Gümrük birliği, Tarım Sektörü ve Emekçi Köylülüğün Durumu

Avrupa Birliği’ne katılmada “önemli bir dönemeç”, “kapının aralanması” olarak değerlendirilen Gümrük Birliği’ne giriş, Türkiye açısından bir başka bahara kaldı. Ne pahasına olursa olsun girmek istediği Gümrük Birliği’ni sadece vergilerin kaldırılması, gümrük duvarlarının indirilmesi olarak gören Ye “Avrupa Birliği’ne isterse yerine getirelim, yeter ki Gümrük Birliği’ne alsınlar” mantığıyla hareket eden Türkiye burjuvazisi, 19 Aralık’taki Ortaklık Konseyi toplantısında Avrupalı dostlarından bir tokat daha yedi. Tansu Çiller’in veto ihtimalini ortadan kaldırmak için “bizim dostluğumuzdan değil düşmanlığımızdan korksun” diyerek Yunanistan’ı tehdit etmesi, diğer hükümet yetkilileri ve sermaye temsilcilerinin “Türkiye 1 Ocak 1995’te yerine getireceği taahhütleri dondurur” mesajları da Ortaklık Konseyi’nin ret kararını etkilemedi.
Ortaklık Konseyi, Avrupa Parlamentosu’nun aldığı tavsiye kararına uyarak 19 Aralık’ta 1 saat 10 dakika süren toplantıda, Türkiye’nin Gümrük Birliği’ne geçişi düzenleyecek karar taslağını görüşmeyi 7 Mart 1995’e erteledi. Ortaklık Konseyi, bu tarihe kadar Türkiye tarafından yapılacak iyileştirmelere bağlı olarak (Türkiye’nin vereceği tavizler demek daha doğru olacak) 7 Mart’ta Gümrük Birliği karar taslağını tartışıp tartışmayacağına karar verecek.
7 Mart 1995’e ertelenen görüşmenin görünen gerekçesi, Kıbrıs sorunu, DEP milletvekillerinin tutuklanması, siyasi partilerin kapatılması, insan hakları vb. gösterilmeye çalışılsa da, emperyalistler açısından asıl hedef, biraz daha köşeye sıkıştırarak Türkiye’ye siyasi ve ekonomik yaptırımlarını itirazsız kabul ettirmektir. Kuşkusuz uluslararası ilişkiler ve dış politika açısından bakıldığında, sözü geçen toplantının ertelenişine ilişkin gerekçelerin taşıdığı anlam ayrıca ele alınması ve işçi sınıfı açısından gerekli sonuçların çıkarılması gereken ayrı bir konudur.
Özelleştirme konusunda olduğu gibi Gümrük Birliği’ne katılma konusu da egemen sınıflar tarafından halkın yararınaymış gibi gösterilmeye çalışılıyor. Hükümet ve diğer siyasi parti sözcülerine göre Gümrük Birliğine girmek sadece “Türkiye için değil, AB’nin, Ortadoğu’nun ve hatta dünyanın yararınadır”. Çiller’e göre “Gümrük Birliği, halkımıza zenginlik ve ucuzluk getirecektir”. Ancak nedense hiçbir yetkili, neden ve niçin, kurtlar sofrasına, ısrarla, hatta yalvararak girilmeye çalışıldığını açıklamaya yanaşmıyor. Sürekli Gümrük Birliği’nin ülke ekonomisine yarar getireceği, tüketicilerin daha ucuza mal alabilecekleri vurgulanıyor. Öyle ki, Gümrük Birliği gerçekleştiğinde zarar görecek sektörler dahi, “girilmesine karşı değiliz, ama bazı önlemler de alınsın”, demekten öteye geçmiyorlar.
Sistemli olarak tartışma dışı bırakılmaya özen gösterilen bir diğer konu da, Gümrük Birliği’yle beraber işçi sınıfının durumunun ne olacağı, sınıfın bundan nasıl ve ne derece etkileneceğidir. Tam üyelik başvurusu kabul edilmeden Gümrük Birliği’ne gidecek tek ülke olan Türkiye’de, gerçekleşmesi durumunda en fazla zararı görecek olan üreticiler, işçi sınıfı ve işçi sendikaları tamamen devre dışı kalmış durumda. Başta Türk-İş olmak üzere diğer konfederasyonlar her konuda olduğu gibi GB’de de, sermayeye ters düşmemek, onların çıkarlarını zedelememek tutumunu benimsemişlerdir.
Biz, bu yazı çerçevesinde, sermaye ve hükümet çevrelerinin, eğer deyim yerindeyse es geçtiği, hiç sözünü etmediği bir konuyu ele almaya çalışacağız.

GİRİLEN DÖNEMİN ÖZELLİKLERİ AÇISINDAN TARIM VE HAYVANCILIK SEKTÖRÜNÜN DURUMU
Gümrük Birliği ile ilgili konular tartışılırken yasal prosedürler ile otomotiv ve tekstil sektörlerinin sorunları gündeme getiriliyor ve daha çok da katılmanın yararlan öne çıkarılıyor. En az sanayi sektörü kadar stratejik öneme sahip tarım sektörü neredeyse unutturulmaya çalışılıyor.
Tarım sektörünün sorunlarının sanayi sektöründen daha çok ve daha karmaşık olduğu, Gümrük Birliği’ne bu haliyle yani, koşulsuz ve korumasız girildiğinde, bu sektörün adeta yıkıma uğrayacağı, milyonlarca üretici köylünün durumunun daha da kötüleşeceği bilinmesine rağmen, bu sektörün hiç sorunu yokmuş, Gümrük Birliği’ne hazırmış gibi davranılıyor.
1 Ocak 1996 sabahından itibaren sanayi ürünlerinde Gümrük Birliği’ne girmeyi planlayan Türkiye, aynı tarihte Avrupa Birliği’nin Ortak Tarım Politikası’na da katılmış olacak. Daha önce imzalanan Katma Protokol, 22 yıllık geçiş dönemi sonunda Türkiye’nin tarım sektörünü ve tarımsal politikalarım Avrupa Birliği’nin Ortak Tarım Politikası’yla uyumlu hale getirmesini öngörüyordu. 22 yıllık süre ise 31 Aralık 1995 günü doluyor. Nasıl ki, 1 Ocak ’96 günü sanayi sektörü, belli ölçülerde Avrupa sanayisine entegre olmuş olmasına rağmen Avrupa Birliği’nin rekabeti karşısında kendini çırılçıplak hissedecekse, tarım sektörü de birliğin Ortak Tarım Politikası’nın yapısal ve gelişmiş dünyasıyla yüz yüze gelecek. Özellikle ’80’li yıllardan itibaren gelişmiş ülkeler, uyguladıkları çok yönlü destekleme programlarıyla tarımsal üretimlerini büyük ölçüde artırıp geliştirirken, Türkiye’de bunun tam tersi bir gelişme yaşanmıştır. Şüphesiz ki Türkiye burjuvazisinin geliştirmeye çalıştığı tarım politikaları, bağımsız bir tercih değil, tersine, Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu çok yönlü ve karmaşık ilişkilerle ve Türkiye kapitalizminin emperyalizmle kurduğu ve kurmak zorunda olduğu zorunlu ilişkilerle belirlenmektedir. Şöyle ki gelişmiş ülkelerde tarım, hayvancılık ve gıda sektörü özel tedbirlerle korunurken, Türkiye’de bu sektörlerin gerilemesi ve dışa bağımlılığının artması için ne lazımsa o yapılmıştır.
Yıllardır tarım kesimini bir “oy deposu” olarak gören egemen sınıflar ve onların çeşitli partileri, tarım sektörü üzerinde en fazla “sübvansiyon”, “kredi” ve “destekleme alımları” ile etkili olmuşlardır. O nedenle her seçim döneminde destekleme kapsamındaki ürün sayısı ve destekleme için ayrılan para artırılırken, seçim olmayan yıllarda üreticiler tamamen kaderlerine terk edilmiştir.
Önceki yıllarda daha çok seçim ve oy kaygısıyla tarıma verilen son derece yetersiz destek ve sağlanan sübvansiyonlar, 5 Nisan Kararlarından sonra hemen hemen sıfır noktasına çekilmiş, destekleme alımlarından büyük oranda vazgeçilmiş, bazı ürünlerdeki destekleme alımları ise göstermelik olmaktan öteye geçmemiştir. Bu, aynı zamanda emekçi köylülük açısından sefalet ve yoksullaşma anlamına da gelmektedir. Mevcut hükümetin tarım sektörüne yaklaşımının ne olduğunu görmek için 5 Nisan Kararları’na bakmak yeterlidir.
IMF patentli 5 Nisan Kararları’na göre; hububat, şeker pancarı ve tütün dışında kalan tarım ürünleri destekleme kapsamı dışına çıkarılacak. Destekleme fiyat ayarlamaları ise maaş ve ücretlerde öngörülen politikalarla tutarlı olarak tespit edilecektir. Hükümetin ’95 yılı bütçesinde maaş ve ücretlerde sıfır zammı öngördüğü düşünülürse, ’95 yılı içinde tarım ürünlerine de zam yapılmayacak, destekleme alımları da olmayacak demektir. Başta tütün olmak üzere bazı ürünlerde ekim alanları ve alım miktarı sınırlanacak, Tarım Satış Kooperatifleri’ne sağlanan finansman azaltılacak. Sübvansiyonlar kaldırılırken devlet tarafından yapılan girdi fiyatları da artırılacak.
5 Nisan Kararları’ndan sonra bir süre hazırlanması ertelenen 7. Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda da tarım sektörü ihmal edilen sektörlerin başında geliyor. Hazırlanan taslakta “tarımsal destekleme alımlarının kamu maliyesine olan yükü azaltılacak, girdi sübvansiyonları ile fiyat müdahaleleri azaltılacak” deniliyor.
Bütün bunlara tarım ürünleri ithalatındaki fonların ve gümrük vergilerinin kaldırılması ve azaltılması da eklenince, tarım sektöründe bir yıkımın yaşanacağını ve dışa bağımlılığın artacağını söylemek hiç de abartılı bir tespit olmayacaktır.

