Egemen sınıflarla çatışma halindeki işçi sınıfı ve emekçi sınıflar hareketi, ortaya koyduğu özellikleri, taşıdığı ve eyleme dökmenin sancısını çektiği devrimci dinamikleri, gelişme seyri ve sorunlarıyla, etkin bir devrimci müdahale talep etmektedir. Sınıf ve kitle hareketinin mevcut durumu, karşıdevrimle çatışmasının düzeyi ve genel politik koşullar, bir dizi yeni mücadele ve örgüt biçimini gündeme sokmayı olanaklı ve zorunlu kılmaktadır. Sınıf hareketinin ortaya koyduğu eğilim, mevcut araçları yetersiz kılmaktadır. Bu bakımdan açık kitlesel bir işçi-emekçi partisi, sınıfın uyanan kesimlerinin ortaya koyduğu politikleşme eğiliminin somut bir ifadesi olarak, yaratılması pratik girişim ve mücadelenin konusu olan devrimci bir araç özelliği kazanmıştır.
Açık bir işçi partisi, sınıf hareketinin mevcut durumunun ve daha ileri hatlarda mevzi tutması ihtiyacının zorunlu kıldığı, işçi ve emekçi sınıflar hareketini devrim ve sosyalizm yolunda ilerletebilecek, işçi sınıfının kendi bağımsız politikaları doğrultusunda davranmasına yardım edecek bir kaldıraç olacaktır. İşçi hareketinin, Kürt hareketinin ve memur hareketinin varmış olduğu düzey ve ilerleme imkânları, başka araçların yanı sıra böylesi bir açık partiyi de gerekli kılmaktadır.
DEVRİMCİ ARAÇLAR VE AÇIK PARTİ
Sınıflar mücadelesi, “devletlerarasındaki sıradan savaşlardan yüz kez daha çetin, daha uzun ve daha çapraşık” (Lenin) bir savaş biçimidir. Mücadelenin gidişi ve sonucu üzerinde, çoğu önceden öngörülemeyecek nitelikte bir dizi etken rol oynar; süreç boyunca hangi engelin nasıl çıkacağı ve o engelin ne tür bir araçla aşılacağı önceden kestirilemez. Bu uzun ve çetin savaşın bir cephesinde yer alan proletaryayı yönetmekle görevli bilinçli öncünün, iktisadi ve sosyal durumun genel bir incelenmesi’ üzerinde yükselen devrimci programını gerçekleştirebilmesi için, bütün bu çapraşık koşullara hazır olması, her somut duruma denk gelen bir dizi mücadele ve örgüt biçimini yaşama geçirmeye hazır olması bir zorunluluktur. Kısaca, savaşa tutuşan proletarya, programında somutlanmış hedeflere varmak için, hareketin seyrinin ortaya çıkardığı çok çeşitli mücadele ve örgüt biçimini kullanma ustalığı göstermek zorundadır. Marksizm’in, her somut duruma uyan hazır reçeteleri yoktur; ışığında her somut durumu anlayıp uygun taktikler geliştirmemizi sağlayan genel ilkeleri vardır. Eğer bir savaş ilkesinden, bir “reçeteden” söz edilecekse şu söylenebilir: İşçi sınıfını ve emekçileri, devrimi başarıya ulaştıracak tarzda harekete geçirmek, örgütlemek; mümkün olan en kısa yoldan proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenmesini gerçekleştirmek. Yığınların devrim ve iktidar için hazırlanması temel amaç ve görevine bağlanan devrimci taktik çizgi. Buradan şu sonuç çıkar ki, belirli bir mücadele ve örgüt biçiminin, belirli bir somut durumda kullanılması mutlak gerekli hale gelebileceği gibi, başka somut bir durumda aynı araç kullanılması yanlış ve giderek yenilgiye yol açan bir araç durumuna gelebilir. Bu nedenle, yasal ya da yasadışı, açık ya da gizli, barışçıl ya da silahlı, ekonomik ya da politik tüm mücadele ve örgüt biçimleri, devrimi yakınlaştırma hedefine bağlı olarak ve belirli tarihsel anlarda kullanılabilir.
Bir aracın kullanılmasının gerekli olup olmadığı “sadece saf komünizmin gerçeklerinin tekrarlanmasıyla” değil (teori, ancak, tüm araçların ilke olarak kullanılabileceğini, hiçbir aracın somut koşullarla ilişkilendirilmeden reddedilemeyeceğini öngörür), pratiğe uygunluğu kriteriyle anlaşılabilir.
Bizi, bu genel doğruları bir kez daha yinelemek zorunda bırakan şey, ülkemiz pratiğinde mücadele ve örgüt biçimleri sorununun algılanış biçimidir. Ülkemiz sol grupları, bazı mücadele biçimlerini diğer bazılarına karşı ve somuta ilişkin hiçbir veri sunmaksızın kitap sayfalarına tutunarak, stratejik bir kesinliğe kavuşturmakta, şartlar ne olursa olsun aynı aracın hep kullanılması gerektiğini savunmakta diğer mücadele veya örgüt biçimlerini ise prensip olarak kötü görmektedirler.
Ne edip edip kendisini yasallığa uyduran, adeta mücadele etmenin ancak ya-sallaşmakla mümkün olduğunu savunan akımlara göre, gizli örgüt “karanlıktır”; yasal-parlamenter eylem biçimleri alternatifsizdir. Diğer yandan, revizyonist pratiğe bir tepki olarak şekillenen küçük burjuva sekter yaklaşım ise, mücadelenin silahlı biçimleri, örgütlenmenin gizli-yasadışı biçimleri dışındaki her mücadele ve örgüt biçimini “lekeli” bulur. Üzerinde, sınıftan kopuk genel devrimciliğin, somut koşullardan koparılmış bir eylem ve örgüt biçimi tartışmasının boy verdiği bir ortamda, eylem ve örgüt biçimleri, “radikallikleri” ve “pasiflikleri”yle tartışıldı. Ama sınıf mücadelesinin ilerleyen, kendini yenileyen canlı pratiğinin ne türden biçimlere imkân verdiği, tartışma dışı kaldı. Yozlaştırılmış, sulandırılmış bu tartışma çerçevesi, bugün de, sorunun doğru temelde ele alınmasını engelleyici bir rol oynamaktadır.
Hatırlatmak zorundayız ki, bir devrimci taktiğin özelliği, kitlelerin devrimci ruhunu yükseltmek, yığınları sermaye egemenliğine karşı harekete geçirmek olmalıdır. Yığınların ruh halini gözlemeden, hangi somut araçların kitleleri devrim yolunda ilerleteceği saptanmadan ortaya konan taktikler, ne kadar şatafatlı laf içerirse içersin koftur; ne kadar keskin olursa olsun, kitle hareketi karşısında gericidir.
Politika, “öncü” küçük grupların kendilerine ilişkin ihtiyaçlar ya da hayalleri üzerinden değil, sınıf mücadelesinin gerçek koşullarını sağlayan toplumsal siyasal durum ve çatışma halindeki sınıfların konumları ve güç ilişkilerinin çok yönlü somutluğu üzerinden yapılabilir.
Bu bakımdan, devrimci bir taktiğin temel özelliği, elbette ki dünya işçi sınıfının derslerle dolu deneyini akıldan çıkarmadan ama onları kopya etmeden, nesnel sınıf ilişkilerinin, çatışan güçlerin ilişki biçiminin tüm çıplaklığıyla incelenmesine dayanmak zorundadır.
