Kuzey Irak operasyonunun gizlenen yüzü

Türkiye’nin Kuzey Irak’ta giriştiği operasyon, bölgedeki PKK kamplarında bulunan militanların imhası görünüşünde kamuoyuna sunulmuştur. Ancak bütün askeri ve siyasi veriler, görünürdeki bu hedeften çok daha fazlasının gözetildiğini göstermektedir. Propaganda araçlarının estirdiği toz duman altında bir başka gerçeğin yattığını anlamak, çok fazla çaba gerektirmiyor.
Operasyonun, başlıca uluslararası ilişkiler açısından taşıdığı önem, Körfez Savaşı adı altında, Irak’a karşı daha önce düzenlenen emperyalist operasyonun sonuçlarını sağlamlaştırmak ve Türkiye’nin bu operasyondaki gecikmiş görevlerini tamamlamaktır. Bu noktaya kadar olan hedefler açısından, genel olarak emperyalistler (Avrupa ve Amerika), yine aynı görünüş altında, PKK’ye karşı bir temizlik olduğu gerekçesini kullanarak, harekâtı olumlu bulduklarını açıklamış, en azından ihtiyatlı bir tutum takınmışlar, Türkiye’ye karşı herhangi bir karşı koyuş göstermemişlerdir.
Bu hedefe bağlı kalındığı sürece, Türkiye’nin yapabileceği işlerin başında, bölgede gelişme gösteren Kürt siyasi gruplarının kendi aralarındaki çatışmaları durdurmak, Saddam rejiminin bu çatlaktan yararlanarak yeniden “Çekiç Güç” egemenlik bölgesinde etkili olmasını engellemekti. Fakat bu genel hedef, özel olarak Barzani güçlerine karşı atağa geçmiş bulunan ve önemli bir ilerleme kaydeden Talabani’nin durdurulması ve sınırlanması biçimini kazanacaktı. Talabani’ye bağlı güçlerin son zamanlarda Barzani kuvvetlerine karşı giderek güç kazanması ve bu durumdan da PKK’nin giderek daha fazla yararlanması ilk elde, Türkiye’nin acil ve güçlü bir müdahaleyi gündeme getirmesini de gerektirdiği için, bu genel hedef bakımından Türkiye ile Batı’nın hedefleri arasında, en azından prensip bakımından bir farklılık görünmüyordu. Bunun, “PKK’ye karşı bir operasyon” olarak formüle edilmesinde de mutabakat vardı. Kürt ulusal varlığının emperyalist stratejiler bakımından oynayacağı rolü garantiye almak, yakın vadede de, Barzani’yi güçlendirmek sonucunu verecek böyle bir çerçeve, özellikle, Avrupalı emperyalistlerin fazlaca itiraz edebileceği özellikler taşımıyordu. Bu durumda asıl hedefin, ister istemez, Talabani güçleri olması da engellenemezdi. Ne var ki, bu tutum, doğrudan doğruya Talabani güçlerine karşı bir saldırı biçimini alamazdı ve almamıştır. Yalnızca, bölgede Talabani güçlerinin eylem alanları sınırlanmış, Barzani’nin kaybettiği yerleri yeniden ele geçirmesi kolaylaştırılmıştır ve bu kadarı genel hedef bakımından ve şimdilik yeterli görülmektedir.
Bunun yanı sıra, Türkiye, Irak’ta “otorite boşluğu” olarak değerlendirdiği durumun giderilmesi için Barzani’ye bağlı güçlerin kullanılması ve Irak hükümetinin bölgede bu güçler aracılığıyla kontrolü elde tutması için zemin hazırlamıştır. Bu, şu anda Türkiye’nin ve Irak’ın çıkarlarının kesiştiği noktayı temsil etmektedir.

ABD PLANLARI VE TALABANİ
ABD ise, Irak yönetiminin (özel olarak Saddam’ın) daha zayıf bir konumda tutulması için Kürt siyasi varlığının güçlendirilmesini gözeten bir uygulamayı tercih etmektedir. Amerika’nın, bölgede hâkim kılmak istediği siyasi grubun hangisi olduğu ise güncel dengelere göre değişmektedir. Bir süredir, daha kolay kontrol edebileceği ve daha güçlü bir siyasi ve askeri örgütlenmeye sahip olarak gördüğü Talabani’nin güçlenmesini kendisi için elverişli görmektedir. Bu planın bir diğer ayağında ise, Kürtlerin Kerkük ve Musul dâhil olmak üzere, başlıca petrol kaynaklarını kapsayan bölgenin hakimi kılınmaları bulunmaktadır. Esas olarak, Kürt nüfus üzerinde etkili olacağı düşünülen Talabani, ABD’nin tercihlerinden birisidir. Fakat Barzani kontrolündeki güçlerin de Amerikan planları dışında olduğu söylenemez. ABD için esas olan, özellikle zengin petrol kaynakları üzerinde Irak’ın kontrolünün kırılması, en azından zayıflatılmasıdır.
Fakat diğer yandan, Türkiye, petrolün Kürtlerin kontrolüne geçmesine, özellikle de Musul ve Kerkük’te Kürtlerin tek hâkim güç olmasına karşıdır. Bunun iki nedeni vardır: Birincisi, Türkiye Musul ve Kerkük’ün tarihsel olarak kendi kontrolünde olması gerektiğini ileri sürüyor ve her fırsatta bu talebini gayri resmi yollardan hatırlatıyor. Bu, bugünkü dengeler içinde olanaksız bir taleptir. Fakat Türkiye bölgeye ilişkin her hesabında bu unsuru devreye sokmaya, bölgede yaşayan Türkmenleri bu planın bir parçası olarak örgütlemeye çalışmaktadır. Ancak Türkiye’nin bölgedeki bu emellerinin gerçekleşebilmesi için bölgenin tüm dengelerinin kökten değişmesi ve özellikle de emperyalistlerin bölgeye ilişkin planlarında Türkiye’ye böyle bir misyon biçen yeni bir açılımın sağlanması şarttır. İkinci olarak, petrol kaynaklarını elinde tutarak güçlenen bir Kürt siyasal varlığı, Türkiye’nin bütün temel politikaları bakımından sakıncalıdır. Dolayısıyla, petrolün Kürtlerin eline geçmesindense, Irak’ın elinde kalması, Türkiye açısından daha uygundur.
Şu andaki durumda Türkiye; Irak, Amerika ve Kürt siyasi gruplarının dengesini kurmaya ve kısa vadede PKK’nin bölgede tutunmasını güçleştirecek siyasi kombinezonların kurulmasına çalışmaktadır. Bu problemin çözüm noktasında ise Barzani ve Irak’ın güçlendirilmesi, Talabani’nin geriletilmesi ve İran’ın bölgedeki gelişmeler karşısında kendisine yakın bir tutum takınması bulunmaktadır.
Diğer taraftan bölgenin en büyük askeri ve siyasi kontrol mekanizmasını elinde tutan Çekiç Güç’ün önümüzdeki süreçte çekilmesi yolundaki hazırlıklar da Türkiye’nin planlarını etkilemektedir. Türkiye, Çekiç Güç’ün boşaltacağı düşünülen alanların kontrolüne taliptir. Bu Kürtlerin Irak’a (Saddam’a) karşı güvencesini sağlamak olarak gösterilen asıl işlevin de devralınması bölge petrolünün ve genel siyasi durumun denetim altında tutulması demektir. Eğer Türkiye, yakın zamanda Çekiç Güç’ün görev süresinin uzatılmasına karşı bir politikayı, MGK ve hükümet düzeyinde benimseyecekse, şimdiden alternatif güç olarak bölgede ağırlığını duyurmak zorundadır. Güdümlü medya tarafından yapılan şu andaki propaganda, Bölgede Türk askerinin halk tarafından çok sevildiği ve geri gitmemesi için adeta yalvardığı biçimindedir. Bu propagandanın başlıca amacı, gelecekte doğabilecek bir fırsat için şimdiden kamuoyu hazırlamaktır. Ancak böyle bir misyonun getireceği siyasi ve mali yükler, Türkiye’nin bunu hangi biçim altında devralacağı sorununu ortaya getirmektedir. Türkiye, şu anda, “Çekiç Güç’ün kara kuvveti” olarak tanımlanabilecek bir duruma niyetli olmadığını ileri sürmektedir. Ancak bu formül, bölgede kalıcı bir kuvvet bulundurma ihtiyacına cevap verebilecek seçeneklerden birisidir ve Türkiye, böyle bir olanağı eğer uluslararası destekle ele geçirebilirse, bunu reddetmeyecektir.
Operasyonun üzerinden geçen süre, emperyalist blok içinde, çeşitli ayrımların su yüzüne çıkmasına yol açmıştır. Her şeyden önce, Irak’ın Birleşmiş Milletler tarafından belirlenmiş statüsünü zorlayacak bir yeni denetim alanının açılması, ABD’yi dikkatli bir tutum almaya yöneltmiş, Almanya’yı da, Türkiye’nin bölge üzerinde etkili bir güç olarak devreye girme olasılığı rahatsız etmiştir. Bir bakıma, Türkiye, başlangıçtaki hedefleri aşan bir süre Irak Kürdistan’ında kalacağı izlenimi vermektedir ve yeni etkinlik alanları kazanma sürecine girmiş görünmektedir.
Özetleyecek olursak yakın hedefleri bakımından yapılan propaganda bir yana, gerçekte operasyonun temel ve kalıcı hedefleri şu anda tam bir sis perdesi altında tutulmak istenmektedir. Fakat sisin aralandığı yerden görünenler, ABD ve Türkiye’nin, uzun vadeli hesaplarıdır. Bu hesaplar içinde PKK, ancak çok küçük bir yer tutmaktadır.

Nisan-Mayıs 1995

İçeride ve dışarıda daha çok şiddet!

Sermayenin propaganda makinesi, gümrük birliğine girmekle Kürt sorunundan demokrasi sorununa, ekonomiden devletin yapışma kadar bütün sorunların çözüleceği propagandasına hız verdiği bir anda Gazi Mahallesi’ne yönelik bir provokasyon, bu provokasyona halkın beklenmedik biçimde tepki göstermesi ve polisin halka karşı giriştiği katliamla birlikte propaganda cambazlarının boyadığı pembe hayaller bozuldu. Gündemin değiştirilmesi için medyanın kulağı çekildi, ama ülkenin değişik yerlerinde işçi ve emekçilerin tepkisi sürmeye devam etti. Ve ancak Güney Kürdistan’a “sefere çıkılmasıyla” gündem değiştirilebildi.
Mart ayında yaşanan Gaziosmanpaşa Gazi Mahallesi halkının direnişi hiç kuşkusuz 12 Eylül’den bu yana yaşanan kitle eylemlerinin en radikaliydi. Panzer ve polis kurşunu karşısında göğsünü açarak ilerleyen gençler, gençlere taş çıkartırcasına kavgaya katılan yaşlılar, erkeklerden hiç de geri kalmayan kadınlar, hatta kavganın en kızıştığı anda bile Filistinli yaşıtlarını anımsatırcasına çatışmaya giren çocuklarıyla Gazi Mahallesi halkı ve onları desteklemeye gelen değişik semtlerden emekçiler, devrimciler üç gün boyunca direndi. Bu direnişe destek vermek için sokağa dökülen Ümraniyeli, Alibeyköylü, Gülsuyulu ve Ankaralı emekçiler de Gazi Mahallesi emekçilerinin tutumunu benimseyerek kendilerine saldıran polise karşı direndi.
Elbette ki Gazi Mahallesi halkını destekleyenleri sadece yukarıda adı belirtilen semt ve kentlerle sınırlı tutarsak haksızlık etmiş oluruz. Çünkü Gazi Mahallesi’nde girişilen provokasyonun arkasından polisin giriştiği zalimce terör ve direnişçilere silahla müdahale etmesi sonucu resmi rakamlara göre 30 kişinin ölmesiyle birlikte tepkiler bütün belli başlı kentlere yayıldı. Pek çok semtte ve değişik kentlerde on binlerce kişinin katıldığı gösteriler oldu.
Eylemin yarattığı yankı bu ölçüde genişleyip kamuoyu gündeminin başına oturunca sağın ve “solun” politikacıları elbirliği ile olayın hem gelişimini hem de girişilen ilk saldırının kaynağını karartmak için kolları sıvadı.
Daha Gazi Mahallesi’ne yönelik provokatif saldırının ilk saatlerinde bütün TV kanalları, adeta ağız birliği etmişçesine, haberi aynı biçimde verdiler. Bunlara göre; Gazi Mahallesi’nde bir grup terörist, muhtemelen İBDA-C gibi bir aşırı grup, Gazi Mahallesi Cemevi’ni ve Alevi’lerin oturduğu dört kahveyi taramışlar, bir Alevi dedesi de bu saldırıda ölmüş; bunun üzerine Alevi halk gösterilere başlamıştı. Ertesi gün başlıca gazeteler olayı aynı biçimde verdiler. Oysa olayların hemen başından itibaren mahalleye giden muhabirler göstericilerin sloganları ve konuşmalarından anlamışlardı ki olay bir Alevi başkaldırısı değildi. Göstericiler “Faşizme karşı, omuz omuza”, “Faşizme ölüm halka hürriyet”, “Kahrolsun faşist diktatörlük” vb. sloganlar atıyor, TV’lerin haberi veriş tarzı karşısındaki tutumlarını bu TV kanallarının muhabirlerine yönelik protesto olarak ortaya koyuyorlardı. Ve tabii muhabirler bu bilgileri kendi haber merkezlerine geçiyor ama iki gün boyunca olay bir Alevi başkaldırısı olarak propaganda edilmeye devam ediyordu. Üstelik öldürülen dede, Alevi dedesi değil sadece torunlarının dedesi olan yoksul ve yaşlı bir emekçiydi.
Batı basını da böyle bir propaganda için hazırdı. Hazır kalıplar içinde çoktandır saklanan derin tahliller (!) hiçbir araştırmaya gerek duyulmaksızın piyasaya sürüldü. Nasıl Bosna’da Müslüman-Hıristiyan çatışması varsa çoktan beridir baskı altında olduğu bilinen Alevilerin ayaklanmış olması pek doğaldı ve belli başlı gazeteler ve TV kanallarının ortak tezi Türkiye’de Alevilerin ayaklandığı biçimindeydi.
Medyanın arkasından sağlı “sol”lu politikacılar ortaya çıktı. Medyanın yalan propagandasına tepki karşısında Alevilere yaltaklanan bir tutumu da benimseyerek Alevi-Sünni kardeşliği üzerine, bir provokasyon tertiplendiği, provokasyonun kaynağının dış güçler olduğu, halkı kışkırtan kimi terör örgütleri olmasa böyle bir olayın olmayacağı vb. yollu açıklamalarla yaşanan gerçeği çarpıtıp 30 ölünün kanı üstünde ticarete koyuldular.
Bütün bu gelişmeler karşısında içişleri Bakanı’nın cevabı hazırdı: PKK yapmıştır! Başbakan Çiller ve MHP Genel Başkanı Türkeş ise, bu provokasyonun olsa olsa Türkiye’nin hızlı gelişmesini çekemeyen Yunanistan tarafından tezgâhlanmış olabileceğini açıkladılar. Ecevit de onlara katıldı. Mahir Kaynak ve Doğu Perinçek de bu dış güçler edebiyatına katıldılar ama daha inandırıcı olmak için tezlerini “mantıksal” ve “somut” belgelerle kanıtladılar! Bunlara göre; bu işin arkasındaki CIA’dan başkası olamazdı. Örneğin D. Perinçek’e göre Çiller-Güreş ikilisi ABD yanlısı politika izliyordu ve bu nedenle ABD ile bir sorun yoktu. Ama Karadayı’nın Genelkurmay Başkanı olmasından sonra Türkiye komşuları ile ikili ilişkiler kurup ABD’yi devre dışı bırakan bir tutumu benimsemiş, bu yüzden de ABD Türkiye’yi karıştırmaya karar vermişti. Tabii CIA ajanları gelip kahveleri kurşunlamamıştı, ama Yunanistan, sağ ya da sol kimi grupları taşeron olarak kullanmıştı. Kısacası devlet bu işte masumdu, polis masumdu, MHP masumdu, hükümet masumdu, MİT masumdu, kontrgerilla denilen şer örgütü masumdu! (Gerçi bu derin tahlillerden birkaç gün sonra Türkiye’nin Güney Kürdistan’a karşı giriştiği askeri harekâtın ABD tarafından açıkça desteklenmesiyle bu “strateji uzmanlarının” mumları sönse de onlar görüşlerinde ısrar edecek kadar tutarlıdır!)
Hiç kuşkusuz ki; Hizbullah ve İBDA-C’nin MİT, kontrgerilla ve uluslararası haber-alma örgütleriyle ilişkisinin boyutları karanlıktır. Türk güvenlik örgütleri ve “sivil” ve askeri bürokrasi içinde CIA’nın etkin bir yönlendirmesinin olduğundan da kimsenin kuşkusu yok. Ya da MİT’in, polisin nerede bitip kontrgerillanın, MHP’nin nerede başladığı pek belirsiz de olsa, bütün gelişmeler kontra-polis-MHP’nin Gazi’deki provokasyonda tam bir işbirliği içinde olduğunu gösteriyor. Bu yüzden de Gazi ya da öteki semt ve kentlerde sokağa dökülen emekçi yığınlar faşistlere, polise ve devlete karşı sloganlar haykırırken bütün bu politika cambazlarına inanmayacak kadar bir “sol-duyu”ya sahip olduklarını göstermişlerdir.

*   *   *
Her şeyden önce Gazi Mahallesi’nde olayların başlamasına neden olan provokasyonu kimin gerçekleştirdiğine dair çeşitli ipuçları vardır. Özellikle İstanbul’da, son altı aylık gelişmelere bakıldığında Gazi Mahallesi’ndeki provokasyon “geliyorum” diyen bir girişim olarak görünüyor.
Önce Kartal-Gülsuyu’nda, “gecekondu mafyası” kılığında sahneye çıktılar. Faşistlerin girip üslenemediği bu semtte kamu arazisini çevirip gecekondu yapmaya yöneldiler. Semt halkının sert tepkisi, polisin anlaşılmaz biçimde bu “mafyayı” koruduğunu ortaya çıkardı ve “mafya”nın adamları halka karşı polisin önünde silah kullandı, ama polis bu kişilere müdahale etmedi. Binlerce Gülsuyu’lunun birkaç günlük eylemiyle sonradan polis-MHP ve diğer karanlık güçlerin saldırıları püskürtüldü. Arkasından Alibeyköy-Nurtepe’de benzer olaylar yaşandı, ilericilerin oturduğu bu bölgede ülkü ocakları ve MHP örgütü kurmak istediğini öne süren bir grup, karakolun açık desteğinde semtte terör estirmeye, konvoylu gösteriler düzenlemeye kalktı. Bir hafta süreyle sokaklarda semt gençleri ve emekçiler polis ve MHP’nin militanlarıyla çatıştı. Burada da saldırı başarısızlığa uğradı.
Sonra TÜMTİS’in örgütlü olduğu Topkapı-Ambarlar’da MHP yanlısı olduğu herkesçe bilinen kimi karanlık kişiler “ticari görüntü” arkasında ambar açtılar. Arkasından sendikayla sorun çıkarıp işçilere kurşun sıktılar. Herkesin gözü önünde işçi temsilcisini kurşunlayan MHP’li patron, işçileri, hatta diğer işverenleri de tehdit ettiği halde polisin açık korumasında, işçilerin sendikal örgütlülüğünü kırarak girişimlerini sürdürmek istedi ama sendika ve ambar işçilerinin açık ve kararlı tutumu karşısında bütün girişimler boşa çıkarıldı. Aynı günlerde TÜMTİS’in İzmir’de örgütlü bulunduğu işyerlerinde de polis-MHP işbirliği açıkça ortada olan saldırılara hedef olup sendikanın çökertilmesine çalışıldı. Ankara’da da MHP-polis işbirliğinde ilericilerin yoğun olduğu kimi semtlerde benzer saldırıların ortaya çıkması MHP’ye verilen desteğin yerel bir nitelik taşımadığı, tersine işin içinde polis örgütü ve diğer “güvenlik örgütlerinin” bulunduğunu göstermektedir.
Kısaca ifade edersek; Gazi Mahallesi ya da başka bölgelerdeki bu türden provokatif girişimlerde devlet merkezli örgütleri ya da onların taşeronlarını aramak gerektiği her adımda daha çok ortaya çıkıyor.
Gelişmeler izlendiğinde şu görülmektedir: Bir provokasyon girişimi olmuştur; bunu ister güvenlik güçleri, ister onlarla işbirliği içindeki başkaları yapsın provokatörlerin bir kışkırtma ve sindirme peşinde oldukları anlaşılıyor:
Devrimcilerin, demokratların ilericilerin oturduğu kahveleri taranmasıyla; belki kalabalık bir cenaze töreni olur, ama insanlar oturup düşününce artık kahvelerde bir araya gelmekten korkarak sinerler, böylece polis denetimi artar, hatta MHP ve ülkü ocakları uzunca zamandır arzuladıkları bu semtte örgütlenme imkanına kavuşur hedefi güdülmüş olabilir. Ya da provokasyon karşısında semt halkının en duyarlı kesimleri tepki gösterir, bu tepki güvenlik güçleri tarafından bastırılır ve “örgütsel operasyonlarla” semt baskı altına alınır… sonuçta istenilen amaca varılır gibi… Ama böylesi ayaklanmaya varan bir tepki hesap edilmemiştir.

BEKLENMEYEN TEPKİ
Provokatörlerin somut niyetleri ne olursa olsun bu provokasyondan bekledikleri asla Gazi halkının bir ayaklanmaya dönüşen tepkisi değildi. Tersine onlar cılız ve yakınma düzeyinde bir tepki bekliyorlardı. Ama gelişmeler beklenenin ötesinde olunca, tepkiler önce bir Alevi başkaldırısı gibi gösterilmek istendi. Bu da tutmayınca doğrudan devrimcilere, ilericilere yönelik bir kampanya başlatıldı. Tepki gösteren halk değil bir avuç aşırı solcuydu vs. vs.!
Gazi Mahallesi, arkasından Ümraniye ve Ankara’da polisin protestolara müdahale ettiği her yerde son yılların geleneği bozuldu. Bugüne kadar, ister değişik grupların korsan gösterilerinde ister kitlesel eylemlerde geleneksel olan, polisin müdahalesi karşısında kitlenin paniğe kapılıp dağılması, polisin yakaladığı kişileri öldüresiye döverek gözaltına almasıydı. Denebilir ki Gazi Mahallesi halkı bu geleneği yıkarak, sokağı hakkını vererek kullanmıştır. Gülsuyu, Ümraniye halkı ve Ankara’lı emekçiler de aynı biçimde direnerek kendi haklarını savunmada Gazili emekçileri izlemişlerdir. Bu görüldüğü için de polis genelde gösterilere müdahaleden çekinerek yığınların tepkisini yatıştırmayı amaçlamıştır.
Tepkinin neden bu ölçüde kitlesel ve sert olduğu konusunda en gerçekçi yaklaşım semtin nüfus bileşimine bakmakla olanaklıdır. Semtte, Aleviler, Kürtler yoğunlukta. Daha da önemlisi semt nüfusunun en önemli çoğunluğu küçük atölyelerde çalışan işçiler, süreli işlerde çalışan yarı-proleter unsurlar ve işsizlerden oluşuyor.
Kuşkusuz semtte oturan çoğunluğun Kürt ve Alevi olması ya da işçi ve işsizlerden oluşması tek başına bir şey ifade etmezdi. Ama bu bileşim, özellikle son 15 yılda bu kesimlere yönelik saldırı ve baskı politikalarıyla birleşince tepkinin nedeni anlaşılıyor. Öyle anlaşılıyor ki, provokasyonlar bardağı taşıran son damla olmuş, emekçi halkın düzene nefretini ifade etmesinde vesile olmuştur. Ve denilebilir ki ilk kez bu ölçüde öfkeli bir emekçi kitlesi, daha sokağa çıkar çıkmaz, devlete ve düzene açıkça karşı çıkan bir tutumla hareket etmiştir.
İstanbul ve belli başlı sanayi merkezleri, bir yandan Kürt savaşının göçmenleri, öte yandan da ekonomik krizin büyük kentlere sürüklediği milyonlarla ifade edilebilecek, büyük yoksulluk içindeki emekçi yığınlar tarafından çevrelenmiş durumdadır. Yoksulluk, baskı ve özgürlüksüzlükten bunalmış yığınlar bu duygu ve düşüncelerini bir biçimde ifade edecek durumdadırlar. Gazi Mahallesinde emekçiler kendilerine karşı yapılan saldırıya hemen, açıkça ve kendi tarzlarında yanıt vererek bir örnek sunmuşlardır. Aynı zamanda bu örnek kendiliğinden yığın hareketi, onun tepkileri ve imkânları üstüne de Marksistlerin bugüne kadar ısrar ettikleri yığın hareketinin karakteri ve mücadelede oynadığı rol konusundaki saptamalarının tam bir doğrulanması olarak da çok önemlidir.

EMEKÇİ TARZI VE KONTRGERİLLAYA “DUR!” İHTARI
Gazi Mahallesi başta olmak üzere değişik bölgelerdeki eylemlerde eyleme katılanların polise karşı taş sopa kullanarak direnmesi ya da kimi dükkân vb. gibi yerleri tahrip etmesi hükümetten kimi aydın ve sendika çevrelerine uzanan kesimlerce kınandı. Polisin Gazi ve Ümraniye’de 30’un üstünde kişiyi katletmesi adeta olağan bir vaka gibi karşılanırken gerek provokasyon girişimlerine gerekse polisin saldırılarına karşı direnenlerin MHP ya da bu bölgelerde semt halkına karşı provokatif girişimlere yataklık edenlere karşı tutumları büyük bir suç olarak öne çıkarıldı. Burada hükümet, polis ve gerici-faşist odaklardan gelen kınama eylemleri anlaşılırdır, ama kendisine devrimci, hatta sosyalist diyenlerin bu yüzden halkı kınaması elbette anlaşılır olmamalıdır. Çünkü bırakalım başka şeyleri, tarihin her döneminde tarihi yapanların devrimci eylemlerinde amacından taşan kimi yanlış şiddet eğilimleri de görülmüştür. Buna bakarak, yığınların genel şiddet eylemini suçlamak, devrimi, laboratuarda gerçekleşen bir deneyle eşleştiren aydınların tutumu olabilir. Sadece büyük devrimci atılımlar değil nispeten küçük kitle mücadeleleri de hiçbir zaman kimi aydınların kafasında tasarlanıp hayata geçirilen “temiz”, “kibar”, düzeni hiçbir biçimde bozmayan mücadeleler değildir. Tarih yazıcıları bunu ne kadar hor görür ve küçümserse küçümsesin, emekçi yığınlar kendi taleplerine giden yolu açarken kırıp dökerek ilerlerler. Yığın hareketinin bu “kaba” ama gerçekçi ve aynı anlama gelmek üzere devrimci karakteri emekçi tarzla reformcu-aydın tarz arasında bir ayırımı da oluşturur.
Elbette emekçi yığın hareketinin emekçi tarzı kırıp dökerek ilerlemektir ama küçük burjuvazinin amaçtan uzaklaşmış kırıp dökücülüğünden, daha doğrusu şaşkınlığından farklıdır. Örneğin Gazili emekçiler, faşistlere yataklık yapmayan Sünni ve Alevi esnafların işyerlerine zarar vermemek için gerekli özeni gösterirken Gülsuyu’nda kendisini şu ya da bu grubun taraftarı sayan kimi kişiler cami taşlayarak bir Alevi-Sünni çatışması çıkarmak, en azından olayı böyle göstermek isteyenlerin değirmenine su taşıyorlardı. Bununla da kalmıyorlar, Sünni emekçilerin kışkırtılması için bir vesile de yaratıyorlardı. Açıktır ki; bu tutumun emekçilerin ilerlerken yaptıkları kırıp dökmeyle bir ilgisi yoktur. Tam tersine bu, küçük burjuvazinin mücadele konusundaki kafa karışıklığının, amaçla aracı, zorunlu olanla keyfi yapılan arasındaki farkı anlamamasının bir sonucudur.
Emekçi tarzı denince üstünde durulması gereken en önemli konu bir şeye karşı çıkıştaki tarz söz konusudur. Örneğin Gazili emekçiler kendi tarzlarında kontra eylemlerine “Dur!” demiştir.
Bugüne kadar dernekler, kimi sendikalar ve sendikacılar kontra eylemleri, sokak infazları, “faili meçhul” cinayetler konusunda sayısız basın açıklaması yaparak, yakınarak, devletin çeşitli kademelerine belki binlerce dilekçe vererek vicdanlarını rahatlattılar. Ama bunların hiçbirisinin Gazi Mahallesi’nin girişilen provokasyona gösterdiği tepki kadar caydırıcı olamayacağı açıktır. Çünkü kontra, MHP’li şu ya da bu kesimden provokatörler kendi amaçlarına ulaşmak için bir eyleme giriştiklerinde artık bombanın ellerinde patlayacağını da düşünmek zorundadırlar. Hele bu türden girişimleri halk tepkisi yaygınlaşırsa artık ortalıkta elini kolunu sallayarak eylem yapan “uğursuz timler” ve bu timlerin zincirlerini tutanlar o kadar kolay faaliyet gösteremeyeceklerdir. Dahası korumaya çalıştıkları düzen başlarına çökecektir.

YIĞIN HAREKETİ, GÖSTERİCİLİK VE UZLAŞMACILIK
Girişilen provokasyona karşı asıl olayların geliştiği Gazi Mahallesi’nde tepkinin patlak vermesinden sonraki süreçte genelde devrimci grupların mücadelenin radikalleşmesi ve taleplerin öne çıkarılmasında oldukça olumlu bir rol oynadıkları görüldü. Ama yığın tepkisinin gelişmesi, mücadelenin uzamasıyla birlikte bu grupların bazılarında küçük burjuva ruh hali depreşti; her şeyden çok birlik ihtiyacının öne çıktığı anda grup pankartları öne çıkarılarak o onulmaz hastalık yeniden hortlatıldı. Öyle ki, bazı gruplar, çatışma alanını bırakıp Cemevi görevlileri peşinde mezarlığa gidecek kadar olup biteni anlamazken pankart çekip “adını duyurmak”ta diğer gruplardan daha az gayretli davranmamıştır. Bu pankart yarışı daha kitle hareketinin ikinci gününden itibaren gruplar arası rekabeti kışkırtan, mücadeleyi bölen bir rol oynamıştır. Devlet görevlileri ve burjuva medyası bu durumu fark ettiğinden halk hareketini grupların kışkırttığı, halkın arasına “provokatörlerin” karıştığı, halkın değil küçük politik grupların direndiği vb. yollu bir kampanya ile küçük burjuva göstericiliğinden yararlanmaya çalışmış, bu spekülasyonlar olayları yakından bilmeyen çevrelerde hayli etkili olmuştur.
Öyle görünüyor ki; göstericilik bundan böyle “bir önderlik tartışması” biçiminde siyasi grupların dergilerinde sürecektir. Çünkü daha şimdiden kimi dergiler kendilerinin yiğitliğini övmeye başlamışlardır.
Öte yandan Alevi dernekleri, gerek Gazi Mahallesi’nde gerekse bütün ülke sathına yayılan protestolarda saldırının Alevilere karşı yapıldığı biçimindeki devlet ve medyanın öne sürdüğü tezi kendi lehine kullanmaya çalışırken emekçilerin antifaşist tutumlarını yumuşatmaya, devlete yönelen öfkeyi saptırıp uzlaştırmaya çalışmışlardır. Kimi doğrudan en gerici partilerle içli dışlı olan Alevi dedeleri yatıştırıcı rollerini açıkça devletin yanında yer alarak yaparken kimi Alevi temsilcileri de bunu sureti haktan görünerek yapmaya çalışmışlar, Alevi-Sünni kardeşliğini emek temelinde değil de devlet ve onun kurumları içinde sermaye ve diktatörlükle uzlaşma olarak öğütlemeye çalışmışlar, geniş Alevi emekçi kesimler içinde bölücülük rolünü üstlenmişlerdir.

*   *   *
Gazi Mahallesi ve Ümraniye’de onlarca emekçinin katledilmesinin yankıları henüz sönmeden, Türkiye, 35 bin kişilik bir askeri güçle, Güney Kürdistan’a girdi. Hükümetin iddiasına göre, harekâtın amacı bölgede üstlenen 2 bin 800 PKK’linin bulunduğu kampları dağıtmaktan ibaretti. Ama harekâta katılan birliklerin sayısı ve bölgede kalınacak sürenin (her zamankinin aksine) hayli uzun olacağının ifade edilmesi amacın sıradan bir askeri operasyonun çok ötesinde bir anlam taşıdığını göstermektedir. Buna ABD’nin operasyonu açık bir biçimde desteklemesi ve Avrupalı ülkelerin muhalefetlerini “bir an önce ne yapacaksanız yapıp çıkın” düzeyine indirmiş olmaları bu operasyonun Türk hükümetinin ve devlet görevlilerinin harekâtın amacı olarak ifade ettikleri şeyler dışında bu ülkelerin bölgedeki politikaları ve amaçlarıyla da bağlantılı olduğu gerçeğinin bir ifadesi olarak değerlendirilebilir.
Gelişmelere, bölgeye ilişkin ABD ve diğer Batılı ülkelerin senaryoları çerçevesinde bakılırsa, Irak’ın ve Kürtlerin statüsünün yeniden belirlenmesi de dâhil bölgedeki bir dizi emperyalist planın uygulanmasının bir vesilesi olduğu açıkça gözleniyor. Örneğin Talabani’siz, Barzani ve Saddam’ın da içinde olduğu bir Irak’ta “yeni düzen” kurma girişimi, Irak petrollerinin değerlendirilmesi Çekiç Güç’ün kimi görevlerinin Türk ordusuna devredilmesi, İran-Türkiye, Suriye-Türkiye ve Türkiye-diğer Arap ülkeleri arasındaki ilişkilerin gerginleşmesinden yararlanarak Türkiye’yi daha çok batağın içine çekerek Türkiye üstündeki denetimlerini artırmak, Türkiye’yi köşeye sıkıştırarak Kıbrıs’ta tavize zorlamak, GB ve AB ile ilgili görüşmelerde yeni tavizler koparmak vb. pek çok amacın söz konusu olduğu gözlenmektedir.
Türk egemen sınıflarının temsilcileri, hükümet ve propagandacıları erken sevinç naraları atıyorlar. “PKK’yi ezdik, kampları dağıttık, Irak’lı Kürtler bizi alkışlarla karşılıyor, bu işi bitirdik” vb. propagandası yapıyor. Ama önceden 40 km derinlikte bir askeri harekât yapılacak denilirken harekâtın 5. gününde Irak içlerine 60 km girilmek zorunda kalınıyor. Kimi şovenist faşist çevreler “Genç Osman” marşları çalıyor. Ama öyle görünüyor ki; Irak Türkiye için sonsuz derinlikte bir bataklık olmaya başlıyor.
Öte yandan tarihinin en derin krizlerinden birini yaşayan Türkiye bu harekâtla yeni yüz trilyonları bomba, kurşun, yakıt ve askeri malzeme olarak gömüyor, ekonomisini daha büyük açmazlara sürüklüyor.
Türk hükümeti bu harekât için 50 trilyonu gözden çıkardığını açıklamıştır, ama bütün veriler bu harekatın ne 50 ne de 100 trilyonda kalmayacak yeni harcamalara yol açacağını gösteriyor.

*   *   *
Bir yandan işçi ve emekçi sınıfların düzene karşı girişebileceği eylemlerin önünü kesmek için provokasyonlar düzenleniyor. Provokasyona karşı tepki gösteren emekçilerin onlarcası katlediliyor. Polis kurşununa hedef olanlar gözaltına alınıp cezaevlerine konurken provokatörler ve halka kurşun sıkanlar görev başında kalmaya devam ediyor.
Yetmiyor, “sınır güvenliği” bahanesiyle komşu ülke topraklarına tankıyla topuyla, tepeden tırnağa silahlı 35 bin kişilik askeri bir kuvvet sevk ediliyor. Ve bütün bunlara karşı, ne partilerden ne parlamentodan muhalif bir ses yükselmiyor. Ama pek çok aydın “solcu”, halk bu harekâtın amacını ve maliyetini biliyor, ödemeye hazırdır biçiminde fetvalar vererek işgalciliğe ve şovenizme destek sunuyor.
Savaş giderleri ve emeğin daha çok sömürülebilmesi için yüzde 150 enflasyona karşı yüzde sıfır zamla işçilerin emekçilerin karşısına çıkılıyor. Çeşitli bahanelerle grevler önlenirken hükümet ve patronlar önceden imzalanmış toplu sözleşmeleri uygulamamakta hiçbir sakınca görmüyor. Mahkemeler işçi ve emekçilerin en temel haklarının gaspı karşısında siyasi kararlar vererek düzeni savunmakta sınır tanımıyor.
Ve bütün bunlar Türkiye’de değil de Patagonya’da oluyormuşçasına hükümet, parlamento ve düzen partileri “demokratikleşme”den anayasa ve yasalardaki anti-demokratik maddelerin temizleneceğinden, işkencenin birkaç ay içinde ortadan kalkıp ülkenin tam bir demokrasiye kavuşacağından dem vuruyorlar. Daha da kötüsü bu martavala inanacak “aydınlar”, “demokratlar”, “sosyalistler” buluyorlar.
Oysa bütün belirtiler tam tersini gösteriyor. Başka bir ülkenin topraklarını işgal eden bir ordunun içeride daha çok etkin rol oynadığını en saf politikacılar da bilir. Dahası başka ülkelere sefere çıkmanın kaçınılmaz sonucu her alanda zorbalık ve şovenizmin kışkırtılmasını zorunlu kılar. En basitinden savaş masraflarını emekçilerin sırtına yıkmak için sadece ekonomik sömürüyü artırmakla, kâr uğruna maden işçilerini ocaklara gömmekle yetinilmez, her türden tepkiyi önlemek için de polis ve süngü zorunu daha çok devreye sokmak ihtiyacındadırlar. Kısacası yeni ekonomik önlem paketleri, yasalardaki maddelerin daha büyük bir şiddetle uygulanması, polis zorbalığının daha da kaba bir biçimde kullanılması, faili meçhuller, sokak infazları kayıplar ve işkencenin yaygınlaşması kaçınılmazdır. Biçimde kimi değişikliklerle geniş yığınlar içinde destek aramak vb. gibi yöntemler kullanılsa da, böyle dönemlerde, gelişmenin asıl doğrultusu şiddetin artması yönündedir. Çünkü artık yığınlara verilecek hiçbir şeyi kalmamış bir sistemin ayakta kalabilmesinin tek koşulu şiddetin dozunu artırmaktır. Şu anda Türkiye’nin koşulları bütün tersine iddialara karşın terörün yönetim için giderek daha yaygın kullanılacak bir araç olduğunu gösteriyor. Emekçiler bu gelişme doğrultusunu dikkate alıp üstlerine düşeni yerine getirmediği sürece de masallarla uyutulacak, masalın bittiği yerde de zor ve şiddetin envai çeşidinin hedefi olacaklardır. Zorbalığın yolunu kesmenin tek yolu ise Gazi emekçilerinin açtığı yoldur.