TARIM SEKTÖRÜNDE GENEL DURUM
GB’ye girilmesi halinde tarım sektörünün, özellikle de hayvancılık ve işlenmiş tarım ürünleri sektörlerinin bundan nasıl etkileneceği konusuna girmeden, Türkiye’de tarım ve hayvancılığın genel yapısına kısaca göz atmakta yarar var.
77.8 milyon hektar toprak alana sahip Türkiye’de tarıma elverişli arazi miktarı, yaklaşık 28.0 milyon hektardır. Bunun 24.0 milyon hektarı kuru, 3.8 milyon hektarı ise sulu tarım alanıdır. DİE verilerine göre, 24.0 milyon hektarlık alanın her yıl yaklaşık 18.8 milyon hektarı ekilirken, 5.2 milyon hektarlık alan nadasa bırakılmaktadır. Üretim büyük ölçüde küçük ölçeklidir. Sektörde verimlilik ve teknoloji kullanımı gelişmiş ülkelere göre bir hayli geri durumdadır.
Yeni ekim alanlarının açılması, sulu tarım alanlarının genişletilmesi çalışmaları durdurulurken, Kürt illerinde devam eden savaş, yakılan, boşaltılan köyler ve kırsal alandaki gelir bozukluğundan kaynaklanan göçler yüzünden ekim alanları bir hayli daralmış, üretim gerilemiştir.
1980-94 dönemi tarım sektörü açısından olumsuzlukların yaşandığı kötü bir dönem olmuştur. Bu dönemde GSMH artışı yaklaşık % 68 yükselirken tarım sektörünün payı ancak % 32 oranında artmıştır. Bu süreçte Türkiye burjuvazisinin ve kapitalizmin içinde bulunduğu durum ve yaşanılan sancılı süreçlerin bir sonucu olarak tarım ve hayvancılık sektörü adeta unutulmuş, hiçe sayılmış, tarım sektöründe dünyada ve girilmesi düşünülen AB’deki gelişmelere paralel teknik ve yapısal bir gelişme hayata geçirilmemiştir. Bunun sonucu olarak, 1980’de tarım ve hayvancılık alanında kendi kendine yeterli bir ülke olan Türkiye’de, 1990’larda gıda ve tarım ürünlerinin ithal edilmeye başlandığı bir sürece girilmiştir. Mısır ve pirinç gibi tahıllarda, bitkisel yağlarda, hayvan ve hayvansal ürünlerde dışa bağımlı hale gelinmiş, kişi başına gıda maddesi tüketimi ve sağlıklı beslenme bakımından gelişmiş ülkelerin çok gerisine savrulmuştur. Bu süreç, GB’ye girilmesiyle daha da hızlanacaktır.
1980-94 döneminin diğer bir özelliği ise üretici köylülerin tarım girdilerini alabilmeleri için daha fazla ürün satmak zorunda bırakılmaları olmuştur. Diğer bir anlatımla üreticiler tarım girdilerinde birim başına daha fazla ürün vermek zorunda kalmışlardır. Ürün fiyatlarının, gübre, ilaç, mazot gibi tarım girdi fiyatlarının çok altında kalması sonucu üretici tam anlamıyla bir yoksullaşma süreci yaşamıştır. Son bir yılda gübre fiyatı 6, mazot fiyatı 3 kat artarken, çiftçinin ürünleri enflasyonun altında işlem görmüştür. Fiyatların yüksekliğinden dolayı çiftçi sonbaharda 2,5 milyon ton gübre kullanması gerekirken ancak 1 milyon ton kullanabilmiştir. Bu durum kaçınılmaz olarak üretimi olumsuz yönde etkiliyor. Örneğin buğdayda son 5 yılın en düşük rekoltesi bekleniyor. Geçen yıl 15 milyon ton olan şeker pancarının 11 milyon ton olarak gerçekleşmesi beklenirken, şeker üretiminin geçen yıla göre 650 bin ton azalacağı belirtiliyor.
’94 yılı 5 Nisan kararlarıyla beraber üreticiler açısından son derece zor bir yıl oldu. Üretici toprağını ekebilmek için bir yıl öncesine göre gübreye 6 kat fazla para ödemek zorunda kaldı. Örneğin ’94 Ocak ayında kilosu 1.662 TL olan Amonyum Nitrat 9 bin liraya, kompoze gübre 1.777 TL’den 10.200 liraya yükseldi.
ÇİFTÇİNİN BİR BİRİM GİRDİ İÇİN SATMASI GEREKEN BUĞDAY (KG)  – Tablo-1
Yıllar    Gübre    İlaç    Mazot
1980    0,7    67    3
1990    0,8    99,7    3,8
1991    0,8    98,6    4,3
1992    0,8    117,2    3,9
1993    0,8    132,6    3,2
1994    2,2    260,6    4,2

ÇİFTÇİNİN BİR BİRİM GİRDİ İÇİN SATMASI GEREKEN ÇEKİRDEKSİZ KURU ÜZÜM (KG) – Tablo-2
Yıllar    Gübre    İlaç    Mazot
1980    0,09    8,1    0,36
1990    0,16    21,1    0,80
1991    0,17    20,0    0,87
1992    0,15    21,1    0,70
1993    0,15    24,4    0,60
1994    0,41    49,1    0,78

ÇİFTÇİNİN BİR BİRİM GİRDİ İÇİN SATMASI GEREKEN ŞEKERPANCARI (KG) – Tablo-3
Yıllar    Gübre    İlaç    Mazot
1980    2,7    249,8    11,3
1990    2,9    379,0    14,4
1991    3,0    356,4    15,4
1992    2,8    396,1    13,2
1993    2,9    464,0    11,4
1994    7,0    834,9    13,3