Bugün açık kitlesel bir işçi partisinin niçin gerekli bir araç olduğu da, yukarda andığımız yozlaşmış çerçevenin kırılarak, yığın hareketinin düzeyi, eğilim ve talepleri, karşıdevrimle çatışmasının düzeyi ve yönleriyle tartışılıp anlaşılabilir. Komünistler, çizgi ve taktiklerini saptarken, sadece örgütledikleri binlerin değil, sermaye egemenliğini yıkmaya muktedir milyonların durumunu göz önünde bulundururlar. Eğer “devrim, sınıf savaşımına katılmak üzere bilenmiş on milyonlarca insanın bilincinin, iradesinin, tutku ve muhayyilesinin eseri” ise, devrimci taktik de bu on milyonların durumunu gözetmedikçe bu ada layık olamaz.
Peki, o halde böylesi bir aracı zorunlu kılan nesnel koşul ve imkânlar nelerdir?
’91’LE BAŞLAYAN SÜREÇ
1991 Genel Seçimleri ve özellikle 1992 ortaları, Türkiye’deki sınıf mücadelesinin gelişmesini doğrudan etkileyen bir dönemeç oluşturmuştur. Yeni dönem, toplumsal siyasal koşullarda ve devrimle karşı-devrim arasındaki güç ilişkilerinde değişikliklerle karakterize olmuştur.
1991 erken genel seçimleri, egemen sınıfların, çözülemeden üst üste yığılan ve giderek ağırlaşan ekonomik ve politik sorunlar karşısında bir tıkanma noktasına geldiklerinin bir sonucu olduğu gibi, bu siyasal güçsüzleşme ve tıkanmanın itirafı anlamını da taşıyordu. Bir yandan birikmiş ekonomik sorunlar, sermayenin bu sorunlar karşısında geliştirdiği çözüm yollarının istenir düzeyde uygulanamaması, öte yandan işçi, emekçi sınıflar hareketi ve Kürt hareketini yatıştırma ve geriletme imkânından yoksun oluşun karakterize ettiği bu güçsüzleşme, egemen sınıfları bir seçim ortamına sürükledi. Ama yine ’91 seçimleri, sorunları sürece yayma ve aşma hedefi güden bir stratejik saldırının da başlangıcı oldu.
Ana unsuru egemen sınıflar arası zorunlu mutabakata dayanarak “siyasal güçsüzleşmeyi aşmak” olan bu strateji, burjuvaziye en azından politik alanda geçici de olsa önemli başarılar sağladı.
SHP-HEP ittifakında ifade bulan, Kürt ulusal hareketinin kazanımlarının ve potansiyel gücünün reformcu Kürt burjuvazisinin eline verilmesiyle, ne olduğu belirsiz bir “siyasal çözüm” beklentisi yaratıldı. Kürt hareketine yön veren çizginin, kitle inisiyatifini dışta bırakan, onların politik eylem ve örgütlenmesini geliştirmek yerine, silahlı mücadeleyi “siyasal çözüm” hedefine bağlanmış bir pazarlık unsuru haline getirmek gibi zaafları da kullanan burjuvazi, en yüksek noktasını Vedat Aydın’ın öldürülmesini protesto temelinde gelişen Diyarbakır direnişinin oluşturduğu Kürt hareketini önemli ölçüde gerileterek ulaştı. “Barışçı”, “siyasal çözüm” hedefi, belli başlı Kürt gruplarının platformu haline geldi.
Burjuvazi, DYP-SHP koalisyonu ile, kitleleri önemli bir beklenti içine sokmayı başardı. Özal’a karşı parlamentonun “liberal” ve “sol” muhalefetinin koalisyonuyla hükümet kurulmasının yanında, “muhalif” sözde ilerici basın, bütün satılık kalemleriyle “demokratikleşme” adına ve bu beklentiyi güçlendirmek üzere, burjuva-liberal, reformist aydın tabaka ve sendika bürokrasisi eşliğinde hükümetin safına geçti; yıllardır Demirel sövgüsü yapmış olanlar onun demokratlığına övgü dizmeye soyundular. Yalnızca “solcu”, liberal ve “muhalif” olanlar değil, burjuvazinin, militaristlerin ağzından dile gelen “milli mutabakat” çağrısıyla, diğer gerici partiler, onların dümen suyundaki basın ve sendika bürokrasisi de, tamamen hükümetin safına geçmeseler bile, ona ve politikalarına yakın durmaya yöneldiler, -zaten, çözümsüzlük içindeki ülkenin sorunlarına ilişkin farklı politikaları yoktu-; bu durum, en çok ANAP’ın muhalefet edip etmediği belli olmayan, dolayısıyla kendisini yükselişe götürmeyen muhalefetteki politikaları ve pozisyonu ile belirginlik kazandı. Bu, burjuvazi ve gericiliğin kendi iç çelişmeleri ve mücadelelerini geçici de olsa yavaşlatıp, şiddetini azalttı ve kitlelerin mücadelesini kolaylaştırıcı etkisini hafifletti. Birleşik örgütlenmesini gerçekleştirememiş işçi sınıfı ve emekçi kitleler karşısında, güç ilişkisini, burjuvazi ve gericilik lehine yeniden düzenleyen en önemli unsurlardan birisi oldu. “Muhalifleri de içinde olmak üzere gerici basın, liberal aydınlar, sendika bürokrasisi ve burjuva partilerin ya hükümet safına geçmiş ya da ona ve politikalarına yakın bir pozisyon almış olmalarının doğrudan sonuçları, işçi ve emekçi kitlelerin kamuoyu desteğinin zayıflaması, hatta eylemleri ve özellikle sokak eylemleri karşısında gerici kamuoyu oluşturulması ve önemlisi, sınıfın ileri unsurları ve öncü işçiler kitlesiyle geri kalan yığını arasındaki bağın zayıflatılması oldu.
’80’lerin ortalarından itibaren, giderek meşruluğunu sağlayarak açık mücadeleye dönüşen işçi ve emekçi kitlelerin hareketi, 1991 başlarında doruk noktasındaydı. Bu doruk, işçi hareketi açısından, Zonguldak Direnişi, Metal Grevleri ve 3 Ocak Eylemleriyle; Kürt hareketi açısındansa, Vedat Aydın’ın katledilmesi olayları etrafında gelişen Diyarbakır direnişiyle kendisini ortaya koymuştur. Hareket, başlıca kendiliğinden olmakla birlikte, derinliği ve genişliğinden gelen gücüyle, Özal Hükümeti’nin son dönemlerinde burjuvazi ve gericiliğin giriştiği yeni topyekûn saldırıyı geri püskürtüp ekonomik ve politik “reorganizasyon planı” ve “Sürgün-Sansür Kararnamesi”ni geçersizleştirmeye güç yetirebilmiş, ANAP hükümetini etkisizleştirerek işlevini yitirmesinin nedeni olmuştur.