Nisan-Mayıs 1995

Gündemleşen ihtiyaç: açık işçi-emekçi partisi

Egemen sınıflarla çatışma halindeki işçi sınıfı ve emekçi sınıflar hareketi, ortaya koyduğu özellikleri, taşıdığı ve eyleme dökmenin sancısını çektiği devrimci dinamikleri, gelişme seyri ve sorunlarıyla, etkin bir devrimci müdahale talep etmektedir. Sınıf ve kitle hareketinin mevcut durumu, karşıdevrimle çatışmasının düzeyi ve genel politik koşullar, bir dizi yeni mücadele ve örgüt biçimini gündeme sokmayı olanaklı ve zorunlu kılmaktadır. Sınıf hareketinin ortaya koyduğu eğilim, mevcut araçları yetersiz kılmaktadır. Bu bakımdan açık kitlesel bir işçi-emekçi partisi, sınıfın uyanan kesimlerinin ortaya koyduğu politikleşme eğiliminin somut bir ifadesi olarak, yaratılması pratik girişim ve mücadelenin konusu olan devrimci bir araç özelliği kazanmıştır.
Açık bir işçi partisi, sınıf hareketinin mevcut durumunun ve daha ileri hatlarda mevzi tutması ihtiyacının zorunlu kıldığı, işçi ve emekçi sınıflar hareketini devrim ve sosyalizm yolunda ilerletebilecek, işçi sınıfının kendi bağımsız politikaları doğrultusunda davranmasına yardım edecek bir kaldıraç olacaktır. İşçi hareketinin, Kürt hareketinin ve memur hareketinin varmış olduğu düzey ve ilerleme imkânları, başka araçların yanı sıra böylesi bir açık partiyi de gerekli kılmaktadır.

DEVRİMCİ ARAÇLAR VE AÇIK PARTİ
Sınıflar mücadelesi, “devletlerarasındaki sıradan savaşlardan yüz kez daha çetin, daha uzun ve daha çapraşık” (Lenin) bir savaş biçimidir. Mücadelenin gidişi ve sonucu üzerinde, çoğu önceden öngörülemeyecek nitelikte bir dizi etken rol oynar; süreç boyunca hangi engelin nasıl çıkacağı ve o engelin ne tür bir araçla aşılacağı önceden kestirilemez. Bu uzun ve çetin savaşın bir cephesinde yer alan proletaryayı yönetmekle görevli bilinçli öncünün, iktisadi ve sosyal durumun genel bir incelenmesi’ üzerinde yükselen devrimci programını gerçekleştirebilmesi için, bütün bu çapraşık koşullara hazır olması, her somut duruma denk gelen bir dizi mücadele ve örgüt biçimini yaşama geçirmeye hazır olması bir zorunluluktur. Kısaca, savaşa tutuşan proletarya, programında somutlanmış hedeflere varmak için, hareketin seyrinin ortaya çıkardığı çok çeşitli mücadele ve örgüt biçimini kullanma ustalığı göstermek zorundadır. Marksizm’in, her somut duruma uyan hazır reçeteleri yoktur; ışığında her somut durumu anlayıp uygun taktikler geliştirmemizi sağlayan genel ilkeleri vardır. Eğer bir savaş ilkesinden, bir “reçeteden” söz edilecekse şu söylenebilir: İşçi sınıfını ve emekçileri, devrimi başarıya ulaştıracak tarzda harekete geçirmek, örgütlemek; mümkün olan en kısa yoldan proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenmesini gerçekleştirmek. Yığınların devrim ve iktidar için hazırlanması temel amaç ve görevine bağlanan devrimci taktik çizgi. Buradan şu sonuç çıkar ki, belirli bir mücadele ve örgüt biçiminin, belirli bir somut durumda kullanılması mutlak gerekli hale gelebileceği gibi, başka somut bir durumda aynı araç kullanılması yanlış ve giderek yenilgiye yol açan bir araç durumuna gelebilir. Bu nedenle, yasal ya da yasadışı, açık ya da gizli, barışçıl ya da silahlı, ekonomik ya da politik tüm mücadele ve örgüt biçimleri, devrimi yakınlaştırma hedefine bağlı olarak ve belirli tarihsel anlarda kullanılabilir.
Bir aracın kullanılmasının gerekli olup olmadığı “sadece saf komünizmin gerçeklerinin tekrarlanmasıyla” değil (teori, ancak, tüm araçların ilke olarak kullanılabileceğini, hiçbir aracın somut koşullarla ilişkilendirilmeden reddedilemeyeceğini öngörür), pratiğe uygunluğu kriteriyle anlaşılabilir.
Bizi, bu genel doğruları bir kez daha yinelemek zorunda bırakan şey, ülkemiz pratiğinde mücadele ve örgüt biçimleri sorununun algılanış biçimidir. Ülkemiz sol grupları, bazı mücadele biçimlerini diğer bazılarına karşı ve somuta ilişkin hiçbir veri sunmaksızın kitap sayfalarına tutunarak, stratejik bir kesinliğe kavuşturmakta, şartlar ne olursa olsun aynı aracın hep kullanılması gerektiğini savunmakta diğer mücadele veya örgüt biçimlerini ise prensip olarak kötü görmektedirler.
Ne edip edip kendisini yasallığa uyduran, adeta mücadele etmenin ancak ya-sallaşmakla mümkün olduğunu savunan akımlara göre, gizli örgüt “karanlıktır”; yasal-parlamenter eylem biçimleri alternatifsizdir. Diğer yandan, revizyonist pratiğe bir tepki olarak şekillenen küçük burjuva sekter yaklaşım ise, mücadelenin silahlı biçimleri, örgütlenmenin gizli-yasadışı biçimleri dışındaki her mücadele ve örgüt biçimini “lekeli” bulur. Üzerinde, sınıftan kopuk genel devrimciliğin, somut koşullardan koparılmış bir eylem ve örgüt biçimi tartışmasının boy verdiği bir ortamda, eylem ve örgüt biçimleri, “radikallikleri” ve “pasiflikleri”yle tartışıldı. Ama sınıf mücadelesinin ilerleyen, kendini yenileyen canlı pratiğinin ne türden biçimlere imkân verdiği, tartışma dışı kaldı. Yozlaştırılmış, sulandırılmış bu tartışma çerçevesi, bugün de, sorunun doğru temelde ele alınmasını engelleyici bir rol oynamaktadır.
Hatırlatmak zorundayız ki, bir devrimci taktiğin özelliği, kitlelerin devrimci ruhunu yükseltmek, yığınları sermaye egemenliğine karşı harekete geçirmek olmalıdır. Yığınların ruh halini gözlemeden, hangi somut araçların kitleleri devrim yolunda ilerleteceği saptanmadan ortaya konan taktikler, ne kadar şatafatlı laf içerirse içersin koftur; ne kadar keskin olursa olsun, kitle hareketi karşısında gericidir.
Politika, “öncü” küçük grupların kendilerine ilişkin ihtiyaçlar ya da hayalleri üzerinden değil, sınıf mücadelesinin gerçek koşullarını sağlayan toplumsal siyasal durum ve çatışma halindeki sınıfların konumları ve güç ilişkilerinin çok yönlü somutluğu üzerinden yapılabilir.
Bu bakımdan, devrimci bir taktiğin temel özelliği, elbette ki dünya işçi sınıfının derslerle dolu deneyini akıldan çıkarmadan ama onları kopya etmeden, nesnel sınıf ilişkilerinin, çatışan güçlerin ilişki biçiminin tüm çıplaklığıyla incelenmesine dayanmak zorundadır.
Bugün açık kitlesel bir işçi partisinin niçin gerekli bir araç olduğu da, yukarda andığımız yozlaşmış çerçevenin kırılarak, yığın hareketinin düzeyi, eğilim ve talepleri, karşıdevrimle çatışmasının düzeyi ve yönleriyle tartışılıp anlaşılabilir. Komünistler, çizgi ve taktiklerini saptarken, sadece örgütledikleri binlerin değil, sermaye egemenliğini yıkmaya muktedir milyonların durumunu göz önünde bulundururlar. Eğer “devrim, sınıf savaşımına katılmak üzere bilenmiş on milyonlarca insanın bilincinin, iradesinin, tutku ve muhayyilesinin eseri” ise, devrimci taktik de bu on milyonların durumunu gözetmedikçe bu ada layık olamaz.
Peki, o halde böylesi bir aracı zorunlu kılan nesnel koşul ve imkânlar nelerdir?

’91’LE BAŞLAYAN SÜREÇ
1991 Genel Seçimleri ve özellikle 1992 ortaları, Türkiye’deki sınıf mücadelesinin gelişmesini doğrudan etkileyen bir dönemeç oluşturmuştur. Yeni dönem, toplumsal siyasal koşullarda ve devrimle karşı-devrim arasındaki güç ilişkilerinde değişikliklerle karakterize olmuştur.
1991 erken genel seçimleri, egemen sınıfların, çözülemeden üst üste yığılan ve giderek ağırlaşan ekonomik ve politik sorunlar karşısında bir tıkanma noktasına geldiklerinin bir sonucu olduğu gibi, bu siyasal güçsüzleşme ve tıkanmanın itirafı anlamını da taşıyordu. Bir yandan birikmiş ekonomik sorunlar, sermayenin bu sorunlar karşısında geliştirdiği çözüm yollarının istenir düzeyde uygulanamaması, öte yandan işçi, emekçi sınıflar hareketi ve Kürt hareketini yatıştırma ve geriletme imkânından yoksun oluşun karakterize ettiği bu güçsüzleşme, egemen sınıfları bir seçim ortamına sürükledi. Ama yine ’91 seçimleri, sorunları sürece yayma ve aşma hedefi güden bir stratejik saldırının da başlangıcı oldu.
Ana unsuru egemen sınıflar arası zorunlu mutabakata dayanarak “siyasal güçsüzleşmeyi aşmak” olan bu strateji, burjuvaziye en azından politik alanda geçici de olsa önemli başarılar sağladı.
SHP-HEP ittifakında ifade bulan, Kürt ulusal hareketinin kazanımlarının ve potansiyel gücünün reformcu Kürt burjuvazisinin eline verilmesiyle, ne olduğu belirsiz bir “siyasal çözüm” beklentisi yaratıldı. Kürt hareketine yön veren çizginin, kitle inisiyatifini dışta bırakan, onların politik eylem ve örgütlenmesini geliştirmek yerine, silahlı mücadeleyi “siyasal çözüm” hedefine bağlanmış bir pazarlık unsuru haline getirmek gibi zaafları da kullanan burjuvazi, en yüksek noktasını Vedat Aydın’ın öldürülmesini protesto temelinde gelişen Diyarbakır direnişinin oluşturduğu Kürt hareketini önemli ölçüde gerileterek ulaştı. “Barışçı”, “siyasal çözüm” hedefi, belli başlı Kürt gruplarının platformu haline geldi.
Burjuvazi, DYP-SHP koalisyonu ile, kitleleri önemli bir beklenti içine sokmayı başardı. Özal’a karşı parlamentonun “liberal” ve “sol” muhalefetinin koalisyonuyla hükümet kurulmasının yanında, “muhalif” sözde ilerici basın, bütün satılık kalemleriyle “demokratikleşme” adına ve bu beklentiyi güçlendirmek üzere, burjuva-liberal, reformist aydın tabaka ve sendika bürokrasisi eşliğinde hükümetin safına geçti; yıllardır Demirel sövgüsü yapmış olanlar onun demokratlığına övgü dizmeye soyundular. Yalnızca “solcu”, liberal ve “muhalif” olanlar değil, burjuvazinin, militaristlerin ağzından dile gelen “milli mutabakat” çağrısıyla, diğer gerici partiler, onların dümen suyundaki basın ve sendika bürokrasisi de, tamamen hükümetin safına geçmeseler bile, ona ve politikalarına yakın durmaya yöneldiler, -zaten, çözümsüzlük içindeki ülkenin sorunlarına ilişkin farklı politikaları yoktu-; bu durum, en çok ANAP’ın muhalefet edip etmediği belli olmayan, dolayısıyla kendisini yükselişe götürmeyen muhalefetteki politikaları ve pozisyonu ile belirginlik kazandı. Bu, burjuvazi ve gericiliğin kendi iç çelişmeleri ve mücadelelerini geçici de olsa yavaşlatıp, şiddetini azalttı ve kitlelerin mücadelesini kolaylaştırıcı etkisini hafifletti. Birleşik örgütlenmesini gerçekleştirememiş işçi sınıfı ve emekçi kitleler karşısında, güç ilişkisini, burjuvazi ve gericilik lehine yeniden düzenleyen en önemli unsurlardan birisi oldu. “Muhalifleri de içinde olmak üzere gerici basın, liberal aydınlar, sendika bürokrasisi ve burjuva partilerin ya hükümet safına geçmiş ya da ona ve politikalarına yakın bir pozisyon almış olmalarının doğrudan sonuçları, işçi ve emekçi kitlelerin kamuoyu desteğinin zayıflaması, hatta eylemleri ve özellikle sokak eylemleri karşısında gerici kamuoyu oluşturulması ve önemlisi, sınıfın ileri unsurları ve öncü işçiler kitlesiyle geri kalan yığını arasındaki bağın zayıflatılması oldu.
’80’lerin ortalarından itibaren, giderek meşruluğunu sağlayarak açık mücadeleye dönüşen işçi ve emekçi kitlelerin hareketi, 1991 başlarında doruk noktasındaydı. Bu doruk, işçi hareketi açısından, Zonguldak Direnişi, Metal Grevleri ve 3 Ocak Eylemleriyle; Kürt hareketi açısındansa, Vedat Aydın’ın katledilmesi olayları etrafında gelişen Diyarbakır direnişiyle kendisini ortaya koymuştur. Hareket, başlıca kendiliğinden olmakla birlikte, derinliği ve genişliğinden gelen gücüyle, Özal Hükümeti’nin son dönemlerinde burjuvazi ve gericiliğin giriştiği yeni topyekûn saldırıyı geri püskürtüp ekonomik ve politik “reorganizasyon planı” ve “Sürgün-Sansür Kararnamesi”ni geçersizleştirmeye güç yetirebilmiş, ANAP hükümetini etkisizleştirerek işlevini yitirmesinin nedeni olmuştur.
“Demokratikleşme” beklentisi yaratmak üzerine kurulmuş, amacı kitle hareketinde yatıştırma sağlama temelinde burjuva gerici ekonomik ve siyasi saldırıları yürütmek olan DYP-SHP hükümetinin ilk yıllarında, kitle hareketinde bir düşüş yaşanması, sınıf ve halk hareketinin erken seçim kampanyasıyla planlanan saldırıyı püskürtememesinin doğal bir sonucuydu ve tahmin edilmez değildi. Ama düşüşün, dibe vurmasa ve genel bir gerileme ve geri çekilme halini almasa ve kitle hareketi kendisini hâlâ şöyle ya da böyle ama istikrarsız bir biçimde dalgalanmalarla ortaya koysa da, belirli bir durgunluğa yol açtığı herkesin görebildiği bir olgudur. Üstelik bu durum, sözde “demokratikleşme” iddialarıyla yola çıkan hükümet döneminde ve halkın ekonomik ve siyasal beklentilerinin karşılanamaması ve karşılanmaması bir yana, çalışma ve yaşam koşullarını iyice kötüleştiren birbirini takip eden saldırı dalgalarıyla yüz yüze kalınmasına rağmen gerçekleşti. Hem de emekçilerin yalnızca burjuva düzen partilerinden değil, mevcut düzen ve bugünkü parlamentodan kopuşlarının da boyutlanmasına rağmen. Bu dönem, belki de cumhuriyet tarihinde burjuva partileri ve parlamentonun en çok itibar kaybettiği, hiçbir partinin oyların dörtte birini bile almayı umamadığı ve umut olmaktan çıktıkları bir dönem olmasına rağmen, kitle mücadelesindeki göreli düşüş ve durgunluğun da nedeni olmak üzere, hangi olgularla karakterize olmaktadır, toplumsal siyasal gelişmeyi belirleyen güç ilişkilerinin unsurları nelerdir? Bunları saptamadan ve uygun karşılıklarını geliştirmeden, bu dönemi aşmayı başarmak üzere taktikler, mücadele ve örgüt biçimleri ortaya koymadan, devrim hazırlanamaz; işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin önü açılamaz, onların devrimin güçleri olarak yönetimini ele alacakları kendi sınıf örgütlerinde toplanmaları ve ileri atılmaları sağlanamaz.

DÖNEMİ NİTELEYEN OLGULAR
Dönemi niteleyen olgu ve unsurlar şöyle özetlenebilir:
• 12 Eylül Darbesi’nin budadığı ve on yıl boyunca sürekli düşüş içinde olan gerçek ücretlerin ’91-‘92 yıllarında belirli bir artış eğilimi göstermesi; kendiliğindenlik ve sınıfın ve hareketinin zayıflığı nedeniyle, kazanımlar temelinde bir yükselişin değil tersine bir rehavet ve beklenti duygusuyla durgunluğun unsuru olmuştur. Sınıf hareketi, olanca kazanımlarıyla -ANAP saldırılarını püskürtüp onu düşürecek, sendika bürokrasisini belirli bir ölçüde etkisizleştirecek ya da onlara rağmen iş yapmayı başaracak, diğer emekçi sınıfları hareketlendirecek, bir dizi ekonomik hak elde edecek gücüyle sağladığı kazanımlar- gelişmiş olmasına karşın, olanaklarını yeterince gerçekleştirememiştir. Her grev ve direnişinin ardından, kendi dinamiklerinde bir eksilme anlamına gelen örgütleyici öncülerinin işten atılmaları ve tasfiyelerini engelleyememiş; zayıflıklarıyla ve bununla bağlantılı olarak, hareketinin başlıca ekonomik niteliğiyle, hem kazançlarıyla rehavete ve beklenticiliğe sürüklenmiş hem de bu beklenticilik, DYP-SHP hükümetiyle yaratılan beklentiye kapılmasının ön adımını oluşturmuştur. Bu olgu, ’92 1 Mayısı’ndan itibaren, yasadışı sokak hareketi eğilimi gerilerken yasal gösteriler eğiliminin gelişmesine temel sağlamıştır.
• İşçi ve halk hareketinin esas olarak kendiliğinden bir hareket düzeyinde bulunuşu, bir zayıflık unsuru oluşturmuştur. Aldatıcı “demokratikleşme” masalı ve uygulayıcısı DYP-SHP hükümeti, hareketin sürükleyici ve örgütleyici gücü olan ileri işçilerin örgütsüzlüğü, dağınıklığı ve sık sık tasfiye edilerek zayıflatılmış olmasının üzerinden etkili olmuş ve işçi ve emekçi kitleleri arasında zaten yaygın olan rehavet ve beklenticiliği, “liberalleşme” ve “ekonomik iyileştirmeler” beklentisini güçlendirmiştir. Durgunluğun başlıca unsurları arasında, burjuvazi ve gericiliğin ileri işçi kitlesiyle sınıfın geri yığınları arasındaki bağı sürekli tasfiyelerle -koparamasa da- zayıflatmayı başarmasına bağlı olarak sınıfın “bekle-gör” tutumundan kurtulamaması bulunmaktadır.
• PKK ve Devrimci Sol tarafından yürütülen kör terör kampanyasının bu dönemde mantığını tümden yitirerek yükselişe geçmesi, “demokratikleşme” hükümetinin varlığı ve onun “demokratikleşme” yolunda ilerlemeye zorlanması amacıyla bağlantılıdır ve kitle hareketindeki düşüş ve durgunluğun nedenleri arasındadır. “Sol” kör terör, bir yandan MİT, Kontrgerilla ve diğer “güvenlik” güçlerinin yürüttüğü terör ve cinayetlerle katliamları perdelemiş, öte yandan kitleleri seyirciliğe, hareketsizliğe ve durgunluğa itmiştir. Kimin yaptığı ve nereden geldiği belli olmayan kör terörün iki sonucu; kitleleri, pasifliğin de ötesinde, içinde doğrudan yer almadığı çatışmaların üzerine sıçrattığı kanın yol açtığı yılgınlık ve her ne pahasına olursa olsun “barış” istemeye yöneltmesi (Kürt illerinde Amerikancı barış girişimi bu temelde ortaya atılabilir olmuştur) ve ikincisi, etkisi altına aldığı ve askerliğe yönelttiği kitlelerin genç ve uyanan ileri kesimlerini emekçilerin esas kitlesinden uzaklaştırması ve yeterince hazırlanmamış bir savaşta devrimci enerji kaybına da yol açması olmuştur.
Milliyetçiliğin, özellikle Kürt milliyetçiliğini bahane olarak kullanarak, gelişmesi ve faşizmin kitle tabanını genişletmesi, sınıfın üstesinden gelmeye güç yetiremediği koşullarda, kitle hareketindeki düşüş ve durgunluğu etkileyen unsurlardan birini sağlamıştır. Kürt hareketinin, bir yandan, SHP-HEP ittifakından başlamak üzere, son yıllarda giderek güçlenen Kürt reformist burjuvazisinin parlamentarist platformunda hareketsizlik durumu ve beklentilere itilirken, diğer yandan, bu platformun tersyüz edilmiş hali olan kendi platformunda gelişen ve giderek daha çok Kürt-Türk düşmanlaşması üzerine oturmaya başlayan kör terör hareketi, hem körüklediği yılgınlıkla bu hareketsizlik ortamını geliştirmiş ve hem de uyanış içine giren işçi ve emekçilerin tereddüt ve tepkilerine yol açar ve onları (ve kuşkusuz daha çok kitlelerin geri kesimlerini) sınıfın ileri unsurlarından uzaklaştırıcı, öncü kesimin etkisini azaltıcı ve dağıtıcı bir rol oynarken özellikle Türk milliyetinden küçük burjuva tabakalar, işsizler arasında milliyetçi ve ırkçı propagandasıyla faşizmin güç bulmasına neden olmuştur. Kürtçülük kaynaklı hareketsizleştirmenin ve Kürt milliyetçiliğini bahane yaparak güç toplayan faşizmin hem elinden bahanelerinin ve hem de önünün alınması, kitlelerin uyanış halindeki kesimlerinin tepkilerinin doğru kanalize edilmesi; öncelikle, sınıfın devrimci platformunda ve kitlelerin hem uyanış halindeki hem de geri kesimlerini kucaklayacak, içinde bulundukları durumu göz önünde bulunduran taktikler ve örgüt biçimlerini zorunlu kılmaktadır.
• Özal tarafından yolu açılmakla birlikte, tam da “milli mutabakat”ın sağlandığı DYP-SHP hükümeti döneminde, giderek ticari bağlantılar, petrol boru hatları vb. aracılığıyla “somut” bir hal almaya başlayan, aslında emperyalizmin bölgesel planları çerçevesinde gelişen “Türki Cumhuriyetler” ve “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne” hayali ve “Bosna Müslümanları” propagandası, milliyetçi ve dinci duyguları geliştirmiş, küçük burjuvazinin bazı tabakalarını etkilemiş, onları sınıf hareketinden uzaklaşmaya ve hareketsiz olan bir bölümünü de hareketlendirerek milliyetçi ve dinci akımların peşine takılmaya yöneltmiştir. Burjuvazi ve gericilik, bu temelde, “dış olanaklar” ve “dış tehditler”i, sağladığı “milli mutabakat”a ve işçi hareketindeki durgunluk ve zayıflığa dayanarak kullanma olanağı bulmuş ve bu olanaktan sınıf hareketinin içinde bulunduğu durgunluğu sürdürmek ve geliştirmek yolunda yararlanmıştır. RP ve MHP’nin yükselişe geçmesinin açıklaması burada, burjuvazi ve gericiliğin platformunun genişlemesinde aranmalıdır.
Sayılanlar, sınıf hareketinin bir önceki dönemden devraldığı zayıflıklarla birlikte, sınıfın asıl kitlesini durgunlaştıran, öncü kesiminin kafasını karıştıran, mücadelenin olanaklarını daraltan ve sınıfın hareket ettirici dinamiklerini aşındıran ve zayıflıklarını derinleştiren etkenler durumundadır ve içinde bulunulan toplumsal siyasal koşulları, bu koşullarda beliren devrimle karşıdevrim arasındaki güç ilişkilerini koşullandırmaktadır.

BURJUVAZİ OLANAKLARININ SON SINIRINA DAYANMIŞTIR
Burjuvazi ve gericilik, yeni koalisyon hükümetiyle, işçi sınıfının zayıflıklarını kullanarak, beklenticiliği körükleyerek, sözde muhalif basını, liberal aydın tabakayı, sendika bürokrasisini hükümet destekçiliğine kazanarak, Kürt milliyetçiliğinin sağladığı durgunlaştırıcı ve Türk milliyetçiliğinin yükselişine bahane sağlayan olanaklardan ve kör terörün bulanıklık yaratıcı, tepkilere ve yılgınlığa yol açıcı sonuçlarından yararlanarak, “dış düşmanlar” ve “Türkî Cumhuriyetler” vb. edebiyatıyla milliyetçilik ve dinciliği geliştirerek platformunu ve güçlerini yenilemeyi başarmıştır.
Ama tüm bunlara rağmen, egemen sınıflar başlıca açmaz ve sorunlarını çözememiştir. Bu sorunlar, zamana yayılmış, sonraki döneme aktarılmış olarak durmakta, önümüzdeki dönemde işçi ve halk hareketinin nesnel zeminini güçlendiren olgular olma özelliği kazanmaktadır. DYP-SHP hükümetini ve sayılan diğer unsurları kullanarak burjuvazi ve gericilik; platformunu, güçlerini yenilemeyi ve yeni mevziler kazanmayı başarmıştır; bu gerçektir. Ama buna eşlik eden bir başka gerçek de şudur ki, burjuvazi bu yenilenmeyi, içine girilmekte olan yeni dönemin bir dizi olanağını tüketerek sağlayabilmiştir. Üstelik dalgalar halinde sürdürdüğü olanca saldırılarına rağmen, taktik üstünlüğü tümüyle kazanamadığı gibi işçi ve halk hareketini genel bir gerileyiş içine sokamamış, devrim dalgasını genel bir düşüşe ve geri çekilmeye yöneltememiştir. Bunu, sınıfın ve hareketinin bütün zayıflığına rağmen başaramamıştır.
• Burjuvazi, bu dönemde, tüm “demokratikleşme” demagojilerine rağmen başlıca politikalarını faşist terör eksenine oturtmuştur. Bir “mahkûmiyetin” ve güçsüzlüğün ürünü olan bu politika, “demokratikleşme” “liberalizm” gibi demagojilerin nesnel zeminini yok etmiş, bu demagojilerin hiçbir inandırıcılığı kalmamıştır. Burjuvazi ve gericilik her saldırısıyla kitleleri hoşnutsuzluğa itmeden, kitle mücadelesinin dinamiklerini güçlendirmeden edememiştir. Kitlesel eylemin toplumun derinliklerinden güç alarak hızla mayalanan dinamikleri bir diğer toplumsal gerçek durumundadır. Bu gerçek kendisini, yığınların düzenden kopuş sürecinde, seçimlere katılma oranının düşüşünde ve son bir yıl içindeki 1 Mayıs, 20 Temmuz, 26 Kasım ve 20 Aralık gösteri ve eylemleri ve son olarak da Gazi olayları etrafında gelişen protesto eylemlerinde açıkça ortaya koymaktadır.
• Ekonomik alanda izlenen politikalar, mutlak bir açlık ve yoksulluğa yol açtı. Bu durum, işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesinin ekonomik temellerini güçlendirdi; eğer doğrudan muhalefet hareketine katılmıyorlarsa kitlelerde tam bir umutsuzluk yarattı. Bu iki neden, kendini sürekli bir hareket olarak dışa vurmasa da, toplumsal hayattaki hoşnutsuzluğun bir volkan gibi kaynamasına yol açmaktadır; Kızılcahamam, Boyabat vb. olaylarda ve en gelişmiş ve politik hal almış şekliyle Gaziosmanpaşa’da yaşanan olaylar, emekçi sınıflardaki bu derinden derine ve güçlü mayalanmanın işaretleridir.
• Burjuvazinin, sisteme yönelen tepkiyi yönlendirmeye çalıştığı ve bir paratoner rolüyle işlevlendirdiği sosyal demokrasi, kendi propaganda afişlerindeki sıkılmış limona dönmüş, bütünüyle iflas etmiştir. Yükselen şovenist dalganın üzerinde ilerleyen ve tüm devlet olanaklarıyla beslenen MHP sayılmazsa, politikalarını mevcut düzeni korumak üzerine oturtmuş tüm partiler hızla erimekte ve itibarsızlaşmaktadır. Son derece iğreti de olsa propagandalarının eksenini “düzeni değiştirmek” sloganına oturtan RP ve YDH gibi partiler, bu boşluğu doldurmaya çalışmaktadırlar.
Burjuvazi ve gericilik, bu dönemi atlatabilmek için, en gerici kollarını ileri sürmüştür. Bunlardan Refah Partisi ve siyasal İslam, şimdiden “dürüstlük” ve “adillik” propagandasından çok şey kaybetmiş ve bir durgunluk dönemine girmiş durumdadır. Öne sürülen diğer alet olan MHP, yükseliştedir; ancak, bugünkü koşullara uyumu zorlamaya başlayan ve örneğin işyerlerine, emekçi mahallelerine ve üniversitelere saldırmaya götüren niteliği, bu yükselişi tehdit etmektedir. Üstelik burjuvazi ve gericiliğin en karanlık ve zor döneminin temel bir gücü ve olanağı olarak bugünden tüketilmektedir. Aynı şekilde militarizmin ve kontrgerillanın açık ve örtüsüz kullanılışı, zor günlerinde burjuvaziyi silahsız bırakacak gibidir.
• Burjuvazi ve gericilik işçi hareketini geçici olarak durdurmayı ve geriye atmayı, yönetimini yeni düzenlemiş olduğu sendika bürokrasisini neredeyse bütünüyle gözden çıkararak başarabilmiştir. İşçi gösterisinde polise sığınan B. Meral’in şahsında sendika bürokrasisi; hareketi saptırmak üzere “işçi partisi” lafını bile ağzına almak zorunda kalmasına rağmen, hareket üzerindeki yatıştırıcı etkisini büyük ölçüde kaybetmiştir.
• Kürt hareketi, temelde parlamentarist platforma geriletilmiş; kör terör tepkilere yol açmış ve yılgınlığı geliştirmiş ve genç ve uyanış halindeki kesimlerle emekçilerin ana kitlesi arasında kopukluğu körükleyici etki yapmış olsa da, Kürt illerinde yeni ve sınıfsal temelde bir gelişme ortaya- çıkmaya başlamıştır. Bugünkü hareketin, bir işçi-köylü hareketi olarak gelişme ve işçi hareketiyle birleşme eğilim ve olanağı güçlenmektedir. ’94’ün son birkaç ayı, bu illerdeki gelişmenin yönünü gösteren örneklere sahne olmuştur. Malatya Tekel işçileri ardından Sümerbank işçileri, Diyarbakır Belediyesi işçileri, Antep Ünaldı Sanayi işçileri, belediye ve demiryolları çalışanları, saldırılara karşı kendi güçlerini ortaya koyan direnişlerle sınıf mücadelesi sahnesine çıktılar.
• Ve işçi sınıfı görece durgunluk içinde bulunduğu dönem boyunca, hareketini ilerletip geliştirerek ve sendika bürokrasisine rağmen hareketin yönetimini kendi eline alacağı örgütsel dayanaklarım geliştirip güçlendirmiş ve burjuvazi ve sendika bürokrasisinin tüm yok etme ve etkisizleştirme çabalarını aşarak meşrulaştırmıştır. Örgütlenmelerini geliştirme yönünde ilerleyen sendikal platformlar ve çeşitli işyeri örgütleri, bunun somut kanıtıdır.

İHTİYAÇ: AÇIK PARTİ
Burjuvazinin daralan ve sınıfın gelişme halindeki bu olanaklarının, işçi hareketini bir dönemece getirip dayadığı kesindir. Sınıf ve hareketinin önünde yeni bir atılım dönemi bütün yönleriyle kendisini hissettirmektedir. Bu yeni dönemin yeni görevlerinden kaçılamaz.
Yukarıda sayılan olanaklar, devrimci bir taktik çizgiyle eyleme dönüştürülmediği sürece, ancak olanak olarak kalacak ve uygun kanallar açılmadığı durumda “yitirilmiş olanaklar” olarak anılacaktır. Sınıf ve güç ilişkilerindeki bu oynamaları, sınıfın güçlerinin harekete geçirilmesinin imkânlarını hesaba katmayan bir taktik çizginin devrimci adına layık olamayacağı kesindir.
İşte açık işçi partisi, bu olanakların derlenebilmesi ve sınıf hareketinin açık bir politik hareket niteliğine kavuşturulabilmesi için gündeme gelmiş bir araçtır.
Peki, niçin başka türden bir araç değil de açık parti?
Elbette yukarıdaki olanakların değerlendirilmesi, bir dizi aracın, mücadele ve örgüt biçiminin gündeme alınmasını zorunlu kılmaktadır. Açık parti, bu olanaklardan devrimci tarzda yararlanmanın önemli araçlarından biridir. Yukarıda sayılanları tekrarlamak pahasına şunlar söylenebilir:
• Yığınlar, içine itildikleri sefalet ve özgürlüksüzlük koşullarına karşı tepkilerini içten içe biriktirmekte ama bunu eyleme dökmenin güçlü ve birleştirici araçlarına sahip bulunmamaktadırlar. Kitlelerin devlet kurumlarına, burjuva partilere ve parlamentoya olan güvenleri gün geçtikçe azalmaktadır. Özel olarak, kitlelerdeki muhalefet öğelerini derleyip sistem kanallarında söndüren sosyal demokrasi, bu “tarihsel” işlevini yitirmiştir. Burjuva partilerden kopan, taleplerini dile getiren bir açık alan örgütlenmesinden yoksun bu kitlelerin bir bölümü, düzen karşıtı sloganlarla kendini tanımlayan gerici partilere yönelmektedirler. Toplumsal muhalefetin bu örgütsüz kesimleri, bu türden bir açık alan örgütlenmesine eğilim duymaktadırlar. Son dönemlerde çoğu sözde kalsa da, Alevilerin, Türk-İş’in vb. gündeme soktuğu parti tartışmaları, kitlelerdeki yönelime gerici bir cevap anlamı taşıdığı gibi, bu ihtiyacın iyi koku alan çeşitli burjuva-sendikalist kesimlerce bilince çıkarılmış olduğunun da işaretidir.
• Yoğunlaşan faşist-dinci saldırılar, bu akımların toplum yaşantısını yönlendirir tarzda örgütlenmeleri ve sokağa, okula ve mahalleye egemen olma yönündeki çabaları, kontrgerilla cinayetleri, emekçi kesimlerde, ilerici kesimlerde ve aydınlarda büyük bir hoşnutsuzluk yaratmaktadır. Denebilir ki, söz konusu politik saldırılar, toplumun politik kutuplarda yoğunlaşması sonucunu doğurmaktadır. Bütün bu kesimlere, semt emekçilerine, aydınlara, kent yoksullarına seslenmenin açık parti dışında kitlesel politik aracı mevcut koşullarda yoktur. Açık parti, söz konusu sivil faşist ve dinci saldırıyı püskürtmenin de bir aracı olacaktır.
• Yukarıdakilerle sıkı sıkıya ilişkili ama temel önemdeki etken ise, işçi hareketinin mevcut güç, olanak ve aşmak zorunda olduğu engellerdir.
“Politik güçsüzleşme” ve “ekonomik kriz” ile karakterize olan yeni sürece girerken, işçi hareketinin patlamalı ve sancılı bir süreçte edindiği deneylerin ve birikimin uygun araçlarla örgütlenmesi daha da önem kazanmıştır.
Kabaran ve dibe vuran bir çizgide ilerleyen sınıf hareketinin bu istikrarsızlığının yegâne nedeni, onun kendiliğindenliğinin bir sonucudur. Ve temel ihtiyaç, onun politik bir harekete sıçratılmasıdır.
Bunun koşulları giderek olgunlaşmaktadır.
Burjuvazinin, sendika bürokrasisini, hareketin önüne doğrudan bir barikat olarak dikmeye mecbur kalması, bu kurumun, sınıf üzerindeki yatıştırıcı etkisini azaltmış, sendika platformları vb. örgütlenmelerin önemi artmıştır. Ama sendikal sınırlardan taşma eğilimindeki hareket, gerek burjuvaziye geri adım attırmaya yetmeyen ekonomik talepli mevzi eylemlerle, gerekse de sendikal alanla sınırlı örgüt biçimleriyle gereken merkezileşmeyi ve politik sıçramayı gerçekleştirememektedir.
Fakat tüm bunlara karşın, hareket, içinden, sınıf hareketini ilerletecek devrimci bir taktik çizgiyi benimseyen bir öncü kuşak çıkarmıştır. Bu devrimci işçi ve sendikacılar, eldeki araçların burjuvaziyi geriletmeye yetmediğini görmektedirler. Çeşitli ortaklaşma ve dayanışma örnekleri ortaya koysa da her biri kendi kanalında akan işçi ve memur hareketinin, yanı sıra Kürt hareketinin ortak bir platformda birleştirilmesi ihtiyacı, artık daha çok işçinin ve sendikacının gördüğü bir gerçektir.
Açık alanda ilerleyen, uygun araçlarla politik bir niteliğe sıçrama potansiyelini taşıyan işçi hareketinin, diğer sınıfların eylemini de birleştirecek bir hareketin başına geçmesi için açık parti bir zorunluluktur.
Açık parti, sınıf dışında oluşturulup ona kabul ettirilecek bir örgüt biçimi değil, hareketin yarattığı mücadeleci kuşağın diğer emekçi toplum kesimlerini bir araya getirerek mevcut imkânlarını, deneyini ve potansiyelini açık bir parti olarak örgütlemesidir.
Niteliği sınıf hareketinin ortaya çıkardığı öncü kuşak tarafından belirlenecek bu. örgütün hareketin şu an taşıdığı kimi zaafları üzerinde taşıması kaçınılmaz olmakla birlikte, sınıf hareketinin burjuvaziye karşı politik bir hareket olarak örgütlenmesinin bir aracı olacak, açık hareketin gereksindiği ihtiyaçların açık politik araçla karşılanması anlamına gelecektir.
Kısaca, yeni bir dönemin eşiğindeysek eğer, açık alanda ilerleyen harekete politik olarak örgütlenme imkânı tanıyacak böylesi bir örgütle burjuvaziye karşı durmak ileriye ertelenemez bir görev olarak sınıf hareketinin önünde durmaktadır.
Burjuvazi ve gericiliğin, kendisini, platformunu ve güçlerini yenileyerek yeniden düzenlemesine rağmen, kitle hareketini genel bir düşüşe zorlayamayan ve taktik üstünlüğü ele geçirmeye bile elvermeyen, onu, neredeyse olanaklarının sınırlarında devinmeye zorlayan politik güçsüzlüğünün bir politik kriz ve devrimci atılıma dönüştürülebilmesi, sınıf ve halk hareketinin yeni taktikler ve yeni örgüt biçimleriyle donanmasını ve bu yoldan yeni mevzilere uzanmasını dayatmaktadır. Unsurları sayılmaya çalışılan bugünkü siyasal toplumsal koşullara uygunluğuyla bugünkü göreli durgunluğu, bu çerçevede şekillenmiş emekçi kitlelerin yönelimleri, tutumları, duygu ve ruh hallerini kalkış noktası olarak alacak, dolayısıyla bugünkü eğilimleriyle kitleleri ve hareketini kucaklayacak ve onları, oluşmakta oluşunun belirtileri şimdiden görülen yeni koşullara uygunluğuyla devrimci bir atılıma taşıyacak yeni taktikler, yeni mücadele ve örgüt biçimleri.. İşçi sınıfı ve hareketinin kendi bünyesinden gelen ve tarihsel zayıflıklarını aşma ihtiyaç ve zorunluluğunu karşılayacak, örneğin, en azından sınıf mücadelesinin son on yıllık birikimlerinden olan ve önemli bir kesimi örgütleyip önderlik ettiği grev, direnişler içinde işten atılıp tasfiye edilmiş öncü kesimini toparlayıp onların sınıfın uyanmakta olan ve geri kesimlerini etraflarında toparlamalarını sağlayacak yeni biçim ve mevziler. Sınıfın ve emekçi kitlelerin hareketinin, son yıllarda belirli siyasallaşma eğilimi içinde olsa da -örneğin özgürlük istemleriyle çeşitli kitlesel eylemler ortaya çıksa da-, bir türlü başlıca niteliği olarak kurtulamadığı kendiliğindenliği aşma ihtiyacını karşılayacak, bugünkü toplumsal siyasal koşullara ve kitlelerin ve hareketinin bugünkü somutluğuna uygun “politikleştirici” yeni araçlar, yeni politik biçimler, bir atılımı olanaklı kılmak üzere, sınıf mücadelesi arenasını zorlamaktadır. Politikanın, “öncü” küçük grupların kendilerine ilişkin ihtiyaçlar ya da hayaller üzerinden değil, sınıf mücadelesinin gerçek koşullarını sağlayan toplumsal siyasal durum ve çatışma halindeki sınıfların konumları ve güç ilişkilerinin çok yönlü somutluğu üzerinden yapılabilirliği, sınıf hareketinin kendiliğindenliğinin aşılmasını dayattığı gibi, bunun, somut koşullarda somut yol ve yöntemlerinin, uygun araçlarının hazırlanıp geliştirilmesini de zorunlu kılmaktadır.
İşçi sınıfı hareketi, durgunluktan kurtulma, içinde bulunulan dönemi aşma ve yeni bir atılım için küçümsenemeyecek olanaklara sahiptir.