Tablolarda da görüldüğü gibi üretici geçen yıl 800 gram buğday satarak alabildiği gübreyi bu yıl 2,2 Kg. buğday satarak alabiliyor. Şeker pancarı üreticisi gübre alabilmek için geçen yıl 2,9 Kg. pancar satarken bu yıl 7 Kg. satmak durumunda.
Tarımsal ilaç konusunda da aynı tabloyla karşılaşıyoruz. Geçen yıl Lebaycid tarım ilacı için 132,6 Kg buğday gerekirken bu yıl 260,6 Kg. gerekiyor. Pamuk üreticisi ise geçen yıla göre aynı ilacı almak için 30 Kg. daha fazla pamuk verecek. Aynı şekilde bir yıl öncesine göre; ayçiçeği ve soya üreticisi 40, mısır üreticisi 147, şekerpancarı üreticisi ise 360 Kg. daha fazla ürün vermek zorunda.
Tarımın ulusal gelir içindeki payı 1950’li yıllarda yüzde 40’lar düzeyinde iken, her on yılda gerileyerek, 1993 yılında yüzde 15’in altına düştü. GSYİH’ın son on yıllık gelişimine bakıldığında tarım sektörünün % 21,3’ten % 14,0’a gerilediği, buna karşılık sanayi sektörünün % 23,9 dan % 25,7’e, hizmet sektörünün ise % 54’ten % 60,3’e yükseldiği görülüyor.
1993 rakamlarına göre ise bir önceki yıla göre tarım sektörü % 3,6 küçülürken sanayi sektörü % 8,2, hizmet sektörü % 7,9 oranında büyümüştür.
’93 yılı kamu sektörü sabit sermaye yatırımları incelendiğinde devlet yatırımlarının üretim alanları yerine hizmet sektörüne kaydığı görülüyor. ’92 yılına göre % 2,5 gerileyen kamu sektörü yatırımları içinde en yüksek payı % 34,7 ile ulaştırma ve haberleşme alırken tarım sektörü % 14,9, eğitim % 14,8 oranında artış, imalat sektörü % 43,5, madencilik sektörü ‘yatırımları ise % 20,2’lik bir gerileme göstermiştir.
Tarım kesimindeki artış esas olarak ’92 yılındaki -20 %’lik gerilemeden kaynaklanıyor. Yoksa artış gibi görünen yatırım 1991 rakamlarının çok gerisindedir. Örneğin 1991 yılında 1.249 milyar liralık yatırım yapılırken 1993 yılında tarıma yapılan yatırım 1.135 milyar liradır. DİE’nin ekonominin genel yapısı içinde tarımın büyümesiyle ilgili rakamlarına bakıldığında tarım sektörünün son yıllarda ne kadar ihmal edildiği daha iyi görülüyor. Bir önceki yılın aynı dönemine göre tarımda ikinci üç aylık büyüme hızı ’92’de 5,3 iken, ’93’te -4,8, ’94’te -2,4’de gerilemiştir.
Aynı durum ihracat rakamlarında da söz konusu. ’93 yılında tarım ürünleri ihracatı ’92 yılına göre % 5,3 artmış gözükmesine karşılık 1991 yılındaki ihracattan yaklaşık 353 milyon dolar daha düşüktür.
Bu düşüş, ihracatın toplam rakamlarına bakıldığında daha net olarak görülüyor. ’91 yılında toplam ihracat içinde tarımın payı % 20,1 den ’93’te % 15,5’e gerilerken, sanayi ürünleri payı % 77,8’den, % 82,9’a yükseliyor.
İhracattaki bu gerilemeye karşılık ithalatta tarımın payı yükseliş gösteriyor. Toplam ithalat içinde 1991 yılında tarımın payı % 3,9’dan 1993’te % 5,7’e yükseliyor. 1991 yılında 813.0 milyon dolar tarım ürünleri ithalatı yapılırken 93 yılında 1.673.5 milyon dolar ithalat yapılmıştır ki bu % 100’ün üzerinde bir artış demektir.

SEKTÖRLERİN GSYİH İÇİNDEKİ PAYLARI (%) – Tablo-4
Sektörler    1982      1983       1984     1985     1986       1987     1988     1989     1990     1991     1992     1993
Tarım         21,3     19,7     20,1     18,9     19,1     17,5       17,0     16,7     18,2       5,7     15,0       14,0
Sanayi     23,9     23,1     22,2     22,4     26,0     25,5       26,8     27,0     25,3       26,0     25,6       25,7
Hizmetler     54,8     57,2     57,7     58,7     54,9     57,0      56,2     56,3     56,5      58,3     59,4      60,3
GSYİH100.0     100,0     100,0     100,0     100,0     100,0     100,0     100,0     100,0     100,0     100,0     100,0
KAYNAK: DİE

SEKTÖRLERE GÖRE ÎHRACAT – Tablo-5
Değer(Milyon dolar                Toplam İçindeki Pay        Değişim (%)   
Sektörler    1991        1992            1993        1991    1992    1993        1991    1992    1993
Tarım Ürün.    2,732,3    2,259,4    2,379,6    20,1    15,4    15,5        14,4    -17,33    5,3
Madencilik    285,9        264,2        283,3        2,6    1,8    1,66        -13,2    -7,6    -9,8
Sanayi Ür.    10,575,3    12,191,0    12,725,7    77,8    82,8    82,9        3,3    15,3    4,4
KAYNAK; DİE

TARIMDA HAYVANCILIĞIN YERİ VE ÖNEMİ
Dünya ülkeleri kendilerine hayvancılık ağırlıklı bir tarımsal yapı oluştururlarken Türkiye’de bitkisel ağırlıklı yapıya ağırlık veriliyor. İdeal tarımsal yapı % 60 hayvancılık, % 40 bitkisel ağırlıklı olması gerekirken Türkiye’de tam tersi bir gelişme yaşanıyor. Bu, temellerini, Türkiye ekonomisinin kendine özgü gelişim özelliklerinde bulmaktadır.
Son 10-15 yıllık değişimler göz önüne alındığında, tarım sektörü içinde önemli bir yere sahip olan hayvancılığın, tarım sektörünün genelinde olduğu gibi son derece olumsuz bir gelişme seyri izlediği görülecektir. Hayvancılığa gereken önem verilmediğinden 1980 yılında 67.6 milyonu küçükbaş, 16.9 milyonu büyükbaş olmak üzere toplam 84.5 milyon baş hayvan varlığına sahip olan Türkiye’de hayvan varlığı sürekli bir azalma göstermiştir. Örneğin son on yılda sığır varlığı % 27, koyun % 11, keçi % 38 ve manda % 60 dolayında erozyona uğramıştır. Bu erozyonun önemli nedenlerinden biri girdi fiyatlarının dünya fiyat ortalamasının çok üstünde oluşudur. Örneğin, dünyada 60-70 dolar olan hayvan yemi, Türkiye’de 220-240 dolardır. Devletin hayvancılığa gereken önemi vermemesine, hayvan varlığının sağlıklı bir şekilde sayımının yapılmamış olmasına karşın, Türkiye’nin mevcut hayvan varlığı, dünya hayvan varlığının içinde yaklaşık % 3,5 gibi büyük bir paya sahiptir.
Yılda % 2,1 oranında büyüyen, % 48’i 20 yaşın altında olan, 60 milyonluk nüfusuyla Türkiye, dünyanın en güçlü hayvancılık ve süt sanayine sahip, AB için çok çekici ve tekellerin iştahını kabartan bir pazardır. Her yıl yaklaşık 2 milyon ton fazla veren AB’nin hayvansal ürünleri, Gümrük Birliği ile beraber sadece mamul maliyetinin çok ufak bir kısmını oluşturan süt, şeker, tahıl vs. gibi temel tarım ürünleri için gümrük vergisi ödeyerek ülkemize girecektir.
Bunun yanında gümrük vergilerinin azaltılması veya sıfırlanması ve fonların düşürülmesi sonucu, AB standart dışı mallarda Türkiye’ye dolacak. Üreticilerin korunmasına yönelik gerekli tedbirler alınmadığından üretimden vazgeçen üreticiler mahvolacak, marketlerde daha çeşidi ürünleri daha uygun fiyata bulabilecek olan tüketiciler ise, zaman içinde ürünleri % 200–300 zamlı tüketmek zorunda kalacaklar.
30 yıldır AB’ne gireceğini söylemesine rağmen, bu konuda gerekli yapısal ve teknik değişimi gerçekleştirememiş veya buna izin verilmemiş olan Türkiye, Gümrük Birliği’ne katıldığında hayvancılık ve gıda sektöründe dünya ölçeğinde söz sahibi olan dev tekellerle rekabetle karşı karşıya kalacak.