“Demokratikleşme” beklentisi yaratmak üzerine kurulmuş, amacı kitle hareketinde yatıştırma sağlama temelinde burjuva gerici ekonomik ve siyasi saldırıları yürütmek olan DYP-SHP hükümetinin ilk yıllarında, kitle hareketinde bir düşüş yaşanması, sınıf ve halk hareketinin erken seçim kampanyasıyla planlanan saldırıyı püskürtememesinin doğal bir sonucuydu ve tahmin edilmez değildi. Ama düşüşün, dibe vurmasa ve genel bir gerileme ve geri çekilme halini almasa ve kitle hareketi kendisini hâlâ şöyle ya da böyle ama istikrarsız bir biçimde dalgalanmalarla ortaya koysa da, belirli bir durgunluğa yol açtığı herkesin görebildiği bir olgudur. Üstelik bu durum, sözde “demokratikleşme” iddialarıyla yola çıkan hükümet döneminde ve halkın ekonomik ve siyasal beklentilerinin karşılanamaması ve karşılanmaması bir yana, çalışma ve yaşam koşullarını iyice kötüleştiren birbirini takip eden saldırı dalgalarıyla yüz yüze kalınmasına rağmen gerçekleşti. Hem de emekçilerin yalnızca burjuva düzen partilerinden değil, mevcut düzen ve bugünkü parlamentodan kopuşlarının da boyutlanmasına rağmen. Bu dönem, belki de cumhuriyet tarihinde burjuva partileri ve parlamentonun en çok itibar kaybettiği, hiçbir partinin oyların dörtte birini bile almayı umamadığı ve umut olmaktan çıktıkları bir dönem olmasına rağmen, kitle mücadelesindeki göreli düşüş ve durgunluğun da nedeni olmak üzere, hangi olgularla karakterize olmaktadır, toplumsal siyasal gelişmeyi belirleyen güç ilişkilerinin unsurları nelerdir? Bunları saptamadan ve uygun karşılıklarını geliştirmeden, bu dönemi aşmayı başarmak üzere taktikler, mücadele ve örgüt biçimleri ortaya koymadan, devrim hazırlanamaz; işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin önü açılamaz, onların devrimin güçleri olarak yönetimini ele alacakları kendi sınıf örgütlerinde toplanmaları ve ileri atılmaları sağlanamaz.
DÖNEMİ NİTELEYEN OLGULAR
Dönemi niteleyen olgu ve unsurlar şöyle özetlenebilir:
• 12 Eylül Darbesi’nin budadığı ve on yıl boyunca sürekli düşüş içinde olan gerçek ücretlerin ’91-‘92 yıllarında belirli bir artış eğilimi göstermesi; kendiliğindenlik ve sınıfın ve hareketinin zayıflığı nedeniyle, kazanımlar temelinde bir yükselişin değil tersine bir rehavet ve beklenti duygusuyla durgunluğun unsuru olmuştur. Sınıf hareketi, olanca kazanımlarıyla -ANAP saldırılarını püskürtüp onu düşürecek, sendika bürokrasisini belirli bir ölçüde etkisizleştirecek ya da onlara rağmen iş yapmayı başaracak, diğer emekçi sınıfları hareketlendirecek, bir dizi ekonomik hak elde edecek gücüyle sağladığı kazanımlar- gelişmiş olmasına karşın, olanaklarını yeterince gerçekleştirememiştir. Her grev ve direnişinin ardından, kendi dinamiklerinde bir eksilme anlamına gelen örgütleyici öncülerinin işten atılmaları ve tasfiyelerini engelleyememiş; zayıflıklarıyla ve bununla bağlantılı olarak, hareketinin başlıca ekonomik niteliğiyle, hem kazançlarıyla rehavete ve beklenticiliğe sürüklenmiş hem de bu beklenticilik, DYP-SHP hükümetiyle yaratılan beklentiye kapılmasının ön adımını oluşturmuştur. Bu olgu, ’92 1 Mayısı’ndan itibaren, yasadışı sokak hareketi eğilimi gerilerken yasal gösteriler eğiliminin gelişmesine temel sağlamıştır.
• İşçi ve halk hareketinin esas olarak kendiliğinden bir hareket düzeyinde bulunuşu, bir zayıflık unsuru oluşturmuştur. Aldatıcı “demokratikleşme” masalı ve uygulayıcısı DYP-SHP hükümeti, hareketin sürükleyici ve örgütleyici gücü olan ileri işçilerin örgütsüzlüğü, dağınıklığı ve sık sık tasfiye edilerek zayıflatılmış olmasının üzerinden etkili olmuş ve işçi ve emekçi kitleleri arasında zaten yaygın olan rehavet ve beklenticiliği, “liberalleşme” ve “ekonomik iyileştirmeler” beklentisini güçlendirmiştir. Durgunluğun başlıca unsurları arasında, burjuvazi ve gericiliğin ileri işçi kitlesiyle sınıfın geri yığınları arasındaki bağı sürekli tasfiyelerle -koparamasa da- zayıflatmayı başarmasına bağlı olarak sınıfın “bekle-gör” tutumundan kurtulamaması bulunmaktadır.
• PKK ve Devrimci Sol tarafından yürütülen kör terör kampanyasının bu dönemde mantığını tümden yitirerek yükselişe geçmesi, “demokratikleşme” hükümetinin varlığı ve onun “demokratikleşme” yolunda ilerlemeye zorlanması amacıyla bağlantılıdır ve kitle hareketindeki düşüş ve durgunluğun nedenleri arasındadır. “Sol” kör terör, bir yandan MİT, Kontrgerilla ve diğer “güvenlik” güçlerinin yürüttüğü terör ve cinayetlerle katliamları perdelemiş, öte yandan kitleleri seyirciliğe, hareketsizliğe ve durgunluğa itmiştir. Kimin yaptığı ve nereden geldiği belli olmayan kör terörün iki sonucu; kitleleri, pasifliğin de ötesinde, içinde doğrudan yer almadığı çatışmaların üzerine sıçrattığı kanın yol açtığı yılgınlık ve her ne pahasına olursa olsun “barış” istemeye yöneltmesi (Kürt illerinde Amerikancı barış girişimi bu temelde ortaya atılabilir olmuştur) ve ikincisi, etkisi altına aldığı ve askerliğe yönelttiği kitlelerin genç ve uyanan ileri kesimlerini emekçilerin esas kitlesinden uzaklaştırması ve yeterince hazırlanmamış bir savaşta devrimci enerji kaybına da yol açması olmuştur.
Milliyetçiliğin, özellikle Kürt milliyetçiliğini bahane olarak kullanarak, gelişmesi ve faşizmin kitle tabanını genişletmesi, sınıfın üstesinden gelmeye güç yetiremediği koşullarda, kitle hareketindeki düşüş ve durgunluğu etkileyen unsurlardan birini sağlamıştır. Kürt hareketinin, bir yandan, SHP-HEP ittifakından başlamak üzere, son yıllarda giderek güçlenen Kürt reformist burjuvazisinin parlamentarist platformunda hareketsizlik durumu ve beklentilere itilirken, diğer yandan, bu platformun tersyüz edilmiş hali olan kendi platformunda gelişen ve giderek daha çok Kürt-Türk düşmanlaşması üzerine oturmaya başlayan kör terör hareketi, hem körüklediği yılgınlıkla bu hareketsizlik ortamını geliştirmiş ve hem de uyanış içine giren işçi ve emekçilerin tereddüt ve tepkilerine yol açar ve onları (ve kuşkusuz daha çok kitlelerin geri kesimlerini) sınıfın ileri unsurlarından uzaklaştırıcı, öncü kesimin etkisini azaltıcı ve dağıtıcı bir rol oynarken özellikle Türk milliyetinden küçük burjuva tabakalar, işsizler arasında milliyetçi ve ırkçı propagandasıyla faşizmin güç bulmasına neden olmuştur. Kürtçülük kaynaklı hareketsizleştirmenin ve Kürt milliyetçiliğini bahane yaparak güç toplayan faşizmin hem elinden bahanelerinin ve hem de önünün alınması, kitlelerin uyanış halindeki kesimlerinin tepkilerinin doğru kanalize edilmesi; öncelikle, sınıfın devrimci platformunda ve kitlelerin hem uyanış halindeki hem de geri kesimlerini kucaklayacak, içinde bulundukları durumu göz önünde bulunduran taktikler ve örgüt biçimlerini zorunlu kılmaktadır.