BUGÜNKÜ KOŞULLARDA AÇIK PARTİ OLANAKLI MIDIR?
Açık parti, örgütlenmesini doğal olarak mevcut hukuksal düzenlemeyi gözeterek gerçekleştirecektir. Bu onun yasal yanını ifade eder. Öte yandan, açık parti, mücadelesini sürdürürken, var olan yasal düzenlemeyi değil, işçi ve halk hareketinin sağladığı meşruiyeti esas alacak, aynı zamanda bu meşruiyetin korunmasının ve sınırlarının genişletilmesinin de bir unsuru olacaktır. Hukuk, bir toplumsal sistemin toplam ilişkilerinin belirli bir anındaki durumun yasalaştırılmasıdır. Bu bakımdan da, ilerleyen ve değişen ilişkiler karşısında sürekli eskir. Bu nedenle, hakların fiili kullanımı ile bu hakların yasalarla ifade edilmiş sınırları arasında genellikle bir çelişki bulunur. Kimi durumda kâğıt üzerinde tanınmış haklar, fiilen kullanılamaz, ya da tersi, yasalarca engellenmiş haklar, fiilen kullanılabilir. Bir yasal partiden değil de açık bir partiden söz edişin nedeni de budur.
Ama burjuva hukuk düzeni kurulmasına imkân tanımıyorsa, sınıflar arasındaki mevcut güç ilişkileri koşullarında, böyle bir partinin örgütlenebilmesi mümkün değildir. Bugün açık bir işçi-emekçi partisinin devrimci bir programla yasal olarak kurulmasının koşulları genel olarak var olmakla birlikte, bunun pürüzsüz, engelsiz gerçekleşeceğini düşünmek mümkün değildir. Her şeyden önce, devrimci bir partinin faaliyetinin yasaklanmasının birçok “hukuksal gerekçesi” bulunabilir. Ayrıca, Kürt hareketindeki, işçi hareketindeki iniş çıkışa göre, emekçi sınıfların açık eylem ve örgütlenmelerine kimi zaman daha sert kimi zaman da taviz içeren tutumlar takınılmaktadır.
Genel olarak yasal imkânları ve bunların kullanılma düzeyini belirleyen şey, ülkenin emperyalist sistem içindeki yeri, uluslararası ilişkileri, burjuvazinin iç çelişkileri ve esas olarak da devrimle karşıdevrim arasındaki çatışmanın düzeyidir.
Bu açıdan Türkiye’ye bakıldığında mevcut durumu karakterize eden şey genel bir istikrarsızlıktır. Faşist bir diktatörlükle yönetilen ve siyasal özgürlüklerin kazanılmamış olduğu bir ülke olarak Türkiye’de, anayasa ve yasalar, her gün emekçilerin kazanımlarını törpüleyen ek maddeler ve kararnamelerle tahkim edilmektedir. Parlamentonun “iradesini yansıttığı” iddia edilen hükümet, tamamen işlevsizdir ve esas yürütme gücü MGK’dır. Hukuksal düzenleme aynı kalmak üzere, MGK’nın talimatlarıyla bir dönem kullanılmış haklar kullanılmaz hale gelmekte, ya da en azından bir dönem kullanılmaları engellenebilmektedir. Bugünden, fiilen kullanılan imkânların giderek genişleyeceğini ya da tümüyle ortadan kalkacağını öngörmenin imkânı yoktur. Bunu işçi-emekçi cephesi ile sermaye ve diktatörlük arasındaki güç ilişkileri belirleyecektir. Ama tüm bunlara karşı, emekçi hareketinin ilerletilebilmesinin koşulladığı bir açık partinin kurulmasının koşulları bugün vardır. Ve böyle bir parti bu imkânların genişletilmesi ve saldırılar karşısında korunabilmesi için de bir araçtır.
Türkiye’de siyasal özgürlükler görünüşte vardır. Bir anayasa ve yasal “hukuk düzeni” bulunmaktadır. Bunlar ne denli görünüşte ve fiilen geçersiz olursa olsun, bir anayasa ve yasaların varlığı, yasal açıdan siyasal parti olarak örgütlenmenin yasaklanmamış oluşu, açık bir partinin, kullanılabilir bir olanak olabileceğinin ifadesidir. Mutlaka ve temel olarak kullanılabilecek, yasal toplumsal sistem dikkate alındığında, kullanılması zorunlu değil ama kullanılabilir bir araç. Bir anayasa ve yasaların varlığı ve siyasal parti olarak örgütlenmenin yasal olarak yasaklanmamış oluşu, hukuksal boşluklar ve bunlardan yararlanılabilmesi olanağı demektir. Kuşkusuz, ’80 Eylül’ü sonrasının dizginsiz MGK cuntası yönetimi koşullarında, bir açık parti hayal bile edilemezdi. Bu dönemde yalnızca devrimci-demokratik örgütlenmeler değil CHP ve AP gibi gerici partiler bile yasaklanmıştı. Düzenin bugünkü siyasal-hukuksal örgütleniş biçimi ise, doğal ki, 12 Eylül’ü takip eden dönemin örgütleniş biçiminden farklıdır ve birinde olanaklı olmayan diğerinde olanaklı olabilmektedir.
Ve herkes yaşayarak görmektedir ki, Türkiye’de yazılı hukuk, fiiliyata aynısıyla yansımamaktadır. Bu, iki yönlü olarak gerçekleşmektedir: Bir yanıyla fiili yaşam, yazılı hukuka göre daha da daraltılmış haliyle, yasaların izin veriyor göründüğünden daha da güdükleştirilmiş yasallığıyla gerçekleşmektedir; bu özellikle gericilik yıllarının özelliğidir. Ama diğer yanıyla, yazılı hukuk, çoğu kez, gerçek yaşam karşısında proletarya ve emekçiler lehinde ge-çersizleşmektedir. Bu durum, tüm ülkelerin hukuk sistemleri açısından geçerlidir; yazılı olanla fiili durum arasında bir çelişme bulunmaktadır. Ancak Türkiye gibi sınıf dengeleri hızla değişen bir ülkede yazılı olanla gerçekleşen arasındaki açı her zaman daha büyük olmaktadır. Bu, kuşkusuz, her daim yasaların tanıdığından daha fazlasını vaat eden yığınların mücadelesinin birikimlerinin oluşturduğu toplumsal meşruiyetin kendisine uygun kanallar açması nedeniyledir. Toplumsal meşruiyetin kendisine açtığı kanallar ve kullandığı alan, koşullara göre, doğal ki, yasal olanakların kullanılabilirlik düzeyini temelde belirlemek üzere, azalıp çoğalmakta, daralıp genişlemektedir. Ve anayasa ve yasalar “katında” yasaklanmadıkça, önemli olan, kuşkusuz ne anayasa ne de yasalardır; onların yararlanılacak boşlukları gereklidir, ama, kullanılabilirlik sorunu açısından asıl olanın bu olduğu iddia edilemez. Bu yönüyle de, asıl olan, yığın hareketinden alınan meşruluktur. Ve bir açık partiyi, siyasal özgürlüklerin bulunmadığı koşullarda olanaklı kılacak olan da, sistemin hukuki yasallığı ya da yazılı hukuktan çok budur.
Bu noktada, bize, Lenin’in “yasallığa sızmak” çabasındaki tasfiyecilere karşı tutumunu hatırlatanlar çıkabilir. Lenin, tasfiyecilerin yasal olarak gerçekleştirilmesi olanaksız örgüt biçimlerinin lafını edip durmaları karşısında, onları bu lafları bırakıp, tasarladıkları örgütleri kurmaya girişmeye çağırır. Çünkü böyle bir örgütün, diyelim “işçi sınıfının haklarını koruma birliği”nin kurulması, o günkü Rusya koşullarında yasal bakımdan imkânsızdı. Türkiye’yi genel olarak Rusya’ya benzer kılan durum, her ikisinde de siyasal özgürlüğün bulunmayışıdır. Ama fark şuradadır ki, söz konusu edilen 1907–12 yıllarındaki Rusya’da, işçi sınıfını bırakalım, liberal burjuvazinin bile yasal örgütlenme olanağı fiilen ve yasal olarak engellenmişti. Bu, hukuken imkânsızdı. Ama Türkiye’nin mevcut koşullarında ise, bu tür örgütlenmeler en azından görünüşte yasaldır, en azından kullanılabilecek yasal boşluklar vardır, fiilen de kullanılmaktadır.
Mevcut sistem, siyasal eylem ve örgütlenme özgürlüğünü genel olarak ve kayıtsız-koşulsuz engellemekte olduğunu hukuken ifadelendirmediğine göre (bu durum, bugünkü Türkiye’nin Bolşevik Parti’nin mücadele koşullarını oluşturan Rusya’dan farklılığını ortaya koymaktadır), iki engel, mücadele konusu edilerek, açık bir işçi partisinin, mücadele içinde var olmasının olanaklı olduğu söylenebilir.
Ama tam da bu noktada başka ve temel önemde bir şey daha söylenebilir ve söylenmelidir: Verili koşullar, yasal olanakların en verimli tarzda kullanılmasını ve açık araçlarla en geniş kitlelere seslenmeyi mümkün kılıyor. Ama siyasal gericilik altındaki bir ülkede, yasal koşullara bel bağlamak, yasal araçların tek ve hatta temel araçlar olduğunu düşünmek son derece vahim bir yanılgı ve açık bir tasfiyecilik anlamı taşır. Bunun teminatı ancak siyasal özgürlüğün gerçekleştirilmesi ve bunun istikrara kavuşturulmasıdır.
Bu durum, siyasal özgürlüğün elde edilmesinin araçlarından biri olarak var olacak böyle bir partinin, ancak hukuki yasallıktan çok fiili meşruluğa dayanabileceğini, kendi meşruiyetini, sınıfından ve emekçi kitlelerden alacağı güçle kanıtlaması gerektiğini ortaya koymaktadır.
Ancak şu bilinmelidir ki, siyasal toplumsal koşulların dikte edeceklerine göre, bir dönemin aşılmasının, yeni görevlerin üstesinden gelinmesinin anahtarı, yasal alanda da olabilir. Lenin, 9 Şubat 1913’te, Rusya’nın bugünkü Türkiye’ye oldukça benzeyen koşullarında (kuşkusuz Rusya’da işçi sınıfının daha deneyimli ve birikimli olması gibi farklar göz önünde tutulmalı), gerçi bir siyasal gazeteyi söz konusu ederek konuşuyordu, ama şöyle diyordu:
“Sınıf bilinçli işçileri bilgilendirmek ve (özellikle Petersburg Komitesinin) faaliyetlerini yayınlamak konusunda Pravda’nın işe yararlığı her türlü eleştirinin dahi ötesinde kalır… Bir daha söylüyorum, bütün durumun anahtarı Pravda’dır. Ancak (ve ancak) bu yolla yerel faaliyetleri de örgütlemek mümkün olacaktır. Yoksa her şey yok olacak.” (Sverdlov’a mektubundan, Aktaran. T. Cliff, Lenin: Partinin İnşası, sf.250)
Herhangi bir çabanın mutlak başarıyla sonuçlanacağını hiç kimse iddia edemez. Ama yola, koşulların uygun olması durumunda, basan için çıkılır.
Ama ne bir Avrupa ülkesiyiz ne de onlar gibi siyasal özgürlük koşullarında yaşıyoruz. Devrimin mutlak kaçınılmazlığı dışında, onun şu ve şu gelişme yollarının ve bu yollara özgü şu ve şu örgüt biçimlerinin mutlak olarak geçerli olacağı, örneğin yarın da açık bir partinin mi yoksa yasal olanaklardan yararlanmanın bir başka biçimi mi zorunlu ve gerekli olacağı, belirlenemez. Sonucu tayin edecek olan, somut koşulları çerçevesinde sınıf mücadelesinin bizzat kendi gelişmesidir. Ama şuna güvenilebilir ki, kapitalist bir ülkede bir yol olanaksızlaşırsa diğerinde, o olanaksızlaşırsa berikinde proleterler ve emekçilerin bir araya gelip toplaşmaları ve örgütlenmeleri önlenemez. Lenin bu konuda şunları yazmaktadır:
“Hükümetin her ne türden olursa olsun sıkıştırmaları, onun kara-yüzleri ve burjuva müttefiklerinin her ne türden olursa olsun başvuracakları araçlar, proletarya savaşımının, çok değişik ve zaman zaman hiç beklenmedik biçimlerde açığa vurmasını önleyemez.” (Tasfiyecilik Üzerine, sf. 77)
Ve:
“Şu ya da bu türden bir yığın örgütü dağıtılabilir, yasal işçi birlikleri (sendikalar) avlanıp yok edilebilir, işçilerin her açık girişimi, karşı-devrim düzeninde polis tarafından şu ya da bu bahaneyle yıkılabilir, ama Rusya gibi kapitalistleşen bir ülkede, işçi yığınlarının birikip toplaşmasını hiçbir güç önleyemez. İşçi sınıfı şu ya da bu biçimde, yasal ya da yarı-yasal, açık ya da kapalı yoldan kendi toplaşma noktalarını bulacaktır.” (Age, sf. 37)

GRUPLARIN DEĞİL, SINIFIN VE EMEKÇİLERİN BİRLİĞİ
Adının önünde “sosyalist”, “işçi” gibi ibareler taşıyan birçok partinin bulunduğu ve yenilerinin kurulmaya çalışıldığı bir zamanda, yeni bir partiye ihtiyaç var mıdır?
Açık parti, kurulu olanlardan ve kurulmaya çalışılan partilerden farklı olarak, doğrudan sınıf hareketinin on yıllık mücadelesi içinde ortaya çıkardığı işçi önderlerinin çekirdeğini oluşturduğu, sınıf hareketinin yarattığı olanakların bir parti olarak örgütlenmesidir.
“Sosyalistleri birleştirmek” vb. amaçlarla kurulmaya çalışılan/kurulan partiler, içine düştükleri tecrit durumundan kurtulma ihtiyacıyla bu amaca yönelmişlerdir. Sınıfın sorunlarından kopuk bu girişimlerin de bir “ihtiyaca” karşılık düştüğüne kuşku yoktur. Ama bu, sınıfın ve kitlelerin değil, çizgi ve pratikleri nedeniyle sınıfın dışına düşmüş grupların güçsüzlüklerini birbirine tutunarak aşma “ihtiyacının” karşılığıdır.
Örneğin Devrimci Yolcuların tartışmaya açtığı parti, sınıf hareketinin platformunu ilerletmek amacıyla değil, sınıfın mücadeleci öncü kuşağını kucaklamak amacıyla değil, artık düzenin kalıplarına göre şekil almış eski Devrimci Yol gövdesini bir araya getirmek amacıyla örgütlenmektedir. O, sınıfın hareketli, mücadeleci kesiminin platformunu ilerletmeyi değil, aksine bu platformu, düzenle uyuşmuş eski “devrimcinin” düzeyine geriletmeyi hedeflemektedir. Onun partisinin “çekirdeğini” sınıf hareketinin ön saflarındaki mücadeleci işçiler değil, geçmiş yaşamlarında belki hak ederek edindikleri sıfat, bir yaşam tarzıyla değil, bir düşünüş tarzıyla ve eylemle değil, ama geçmişle nostaljik düzeyde bir bağ olarak koruyan insanlar oluşturacaktır. Onun partisinin “genişliği”, farklı bilinç düzeyiyle karakterize olan sınıfın geniş kesimlerini değil, varlığını burjuva sisteme bağlamış, “kendi hayatını yaşayan” her türden unsuru kucaklamak kaygısı belirlemektedir.
Bu bakımlardan, açık işçi partisi, tüm bu ve benzeri parti oluşumlarından temelden farklı, onların dışında bulundukları işçi hareketinin içinde ve onun mücadeleci platformunun politik örgütlenmesi olarak filizlenmektedir. Bundan sonra her şeyi belirleyecek olan, içinde küçümsenmeyecek bir sosyalist unsur taşıyan işçi önderleri kuşağının inisiyatif ve becerisi olacaktır.

Nisan-Mayıs 1995

Yasal çalışma ve yasalcılık–2

PROLETER ÖRGÜT TÜRLERİ VE PARTİNİN VAZGEÇİLMEZLİĞİ
Toplumsal faaliyet süreçleri ve etkinlik alanlarının olağanüstü çeşitliliği ve özellikle devrimci atılım dönemlerinde proleter ve emekçi yığınların bilinç, irade, tutku ve hayal gücünün bu çeşitliliği daha da zenginleştirmesi, sömürücü zalimlerin egemenliğine, kapitalizme son verip sınıfsız, sömürüşüz ve efendisiz kolektivist toplumsal örgütlenmeyi gerçekleştirmenin ilk adımı olarak kendi iktidarını kurmayı amaçlayan proletaryanın, mücadelesini, bütün bu alanları kucaklayarak yürütmesini, bunun için uygun yöntemler geliştirmesini zorunlu kılar.
Toplumsal etkinliğin alanlarından önemli bir bölümü, işçi sınıfı ve emekçilerin kendiliklerinden içinde devindikleri, belirli mücadeleler yürütmekte oldukları alanlardır. Toplumsal siyasal koşulların tarihsel şekillenişi çerçevesinde proletarya, kimi zaman burjuvazinin feodalizme karşı kendisini yedekleme yönelimli tutum ve eyleminden de yararlanarak, ama her durumda mutlaka uğruna mücadele ederek ve bedeller ödeyerek çeşitli toplumsal etkinlik alanlarındaki eyleminin meşruluğunu egemenlere dayatır, koparıp alır. Ama her seferinde, yine de, egemen sınıf olarak örgütlenip insanlığın özgürleşme koşullarının yolunu açıncaya kadar, geride elde edeceği pek çok şey kalır.
Tarihsel sıralanışına göre, proletaryanın ilk kazanımları, kendiliğinden ulaşabildiği alanlarda gerçekleşir. Proletarya mücadele ve örgütlenişinin meşruluğuna ilk kez tamamen burjuva toplumsal etkinlik alanında ulaşır ve bir ucundan bu alanı kendi lehine dönüştürmeye girişir. Burjuva toplumsal alana bir kez yıkıcı proleter unsur girdikten sonra, -bu, tümüyle kendiliğinden, proletaryanın burjuvazi tarafından yedeklenişinin unsuru olarak gerçekleşse bile- bu alan, artık eski haliyle kalamaz, burjuvazi ile proletarya arasında, kendiliğinden de olsa, bir çekişmenin alanı haline gelir ve niteliğini bu çatışmadan alır.
Sandıklar, kooperatifler, dernekler ve bunlar içinde proletaryanın yaşam ve çalışma koşullarını iyileştirme mücadelesi, proletaryanın eylem ve örgütlenmesinin ilk dışavurumları olarak ortaya çıkmışlardır. Proleter eylem ve örgüt tür ve biçimlerinin gelişmesi, kuşkusuz düz bir çizgi boyunca olmamış; tarihsel, toplumsal, siyasal koşullar, proletaryanın ve onun örgüt ve eyleminin, şu ya da bu tür ve biçimler almasının, şu veya bu şekilde gelişmesinin temel etkeni ve zemini olmuştur. Kimi ülkelerde, proletarya, ortaya çıkışının görece ilk dönemlerinde sendikalar içinde örgütlenmiş, kimilerinde ise bu işçi örgütlerinin tanınması ve meşrulaşması oldukça uzun bir zaman almıştır. Bu, kuşkusuz, en çok, burjuva demokratik devrim sürecinin gelişme özellikleriyle bağlantılı olmuştur. Örneğin, 1831, 1848 ve 1871 ayaklanmalarından geçen proletaryanın, burjuva devrimi ötesinde de kendisini toplumsal devrimci bir güç olarak ortaya koyduğu Fransa’da işçi sendikaları, kanlı mücadelelerin sonucu olarak önce fiili ve hemen onu takip ederek yasal meşruluklarını kazanırlarken; Rusya’da devrim koşullarının derinlemesine oluştuğu 1905 öncesinde işçileri kontrol altında tutmak ve devrimci güç birikimini baltalamak ve devrimin gelişmesini saptırmak için otokrasinin polis şefi Zubatov tarafından kurulan sendikalara gelinceye kadar, sendikal örgütlenmeye izin verilmemiştir. Benzer durum, yarı-yasal ve dernekler halinde örgütlenmeye yönelen işçi sınıfının bu yönelimini kontrol altına alma amacıyla, Amerikan sendikacılığının bir uzantısı olarak 1952’de kurdurtulan Türk-İş’e gelinceye kadar, Türkiye açısından da geçerli olmuştur.
Proletaryanın siyasal alandaki mücadelesi ve örgütlenmesi ise, tamamen tarihsel toplumsal koşullar ve ona rengini veren karşıt toplumsal sınıflar arasındaki güç ilişkileri çerçevesinde gelişmiştir. Kimi ülkelerde proletarya, siyasal özgürlüklerin elde edilmesi mücadelesinde kendisini ortaya koyuş gücü ve ödediği bedel ölçüsünde, yeni bir dünya tutkusuyla gerçekleştirdiği siyasal örgütlenmesi ve yürüttüğü siyasal mücadelesini dayatmış ve meşruluğunu ve yasallığını koparıp almıştır. Başka bazılarında ise, geçerli gerici toplumsal siyasal koşulları temelden dönüştürme ya da güçlü bir şekilde zedelemede (önemli ölçüde işlemez kılmada) yeterince güçlü vuruşlar yapmayı başaramadığı ölçüde, ciddi boyutta bir siyasal mücadele yürüttüğü koşullarda siyasal mücadele ve örgütünü yine dayatmasına, toplumsal siyasal güç ilişkilerinin bir tarafı olarak kendisinin hesaba katılmasını zorunlu kılmasına rağmen, siyasal mücadele ve örgütlenmesinin yasallığı, demokrasi ve siyasal özgürlüklerin elde edilmesi uğruna mücadelenin temel bir unsuru olarak durmaktadır.
Ama her halükârda, proletarya, şu ya da bu alandaki mücadele ve örgütlenmesinin yasallığını kazanmış olsun ya da olmasın; meşruluğunu henüz sağlayamadığı, fiilen gerçekleştirdiği ya da yasallığını kazandığı toplumsal siyasal koşulların hangisi içinde hareket ediyor olursa olsun; toplumsal etkinliğin olanaklı her alanında örgütlenip mücadele etmek, bütün alanlarda mücadele ve örgütlenmesini olanaklı kılmak üzere uygun yöntemler geliştirmek durumundadır.
Toplumsal etkinliğin bütün alanlarında eylem halinde olma ve etkinlik gösterme, kendiliğinden bile olsa, örgüt demektir, örgüte ihtiyaç gösterir, örgütü koşullandırır ve örgütlü bir şekilde içinde eylem halinde bulunulduğu ölçüde, söz konusu alanın genişlemesine ve nesnel olarak proletaryayı güçlendirmesine yol açar.
Buradan anlaşılması gereken, toplumsal etkinliğin çok çeşitli alanlarında, proletaryanın, kimisi kendiliğinden ortaya çıkan ve geliştirilip bir sistemin, saat düzeniyle çalışacak bir proleter mekanizmanın parçası kılınmasına ihtiyaç gösteren, kimisiyse bilinçle kurulan, kurmaktan kaçınılamayacak olan birçok örgüte sahip olduğu ya da sahip olmak zorunda olduğudur. Proletarya, egemen sınıf olarak örgütlenecekse başka bir seçeneği yoktur. Toplumsal etkinliğin bütün alanlarında sınıf düşmanı ile mücadele içinde pişip, geri yığınların ve önderlik edeceği halk katmanlarının kendi deneyimleriyle eğitimini, onları toplumsal etkinliğin bulundukları yerinden alıp, olmaları gereken yere taşımak ve saflarını düzenlemek üzere tamamlamadan, proletarya nihai hesaplaşmaya hazırlanamaz. Bu hesaplaşma ve onun kaçınılmazlığının bizatihi kendisi ise, proletaryanın, toplumsal etkinliğin çok çeşitli alanlarındaki mücadele ve örgütlerinin, mücadelenin akışı içinde çelikleşecek düzenli ve ahenkli, birbirini destekleyen ve geliştiren, bütün alanlardaki mücadelenin tek bir ortak hedefe (burjuvazinin devrilmesi ve kapitalizmin tasfiyesi) yöneltilmesini, bir alandan diğerine güç kaydırılmasını, eskiyen alanların terk edilerek yeni alanlar açılmasını sağlayacak olumlu birliğini gerçekleştirmesini zorunlu kılar. Proletarya, bütün güçlerini, sadece kendisinin değil, devrimci, ilerici bütün sınıf ve tabakaların güçlerini, toplumsal etkinliğin çeşitli alanlarındaki örgütleri aracılığıyla, düzenli ve sistemli saflar halinde mevcut sisteme karşı yöneltmeden, nihai hesaplaşmadan zaferle çıkmayı umamaz. Ona, sınıf düşmanı ile hesaplaşma için güç biriktirme ve bu hesaplaşmayı kazanabilmek için, yalnızca toplumsal etkinliğin bütün alanlarında mücadele yürütmek yetmez; ama işçi sınıfına bütün alanlardaki mücadeleyi koordineli bir şekilde yürütebilmek, çeşitli alanlardaki örgütleri tek bir proleter örgüt sisteminin parçaları olarak hareketlendirmek için, bütün mücadeleyi ve bütün örgütlerini sevk ve idare edeceği bir merkez örgüt, bir genelkurmay gereklidir.
Bu merkez örgüt, burjuvazi ile hesaplaşma, güç biriktirme sürecinde ne denli kendiliğindenlik unsurları taşısa da, önünde sonunda, egemenlik sistemini değiştirme temelinde yükselecek bir iktidar hesaplaşması olarak, kaçınılmazlıkla siyasal bir hesaplaşma olarak gelişeceği ve proletaryanın mı egemen olacağı yoksa burjuvazinin mi egemen kalacağı sorusu yanıtlanmak üzere bütün güç ve araçların seferber edildiği bir kapışma olarak ortaya çıkacağı için, hem siyasal bir örgüt hem de bütün alanların bilgisine, toplumsal hareketin ve genel olarak hareketin bilgisine, yalnızca bilgisine değil, kurmuş olduğu somut bağlantı ve ilişkiler mekanizmasıyla bütün alanlardaki hareketi ve proletarya ve halkın bütün örgütlerini yönetip yönlendirme olanak ve yeteneğine sahip, nihai amacı -kendisi ile birlikte bütün insanlığı kurtarmadan edemeyecek olan- proletaryanın kurtuluşu olan, bunu mümkün kılmak üzere proletaryanın dünya görüşü ve yıkma ve kurmanın, devrimin teorisi ile donanmış, sınıfın en fedakâr ve ileri unsurlarını bağrında topladığı gibi, parçası olduğu sınıfın geri kalan kitlesiyle de kopmaz bağlara sahip bir öncü müfreze, sınıfın ve bütün örgütlerinin gerçek bir genelkurmayı olabilir. Bu merkez örgüt, proletaryanın bütün öteki örgütleri ve emekçilerin ilerici, devrimci örgütleriyle, onları sevk ve idare etmek, -ya da aynı anlamda- işçi ve emekçilere, bütün mücadele ve örgütlenmelerinin başarıyla gelişip ilerlemesinde yardım etmek üzere, bağlantı ve ilişkiler kurmanın en uygun yol ve yöntemlerini bulacaktır. Bu merkezi örgüt, ancak, sayılan nitelikleri kazandığı ve sınıfın ve emekçilerin bütün mücadele ve örgütlerini yönetip yönlendirmeyi başardığında, adına layık bir örgüt olabilecektir.
Bu noktada bir tartışma, bir muğlâklık, bir ikilik olamaz. Sınıfın ve müttefiklerinin bütün alanlardaki mücadeleleri ve örgütlerini tek bir hedefe -nihai hesaplaşmada egemen burjuvaziyi alt etme ve komünizme giden yolu açma- yönelten ve devrimi hazırlayan tek örgüt. İki ya da daha çok “genelkurmay”, genelkurmay kavramı ile çelişir. Bu, hem teori hem de pratikte saçmalamak anlamına gelir.
Burada proletaryanın merkezi örgütü ile diğer bütün örgütleri arasında kimi temel farklardan söz etmek gerekiyor. Bunlardan birincisi, proletaryanın öncü örgütü; ideolojik, politik, hukuki, örgütsel, yerel, sektörel vb. bütün sınırlılıkların ve sınırlamaların ötesinde bulunur. Onun faaliyeti bütün alanları kucaklar. O, tarihsel gelişmenin zorunlu kıldığı tek bir hedefe kilitlenmiştir. Devrimin hazırlığı ve zaferi için gerekli olan, ama belirli sektörlere ve alanlara özgü olarak kurulan ve mücadele eden ve belirli sınırlılıkları bünyesinde taşıyan diğer işçi ve emekçi örgütleri; ancak proletarya partisinin kilitlendiği hedeflere yine proletarya partisi tarafından bağlandıkları sürece ve bu doğrultuda harekete geçebildikleri ölçüde taşıdığı sınırlılıklardan kurtulabilirler.
Bu merkezi örgüt, proletaryanın devrimci komünist partisidir.
Proletarya böyle bir örgüte sahip değilse, ne devrim olanaklıdır ne de devrimin hazırlığı. Partisiz bir proletarya devrimi düşünülemezdi bile. Proletarya böyle bir örgüte sahip değilse, toplumsal etkinliğin çeşitli alanlarında kendisi için sınıf olamaz. Kurtuluşu için mutlak gerekli olan bağımsız sınıf politikalarından ve bağımsız bir politik mücadele yürütme yeteneğinden yoksun kalır. Örgütleri ve mücadelesi burjuvazinin yedeğine düşer. Kendiliğinden eylemleriyle mevcut kapitalist düzenin sınırları içine hapsolur; kölelik koşullarını değiştirmeyi zorlayamaz. Bu durumda, proletarya, toplumsal etkinliğin çeşitli alanlarında, ancak, kendiliğinden gelme eylemleriyle kendisini tanımlayabilir, çeşitli alanlardaki eylemleriyle dağınık ve birleşmemiş bir sınıf olarak burjuvazinin zayıf düşmanı olur.
Kapitalizm, kendi mezar kazıcısı olarak proletaryayı da yaratır. Onu durmaksızın çoğaltır ve giderek daha büyük üretim merkezlerinde toplar; çünkü kapitalizm üretimi toplumsallaştırmadan edemez. Proletarya nesnel değiştirici gücünü, devrimci ve örgütlenmeye en yatkın sınıf olma özelliklerini buradan alır. Bu nesnel temeller, onun tarihin şimdiye kadar tanıdığı en devrimci dünya görüşü olan Marksizm-Leninizm’le ve yine tarihin şimdiye kadar tanıdığı en devrimci örgüt olan Leninist partiyle önünde sonunda brileşmesini kaçınılmaz kılar. Tarihin tanık olduğu en devrimci ve sömürüden kurtuluşu gerçekleştirmeye nesnel olarak en yetenekli tek sınıf olan proletarya, yine tarihin tanıklık ettiği en devrimci dünya görüşüne ve örgüte yataklık etmekten kaçınamazdı. Diyalektik ve tarihsel materyalizm, Marksizm-Leninizm, kuşkusuz proletaryanın doğuş ve gelişme sürecinden farklı bir sürecin sonucu ve düşünsel hareketin gelişme süreçleri zincirinin son halkası ya da doruğu olarak, proletarya ve hareketinin gelişme süreci dışında, ama yine aynı nesnellikle bu sürece paralel, bu sürecin gelişmesinden yansıyıp onun üzerine oturarak, ondan güç alarak, proletaryayı özneleştirip onun gelişmesine dayanarak ve giderek kendi gelişmesini proletarya ve hareketinin gelişmesinde ifade ederek, proletaryanın devrimci dünya görüşü olmamazlık edemezdi. Yine aynı şekilde, Marksizm-Leninizm’in işçi sınıfı hareketiyle birleşmesinin ifadesi olan proletaryanın devrimci hareketi, sosyalist hareket, partileşmemezlik edemez; sosyalist proleter hareket ya da proletaryanın devrimci hareketi, proletaryanın partileşmiş hareketidir. İçeriği bakımından sosyalist olan işçi hareketinin örgütü, devrimci komünist partidir. Sosyal kurtuluş için kapitalizme karşı savaşmaktan başka bir alternatifi olmayan proletarya, böyle bir örgüte sahip değilse, hiçbir şeyi yok demektir. Dolayısıyla, devrimci komünist partisi, proletaryanın, yerine başka hiçbir şeyi koyamayacağı ve yerini başka hiçbir örgütünün tutamayacağı, alternatifi olmayan, vazgeçemeyeceği yönlendirici ve zaferi garanti edici birliğidir.
Proletaryanın devrimci partisinin gerekliliğini ve varlığını reddetmek, tasfiyeciliğin kaba türüdür. Doğrudan ve en kestirme yoldan sosyalizmi, devrimi ve bir bütün olarak işçi sınıfı davasını reddetmek demektir. Parti reddinin ideolojik ve siyasal içeriğini, kuşkusuz, sınıfa alabildiğine yabancılığı ve sınıf dışılığıyla oportünizm ve revizyonizm, en kabasından reformculuk, kapitalizme sığınmacılık oluşturur; bu, en açık haliyle proletarya saflarındaki burjuva etkilere, burjuva ve küçük burjuva liberal sosyalizmine işaret eder. İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında Browder revizyonizminin Amerikan Komünist Partisi’ni; Sovyet revizyonizminin çökmesinden sonra, Gorbaçovculukla “yasala çıkış” denemesini takip ederek, bir dizi benzeri pro-Sovyet parti gibi, Yağcı-Sargın revizyonizminin TKP’yi feshetmeleri, bu konuda ilk akla gelen örneklerdir. Burada, hukuki muğlâklaştırma yolu denenerek ve zaten örgüt olmadığı ileri sürülerek gerçekleştirilen bir başka fesih örneği olarak Devrimci Yol’dan da söz edilebilir.