RAKAMLARLA KIRMIZI ET PAZARI (000 TON) – Tablo-6
1989        1990        1991        1992        1993
Üretim        1.490.0    1.556.0    1250        1280        1310
Tüketim    544,3        509,5        488        474        483
İthalat        6,6        9,8        24,9        29,7        25,1
İhracat        16,2        7,4        3,5        4,9        7,1
Tüketim    25,6        26,5        21,5        21,6        21,6       

BEYAZ ET SEKTÖRÜNDE DURUM
Türkiye yıllık 340 bin ton beyaz et (tavuk, piliç, hindi) üretimiyle dünya sıralamasında 26. sırada bulunuyor. Birleşmiş Milletler’e göre (FAO) 1993 yılında 30 milyar adet piliçten 40 milyon ton temizlenmiş piliç eti elde edilmiş, 6 milyon ton yumurta ve anaç tavuk eti ile beraber toplam dünya beyaz et üretimi 46 milyon tona yaklaşmıştır. Bu üretimde Kuzey Amerika 15, Asya 12 ve Avrupa 8 milyon tonla başı çekiyor. Yine aynı kaynağa göre ABD 13, Çin 5, Brezilya 3, Fransa 2 milyon tonla dünya üretiminin yarısını gerçekleştiriyor. Japonya, İtalya ve İngiltere yıllık birer tonu aşıyor. Rusya ve BDT’nin istatistikleri belirsiz, ancak 2 milyon ton olarak kabul ediliyor.
Dünya beyaz et pazarına 4 devlet hâkim durumda. ABD 700, Fransa 400, Brezilya 400, Hollanda 300 bin tonla dünya ihracatının üçte ikisini elinde bulunduruyorlar. Türkiye ise 1993 yılında ihracatı yok denecek kadar az olduğundan dünya ticaret sıralamasında yer alamıyor. ’94 yılında ilk kez 5-6 tonluk bir ihracat gerçekleştirebildi.

DÜNYA BEYAZ ET TÜKETİMİ
Ülke sıralaması     Kişi Baş Yıl.Tük.
ABD            43.1
İsrail            37.0
Suudi Arabistan    34.6
İspanya        24.1
İtalya            18.6
Yunanistan        15.9
İran             7.5
Suriye             6.8
Azerbaycan         6.2
Türkiye         5.7
Türkmenistan        2.1
Afganistan         0.7
Dünya ortalaması    8.0

Tarımdaki diğer girdiler gibi beyaz et üretimindeki yem fiyatları dünya fiyat ortalamasının çok üzerinde. Yemin üç ana girdisi olan mısır, buğday ve soya fiyatları dünya fiyatlarının yaklaşık iki katıdır. Bu durum kaçınılmaz olarak piliç maliyetlerini olumsuz yönde etkiliyor ve Gümrük Birliği’nden sonra rekabet şansını iyice zora sokuyor.
Türkiye piliç pazarlaması konusunda stratejik bir bölgede bulunmasına rağmen devletin bu sektöre olumsuz yaklaşması sonucu bunu yeterince değerlendiremiyor. Senede 100 bin ton alım yapan Rusya, Körfez ülkeleri ve S. Arabistan’a çok yakın olunmasına rağmen, bu pazarlar Brezilya, Fransa ve ABD’nin elinde.
İhracatçı ülkeler ton başına 7-8-900 dolar fon ödeyerek ihracatı teşvik ederken, Türkiye’de belirlenen 700 dolarlık fon ihracatçıya ödenmemekte, hatta ihracatçıların bu fonların karşılığında yem almaları, bu paraların sigorta vergi gibi ödemelerden düşülmesi önerileri de geri çevrilmektedir.

AB VE TÜRKİYE’DE TARIM POLİTİKALARI
Son 25 yıldır AB, hayvancılığını Ortak Tarım Politikası (OTP) çerçevesinde desteklerken, Türkiye OTP programından yararlanamamış, yararlandırılmamıştır.
Bu destek öyle küçümsenecek boyutlarda bir destek değildir. AB’nin tarıma ve onun bir dalı olan hayvancılığa verdiği desteğin boyutlarını gözler önüne sermek için 1991 yılı destek rakamlarına bakmak yeterlidir. 1991 yılında 53 milyar ECU (1 ECU yaklaşık 1.20 dolar) olan OTP bütçesinin 11.6 milyar ECU’luk bölümü hayvancılık ve süt sektörünün gelişmesine ayrılmıştır.
Desteği, üreticiye ve ihracatçıya olmak üzere iki aşamada sağlayan AB, bununla da yetinmeyip yabana rekabete karşı çok iyi işleyen değişken prelevman vergisi ve tarife dışı engeller mekanizmasıyla topluluk çiftçisini korumakta, hiçbir yabancı kaynaklı ürünün yerlisinden daha ucuza piyasaya girmesine izin vermemektedir.
AB’de, üreticinin yanında ihracatçıda büyük destek görmektedir. ’92 rakamları itibariyle ton başına sağlanan destek; tam yağlı süttozunda 1366, tereyağında 2000, donmuş sığır etinde 1867, peynirde 1758 dolardır. Türkiye’de ise bu ürünlerin ihracatında sağlanan destek sıfırdır.

İthalatta Gümrük ve Fon (Ton/$)
Türkiye         AB
Süttozu     1200 +% 26 GV     1988
Peynir            1550             2766
Tereyağı          900             2889
Donmuş et       1500+% 15 GV         4101+% 20 GV

Tabloda görüldüğü gibi ithalatta durum tam tersi. Türkiye’ye ithal edilen mallara daha az gümrük vergisi ve fon ödemesi yapılırken AB’de bu ödemeler bazı mallarda 2–3 daha kat fazladır.
1994 yılında 2600 mal üzerindeki Toplu Konut Fonu kaldırıldı, diğer mallar üzerindeki fonlar, selektif olarak indirime tabi tutuluyor. Sadece AT değil EFTA ülkeleri lehine de tarım ürünlerinde sağlanan sürüm kolaylıkları devam ediyor. Türkiye zaten düşük olan gümrükleri daha da aşağıya çekip sıfırlarken, dünyadaki herkes tarım ürünlerinde gümrüklerini yükseltip gerekli tedbirleri alıyor. Örneğin Macaristan gümrük vergilerini domuz etinde yüzde 15’ten 59’a, koyun etinde 15’ten 50’ye, mısırda 3’ten 50’ye, ayçiçeği tohumunda sıfırdan 30’a yükseltti. Bugün İspanya ve Portekiz’de üretilen bazı malların diğer ülkelere geçişinde gümrük vergisi uygulaması var ve bu uygulama ancak 1997 yılında kalkabilecek.
Türkiye ile AB’de hayvancılık alanındaki farkı geniş boyutlarıyla görebilmek için 25 yıl geriye gidip, AB’de nasıl ekonomik ve yapısal değişikliklerin olduğunu anlamak, Avrupa Birliği çiftçisinin hayvancılık açısından durumunu görmek gerekiyor.
“AB ortak tarım organizasyonu orijinini 804/68 no’lu düzenlemeye imza koyan 6 ülke Belçika, Almanya, Fransa, İtalya, Lüksemburg, Hollanda kendi çiftçilerine yıllık 600 milyon dolarlık para yardımı yaparak hayvansal üretimi teşvik etmekteydiler. Teşvik politikası AB öncesi başlamıştır. Zaten geleneklerinde mevcut idi. Yine düzenleme öncesi inekte süt verimliliği Fransa’da 2433, Almanya’da 3443, İtalya’da 2733, Hollanda’da 4226, Belçika’da 3811. Lüksemburg’da 3300 lt/yıl’a ulaşmıştır. Aynı mukayesede ülkemize bakarsak, Gümrük Birliği öncesi bizim inek başına süt verimliliği 1600 İt/yıl olduğu tahmin edilmekte, düzensiz ödenen süt teşvik primi de yıllık 20 milyon Amerikan Doları’nı geçmemektedir.”
25 yıldır AB, üreticisi ve ihracatçısının gördüğü büyük teşviklere karşın, Türkiye’de aynı sektördeki üretici ve ihracatçı firmalar desteklenme bir yana kösteklenmiş, yıllardır izlenen emperyalist yanlısı politikalar sonucu AB ile Türkiye arasında diğer sektörlerde olduğu gibi hayvancılık ve hayvan ürünleri üretim, verimlilik ve pazarlamasında da tam bir uçurum meydana getirilmiştir.
1968’de 25 milyon inekle 88,8 milyon ton süt üreten topluluk, 1993’te 20 milyon inekle 96,6 milyon ton süt üretmiş, verimlilik hayvan başına 5500 İt/yılın üzerine çıkmıştır. Özellikle süte konulan kotalar dolayısıyla verimsiz hayvanların kasaba gitmesi, hayvan başına verimliliği oldukça artırmıştır.
AB’de 1968’li yıllarda tarım işletmelerinde ortalama 1–9 arasında olan inek sayısı 1989 yılında 30–59 ineğe çıkmıştır. Türkiye’de ise işletme başına düşen inek sayısı sadece 3,2’dir.
Hollanda ile bir kıyaslama yaparsak, Konya ili büyüklüğünde olan Hollanda’nın tarıma dayalı ihracatı 30 milyar doları aşarken, Türkiye’nin tüm ihracatı bu yıl 17 milyar civarındadır. Hollanda’da bir inek yılda 7500 litre süt verirken, Türkiye’de 1200 litredir. Ortalama hayvan karkas ağırlığı Hollanda da 360, Türkiye’de ise 120 kiloyu geçemiyor.
AB ithalatında güçlü koruma sistemi uygulamakta, ihtiyaçlara göre sübvansiyonlar artmakta, fonlar yükseltilmektedir. Buna karşılık Türkiye’de fiyatlar takip edilmemekte. 1986 yılında sübvansiyonun çok altında bir gümrük vergisi ile donmuş et, süttozu ithal edilmiş ve ülke hayvancılığına büyük darbeler vurulmuştur.
Türkiye       AB
Ort. Sığır Karkas ağırlığı (Kg)     153            263
Ort. Süt verimi (Kg/yıl)                1610          5500
Ort. Süt tüketimi (Kg/kişi)             4-5            250-300
Ort. Et Tüke. (Kg/kişi)                16-25         70-100