• Özal tarafından yolu açılmakla birlikte, tam da “milli mutabakat”ın sağlandığı DYP-SHP hükümeti döneminde, giderek ticari bağlantılar, petrol boru hatları vb. aracılığıyla “somut” bir hal almaya başlayan, aslında emperyalizmin bölgesel planları çerçevesinde gelişen “Türki Cumhuriyetler” ve “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne” hayali ve “Bosna Müslümanları” propagandası, milliyetçi ve dinci duyguları geliştirmiş, küçük burjuvazinin bazı tabakalarını etkilemiş, onları sınıf hareketinden uzaklaşmaya ve hareketsiz olan bir bölümünü de hareketlendirerek milliyetçi ve dinci akımların peşine takılmaya yöneltmiştir. Burjuvazi ve gericilik, bu temelde, “dış olanaklar” ve “dış tehditler”i, sağladığı “milli mutabakat”a ve işçi hareketindeki durgunluk ve zayıflığa dayanarak kullanma olanağı bulmuş ve bu olanaktan sınıf hareketinin içinde bulunduğu durgunluğu sürdürmek ve geliştirmek yolunda yararlanmıştır. RP ve MHP’nin yükselişe geçmesinin açıklaması burada, burjuvazi ve gericiliğin platformunun genişlemesinde aranmalıdır.
Sayılanlar, sınıf hareketinin bir önceki dönemden devraldığı zayıflıklarla birlikte, sınıfın asıl kitlesini durgunlaştıran, öncü kesiminin kafasını karıştıran, mücadelenin olanaklarını daraltan ve sınıfın hareket ettirici dinamiklerini aşındıran ve zayıflıklarını derinleştiren etkenler durumundadır ve içinde bulunulan toplumsal siyasal koşulları, bu koşullarda beliren devrimle karşıdevrim arasındaki güç ilişkilerini koşullandırmaktadır.
BURJUVAZİ OLANAKLARININ SON SINIRINA DAYANMIŞTIR
Burjuvazi ve gericilik, yeni koalisyon hükümetiyle, işçi sınıfının zayıflıklarını kullanarak, beklenticiliği körükleyerek, sözde muhalif basını, liberal aydın tabakayı, sendika bürokrasisini hükümet destekçiliğine kazanarak, Kürt milliyetçiliğinin sağladığı durgunlaştırıcı ve Türk milliyetçiliğinin yükselişine bahane sağlayan olanaklardan ve kör terörün bulanıklık yaratıcı, tepkilere ve yılgınlığa yol açıcı sonuçlarından yararlanarak, “dış düşmanlar” ve “Türkî Cumhuriyetler” vb. edebiyatıyla milliyetçilik ve dinciliği geliştirerek platformunu ve güçlerini yenilemeyi başarmıştır.
Ama tüm bunlara rağmen, egemen sınıflar başlıca açmaz ve sorunlarını çözememiştir. Bu sorunlar, zamana yayılmış, sonraki döneme aktarılmış olarak durmakta, önümüzdeki dönemde işçi ve halk hareketinin nesnel zeminini güçlendiren olgular olma özelliği kazanmaktadır. DYP-SHP hükümetini ve sayılan diğer unsurları kullanarak burjuvazi ve gericilik; platformunu, güçlerini yenilemeyi ve yeni mevziler kazanmayı başarmıştır; bu gerçektir. Ama buna eşlik eden bir başka gerçek de şudur ki, burjuvazi bu yenilenmeyi, içine girilmekte olan yeni dönemin bir dizi olanağını tüketerek sağlayabilmiştir. Üstelik dalgalar halinde sürdürdüğü olanca saldırılarına rağmen, taktik üstünlüğü tümüyle kazanamadığı gibi işçi ve halk hareketini genel bir gerileyiş içine sokamamış, devrim dalgasını genel bir düşüşe ve geri çekilmeye yöneltememiştir. Bunu, sınıfın ve hareketinin bütün zayıflığına rağmen başaramamıştır.
• Burjuvazi, bu dönemde, tüm “demokratikleşme” demagojilerine rağmen başlıca politikalarını faşist terör eksenine oturtmuştur. Bir “mahkûmiyetin” ve güçsüzlüğün ürünü olan bu politika, “demokratikleşme” “liberalizm” gibi demagojilerin nesnel zeminini yok etmiş, bu demagojilerin hiçbir inandırıcılığı kalmamıştır. Burjuvazi ve gericilik her saldırısıyla kitleleri hoşnutsuzluğa itmeden, kitle mücadelesinin dinamiklerini güçlendirmeden edememiştir. Kitlesel eylemin toplumun derinliklerinden güç alarak hızla mayalanan dinamikleri bir diğer toplumsal gerçek durumundadır. Bu gerçek kendisini, yığınların düzenden kopuş sürecinde, seçimlere katılma oranının düşüşünde ve son bir yıl içindeki 1 Mayıs, 20 Temmuz, 26 Kasım ve 20 Aralık gösteri ve eylemleri ve son olarak da Gazi olayları etrafında gelişen protesto eylemlerinde açıkça ortaya koymaktadır.
• Ekonomik alanda izlenen politikalar, mutlak bir açlık ve yoksulluğa yol açtı. Bu durum, işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesinin ekonomik temellerini güçlendirdi; eğer doğrudan muhalefet hareketine katılmıyorlarsa kitlelerde tam bir umutsuzluk yarattı. Bu iki neden, kendini sürekli bir hareket olarak dışa vurmasa da, toplumsal hayattaki hoşnutsuzluğun bir volkan gibi kaynamasına yol açmaktadır; Kızılcahamam, Boyabat vb. olaylarda ve en gelişmiş ve politik hal almış şekliyle Gaziosmanpaşa’da yaşanan olaylar, emekçi sınıflardaki bu derinden derine ve güçlü mayalanmanın işaretleridir.
• Burjuvazinin, sisteme yönelen tepkiyi yönlendirmeye çalıştığı ve bir paratoner rolüyle işlevlendirdiği sosyal demokrasi, kendi propaganda afişlerindeki sıkılmış limona dönmüş, bütünüyle iflas etmiştir. Yükselen şovenist dalganın üzerinde ilerleyen ve tüm devlet olanaklarıyla beslenen MHP sayılmazsa, politikalarını mevcut düzeni korumak üzerine oturtmuş tüm partiler hızla erimekte ve itibarsızlaşmaktadır. Son derece iğreti de olsa propagandalarının eksenini “düzeni değiştirmek” sloganına oturtan RP ve YDH gibi partiler, bu boşluğu doldurmaya çalışmaktadırlar.