ÖRGÜT TÜRÜNÜN KOŞULA BAĞLILIĞI
Örgütün türünü, hedef ve amaçlarıyla içinde hareket ettiği ve bir devrimle değiştirmeyi öngördüğü düzen ve onun temel toplumsal siyasal*koşulları çerçevesinde yürüttüğü çalışmanın içeriği belirler. Örgütün nasıl kurulacağı ve örgütleneceği, örgütlenmesinde hangi biçimleri kullanacağı sorusundan önce gelen, ne tür bir örgüt olması gerektiğidir.
Proletaryanın, sınıfsız toplumu ger-çekleştirinceye kadar hiçbir koşulda vazgeçemeyeceği devrimci komünist örgütünün türü, kuşkusuz bir tercih sorunu değildir. Proletarya, örgütünü, isteğe bağlı olarak, belirli bir türde var edemez; bu, devrimin hedeflerine ve devrim için yürütülen çalışmanın içeriğine (ne tür bir çalışma olduğuna) bağlıdır. Bu, tümüyle nesnelliğin sorunudur.
Toplumsal siyasal koşullar göreli değişikliklere uğrasa da -ki durmaksızın uğrar- bu koşulların temeli, mevcut düzen ve dolayısıyla gerekli olan devrimin hedefleri değişmeden kaldıkça, mücadele ve örgüt biçimlerinin değişmesi ve yenilenmesinin zorunluluğu yanı sıra, örgütün türü değişmeden kalır. Değişiklik, onun örgütlenme biçimlerinde gerçekleşir. Toplumsal siyasal koşullardaki değişmeler, örgütün nasıl örgütleneceğinde etkili olur, onun örgütlenme biçimlerinde değişiklikler olarak yansır; ancak bu göreli değişiklikler, örgüt türünün değişmesine yol açacak türden değişiklikler olamaz. Lenin, bunu açıkça belirtmektedir: “Toplumsal koşullardaki bir değişiklik sadece örgüt biçimindeki bir değişikliği gerektirir…” (Tasfiyecilik Üzerine, sf.281, a.ç. Lenin) .
Örgüt türünü değiştiren ise, toplumun temel koşullarındaki değişikliktir. Proletaryanın öncü örgütlerini ülkeden ülkeye farklılaştıran, onları türdeş kılmayan, doğrudan doğruya, farklı ülkelerin farklı temel koşullarıdır. Örneğin kimisinde feodal gericilik koşulları ve otokratik bir sistem ya da tekelci kapitalist gericilik ve faşist diktatörlük geçerliyken kimilerinde burjuva demokrasisi bulunması ve siyasal özgürlüklerin elde edilmiş olmasıdır.
Bir dizi Avrupa ülkesinde, polis devleti yoluyla iyice budanmış olsa da, burjuva demokrasisinin onca işçi kanı üzerinden kurulmuş ve uzun bir devrimler süreci içinde siyasal özgürlüklerin elde edilmiş olması; bu ülkeleri, eski çarlık Rusya’sı gibi otokratik ya da bugünkü Türkiye gibi faşist egemenlik biçimleri altındaki ülkelerden, birçok başka alanda olduğu gibi, örgütün türü açısından da ayırır. Eğer devrimci kalınmak ve mevcut düzenin bir eklentisi olmaktan kaçınılmak isteniyorsa, eski Rusya ya da bugünkü Türkiye’de, örgütün türü açısından, Avrupa’ya özenmenin, çeşitli Avrupa ülkelerinin geçtiği yoldan geçip -bir devrimle- siyasal özgürlükleri elde etmeden orada geçerli olan türden bir örgüt öngörmenin saçmalığı ortada olduğu gibi, bunun bütünüyle liberal ve reformcu bir hayal olduğunu kabul etmekten geri durulamaz.
Örneğin, bir dizi demokratik ve yenilgiye uğrayan sosyalist içerikli devrimden geçmiş, siyasal özgürlüğün ya da demokratik kurumlaşmanın genel temelinin ödenen bedellerle -sosyalizm gerçekleştirilmedikçe, tehlikelerden muaf ve geri dönülmezcesine değil ama- oldukça sağlam “kayıtlara” bağlandığı Fransa’da, proletarya partisinin yasal olarak örgütlenebilmesinde şaşılacak bir şey yoktur. Ama aynı şeyi, eski Rusya ya da bugünkü Türkiye için önermek, kuşkusuz pek şaşılacak bir şey olurdu.
Fransa’da elde edilmiş olan şey, siyasal özgürlük ve demokratik kurumlaşmanın genel temeli, örneğin Türkiye’de, varmış gibi düşünülüp yapılamayacak olan, ama elde edilmesi mücadeleye bağlı olan bir şeydir. Fransa, bunu burjuva yoldan gerçekleştirdi; Türkiye’deyse, bugün, aynı burjuva karakterde ama daha gelişkin içeriğiyle siyasal özgürlük ve demokrasinin proleter yoldan kazanılması, atılması gereken başlıca adımlardan biridir. Türkiye ile Fransa arasında, iki ülkenin toplumsal düzen ve egemenlik sisteminin biçimi ve devrimin hedefleri bakımından bir özdeşlik kurmadan, örgüt türü bakımından bir özdeşlik kurmaya yönelen; Fransa’da elde edilmiş olanın Türkiye’de henüz elde edilmesi gerekli olduğunu görmezden gelerek Türkiye’de aynı tür bir örgüt öneren kişi ya da grup; düzenin tam bir eklentisi, burjuvazi ve gericiliğin takınmaya çalıştığı demokrasi maskesinin yardakçısı ve ne tür iddiada bulunursa bulunsun aşağılık bir liberal, işçi sınıfı içine salınmış burjuva uşağı bir dağıtıcı ve tasfiyeci olarak eleştirilmeye hak kazanır.
Türkiye, bu tutumun sayısız örnekleriyle doludur. Göstermelik yasa dışılığına rağmen, tümüyle yasal örgütlenen, örgütlenmesinin çeşitli biçimlerinde değil ama türünde yasala uyarlanan örgütüyle eski TKP, bu tutumun prototipini sergilemiştir.
Proletaryanın yasadışı partisini yasal bir partiyle değiştirmeye yönelmiş Menşevik tasfiyecilik -örneğin Martov- yasadışı ilişkileri ve örgütü tümden geçersizleştirmedi, buna bir türlü cesaret edemedi; başka türlü, otokrasi koşullarında herhangi bir çalışma yapabilmek mümkün değildi. Yasadışı partinin yerine geçirmeye çalıştıkları yasal partiyi kurmaya uğraştıklarında da eski partinin yasadışı ilişkilerinden yararlandılar. Yoksa adım bile atamıyorlardı. Otokrasi koşullarında yasal türden bir partinin tamamen hayal olduğunu da göstermek üzere bu durum, onların yasalcı tasfiyeciler oldukları gerçeğini değiştirmedi. Liberal Kadet Partisi’nin bile, tüm amaçları ve çalışmaları yasallığı öngörür ve yasalayken yasal olarak örgütlenmesine izin verilmediği ve zorunlu olarak yasadışı olduğu Rusya koşullarında, Menşeviklere göre, yasadışı aygıt, tamamen yeraltına zorlanma koşullarında kullanılacak yedekte tutulan bir “iskelet”ti. Ancak, gerçek durum isteğe uymadığı ve partinin yasal örgütlenme olanağı olmadığı için, yasal olanakların örgütlenmesi için de ister istemez o aygıt kullanılıyordu. Bu, bir zorunluluktu; ancak, bütün amaç, bütün çalışma ve örgüt yasala uyarlandığı için, yasadışı aygıtı yedekte tutmaları ve yasalcı amaçla zorunlu olarak kullanmaları, onları yasalcılık ve tasfiyecilikten kurtarmadığı gibi, yedekte tuttukları yasadışı örgütün ve bu yedekte tutuluşun, tamamen göstermelik olduğu anlamına geliyordu. TKP’nin yasa dışılığı da Menşeviklerinin yasa dışılığı türündendi.
Revizyonist ve reformcu, düzen içi ve burjuva, küçük burjuva sosyalist akımın tipik temsilcisi olarak TKP’nin çalışmasının ideolojik siyasal içeriği, onun göstermelik yasadışı konumuyla da çelişme içindeydi ve burjuva, revizyonist, reformcu içeriğiyle yasala tasfiyeci örgütsel tutum ve çizgisi, onu, önce, biçimsel yasadışı görüntüsünden de kurtularak yasallaşmaya, sonra da, kendisine “hayatiyet veren” temelin ortadan kalktığı (tarih ötesine geçildiği ve sınıf mücadelesinin söndüğü) saptamasıyla (!), örgütü tümden feshetmeye, üst üste iki tür tasfiyeciliğe götürdü.
Revizyonist, reformcu küçük burjuva sosyalizminin bir başka yasalcı tipik temsilcisi Aydınlıkçılıktır. Küçük burjuva ihtilalciliğinin kabarış halinde olduğu 71’in hemen öncesinde bir dönem, “yarışmada geri kalmamak” amacıyla, aynı ideolojik siyasal çizgisini ve çalışmasının reformcu-anayasacı, düzen içi, yasalara bel bağlayan içeriğini değiştirmeden, TKP’den “öğrenerek”, yasalcı örgüte yasadışı bir görüntü veren Aydınlıkçılar, küçük bir “kötek” sonrası, “kılıç artığı” olarak, verdikleri görüntü nedeniyle bile dayak yedikleri alandan özenle uzak durmayı düstur edindiler ve görüntüsel olarak bile bir daha bu alana yaklaşmaya tevessül etmediler. Yasadışı görüntülerini tasfiye ettikten sonra, proletarya partisi sorununda tasfiyecilikleri ile sivrildiler. Yasal örgütlenme olanaklıydı ve kullanılmalıydı! Sözde hep bir yasadışı yönü ima ettiler; teoride bunu bütünüyle yadsımak kolay değildi. Onlara kalırsa, “yasal olanaklardan yararlanıyorlardı”; ama oldukça kötü benzetmelerle, sözde yasal olanaklardan yararlanmayı yadsıyan “yer-altıcılara”, yasadışı örgüt türünde ısrar ettikleri için saldırmaktan hiç vazgeçmediler. “Yeraltının karanlık dehlizlerinde” uğraşmanın alemi var mıydı?! İşin gerçeği, yasal örgütlenme onlara yeterliydi. Amaçları ve çalışmalarının reformcu, liberalizmden ödünç alınmış, sınıf içinde liberal bir işçi siyaseti izlemeye dayanan, mevcut sistem yanlısı, ama katiyen onu devirmeyi aklına bile getirmeyen küçük burjuva ideolojik ve siyasal içeriğin yön verdiği ve denk düştüğü örgütsel çizgi, yasalcılık ve tasfiyecilik; örgüt türü ise, yasal bir örgüttü. Burada bir uyumsuzluk değil, uyum vardır ve ideoloji ve siyasette kendini yasalarla sınırlayıp yasalara uygun olarak düzenleyen, her bir adımında, sınıfın eylemi ve alttan gelen toplumun dönüştürücü gücü yerine anayasa ve onun “nasılı-niçini” peşine düşen; sınıfa, milliyetçiliğiyle, laikliğiyle, üst tabaka devrimciliği, tepeden halkçılığı, sözde kardeşlik aldatıcılığına dayanan ezilen ulus düşmanlığı ve burjuva despot cumhuriyetçiliğiyle Kemalizm’i dayatmaya uğraşan bir akım ve siyasal bir hareketin yasalcı olmaması, şaşırtıcı olurdu.
Bundan ibaret olsa sevinilebilirdi.
Bir dizi temel hata ve zaaflarına, ideolojik ve siyasal tutumlarında işçi sınıfından uzaklığına rağmen ’71 küçük burjuva ihtilalciliği, başka yol açıcı özelliklerinin yanında örgüt türü sorununda da pratik bir çağrıydı. İdeolojik siyasal içeriği açısından küçük burjuva ihtilalciliği teoride reformculuk ve revizyonizmden etkilenmenin muğlâklaştırdığı sınıf dışı ve sosyalizmden uzak bir dizi tez ve öneriyle karakterize olmasına rağmen, pratikte ihtilalciliğin bayrağını yükseltmişti. İçeriğinin küçük burjuva niteliği ve örgütünün oturmamış, oldukça amatör bir özellik göstermesine rağmen, bu akım, Türkiye gündemine, yasadışı örgüt türünü getirip oturttu ve başka yönlerden olduğu gibi, bu yönden de ülkede devrimci mücadele ve örgütlenmenin gelişimi üzerinde etkili oldu. Bir tepki hareketi olarak yasal olanaklardan yararlanmayı, yasal çalışmayı vb. reddediyordu; ancak, bütün yaklaşım bozuklukları, hata ve zaaflarının ötesinde, örgütünü, yasadışı temelde kurmaya girişmişti. Hareket noktası, kaynaklandığı temel tutumlar ne denli hatalı ve değiştirilmesi ne denli zorunlu olursa olsun, bu, izi sürülmesi gereken temel bir tutumdu.
‘74’ten itibaren yeniden örgütlenmeye başlayan devrimci örgütler, bu çağrıyı görmezden gelemediler ve bu tutumu sahiplenmezlik edemediler. Dönemin bir devrimci kabarış ve yükseliş dönemi olması, nesnel gerekliliğin yanında üst düzeye tırmanmakta olan devrimci coşkunun, örgütleri devrimci tutumlar geliştirmeye iten bir rol oynaması da, bu tutumun sahiplenilmesini olumlu yönde etkiledi. ’80 öncesi dönem, örgüt türünde yasa dışılığa eğilimin yükselişine ve ciddi bir boyut kazanmasına sahne oldu. Hedef ve amaçlarının, ideolojik siyasal tutumlarıyla çalışmalarının içeriğinin bulanıklığı ve temel zaaflar taşımasına karşın, küçük burjuva sosyalizmi de, örgütsel çizgisindeki yanlışlıklar (genellikle yasa dışılığa takılıp kalmaları ve yasal çalışmayı kimi durumda pratikte kimi durumda teoride de yadsımaları gibi) ve amatörlükleri bir yana, yasadışı örgütlenme ve çalışmadan yana bir tutum aldı.
Genelde böyle bir tutum almasına rağmen, ondan en uzak tutumlara da sahip olan, ideolojik ve siyasal tutumlarında revizyonizm ve reformculuktan en çok etkilenmiş olan Devrimci Yol’du. Devrimci coşkunun yerini karamsarlık, geleceğe güvensizlik, kaçaklık ve dönekliğe terk ettiği 12 Eylül’ün gericilik yıllarında, yasadışı örgüt türünü sahiplenmekten en kolay vazgeçen de o oldu. Hatta Devrimci Yol’un bir örgüt bile olmadığı ileri sürüldü. Günün tasfiyeciliğinden, geçmiş de tasfiyeci ilan edilerek kurtulma yolu seçilmişti. Şimdi, örgüt reddinin yol açtığı darmadağınıklık, bu tasfiyeci yolda giderilmek isteniyor. Şimdilerde sözde Devrimci Yol’a ait olmaması ve “solu toparlayıcı” nitelik taşıması gereği üzerinde yeminler edilen, ama örgütsüz ve dağınık Devrimci Yol’un kendisini ifade ihtiyacından kaynaklanan bir yasal parti girişimi gündeme getirilmiş bulunmaktadır.
Devrimci Yol’un kendisini ifade ihtiyacı diyoruz; çünkü “Yeniden” başlıklı bir Devrimci Yol yazısında, “emekçi kitlelerin bugünkü değişim politikaları” ya da taleplerine “yanıt” olarak formüle edilen ve öngörülen yasal partinin ideolojik siyasal içeriğini doldurmak üzere, “üretenin yöneten olması ilkesi”yle “her türlü bürokratik sistemin de reddi”, “doğrudan demokrasi” ve “özgürlükçü bir yönetim sistemi”, “sermayenin değil toplumun, başta işçiler, memurlar, emekçiler olmak üzere tüm çalışan kesimlerin denetiminde… bir ekonomik ve toplumsal düzen”, “din-vicdan-inanç özgürlüğünün içinde tam olarak barındığı, özgür ve demokratik bir hayat” ve “Kürt sorununda… doğrudan demokrasi yöntemlerine dönük bir sistem ve sorunun demokratik-siyasi çözüm yollarının savunulup güçlendirilmesi” şeklinde ileri sürülen beş madde, yılları ve yılları kucaklayan “tartışma süreçlerinde Devrimci Yolcular tarafından “nasıl sosyalizm”den uzak durulacağını kararlaştırılmak üzere tartışılan, ürkeklikle henüz sonuçlandırılmadığı ileri sürülmesine rağmen, aslında, bir partinin ideolojik siyasal zeminini oluşturacak ve programına temel olacak denli sonuçlandırıldığı görülen Devrimci Yol tartışmaları ekseninde ve tamamen bir Devrimci Yol sorunu olan “etkili ve inandırıcı bir devrimci hareketin geliştirilmesi” ihtiyacını karşılamak üzere, siyaset sahnesinin malzemeleri arasına katılmıştır.
“Evet, devrimciler, bugün hayatın her alanında, kadın, çevre ve barış hareketlerinde, insan hakları vb. sivil inisiyatiflerde, meslek odalarında, işçi ve kamu çalışanlarının mücadelelerinde varlıklarını ve etkinliklerini sürdürüyorlar. Ama ortak bir politik mücadele hattına oturtulamadığı, birbirinden kopuk ve dar ufuklu bir mücadele çerçevesinde kaldığı oranda aslında hiç de küçümsenmeyecek bir potansiyel taşımasına rağmen etkisiz kalıyorlar.” (Ag. yazıdan)
Peki, kim bu “devrimciler”? Tabii ki, Devrimci Yolcular. Ama eski Devrimci Yol’un yalnızca adı kullanılmaktadır; söz konusu olan, eski Devrimci Yol’la da bir ilişkisi kalmamış bir kalıntıdır, Devrimci Yolcu kalıntılardır. “… Devrimci Yol hareketini aynı şekilde tekrarlamak olanaksız bir şeydir” (Agy) diyerek bunu kendileri de kabullenmektedirler. Ama yasal partinin, Devrimci Yol’un kendisini ifade ihtiyacının bir ürünü olarak gündeme alındığının ikrarı anlamına gelmek üzere şu iddiada da bulunuyorlar: “1970’li yıllarda Devrimci Yol, her türlü olumsuzluğun, kötülüğün kol gezdiği faşist terörün yarattığı bir karabasan ortamında geleceği karartılmak istenen halka ait güzellikleri kendinde toplayan bir umut ışığı olarak ortaya çıkmıştı… Ama şimdi belki de daha karanlık bir geleceğe sürüklenmeye çalışılan bugünün Türkiye’sinde ırkçılığın, şeriatçılığın, sözde liberal sağcılığın, ekonomik terörün ve savaşın bütün olumsuz sonuçlarının kıskaçlarındaki emekçi halk kitleleri için bir çıkış yolu, yeni bir umut ışığı bulunabildiği oranda, o, yeniden anlamlı bir gerçekliğe dönüşebilecektir.” (Agy)
“Devrimciler”in kim olduğu sorununu bir yana bırakıp durumlarına dönersek, tanımlanan, yerelliği, birbirinden kopukluğu, amatörlüğü ve merkezi birleştirici bir örgütün yokluğuyla, Lenin’in Ne Yapmalı’da tanımladığı 1901-1902 Rusya’sındaki durum gibidir. Devrimci Yolcuların “bir devrimci hareketin geliştirilmesi temel sorundur” önermesinden, Lenin’le yakınlık içinde bulundukları sanılabilir. Ama Lenin, benzer verilerden Rusya çapında bir gazete ve bir profesyonel devrimciler örgütünün gerekliliği sonucunu çıkarırken, Dev Yolcular “geniş” bir yasal parti sonucunu çıkarmışlardır.
Böyle bir örgüt türü önerisine varmaları, kuşkusuz, ideoloji ve siyaset alanında içinde bulundukları acıklı durum (liberalizm ve reformculuk, sosyalizme uzaklık) ve araya şöyle bir sıkıştırdıkları “işçi” sözcüğünün ötesinde, ne teori ne de pratikte işçi sınıfı ile bir ilişkileri kalmış olmasıyla bağlantılıdır. Çalışma sektörlerini art arda sıralayışları bile sınıfla ve sınıf perspektifiyle ilişkisizliklerinin ve üzerinde bulundukları platformun çevre, barış, insan hakları vb. platformu olduğunun kanıtı olmaktadır. Topluma ve sınıf mücadelesine yerel inisiyatif, doğrudan demokrasi, insan hakları gibi geri bir platformdan yaklaşmakta; demokrasi ve demokratlık iddialarına rağmen, çıkış yolu olarak kararlaştırdıkları yasal parti önermesiyle demokrasi davasına bile ihanete yönelmekte, demokrat dahi olamamaktadırlar. Parti vb. gibi örgütler de içinde olmak üzere demokratik kurumların ya da geniş anlamda söylemek gerekirse siyasal özgürlüğün genel temelinin ne olduğunu ve Türkiye’de böyle bir temelin bulunmadığını, tersine elde edilmesinin devrimin temel hedeflerinden olduğunu, vaktiyle “sömürge tipi faşizm” tezlerini geliştirmiş olanlar elbette bilirler. Faşist diktatörlük ve tekelci bürokratik militarist dikte edicilik ve ayrıcalıklar koşullarında, demokrasi ve siyasal özgürlüklerden, en başta örgütlenme özgürlüğünden söz etmenin olanaksızlığı ve bunları kazanmak için devrimin zorunluluğu ortadayken, devrimci bir hareket geliştirmenin, devrimcileri toparlamak ve “ortak bir politik mücadele hattı” örgütlemenin yolu ve örgüt türü olarak yasal parti önermenin, Türkiye’de henüz bir devrim sorunu olan demokrasi savunuculuğuna uzaklıkla karakterize olacağı anlaşılır bir şeydir. Faşist diktatörlük koşullarında ya devrimci kalınacak ve bunun olmazsa olmaz koşulu olarak örgütün yasadışı türü vazgeçilmez bir araç olarak sahiplenilecektir ya da sistem içi ve gerici faşist egemenlik koşullarına boyun eğilecek, onun “demokratik” liberal maskelerinden biri olunacak ve yasalcılık oyunu oynanacaktır. İkisinin ortası yoktur. Ve Devrimci Yol, eski -örgüt olmadığını söylediği-örgütünü, aldığı yaraları tımar ederek ve başına gelenlerden dersler çıkararak derleyip toparlama ve yeniden düzenleme yerine, uzun yıllar sonra, kendisini ifade etmek üzere, eski örgütü yerine geçirdiği bir yasal parti girişimiyle ortaya çıkmaktadır. Bu, faşist diktatörlük koşullarında örgüt konusunda tasfiyecilik olmanın ötesinde (aslında, Devrimci Yol, yıllar öncesinden, Eylül saldırısının hemen sonrasında tasfiye edilmiş, toparlanma çabaları, onu, bugün, içine girdiği tasfiyeci yolu noktalama durumuna getirmiştir), ibret alınması gerekli bir liberalizm ve oportünizmin, reformcu küçük burjuva sosyalizmi platformunun kanıtını oluşturmaktadır.
Türkiye’de proleter örgütün, nihai zaferin vazgeçilmez aracı partinin, faşist diktatörlük koşulları, siyasal özgürlüğün yokluğu ve devrimin temel hedefleri arasında bulunması dolayısıyla yasadışı türden bir örgüt olmasının zorunluluğunu yadsıyan başka yasalcı tasfiyeci örnekler yok değildir. Ama bunları tek tek incelemenin yeri burası değil. Yine de, 12 Eylül gericiliğine ilave olarak, Sovyet modern revizyonizminin çöküşünün de yarattığı moral sıkıntısı ve dünya çapında (ve Türkiye’ye de yansıyan) yoğunlaştırdığı gericilik koşullarında pek çok örgüt, hareket ya da grup olarak örgütlenmiş burjuva ve küçük burjuva sosyalist akımın, örgüt konusunda, ya TİP, TSİP gibi ezelden yasalcı tasfiyeci ya da Kurtuluş ve Emek gibi yakın geçmişte yasalcılığa ve tasfiyeciliğe yönelmiş konumlarda bulunduğu; bunun da, amaç ve hedefleri ve çalışmalarının ideolojik siyasal içeriğiyle bağlantılı ve uyum içinde olduğunu söylemekte bir sakınca yoktur.
Örgütün, amaç ve hedefleriyle uyum içinde var olabilmesi ve devrimci kalabilmesi, içinde hareket ettiği ve amaçlarını gerçekleştirmeye çalıştığı nesnel temel; toplumsal siyasal koşulların, mevcut düzen ve egemenlik sistemi biçiminin zorunlu kıldığı türden bir örgüt olarak örgütlenmiş olmasına bağlıdır. Faşist ya da otokratik diktatörlük koşullarında türsel olarak yasal örgütlenmiş bir proletarya partisinin, ne amaçlarına uygun davranması ve onları gerçekleştirebilmesi ve dolayısıyla ne de devrimci kalabilmesi olanaklıdır. Böyle bir örgüt, örneğin Türkiye’de, kesinlikle devrimci olamaz ve ne tür iddialarda bulunursa bulunsun devrimci bir çalışma yürütemez. Yapabileceği, ancak, Bayram Meral’in bir “işçi önderi” olma ve “işçi davası” gütmesi misali, aldatıcı içerikli göstermelik devrimci laflar sarf etmek ve burjuva işçi siyaseti izlemek olabilir. Üstelik göstermelik devrimci söylevlerinde fazla ileri gittiğinde, Aydınlıkçıların ‘71 tecrübesinde olduğu gibi, bu gibi söylevlere bile izin olmadığı kendisine hatırlatılacaktır. İyi niyetle kurulacak yasalcılık hayallerineyse, siyasal özgürlüğün geçerli olmadığı Türkiye’de yer yoktur. Bunu denemenin anlamı da yoktur. Ve zaten sınıf mücadelesi iyi niyetlerle hiç yürümemiştir, yürümez. Mücadelenin koşullarını ve akışını belirleyen, son derece katı toplumsal siyasal gerçeklerdir. Siyasal özgürlük koparılıp alınmamış ve kazanılması devrimin hedefi olarak belirlenmişse -ki Türkiye’deki durum budur-, yasalcılığın tek bir anlamı vardır: Devrimci örgütü tasfiye etmek ve faşist diktatörlüğün sınırlamalarına boyun eğerek onun izin verdiği türden faaliyetlerde bulunmak üzere yine izin verdiği türden örgütlenmek. Program ve taktiklerinden, devrimci geleneklerden vazgeçmek, örneğin insan hakları platformuna gerilemek, liberal işçi siyaseti ile yetinmek, reformculuk. Parti kendisini yasal olarak örgütleyebildiğine göre, kendi şahsında “gerçekleşmiş” örgütlenme vb. özgürlüğü gibi siyasal özgürlüklerin en azından esas olarak varlığını savunarak demokrasi için savaşmaktan vazgeçmek, en çok onu “genişletme” ve bunun için anayasal düzenlemeler platformuna sürüklenmek! Ama bu durumda devrimcilik iddiasında bulunma sahtekârlığı yapılmamalıdır.
Burjuvazi ve gericilik, faşist diktatörlük, en çok, doğrudan kendi temellerine yönelmiş, örgütlenme özgürlüğü dâhil siyasal özgürlüğü kazanmak için savaşan, hiçbir yasayla sınırlanmamış yeraltının yıkıcılığından korkar. Başka türden bir örgütün kendisi için bir tehlike teşkil etmediğini bilir. Özgürlüklere izin vermeyerek, veriyor göründüklerini de işlemez kılarak, kıyıcılık ve zorbalıkla, binlerce güvenlik gücünü yeraltının peşine takarak, en küçük bir şüphe duyduklarını cezaevlerine doldurarak, kaybederek, yargılayarak ya da yargılamadan infaz ederek zorla ayakta kalmaya çalışır. Ama bu, kendisine karşı nefreti geliştirip, egemenlik koşullarını berhava edecek patlayıcı madde stoklarının birikimini artırarak kendisine karşı mücadeleyi yükseltmezlik, mücadeleye katılanların sayısını artırmazlık ve sonuç olarak yeraltını güçlendirmezlik edemez. Ama böyle bir diktatörlük ve siyasal özgürlükten yoksunluk koşullarında, aynı Lenin’in otokratik Rusya için söylediği gibi, “… Bizim ‘yeraltı’nın yerine koyacağımız başka herhangi bir şeyimiz yok”tur. (Tasfiyecilik Üzerine, sf.329, a.ç. Lenin.)
Sorun, kuşkusuz, Aydınlıkçılar ya da benzeri yasalcı tasfiyecilerin koydukları gibi, yasal olanaklardan yararlanma, yasal örgütler kurma ya da kurulu olanlar içinde faaliyet yürütme ve yasal çalışmayı kabul ya da ret sorunu değildir. Bu konuya geleceğiz. Ama altı kalın bir çizgiyle çizilmesi gereken, yasal olanaklardan yararlanıp, yasal örgütler kuracak ya da kurulu olanlar içinde çalışıp onlar aracılığıyla etkisini yayacak ve uygun araçlarla yasal çalışmayı da örgütleyip yürütecek yeraltının kabul edilip edilmemesi; onun yerine bir başka “şey”in geçirilip geçirilmemesi, siyasal özgürlüklerden yoksunluk ve faşist diktatörlük koşullarında, proletaryanın partisinin ancak yasadışı türden bir parti olabileceği fikrinin benimsenip benimsenmemesi ve bunun pratikte kanıtlanıp kanıtlanmaması sorunudur.
Sözü edilen koşullarda, proletarya partisinin varoluş halinin ve “… Tek doğru örgüt türünün, yasal ve yarı-yasal işçi kuruluşları ağıyla çevrelenmiş parti çekirdeklerinin toplamı olan yasadışı bir parti örgütü olduğunu…” (Lenin, Tasfiyecilik Üzerine, sf.297) savunup bu yönde bir pratik içinde olmadan ne sosyalist ve devrimci ve hatta ne de tutarlı demokrat olunabilir.
Yalnız bu da değil. Lenin’in dediği gibi, “Sosyal-demokrat parti hem ‘bir bütün olarak’, hem de her çekirdeğinde yasadışıdır ve -en önemlisi- devrim için propaganda yapma ve yolu hazırlama çalışmasında, yani çalışmasının tümünde yasadışıdır. Bu nedenle sosyal demokrat partinin en açıkta olan çekirdeğinin yaptığı en açık çalışma bile ‘açıkça yürütülen parti çalışması ‘ olarak görülemez.” (Tasfiyecilik Üzerine, sf. 284–85)
Ancak kuşkusuz, tüm çekirdekleriyle ve bir bütün olarak yasadışı olan proleter parti, çalışmasının belirli bir bölümünü uygun yasal, yarı-yasal biçimler altında yürütmenin yol ve yöntemlerini bulmak zorundadır, bulacaktır. Ama bilecektir ki, toplumsal etkinliğin bütün alanlarında eylemde bulunmak ve örgütlenmek, yasal, yarı-yasal ve yasadışı bütün çalışmayı birleştirmek, bütün örgüt biçimlerini birlikte kullanmak ya da başka bir deyişle, yasal olanaklardan yararlanmak, yasadışı temelin önemi ve rolünün küçümsenmesine karşı uzlaşmazlıkla savaşmayı zorunlu kılar. “Burjuvazi ve çarlığın uşakları için hiçbir şey, sosyal demokrasinin devrimci amaçlarından ve sloganlarından daha nefret edilesi değildir. Her ikisini de savunmak boynumuzun borcudur.” diyen Lenin şöyle devam eder:
“Yasadışı ve yasal çalışmaların birbiriyle bağlantılı oluşu, özellikle yasadışı partinin ‘rolünü ve önemini küçümseme’ girişimleriyle çarpışmamızı gerektiriyor. Partinin tutumunu daha küçük sorunlarda, mütevazı ölçüler içinde, belli olaylarda, yasal çatı çerçevesinde savunma gereksinmesi, söz konusu devrimci amaçlarla sloganların baltalanmamasını; savaşım biçimindeki değişikliğin, savaşımın içeriğini bozmamasını; onu daha az uzlaşmaz yapmamasını; proletaryanın tarihsel görüş açısını (perspective) ve tarihsel amacını, yani sömürüler tüm çalışan insanları, tüm halk yığınını, kapitalizmi devirecek bir proleter devrime götürmek üzere demokratik bir cumhuriyeti gerçekleştirecek bir dizi burjuva devrimin amacını yolundan saptırıp çarpıtmamasını sağlamamızı zorunlu kılıyor. ” (Tasfiyecilik Üzerine, sf. 79)
Yasal olanaklardan yararlanma, ancak, proletarya partisinin yasadışı türden bir parti olarak varlığı koşullarında mümkündür; ancak böyle bir parti tarafından gerçekleştirilebilir ve ancak bu durumda ele alınabilir bir sorundur. Lenin’in söyledikleri yeterince açıktır: “Yalnızca yasadışı RSDİP, kendi çevresinde yasal olarak ortaya çıkmış bir örgüt ağı kurabilir -kurması gerekir-, var olan her türlü yasal örgütten yararlanabilir ve bu tür örgütlerin çalışmalarının tümünü, devrimci ilkelerimizin ışığında yöneltebilir.” (Tasfiyecilik Üzerine, sf. 202, a.ç. Lenin) Yasal olanaklardan yararlanma adına, proletarya partisini yasal bir parti olarak kurma ya da yeraltının yerine herhangi başka bir örgüt koyma girişimi, tamamen tasfiyeci bir tutuma işaret eder ve işçi sınıfının kölelik koşullarına mahkumiyeti demek olduğu gibi, tüm emekçilerin siyasal özgürlük ve demokrasiden yoksunluğa boyun eğmeye yöneltilmesi anlamına gelir. Yasadışı temelde örgütlenmemiş herhangi bir partiyle ne demokrasiyi kazanmak ve ne de sosyalizm için savaşmak ve onu gerçekleştirmek olanaklıdır. Yasal türden bir proletarya partisiyse, toplumsal siyasal koşullardaki dalgalanmalar ve değişmelere değil -bu değişmeler ancak örgütün biçimini etkiler-, ancak, faşist diktatörlüğün devrilmesi ve siyasal özgürlükler ve demokrasinin kazanılmasına bağlıdır.
Bu olmadan, yasal olanaklardan yararlanma türünden gerekçelerle proletarya partisinin yasallığı için çabalamak ve yasadışı partinin yerine yasal bir parti koymak, işçi sınıfını en temel silahından yoksun kılmak ve elinden zaferin garantisini almak demektir. Bu, tasfiyeciliktir.
RSDİP’in 1908 Aralık Konferansı Kararı’nda belirtildiği gibi, “Tasfiyeciliğin özü, ‘yeraltı’nın reddedilmesi, tasfiyesi, onun yerine her ne pahasına olursa olsun, yasal olarak çalışan, biçimden yoksun bir örgüt konmasıdır. Bu nedenledir ki, partinin reddettiği şey, yasal çalışma, ya da yasal çalışma gereği üzerinde ısrar değildir. Parti, eski partinin, adına parti denemeyecek, biçimden yoklun ‘açık’ bir şeyle değiştirilmesini kınamaktadır -hem de hiçbir açık kapı bırakmaksızın kınamaktadır. ” (Tasfiyecilik Üzerine, sf.311, a.ç. Lenin)

