Temmuz işçi-emekçi eyleminin ardından değerlendirilmesi gereken en önemli özellik, bu eylemin sınıf mücadelesinin genel ilerleyişi içinde nasıl bir yer tuttuğuna ilişkin olanıdır. 20 Temmuz, sınıf mücadelesi bakımından ileri atılmış bir adım olarak görülebilir mi, sınıf yeni mevziler ve daha ileri sıçrayabilmek için elverişli olanaklar elde etmiş midir, yoksa bu eylemde kaybettiği, gerilediği söylenebilir mi?
“Genel eylem” deyimi, yıllardır işçi sınıfının ileri unsurları arasında gündemde tutulan ve sınıfın büyük bir çoğunluğu tarafından her önemli dönemeçte bir eylem sloganı olarak haykırılan “genel grev”in yerine, Türk-İş yönetimi tarafından yasalar gerekçe gösterilerek kullanıldı. Daha bu ilk adımda, “genel grev” sloganının yozlaştırılarak içinin boşaltılması niyeti açıkça görülüyordu.
20 Temmuz eyleminin süresi ve zamanı gibi, hedefleri de, sendika konfederasyonları tarafından belirlenmişti ve genel olarak öncü işçilerin ve işçi sınıfı devrimcilerinin merkezi sendika yönetimlerinin etkisine kıyasla sınırlı kalan çalışmaları, bu başlıca üç unsurun eylemin daha yüksek ve etkili olabilecek biçimde değiştirilmesine yetmemişti.
Sonuçta, 20 Temmuz eylemine bütün ülke çapında dört milyona yakın işçi ve kamu çalışanı katıldı. Genellikle sloganlar ve talepler gerici sendika yönetimlerinin belirlediklerinden çok ilerideydi ve işçi ve emekçi kitleler, kendi hedeflerini formüle etmek ve daha ilen eylemlere yönelmek balonundan, azımsanamayacak bir deney kazandılar. Eylem, çalışan halkın çeşitli kesimlerini de olumlu etkiledi ve geniş bir destek gördü. Bu özelliği ile de, işçi sınıfının haklılığı tartışılmaz hedeflere doğru ilerlediği her durumda, diğer halk sınıf ve tabakalarının hareketlenmesini sağlayabileceği yolundaki beklentilerin boş olmadığını gösterdi. Eylemin somut-maddi bir güncel hedefi bulunmadığı için, kazanından değerlendirebilmek, yalnızca genel etkisi göz önünde tutularak yapılabilir. Bu noktada, asıl incelenmesi gereken, eylemin bizzat işçi sınıfı üzerinde yarattığı etkidir.
İşçi sınıfının büyük kitlesinin, bu eylemden esas olarak “sesimizi duyurmak” gibi genel bir beklentisi vardı. Gücünü göstermek, sokakları, meydanları doldurmak ve gür bir sesle, düzenin karşısında olduğunu haykırabilmek, büyük çoğunluğun hedefiydi. Bu açıdan bakılınca, özellikle İstanbul dışındaki kentlerde, bu amaca ulaşılabildiği söylenemez. İş bırakmanın yaygınlığına karşın, kent sokaklarını ve meydanlarını doldurmak amacı gerçekleşemedi.
Büyük iller dışında, iş bırakma eyleminin tam bir çalışma günü süresince gerçekleştiği yerler de, oldukça sınırlı kaldı.
Kuşkusuz, bunda da, en büyük suç, sendika bürokrasisinindir. Tabandan gelen güçlü eylem isteğinin, sendika yönetimleri tarafından nasıl olup da böylesine pasifize edilebildiği ise, üzerinde düşünülmesi önemli bir sorundur.
Bu haliyle ele alındığında, “Genel Eylem”in olumsuz özelliklerinin sınıfın kitlesi üzerinde başlıca iki olumsuz etki yaratması beklenebilir.
Birincisi, büyük bir heyecan ve umutla beklenen ve bütün çalışan emekçilerin gücünü fiilen gösterecek olan eylemin, beklentilerin altında gerçekleşen bir katılımla sonuçlanması, daha sonraki “Genel Grev” hazırlıklarına, eksik moralle girişilmesi sonucunu doğurabilir. Egemen sınıflar, “işte sizin en büyük eyleminiz budur ve yapabileceğiniz bundan ibarettir” biçiminde propaganda için, eylemin zayıf yanlarını öne çıkaran bir propagandayı hızlandırabilirler.
İkincisi, sendikaların takındığı işbirlikçi tavır, genel olarak sendikal örgütlenmeye karşı geliştirilen güvensizlik duygularını güçlendirebilir. İşçilerin geri kesimleri arasında, bir süredir yaygınlaştırılmaya çalışılan ve bazen bizzat gerici sendikalar tarafından yönlendirilen bu eğilim, sınıfı örgütsüzlükle örgütlülüğün farksız olduğuna inandırmaya yöneliktir. Sendikaların etkisizliğinin gerçek kaynakları gösterilmedikçe, bu eğilim, eylemin sınırlı ve kolayca görünmeyen kazanımlarının bir başka olanaksızlık olarak kabul ettirilmesine hizmet edecektir.
Öte yandan, işçi sınıfı ve diğer emekçiler, daha eylem içinde, bu türden girişimleri kırabilecek bir önlemi geliştirmiş bulunuyorlar. Yaygın olarak, “20 Temmuz Başlangıç, Mücadele Sürecek!” sloganının benimsenmiş olması, sınıfın olası moral bozukluklarına karşı bir çıkış noktası teşkil edebilir. Aynı biçimde, eylemin olumlu ve olumsuz yönleriyle tüm içeriğini değerlendiren bir çalışma, sınıfın tüm üyeleri gözünde, sendika bürokratlarının işbirlikçi ve sınıf düşmanı tavırlarının teşhirinin anlaşılmasını kolaylaştıracaktır.
Bu bakımdan, 20 Temmuz, sınıfın kendi gerçek potansiyellerini ifade eden gerçek sınıf politikalarına yönelmek için ciddi bir başlangıç olabilecektir. Çünkü 20 Temmuz’un açığa çıkardığı başlıca çelişme, sınıfın devrimci eğilimleriyle, sendika yönetimlerinin tutucu politikaları arasındadır.
20 Temmuz dersleri, bu çelişmeyi derinleştirmek ve mücadeleyi gerçekten yükseltmek İhtiyacıyla dolmuş bulunan işçi kitlelerini; sendikaları dönüştürme ve kendi sınıf sendikalarını yaratma yönünde daha kararlı ve çevik davranmaya yöneltmelidir.
Ağustos 1994