Burjuvazi ve gericilik, bu dönemi atlatabilmek için, en gerici kollarını ileri sürmüştür. Bunlardan Refah Partisi ve siyasal İslam, şimdiden “dürüstlük” ve “adillik” propagandasından çok şey kaybetmiş ve bir durgunluk dönemine girmiş durumdadır. Öne sürülen diğer alet olan MHP, yükseliştedir; ancak, bugünkü koşullara uyumu zorlamaya başlayan ve örneğin işyerlerine, emekçi mahallelerine ve üniversitelere saldırmaya götüren niteliği, bu yükselişi tehdit etmektedir. Üstelik burjuvazi ve gericiliğin en karanlık ve zor döneminin temel bir gücü ve olanağı olarak bugünden tüketilmektedir. Aynı şekilde militarizmin ve kontrgerillanın açık ve örtüsüz kullanılışı, zor günlerinde burjuvaziyi silahsız bırakacak gibidir.
• Burjuvazi ve gericilik işçi hareketini geçici olarak durdurmayı ve geriye atmayı, yönetimini yeni düzenlemiş olduğu sendika bürokrasisini neredeyse bütünüyle gözden çıkararak başarabilmiştir. İşçi gösterisinde polise sığınan B. Meral’in şahsında sendika bürokrasisi; hareketi saptırmak üzere “işçi partisi” lafını bile ağzına almak zorunda kalmasına rağmen, hareket üzerindeki yatıştırıcı etkisini büyük ölçüde kaybetmiştir.
• Kürt hareketi, temelde parlamentarist platforma geriletilmiş; kör terör tepkilere yol açmış ve yılgınlığı geliştirmiş ve genç ve uyanış halindeki kesimlerle emekçilerin ana kitlesi arasında kopukluğu körükleyici etki yapmış olsa da, Kürt illerinde yeni ve sınıfsal temelde bir gelişme ortaya- çıkmaya başlamıştır. Bugünkü hareketin, bir işçi-köylü hareketi olarak gelişme ve işçi hareketiyle birleşme eğilim ve olanağı güçlenmektedir. ’94’ün son birkaç ayı, bu illerdeki gelişmenin yönünü gösteren örneklere sahne olmuştur. Malatya Tekel işçileri ardından Sümerbank işçileri, Diyarbakır Belediyesi işçileri, Antep Ünaldı Sanayi işçileri, belediye ve demiryolları çalışanları, saldırılara karşı kendi güçlerini ortaya koyan direnişlerle sınıf mücadelesi sahnesine çıktılar.
• Ve işçi sınıfı görece durgunluk içinde bulunduğu dönem boyunca, hareketini ilerletip geliştirerek ve sendika bürokrasisine rağmen hareketin yönetimini kendi eline alacağı örgütsel dayanaklarım geliştirip güçlendirmiş ve burjuvazi ve sendika bürokrasisinin tüm yok etme ve etkisizleştirme çabalarını aşarak meşrulaştırmıştır. Örgütlenmelerini geliştirme yönünde ilerleyen sendikal platformlar ve çeşitli işyeri örgütleri, bunun somut kanıtıdır.
İHTİYAÇ: AÇIK PARTİ
Burjuvazinin daralan ve sınıfın gelişme halindeki bu olanaklarının, işçi hareketini bir dönemece getirip dayadığı kesindir. Sınıf ve hareketinin önünde yeni bir atılım dönemi bütün yönleriyle kendisini hissettirmektedir. Bu yeni dönemin yeni görevlerinden kaçılamaz.
Yukarıda sayılan olanaklar, devrimci bir taktik çizgiyle eyleme dönüştürülmediği sürece, ancak olanak olarak kalacak ve uygun kanallar açılmadığı durumda “yitirilmiş olanaklar” olarak anılacaktır. Sınıf ve güç ilişkilerindeki bu oynamaları, sınıfın güçlerinin harekete geçirilmesinin imkânlarını hesaba katmayan bir taktik çizginin devrimci adına layık olamayacağı kesindir.
İşte açık işçi partisi, bu olanakların derlenebilmesi ve sınıf hareketinin açık bir politik hareket niteliğine kavuşturulabilmesi için gündeme gelmiş bir araçtır.
Peki, niçin başka türden bir araç değil de açık parti?
Elbette yukarıdaki olanakların değerlendirilmesi, bir dizi aracın, mücadele ve örgüt biçiminin gündeme alınmasını zorunlu kılmaktadır. Açık parti, bu olanaklardan devrimci tarzda yararlanmanın önemli araçlarından biridir. Yukarıda sayılanları tekrarlamak pahasına şunlar söylenebilir:
• Yığınlar, içine itildikleri sefalet ve özgürlüksüzlük koşullarına karşı tepkilerini içten içe biriktirmekte ama bunu eyleme dökmenin güçlü ve birleştirici araçlarına sahip bulunmamaktadırlar. Kitlelerin devlet kurumlarına, burjuva partilere ve parlamentoya olan güvenleri gün geçtikçe azalmaktadır. Özel olarak, kitlelerdeki muhalefet öğelerini derleyip sistem kanallarında söndüren sosyal demokrasi, bu “tarihsel” işlevini yitirmiştir. Burjuva partilerden kopan, taleplerini dile getiren bir açık alan örgütlenmesinden yoksun bu kitlelerin bir bölümü, düzen karşıtı sloganlarla kendini tanımlayan gerici partilere yönelmektedirler. Toplumsal muhalefetin bu örgütsüz kesimleri, bu türden bir açık alan örgütlenmesine eğilim duymaktadırlar. Son dönemlerde çoğu sözde kalsa da, Alevilerin, Türk-İş’in vb. gündeme soktuğu parti tartışmaları, kitlelerdeki yönelime gerici bir cevap anlamı taşıdığı gibi, bu ihtiyacın iyi koku alan çeşitli burjuva-sendikalist kesimlerce bilince çıkarılmış olduğunun da işaretidir.
• Yoğunlaşan faşist-dinci saldırılar, bu akımların toplum yaşantısını yönlendirir tarzda örgütlenmeleri ve sokağa, okula ve mahalleye egemen olma yönündeki çabaları, kontrgerilla cinayetleri, emekçi kesimlerde, ilerici kesimlerde ve aydınlarda büyük bir hoşnutsuzluk yaratmaktadır. Denebilir ki, söz konusu politik saldırılar, toplumun politik kutuplarda yoğunlaşması sonucunu doğurmaktadır. Bütün bu kesimlere, semt emekçilerine, aydınlara, kent yoksullarına seslenmenin açık parti dışında kitlesel politik aracı mevcut koşullarda yoktur. Açık parti, söz konusu sivil faşist ve dinci saldırıyı püskürtmenin de bir aracı olacaktır.
• Yukarıdakilerle sıkı sıkıya ilişkili ama temel önemdeki etken ise, işçi hareketinin mevcut güç, olanak ve aşmak zorunda olduğu engellerdir.
“Politik güçsüzleşme” ve “ekonomik kriz” ile karakterize olan yeni sürece girerken, işçi hareketinin patlamalı ve sancılı bir süreçte edindiği deneylerin ve birikimin uygun araçlarla örgütlenmesi daha da önem kazanmıştır.
Kabaran ve dibe vuran bir çizgide ilerleyen sınıf hareketinin bu istikrarsızlığının yegâne nedeni, onun kendiliğindenliğinin bir sonucudur. Ve temel ihtiyaç, onun politik bir harekete sıçratılmasıdır.
Bunun koşulları giderek olgunlaşmaktadır.