Hayvancılığa dayalı sanayi sektörünün tabanını teşkil eden hayvancılık faaliyeti ülke ihtiyacına cevap vermekten gittikçe uzaklaş maktadır. Hayvansal üretim ve hayvan hastalıklarıyla ilgili genel müdürlüklerin yıllık bütçelerinin düzeyi, Türkiye’nin bu konularıyla ilgili ekonomik politikalarının bir göstergesidir. Örneğin, bitkisel üretimde sadece tohumluk ihtiyacı için 600 milyar TL bedava arpa, buğday tohumu dağıtan TÜGEM’in hayvancılıkla ilgili 1994 bütçesi sadece 50 milyar Uradır.
Aynı ilgisizlik hayvan hastalıklarıyla mücadelede de görülüyor. 16 çeşit hayvan hastalığıyla mücadele etmesi gereken Koruma Kontrol Genel Müdürlüğü, ancak şap ve vebayla o da yarım yamalak uğraşıyor. Onun dışında kalan başta Brucelloz olmak üzere, insan sağlığını tehdit eden bulaşıcı hastalıklarla mücadele yapılmıyor. Kesin rakamlar bilinmemekle beraber bu hastalıklardan dolayı hayvan ölümlerinden doğan zararın 10 trilyon olduğu tahmin ediliyor.
Bütün bunlar göz önüne alındığında Gümrük Birliği’ne giriş öncesi hayvancılığın rehabilitasyon tedbirleri için asgari 10 milyar dolarlık kaynağın AB’den istenmesi ve rehabilitasyonun programlanması gereklilikten öte bir zorunluluk olarak görülmelidir.
Bunun yanı sıra süttozu ve hayvan ithalinin yasaklanması, mısır ve soya fasulyesi ekiminin planlanması, damızlık hayvan yetiştiriciliği ve suni tohumlamanın desteklenmesi, et ve sütte KDV oranlarının düşürülmesi ilk planda yapılması gerekenlerdir.

GIDA SEKTÖRÜ
Gıda sanayisi genelde hammaddesini tarım ve hayvancılıktan alan, bu ana maddeyi değişik alanlarda işleyerek dayanıklı ve tüketime hazır gıda ürünlerine dönüştüren bir ana sanayi dalıdır. Alkollü içki ve meşrubat üretiminde yer aldığı gıda sektörü, genelde imalat sanayi içinde değerlendirilmektedir.
1989 verilerine göre imalat sanayisinde gıda sektörünün payı yüzde 19,7, GSMH içindeki payı ise yüzde 6,6’dır. Sektörün ’87 yılı envanter çalışmalarına göre işleyen tesis sayısı 208.555 gibi büyük bir rakama ulaşıyor.
“Bu işletmelerin % 50’si un ve un mamulleri, % 17’si meyve ve sebze işleme, % 15,5’i süt ve süt mamulleri, % 5’i bitkisel yağ ve mamulleri, % 5’i şeker, % 3’ü et ve % 4’ü diğer gıda ürünleri alanında faaliyet yürütüyor.” Bu firmaların % 80-90’ı küçük işletmeler konumunda. Bu alanda yabancı yatırımcıları saymazsak, birkaç firma dışında büyük çaplı yatırım yapan firma yok gibidir.
Dış ticaretteki payı giderek artan gıda sektörünün, ihracata yönelik üretim yapan firmaların, özellikle yabancı sermayeyle ortaklık içinde olanların, teknoloji kullanımı bakımından Avrupa ile aralarında önemli bir fark bulunmuyor. Bunda son yıllarda yabancı sermayenin bu sektöre yatırımlar yapmasının da payı vardır. Örneğin ’90-94 yılları arasında 1 milyar doların üzerinde yabancı sermaye bu alana yatırım yapmıştır. Sektör sözcüleri ’96 başında GB’nin gerçekleşmesi durumunda yabancı sermaye yatırımı ve teknoloji kullanımının artacağı beklentisi içindeler.
Gıda sektörünün AB ile eşit şartlar sağlandığında rekabet edebilme şansı var. Özellikle fındık, et ve süt üretimlerinde. Hatta bu sektörlerin Avrupa’dan daha iyi durumda olduğu söylenebilir. Bu durum, firmaların gelişmişliklerinin yanı sıra, Avrupa’ya göre işçi ücretlerinin çok düşük olmasından ileri geliyor.
Ancak tarım ürünlerinin ihracat ve ithalatında AB ve Türkiye çok farklı vergiler ve fonlar uyguluyorlar. GB’ye girilmesi aşamasında bu fon ve vergi uygulamaları AB ile eşit konuma getirilmemesi durumunda, AB’nin gıda ürünleri Türkiye’ye akacak, bunun sonucunda pahalı maliyetler yerli üreticilerin üretimden vazgeçmelerine yol açacaktır. Bu aynı zamanda işsizlik ve köyden kente göçün hızlanması demektir.
Türkiye’de gıda sektörü ne kadar gelişmiş, maliyetler özellikle işgücü ne kadar ucuz olursa olsun, eşitsiz koşullarda ve önüne çıkarılan bariyerlere rağmen, kurtlar sofrasında kendine yer edinerek, onlarla rekabet edebilmesi, gıda ticaretinde dengeyi kendi lehine çevirebilmesi mümkün görünmüyor. AB’deki bazı ülkeler sadece Avrupa’da değil dünya gıda ticaretinde de söz sahibiler. Toplulukta kullanılan tarife bariyerleri en yüksek maliyetle üretim yapılan bölge fiyatları temel alınarak hesaplandığından, yüksek koruma duvarlarını aşarak bu ülkelere ihracat yapmak oldukça zordur. Bunun yanında topluluk koruma sistemleri son yıllarda değişiklik göstererek “non-tariff’ bariyerlere doğru kaymaktadır. Toplulukta sadece gıda ile ilgili 212 tane non-tariff bariyeri vardır.
AB içinde Almanya ve Fransa, ABD ile beraber dünya gıda ticaretinde öncü durumunda bulunuyor. ABD’nin ’90-92 döneminde gıda ticareti (ithalat-ihracat) 50 milyar dolara yaklaşıyor. Aynı dönemde Almanya 47 milyar dolar ile ikinci, Fransa ise üçüncü sırada yer alıyor.
Dünya ticaret sıralamasında İspanya, ihracat ve ithalatını dengelemiş giderek de ihracatçı konuma gelmiştir. Örneğin son üç yılda 17,1 milyon dolar ithalatına karşılık 21.7 milyon dolar ihracat gerçekleşmiştir.
AB içinde Türkiye ile beraber Yunanistan da gıda ithal eder durumda. ’90, 91, 92 yıllarında bu ülkenin ithalatı ortalama 7.1 dolar olurken ihracatı 5.7 milyon dolarda kalmıştır.
Almanya’dan bir örnek verecek olursak, Almanya’nın hammadde ve işlenmiş tarım ürünleri ihracatı 1993 yılında yaklaşık 20 milyar dolardır. Almanya bu rakamla ABD, Fransa ve Hollanda’nın ardından dünyada 4. sırada bulunuyor. Süt ürünleri, canlı hayvan, süttozu ve yoğurtta Avrupa’nın en büyük ihracatçısı konumunda olan Almanya, sığır eti ve kondense edilmiş süt ihracatında ikinci, peynir ihracatında ise Hollanda ve Fransa’nın ardından 3- sırada yer alıyor

