundaki çabaları ne olursa olsun, egemen sınıfın bir aleti idi. Ancak İkinci Bonaparte zamanındadır ki, devlet tamamıyla bağımsız olmuş gibi görünür. Devlet makinesi, burjuva toplum karşısında o kadar güçlenmiştir ki, başında 10 Aralık Derneği’nin, yabandan gelerek kaderin cilvesiyle şövalye olan, şarap ve sucukla satın alınmış ve durmadan da önüne sucuk atılması gereken başıbozuk askerin şan kazandırdığı liderinin bulunması ona yetiyor… Bununla birlikte devlet iktidarı havada durmaz. Bonaparte, çok belirli ve üstelik de Fransız toplumunun en kalabalık sınıfını, yani küçük toprak sahibi köylüleri temsil etmektedir. ” (s. 137)
Ve bu pasajı, Marx’in küçük köylü üzerinde durduğu bölüm takip eder: Dağınıklığını, bir sınıf oluşturmakta zorluk çektiklerini, kendi kendilerini temsil edemediklerini, güce bağımlılıklarını, “kahraman” arayışlarını anlatan bölüm.
Sonra Bonaparte’ın açmazları ve köylülüğün başına gelenler.
Köylülüğe dayanmak ve onu temsil etmekle birlikte Bonaparte, geleceğini orta sınıfların çıkarlarını savunmakta buldu. Çünkü “Kendini toplumdan bağımsız kılan bir yürütme gücü olarak, Bonaparte, misyonunun ‘burjuva toplumunun’ güvenini sağlamak olduğunu hissediyor. Ama bu burjuva takımının gücü orta sınıftır. Onun içindir ki kendisine, bu sınıfın temsilcisi gözüyle bakıyor ve bu anlayışla kararnameler yayınlıyor (örneğin şarap vergisini iki katına çıkarıyor -ÖD). Ama Bonaparte’ın kendisi bir şeyse eğer, bu, orta sınıfın siyasal etkinliğini kırdığı ve her gün de kırmakta olduğu içindir.” Ve “Aynı zamanda Bonaparte, köylülerin ve genel anlamda halkın, burjuva toplumu sınırları içinde alt sınıflara mutluluk getirmek isteyen temsilcisi olmak sıfatıyla, kendini burjuvaziye karşı görüyor.”
“Bonaparte, toplumun bütün sınıflarının ataerkil velinimeti olarak ortaya çıkmayı isterdi Ama hiçbir sınıfa, öteki sınıftan almaksızın bir şey veremez.” Nitekim veremedi. Örneğin temsilcisi olan köylüler çok şeylerini kaybettiler. Kaybetmekteydiler zaten ve bu sürdü gitti.
Bonaparte herkese bir şeyler vermeye, ondan alıp buna vermeye çalıştı. Ama en çok da kendisine ve etrafındaki kasta aldı. Her şeyden pay olarak. Ve “Bu durumda köylülerin çıkarı, Napoleon zamanında olduğu gibi, artık burjuvazinin çıkarları ile ve sermaye ile uyum halinde değil, çelişik bulunuyor. Bu bakımdan, köylüler, doğal olarak, müttefiklerini ve yol göstericilerini, ödevi burjuva düzenini devirmek olan kentlerin proletaryasında buluyorlar.”
Ekim Devrimi 1917’de bu öngörüyü doğrulayarak gerçekleşti.

(Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, Karl Marx, Sol Yayınları, 2.Baskı, 1990 Ankara, Çeviren: Sevim Belli)

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