Burjuvazinin, sendika bürokrasisini, hareketin önüne doğrudan bir barikat olarak dikmeye mecbur kalması, bu kurumun, sınıf üzerindeki yatıştırıcı etkisini azaltmış, sendika platformları vb. örgütlenmelerin önemi artmıştır. Ama sendikal sınırlardan taşma eğilimindeki hareket, gerek burjuvaziye geri adım attırmaya yetmeyen ekonomik talepli mevzi eylemlerle, gerekse de sendikal alanla sınırlı örgüt biçimleriyle gereken merkezileşmeyi ve politik sıçramayı gerçekleştirememektedir.
Fakat tüm bunlara karşın, hareket, içinden, sınıf hareketini ilerletecek devrimci bir taktik çizgiyi benimseyen bir öncü kuşak çıkarmıştır. Bu devrimci işçi ve sendikacılar, eldeki araçların burjuvaziyi geriletmeye yetmediğini görmektedirler. Çeşitli ortaklaşma ve dayanışma örnekleri ortaya koysa da her biri kendi kanalında akan işçi ve memur hareketinin, yanı sıra Kürt hareketinin ortak bir platformda birleştirilmesi ihtiyacı, artık daha çok işçinin ve sendikacının gördüğü bir gerçektir.
Açık alanda ilerleyen, uygun araçlarla politik bir niteliğe sıçrama potansiyelini taşıyan işçi hareketinin, diğer sınıfların eylemini de birleştirecek bir hareketin başına geçmesi için açık parti bir zorunluluktur.
Açık parti, sınıf dışında oluşturulup ona kabul ettirilecek bir örgüt biçimi değil, hareketin yarattığı mücadeleci kuşağın diğer emekçi toplum kesimlerini bir araya getirerek mevcut imkânlarını, deneyini ve potansiyelini açık bir parti olarak örgütlemesidir.
Niteliği sınıf hareketinin ortaya çıkardığı öncü kuşak tarafından belirlenecek bu. örgütün hareketin şu an taşıdığı kimi zaafları üzerinde taşıması kaçınılmaz olmakla birlikte, sınıf hareketinin burjuvaziye karşı politik bir hareket olarak örgütlenmesinin bir aracı olacak, açık hareketin gereksindiği ihtiyaçların açık politik araçla karşılanması anlamına gelecektir.
Kısaca, yeni bir dönemin eşiğindeysek eğer, açık alanda ilerleyen harekete politik olarak örgütlenme imkânı tanıyacak böylesi bir örgütle burjuvaziye karşı durmak ileriye ertelenemez bir görev olarak sınıf hareketinin önünde durmaktadır.
Burjuvazi ve gericiliğin, kendisini, platformunu ve güçlerini yenileyerek yeniden düzenlemesine rağmen, kitle hareketini genel bir düşüşe zorlayamayan ve taktik üstünlüğü ele geçirmeye bile elvermeyen, onu, neredeyse olanaklarının sınırlarında devinmeye zorlayan politik güçsüzlüğünün bir politik kriz ve devrimci atılıma dönüştürülebilmesi, sınıf ve halk hareketinin yeni taktikler ve yeni örgüt biçimleriyle donanmasını ve bu yoldan yeni mevzilere uzanmasını dayatmaktadır. Unsurları sayılmaya çalışılan bugünkü siyasal toplumsal koşullara uygunluğuyla bugünkü göreli durgunluğu, bu çerçevede şekillenmiş emekçi kitlelerin yönelimleri, tutumları, duygu ve ruh hallerini kalkış noktası olarak alacak, dolayısıyla bugünkü eğilimleriyle kitleleri ve hareketini kucaklayacak ve onları, oluşmakta oluşunun belirtileri şimdiden görülen yeni koşullara uygunluğuyla devrimci bir atılıma taşıyacak yeni taktikler, yeni mücadele ve örgüt biçimleri.. İşçi sınıfı ve hareketinin kendi bünyesinden gelen ve tarihsel zayıflıklarını aşma ihtiyaç ve zorunluluğunu karşılayacak, örneğin, en azından sınıf mücadelesinin son on yıllık birikimlerinden olan ve önemli bir kesimi örgütleyip önderlik ettiği grev, direnişler içinde işten atılıp tasfiye edilmiş öncü kesimini toparlayıp onların sınıfın uyanmakta olan ve geri kesimlerini etraflarında toparlamalarını sağlayacak yeni biçim ve mevziler. Sınıfın ve emekçi kitlelerin hareketinin, son yıllarda belirli siyasallaşma eğilimi içinde olsa da -örneğin özgürlük istemleriyle çeşitli kitlesel eylemler ortaya çıksa da-, bir türlü başlıca niteliği olarak kurtulamadığı kendiliğindenliği aşma ihtiyacını karşılayacak, bugünkü toplumsal siyasal koşullara ve kitlelerin ve hareketinin bugünkü somutluğuna uygun “politikleştirici” yeni araçlar, yeni politik biçimler, bir atılımı olanaklı kılmak üzere, sınıf mücadelesi arenasını zorlamaktadır. Politikanın, “öncü” küçük grupların kendilerine ilişkin ihtiyaçlar ya da hayaller üzerinden değil, sınıf mücadelesinin gerçek koşullarını sağlayan toplumsal siyasal durum ve çatışma halindeki sınıfların konumları ve güç ilişkilerinin çok yönlü somutluğu üzerinden yapılabilirliği, sınıf hareketinin kendiliğindenliğinin aşılmasını dayattığı gibi, bunun, somut koşullarda somut yol ve yöntemlerinin, uygun araçlarının hazırlanıp geliştirilmesini de zorunlu kılmaktadır.
İşçi sınıfı hareketi, durgunluktan kurtulma, içinde bulunulan dönemi aşma ve yeni bir atılım için küçümsenemeyecek olanaklara sahiptir.
BUGÜNKÜ KOŞULLARDA AÇIK PARTİ OLANAKLI MIDIR?
Açık parti, örgütlenmesini doğal olarak mevcut hukuksal düzenlemeyi gözeterek gerçekleştirecektir. Bu onun yasal yanını ifade eder. Öte yandan, açık parti, mücadelesini sürdürürken, var olan yasal düzenlemeyi değil, işçi ve halk hareketinin sağladığı meşruiyeti esas alacak, aynı zamanda bu meşruiyetin korunmasının ve sınırlarının genişletilmesinin de bir unsuru olacaktır. Hukuk, bir toplumsal sistemin toplam ilişkilerinin belirli bir anındaki durumun yasalaştırılmasıdır. Bu bakımdan da, ilerleyen ve değişen ilişkiler karşısında sürekli eskir. Bu nedenle, hakların fiili kullanımı ile bu hakların yasalarla ifade edilmiş sınırları arasında genellikle bir çelişki bulunur. Kimi durumda kâğıt üzerinde tanınmış haklar, fiilen kullanılamaz, ya da tersi, yasalarca engellenmiş haklar, fiilen kullanılabilir. Bir yasal partiden değil de açık bir partiden söz edişin nedeni de budur.