BOLŞEVİK PARTİSİ’NİN YASALLAŞMA DENEYİ
Siyasal özgürlüklerden yoksunluk ve otokratik diktatörlük koşullarında partinin yasadışı türde örgütlenmesi ve çalışmasının içeriğinin yasadışı olmasından hiçbir şekilde ödün vermeyen ve yasalcılığı tasfiyecilik olarak tanımlayan Lenin’e, tarih, örgüt türünün koşula bağlılığını Rusya’da pratik olarak kanıtlama olanağı da sağlamıştır. Hiçbir zaman dogmatik olmamış ve somut koşulların somut çözümlemesinden yola çıkmış olan Lenin, toplumsal siyasal koşullardaki dalgalanma ve değişmelerin gereğine uygun görevleri saptayıp uygulamada proleter uyanıklık ve kararlılıkla davrandığı gibi, partinin çalışma koşullarının köklü değişimlere uğradığı temel toplumsal siyasal değişiklikler karşısında da aynı şekilde davranmış ve hemen gereğini yerine getirmeye yönelmiştir.
1905 Devrimi’nin, ülkeyi baştan sona saran ayaklanmalarla, henüz çarlık otokrasisi devrilmeden kalsa da, onun yönetsel mekanizmasını açtığı gediklerle işlemez kıldığı ve henüz bir garantiye bağlanamamış ve ciddi tehdit altında bulunmuş olsa da siyasal özgürlüğün fiilen kazanıldığı koşullarında, Lenin’i, partinin yasal olarak örgütlenmesine girişmiş görüyoruz. Kuşkusuz, işini sağlama bağlamaktadır; fiili durumun henüz yerleşik hal almadığını ve varoluşunun garantisini yaratamadığını, kısacası işlemez hale gelse de otokrasinin henüz devrilmediğini bilen Lenin, yasadışı aygıtın dağıtılmasını değil korunmasını öngörmektedir. Ama bir yandan da, harekete katılan ve milyonlarla sayılabilecek yeni güçlerin zaferi elde edebilmek üzere örgütlenişini olanaklı kılabilmek üzere, partinin yasal olarak örgütlenmesini de gündeme getirmektedir. Çağrısı şudur: “Gizli aygıtın yanı sıra legal ve yarı-legal parti örgütleri ya da partiye sempatizan örgütler kurmak kesinlikle gereklidir. Bunlar olmadan, çalışmamızı yeni koşullara uydurmamız ve yeni sorunları çözmemiz kesinlikle mümkün değildir.” (Örgütlenme, Aydınlık Yay. sf. 125; Aynı konuda bkz: Örgütlenme Üzerine, İnter Yay. sf. 73)
Lenin’de, bu yeni yönelimin çıkış noktası nettir:
“Partimiz çalışma koşulları köklü bir değişim geçiriyor. Toplantı, örgütlenme ve basın özgürlüğü kazanılmıştır. Elbette bu özgürlükler son derece eğretidir ve bunlara güvenmek delilik, hatta cinayet olur. Belirleyici mücadele henüz verilmedi, bu mücadeleye hazırlık ön planda ele alınmalıdır. Partinin gizli aygıtı korunmalıdır. Aynı zamanda, bugün sahip olduğumuz nispeten daha geniş özgürlüklerden mutlaka mümkün olduğu kadar çok yararlanmamız gerekir.” (Agy, sf.125) “
Lenin’in bu önerisinin, siyasal özgürlüklerden yoksunluk ve otokratik gericiliğin karanlığı koşullarında partinin örgütlenmesinin biçimine ilişkin olarak ileri sürdüğü, yasal olanaklardan yararlanma ve yasadışı çekirdeklerin yasal ve yarı-yasal işçi örgütleri ağı ile çevrelenmesi, bu örgütler içinde “müstahkem mevkiler tutulması” ve bu yoldan yasal çalışma yürütülmesi önerisinden temelde farklı olduğu ortadadır. Siyasal özgürlüğün olmadığı koşullarda yasallık sorununu yasal olanaklardan yararlanmak ve örgütü biçimde bu olanaklara uyarlamak olarak ele alan, örgüt türünü yasala uyarlamayı ise tasfiyecilik olarak suçlayan Lenin; siyasal özgürlüğün eğreti ve yarım yamalak da olsa kazanıldığı koşullarda, eğretilik nedeniyle gizli aygıtı korumakla birlikte, örgütün, türü bakımından da yasal olarak örgütlenmesine girişilmesini gerekli görmektedir. Önerisinin, örgütün biçimlerinde değişikliğin ötesinde olduğu; gizlilik koşulları için savunduğu atama ilkesi yerine yeni koşullarda örgütün kendisinin de köklü bir şekilde demokratikleştirilmesini ve seçim ilkesini savunmaya geçmesiyle de belirginleşmektedir. (Bkz: Agy, sf. 126)
Lenin’in önerişinin çıkış noktası net olduğu gibi, amacı ya da önerisinin nedeni de nettir:
“Şu halde sorun açıktır: Şimdilik gizli aygıtı korumak ve aynı zamanda legal bir aygıt kurmak gerekiyor… Partimiz fazlasıyla uzun bir zaman gizlilik şartlarında çalıştı. Üçüncü Kongre’de bir delegenin çok doğru bir şekilde belirttiği gibi, son yıllarda bu şartlar içinde partimiz neredeyse boğulacaktı. Bugün gizlilik çökmektedir. (Burada, gizlilikten nefret eden ve sözcüklerini de bu nefretiyle seçen bir Aydınlıkçı tercümecilikle karşı karşıyayız. Aynı makalenin, dili kötü olmakla birlikte, ideolojik kaygı gözetilmeden İnter Yayınları tarafından basılan çevirisinde bu cümle şöyledir: ‘”Yeraltı dönemi’ sona ermektedir.” -Ö.D.) Öyleyse daha da cesaretle ileri atılın! Yeni silahlar ele geçirin, onları yeni gelenlere dağıtın, dayanak noktalarınızı çoğaltın, bütün sosyal demokrat işçileri safınıza çağırın, onları yüzlerle, binlerle parti örgütlerine katın. Onların delegeleri bizim çok sayıda merkezimize canlılık kazandırsın, buralara devrimci genç Rusya’nın taptaze soluğunu getirsin… Öyleyse, mutlaka gerekli olan parti reformuna girişerek her türlü tutuculuğu reddedelim, yeni yolda derhal ilerlemeye koyulalım. Bu, bizim (tartışılmaz yararı hayatın kendisi tarafından ve devrimin akışı içinde bütün resmi kararlardan yüz kat daha fazla bir güçle doğrulanan ve gene tartışılmaz yararı sosyal demokrat işçiler tarafından da kabul edilen ve onaylanan) eski gizli aygıtımızı ortadan kaldırmayacaktır. Bu, bize gerçekten ve sonuna kadar devrimci biricik sınıfın, Rusya’da özgürlüklerin yarısını elde etmiş, tamamını da elde edecek olan ve Rusya’yı özgürlük yolundan sosyalizme götürecek olan sınıfın derinliklerinden gelen genç ve yeni güçler kazandıracaktır!” (Agy, sf. 127,128)
Örgüt türünün yasallaştırılmaya girişilmesinin çıkış noktası, özgürlüklerin fiilen kazanılmış olması; amacı ise, devrimin binlerle, on binlerle ortaya çıkardığı yeni ve taze güçlerin kazanılması ve örgütlenmesi, devrim içinde hazırlığın tamamlanarak, devrimci saldırının sistemli ve örgütlü hale sokulabilmesi ve zaferin garanti edilmesidir. Ama yasadışı aygıt “şimdilik” korunsa da, yeni kurulmakta olan yasal aygıt, örgütlenmesinde yeniliklere ihtiyaç göstermektedir. Sosyalist işçileri sadece partiye davet etmek, ama bunu, partiyi, işçilerin ulaşabileceği ve onları kucaklayabilecek biçimde örgütlemeden yapmak, bir iyi niyet ortaya koymaktan başka anlama gelemezdi. Lenin, partinin yeni örgütlenme biçimi için hemen yeni ölçütler koymadı, çünkü daha her şey yeniydi ve işe yeni girişiliyordu. Uygun yeni biçimler bulmak üzere, bütün parti üyelerinden azami inisiyatif ve yaratıcı ruhla dolu kolektif bir çalışmaya girişmelerini istedi. Partinin taban örgütü hücresinin eskisinden daha esnek ve gevşek, daha serbest bir biçimde örgütlenmesi gereğini vurgularken; bir yandan siyasal özgürlüğün fiilen kazanıldığı, ama bir yandan da onun henüz eğreti olduğunun bilinciyle, hem kazanılmış siyasal özgürlüğü kullanmak ama hem de yalnızca kazanılmış özgürlük alanını genişletmek de değil, çarlığı devirerek elde edilen kazançları tamamlamak ve sağlam temeline oturtmak gereği üzerinde durdu:
“Halkın yurttaşlık haklarının tamamen güvence altına alındığı, tam bir örgütlenme özgürlüğünün var olduğu koşullarda elbette her yerde sosyal demokrat birlikler (sadece sendikal değil, aynı zamanda siyasi birlikler) kurmamız gerekecektir. Bugünkü koşullarda ise, her yoldan ve elimizdeki bütün imkânlarla bu amaca yaklaşmaya çalışmalıyız.” (Agy, sf. 130)
RSDİP, yakaladığı bu fırsattan, kuşku yok ki, yalnızca seçim çalışmaları vb. için yararlanmakla sınırlamıyordu kendisini. Amaç, devrimin güçlerini geliştirmek olduğu kadar, nihai hesaplaşma için hazırlamak ve bu hesaplaşmayı en örgütlü şekilde karşılamaktı da. Lenin şöyle konuşuyordu:
“Özetle biz sosyal demokratlar eylem özgürlüğünün bugünkü boyutlarından her bakımdan yararlanmalıyız; bu özgürlük ne kadar sağlamlaşırsa, biz de, ‘halka gidelim!’ şiarını o kadar canlı bir şekilde ileri süreceğiz. İşçilerin kendi inisiyatifi, şimdi gizli çalışma yapan ve ‘ufak çevreler’e üye bizlerin daha dün hayal etmeye bile cesaret edemediğimiz boyutlara ulaşacaktır… Biz bugün ‘halka’, en ücra köyler dâhil, bütün herkesin katılacağı seçimler için olduğu kadar, taşra Vande’sinin (Fransa’da, 18. yy. sonunda köylülerin cumhuriyete karşı isyana giriştikleri bir eyalet. -Ö.D.) gerici zihniyetini felce uğratmak ve büyük merkezlerden gelen şiarların bütün ülkeye, proletaryanın bütün kitlelerine yayılmasını sağlamak için açık mücadele amacıyla da (ki bu daha da önemlidir) gitmeliyiz.” (Agy, sf. 132)
Devrim yenilgiye uğradığında, kazanılmış özgürlükle birlikte, işçi sınıfı ve emekçi kitleler amansız bir saldırıya maruz kaldığında, RSDİP’in “parti reformu” ve yeni örgütlenmeye geçme denemesi son buldu; eskinin yeni örgüt biçimleri eskidi ve parti yeniden, zaten dağıtmadan koruduğu yasadışı aygıtını sağlamlaştırma görevine döndü. Eğreti de olsa siyasal özgürlükler olmadan, partinin yasallığı üzerinde konuşulamazdı bile. Bunun anlamı tasfiyecilikten başka şey olmazdı.

MENŞEVİK TASFİYECİLİK VE LENİN
Devrim döneminin ardından, yenilgi ve karanlık gericilik yılları geldi. İşçi ve köylü hareketi gerilemeye başlamıştı. 1905’te 2.863 bin olan grevci işçi sayısı, 1907’de 740 bine; 1908, 1909 ve 1910’da ise, sırasıyla, 176, 64 ve 47 bine düşmüş, siyasal grevler görünmez olmuştu. Devrimin gerilemesi ve inisiyatifin otokrasinin eline geçmesi, karşıdevrimci terörün tırmanmasıyla at başı gitti. Sonunda tam birleşip örgütlenememiş, bilinç ve örgüt düzeyi devrimin zaferi için yeterli olmamış işçi sınıfı ve onunla birleşme düzeyi yetersiz kalmış köylülerin ayaklamaları bastırıldı. İşçilerin grevleri ve devrimci hareketi -köylülerinkiyle birlikte- gerileme sürecine girip çarlık inisiyatifi ve kendine güveni yeniden kazandıktan sonra, işçi hareketinin gerileme ve gerilemenin dağılmaya dönüşmesi süreci hızlandı. Moral bozukluğu gelişti ve gerileme hemen bütünüyle bozguna dönüştü. Gelişmelerden, en az, geri çekilme taktiğine başvurarak düzenli bir geri çekilmeyi gerçekleştirmeye çalışan Bolşevik Partisi etkilenmesine rağmen, gerileme ve dağılmadan, o da etkilenmezlik edemedi. Lenin, “Sol Komünizm”de gericilik yıllarını şöyle tanımladı:
“Çarlık yenmiştir. Bütün devrimci partiler ya da muhalefet partileri ezilmişlerdir. Siyaset yerine, yılgınlık, moral kırıklığı, bölünmeler, dağılma, davayı yadsıma, ahlaksızlık, felsefi idealizme doğru artan bir eğilim; mistisizm, karşıdevrimci bir ruh halini izlemeye yaramaktadır.” (sf. 16)
Otokrasi, öteden beri tarım politikası vb.nin gösterdiği gibi burjuvalaşma yolunu tutmuştu; ama devrimle birlikte bu açıdan ileri adım atmaya zorlanmış bulunuyor, eski toprak düzeninden ve bazı eski dayanaklarından vazgeçmek durumunda kalıyordu. Eskiden de büyük burjuvazi feodal aristokrasinin yanında iktidar mevkiindeydi. Ama şimdi şehirlerin proleterleriyle kırsal bölgelerin emekçi yığınlarına karşı liberal burjuvazi de, zengin köylülerden destek aramaya yönelmişti. Salt eski yöntemleri kullanarak ayakta kalamazdı. Devrim sırasında yığınları yatıştırma ve mücadelelerini saptırma amaçlı olarak gündeme soktuğu güdük “halk temsili” ve Duma, 3 Haziran Stolypin Darbesi’yle tümden güdükleştirildi, işçi ve köylülerin katılımı iyice kısıtlanırken devrim karşısında duyduğu korkuyla çarlıkla uzlaşmasını derinleştiren karşıdevrimci liberal burjuvaziye “temsili organ”da tanınan olanaklar genişletildi ve otokrasi, tamamen burjuva yolu tuttuğunu kanıtlamak istercesine, aristokratlarla oktobrist burjuvaziyi dengelemeye ve Duma’da bu sınıflar arasında bir ittifak sağlamaya zorlandı. Otokrasi burjuvalaşma yolunu tutar, sahte anayasal kurumlarla örtünmeye çalışır ve dayanaklarıyla birlikte kendisini yeniden düzenlemeye yönelirken; gericilik, aşağı sınıfların ve örgütlerinin dağınıklığını geliştirmek üzere bütün saldırganlığıyla yürürlükteydi. Lenin 1908 Martı’nda şöyle yazdı:
“3 Haziran’daki gerici darbeden bu yana altı aydan fazla zaman geçti ve hiç şüphe yok ki bu ilk altı ay boyunca, sosyal-demokratların örgütü de içinde olmak üzere bütün devrimci örgütlerin büyük ölçüde gerilediği ve zayıfladığı görüldü. Yalpalama, dağınıklık ve parçalanma; işte bu ilk altı ayın genel özellikleri bunlardı. Aslında başka türlü olması beklenemezdi; çünkü gericiliğin son derece şiddetlenmesi ve geçici bir zafer kazanması ve dolaysız sınıf mücadelesinin zayıflamasının devrimci partilerde bir buhrana yol açması kaçınılmazdı.” (Örgütlenme, sf.135)
Gündelik pratik çalışma içindeki Stalin’in 1908 Aralık Konferansı sırasındaki durumu yansıtan gözlem ve saptamaları, tahmin edilebileceği gibi daha somuttur:
“Partimizin şiddetli bir kriz geçirmekte olduğu kimse için bir sır değildir. Partinin üye kaybı, örgütlerinin küçülmesi ve zayıflığı, birbirinden tecrit durumunda olmaları ve ahenkli parti faaliyetinin yokluğu -bütün bunlar partinin sıkıntı içinde olduğunu ve ölümcül bir kriz geçirdiğini gösterir.
“Partiyi özellikle zayıflatan ilk şey, parti örgütlerinin geniş kitlelerden tecrit olma durumudur. Bir zamanlar örgütlerimizin saflarında binlerce insan vardı ve bunlar yüz binlere önderlik ediyorlardı. O zamanlar partinin kitleler için de sağlam kökleri vardı. Şimdi durum böyle değil. Binlerce insanın yerine örgütlerimizde onlarca veya en fazla yüzlerce insan kaldı. Yüz binlere önderlik etmeye gelince, bunun lafını bile etmeye değmez… Krizin tam çapını hemen görebilmek için 1907″de 8000 üyemizin olduğu fakat şimdi 300-400 insanı zorlukla toparlayabildiğimiz St. Petersburg’a bakmak yeterlidir. Benzer durumlarda olan Moskova’dan, Urallar’dan, Polonya’dan Donetz Havzası’ndan vb. söz etmeye gerek yok.
“Dahası var. Parti sadece kitlelerden tecrit olmanın sıkıntısını çekmekle kalmıyor, kendi örgütlerinin birbirleri ile ilişkide olmamasının, aynı parti hayatını yaşıyor olmamasının ve birbirinden kopuk olmasının sıkıntısını da çekiyor. St. Petersburg, Kafkasya’da ne olduğunu bilmiyor, Kafkasya’nın Urallar’dan haberi yok vb; her küçük köşe kendi hayatını yaşıyor. Aslını söylemek gerekirse, 1905–07 döneminde gururla bahsettiğimiz aynı ortak hayatı yaşayan tek bir partimiz artık yok.” (Stalin, Parti İçindeki Kriz ve Görevlerimiz, Aktaran. Tony Cliff, Lenin: Partinin İnşası, sf. 193–94)
Dağınıklığa ve partide “kriz”e yol açan temel koşul, otokrasinin zaferi ve devrimin kana boğulması ertesinde yaşanan gericilik dönemiydi. Ama nedeni ve sınıfsal temeline ilişkin açıklaması neydi? Aydınların dönekliği, kaçaklık ve tasfiyecilik ve partiye, küçük burjuva aydınlar üzerinden gerçekleşen burjuva etkisinin yayılması. Şubat 1909’da Lenin şunları söylüyordu:
“Bir çözülme yılı, bir ideolojik ve siyasal ayrılık yılı, parti açısından bir sürükleniş yılı gerimizde kaldı. Tüm parti örgütlerimizde üye sayısı düştü. Bazıları -özellikle üyeleri en az proleterce olanlar parça parça oldular. Partinin devrim tarafından yaratılan yarı-yasal kurumları arka arkaya dağıldı. İşler öyle bir noktaya geldi ki, parti içindeki bazı unsurlar, genel parçalanmanın etkisi altında, eski sosyal demokrat partiyi korumanın, onun çalışmalarını sürdürmesinin, bir kez daha ‘yeraltına girmenin’ gereği olup olmadığını ve bunun nasıl yapılacağını sormaya başladılar. Aşırı sağ (tasfiyeci eğilim denen eğilim) bu soruya, her ne pahasına olursa olsun, hatta parti programını, taktiklerini ve örgütünü açıktan açığa bir yana koyma pahasına, kendimizi yasal duruma sokmamız gerektiği yolunda karşılık veriyordu. Hiç kuşku yok ki, bu, örgütsel olduğu kadar, ideolojik ve siyasal bir bunalımdı…
“Partideki bunalımın ana nedeni… yalpalayan aydın ve küçük burjuva unsurlardır. İşçilerin partisi bu unsurlardan kurtulmak zorundaydı. Bu unsurlar işçi sınıfı hareketine, daha çok, burjuva demokratik devriminin çabucak utku sağlayacağı umuduyla katılmışlardı, tepki dönemine dayanabilecek durumda değildiler. Kararsızlıkları, parti örgütünde olduğu kadar, teoride (devrimci Marksizm’den gerileme: bugünkü durum hakkında karar) ve taktiklerde (‘sloganların budanması’) kendini ortaya koymaktaydı. Sınıf bilincine ermiş işçiler bu kararsızlığı reddettiler, azimle tasfiyecilerin karşısına dikildiler, parti örgütlerinin yönetimini ve yöneltilmesini kendi ellerine almaya başladılar. ” (Tasfiyecilik Üzerine, sf. 27-28)
Kaçaklık ve dönekliğin teorisini yaparak partiden ayrılan küçük burjuva aydın unsurlar ve onlarla birlikte davranan küçük burjuva kafalı az sayıda işçi, sınıfın saflarında burjuva liberal etkinin yayıcıları olarak, kooperatifler, işçi birlikleri, eğitim dernekleri ve Duma grubunun danışma kurulları gibi değişik yasal örgütlerin başına çöreklendiler ve “… Oralarda sadece parti siyasetini uygulamamakla kalmadılar, üstelik partiye karşı savaş açtılar ve bu örgütleri partinin elinden koparmaya, partiye düşman etmeye çalıştılar. Yasallığı bir fetiş durumuna sokarak ve işçi sınıfı içindeki geçici çöküntünün ve dağınıklığın getirdiği dar eylem biçimlerini bir ilke haline getirerek bu öğeler -partinin, kendilerini açıkça ortaya koymuş tasfiyecileri- gayet belirgin bir biçimde teorik ve taktik revizyonizm temeli üzerinde yer tuttular.” (Age, sf. 44)
Tasfiyeciler 1912’de topladıkları konferanslarında, proletaryanın yasadışı partisinin “açık bir işçi partisi” ile değiştirilmesini açıkça ve resmen karara bağlayarak “sorunu çözdüler”. Lenin’in de haklı olarak belirttiği gibi, konferans kararları, “Parti kuruluşunun örgütsel biçimleri” başlığını taşıyor ve görünüşte partinin örgütlenme biçimine ilişkin karar alıyorlardı; söz konusu olanın, partinin türünün değiştirilmesi olduğu hemen anlaşılıyordu. Kararlarının birinci maddesi, “Sosyal demokrat partinin, sosyal demokrat proletaryanın, kendi kendini yöneten bir örgüt haline dönüştürülmesi, ancak sosyal demokrat örgütün işçi yığınlarını, her türlü açık toplumsal ve siyasal eyleme çekme girişimi çerçevesinde biçimlenmesiyle gerçekleştirilebilir.” diyordu. (Age, sf. 278)
Parti, dönüştürülecekti! Açık ya da yasal eylem içinde dönüştürülecekti! Yani eski, bilindik partinin, yasadışı örgütün yerine yasal eylemin örgütü geçirilecekti.
Kararın ikinci maddesi ise şöyleydi: “Devrim öncesi döneme bakışla, toplumsal ve siyasal koşullardaki değişiklikler karşısında, daha önceden varolan ya da doğmakta olan yasadışı parti örgütleri, kendilerini, açık işçi sınıfı hareketinin yeni biçimleri ve yöntemlerine uyarlamalıdırlar.” (Age, sf.281)
Önceden belirtmiştik; siyasal özgürlüklerin kazanılması sonucunu veren köklü toplumsal siyasal değişiklikler olmaksızın, toplumsal siyasal durum ve güç ilişkilerindeki dalgalanma ve nispi değişmeler, ancak örgütün biçimini etkiler ve yenilenmesini gerektirir; ama türünü asla. Karar maddesinde “toplumsal siyasal değişiklikler” den söz etmekle, tasfiyeciler, aslında örgütün türünde değişiklik gereğini, yasadışı partinin ve örgütlerinin kendilerini açık ya da yasal harekete uyarlamaları gereğini haklı göstermek istemişlerdi; ama bunu da çok açık söyleyemiyorlardı.
“Aslında ‘koşullardaki değişiklikler karşısında’ kendini yasadışı örgüte uyarlaması gereken örgüt, yasal örgüt olmalıdır” diyen Lenin, tasfiyecileri şöyle eleştiriyordu:
“Durumu bizim değerlendirişimizden -partinin değerlendirişinden- çıkarılacak temel sonuç, devrimin gerekli olduğu ve yaklaştığı sonucudur. Devrime götürecek olan gelişme biçimleri değişmiştir, ama devrimin eski hedefleri yerli yerinde duruyor. Buradan çıkarılacak sonuç şudur: Örgütlenme biçimleri değişmelidir; ‘çekirdek’lerin biçimi esnek olmalıdır, bu çekirdeklerin genişlemesi, çekirdeğin kendisinde değil, ama genellikle onların yasal ‘çevresinde’ olacaktır vb… Ama yasadışı örgütün biçimlerindeki bu değişiklik, hiçbir zaman yasal harekete ‘uyarlama’ formülüyle ifade edilmemiştir. Bu tamamen farklı bir şey. Yasal örgütler, yığınlar arasında yasadışı çekirdeklerin fikirlerini yaymak için kullanılan müstahkem mevkilerdir. Başka deyişle, eski etkimizin yasadışı doğrultuda sürüp gitmesini güvence altına almak için etkileme biçimini değiştirmekteyiz.
“Salt örgüt biçimi olarak, yasadışı, kendini yasal olana ‘uyarlamaktadır’. Ama partimizin çalışmalarının içeriği açısından, yasal eylem kendini yasadışına uyarlamaktadır’.” (Age, sf.282–3, a.ç. Lenin)
Lenin, toplumsal koşullar değiştikçe örgüt biçimlerinin değişmesi sorununda nettir, koşullar değiştikçe biçimler değişecektir; üstelik “salt örgüt biçimi olarak” yasadışının kendisini yasala uyarlamasının doğru ve gerekli olduğunu belirtmektedir. Yani parti, kendisini, biçimsel olarak, yasal harekete “uyarlamalı”, yasal hareketi kucaklayacak uygun örgüt biçimleri geliştirmelidir. Ama bir şey kesindir: Örgüt türü ya da çalışmanın içeriği yasadışı olmalı ve bu bakımdan yasal eylem kendisini ona uyarlamalıdır. Bu, aynı zamanda, örgütün, türsel olarak, açık bir işçi partisi ile değiştirilmesinin ret ve mahkûm edilmesidir. Lenin, yasadışı partinin açık ya da yasal bir partiye dönüştürülmesini, yasadışı partinin yerine açık partinin geçirilmesini tasfiyecilik olarak mahkum eden bu yaklaşımıyla, yasalcı tasfiyecilerin “açık parti” ve “açık parti için savaşım” sloganlarını oportünizm olarak suçlamaktadır:
“Açık bir parti sözü, aydınların partiyi yadsımalarını örtülemek için kullandıkları bir sözden başka bir şey değildir, ikincisi, parti, tasfiyeciliği, yani açık bir parti sloganını birçok kez mahkûm etmiştir. Ama parti, açık eylemleri mahkûm etmek şöyle dursun, tam tersine, onları savsaklayan ya da yadsıyanları mahkûm etmiştir. Üçüncüsü, 1904’ten 1907’ye kadar açık eylemler, özellikle, tüm sosyal demokratlar arasında geliştirilmiş bir şeydir… O sıralarda sosyal demokratlar arasında böyle bir slogan neden ortaya atılmadı? Çünkü o zaman, sosyal demokratların bir kesimini aşırı oportünizme çekecek bir karşıdevrim fırtınası henüz esmemişti. O sıralarda ‘açık bir parti için savaşım’ sloganının oportünist bir ifade olduğu, ‘yeraltının’ yadsınması niteliğinde olduğu çok çabuk belli olurdu… 1905 dönemi boyunca, açık eylemlerin olağanüstü bir biçimde geliştiği sıralarda, ‘açık bir parti için savaşım’ sloganı diye bir şey yoktu. Karşı-devrim döneminde, açık eylemlerin daha yavaş gelişme gösterdiği sıralarda, sosyal-demokratların bir bölüğü (burjuvaziyi izleyerek), ‘yeraltını’ yadsıyan ‘açık bir parti için savaşım’ sloganını ortaya attı.” (Age, sf.326–27)
Siyasal özgürlükten yoksunluk koşullarında, Lenin’in temel kaygısının, örgütün türü ve çalışmasının içeriğinin yasadışı niteliği olduğu anlaşılmış olmalıdır. Bunu yadsıyanları tasfiyecilikle tanımlamakta; siyasal özgürlüğün hemen hiç bulunmadığı, liberal burjuva Kadet partisinin bile yasa dışılığa zorlandığı karanlık gericilik dönemindeyse, açık eylemi mümkün ve gerekli görürken, yasadışı partinin yerine konmak üzere ileri sürülen “açık parti için savaşım” sloganını oportünizmle nitelemektedir. Lenin’in “açık parti”ye ilişkin görüşlerinin iyice anlaşılır olması için, onun açık eylem üzerine söylediklerini de aktararak bölümü tamamlayalım:
“Birbiriyle taban tabana karşıt iki tür açık eylem olasıdır (ve görülecektir) – biri tamamen eskinin ruhuyla onun sloganları ve taktikleri adına eskiyi savunan, ikincisi eskiye karşı, onun rolünün ve sloganlarının küçümsenmesi için eskiyi reddeden iki tür açık eylem… Tartışma noktası şu, sayın bayım: Bu eylemler ‘yeraltı’nı savunma doğrultusunda ve onun ruhuna uygun mu yürütülmeli, yoksa yeraltını küçümsemeli, ona karşı çıkmalı, onun ruhuna karşıt mı olmalı? Anlaşmazlık, sadece -sadece!-, bu belli başlı açık eylemin liberal bir ruhla mı yoksa tutarlı demokratik bir ruhla mı yürütüldüğü noktasındadır. Anlaşmazlık, ‘sadece’ insanın açık eylemle yetinmesinin mümkün olup olmadığı noktasındadır…” (Age, sf. 327-28, a.ç. Lenin)

YASAL ÖRGÜT BİÇİMLERİNİ YADSIMAK, BİR TASFİYECİLİK TÜRÜDÜR

Tasfiyecilik, özgürlükten yoksunluk koşullarında yasadışı örgüt türünün yadsınması ve onun yasal bir örgüte dönüştürülme çabasından ibaret değildir. Yasadışı örgütün, koşulların gerekli kıldığı yasal örgüt ve mücadele biçimlerini kullanmaktan, böylece yasal örgütler içinde elde edeceği “müstahkem mevkiiler”den yararlanarak kendisini perdeleyip korumak ve aynı zamanda, başka türlü mümkün olmayan işçi ve emekçi hareketinin geliştirilmesi ve ilerletilmesini, bu olanaklardan yararlanarak sağlamaktan uzak tutulması da, tersyüz edilmiş bir tasfiyecilik türüdür. Bu tür tasfiyecilik, yasal olanaklardan yararlanılmasının yadsınması yoluyla, yasadışı örgütün korunması, pekiştirilip sağlamlaştırılması ve işçi hareketinin gelişmesiyle birlikte geliştirilmesinin olanaksızlaştırılması yoluyla, onun, “sol” bir görüntü verilerek yok oluşa mahkûm edilmesidir. Bu tasfiyecilik türü, Türkiye’de ’71küçük burjuva devrimciliğiyle ortaya çıkmış, şimdi kalıntılar halinde varlığını sürdüren küçük burjuva sosyalizminin yasa dışılığı tek örgüt ve eylem biçimi gören ve yasal olanaklardan yararlanmayı reddeden anlayışında yaşanmıştır; örnekleri oldukça boldur: Devrimci Sol ve TKP/ML gibi…
Rusya’da, özellikle Duma’ya katılmayı reddetmeleri dolayısıyla Lenin’i uğraştıran Otzovizm olarak ortaya çıkmıştır. Lenin, Menşevik tasfiyecilikle tek bir ortak temele sahip bu “sol”dan tasfiyeciliği, otzovizmi şöyle tanımlayıp eleştirdi:
“En önde gelen ödevimiz, RSDİP’i korumak ve pekiştirmektir. Bu büyük ödevin başarılması, çok önemli bir öğeyi içerir: Tasfiyeciliğin iki türüyle -sağdaki ve soldaki tasfiyecilikle- savaş. Sağdaki tasfiyeciler yasadışı bir RSDİP’e gerek olmadığını, sosyal demokrat eylemlerin özellikle ya da olabildiği ölçüde yasal olanaklar çerçevesinde toplanması gerektiğini söylüyorlar. Soldaki tasfiyecilerse öteki aşırı uca gidiyorlar: Onlara göre, parti çalışmalarının yürüyebileceği herhangi bir yasal yol yoktur. Onlar için salt yasadışı eylemler vardır, her ne pahasına olursa olsun yasadışı eylemler. Her ikisi de, aşağı yukarı aynı ölçüde, RSDİP’i tasfiye edici eğilimlerdir. Çünkü tarihin bize zorladığı bugünkü durumda yasal ve yasadışı çalışmaları, belli bir yöntem çerçevesinde, birbiriyle akıllıca bağdaştırmaksızın, ‘RSDİP’in korunması ve pekiştirilmesi’ aklın alabileceği bir iş olamaz.” (Tasfiyecilik Üzerine, sf. 40)
İki tür tasfiyeciliği birleştiren temel, yasal ve yasadışı çalışmanın birleştirilmesinin yadsınmasıdır; bunu biri sağdan, yasallığı; diğeri “soldan” yasa dışılığı tek örgüt ve mücadele biçimi olarak ileri sürerek yapar. Sonuç ise aynıdır: Partinin korunup pekiştirilememesi ve devrimin hazırlanamaması. Lenin, Otzovizmin şahsında, bu iki sonucu çok açık ortaya koyuyor:
1- “İçyüzü ortaya dökülen Menşeviklik, yani otzovistlik ve ültimatomculuk da tasfiyeciliğin güçlenmesine yol açıyor: Duma ve yasal eylemler konusunda ‘çekişmeyi’ sürdürmek, eski örgütü, yeni tarihsel döneme göre değişen koşullara uyarlamaksızın korumaya çalışmak, gerçekte devrimci durağanlık ve yasadışı örgütün yıkılması demektir.” (Age, sf. 69)
2- “Öte yandan -şimdi burada ikinci sapma üzerinde duracağız -gündelik devrimci sosyal demokrat çalışmaları, her bir yeni tarihsel dönemin kendine özgü niteliklerine uyarlayarak biçimini değiştirmeyi bilmeksizin bu çalışmaları yürütmek uygulamada olanak dışıdır. ‘Duma’da sosyal demokratik çalışma yapmayı ve yasal olanakları kullanmayı reddetmek, her ikisinin önemini kavrayamamak’, uygulamada sosyal demokrat bir sınıf siyaseti gütmeyi olanaksızlaştıran sapmanın ta kendisidir. Rusya’nın tarihsel döneminin yeni aşaması, karşımıza yeni ödevler çıkarıyor. Bu, eski görevlerin yerine getirildiği, onların artık bir yana bırakılabilir olduğu anlamına gelmez. Demek istediğimiz şu ki, bu yeni ödevleri dikkate almak, yeni savaşım biçimleri bulmak, bu ödevleri yerine getirmeye elverişli taktikler ve örgüt hazırlamak gereklidir.” (Age, sf. 80)
Önceden temelleri ortaya koyulmaya çalışılan şu fikir, şimdi belirgin biçimde karşımızdadır: Toplumsal siyasal koşullardaki değişiklikler, mücadele ve örgüt biçimlerini etkileyip belirler; komünistler, devrimi gereğince hazırlayabilmek için, bu koşullardaki değişmelerin gerekli kıldığı görevleri üstlenmek, yasal ve yasadışı çalışmayı uygun yöntemlerle birleştirmek, yasadışı partiyi, biçimde, yeni dönemin koşullarına ve dayattığı görevlere uyarlamak, yeni örgüt ve mücadele biçimleri geliştirmek ve böylelikle hem işçi ve emekçi hareketinin önünü ve gelişme kanallarını açmak ve hem de ancak bu yolla gerçekleştirebilecekleri yasadışı örgütü koruyup pekiştirmeyi başarmak zorundadırlar. Başka türlü, tasfiyecilik yapılabilir, devrimcilik oynanabilir, ama asla devrimci olunamaz ve devrimcilik yapılamaz. Devrimin hedefleri ve amaçlarının (dolayısıyla temel toplumsal siyasal koşulların) değişmeden kalmasına bağlı olarak sadece örgüt türünün değişmez kalmasını ve yasadışı partinin vazgeçilmezliğini savunmak mutlaka gerekli, ama yeterli değildir. Değişen toplumsal siyasal koşulları dikkatle irdeleyip, bundan, devrimi hazırlamak ve partiyi koruyup güçlendirmek üzere gerekli sonuçları çıkarmak, uygun mücadele ve örgüt biçimleri geliştirip hazırlamak ve yasal çalışmayla yasadışı çalışmayı belirli bir yöntem çerçevesinde birleştirmek, devrimci kalmanın koşuludur.

Nisan-Mayıs 1995

Sınıf hareketi ve 1 Mayıs

’95 1 Mayısı’na çok az bir süre kaldı. Mevcut durum göz önüne alındığında işçi ve emekçiler açısından durumun pek de parlak olmadığı ortada. 1 Mayıs’ın işçi ve emekçiler açısından ne anlama geldiğine ilişkin olarak bugüne dek binlerce sayfa dolduracak kadar söz edildi. Bu nedenle biz ayrıca üzerinde durmayacağız. Ne var ki; sarf edilen bu sözlerin birçoğunun oldukça soyut kaldığını; kuru bir tarih anlatıcılığının ötesine geçmediğini, dönemin ihtiyaçlarını hiç dikkate almayan hamasete dayanan ajitatif bir söylem olarak kaldığını belirtmemiz gerekiyor.
Oysa 1 Mayıs’ın anlam ve önemi tarihsel olduğu kadar günceldir de. Bu bakımdan dönemin temel karakteristik olay ve olgularını, emekçi sınıflar hareketinin düzeyini, devrim ve karşıdevrim arasındaki verili güç ilişkilerini ve mevzi konumlanışı, bugünkünü bir öncekinden farklı kılan yanların neler olduğunu ve bir dizi diğer etkeni hesap dışı tutan bir taktik tutum daha başından iflas etmeye mahkûmdur. Bir başka anlatımla; 1 Mayıs, proletaryanın iktidar mücadelesinin dönemsel olarak tezahür ediş biçiminin bir unsuru olduğu ve onu ilerletici bir rol oynadığı oranda anlamlıdır.
O nedenle; ’95 1 Mayıs’ındaki taktik tutum ne olmalıdır sorusunu cevaplamadan önce yukarıda sayılan olgulara dikkat çekilmesi gerekmektedir.