GÜMRÜK BİRLİĞİ SORUNLARI VE SONUÇLARI
19 Aralık’ta Ortaklık Konseyi Toplantısı’nda imzalanmayan, Türkiye’nin Gümrük Birliği’ne geçişini düzenleyen karar taslağı, devletin genel olarak ekonomiye özelde, tarıma, üretici köylülüğe bakışını sergiliyor. Karar taslağında tarıma yönelik ve sonuçları bakımından Türkiye’deki tarımı, hayvancılığı ve gıda sektörünü zora sokacak bir dizi ya-tırım bulunuyor. Bilindiği gibi AB, Gümrük Birliği konusunda tarım sektörünü dış arda bırakmaya, sadece işlenmiş tarım ürünlerini gümrük indirimine tabi tutmaya çalışıyor. Görüşmelerde bu kesinlik kazanırsa zaman içinde kaçınılmaz olarak Türkiye, Avrupa’nın tarım pazarı haline gelecektir. Karar taslağındaki Türkiye ile ilgili yükümlülüklere gelince:
Türkiye 1 Ocak 1996 itibariyle gümrük vergisi ve Toplu Konut Fonu’nu kaldıracak. Ortak gümrük tarifesine uyum tamamlanmış olacak.
AB’nin Türkiye çıkışlı tekstil ve konfeksiyon ürünlerine koyduğu kotalar devam edecek. Bu yüzden Türkiye’nin çok güvendiği tekstil ve konfeksiyon ihracatını artırma hevesi kursağında kalıyor. Herkes bilir ki, hiçbir ekonominin tek basma bir sektöre dayanarak ayakta kalması mümkün değildir. Bir bütün olarak ekonomi krize sürüklenir, AB tarafından ipotek altına alınırken Türkiye’nin tekstil ve konfeksiyon sektörlerine dayanarak ekonomisini ayakta tutması olanaksızdır. Kaldı ki bu sektörlerin AB ile rekabet etmesi daha çok Türkiye’de ücretlerin düşük olmasından, bu sektörde sigortasız, sendikasız işçi çalıştırmanın yaygın olmasından, işverenlerin vergi, SSK primi, konut fonu gibi ödemeleri yapmamalarından ileri gelmektedir. Tekstil ve konfeksiyon sektörlerinin “Avrupa ile rekabet ederiz” demeleri mevcut uygulamaların ilelebet devam edebileceği varsayımına dayanıyor.
Ne üreteceğine Avrupa karar verecek. Türkiye üretim planlamasını topluluğun ihtiyaçlarına göre yapacak. Toplulukta şu an üretim fazlası olan ürünlerin üretimi ya yapılmayacak ya da kısıtlanacak. Böylece AB başına bela olan üretim fazlasından da kurtulmuş olacak. Türkiye, çıkarları için kendine pazarlar arayan AB’nin ekonomik hedeflerinde bir pazar cennetine dönüşecektir.
Türkiye’nin üçüncü ülkelerle olan ticareti büyük ölçüde AB’nin denetimine girecek. Türkiye ulusal veya siyasal nedenlerle de olsa bu ülkelere kota ve benzeri uygulamalara gidemeyecek. AB’nin üçüncü ülkelere yaptığı tercihli anlaşmalara uyum sağlayacak, 5 yıllık süre içinde AB’nin üçüncü ülkelere tanıdığı tarife kolaylıkları Türkiye tarafından üstlenilecek, Türkiye bu ülkelerin de rekabetine açılacak. Türkiye daha önce üçüncü ülkelerden ithal ettiği bazı malları Gümrük Birliği’nin gerçekleşmesinden sonra AB’den almaya başlayacak. Böylece nispeten yüksek maliyetli AB mallan da Türkiye’ye girecek.
Yardım alamayacak. Birlik, üyelerine tarımlarını geliştirmek için milyarlarca dolar verirken Türkiye bundan yararlandırılmamış, bundan böyle de yararlanamayacak. Gerekli finansmanları kendi bütçesinden sağlayacak. Buna karşın Ortak Tarım Politikası’na katıldıktan sonra da gümrük vergilerini, uygulamaya koyacağı prelevman ve fark giderici vergilerden sağlayacağı gelirleri birliğin kasasına yatıracak.
Türkiye’ye mali yardım 1981 yılında AB’nin 600 milyon ECU’luk IV. Mali Protokol’ü askıya almasıyla kesintiye uğradı, sonra da Yunanistan’ın vetosu yüzünden tekrar uygulamaya sokulmadı. Dört senede bir imzalanması gereken mali protokollerden dolayı Türkiye’nin AB’den yaklaşık 3 milyar dolara yakın alacağı bulunuyor.
Türkiye 1980’den beri birliğin vermesi gereken 5 milyar ECU’luk (bir ECU yaklaşıl 1.20 Dolar) mali katkıyı alamazken, Yunanistan, İrlanda, İspanya ve Portekiz yüklü miktarlarda yardım alarak tarım sektörlerini geliştirmişlerdir.
Karşılıksız yardım yapan AB Genel Bütçesinden, Yunanistan ’90-91 yılları arasında 15.7 milyar ECU, ispanya ’86-92 yılları arasında 9,5 milyar, Portekiz ise ’86-91 yıllan arasında 3.8 milyar ECU’luk net (karşılıksız) yardım almışlardır. 1992 yılı sonu itibariyle İspanya 11.5 milyar, Portekiz 6.6, Yunanistan 5.7 milyar ECU tutarında kredi sağlamışlardır. Türkiye ise 22 yıllık süreç içinde % 91’i kredi, % 9’u bağış olmak üzere toplam 827 milyon ECU tutarında mali yardım alabilmiştir.
Raf ömrü biten mallar Türkiye’ye akacak. Bugün Avrupa’da gıda sektöründe önemli bir sorun, raf ömrü biten malların imha edilmesidir. Tüketicinin bilinçli ve denetimli piyasada raf ömrü dolan malların sürümü oldukça zordur. Şimdiye kadar Avrupa bunun bir kısmını üçüncü ülkelere ihraç ederek bir kısmını ise toplayarak çözmeye çalışıyordu. Gümrük Birliği’ne girilmesi durumunda raf ömrü dolmaya yakın bu ürünlerin çoğunluğu Türkiye’ye akacaktır. Bu tür malların Türkiye’ye akması halk sağlığını önemli ölçüde tehlikeye sokmasının yanında daha ucuza geleceğinden yerli üretimlerle haksız bir rekabete de neden olacaktır.
Dış ticaret açığı büyüyecek. Sıfır gümrük, düşük fiyat ve ticaret genişlemesi Türkiye’nin ithalatını hızla büyütecek, dış ticaret dengesi ithalat lehine büyüyecek. Bu Türkiye’nin dış borçlarının ve döviz ihtiyacının artması, döviz kurlarının yükselmesi demektir.
Vergi gelirleri azalacak. Türkiye ithalatının % 25’ini yaptığı Avrupa Birliği ülkeleriyle Ortak Gümrük Tarifesi (OGT) kapsamında yer alması vergi gelirlerinde önemli kayıplara neden olacaktır. Gümrük vergileri ve Toplu Konut Fonu’nun kaldırılmasıyla kamu gelirlerinde yaklaşık 4 milyar dolarlık bir gelir azalması olacak. Devlet, bu kaybını telafi için işçi ve emekçiler üzerine ek vergiler koyacak
İşçiler işini kaybedecek. Rekabet karşısında birçok işletme kapanmayla yüz yüze gelecek, işverenler işçi çıkarmanın yanında ücretleri de aşağı çekmeye çalışacaklar, bunun sonucu yüz binlerce işçi işini kaybedecek, sendikal hareket darbe yiyecek.
Üreticiler yoksullaşacak. Tarım ve işlenmiş tarım ürünleri sektörleri çökecek, üretici köylülük iyice yoksullaşacak, çoğunluğu üretimi terk ederek büyük şehirlerde işsizler ordusuna katılacak.