Ama burjuva hukuk düzeni kurulmasına imkân tanımıyorsa, sınıflar arasındaki mevcut güç ilişkileri koşullarında, böyle bir partinin örgütlenebilmesi mümkün değildir. Bugün açık bir işçi-emekçi partisinin devrimci bir programla yasal olarak kurulmasının koşulları genel olarak var olmakla birlikte, bunun pürüzsüz, engelsiz gerçekleşeceğini düşünmek mümkün değildir. Her şeyden önce, devrimci bir partinin faaliyetinin yasaklanmasının birçok “hukuksal gerekçesi” bulunabilir. Ayrıca, Kürt hareketindeki, işçi hareketindeki iniş çıkışa göre, emekçi sınıfların açık eylem ve örgütlenmelerine kimi zaman daha sert kimi zaman da taviz içeren tutumlar takınılmaktadır.
Genel olarak yasal imkânları ve bunların kullanılma düzeyini belirleyen şey, ülkenin emperyalist sistem içindeki yeri, uluslararası ilişkileri, burjuvazinin iç çelişkileri ve esas olarak da devrimle karşıdevrim arasındaki çatışmanın düzeyidir.
Bu açıdan Türkiye’ye bakıldığında mevcut durumu karakterize eden şey genel bir istikrarsızlıktır. Faşist bir diktatörlükle yönetilen ve siyasal özgürlüklerin kazanılmamış olduğu bir ülke olarak Türkiye’de, anayasa ve yasalar, her gün emekçilerin kazanımlarını törpüleyen ek maddeler ve kararnamelerle tahkim edilmektedir. Parlamentonun “iradesini yansıttığı” iddia edilen hükümet, tamamen işlevsizdir ve esas yürütme gücü MGK’dır. Hukuksal düzenleme aynı kalmak üzere, MGK’nın talimatlarıyla bir dönem kullanılmış haklar kullanılmaz hale gelmekte, ya da en azından bir dönem kullanılmaları engellenebilmektedir. Bugünden, fiilen kullanılan imkânların giderek genişleyeceğini ya da tümüyle ortadan kalkacağını öngörmenin imkânı yoktur. Bunu işçi-emekçi cephesi ile sermaye ve diktatörlük arasındaki güç ilişkileri belirleyecektir. Ama tüm bunlara karşı, emekçi hareketinin ilerletilebilmesinin koşulladığı bir açık partinin kurulmasının koşulları bugün vardır. Ve böyle bir parti bu imkânların genişletilmesi ve saldırılar karşısında korunabilmesi için de bir araçtır.
Türkiye’de siyasal özgürlükler görünüşte vardır. Bir anayasa ve yasal “hukuk düzeni” bulunmaktadır. Bunlar ne denli görünüşte ve fiilen geçersiz olursa olsun, bir anayasa ve yasaların varlığı, yasal açıdan siyasal parti olarak örgütlenmenin yasaklanmamış oluşu, açık bir partinin, kullanılabilir bir olanak olabileceğinin ifadesidir. Mutlaka ve temel olarak kullanılabilecek, yasal toplumsal sistem dikkate alındığında, kullanılması zorunlu değil ama kullanılabilir bir araç. Bir anayasa ve yasaların varlığı ve siyasal parti olarak örgütlenmenin yasal olarak yasaklanmamış oluşu, hukuksal boşluklar ve bunlardan yararlanılabilmesi olanağı demektir. Kuşkusuz, ’80 Eylül’ü sonrasının dizginsiz MGK cuntası yönetimi koşullarında, bir açık parti hayal bile edilemezdi. Bu dönemde yalnızca devrimci-demokratik örgütlenmeler değil CHP ve AP gibi gerici partiler bile yasaklanmıştı. Düzenin bugünkü siyasal-hukuksal örgütleniş biçimi ise, doğal ki, 12 Eylül’ü takip eden dönemin örgütleniş biçiminden farklıdır ve birinde olanaklı olmayan diğerinde olanaklı olabilmektedir.
Ve herkes yaşayarak görmektedir ki, Türkiye’de yazılı hukuk, fiiliyata aynısıyla yansımamaktadır. Bu, iki yönlü olarak gerçekleşmektedir: Bir yanıyla fiili yaşam, yazılı hukuka göre daha da daraltılmış haliyle, yasaların izin veriyor göründüğünden daha da güdükleştirilmiş yasallığıyla gerçekleşmektedir; bu özellikle gericilik yıllarının özelliğidir. Ama diğer yanıyla, yazılı hukuk, çoğu kez, gerçek yaşam karşısında proletarya ve emekçiler lehinde ge-çersizleşmektedir. Bu durum, tüm ülkelerin hukuk sistemleri açısından geçerlidir; yazılı olanla fiili durum arasında bir çelişme bulunmaktadır. Ancak Türkiye gibi sınıf dengeleri hızla değişen bir ülkede yazılı olanla gerçekleşen arasındaki açı her zaman daha büyük olmaktadır. Bu, kuşkusuz, her daim yasaların tanıdığından daha fazlasını vaat eden yığınların mücadelesinin birikimlerinin oluşturduğu toplumsal meşruiyetin kendisine uygun kanallar açması nedeniyledir. Toplumsal meşruiyetin kendisine açtığı kanallar ve kullandığı alan, koşullara göre, doğal ki, yasal olanakların kullanılabilirlik düzeyini temelde belirlemek üzere, azalıp çoğalmakta, daralıp genişlemektedir. Ve anayasa ve yasalar “katında” yasaklanmadıkça, önemli olan, kuşkusuz ne anayasa ne de yasalardır; onların yararlanılacak boşlukları gereklidir, ama, kullanılabilirlik sorunu açısından asıl olanın bu olduğu iddia edilemez. Bu yönüyle de, asıl olan, yığın hareketinden alınan meşruluktur. Ve bir açık partiyi, siyasal özgürlüklerin bulunmadığı koşullarda olanaklı kılacak olan da, sistemin hukuki yasallığı ya da yazılı hukuktan çok budur.
Bu noktada, bize, Lenin’in “yasallığa sızmak” çabasındaki tasfiyecilere karşı tutumunu hatırlatanlar çıkabilir. Lenin, tasfiyecilerin yasal olarak gerçekleştirilmesi olanaksız örgüt biçimlerinin lafını edip durmaları karşısında, onları bu lafları bırakıp, tasarladıkları örgütleri kurmaya girişmeye çağırır. Çünkü böyle bir örgütün, diyelim “işçi sınıfının haklarını koruma birliği”nin kurulması, o günkü Rusya koşullarında yasal bakımdan imkânsızdı. Türkiye’yi genel olarak Rusya’ya benzer kılan durum, her ikisinde de siyasal özgürlüğün bulunmayışıdır. Ama fark şuradadır ki, söz konusu edilen 1907–12 yıllarındaki Rusya’da, işçi sınıfını bırakalım, liberal burjuvazinin bile yasal örgütlenme olanağı fiilen ve yasal olarak engellenmişti. Bu, hukuken imkânsızdı. Ama Türkiye’nin mevcut koşullarında ise, bu tür örgütlenmeler en azından görünüşte yasaldır, en azından kullanılabilecek yasal boşluklar vardır, fiilen de kullanılmaktadır.
Mevcut sistem, siyasal eylem ve örgütlenme özgürlüğünü genel olarak ve kayıtsız-koşulsuz engellemekte olduğunu hukuken ifadelendirmediğine göre (bu durum, bugünkü Türkiye’nin Bolşevik Parti’nin mücadele koşullarını oluşturan Rusya’dan farklılığını ortaya koymaktadır), iki engel, mücadele konusu edilerek, açık bir işçi partisinin, mücadele içinde var olmasının olanaklı olduğu söylenebilir.