BURJUVAZİ VE DİKTATÖRLÜK POLİTİK GÜÇSÜZLÜĞÜ YAŞIYOR
İçinde bulunduğumuz dönemin en karakteristik özelliği; burjuvazi ve diktatörlüğün – politik bakımdan tarihinin en güçsüz dönemini yaşıyor olmasına karşın; bu güçsüzlüğü olgun bir politik krize kadar ilerletip burjuva-kapitalist sistemi yıkıma uğratacak sınıfın (proletaryanın) hareketinin taşıdığı nitelik (kendiliğindenlik) ve içinde bulunduğu durgunluktur. Üzerinde bulunduğu dar sendikalist platform, işçi hareketinin neredeyse elini kolunu bağlamış durumdadır.
İşçi ve emekçi hareketinin bu özelliği son Gaziosmanpaşa olaylarında kendini apaçık dışa vurmuştur. Daha sonra değineceğimiz gibi patlak verdiği andan itibaren bir halk direnişi, yoksulların sisteme bir başkaldırısı karakteri kazanan Gazi Mahallesi ve Ümraniye direnişinin sunduğu eşi az bulunur imkânlardan yazık ki işçi sınıfı ve kamu emekçileri ve onların hareketi yararlanamamıştır.
Burjuvazi ve diktatörlük, işçi ve emekçileri aldatmaya dönük manevra imkânlarını önemli ölçüde tüketmiş bir durumda. Parlamento içinde ve dışında mevcut DYP-CHP hükümetinin dışında burjuvazi açısından göz doldurur bir alternatif şimdilik görünmüyor.
Gerek özelleştirme uygulamaları, gerekse 5 Nisan “ekonomik istikrar paketi” çok ciddi engellerle karşılaşmadan uygulanma olanağı bulmasına rağmen: iç ve dış borç kıskacında kıvranan ekonominin ihtiyaç duyduğu taze para akışını sağlamaya yeterli gelmemiştir. Enflasyon cumhuriyet tarihinin en yüksek rakamına bu dönemde ulaştı. Yeni bir iç ve dış borçlanma ihtiyacı her geçen gün artarak devam ediyor. Dış politika alanında yaşananlardan söz etmek dahi gereksiz. Kıbrıs’tan, Kafkaslara, Balkanlar’dan, Ortadoğu’ya tüm alanlarda kurgulanan politikalar iflas etmiş, Türkiye egemen sınıflarının, gelinen aşamada emperyalistlerin saray soytarılığını yapmaktan başka seçenekleri kalmamıştır.
Diğer yandan, uzun zamandır özlemi duyulan moral ortamın gümrük birliği antlaşması ile yakalandığı hesap edilirken; patlak veren Gaziosmanpaşa direnişi her şeyi altüst etti. Şimdilerde Kuzey Irak’a yapılan sınır ötesi operasyona umut bağlanmış durumda. Bizzat Tansu Çiller’in deyimiyle “medyanın yardımıyla kazanılacak olan zafer” daha önce çeşitli kereler olduğu gibi yine bu vesileyle “ülkenin makûs talihi”nin yenildiği tarihi bir an olarak lanse edilecekti. Ancak operasyonun başlangıcından bu yazının kaleme alındığı tarihe kadar geçen sürede gerçekleşenler burjuvazi ve onun “Mehmetçik medya”sının aksi yönde gösterme çabalarına rağmen amaçlananın tersine operasyonun tam bir fiyasko olduğunu gösteriyor. Öyle görünüyor ki; burjuvazi ihtiyaç duyduğu Pirus zaferini bu kez de elde edemeyecek. Burjuvazi ve diktatörlüğü sarsan, ekonomik ve politik olarak onu güçsüz düşüren olgular kuşkusuz bunlardan ibaret değil. Yaşanan sosyal çalkantılar ve iktisadi bunalımın toplamı üzerinden bir değerlendirme yapıldığında varılacak sonuç şudur: Girdiği krizin tahrip edici sonuçlarını hafifletmek, anlık da olsa soluklanabilmek için sermaye cephesinin ve onun devletinin işçi ve emekçilere saldırmaktan öte bir başka seçeneği yoktur. Zaten o da tereddütsüz bir saldırı politikası uygulamaktadır. Bunun ötesinde eğer kısmi bir istikrar ortamından söz edilebilirse; bu durum çok geçicidir ve burjuvazinin emekçi sınıflar karşısındaki olanaklarını tüketme pahasına sağlandığı unutulmamalıdır.

DURGUNLUK İŞÇİ HAREKETİNİ TAHRİP EDİYOR
Sermaye cephesi tarihinin en güçsüz dönemlerinden birini yaşarken bu olgunun doğal sonucu olacak yıkımı ve dağılmayı yaşamıyorsa bunun başlıca sebebi yukarıda da vurguladığımız gibi; işçi ve emekçi sınıfların hareketinin düzeyi ve üzerinde durduğu platformdur. Burjuvaziyle iktidar düzeyinde açık çatışmalara girmenin ve egemen otoriteyi yıpratıp dağıtmanın maddi olanakları giderek olgunlaşırken, işçi hareketi; bu gerçeği gören ve mücadele platformunu açık siyasal çatışmalar düzeyinde ele alan bir tutumla hareket edemiyor.
Oysa ekonomik taleplerle sınırlı bir platformda kalındığı sürece en küçük ekonomik hak talebinin dahi elde edilemeyeceği gerçeği son yılların pratiğiyle defalarca kanıtlanmıştır. 26 Mart tarihinde Bostancı Gösteri Merkezi’nde yapılan “işçi Kurultayı”nın belki de olumlu ve anlamlı tek sonucu; bu durumun artık ileri işçi kesimlerince de görülmeye başlandığıdır. Sınıf hareketinin üzerinde bulunduğu ekonomik-sendikalist platformdan politik bir platforma sıçramasına hizmet edecek bir işçi ve emekçi karakterli kitle partisine olan ihtiyaç kurultay boyunca konuşanlar tarafından önemle vurgulandı.
İşçi hareketinin içine girdiği durgunluğun uzun sürmesinin bir diğer sonucu da, küçük burjuva sınıf dışı akımların kendilerine alan açma çabalarını giderek yoğunlaştırmalarıdır. Bu olgu kendisini en örtülenemez halde son kurultay çalışmalarında gösterdi. Öyle ki en son İstanbul’da Şubeler Platformu’nca yürütülen “kurultay çalışmaları”, sınıf hareketinin ihtiyaçlarının tespit edilip bunların karşılanması için çaba gösterilmesinden daha çok küçük burjuva sınıf dışı unsurların, bloke edici ve dağıtıcı girişimlerini bertaraf etme mücadelesine sahne olmuştur. Ama bu arada olan olmuş, kurultay çalışmalarından önemli sayıda işçi kendini geri çekmiştir.

HAREKETİN ÇIKIŞ NOKTASI NEREDEDİR?
’95 1 Mayısı öncesine denk gelmesiyle daha da büyük bir önem kazanan İşçi Kurultayı; işçi hareketi ve onun sorunlarından kimin ne anladığını da gözler önüne serdi. Marksistlerin; sınıfa önderlik etme kavramının içeriğini, sınıfın politik iktidar mücadelesinde sınıfa yardımcı olma olarak ifadelendirmelerini işçi kuyrukçuluğu olarak nitelendiren “bilgiç bay”ların sınıf hareketinden ne anladıkları kurultay çalışmaları boyunca açığa çıktı. Kendileri dışında herkesi Marksizm cahili sayan bu baylara izin verirlerse birkaç hatırlatmada bulunalım. Gerek Bostancı Gösteri Merkezi’nde yapılan “İşçi Kurultayı” sırasında ve gerekse kurultay sonrasında yürüttüğünüz propaganda oldukça düşündürücü ve bir o kadar da sorumsuzcadır. İlan ediyorsunuz ki; “Şubeler Platformu gereksizdir. O, küçük çaplı sendika ağalarının post kapmak için sınıfı alet ettikleri bir zemindir. Sendikalist oportünizmin merkezidir vb.”   Merak etmeyin, öyleyse ne işiniz var burada diye sormuyoruz. Malum, Marksistler en gerici yerlerde bile çalışırlar ya, sizin de buradaki varlığınızı “Marksistliğinize (!)” yoruyoruz. Ama şu sorular hâlâ açıkta ve cevaplanması gerekiyor: Bir dönem önceye göre (örneğin ANAP hükümetleri dönemi) mevcut İşçi Sendika Konfederasyonları ve Sendika Genel Merkezleri muhalefetlerini biçimsel olarak da terk edip tamamen burjuvazinin bayrağının altına girmediler mi? Kamu çalışanları Konfederasyonlaşma Kurulu, “yurtseverlik” gerekçesiyle eylem kaçkınlığı platformuna savrulup, daha önce kararlarını aldığı eylemleri iptal ederek “yeni bir mücadele süreci”ni başlatmadılar mı? Son Gaziosmanpaşa ve Ümraniye direnişlerine, o çok eleştirip kendinizce yerin dibine batırdığınız Şubeler Platformu’ndan başka iş bırakıp fiilen destek veren bir işçi ve memur platformu veya oluşumu var mı? Ve tüm eksikliklerine karşın sınıf hareketinin durgunluktan çıkmasına yardımcı olacak bir başka işçi platformu var da acaba biz mi görmüyoruz?
Öyle; ayağa kalk, parçala, yırt at, şunu yükselt, bunu yere çal türü hamasi nutuklarla sınıfın hareketinin, kendiliğinden bilincin etkisinden çıkıp politik bir mücadele platformuna sıçradığı nerede görülmüştür? Herkes kendi yoluna… Biz sizin kahredici eleştirilerinizi göze alma cüretini göstererek; işçi sınıfına yardımcı olmaya ve onun mücadele zemininde ortaya çıkardığı oluşumlara desteğimizi sürdürmeye devam edeceğiz… Elbette eksiklikleri eleştirerek. Bu bâbtan söyleyeceklerimizi bitirirken kimseyle polemik yapma gibi bir özel amaç taşımadığımızı belirtelim. Gerekli olduğu için söyledik, çünkü, gerek içinde bulunduğumuz ve gerekse gelecek dönem açısından, reformizm ve sendikalizmin yanı sıra küçük burjuva pratiği de işçi hareketi için ciddi bir handikap oluşturuyor.

KRİZ VE OLANAK
Burjuvazinin politik güçsüzlüğü olgusuna bu yazıda çok sık vurgu yaptık. Bunun bir nedeni de, işçi hareketi ve sendikal hareket içerisinde yarattığı etki ve değişimlerdir. Bir kısmına yukarda işaret etmeye çalıştığımız bu durumu biraz daha açmak gerekiyor.
Keskinleşen çelişkiler sadece sermaye cephesinde değil, kendiliğindenliğin egemen olduğu işçi sınıfı saflarında ve sendikal harekette de yeni kriz öğelerini gündeme sokmaktadır. Burjuvazinin sınıf içerisindeki uzantısı olan sendika bürokrasisinin sınıfa karşı tutum ve konumlanışları bu gibi anlarda çok daha anlaşılır, üstü örtülemez hale gelmektedir. Kriz olanaktır. Ancak şu ana kadar ne yazık ki bu olanağı işçi sınıfından çok burjuvazi kullandı. Oysa sendika bürokrasisinin işçi hareketinden tecrit edilmesinin olanakları bugün her zamankinden daha fazladır.
Gaziosmanpaşa ve Ümraniye emekçi halk direnişleri patladığında işçi sınıfı ve kamu emekçileri ve onların ileri unsurları adeta seyirci konumunda kaldılar, İstanbul Sendika Şubeleri Platformu’nun iki saatlik iş bırakması dışında -ki o da önceki benzer iş bırakmalarına göre dar kalmıştır- ciddi olarak hiçbir tutum geliştirilememiştir. Oysa bu direnişler devleti temellerinden sarsan bir etki yarattı, işçi sınıfı kendi üstüne düşenleri yapamayınca, burjuvazi Türk-İş ağalarının da yardımıyla bu olayları devrimci örgütlere karşı bir karalama kampanyasının malzemesi haline getirebildi.
18 Mart tarihli Türk-İş Başkanlar Kurulu imzalı bildiri, her düzeyde sermaye ve devlet politikalarının savunulduğu bir ibret belgesi olarak yayınlanıyor; ama bunun karşısına sınıf cephesinden dikilip hesap soracak kimse çıkmıyor. İmkân mı yok? Var. Olaylar karşısında iki saatlik iş bırakma tutumu takınan Şubeler Platformu, iş ağalardan hesap sormaya geldi mi kılını kıpırdatamıyor. Peki, bunun nedeni sadece üst yönetimlere karşı duyulan çekinme duygusu mu? Sınırlı olarak böyle olsa da belirleyici olan asıl neden, platformun, işçi hareketini anlama ve onun ihtiyaçlarına yanıt oluşturma noktasında içinde bulunduğu ufuk darlığıdır.
Kamu emekçilerine gelince; alınan tutum tam bir rezalet. Kamu Çalışanları Sendikaları Konfederasyonlaşma Kurulu (KÇSKK)’nun yayınladığı 16 Mart tarihli basın açıklamasının her satırı korkaklığın, uzlaşma ve işbirlikçiliğin kesin kanıtı durumunda, “…ülkesine sahip çıkmayan(!) bu hükümeti istifaya çağırıyoruz”dan tutun da, “…Yapacağımız kitlesel yürüyüşümüzü Yurtseverlik sorumluluğuyla erteliyoruz”a kadar her şey var. Ama mücadeleye ilişkin olarak kararlı tek bir söz yok. “Olmayacak duaya âmin” mi? Bakın İşte o var. Nasıl mı? Demokrasi Platformu’nun 20 Mart günü iki saatlik iş bırakmasına katılmak biçiminde. Sonuç: Eylemden hiçbir işyerinin ve kamu emekçisinin haberi olmadığı -haber verilmediği- için hiçbir şey olmuyor, eylem gerçekleşmiyor. Belli ki KÇSKK; memurların temel taleplerini elde etmenin yolunu mücadelede değil, devletle uzlaşmada görüyor. Gaziosmanpaşa ve Ümraniye olayları karşısında “Yurtseverlik” duyguları kabaranlardan da zaten başka bir şey beklemek saflık olurdu. Görünen o ki kamu emekçileri sendikalarına egemen olan küçük burjuva reformculuğu, mücadele sertleştikçe daha da belirginleşecektir.

1 MAYIS ’95 İŞÇİ HAREKETİNDE YENİ BİR YÜKSELİŞİN İLK ADIMI OLMALIDIR.
Buraya kadar aktardıklarımız, ’95 1 Mayıs’ının yaklaştığı bir dönemde; işçi hareketinin beklenen atılımı yapamadığını, hâlâ sendikalist-reformist bir platform üzerinde durduğunu, küçük burjuva akımların, hareketi anlamaktaki yeteneksizlikleri ve gerilikleri üzerinden şekillenen -ne yapacaklarını bilememenin getirdiği- şaşkınlıklarının yerini giderek hırçınlaşmaya bıraktığını ve işçi hareketi karşısında gerici ve dağıtıcı bir platforma savrulduklarını, sendika bürokrasisinin açıktan sermayenin yanında saf tuttuğunu , KÇSKK’nun ve bu platforma egemen olan anlayışın bugüne kadar üzerinde bulunduğu sınırlı oranda radikal ve mücadeleci platformdan gerilere savrulduğu görülüyor.
Tüm bu sayılanlara bakılarak, ’95 1 Mayıs’ının oldukça geri bir platformda gerçekleşeceği sonucunu çıkartmak hareketten ve onun sunduğu imkânlardan bihaber olmaktır. Çünkü şunlar da ’95 1 Mayıs’ının sınıf hareketinde yeni bir yükselişin adımı olacağını göstermesi bakımından en az onlar kadar olgusal gerçeklerdir:
* Burjuvazi ve diktatörlük işçi ve emekçi hareketini kesin bir yenilgiye uğratamamıştır.
* İşçi ve emekçilerin mücadelesine zemin teşkil eden en acil ekonomik ve siyasal taleplerinin hiçbiri karşılanmamıştır. Aksine sorunlar giderek daha artmaktadır.
* Emperyalist dayatmaların ardı arkası kesilmiyor. Bu dayatmalar kendisini işçi ve emekçiler için; özelleştirme, işçi kıyımı, sıfır ücret zammı, temel tüketim maddelerine yüksek oranlı zamlar vb. şeklinde ortaya koymaya devam ediyor.
* Gaziosmanpaşa ve Ümraniye direnişleri; işsizlik ve yoksulluğun emekçi halkı artık tam bir patlama noktasına getirdiğini gösteriyor.
* Emperyalistlerin çıkarları temelinde gündeme sokulan “Tarımda Yapısal Uyum Programı” adı altında yürütülen ve ürün ekim alanlarının daraltılması, taban fiyat uygulamasının tedricen ortadan kaldırılması, tarımın sübvanse edilmesinden vazgeçilmesi vb. sonucunu veren uygulamalar köylülüğün düzenle olan çelişkisini artırmakta, köylülük içinde mücadele ruhunu kışkırtmaktadır.
Olgular çoğaltılabilir. Ne var ki sayılanlar emekçilerin güçlü ve birleşik eyleminin temellerinin ne kadar gelişkin olduğunu göstermeye kâfidir. Bu talepleri, propagandası ve örgütlenmesine temel alan bir ’95 1 Mayıs’ının öncekilerden çok daha güçlü ve ilerletici olacağı fikrine her halde kimse karşı çıkmayacaktır. Dahası ’95 1 Mayısının ekonomik taleplerin haykırıldığı kadar antifaşist, antiemperyalist siyasal taleplerin haykırıldığı bir direniş günü olarak yaşanmasının önünde hiçbir engel yoktur.
İnisiyatif bu sefer elden bırakılmamalıdır. Evet, bu iş için bütün sendikal örgütlenmeler sonuna kadar zorlanmalı, bu platformu 1995 1 Mayısı’na egemen kılmanın kazanmanın çabası verilmelidir. Gerçi, Türk-İş yönetimi şimdiden işi geçiştirme, 1 Mayıs’ı daha önceki yıllarda olduğu gibi sınıf adına salonlarda kutlama düşüncesi içindedir. Yine Türk-İş yönetiminin eğer bu mümkün olmazsa 30 Nisan Pazar gününe denk düşecek bir miting hazırlığı içinde olduğu duyumları alınmaktadır. Ancak bu oyunu boşa çıkarmanın fazlasıyla imkânları vardır. Ülkenin birçok yerinde örgütlü bulunan İşçi ve Kamu çalışanları Sendika Şubeleri platformları birlikte hareket ettiklerinde; ’95 1 Mayıs’ının militan tarzda örgütlenip gerçekleşmesinin önünde engel yoktur. Kaldı ki son dönemde zig-zaklar çizse de KÇSKK, böyle bir platforma çekilebilir ve büyük olasılıkla onlar da bunun dışında bir yola verili koşullarda yönelemeyecektir.
Ayrıca, Gaziosmanpaşa ve Ümraniye direnişlerinde kendini dışa vuran emekçi yoksul semtlerin büyük potansiyelini bu örgütlenmenin içine çekecek perspektif ve somut pratik planlara bugünden sahip olmanın önemi büyüktür. İstanbul proletaryasının tutumu belirleyici bir öneme sahiptir. Çünkü en deneyimli işçi kuşağı bu ilde kümelenmiştir. İstanbul Proletaryası alacağı militan tutumla, diğer bölgelerdeki sınıf kardeşlerine cesaret ve esin kaynağı olmalıdır. Ne bir gün önce ne bir gün sonra ’95 1 Mayısı, 1 Mayıs Pazartesi günü anti-faşist, anti-emperyalist mücadele günü olarak sokak ve alanlarda kutlanmalıdır ve kutlanacaktır. Türkiye işçi sınıfı ve emekçi halkı, bu potansiyele sahiptir. Tüm sorun bu potansiyeli en uygun tarzda harekete geçirmek, inisiyatif gösterebilmektedir.

Nisan-Mayıs 1995

Devlet ve sınıflar–2 Marksizm’e göre devlet ve sınıflar

Yazının geçen sayımızda yayınlanan bölümünde, insan toplumunun sınıflara bölünmesinin kesin siyasal biçimler kazanmasıyla birlikte, yönetenlerle yönetilenler arasındaki ilişkinin çeşitli biçimleri üzerine genel ve teorik görüşlerin de geliştirilmeye başlandığını görmüştük. O zaman ve sonraki çağlar boyunca, “devlet” kavramının, eşitlik, adalet, iyilik, gibi kavramlar ekseninde ele alınmasında bile, kaçınılmaz bir biçimde, her toplumdaki ve çağdaki sınıf karşıtlıklarının varlığına dayanan bir tartışmanın konusu olduğunu gösteren kaynaklar üzerinde durmuştuk. Bununla birlikte, bütün bu zamanlar boyunca, devletin varlık nedenini, tartıştıkları gerçek zemin üzerinde çözebilen ve özellikle de tarihselliğini, yani belirli toplumsal koşulların ürünü olarak doğup, yine bu koşullara bağlı olarak ortadan kalkabileceğini gösterebilen herhangi bir teori, geliştirilememiştir.
Marksizm’in, devlet kavramı üzerine çağlar boyunca süren tartışmaya getirdiği en önemli katkı, onun sınıfların tarih sahnesine çıkışıyla doğduğuna ve sınıfların ortadan kalkışıyla birlikte söneceğine ilişkin tezidir. Devleti, toplumun sınıflara bölünmesinin ya da bir başka deyişle, toplumsal işbölümünün ortaya çıkışının ürünü olarak gören bu tez, onu neredeyse doğal, ya da ilahi bir varlık olarak gösteren, ya da en azından toplum olarak yaşamanın bir koşul olarak yorumlayan bütün eski teorilerle tam bir karşıtlık ifade ediyordu.
Bununla birlikte, Marksizm’in ayırıcı özelliği, tarihin, sınıfların ortaya çıkışından itibaren sınıflar arasındaki mücadelenin tarihi olageldiğini göstermiş olması değildir; Marx’ın deyişiyle, sınıf mücadelesinin nihai olarak proletarya diktatörlüğüne yol açacağını göstermiş olması, temeldeki farkı belirtiyordu. Öyleyse, onun teorisinde devlet, soyutlama düzeyinde, ne olduğu ve nasıl olması gerektiği tartışılan bir kurum, ya da bir toplumsal ve siyasal analiz aracı olarak kullanılan bir kavram olmaktan çok, bizzat toplumsal mücadelenin bir nesnesi ve devlet iktidarından yalıtılmış sınıflar için bir siyasal hedefti. Bu kavrayış, devletin sınıflar üstünde bir yeri olduğunu ve sınıflar arasındaki çatışmada hakem rolünü üstlenmiş bir “denge” aygıtı konumunda durduğunu ileri süren teorilerden de temelde farklıydı.
Marksist devlet teorisi denilince, ilk hatırlanması gereken temel ilkeler bunlardır. Bu ilkeler, sınıf mücadelesinin taktik ve stratejik hedeflerini ve mücadele eden sınıfların müttefiklerini belirlemek için olduğu kadar, mücadelenin son amaçlarını da netleştirmek bakımından sosyalistlerin vazgeçemeyeceği değerdedir.
Bununla birlikte, Marksizm içinde devlet teorisinin netleşmesi ve nihayet dolaysız olarak devrim ve sınıf mücadelesi teorisini tamamlayan bir yer kazanması, hem teorinin hem de tarihin -sosyal ve ekonomik süreçlerin- belli bir olgunluğa ulaşmasının sonucunda gerçekleşmiştir. Bundan sonra da, devlet teorisi, Marksizm’in devrimci özüyle, reformist ya da revizyonist sapmalar arasında kesin bir değerlendirme kıstası rolü üstlenerek, tartışma konusu olmaya devam etmiştir.
Günümüzde de, devrimci komünizmle, diğer “sosyalist” akımları birbirinden ayırt etmede, devlet teorisi, belirleyici bir yer tutmaktadır. Bu yalnızca, proletaryanın burjuva devlet karşısındaki mücadelesinin gerekleri bakımından böyle değildir: Aynı zamanda, kendi devriminden sonra kuracağı “devlet”in niteliğinin kavranması ve açıklanması bakımından da böyledir. Özellikle SSCB’nin dağılmasından sonra yoğunlaşan bütün spekülasyonlarda, “proleter devlet”in burjuva devletten daha “demokratik” olmadığı, eğer kıyaslanacaksa, ancak faşist diktatörlüklerle kıyaslanabileceği yolundaki temelsiz ve aldatıcı propaganda, her şeyin toza dumana boğulduğu ortamda etkili kılınmaya çalışılırken, bu genel cehalete dayanıldı. Denilebilir ki, işçi sınıfının Marksist devlet teorisi hakkındaki bilgisi, yalnızca burjuva egemenliğin doğasını kavramasına yardım etmekle kalmaz, aynı zamanda ve bundan daha önemli olarak kendisinin egemen sınıf olarak örgütlenmesinin ne anlama geldiğini ve bunun burjuva egemenlik sisteminden ne bakımdan farklı olduğunu öğrenip göstermesini de sağlar.
Sınıflar mücadelesinde, her sınıf, bir diğerine karşı, geliştirebildiği en etkili araçlarla mücadele eder: egemen burjuvazi için bu araç, devlet; yönetilen sınıflar içinde de, proletaryanın en yetkin aracı partidir. Bu bakımdan Marksist devlet teorisi, burjuva egemenliğin kuruluşunun ve devam ettirilişinin en temel ilkelerini açığa çıkarırken, proletaryanın da, kendine özgü hedefini netlikle tanımlamasının aracıdır. Dolayısıyla, Marksist devlet teorisini kavramamış bir sınıf hareketinin sosyalist siyasal bilincinde daha ilk adımların bile eksik olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Öyleyse, Marksist devlet teorisi, basitçe, proletaryanın devrimci mücadelesinin teorik cephesinin bir unsuru olarak kalmaz; o aynı zamanda sınıflı toplumların bütün tarihleri boyunca insanlar arasındaki bölünme ve çatışmaların başlıca nedeni olan üretim araçları üzerindeki mülkiyetin özel biçimi ve bunun bütün sosyal ve siyasal sonuçlarının anlaşılmasının ve değiştirilmesinin de başlangıcında bulunur.

MARKSİST DEVLET TEORİSİNİN FELSEFİ TEMELLERİ
Marx, kapitalizmin yalnızca kaba bir emek sömürüsü olmayıp aynı zamanda insanın bilinç dünyasının da tam bir tersine çevrilişinin gerçekleşmesi olduğunu gösteren ilk düşünür oldu. Kapitalizmin ideolojisinin ve kültürünün felsefi eleştirisi de bu kapsamda gerçekleşti. Kapitalizmin, yasal, hukuki, siyasal, dinsel ve estetik kurumlarının ve bunların kapitalist toplumda yaşayan insanlar üzerindeki etki ve karşı etkisinin çözümlenmesi, kapitalist ekonomi politiğin eleştirisinin ayrılmaz bir parçası olarak boy verdi. Toplumsal ilişkilerin, başlıca maddi ve ideolojik olmak üzere iki yön içerdiğini ve ideolojik ilişkilerin maddi hayat koşulları üzerinde yükselen bir “üstyapı” oluşturduğunu keşfeden de odur. Bu bağlamda, ideolojiler, tarihsel bir görevle yükümlenmişlerdir: Üretim ilişkilerini ve bunun hukuki ifadesi olan mülkiyet biçimini destekleyen ve bir “manevi dünya” biçiminde yeniden kurma işlevi büyük ölçüde, ideolojilere yüklenmiştir. Devlet, bu ilişkiler zincirinde, yalnızca siyasal bir kurum olarak değil, aynı zamanda ideolojik bir misyon yüklenmiş kurum olarak kendisini gösterir. Engels, “devlet, insanlık üzerindeki ilk ideolojik güç olarak kendisini göstermiştir” derken, hem bütün toplumsal evreler için geçerli olan bir kuruluş ilkesine işaret ediyordu, hem de, devlet hakkındaki sınıflar-üstülük yakıştırmasını eleştirmek için yeni bir hareket noktası elde ediyordu. Böylece devletin, egemen, sınıf için yalnızca basit bir yönetim aygıtı olarak önem taşıyan bir kurum olmadığı, bunun kadar ve bunu destekleyen bir önemle, toplumun ideolojik şekillenmesi için de bir araç rolü üstlendiği ifade edilmiş oluyordu.
Böylece, diyalektik materyalizmin madde ve bilinç arasında kurduğu ilişkinin, toplumsal yapı ve ideolojiler ve siyasal kurumlar arasındaki ilişkilere uygulanmasının bir örneğini görürüz. Varlık ve bilinç arasındaki ilişkide, temel ve belirleyici olanın varlık olduğu, bilincin bunun üzerinde yükseldiği, bununla birlikte, bir kez bu oluş gerçekleştikten sonra ve gerçekleşme sürecinde, varlıkla bilinç arasında sürekli bir karşılıklı etkileşmenin bulunduğu yolundaki tez, devlet, siyasal ve hukuki ilişkiler ve üretici güçler arasındaki ilişkiye de uygulanmaktadır. “Alman İdeolojisi” gibi, Marx ve Engels’in henüz “kendi kafalarını açma” dönemi olarak adlandırdıkları zamanlarda yazdıkları eserlerde bile, bu kavrayış, felsefi temeldeki sağlamlığa dayanarak, net olarak otaya çıkar: “Demek ki gerçek şudur: Belirli tarza göre üretici faaliyette bulunan belirli bireyler, belirli toplumsal ve siyasal ilişkilere girerler. … Toplumsal yapı ve devlet, aralıksız olarak, belirli bireylerin yaşam süreçlerinden doğar; ama kendi öz tasarımlarında ya da başkalarının tasarımlarında ortaya çıkabildikleri gibi bireylerin hayati sürecinden değil, gerçekte olduğu gibi, yani iş gören ve maddi olarak üretimde bulunan, dolayısıyla kendi iradelerinden bağımsız ve belirli maddi temeller ve koşullar ve sınırlar üzerinde hareket eden bireylerin hayati sürecinin sonucu olarak meydana gelir.” (Marx-Engels, Alman ideolojisi, Sol yayınları, Eylül 1976 s. 47)
Buradan çıkan ilginç bir sonuç, devletin varlığına ilişkin teoriler karşısında elde edilen eleştiri olanaklarında kendisini gösterir. Genel olarak idealizm, bilincin (ide’nin, düşüncenin) dünyanın kurucu ilkesi olduğu yolundaki görüşünü, devletle toplum arasındaki ilişkiye de uygulayarak, onu tanrısal iradenin, evrensel düşüncenin bir aracı, cisimlenmiş hali olarak yorumlamakta ve toplumsal varlığı, bunun sonucu olarak görüp göstermektedir. Kuşkusuz bu, materyalizm açısından, tıpkı, bilincin bilinçle, varlığın yine bilinçle ya da somut olanın soyutla açıklanması gibidir. Marx’ın Hegel idealizmine yönelttiği eleştiri, burada, devlet hakkındaki idealist görüşlerin eleştirilmesinde bir çıkış noktası oluşturmaktadır. Marx, Hegel idealizmi hakkında şunları söylüyordu: “Hegel için ide, bağımsız bir özne olarak, gerçeğin yaratıcısıdır. Gerçek, ide’nin yalnızca dışsal görünüş şeklidir. Bunun tam karşıtının doğru olduğuna inanıyorum. Kavramsal olan, maddi olanın, insan kafasında yansımasından başka bir şey değildir. ” (Kapitale önsöz) İdealizmin “kavramsal” olana yüklediği bu hiyerarşik yer, devlet söz konusu olduğunda, onun değiştirilemezliği ve varlığının da zorunlu önkoşul olduğu sonucunu doğurur. Bir bakıma devlet, böylece, tarih dışı ve toplumsal ilişkilerin üzerinde, onlardan etkilenmeyen ve ondan bağımsız bir yeri olan kurum halini alır.
Oysa Marx’a göre, idealizmin kurduğu belirleme ve belirlenme ilişkisinin tamamen tersi geçerlidir. Temel ile üstyapı arasındaki ilişkide, belirleyici olan, maddi-ekonomik ilişkilerdir ve siyasal, hukuki, ideolojik-felsefi yapılar ve kurumlar, bunun üzerinde şekillenmişlerdir. Dolayısıyla, her biri değişken ve tarihsel özellikler gösteren bu yapılar arasındaki ilişkide, maddi temelin, bir başka deyişle, yaşam için gerekli geçim araçlarının elde edilişi sırasında kurulan tüm ilişkilerin değişmesi, diğerlerinin de değişmesini zorlayacaktır. Burada önemli olan, yalnızca devletin bir neden olarak değil de, bir sonuç olarak konulmuş olması değildir: Asıl önemeli olan, devlet kurumunun ezeli ve ebedi olmadığının, değiştirilebileceğinin ve ortadan kaldırılabileceğinin felsefi bir öngörü halinde formüle edilmesidir.
Materyalist tarih anlayışının bu uygulaması, burjuva devlet ile yabancılaşma kavramının ilişkilendirilmesini de yeni bir temel üzerinde mümkün kılar. Marx, yabancılaşmanın başlıca üç kaynağı olarak, sömürülenlerle sömürenler arasındaki işbölümünü, yine iki toplumsal kategori arasındaki mal değişimini (emek-gücünün satın alınmasını) ve nihayet devleti saymaktadır. Birincisinde, kapitalizm, sömürüyü, fabrika düzeni içindeki işbölümü ile gizlemektedir. Sömürünün gizlenmesinin ikinci biçimi, emek-gücünün satın alınmasıdır. Genel olarak kapitalist egemenliğin saklanmasını sağlayan en etkili araç ise, genel oy sistemidir. Böylece devlet gücü en etkili düzeye yükselirken, kurum olarak da, yönetilenlerin karşısına, onlara hükmeden, denetleyemedikleri ve etkileyemedikleri bir yabancı güç olarak çıkar. Bir yandan “genel oy” aldatmacası, siyasal egemenlik aygıtının yönetilen sınıflar tarafından saptandığı kanısını yayarken, bütün sistematik ilişkiler, onların dışında ve onlara karşı sonuçlar biçiminde gerçekleşmektedir. Böylece, tıpkı fabrikadaki işçinin kendi ürününe yabancılaşmasında olduğu gibi, yönetilen kitleler de, bizzat kendi ürünleri olduğuna inandırıldıkları devlet iktidarı karşısında bir yabancılaşma yaşamaktadırlar. Yabancılaşma, genel olarak, insanın dünyayı kendi dışında ve yönlendirme ve denetleme gücünün üstünde bir güç olarak algılaması sonucunu doğurur. Din ya da diğer geleneksel düşünme biçimleri de, tümüyle düşünce ile varlık arasındaki ilişkinin tersine çevrilmiş bir görünüşü üzerine kurulurlar ve insanın kendi ürünü oldukları halde, onlara hükmeden bir geçerlilik kazanırlar. Bu bağlamda, devlet de, bir yandan yabancılaşmayı yaratan ilişkilerin bir ürünü olarak, diğer yandan da yabancılaşmayı derinleştiren ve bir yönetim ilkesi haline getiren bir işlev yüklenmektedir. Bu felsefi çözümleme, devlet karşısındaki proleter sınıf siyasetinin temellerine ışık tutar.
Şu halde, devleti, sosyal sınıflar arasındaki çelişki ve çatışmalardan bağımsız değerlendiren teorilerin bugün de, önemli ölçüde yaygın olarak kullanıldığı göz önünde tutulursa, bu felsefi temelin önemi daha da belirginleşecektir. Sosyal ya da siyasal çözümlemeler sonuçta kendilerini, nesnel veriler, konjonktürel durumlar vs. gibi gerekçelere dayandırabilmektedir. Böylece, görünüşte materyalizmden ayrılmaksızın, devletin temel dayanakları konusunda idealizme özgü tezler tekrarlanabilmektedir. Oysa devlet konusundaki diyalektik materyalist teorinin açıkça ortaya koyduğu dayanaklar, buradan hareket edildiğinde, sınıf mücadelesi ve devrim teorilerine mantıksal bir zorunlulukla geçileceğini göstermektedir.

SINIF MÜCADELESİ TEORİSİ AÇISINDAN DEVLET
Marksizm, sınıflara bölünmüş toplumların tarihinin, sınıf mücadeleleri tarafından belirlendiğini ileri sürerken, materyalist tarih tezinin ilk ve en önemli önermesini kurmuş oluyor ve tarihin idealist ve metafizik yorumlarından tümüyle ayrı, onlara kaşıt bir yeni bilimin de kuruluşunu haber veriyordu. Böylece tarih, öznel ya da iradî, ruhsal-tanrısal bir süreç olmaktan çıkıyor, “dövüşen, üreten sahici insanların”, “kitlelerin” yaptığı bir şey halinde yeniden ele alınıyordu. Sınıflar arasındaki mücadele ise, tarihin “lokomotifi” olarak nitelendiriliyor, diyalektiğin en eski atalarından bu yana, çelişkiye verilen yüksek değer, insan toplumunun tarihi temelinde bir kere daha olumlanıyordu.
Her sınıflı toplumda, yerleri bir üretim sistemi içinde tarihsel olarak belirlenmiş, üretim araçlarıyla olan ilişkilerine ve toplum içinde işin örgütlenmesinde oynadıkları role ve toplumsal zenginlikten aldıkları paya göre birbirinden ayrılan gruplar bulunmaktadır ve bu gruplar, bu özellikleriyle “sınıf” oluşturmaktadırlar. Ve bir kez sınıflar ortaya çıktıktan sonra da, toplumun siyasal örgütlenmesinde devlet, zorunlu biri kurum olarak belirmektedir: “Devlet, tek uğraşı yönetmek olan ve yönetmek için de, başka insanların iradesini zorla baskı altına alarak -hapishaneler, özel birlikler, ordular vb. biçiminde- özel bir aygıt gerekliliğini duyan özel bir insan grubu ortaya çıktığı zaman doğmuştur.” (Lenin, “Devlet”) Lenin tarafından yapılan sınıf tanımında, esas olarak toplumdaki “ana sınıflar” ele alınmaktadır. Üretim araçlarının mülkiyetini elde bulundurmak ya da bundan yoksun olmak ölçütü, toplumsal çelişkinin iki ucunu belirlerken, bunlar arasında kalan, birine ya da diğerine daha yakın duran tabakaların durumunu da açıklamaktadır. Fakat konumuz bakımından, bundan daha önemlisi, bu tanım, toplumsal sınıflar arasındaki bölünmenin tam bir “çıkar bölünmesi” olduğunu ortaya koymaktadır. Devlet, Marx’a göre, bu çıkar çelişmesinin bir ifadesi olma özelliğini taşımaktadır.
“İşte asıl bu çelişki, özel çıkar ile kolektif çıkar arasındaki çelişkidir ki, kolektif çıkarı, devlet sıfatıyla, bireyin ve topluluğun gerçek çıkarlarından ayrılmış bağımsız bir biçim almaya ve aynı zamanda her zaman her aile ve kabile yığışımında mevcut olan, kan, dil, geniş bir ölçüde işbölümü bağları ve öteki çıkarlar gibi bağların somut temeli üzerinde ama aldatıcı bir ortaklaşma görünümü aramaya götürür ve bu çıkarlar arasında, özellikle daha o zamandan işbölümü tarafından koşullandırılan, bu cinsten bütün gruplaşmalar içinde farklılaşan sınıf çıkarlarını, … içlerinden birinin ötekiler üzerinde egemen olduğu sınıfların çıkarlarını, buluyoruz. Bundan, devlet içindeki bütün savaşımların, demokrasi, aristokrasi ve monarşi arasındaki savaşımın, oy hakkı uğruna savaşımın, çeşitli sınıfların yürüttükleri gerçek savaşımların büründükleri aldatıcı biçimlerden başka bir şey olmadıkları sonucu çıkar.” (Alman ideolojisi, 64)
Egemen sınıfın yönetim koşulu, kendi sınıf çıkarlarını (özel çıkan), toplumun tümünün çıkarı (kolektif çıkar) olarak gösterebilmesindedir. Bu, ideolojik hegemonya kavramıyla açıklanabilecek yanlar taşımakla birlikte, aynı zamanda toplumsal hayatın her alanında örgütlenmiş bir egemenlik ilişkileri sistemini de gerektirir. Devlet, bu bakımdan çelişmelerin gerçek yüzünü gizleyen bir rol üstlenir. Kurum olarak, bütün sınıfların ortak çıkarının ifadesi gibi görünür ve özel çıkarın kolektif çıkar olarak algılanmasını ve kabul edilmesini sağlar. Bu görünüş, sınıf mücadelesinin keskinleşmesi oranında kırılır. “Devlet içinde” gibi görünen ve devletin tipi ya da biçimi üzerinde bir çelişme biçimini alan çatışma, Marx’a göre, aslında çeşitli sınıfların yürüttükleri gerçek savaşımın ta kendisidir. Diğer yandan, Marx, devleti yalnızca egemenliğin bir aracı olarak değil, egemenlik koşullarının tümünün pratik, ifadesi olarak tanımlamaktadır: “(Belirli üretici güçlerden yararlanmanın koşulları) toplumun belirli bir sınıfının egemenliğinin koşullarıdır; bu sınıfın, sahip olduğu şeyden ileri gelen toplumsal gücü, düzenli olarak her çağa özgü devlet tipinde… pratik ifadesini bulur. Bunun içindir ki, her devrimci mücadele, o zamana kadar hükmetmiş olan sınıfa karşı yönelir.” (Alman İdeolojisi, 73)
Devletin, sınıf ayrılıkları sonucunda doğduğunu gösteren Marksist teori, buraya kadar, kendisinden önceki dönemlerde değişik biçimlerde değinilmiş olan bu görüşü sistemleştirmekten öte bir içerik taşımaz gibi görünür. Oysa Marksizm, burada kalmaz ve öncekilerin son derece soyut bir biçimde ele aldıkları toplumun sınıflara bölünmesi olgusunu, ya da daha örtük olarak kullandıkları, sınıf karşıtlıkları temasını, açık bir biçimde, mülkiyet ve sömürü kavramları eksenine oturtur. Bu gerçek bir yeniliktir ve sınıflara bölünmenin doğurduğu hareketli bir sosyal yapı üzerinde devlet kavramının çözümlenmesinin olanaklarını yaratır. Üretim araçları üzerindeki mülkiyet hakkı, bu hakka sahip olmayanların emek ürünlerine el koyması olanağını yaratmaktadır. Böylece, sınıf ve sömürü kavramları birbirine dolaysız olarak bağlanırken, devlet de, buradan doğan temel ilişkilerin bir sonucu olarak görünür.
Lenin sınıf kavramına ilişkin bir tanımında şunları söyler: “Sınıflar, belirli bir toplumsal ekonomideki farklı durumlarından dolayı, bir grubun bir diğerinin emeğine el koyabildiği insan gruplarıdır.” (Lenin, ‘Büyük Atılım’ başlıklı makale) Burada, “el koyma” teriminin özel bir önemi olduğu görülmektedir. Dolaylı ya da dolaysız olarak zoru içeren bir terimdir bu. Dolayısıyla, sınıf, sömürü, emek ürününe el konulması gibi birbirine bağlı ve birbirini izleyen kavramların son ucunun, bu kavramlardan örülü bir toplumsal ilişkiler sisteminde zorun örgütlenmesini temsil eden devletle tamamlanması da kaçınılmaz olmaktadır. Bu noktada, artık devletin sosyal, ekonomik ve siyasal işlevlerinin apaçık bir hal aldığı düğüm noktasına ulaşılır: Devlet, egemen sınıfların, zor aygıtıdır.