İlk Kurucu Üyeler: (1958)
1. Almanya
2. Belçika
3. Fransa
4. Hollanda
5. İtalya
6. Lüksemburg
1973’te katılanlar
7. Danimarka
8. İngiltere
9. İrlanda
1981’de katılan
10. Yunanistan
1986’da katılanlar
11. İspanya
12. Portekiz
1995’te katılacaklar
13. Avusturya
14. Finlandiya
15. İsveç
2000’lerde katılacaklar
16. Bulgaristan*
17. Çek Cumhuriyeti
18. Macaristan*
19. Polonya+
20. Romanya*
21. Slovakya*
22. Kıbrıs+
23. Malta+
24. Slovenya
Öteki olası üyeler
25. Estonya**
26. Letonya**
27. Litvanya**
28. Arnavuüuk
29. İzlanda
30. Türkiye+
(*) AB, bu ülkelere tam üyelik için önceden tek pazar birliğini öneriyor.
(**) AB Ortaklık Anlaşması görüşmelerini planlıyor.
(+) Tam üyelik başvurusu yapanlar.
(Kaynak 15.12.1994 Cumhuriyet Gazetesi)

Türkiye AB’nin ipoteği altına girecek. Gümrük Birliği’ne girdiğinde sadece ekonomisi değil dış ilişkilerinin tümü AB’nin ipoteği altına girecektir. AB’nin üyesi olmadan Gümrük Birliği’ne giren tek ülke olan Türkiye, kendi dışında alınacak kararlara itiraz edemeyecek veto hakkı olmayacak. AB’de alınacak kararlar tamamen 12 ülke yararına alınacak. Türkiye kaçınılmaz olarak Brüksel tarafından tek yönlü olarak yönlendirilen bir ülke konumuna düşecektir.
Türkiye, Gümrük Birliği’ne girmeye çalışırken, bunun gerçekleşmesi durumunda siyasal, politik, ekonomik ve kültürel açıdan ne gibi değişiklikler ve ne gibi sorunlar yaşayacağını fazlaca hesaba katmadan hareket etmek zorunda kalmıştır. Bu elbette ki Türkiye kapitalizminin uzunca bir dönemden beri yaşadığı sancılı ve bunalımlı süreci kendi olağan sermaye birikimi ve dolaşımı yollarıyla aşabilecek durumda olmamasından dolayı belirli bir süre nefes alabilmek için yabancı sermaye ve emperyalist ilişkilerin derinleştirilmesi ve bu doğrultuda kendisine dayatılan hemen hemen bütün koşul ve şartları kabullenmek zorunda olmasıyla açıklanabilir. Türkiye egemen sınıfları yaklaşık 35 yıl önceden tercihini, AB’ye katılma yönünde kullanmış olmasına karşın, yıllardır “bu birliğe en iyi şartlarda nasıl girebilirim” anlayışı yerme, tamamen teslimiyetçi bir politikayı benimsemişlerdir. Burada şu sorulabilir: Ekonomik, siyasi, askeri, kültürel olarak emperyalizme göbekten bağımlı olan işbirlikçi tekelci burjuvazinin emperyalist dayatmalara karşı durması söz konusu olabilir mi? Doğaldır ki böyle bir şey mümkün değil. Diğer konular bir tarafa, sadece Gümrük Birliği konusuna bakıldığında dahi, Türkiye egemen sınıflarının emperyalizme karşı böyle bir tavır takınmalarının söz konusu olamayacağı gayet açık görülüyor.
Köylülük, sadece aracı, tefeci, tüccar, toprak ağası tarafından değil, aynı zamanda emperyalistler ve işbirlikçi tekelci burjuvazi ve onların devleti tarafından da sömürülmekte, baskı altında tutulmaktadır. GB’ye giriş ile bu baskı bağımlılık ve sömürü daha da ağırlaşacaktır.
İster Gümrük Birliği’ne girilsin ister girilmesin, devletin tarım politikası üretici köylüden yana değildir ve hiçbir zaman da olmayacaktır. Toprak sorunundan köylülerin toprakları üzerindeki her türlü ipoteğin kaldırılmasına, bankaların, tefecilere olan tüm borçlarının iptal edilmesine faizsiz ye uzun vadeli krediye, üreticilerin örgütlenmesinden, pazar sorununa, sübvansiyonların alanının genişletilip, artırılmasından destekleme alımlarına, ürün fiyatlarının tespitinden, hangi ürünün ülkenin hangi bölgesinde ekileceğine (ürün haritası), yeni tarım alanlarının açılmasından, sulu tarım alanlarının artırılmasına, mera sorununun çözülmesinden, orman alanlarının genişletilmesine vb… kadar yüzlerce sorun on yıllardır sürüyor ve çözülmesi doğrultusunda da herhangi bir gelişme görülmüyor. Aksine 5 Nisan Kararları ve 7. Beş Yıllık Kalkınma Plan taslağında yukarıdaki sorunların ağırlaştırılmasına yönelik bir dizi yaptırımlar öngörülüyor.
Bugün tarım ve hayvancılık sektöründe yaşanan sıkıntılar, yapısal sorunların çözümü doğrultusunda adımlar atılmadığı sürece daha da artacak. IMF ve AB’nin dayatmaları sonucu devletin destekleme alımlarından yavaş yavaş çekilmeye başlaması, yüksek fiyat dalgalanmaları gündeme gelecek, bu gelişmelerden sadece üreticiler değil tarımsal sanayiciler de olumsuz yönde etkileneceklerdir.
Doğrudan üretici faizsiz veya düşük faizli kredilerle desteklenmediği, tarım girdilerinde fiyatların düşürülmediği, sübvansiyonlara devam edilmediği sürece geliri sürekli düşen üreticilerin teknolojik yatırım yapması olanaksızdır. Bu ise üretimin sürekli gerilemesi anlamına gelir.
Sadece bu hükümet değil, bundan önceki tüm hükümetler de tercihlerini tekelci sermayeden yana koymuş, tarımı, dolayısıyla köylülüğü bilinçli olarak “ihmal” etmiş, gelişmesini kösteklemiştir.
Bütün gelişmelerin kanıtladığı tek bir şey vardır: Türkiye burjuvazisinin iç politika ve ekonomide olduğu gibi uluslararası alanda da aldığı ve almak zorunda bırakıldığı tüm karar ve uygulamalar her açıdan işçilere, emekçi köylülüğe, diğer ezilenlere ve onların genç kuşaklarına karşı yöneltilmiş bir saldırı anlamını taşımaktadır. Türkiye’de özelleştirme uygulamaları nasıl ki işçi sınıfının bütün tarihsel kazanımlarını yok etmeyi amaçlıyorsa; bununla birlikte bu, nasıl ki bütün halk tabakaları, elindeki sosyal hak kırıntılarından bile yoksun bırakılmak isteniyorsa; izlenen tarım politikaları da emekçi köylülük açısından tam bir yıkım ve sefalet anlamına gelmektedir. Emperyalistler tarafından dayatılan ve uygulamaya konulan bütün programlar (yapısal uyum vb) bir başka şeyin de olanaklarını oldukça somut hale getirmektedir: Bütün bunlara ve emperyalist kapitalist sisteme karşı çıkarları bir olan ve daha da birleşmeye devam edecek olan işçi sınıfının, emekçi köylülüğün, memurların antiemperyalist, anti-faşist bir temelde gelişecek olan direniş ve hak alma mücadeleleridir. Önümüzdeki dönem açısından bakıldığında ise yazımızın ağırlıklı konusu olan, emekçi köylülük açısından bu harekete olanca gücüyle katılmaktan başka bir alternatif yoktur.