Ama tam da bu noktada başka ve temel önemde bir şey daha söylenebilir ve söylenmelidir: Verili koşullar, yasal olanakların en verimli tarzda kullanılmasını ve açık araçlarla en geniş kitlelere seslenmeyi mümkün kılıyor. Ama siyasal gericilik altındaki bir ülkede, yasal koşullara bel bağlamak, yasal araçların tek ve hatta temel araçlar olduğunu düşünmek son derece vahim bir yanılgı ve açık bir tasfiyecilik anlamı taşır. Bunun teminatı ancak siyasal özgürlüğün gerçekleştirilmesi ve bunun istikrara kavuşturulmasıdır.
Bu durum, siyasal özgürlüğün elde edilmesinin araçlarından biri olarak var olacak böyle bir partinin, ancak hukuki yasallıktan çok fiili meşruluğa dayanabileceğini, kendi meşruiyetini, sınıfından ve emekçi kitlelerden alacağı güçle kanıtlaması gerektiğini ortaya koymaktadır.
Ancak şu bilinmelidir ki, siyasal toplumsal koşulların dikte edeceklerine göre, bir dönemin aşılmasının, yeni görevlerin üstesinden gelinmesinin anahtarı, yasal alanda da olabilir. Lenin, 9 Şubat 1913’te, Rusya’nın bugünkü Türkiye’ye oldukça benzeyen koşullarında (kuşkusuz Rusya’da işçi sınıfının daha deneyimli ve birikimli olması gibi farklar göz önünde tutulmalı), gerçi bir siyasal gazeteyi söz konusu ederek konuşuyordu, ama şöyle diyordu:
“Sınıf bilinçli işçileri bilgilendirmek ve (özellikle Petersburg Komitesinin) faaliyetlerini yayınlamak konusunda Pravda’nın işe yararlığı her türlü eleştirinin dahi ötesinde kalır… Bir daha söylüyorum, bütün durumun anahtarı Pravda’dır. Ancak (ve ancak) bu yolla yerel faaliyetleri de örgütlemek mümkün olacaktır. Yoksa her şey yok olacak.” (Sverdlov’a mektubundan, Aktaran. T. Cliff, Lenin: Partinin İnşası, sf.250)
Herhangi bir çabanın mutlak başarıyla sonuçlanacağını hiç kimse iddia edemez. Ama yola, koşulların uygun olması durumunda, basan için çıkılır.
Ama ne bir Avrupa ülkesiyiz ne de onlar gibi siyasal özgürlük koşullarında yaşıyoruz. Devrimin mutlak kaçınılmazlığı dışında, onun şu ve şu gelişme yollarının ve bu yollara özgü şu ve şu örgüt biçimlerinin mutlak olarak geçerli olacağı, örneğin yarın da açık bir partinin mi yoksa yasal olanaklardan yararlanmanın bir başka biçimi mi zorunlu ve gerekli olacağı, belirlenemez. Sonucu tayin edecek olan, somut koşulları çerçevesinde sınıf mücadelesinin bizzat kendi gelişmesidir. Ama şuna güvenilebilir ki, kapitalist bir ülkede bir yol olanaksızlaşırsa diğerinde, o olanaksızlaşırsa berikinde proleterler ve emekçilerin bir araya gelip toplaşmaları ve örgütlenmeleri önlenemez. Lenin bu konuda şunları yazmaktadır:
“Hükümetin her ne türden olursa olsun sıkıştırmaları, onun kara-yüzleri ve burjuva müttefiklerinin her ne türden olursa olsun başvuracakları araçlar, proletarya savaşımının, çok değişik ve zaman zaman hiç beklenmedik biçimlerde açığa vurmasını önleyemez.” (Tasfiyecilik Üzerine, sf. 77)
Ve:
“Şu ya da bu türden bir yığın örgütü dağıtılabilir, yasal işçi birlikleri (sendikalar) avlanıp yok edilebilir, işçilerin her açık girişimi, karşı-devrim düzeninde polis tarafından şu ya da bu bahaneyle yıkılabilir, ama Rusya gibi kapitalistleşen bir ülkede, işçi yığınlarının birikip toplaşmasını hiçbir güç önleyemez. İşçi sınıfı şu ya da bu biçimde, yasal ya da yarı-yasal, açık ya da kapalı yoldan kendi toplaşma noktalarını bulacaktır.” (Age, sf. 37)
GRUPLARIN DEĞİL, SINIFIN VE EMEKÇİLERİN BİRLİĞİ
Adının önünde “sosyalist”, “işçi” gibi ibareler taşıyan birçok partinin bulunduğu ve yenilerinin kurulmaya çalışıldığı bir zamanda, yeni bir partiye ihtiyaç var mıdır?
Açık parti, kurulu olanlardan ve kurulmaya çalışılan partilerden farklı olarak, doğrudan sınıf hareketinin on yıllık mücadelesi içinde ortaya çıkardığı işçi önderlerinin çekirdeğini oluşturduğu, sınıf hareketinin yarattığı olanakların bir parti olarak örgütlenmesidir.
“Sosyalistleri birleştirmek” vb. amaçlarla kurulmaya çalışılan/kurulan partiler, içine düştükleri tecrit durumundan kurtulma ihtiyacıyla bu amaca yönelmişlerdir. Sınıfın sorunlarından kopuk bu girişimlerin de bir “ihtiyaca” karşılık düştüğüne kuşku yoktur. Ama bu, sınıfın ve kitlelerin değil, çizgi ve pratikleri nedeniyle sınıfın dışına düşmüş grupların güçsüzlüklerini birbirine tutunarak aşma “ihtiyacının” karşılığıdır.
Örneğin Devrimci Yolcuların tartışmaya açtığı parti, sınıf hareketinin platformunu ilerletmek amacıyla değil, sınıfın mücadeleci öncü kuşağını kucaklamak amacıyla değil, artık düzenin kalıplarına göre şekil almış eski Devrimci Yol gövdesini bir araya getirmek amacıyla örgütlenmektedir. O, sınıfın hareketli, mücadeleci kesiminin platformunu ilerletmeyi değil, aksine bu platformu, düzenle uyuşmuş eski “devrimcinin” düzeyine geriletmeyi hedeflemektedir. Onun partisinin “çekirdeğini” sınıf hareketinin ön saflarındaki mücadeleci işçiler değil, geçmiş yaşamlarında belki hak ederek edindikleri sıfat, bir yaşam tarzıyla değil, bir düşünüş tarzıyla ve eylemle değil, ama geçmişle nostaljik düzeyde bir bağ olarak koruyan insanlar oluşturacaktır. Onun partisinin “genişliği”, farklı bilinç düzeyiyle karakterize olan sınıfın geniş kesimlerini değil, varlığını burjuva sisteme bağlamış, “kendi hayatını yaşayan” her türden unsuru kucaklamak kaygısı belirlemektedir.
Bu bakımlardan, açık işçi partisi, tüm bu ve benzeri parti oluşumlarından temelden farklı, onların dışında bulundukları işçi hareketinin içinde ve onun mücadeleci platformunun politik örgütlenmesi olarak filizlenmektedir. Bundan sonra her şeyi belirleyecek olan, içinde küçümsenmeyecek bir sosyalist unsur taşıyan işçi önderleri kuşağının inisiyatif ve becerisi olacaktır.
Nisan-Mayıs 1995