KOMÜNİST DEVRİM TEORİSİ AÇISINDAN DEVLET
Lenin, proletaryanın “hazır devlet cihazı” karşısındaki tutumuna ilişkin olarak Marx ve Engels tarafından yapılan açıklamaların, özellikle Bernstein tarafından oportünistçe çarpıtılmasını açıkça cevaplandırmaya büyük önem vermişti. Daha önce, ilkin “Komünist Manifesto”nun 1872 tarihli baskısına yazdıkları önsözde, sonra da “Fransa’da İç Savaş” adlı eserin önsözünde, Marx ve Engels şunları söylüyorlardı: “Özellikle bir husus, Komün tarafından ispatlandı: İşçi sınıfı sadece hazır devlet cihazını ele geçirip onu kendi maksatları için kullanmakla yetinemez. ” Lenin, bu pasajın tek başına ele alınmasının, oportünistçe kaçamaklar için olanak sağladığını görmüştü. Bernstein, “hazır devlet cihazının ele geçirilemeyeceği” sözlerinden, devrimci tarzda iktidarın ele geçirilmeyip adım adım ilerleyen bir evrim sürecinde, proletaryanın iktidar olabileceğine dair reformist görüşüne bir dayanak çıkarmaya çalışıyordu. Oysa murat edilen tamamen farklıydı ve Bernstein’in anlamak ve kullanmak istediği gibi bir çıkarsama Marx’ın aklının ucundan bile geçmemişti. Lenin, Marx’ın Kugelmann’a yazdığı, Komün deneyi ve bu deneyle bağlantısı içinde “hazır devlet cihazı”na ilişkin mektubuna atıfta bulunarak, gelişme eğilimi içindeki kaçamaklara başvurmanın önünü alarak, modern çağa özgü burjuva devlet tipinde pratik ifadesini bulan burjuvazinin toplumsal gücünü kırıp etkisizleştirmek üzere, onun devlet cihazının kırılıp parçalanması zorunluluğunun altını çizdi. Lenin’in başvurduğu Marx’ın 12 Nisan 1871 tarihli mektubu yoruma olanak tanımıyordu: “On Sekizinci Brumaire’in son bölümüne (bakarsan), Fransız İhtilali’nin bundan sonraki girişiminin artık, şimdiye kadar olduğu gibi, bürokratik-askeri cihazı bir elden diğerine aktarmak değil, fakat onu parçalamak olacağını ve bunun Kara Avrupası’ndaki her gerçek halk ihtilalinin ön şartı olduğunu iddia ettiğimi göreceksin.” Üstelik, “İç Savaş”ta “hazır devlet cihazı” olarak tanımlanan mektupta “bürokratik-askeri makine” ve “sadece ele geçirmek” sözcükleriyle ifade edilen yetinilmezlik konusuysa “bir elden diğerine aktarma” olarak çok daha açık ve kesin bir biçimde ifade edilmekteydi. Komün deneyi, proletaryanın burjuva devlet cihazını kırıp parçalaması gerektiğini, kendinden sonra patlak verecek her gerçek halk devriminin ön koşulu olarak hizmet etmek üzere, kanıtlamıştı.
“Hazır devlet cihazı”nın ele geçirilmekle yetinilememesi, yalnızca adım adım ilerleyecek bir evrim sürecinde proletaryanın iktidar olabileceğine dair oportünizmin reformcu tezini geçersizleştiren Marksist devlet ve devrim teorisinin temel bir argümanını sağlamakla kalmaz. Egemen sınıfın zor aygıtı zora dayalı olarak kırılmalıdır- bu, aygıtın bürokratik-militarist niteliğiyle şekillendiği koşullarda, zamanımızda bütün burjuva toplumsal siyasal örgütlenmeler açısından geçerli olmak üzere, burjuvazinin toplumsal gücünün kırılmasının ilk adımı (ve aslında son adımdır da) olarak Marksist devlet teorisinin üzerinde yükseldiği temel önemde bir önermedir. Ama bunun yanı sıra, “hazır devlet cihazı”nın ele geçirilmesiyle yetinilememesi, aynı zamanda, birbirine kopmazcasına bağlı iki kavramla, devletin sönümlenmesi ve “sönümlenme sürecinde devlet” ya da kelimenin gerçek anlamıyla “devlet olmayan devlet” kavramlarıyla bağlantılıdır.
Komüne kadar bütün devrimler, hazır devlet cihazını parçalamak bir yana yet-kinleştirdiler. Marx, On Sekizinci Brumaire’nin son bölümünde Fransa örneğinden hareketle bu konuyu işledi. Önceki köleci ve feodal sistem günlerinde, işbölümü ve sınıf karşıtlıklarının ortaya çıkmasıyla birlikte oluşmaya başlayan özel silahlı adam ve yürütme gücünün memur gruplarıyla “toplumun üzerinde” ve “topluma yabancı” karakteriyle şekillenmeye yönelen aygıt, kuşku yok ki, bugünkü boyutlarıyla yetkin değildi. (Yine de köleci Roma’nın bu aygıtı yeterince devasa boyutlarıyla var ettiği belirtilmelidir.) O günlerde geriye zikzaklar görülse de (Roma İmparatorluğu’nun barbarlar tarafından yı-kılışıyla ortaya çıkan parçalanmadaki gerileme örneği), feodal hiyerarşik sistemin egemenliğin siyasal biçimlerinin örgütlenmesine yansıması çerçevesinde bu sistemde, belki binlerce prensliğe bölünmüşlük koşullarında görece küçük ölçekleriyle kendisini gerçekleştiren bürokratik ama özellikle militarist aygıt, özellikle feodal monarşilerin çöküş ya da burjuvalaşmaya yönelen başkalaşım günlerinde ölçeklerini büyüttü ve toplumun bütün gözeneklerine nüfuz eder hal aldı. Egemenliğin sınıflar arasındaki her yeni el değiştirilişi ya da egemenlik yarışındaki sınıflar arasındaki ilişkinin her yeni biçim alışında, hazır devlet cihazı, daha da yetkinleştirilmek üzere ele geçirildi. Her yeni egemen sınıf ya da egemenliğin her yeni sınıfsal kombinasyonu, sömürülenlerin çıkarlarıyla uyuşmazlık içindeki kendi yeni sömürgen çıkarlarının koşullarını sağlamak ve devamını garanti etmek üzere, ele geçirdiği hazır aygıtı, kendi ihtiyaçlarına uygun olarak yeniden düzenlemekle yetindiler ve kuşkusuz sınıf çatışmasının bir üst ve yeni boyutunun ihtiyaçlarını karşılamak üzere onu yetkinleştirmeye giriştiler. Ama onu asla kırıp parçalamadılar. Yalnızca biçimi değişen sömürü ve bu sömürünün gerçekleşme koşulları, yeni koşullara göre biçim değişiklikleri ve yetkinleştirilmesi dışında “toplumun üstünde” ve “topluma yabancı” aynı aygıtı gereksinmekteydi. Aynı bürokratik-militarist kurumlarıyla aynı “topluma yabancı” aygıt, tek farkla ki, yetkinleştirilerek ve dolayısıyla yeniden düzenlenerek, yeni sınıf ilişkileri çerçevesinde, artık yeni sahipleri olan yeni egemenlerce kullanılacaktı. Marx, Brumaire’in son bölümünde şöyle yazmıştı: “Bu yürütme gücü, muazzam bürokratik-askeri örgütü, geniş ve maharetli devlet cihazı, yarım milyonluk ordusunun yanı sıra sayıları yine yarım milyonu bulan memur grubu ile Fransız toplumunun gövdesini örümcek ağı gibi saran ve onun bütün gözeneklerini tıkayan bu asalak kurum, çöküşünü hızlılaştırdığı feodal sistemin çöküşü sırasında, mutlak monarşi günlerinde boy verdi… İlk Fransız ihtilali merkezileştirmeyi, fakat aynı zamanda devlet gücünün kapsamını, vasıflarını ve aygıtını da geliştirdi… Napoleon, bu devlet cihazını daha da mükemmel bir hale getirdi. Meşru monarşi ve Temmuz monarşisi daha geniş bir işbölümü dışında yeni bir şey getirmedi. Son olarak, devrime karşı mücadelesinde, parlamenter cumhuriyet kendisini, baskı tedbirlerinin yanı sıra, kaynaklarını ve devlet gücünün merkezileşmesini de güçlendirmeye zorlanmış hissetti. Bütün devrimler onu parçalamak yerine bu cihazı yetkinleştirdiler. Nöbetleşe hükmedebilmek için çekişen partiler, bu muazzam devlet yapısına sahip olmayı galibin başta gelen ganimeti olarak gördüler.” (Aktaran Lenin, Marksizm-Devlet Üzerine, sf.13)
Bu aygıt, özü itibarıyla, yeni sömürücü egemenlerin de ihtiyaçlarını karşılayacak tek aygıttı; değişiklikler, onun, yalnızca tipi ve biçimine ilişkin olabilirdi. Bu, kelimenin gerçek anlamıyla devletin, gücün (egemenliğin) toplumsal kaynağı olarak üretim araçlarının özel mülkiyetinin koşullarının bir arada tutulabilmesi ve emekçilerin sömürülebilme ve sömürü koşullarına boyun eğdirilmek ve katlandırılmak üzere yönetilebilme ihtiyacının kaçınılmaz kıldığı “toplumun üstünde ve ona yabancı” karakteriyle, sömürücü azınlıklara ve onların egemenlik koşullarına özgü ve onların egemenliklerinin pratik ifadesi olduğu anlamına gelir.
Marksist devlet teorisinin, devletin, işbölümü ve sınıf zıtlıklarının ürünü ve dolayısıyla tarihsel bir kategori oluşunun bir sonucu olarak içerdiği bu kavrayış, proletaryanın hazır devlet cihazını ele geçirmekle yetinememesi ama onu kırıp parçalamak zorunda olması noktasında devrim teorisiyle bağlanmasının ötesinde ve onunla ilişkisi içinde, onun, “kelimenin gerçek anlamıyla bir devlet olmayan” proletarya diktatörlüğü teziyle bağlantı noktasını da verir.
Kendi kurtuluşunu gerçekleştirmek üzere proletarya, hazır devlet cihazını kırıp parçalamaya koşullandırılmıştır; amaçlarına, bu aygıtı ele geçirerek ve yetkinleştirerek ya da yetkinleştirmeden, onu kullanmakla yetinerek ulaşamaz. Öyleyse, parçalayacağı eski aygıtın yerine bir başka aygıt koymak zorundadır. Ama paradoks oradadır ki, proletarya bu aygıtın yerine koyacağı yepyeni bir aygıt yaratmak olanağına, işin doğası gereği sahip değildir. Sahip olduğu olanak, yalnızca sınıf ayrıcalıklarının değil, ama kendisiyle birlikte bütün bir sınıfsallığı, işbölümüne, köleliğe son verilerek varoluş koşullarıyla birlikte sınıfların varlığının ortadan kaldırılmasına bağlanmış devletsizliğe ulaşmak ve iktidarın elde edilmesiyle (ve üretim araçlarının toplumsallaştırılmasına başlanmasıyla) bunun ilk ve temel adımını atmış olmak üzere bir geçiş devleti kurmaktır. Bununla birlikte, bu, keşfedilecek yeni bir devlet türü olamaz. Proletarya diktatörlüğü, bir yandan devletsizliğe gidişin, sınıflarla birlikte sınıf zıtlıklarının ürünü olan devletin varlık koşullarını tasfiye edişin devleti, o halde, kelimenin gerçek anlamında bir devlet olmaktan çıkmış bir devlet olabilecektir, bir “yarı-devlet” olacaktır. Bu, en temel ifadesini, bürokratik-militarist aygıtın parçalanmış ve kuşkusuz yerine benzer türden bir başka bürokratik-militarist aygıt konamayacak olması ve konmamasında bulur. Aksi halde, proletarya devrimci amaçlarını gerçekleştiremez. Öte yandan ise, kendisine bir “yarı-devlet” ya da “devlet olmayan devlet” özelliği veren devletsizliğe geçişin unsurlarıyla yoğrulmuş olmasının ötesinde, en başta henüz “burjuva hukukunun dar ufku aşılamadığı için” de devlet hala bir burjuva devlet olarak kalmaya devam edecektir: tek farkla ki, artık bu “devlet”, onu, sıradan bir devlet olmaktan farklılaştıran ve kelimenin gerçek anlamıyla devlet olmaktan çıkaran “burjuvazisiz burjuva devlet” olabilecektir.
Bu, şu anlama gelir ki, bir devlet olarak örgütlenişi zorunlu kılan koşullar henüz bütünüyle ortadan kalkmamıştır; komünist toplum, “kendi temelleri üzerinde gelişmiş şekliyle değil, kapitalist toplumdan nasıl çıkmış ise, o şekliyle” (Gotha Programının Eleştirisi) sahneye çıkmaktadır, onun izlerini taşımakta ve ondan devraldıklarıyla ve bu devraldıklarının tasfiyesi sürecinde kurulabilmektedir. Henüz kapitalizme özgü, ondan miras kalan özellik ve unsurlar taşıdıkça, örneğin yönetenlerle yönetilen arasındaki farklılıkların (eğitimsizlik, bilinç geriliği vb. nedenlerle) bürokrasinin yok edilişini sınırladığı (ve yeniden ve yeniden doğmasına yol açtığı), henüz herkesin her işi yapabilir olmadığı, dahası henüz baskı altında tutulması gerekenlerin (başlangıçta sınıf olarak burjuvazi, tasfiyesi sonrasında kalıntılar halinde kapitalizmin unsurları) bulunduğu, tüm bunların nesnel ekonomik temeli olarak üretici güçlerin, kültürel, eğitsel vb. faaliyetler için emekçilere bol artık zaman da bırakmak üzere, işbölümüne köleliği nesnel bir zorunluluk olmaktan çıkaracak ve toplumun bayraklarına “herkese ihtiyacına göre” yazabilmesine elverecek olağanüstü gelişmesinin gerçekleştirilemediği ve tersine bölüşümde “emeğe göre” ilkesinin, yani burjuva hukuku uyarınca eşitliğin, değişim ilkesinin bu hukuk uyarınca yönetsel düzenlenmeleri gereksindiği koşullarda, doğal ki burjuvazisiz ama yine de kısmen burjuva niteliğe sahip olmamazlık edemeyecek bir tür devlet kaçınılmaz olacaktır. Lenin Gotha Programının Eleştirisi’nde ortaya konan ve devlete ve kuşkusuz onun niteliğine ilişkin komünist toplumun birinci ve ikinci evreleri üzerine görüşlere şu notları düşmüştür: “Alt (‘birinci’) evre- tüketim eşyalarının bireyleri, onların topluma sağladıkları emek miktarına orantılı olarak dağıtılması. Dağıtımdaki eşitsizlik hala hissedilir bir düzeydedir. ‘Burjuva hukukunun dar sınırları’ henüz tamamen aşılmamıştır. Bu çok önemli!! Besbelli ki, (kısmen burjuva) hukuku varlığını sürdürdükçe, (kısmen-burjuva) devleti de tamamen ortadan kaybolmayacaktır. Burası çok önemli!!” (Marksizm- Devlet Üzerine, sf. 40)
Hazır devlet aygıtının kırılmasıyla devlete son verilemeyeceği noktasında anarşizmden kendisini ayıran Marksizm, onunla temel farkını, devletin “ortadan kaldırılmak” yerine “sönümlenmesi” teziyle açıklar.

Nisan-Mayıs 1995

Özelleştirme mücadeleleri ekseninde mülkiyet ve iktidar

Geçtiğimiz aylarda, ülkemizde yaşanan tartışmaların en önemlilerinden birisi özelleştirme idi. Bütün tartışma, burjuva kurallara göre yürütülüyor, tartışmada kullanılan kavramların içerikleri egemen sınıfların çıkarlarına göre belirleniyordu. İlk başta, sözde özelleştirme karşıtı olan sözde muhalif politikacılar ve aydınlar ve sendika bürokratları bir biçimde burjuva platforma kazanılmıştı. Ama, giriştiği her eylem ve etkinlikte “özelleştirmeye hayır” şiarını biraz daha yüksek sesle haykırmaya çalışan işçi muhalefetinin önü bir türlü alınamamıştı. Bu koşullarda emperyalist şeflerden alınan bir talimatın uygulanmaya başlaması, özelleştirme tartışmalarına ciddi bir hareketlilik kazandırdı. Buna göre, özelleştirme kapsamına alınan kuruluşlardan bazıları işçilere satılacaktı.
Et-Balık Kurumu’nun bir sendikaya, arazileriyle birlikte satılmaya kalkışılması ve Karabük Demir-Çelik İşletmeleri’nin çalışanlara ve yöre halkına devredilmesi girişimi ülkede olay yarattı. Herkes ayağa kalktı; burjuvalar, köşe yazarları, aydınlar, politikacılar… İşçilere kamu kuruluşu satmak da ne anlama geliyordu? Tartışma öyle bir hal aldı ki, burjuvazinin öldürmekle bitiremediği Marksizm-Leninizm ve sosyalizm yine burjuva sözcüler tarafından yeniden ağızlara alınmaya başlandı. Önce “devrim” kavramı gazete manşetlerini süsledi: Karabük’ün çalışanlara devri bir zihniyet devrimiydi ve sermayenin tabana yayılmasını ifade ediyordu. Ama Et-Balık Kurumu’nun da işçiler adına Hak-lş sendikasına satılmasıyla iş iyice çığırından çıktı. Öyle ki Hak-İş Genel Başkanı Necati Çelik, “Et-Balık Kurumu’nun kendilerine satılmasını eleştirenlerin birkaç Marksist kökenli kişi” olduğunu açıklarken, yeni-liberalizmin en aşağılık savunucularından birisi olan Yeni Yüzyıl gazetesinin köşe yazarları, “işçileri işveren yapmaya çalışan Tansu Çiller’i Leninizm’le birlikte çöken sınıfsız toplum hayalinin baş savunucusu” ilan ettiler. Bu arada sözde sosyalist bir partinin başkanı olan Sadun Aren, “Karabük Demir-Çelik İşletmeleri’nin işçilerle birlikte yöre halkına devredilmesini olumlu bulduğunu” açıkladı. Bu durumda öyle bir görüntü ortaya çıktı ki, kimin Marksist, kimin sosyalist, kimin işçi ve kimin burjuva olduğu birbirine karıştı: Başbakan Leninist, işçiler patron, sendikacılar kapitalist, patronlar ise bu sistemin en amansız düşmanıydı sanki…. Sonra, Başbakan’ın Şubat ayı ortalarında yaptığı açıklama her şeyi yoluna koyuverdi. Yaptığı açıklamada şöyle diyordu Tansu Çiller: “İngiltere’den danıştığımız uzmanlar ve Dünya Bankası uzmanları ilk üç özelleştirmede ‘sosyal mesaj’ vermemizi önerdiler. Biz de bunun üzerine Et-Balık’ı Hak-İş’e vererek özelleştirmede işçilerin haksızlığa uğramayacağı mesajını vermek istedik. Ben ekonomist olarak teknisyen olarak böyle bir özelleştirmeyi destekleyemem, ama uzmanların tavsiyesini göz önüne alarak bu kararı aldık…” Bu sözler oynanın oldukça basit bir oyun olduğunu gösteriyordu. Mesele şuydu: Özelleştirmeye ucundan kıyısından karşı çıkan, ama bu karşı çıkışlarında hiç de samimi ve gerçekçi- olmayan liberal aydınlar ve bürokrat sendikacılar, otel lobilerinde, konferans salonlarında ya da televizyon programlarında burjuva platforma rahatlıkla kazanılabilirdi ve kazanılmıştı da. Ama o üzerine basa basa “kamu mülkiyeti” denilen işletmelerin de sonuçta bir kapitalist mülkiyet biçimi olduğunu bilen ama özelleştirmenin basit bir el değiştirme değil kapsamlı bir burjuva saldırı olduğunu da çok iyi bilen işçiler, bu burjuva platforma öyle kolay kolay kazanılamazdı. O yüzden kimi göstermelik taktiklere ihtiyaç duymuştu burjuvazi. İşçilere sosyal mesaj verilecek ve onlar da mülk sahibi yapılacaktı. Daha birkaç yıl önce televizyon, otomobil, buzdolabı vs. aracılığıyla mülk sahibi edilen ve kaybedilecek zincirlerle sözde kolları bağlanan işçilere bu sefer de bir-iki “kamu kuruluşu” aracılığıyla zincir vurulmak isteniyordu.
Elbette meselenin bununla sınırlı olduğu söylenemez. Burjuvazinin bu hamlesinin ardında yatan başka nedenlerden de söz edilebilir. Bunlar başlıca şöyle özetlenebilir:
• Burjuvazi, bu hamlesiyle, özelleştirme mücadelelerinde düşmanının saflarını dağıtmak istemiştir. Çeşitli yerlerde işçi sınıfının özelleştirme karşıtı mücadelesi etkisizleştirilerek, bunun işçi sınıfının diğer bölüklerini de etkileyeceği hesap edilmiştir. Böylece, işçi sınıfına “yağmadan sen de payını al ve sus!” mesajı verilmek istenmiştir.
• İşçi sendikalarının sözde özelleştirme karşıtlığı da bertaraf edilerek bu kuruluşların işçi adına işçi düşmanlığı yapılmasına yol açılmıştır.
• Karabük gibi 60 yaşını aşmış ve son yıllarda zarar etmesi için devlet tarafından gerekli bütün önlemler alınmış işletmelerin işçilere devredilmesinin ardından gelecek muhtemel başarısızlık hesap edilerek faturanın işçi sınıfının öncü ve yönetici rolüne çıkarılması hesap edilmiştir.
• Sınıfsız toplum hayallerinin çöktüğü, Leninizm’in çoktan ömrünü doldurduğu ve sosyalizmin artık bittiği yolundaki açıklamalar, saldırının aynı zamanda ideolojik bir saldırı olduğu anlamına da gelmektedir.
Bu koşullarda, yalnız Türkiye’de değil, ama dünyanın birçok başka ülkesinde tarihsel kazanımlarına ve devrimci dünya görüşüne yönelik burjuva saldırılarla karşı karşıya kalan işçi sınıfının net bir tutum takınması gerektiği yeterince açıktır.
Özelleştirme mücadelelerinde işçi sınıfının çekilmek istendiği platform nasıl bir platformdur? Burjuva politikacılar, ellerindeki renkli istatistikleri göstererek KİT’lerin zarar ettiğini kanıtlamaya ve böylece de özelleştirmenin haklılığını anlatmaya çalışıyorlar. İşçi sınıfı bu kirli zeminde burjuvaziyle hesaplaşabilir mi? Hayır! Hükümet sözcüleri ve burjuva temsilcileri, devletin genel olarak ekonomik faaliyette başarılı olamadığı ve olamayacağı tezini öne sürerek, devletin küçültülmesini ve gerçek işlevlerine dönmesini, ekonomik faaliyetin ise özel sektör tarafından yürütülmesini öneriyorlar. İşçi sınıfı buna evet diyebilir mi? Hayır! Burjuva kalemler her fırsatta sosyalist sistemin çöktüğünü, işçilerin ise ancak ücretli köleliğe layık olduğunu iddia ederek, işçi sınıfını ve onun devrimci dünya görüşünü toplumun diğer ezilen kesimleri gözü önünde küçük düşürmeye çalışıyorlar. Devrimci proletarya buna kayıtsız kalabilir mi? Kesinlikle hayır! Kendilerine Marksist ya da sosyalist adını yakıştıran kimi küçük burjuva reformist gruplar, yanlış hedefler göstererek işçi sınıfının dikkatini başka yönlere çekmeye, onun saflarında reformist hayaller yaymaya çalışıyorlar. İşçi sınıfı bu oportünist seslere kulak verebilir mi? Asla!
Bütün bunlar, devrimci proletaryanın önüne, burjuva saldırılara karşı çıkış gerekçelerini ve kendi dünya görüşünün soruna nasıl yaklaşılmasını emrettiğini en açık biçimde belirlemek görevini koymaktadır.
Özgürlük Dünyası’nın 75. sayısında yayınlanan “Devlet, Mülkiyet ve Siyaset” başlıklı yazımızda, belli başlı emperyalist kuruluşlar tarafından planlanan ve dünyanın pek çok ülkesinde çeşitli biçimlerde uygulamaya koyulan özelleştirme planlarının nasıl ve ne biçimde gündeme geldiğini ana hatlarıyla açıklamaya çalışmıştık. Bahsedilen yazı hazırlandığı sırada özelleştirme mücadelelerinde burjuva propagandanın öne çıkan yanı daha çok “sosyal devlet” olgusu etrafında şekilleniyordu. Yaşanan ekonomik krizden çıkışın başlıca yolunun, devletin, aşırı zarar ettiği belirtilen kamu kuruluşlarından kurtarılması gerektiği ısrarla belirtiliyor; devletin kendi işlevlerine dönmesinin zorunlu olduğu döne döne vurgulanıyordu. Böylece bu demagojiyle birlikte uluslararası burjuvazinin özelleştirme planlarının gerçek amaçları ve bu amaçlara ulaşılmak üzere alınan kararların gerçek nedenleri gizlenmeye çalışılıyordu. Bu durumda yapmaya çalıştığımız şey, bahsedilen demagojinin gerçek içeriğini açıklamaya çalışmak ve burjuva devletin ekonomideki yerine ilişkin genel değerlendirmeler yaparak “sosyal devlet” kavramının kökenlerini araştırmaya yönelmek olmuştu. Bu yol, dünyada ve Türkiye’deki özelleştirme pratiklerinden çıkarılan sonuçlarla birleştirilmeye çalışılmıştı.
Ama şimdi özelleştirme mücadelelerinin Türkiye’de kazandığı boyut, tartışmada bazı önemli vurgu noktalarını tespit etmemizi ve bunlar üzerinde durmamızı gerektiriyor. Özellikle Karabük Demir-Çelik İşletmeleri’nin ve Et-Balık Kurumu’nun özelleştirilmelerinde izlenen yol mülkiyet kavramını öne itmiş ve bu noktadan sonra tartışma bu kavram ekseninde yürütülmeye başlanmıştır. Kapitalizm koşullarında işçi sınıfı mülk sahibi olabilir mi? Mülkiyet kavramından işçiler ve burjuvalar ne anlarlar? Bu ve benzeri soruların yeniden tartışılır hale gelmesi, Marksizm’in bu konudaki temel tezlerinin yeniden ortaya konulması ve sorunun bu açıdan açıklanması ihtiyacını gündeme getirmiş bulunuyor. Yazımızın bu bölümünde mülkiyet kavramının köken ve içeriğini kısaca özetlemeye, kavramın devlet ve siyasetle bağlantılarını kurmaya ve işçi sınıfının iktidar mücadelesi açısından mülkiyet kavramının nasıl ele alınması gerektiğini ortaya koymaya çalışacağız.

KAVRAMIN İÇERİĞİ
Gündelik dildeki anlamıyla mülkiyet, genel olarak, “mal-mülk sahibi olma” deyiminde kendine özgü bir anlam bulur. Bu açıdan bakıldığında, bir emekçinin yıllarca didinerek yaptığı bir gecekondu da “mülk” kavramıyla ifade edilir, bir kapitalistin sahip olduğu fabrika da. Oysa gündelik hayata bu haliyle yerleşen mülkiyet kavramının toplam toplumsal koşullar ve toplumsal devrimler açısından kazanmış olduğu içerik, bundan tamamen farklıdır. Engels, aile ve devletle birlikte, mülkiyetin de kökenini araştırdığı ünlü çalışmasında şöyle diyor: “Şimdiye kadar, bütün devrimler, belirli bir mülkiyet türünün, bir başka mülkiyet türüne karşı korunması için yapılmışlardır.” (Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, s. 119, onuncu baskı, Sol Yayınları Kasım 1992, Ankara) Bundan dolayıdır ki mülkiyet ve özel mülkiyet üzerine konuşan kişi her kim olursa olsun, o, kendi sınıfı ve kendi devrimi adına konuşuyor demektir. Bir bakıma sınıflı toplumun ortaya çıkmasından bu yana, bütün ezen ve ezilen sınıflar ve onların dünya görüşleri arasındaki ilişkiler ve çatışmalar “özel mülkiyet” üzerine yapılan tartışmalar ve çatışmalardır ve kurulan ilişkilerdir.
Marksizm, özel mülkiyeti ve mülkiyet ilişkilerini, üretim tarzı ve üretim ilişkileri kavramları ekseninde ele almasıyla, kendi dışındaki tüm ideolojilerden ayrılır. Bir başka deyişle, Marksizm açısından, mülkiyet ilişkileri sorunu, toplumsal maddi hayatın temellerinden ayrı olarak ele alınmaz. Bu yüzdendir ki, Marx ve Engels’in temel eserlerinde bu konu özel ve önemli bir yer tutar. Marx’ın Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Kapital, Grundrisse gibi eserleri, Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni ve Anti-Dühring gibi eserleri, Marx ve Engels’in birlikte hazırladıkları Alman İdeolojisi ve Komünist Parti Manifestosu gibi eserleri, buna örnek olarak verilebilir. Bütün bu eserlerde, sorunun ortaya konuşu; sınıflar, üretim tarzı, üretim ilişkileri, toplumsal gelişme ve toplumsal devrim kavramlarıyla iç içedir. Öyleyse Marksist açıdan mülkiyet ilişkileri her toplum biçiminde farklı bir nitelik kazanır ve mülkiyet türünün değişimi, aynı zamanda toplumsal bir değişime işaret eder. Bunu Komünist Parti Manifestosu’nda yer alan şu özlü saptamada açıkça görürüz: “Komünizmin ayırt edici özelliği, genel olarak mülkiyete son verilmesi değil, burjuva mülkiyete son verilmesidir. Ama modern burjuva özel mülkiyeti, uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarına ve çoğunluğun azınlık tarafından sömürülmesine dayalı üretim ve ürünlere el koyma sisteminin en son ve eksiksiz ifadesidir. ” (Marx-Engels, Komünist Parti Manifestosu, Aydınlık Yayınları) Kapitalist toplumun analizinden elde edilen burjuva mülkiyet ilişkilerinin temelleri, bunun yol açtığı temel çelişkiler ve devrimci proletaryanın hedefleri bakımından kazandığı önemin eksiksiz bir ifadesi vardır burada.