Ocak 1995

EK:
TÜRKİYE AB İLİŞKİLERİNİN GELİŞİMİ

15 Temmuz 1959, Yunanistan o zamanki adıyla AET’ye başvurdu.
31 Temmuz 1959, Yunanistan’ın gerisinde kalmak istemeyen Türkiye de AET’ye başvurdu.
1 Kasım 1962 AET, Yunanistan’ın ortaklık anlaşmasını olumlu bularak imzaladı.
12 Eylül 1963, Türkiye, AB’nin 6 kurucu üyesiyle Ankara Anlaşması’nı imzaladı.
1 Aralık 1964, Ankara Anlaşması yürürlüğe girdi. Anlaşma, Türkiye’nin üç aşamada AB’ye tam üyeliğini öngörüyor, ilk aşama beş yıllık hazırlık dönemi, ikinci aşama 2 yıllık Gümrük Birliği, tam üyelik için ekonomi politikalarının benzerliğinin sağlanacağı ve belirsiz süreli üçüncü aşama.
23 Kasım 1970, Ankara Anlaşması gereği ikinci aşamaya geçmeyi planlayan Katma Protokol imzalandı.
26 Ekim 1970, Türkiye AB Gümrük işbirliği Komitesi toplandı.
1 Eylül 1971, Katma Protokolün ticari kuralları geçici anlaşmayla yürürlüğe girdi.
1 Ocak 1973, Katma Protokol yürürlüğe girdi. Türkiye, AB çıkışlı sanayi ürünlerinde ilk indirimi ve konsolide liberasyon listesine ilk uyumu yaptı. Yürürlüğe giren Katma Protokole göre; geçiş döneminde 22 yıllık süre içinde sanayi ürünlerinde Gümrük Birliği sağlanacak, ’76-’86 arasındaki 10 yılda Türkiye ile AT arasında işgücünün serbest dolaşımı gerçekleştirilecekti.
Türkiye bazı sanayi malları üzerindeki gümrük vergilerini 12, ötekilerinde ise 22 yılda sıfırlayacaktı. Türkiye 12 yıllık mallar için her biri % 10’luk, 22 yıllık listedeki mallar için % 5’lik ilk indirimini gerçekleştirdi.
5 Mayıs 1979, Türkiye AET’den yükümlülüklerini 5 yıl süreyle ertelemesini istedi. Böylece ilişkiler donduruldu.
12 Eylül 1980, Askeri darbenin ardından AT, Türkiye ile olan ilişkilerini askıya aldı.
16 Eylül 1986, Türkiye AB Ortaklık Konseyi 6 yıllık bir aradan sonra toplandı ve ilişkileri tekrar canlandırma kararı aldı.
23 Temmuz 1987, AB’ye Portekiz ve İspanya’nın girmesi nedeniyle 3. ‘Tamamlayıcı Protokol’ imzalandı.
1 Ocak 1987, AB, Türk tarım ürünleri ithalatında gümrükleri sıfıra çekti.
14 Nisan 1987, Türkiye Roma Anlaşmasının 237. maddesine dayanarak AB’ye tam üyelik için başvuru yaptı. Avrupa Parlamentosu bu başvuruya pek sıcak bakmadı. Tam üyeliğin ancak 2000’li yıllarda gerçekleşebileceğini belirttiler.
20 Nisan 1988, AB’ye daha önce giren Yunanistan’ın katılımı nedeniyle 2. ‘Tamamlayıcı Protokol’ imzalandı, henüz yürürlüğe konulmadı.
18 Aralık 1989, Türkiye’nin tam üyelik başvurusunu inceleyen AB Komisyonu sunduğu “Görüş Raporu’nda Türkiye’nin tam üyelik için “ehil” olduğunu bildirdi. Bunun yanında konseye sunduğu raporda iki noktanın altını çizmeyi ihmal etmedi. Birincisi, AB’nin kendi iç pazarını tamamlayabilme süreci bitmeden (1993) yeni bir üye kabul edilemezdi; ikincisi, Türkiye’nin katılımdan önce ekonomik, toplumsal ve siyasal alanda gelişmesi gerekti. Böylece Türkiye’nin ‘tam üyeliği’ ileri bir tarihe ertelenmiş oldu.
5 Şubat 1990, AB Komisyonu, bir işbirliği programı hazırladı ve konseye sundu. Programda, 1963 Ortaklık Anlaşması kapsamının geliştirilmesi ve karşılıklı çıkarlara hizmet edecek bir işbirliğinin gereği vurgulandı. Öneride, Gümrük Birliğinin karşılıklı olarak 1995 sonuna kadar tamamlanması ve AB’nin tüm çalışma alanlarında işbirliği öngörüldü. 4. Mali Protokol de onay için AB Konseyine sunuldu.
12 Haziran 1990, Alt Bakanlar Konseyi, Türkiye ili işbirliğini güçlendirme konusunda hazırladığı “İşbirliği Raporu’nu Konseye sundu.
30 Eylül 1991, Türkiye AB Ortaklık Konseyi toplandı.
9-10 Aralık 1991, Türkiye Maastricht kararlarını desteklediğini açıkladı. Maastricht’te birliğin genişlemesi ve tek para birimi gibi çok önemli kararlar alınmıştı.
12-13 Eylül 1992, AB dışişleri bakanlarının resmi olmayan toplantısında, Türkiye ile diyalogun gerektiğinde devlet ve hükümet başkanlarını da kapsayacak biçimde geliştirilmesini kararlaştırıldı.
9 Kasım 1994, AB Ortaklık Konseyi, Gümrük Birliği’nin 1995 yılı sonunda tamamlanması konusunda görüş birliğine vardı. Toplantıda Gümrük Birliği, serbest dolaşım, rekabet hukuku ve AB Konseyi’yle ilişkiler gibi konular üzerinde duruldu.
25 Ocak 1993, Türk heyeti AB Komisyonu ile AB üyesi ülkelerde çalışan Türk vatandaşlarının çalışma koşullarının serbest dolaşıma uygun olarak iyileştirilmesine ilişkin görüşmeler yapıldı.
18 Mart 1993, Türkiye-AB Gümrük Birliği yönlendirme komitesi kuruldu.
8 Kasım 1993, Türkiye-AB Ortaklık Konseyi’nde Gümrük Birliği’nin 1995 yılı içinde tamamlanması amacıyla bu yöndeki iradelerin ortaya konulduğu bir karar metni imzalandı.
Kasım 1994, Türkiye-AB Ortaklık Konseyi, Türkiye’nin Gümrük Birliği’ne katılımını ön gören çerçeve anlaşmasının taslağını hazırladı.
28 Kasım 1994, AB Bakanlar Konseyi toplantısında Yunanistan dışişleri bakanı, Türkiye’ye mali yardımı veto edeceğini açıkladı.
9-10 Aralık 1994, Essen’deki AB zirvesinde DEP’liler hakkındaki karar kınandı ve Avrupa Parlamentosu, Türkiye’nin Gümrük Birliği’ne katılmasını ön gören çerçeve anlaşmasının ileri bir tarihe bırakılması yönünde tavsiye kararı aldı.
19 Aralık 1994, Ortaklık Konseyi Türkiye’nin Gümrük Birliği’ne geçiş için karar taslağının görüşülmesini 7 Mart 1995’e erteledi.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