ÖZEL MÜLKİYETİN ORTAYA ÇIKIŞI
Özel mülkiyet, kapitalist toplumla birlikte ortaya çıkmadı. Onun ilk ortaya çıkışı daha eskilere dayanır.
Başlangıcından bugüne kadar, insanlık, beş toplumsal sistem tanıdı: Bunlar, ilkel komünal toplum, köleci toplum, feodal toplum, kapitalist toplum ve sosyalist toplumdur. Bu toplumsal sistemlerin hepsi, birbirinin ardından gelmiş ve her biri kendinden daha ileri bir üretim tarzı tarafından aşılmıştır. Burada üretim tarzının kilit kavramı olduğu görülmektedir. Öyleyse işe, buradan başlayacağız.
İnsanların yaşayabilmesinin ilk ve zorunlu koşulu üretimdir. İnsan toplumunun başka şeylerle, örneğin siyasetle ya da sanatla, uğraşabilmesi için yemesi, içmesi, barınması gerekir. O halde insanlar barınabilmek, giyinebilmek, yiyip içebilmek için tüm bu ihtiyaçlarını karşılayacak nesneler üreteceklerdir. İşte insanlar, bu nesnelerin üretimi sırasında aralarında belirli ve zorunlu ilişkiler kurarlar. Dolayısıyla bu üretim daima toplumsal bir üretim ve üretim faaliyeti de toplumsal bir faaliyet olacaktır. Bu durumda, üretim biçim ve koşulları, yalnızca toplam toplumsal ilişkileri belirlemekle kalmaz. Aynı zamanda bir toplumu diğerlerinden ayıran özellikleri de gösterir. O yüzden bir toplumu bütün yönleriyle anlayabilmek için, ilk önce o toplumun üretim tarzına bakmamız gerekir. Ayrıca bizim bu yazıdaki konumuz olan mülkiyet türü ve mülkiyet ilişkileri de ancak bu şekilde anlaşılabilir.
Üretim için kullanılan araçların, bunların kullanımı ve üretimi sırasında edinilen bilgilerin ve deneylerin ve üretim sürecinde kurulan ilişkilerin tümüne birden üretim tarzı denir. Üretici güçler ve üretim ilişkileri, bir arada, üretim tarzını oluşturur. Bunlardan üretici güçler, insanın doğa üzerindeki etkinliği sırasında kullandığı bütün araç ve nesneleri, emeğin kendisini, araç ve nesne kullanma bilgisini ve deneyini içerir. Üretim ilişkileri ise, üretim sürecinde kurulan ilişkilerin toplamını ifade eder. Üretim ilişkilerinin, üretici güçlerle uyumu, toplumun ekonomik gelişme yasasıdır. Marx, bunu, ünlü Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkıya Önsöz’de şöyle açıklıyor:
“Varlıkların toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder… Gelişmelerinin belirli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. ” (Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, s.23, beşinci baskı, Sol Yayınları, 1993 Ankara)
Üretici güçlerin, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ters düşmesi… Üretici güçler içinde, üretim araçlarının en hareketli, en değişken ve en devrimci yan olduğunu biliyoruz. Öyleyse üretim araçlarıyla birlikte, üretim ilişkileri, yine Marx’ın deyimiyle “bunun hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkileri” arasındaki çelişkinin çözümü toplumsal ilerlemenin yegâne koşuludur diyebiliriz.
İnsanlar ilk toplum biçimi dediğimiz ilkel komünal toplumda, doğa karşısında oldukça zayıf ve güçsüz durumdaydılar. Kullandıkları aletler tümüyle ilkeldi. Bu durumda yaşayabilmek için, ama sırf bunun için, birbirlerine yakın olmak, kolektif olarak hareket etmek, kolektif olarak üretimde bulunmak ve kolektif olarak emek harcamak zorundaydılar. Bu, aynı zamanda, üretim araçları üzerinde kolektif mülkiyeti de doğuruyordu. Dolayısıyla, ilkel komünal toplumda adaletsiz bir dağılımdan ya da sömürüden söz edilemezdi; sınıflar henüz ortaya çıkmamıştı. İnsanlar, birbirlerinden görece yalıtık komünler halinde yaşıyorlardı. Ama bu ilkel insanların kullandıkları ilkel aletlerin giderek iyileşmeye başlaması ve üretimin de buna göre değişimi yaşa ve cinsiyete bağlı işbölümünü ortaya çıkardı. Bununla birlikte ziraat, hayvancılık vb. de gelişmesi, bölüşüm ve dağılım ilişkilerinde de önemli değişikliklere yol açtı. Özel mülkiyetin ilk ortaya çıkışına burada rastlıyoruz. İlk başta komünlere ait olan ve komün temsilcileri tarafından değişime sokulan kolektif mülkiyetin, üretim araçlarındaki ve üretim ilişkilerindeki değişime bağlı olarak, giderek özelleşmesi… Burada, toplumsal biçimin, Marx’ın yukarıdaki temel saptamasına uygun olarak değiştiğini görüyoruz. Büyüyen ve gelişen üretici güçlerin, üretim ilişkileriyle düştüğü çelişkinin çözümü, ilkel komünal toplumun yerini bir başka üretim tarzına bırakmasına yol açıyor: İlkel komünal toplum, kendisinden daha ileri bir üretim tarzı tarafından aşılıyor ve köleci toplum bu biçimde ortaya çıkıyor. Dolayısıyla, mülkiyet türü de, toplumsal değişime bağlı olarak değişiyor.
Yazımızın konusu “toplum biçimleri ve mülkiyet” olmadığından dolayı, bu başlık altında incelenebilecek konuların üzerinden atlamak zorundayız. Ama özel mülkiyetin ilk ortaya çıkış biçimi üzerinde kısaca da olsa durmak bir gereklilikti. Buradan çıkarmamız gereken başlıca sonuç şudur: “Geçmişteki bütün mülkiyet ilişkileri, tarihi koşullardaki değişikliklere bağlı olarak sürekli bir tarihi değişikliğe uğramışlardır. Sözgelimi, Fransız Devrimi feodal mülkiyete son vererek, onun yerine burjuva mülkiyetini geçirmiştir” (Marx-Engels, Komünist Partisi Manifestosu, s.65, Aydınlık Yayınları, Mart 1979)

EGEMENLİK VE MÜLKİYET

Hangi sınıflı ve özel mülkiyete dayalı toplum biçimi söz konusu olursa olsun, üretim araçları üzerindeki mülkiyetin hangi sınıfa ait olduğu, o topluma hangi sınıfın egemen olduğunu da gösterir. Bir başka deyişle üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda toplumun diğer egemenlik araçlarını da elinde bulundurur: Devlet, eğitim kurumlan, iletişim aygıtları vb.
Kapitalist toplumda üretim araçlarının mülkiyeti burjuvalara aittir. Burjuvanın elindeki üretim aracı, işçilerin sömürülmesinin bir aletidir. Oysa üretim araçlarının kullanımı kapitalist toplumda olağanüstü derecede toplumsallaşmış, binlerce ve yüz-binlerce işçiyi bir araya getirmiştir. Üretimin bütün yükü emekçilerdedir; üretim araçlarının sahipliği ise kapitalistlerde. Bu sahiplikle birlikte bütün egemenlik araçlarını ellerinde bulunduran kapitalistler egemen sınıf olarak örgütlenmişler ve sahip oldukları bütün her şeyi egemenliklerini korumak üzere harekete geçirmişlerdir.
Öyleyse, kapitalist toplumda mülkiyetten söz edilirken, ancak ve ancak kapitalist özel mülkiyetten söz edilebilir.
Fakat burjuva söylemde iki tür, mülkiyetten söz edilmektedir: Bunlardan birisi “kamu mülkiyeti”, diğeri ise “bireysel mülkiyet”tir. Ve burjuva hukukunda, “mülkiyet hakkı”nın temel hak ve özgürlükler arasında yer aldığı ve bunun devlet güvencesinde olduğu yazılıdır. Bu görünüşe göre burjuva toplumda, herkes dilediği kadar mülk sahibi olmakta özgürdür. Bu özgürlüğü kullanmanın temel kıstası ise, yine burjuva söylemde “tembellik / çalışkanlık” kavramlarında kendisini bulur. Çalışkan ve tutumlu insanlar çok mülk sahibi olacaklar; tembel, savurgan ve asalak insanlar ise az. Bir bakıma, çalışkanlık, mülkiyet özgürlüğünün temelidir. Ama on yıllardır görülmektedir ki, toplumun çalışan ve çalışkan çoğunluğu, bütün çalışıp didinmesine rağmen, kendinden başka satabilecek hiçbir şeye sahip olamamakta ve sefalet içinde yaşamakta; fakat uzunca bir zamandır çalışmayı da bırakmış olmasına rağmen, küçük bir azınlık hiç durmadan zenginleşebilmekte ve mülküne mülk katabilmektedir. Marx, kapitalist toplumda mülkiyet, “…..kapitalist için, başkalarına ait karşılığı ödenmemiş emeğe ya da emek ürününe el koyma hakkı, emekçi için ise kendi ürününe sahip çıkma olanaksızlığı olarak…” (Marx, Kapital, Cilt 1, s.600, üçüncü baskı, Sol Yayınları, 1986 Ankara) ortaya çıkar diyor. Dolayısıyla burjuva toplumunda özel mülkiyet özgürlüğü emekçileri sömürme, emekçiler için ise, yarattığı hiçbir değere sahip çı-kamama özgürlüğü. Ne büyük ve şehvetli bir hürriyet!
Buna rağmen, işçilerin de “mülkiyetinde olan şeylerden de söz edilebilir. Ama ücretli emeğin fiyatı, onun, ücretli emek olarak her gün kendisini yeniden üretebilmesine yetecek kadardır. Ya da emekçilerin sahip oldukları kimi şeyler onun burjuva toplumuna her gün yeniden bağlanmasına yarayan araçlardır. Yani bunlar da işçilerin, kendilerini ücretli köleler olarak yeniden üretebilmeleri için gerekli olan “geçim araçları” ya da eşyalardır.
Burjuvazinin o çok severek kullandığı ve çeşitli biçimlerde gündelik dile yerleştirdiği “kamu mülkiyeti” kavramı ise, tamamen burjuva bir demagojidir. Yukarıda adını andığımız yazımızda daha ayrıntılı olarak açıklamaya çalıştığımız gibi, burjuvazi, kendi devletinin çeşitli gerekçelerle ve nedenlerle sahip olduğu ekonomik işletmelere kamu mülkiyeti diyor. Burada geçen “kamu”, burjuvazinin dilinde “bütün bir ulus”tur. Sınıfları zümreleri olmayan bütün bir ulus… Elbette ki, bu kavram, bu haliyle egemen sınıfların çıkarına kullanılmaktadır. Oysa devrimci proletarya, sınıfsız bir ulusun olmadığını ve olamayacağını bildiği gibi, “kamu” ya da “kamu mülkiyeti” kavramlarının bu kullanılış biçimiyle burjuvaziye ait olduğunu da bilmektedir. Çünkü devlet de burjuvazinin devletidir, mülkiyet de burjuvazinin mülkiyeti. Öyleyse biz burjuvaziye şunu söyleyeceğiz: Kendi ihtiyaçlarınızdan dolayı kendi devletinizin sahip olduğu ve bizim üzerimizden elde edilen artı-değerle var edilen “kamu kuruluşları”, sizin mülkiyetinizdedir. Biz ise özel mülkiyetin kendisine karşı olduğumuz gibi gerçek kamu mülkiyetinin savunucuları ve savaşçılarıyız.
Buraya kadar anlattıklarımızdan çıkarmamız gereken sonuç şudur: Kapitalist toplumsal biçimde işçiler asla özel mülkiyet sahibi olamazlar. Çeşitli biçimlerde üretim aracı sahibi olma anlamında, tek tek işçiler özel mülkiyet sahibi olabilir; ama onlar da bu andan itibaren burjuvalaşırlar. Bu olanaksız bir şey değil, ama istisnadır.
Diğer tüm revizyonist, reformist ve ütopik düşüncelerden farklı olarak işçi sınıfının devrimci dünya görüşü olan Marksizm soruna nasıl yaklaşmaktadır? Marksizm’i, işçi sınıfı ya da emekçi halk adına yola çıkan diğer tüm ideolojilerden ayıran temel şey, onun mülkiyet sorununu, toplumsal sistem, toplumsal sınıf ve toplumsal devrim gibi sorun ve çelişkilerle birlikte ele almasındadır. Marksizm-Leninizm, ünlü önermede de söylendiği gibi, kapitalist toplumun temel çelişkisinin üretim araçlarının özel mülkiyetiyle üretimin toplumsal karakteri arasındaki çelişki olduğunu tespit eder. Ve bu çelişkinin çözümünü proletarya devriminde, proletarya iktidarında ve onun önderliğinde ulaşılacak olan toplumsal sistemde, komünizmde, görür. Hâlâ, Marksizm-Leninizm’in başyapıtı olma özelliğini taşıyan kitap şu cümlelerle sona ermektedir: “Kişisel emekten doğan dağınık özel mülkiyetin kapitalist özel mülkiyete dönüşmesi, halen toplumsallaşmış üretime fiilen dayanan kapitalist özel mülkiyetin toplumsal mülkiyete dönüşmesinden kuşkusuz kıyaslanamayacak kadar daha uzun süreli, daha şiddetli ve çetin bir süreçtir. Birinci durumda, halk yığınlarının birkaç gasp edici tarafından mülksüzleştirilmesi söz konusuydu; ikincisinde ise, birkaç gasp edicinin, halk yığınları tarafından mülksüzleştirilmeleri söz konusudur.” (Marx, Kapital, birinci cilt, s. 783, üçüncü baskı, Sol Yayınları 1986 Ankara)
Oysa, örneğin ütopik sosyalistler sorunu nasıl ele alıyorlardı? Onlar emekçi yığınların kölece çalıştıklarını, ama buna rağmen sefalet içinde yaşadıklarını ve açlığa mahkûm olduklarını, toplumun üst tabakasının sömürücülüğünü görüyor ve buna karşı çıkıyorlardı. Onlar, toplumun önüne üretim araçlarının özel mülkiyetine dayalı kapitalist toplum yerine, üretim araçlarının toplumsal mülkiyetine dayalı sosyalist toplumu koyuyorlardı. Ama onlar, üretim araçlarının ortak mülkiyetine dayalı bir toplumsal sistemin nasıl kurulabileceğini, bunun için hangi çetin, zor ve şiddetli yollardan geçilmesi gerektiğini göremediler. Bu toplumsal sistemin, mülk sahibi sınıfların hukuka, adalete ve ahlaka ikna edilmesiyle kurulabileceğine inandılar. Bu yüzden tarih, onları ütopik olarak adlandırdı ve hayallerindeki sistem, yol ve yöntemler hayatın katı gerçeklerine çarpmadan edemedi.
O hayatın katı gerçekleridir ki tek bir şeyi kanıtlamıştır: Kapitalist toplumun temel çelişkisinin kaynağında duran burjuva özel mülkiyete son verilmesi ancak işçi sınıfı önderliğindeki şiddete dayalı bir devrim ve bu yolla kurulabilecek komünizm tarafından sağlanabilir.

SONUÇ
Burjuvazi, son Karabük Demir-Çelik İşletmeleri ve Et-Balık Kurumu’nun özelleştirilmesinde girmeyi denediği yolla neler yapmak istedi? Bu girişimlerin yarattığı zeminde burjuva propaganda başlıca hangi hedeflere yöneldi? Bütün bu yaşananlardan işçi sınıfı ve diğer emekçiler ne gibi sonuçlar çıkaracaklardır?
Burjuvazi “işçileri de sermaye sahibi yapacak, sermayeyi tabana yayacağız” diyorlar.
Özelleştirme bunun için yapılıyormuş… İşçilerin asgari yaşam koşullarını bile günbegün kötüleştirenler; işini, ekmeğini elinden alanlar; kendilerini çözümsüz kılan her şeyin yükünü işçi sınıfının sırtına yıkanlar, işçi sınıfını sermaye sahibi yapıyorlarmış bazı KİT’leri işçiler adına sendika bürokratlarına devrederek. Politikadaki kurnazlıkları sömürüdeki vahşetlerine ne kadar da benziyor. Ama yaşanan olgu ve olaylar gösteriyor ki, burjuvazi bu tutumuyla, henüz birleşememiş ve açık, net ve somut bir hal alamamış olan özelleştirme karşıtı mücadeleyi, daha da parçalamak, küçük parçalara bölmek istemektedir. Bu pratik-taktik tutum, özelleştirmede borsada satış ve blok halinde satış gibi yöntemlerle birleştirilmekte ve özelleştirme saldırısı burjuva cepheden ağır, parçalı, sonuçları birdenbire ortaya çıkmayan bir saldırı olarak gelişmektedir. Öyleyse işçi sınıfı bu kapsamlı, çok yönlü, geçmiş kazananlarına ve bugünkü haklarına yönelen saldırılara ancak birleşik ve yolundan en küçük bir sapma bile göstermeyen mücadelesiyle karşı koyabilir.
İşçiler, işletme yönetiminde başarılı olamaz diyor satılık burjuva kalemler. “Sendika kötü patron” diye başlık atıyor Milliyet gazetesi. (Milliyet, 10 Şubat 1995) Alman Sendikalar Birliği DGB’nin elindeki dört büyük kuruluşu iflasa sürüklediğini örnek göstererek. Yine Milliyet gazetesi “Patron sendikalar başardı olamadı” başlığı altında “1953 yılından bu tarafa Türkiye’de sendikalar ve işçiler tarafından işletilen kuruluşlar ya iflas etti ya da el değiştirmek zorunda kaldı.” diyor. (Milliyet, 1 Şubat 1995) Bütün bunlar, Et-Balık Kurumu’nun, sendika adına “girişim grubu” adı verilen Hak-İş yöneticilerine satılması girişiminin ardından söyleniyor. Burjuvazi burada, o kadar aşağılık bir tutum takınmaktadır ki, bir başka temsilcisi bu duruma bıyık altından gülmekte ve şöyle demektedir: “Hak-İş artık, işveren kuruluşu TİSK’e üye olsun.” Bu sözler ise, TİSK Genel Başkanı Refik Baydur’a ait. Yazımızın daha önceki bölümlerinde de belirttiğimiz gibi, burjuva kalemler bu söylemle, sendika bürokratlarıyla işçi sınıfını aynılaştırmaya, böylece de işçi sınıfının yönetebilir değil ancak yönetilebilir bir kesim olduğunu kanıtlamaya çalışıyorlar. Görülmektedir ki, çürüyen sisteme karşı her zaman yegâne alternatif olan sosyalizme ve ölen burjuva ideolojisine karşı tek devrimci eleştiriyi yönelten Marksizm-Leninizm’e karşı saldırıya geçenler, bunları temsil eden sınıfın öncü rolüne karşı da dolaysız bir saldırı yöneltmektedirler. Burada, özelleştirme saldırısının, işçi sınıfının yalnızca tarihsel kazanımlarına, işine ve ekmeğine yönelmediğini, aynı zamanda onun öncü rolüne de yöneldiğini görmekteyiz. Burjuvazi, toplumun gelişiminin önündeki gerici rolünü, köhnemişliğini ve çürümüşlüğünü gizleyebilir mi? Oysa o, attığı her adımda daha da çürümektedir. İşçi sınıfı ise tarihin tanıdığı en devrimci sınıf olma özelliğini her gün biraz daha göstererek, tarihin şimdiye kadar tanıdığı en devrimci dünya görüşü olan Marksizm-Leninizm’le her gün biraz daha bütünleşerek bu saldırılara karşı durmasını bilecektir.
“İşçi Partisi, emekçi halk için çıkış yolunu net olarak saptamıştır. Alternatif çözüm, kamulaştırma programı” diye yazıyor İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek. Yıllardır işçi sınıfının devrimci iktidar perspektifini karartmaya uğraşmakla tanınan oportünistler, bu somut koşullarda, yine reformist hayaller yaymayı meziyet sanıyorlar. İşçi sınıfı ise bu oportünistlerin kirli ağızlarına aldıkları emekçi iktidarı kavramının ve kamulaştırmanın, İP gibilerinin hükümetiyle değil, kendi önderliğindeki halk devrimiyle gerçek içeriğini bilmektedir oysa. Proletarya ve emekçiler hiçbir boş hayale kapılmayacak ve kendi yolunda yürüyeceklerdir.
İşçi sınıfının, burjuvaziden bu biçimlerde alacağı hiçbir mülk yoktur. O, zamanı geldiğinde hepsine birden el koyacaktır.

Nisan-Mayıs 1995

Gümrük birliği ve işçi sınıfı

Önce, olurdu-olmazdı korkusu ağır basıyordu. Özellikle DEP milletvekillerinin yargılanması dolayısıyla Türkiye sıkıştırılmış, hatta bir kez anlaşmanın imzalanması ertelenmişti. Resmen dile getirilenlere bakılırsa, Avrupalılar, “demokrasi” ve “özgürlükler” genel başlığı altında toplanabilecek koşullar ileri sürüyorlardı. Gerçi, diğer üye ve aday ülkelerin izledikleri ve izlemeleri öngörülen süreçten farklı olarak, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üye olmadan gümrük birliği anlaşması çerçevesinde “ortaklık”a dâhil edilmesinin de gösterdiği gibi, nedenler, kuşkusuz farklıydı. Ama gerek Türkiye gerekse Avrupa halkları karşısında “demokrasicilik” oyununun oynanması tercih edilmekteydi.
Sonunda, DEP milletvekilleri sorunu başta olmak üzere Türkiye’nin “demokratikleşmesi” ihtiyacına ilişkin bir ek kararla birlikte gümrük birliği anlaşmasının imzalanmasının önü açıldı. 6 Mart’ta, Brüksel’de anlaşmanın imzalanmasıyla birlikte, korku, bütünüyle ortadan kalkmadı; ama yerini ne kazanacağız-ne kaybedeceğiz tartışmasına bırakmak üzere ikinci plana itildi. Şimdi daha çok, -eskiden de tartışılmakta olan- bu sorun tartışılıyor: “Kazançlarımız” ve “kayıplarımız”. Taraflar yine eski taraflar; farklılaşma ise, argümanların genişlemesi ve sıcaklaşmasında.
Girelim/girmeyelim ya da karşıyım/yanayım diyenler, aslında bir eski tartışmayı sürdürüyorlar. Ama tartışmada, sömürücü egemenler arasında ve uluslararası kapitalist sistem zemininde, bu sistemden yanalık ya da karşıtlıktan katiyen söz edilmiyor. İkinci, üçüncü, beşinci dereceden ticari ve ekonomik sorunlar etrafında gelişmesini gizleyici yöntemlerden hiçbir koşulda vazgeçilmiyor, İslami, liberal, “demokratik” motiflerin bolca kullanıldığı “kazançlarımız-kayıplarımız” eksenli karşıtlık/yanalık çekişmesi, siyasi, ekonomik, hukuki vb. boyutları olan dev bir tartışma olarak sunuluyor. Hem Türk egemenleri tarafından hem de onların ağzından Avrupa egemenlerinin yaklaşımı olarak.

LAİK VE ŞERİATÇI SÖYLEMDE GÜMRÜK BİRLİĞİ
Örneğin, laisizm-şeriatçılık çekişmesi içinde olanların, ters yönlü olmakla birlikte, ortak yaklaşımı, İslam boyutunun sorunun önemli bir yönü olduğuna ilişkindir. “Laikler” de, şeriatçılar gibi, Avrupalılar açısından Türkiye’nin bir İslam ülkesi oluşunun şimdiye kadar olumsuz bir puan olarak değerlendirildiğini düşünüyorlar. Ama onlardan farklı olarak, “son ve tek”, “laik” İslam ülkesi olan Türkiye’nin, Avrupalılarca “fundamentalist İslam”ın eline terk edilmemesi gereğine AB’yi “ikna” görevini benimsiyorlar. Tezlerini, Mustafa Kemal’in koyduğu “muasır medeniyetler seviyesine ulaşma” prensibiyle güçlendirerek, gümrük birliğini, bu amacın bir gerçekleşme biçimi olduğu kadar bir aracı olarak da anlıyor ve anlatıyorlar. Laikler, Avrupalıların Irak işgali, Kıbrıs sorunu, DEP’liler ya da “demokratikleşme”de olası ayak sürümeler benzeri herhangi bir nedenle Türkiye’yi gümrük birliği sürecinden dışlamasının, hem bölgede hem de ülke içinde yükseliş içinde olan şeriatçı İslam’ın önünü kesmede “son ve tek” dayanak olan ve AB için bir kale olabilecek Türkiye’yi kaybetmek -ve kuşkusuz önemli ekonomik ve siyasal/stratejik çıkarlarının sarsılması- anlamına geleceğini laik Avrupa’ya anlatmaya çalışıyorlar. Çıkarları peşindeki Avrupa da konuyu anlamış görünüyor; Avrupa basınında çıkan çeşitli yazılar bunu gösteriyor. Laik tez, Avrupa basınında olduğu gibi başkentlerinde de belirli bir kabul görüyor.
Siyasal İslam ise, ılımlı olanlardan fanatik şeriatçılara dozajı yükselmek üzere, aynı kalkış noktasından farklı bir sonuca varıyor ve karşıt bir tavır geliştiriyor: Onlara göre, Avrupa, haçlı ruhuyla İslam’a karşı seferi durumdadır; “Hıristiyan Avrupalılar”la değil, Ortadoğu eksen olmak ve bütün İslam âlemini kucaklamak üzere “Müslüman kardeşlerimiz”le ekonomik ve siyasal içerikli ortaklıklar kurmak gerekmektedir.
Siyasal İslam, Avrupa ile “ortaklık”a karşıtlığını, “vahşi kapitalizm” ya da “Batı kapitalizmi” eleştirisiyle süsleyerek işçi ve emekçilerin gözünü boyamak üzere demagojik bir tarzda sunma eğilimi de göstermiyor değil. Tıpkı “adil düzen” propagandasıyla İslam ortak paydasında “birleşmesi” öngörülen işverenin işçiyi -kuşkusuz İslami tarzda- sömürmesi, hatta sömürü oranının yükselmesinin garanti altına alınması girişiminde olduğu gibi, siyasal İslam, uluslararası birlikler sorununda da demagojik kapitalizm eleştirisini, Hıristiyanlık değerlerinin eleştirisi olarak İslami zeminde eritip göz boyama yolunu tutmaktadır. Sanki Batı ile herhangi türden birlikler kapitalist birlikler olacak, ama örneğin Ortadoğu’nun Müslüman ülkeleriyle birlikler kapitalizmden başka bir zeminde gerçekleşecekmiş gibi! Oysa kesin bir gerçektir ki, ne “Müslüman Türkiye’min ne örneğin Müslüman İran’ın ekonomik temeli kapitalizmden başka bir şeydir ve ne de aralarında gerçekleşmesi öngörülen birlikler kapitalist temelli birlikler olmaktan öteye gidebilir.
Avrupa ile değil ama İslam ülkeleriyle birlik sloganı, demagojinin ötesinde, kapitalizm karşıtı bir içerik taşımamaktadır; İslami değerlerin yüceltilmesine dayanan salt ideolojik (ve siyasal) içeriklidir. Ekonomik temeli yok değildir: İslami demagoji, gümrüklerin sıfırlanması koşullarında Avrupa ile rekabet imkanına sahip olmayan üst-orta sanayiye dayalı sermaye kesimlerinden güç almakta, ama bununla kalmamaktadır; feodal kalıntıların, oluşmasında önemli bir ağırlık taşıdığı, tefeci-tüccarlara dayanan ve kapitalizmin yok oluşa sürüklediği esnafların gerici direnişini de seslendiren bir dizi radikal grubu bir yana, ama onları da büyük ölçüde etrafında toplamak üzere, siyasal İslam nereye bağlanmaktadır? Siyasal İslam, uluslararası finansal işlemler ağı (AL Baraka, Faisal Finans gibi) ve tekelci sanayi kuruluşlarıyla (özellikle Aramco gibi büyük petrol şirketleri) sivrilen uluslararası mali sermaye gruplaşması ve büyük patronu Amerikan emperyalizminin Avrupalı emperyalistlerle rekabeti, “ılımlı İslam” eğilimi ve Türkiye’ye ekonomik süreçlerden daha ağırlıklı olmak üzere siyasal-stratejik yönelimlerle başlıca Ortadoğu ekseninde biçtiği “jandarma” rolünden kaynaklanarak, bir unsuru ve aleti olarak emperyalistler arası dalaşmaya da bağlanmaktadır.
Kuşkusuz, gümrük birliğine karşı tavır, yalnızca ve başlıca dinsel motif üzerinden gerçekleşmemektedir. Dinsel motif, sorunun belirli bir etkide bulunan yönlerinden biridir ve Avrupa’nın Hıristiyan, Türkiye’nin ise İslam kökenli ideolojik şekillenişi üzerine oturtulmaktadır. Ancak, bir unsur olmakla birlikte, ne gümrük birliği ve Avrupa ile ilişkiler din-sellikle sınırlı bir zeminde gerçekleşmektedir ne de karşıt ve yanlı tutumlar böyle bir zeminle sınırlı olarak şekillenmektedir.

BURJUVA EĞİLİMLER VE TEMELLERİ
Gümrük birliği yanlılığının başı, büyük zaferlere hasret sevimli başbakan tarafından çekilmektedir. Tantanalı bir propagandayla gümrük birliği anlaşmasının imzalanması dolayısıyla övünen en başta odur. “Tanzimat” benzetmesi büyük tepkilere neden olan, hatta liderliğine ilişkin tartışmaları alevlendiren Mesut Yılmaz’ın “dil sürçmesi “ne rağmen ANAP, özelleştirme sorunundaki tutumuna benzer şekilde, kendi çocuğuna sahiplenir havada birlikten yana pozisyondadır; Yılmaz’ın “saçmalaması” da muhalefet edecek konu arayışından kaynaklansa gerektir. Milliyetçiliği yurtseverlikten bambaşka içeriğiyle, şovenizm, faşizm ve en başta emperyalizm yardakçılığı olarak anladığını kanıtlamak üzere MHP, gümrük birliği karşısında tek olumsuz laf etmemektedir.
Bütün bu partilerin tutumlarının ortaya çıkardığı anlam; siyasal temsilcileri aracılığıyla büyük sermayenin, işbirlikçi tekelci sermayenin başlıca çıkarlarının gümrük birliğinden yana olduğudur. Tekelci sermayenin esas eğilimi, Avrupa ile “ortaklık” ve gümrük birliği süreci içinde yer almaktır. Ancak sermayenin esas eğilimi olmakla birlikte, gümrük birliği, onun tek eğilimi de değildir. Farklı çıkarlardan kaynaklanan karşıt eğilimi de, burjuva siyasal partilerin içindeki “çatlak” sesler olarak dile gelmektedir.
Burjuvazinin farklı eğilimlerinin seslendirilişi kendilerine özgülükleri içinde belirmektedir. İmza aşamasından önce, başlıca mali destek dayatması, birlik koşullarında ortaya çıkacak ticari ve ekonomik kayıplar sorununun ortaya atılıp işlenmesi, tavizler koparmaya yönelik pazarlık taleplerinin ileri sürülüşü, siyasette “şahinlik” (göstermelik “demokratikleşme” paketi karşısında bile retçi tutum, ILO sözleşmelerinin bile benimsenmemesi, Kürtlere yönelik saldırının tırmandırılması gibi.), bunlara dayalı olarak ertelemecilik ve yokuşa sürme, burjuvazinin karşıt eğiliminin dolaylı ortaya konuş biçimleriydi. Burjuvazinin katılımcı esas eğilimi cepheden karşıtlığın önünü kesmekte ve karşıtlık, eleştiriler, dayatmalar ve “sabotajlar” (ertelenen ilk imzanın hemen öncesinde Özgür Ülke’nin bombalanması gibi.) biçimini almaktaydı. İmza sonrasındaysa, karşıtlık eğilimi, başlıca kayıpların işlenmesi ve siyasal askeri süreçlerde etkili olarak bu süreçlerin Avrupalıların tepkisini çekecek yönlere kanalize edilmesi çabasında kendisini ifade etmektedir. Avrupalıların ihtiyatlı bir anlayışla karşıladıkları ama Türkiye ile Amerikalı emperyalistler arasında bir gizli anlaşmadan da ciddi bir kuşku duymadan edemedikleri Kuzey Irak Harekâtı’nın ABD ile işbirliği halinde belirli senaryoları gerçekleştirmeye ve kalıcı bir hal almaya yöneltilmesi, eğer başarılabilirse, bu eğilimin zafer hanesine yazılacaktır. Bu eğilimin başlıca dayanağı, siyasal inceliklerden oldukça yoksun yağmacı saldırgan devlet geleneği, Amerikan iş-birlikçiliği ve siyasal ve askeri bürokrasinin bu temelde şekillenmiş oluşudur. Ancak bu pozisyonu, aynı zamanda zaafıdır da; yerli dayanakların ilkelliği zayıflığı ve ekonomik temelde yer tutuşundan daha çok nispeten kolaylıkla alınıp satılabilir bürokrasi ve militarizmden güç alması onu güçsüzleştirmektedir.
Karşıt eğilimin başlıca ekonomik gücünü ise, Koç grubu benzeri tekelci sermaye grupları oluşturmaktadır. Bu sermaye gruplarının belirgin, niteliği, uluslararası rekabet koşullarına uygun” düzenlenmemiş oluşlarıdır. Yüksek gümrük vergilerinin sağladığı korumacılık zırhı içinde büyüyüp bugüne gelmiş bu gruplar, gümrük birliğinin alışageldikleri tatlı kazançlarına taş koymasını kuşkusuz istememektedirler. Ancak karşıt eğilimin bu gruplarca dile getirilişi iki nedenle olanca sertliğiyle ortaya çıkmamaktadır. Birincisi, yalnızca Koç vb. gruplar üzerinde değil genel olarak işbirlikçi tekelci sermaye üzerinde etkili olan Amerikan emperyalizminin, aralarında rekabet ve zaman zaman ciddi boyutlar kazanan sürtüşmeler bulunmasına rağmen, ekonomik ve siyasal olarak Avrupalı emperyalistlerle tam bir kopuşmaya gitmemiş olması ve Amerikan tekelci sermayesi Avrupa’da önemli yatırımlar ve paylara sahipken ABD’nin siyasal-stratejik açıdan da NATO vb. aracılığıyla Avrupa üzerinde önemli bir etkiye sahip olmaya devam etmesidir: Efendiler ciddi bir kapışmaya yönelmeden uşakların tutumlarının olağanüstü sertleşmesi beklenemez. İkincisi, mali sermaye egemenliği ve sermayenin olağanüstü akışkanlığı koşullarında, Koç vb. grupların sanayi yatırımlarının niteliği, göz önünde bulundurulması ama abartılmaması gereken bir unsur oluşturur. Tekelci kapitalizm koşullarında sanayi, maliye, ticaret ayrımları temel olarak Önemlerini yitirmiş, tekelci kesimde, çıkarları birbirleriyle çatışan ayrı ayrı kategoriler olarak sanayi, banka ve ticaret burjuvazileri devri kapanmış; ticareti de kendisine bağlayan ve başlıca banka ve sanayi sermayesinin iç içe girmesiyle oluşan mali sermaye dönemi açılmıştır. Bunun anlamı, bugün Türkiye’de fazlasıyla görülen mali işlemler, spekülasyon, kupon kesme (hisse senedi alışverişi) aracılığıyla asalaklaşma ve üretken sermayenin kapitalizmin üzerinde hareket ettiği temeli sağlamasına rağmen, eski önemi kaybetmesidir. Bu, yatırımlarının ağırlıklı olarak korumacılığı gereksinen özelliğinin, Koç vb. mali sermaye grupları açısından temel ve önlenemez bir handikap oluşturmaması demek olmaktadır. Koç grubunun ’94’te sağladığı net 6 trilyonluk kârın 5,9 trilyonluk bölümünün spekülasyonlar, faiz, repo vb. türünden para sermaye getirileri ve yalnızca 100 milyarlık bölümünün (% 1,66’sı) üretken sermaye kân olarak gerçekleşmesi bunun bir kanıtını sunmaktadır. Artı-değer biçimlerinin bu olağanüstü dengesiz belirişi, bir yönüyle yaşanan krizin konjonktürel etkisinden kaynaklansa da temel bir gösterge sağlamakta, sermayenin niteliğini belirtmekte, sanayi yatırımlarının şu ya da bu özelliğinin öneminin abartılmaması gereğine işaret etmektedir. Kaldı ki, Koç ya da benzeri başka bir mali sermaye grubunun, hem de spekülatif yöntemlerle oldukça büyük kazançlar sağlayarak, yatırımlarını yeniden düzenleyebilmesi, eski sanayi işletmelerini elden çıkarması, yenilerini satın alması ya da kurması ve/veya eskilerini yeni ortaklar vb. bularak yenilemesi çok da zor değildir. Ancak yine de örneğin Sabancı gibi, uzunca süredir bu tür bir eğilim içinde olan mali sermaye gruplarıyla rekabette gecikmeli bir durum yaratacağı için, yol açacağı bazı kayıplar da göz önüne alındığında Koç ve benzerlerinin gümrük birliği karşısında belirli bir direnç göstermeleri anlaşılır bir şeydir. Ama anlaşılır bir başka şey de, gümrük birliği karşıtlığı eğiliminin kendisini pek üst perdeden ifade etmeyişi olmalıdır.
Üst perdeden çıkan ses, sevinç çığlıklarıyla coşkunun sesidir. Burjuva partisinin çeşitli siyasal temsilcileri imza zaferini kendi hanelerine yazmaya çalışırken, medya, gümrük birliği sürecinde “kazanacaklarımız” üzerine materyalle dolmaktadır. Zafer çığırtkanı propagandacılara bakılırsa, hemen sadece otomobil fiyatlarının yakın zamanda pek ucuzlayacağı beklenmiyor. Diğer bütün mallar rekabet koşullarında ucuzlayacak; Türkiye, yabancı sermaye, dolayısıyla yüksek teknoloji akınına uğrayacak ve ülke sanayileşme yolunda dev adımlar atacak; uygar dünyanın bir parçası olunacak, ülkede siyasal planda Avrupa standartları (demokrasi ve özgürlükler) yerleşecek ve sosyal alanda ciddi bir rahatlama baş gösterecektir.
“Kazançlar” propagandası, daha baştan, temel bir zafiyetle maluldür. Bugüne kadar “ortaklık” sürecinde yer almış bütün diğer ülkelerden farklı olarak, Türkiye, Avrupa Birliği’ne üye olmaksızın gümrük birliği sürecine katılacaktır. Bu, Türkiye’nin AB’ye üye ülkelerin bir dizi “hakları”ndan, en başta, sermayenin ekonomik, siyasal ve sosyal açıdan en çok gereksindiği serbest dolaşımdan (canlı emek akışkanlığı), başka siyasal-yönetsel karar süreçlerine katılma olanağından yoksun kalması anlamına gelmektedir. Birincisi, sermayenin karşıt eğilimince en çok seslendirilen sorunların başında bulunmaktadır. İkincisine, yani siyasal karar süreçlerinin dışında kalmaya gelince, ruhuna işbirlikçilik işlemiş tekelci sermaye ve sömürge vilayet pozisyonunu yıllardır benimsemiş siyasal temsilcileri, üzerinde durmaya değmez görmekte ve sorunu ağızlarına bile almamaktadır. AB’nin son Essen Toplantısında Doğu ve Orta Avrupa’nın, aralarında Çek Cumhuriyeti, Slovakya ve hatta Slovenya da bulunan altı ülkesini ve Türkiye’yi “incitmesi”ne aldırmadan Kıbrıs Cumhuriyeti’ni AB üyeliğine kabul için hazırlık kararı alınırken bu yönüyle Türkiye’den söz bile edilmemesine rağmen, “milli dava” Kıbrıs burjuva medyasının kıyısında köşesinde ancak yer bulabilmiştir.
Türkiye tekelci sermayesinin ve siyasal temsilcilerinin, esas eğilim olarak, ekonomik ve ticari zorunluluk nedeniyle, gümrük birliği ve Avrupa karşısında uşakça bir boyun eğme tutumu içinde oldukları görülmektedir.

AB’NİN TÜRKİYE’YE YAKLAŞIMININ TEMEL ÖZELLİKLERİ
AB’nin Türkiye’ye bir “ortak olarak” yaklaşımı belirgindir. 65 milyona dayanan nüfusuyla Türkiye, Avrupalılara önemli bir pazar olanağı sunmaktadır. Özal’dan bu yana önündeki yasal ve örgütsel (bürokratik vb.) engeller hızla kaldırılmaya girişilse de, temel bir düzenlemeyi gereksinen ve gümrük birliği koşullarında çözümlenmiş olacak sermaye akışkanlığının kısıtlanmasız sağlamasıyla (yabancı sermaye girişinin önündeki engellerin bütünüyle kalkması) harekete geçirilebilecek ucuz işgücü olanağı değerlendirilmeye amade olacaktır. AB, kuşkusuz, Türkiye’nin dev askeri mekanizmasıyla sunduğu bölgesel “jandarmalık” potansiyelinden yararlanma ve Türkiye’yi, çıkarları doğrultusunda silahlı bir güç olarak kullanma olanağına kavuşmayı da, küçümsemeksizin göz önünde bulundurmaktadır.
Türkiye egemen sermayesine gelince, siyasal ve askeri olarak Amerikan emperyalizmine bağlı olmakla ve onun dümen suyunda gitmekle birlikte, dış ticaretini önemli bir yoğunlukla Avrupa ülkeleriyle yapmaktadır, ekonomik ilişkileri büyük ölçüde Avrupalılarladır. Bu, ticari ve ekonomik açıdan egemen burjuvazinin görmezden gelemeyeceği ve gözden çıkaramayacağı, aksamaları göze alamayacağı bir durum yaratmaktadır. Tekelci burjuvazi, örneğin ne tekstildeki kotaların devamını, ne yeni kotaları, ne AB’nin genişleme eğilimiyle sayıları artacak ülkelerle rekabette gümrük duvarlarına çarpmayı ve ne de kendi üzerinden üçüncü ülkelerle ticaretin kazançları ve canlandırıcılığından olmayı ve yalnızca başlıca boyutu siyasal-askeri olan Amerikan taşeronluğuyla ayakta kalmayı göze alabilir.
Gümrük birliği sorunu, kolaylıkla anlaşılacağı gibi, hem Avrupalılar ve hem de Türk burjuvazisi açısından, kapitalistler arasındaki ticari ve ekonomik çıkarlara ilişkindir. Birlikten yana olanlar, ticari kârları ve ekonomik çıkarları gerektirdiği için; karşıt olanlarsa, aynı ticari ve ekonomik çıkarları belirli zararlar göreceği için, belirli “yanlı” ya da “karşıt” tavırlar almaktadırlar.
Ancak, yabancılaşma ve yabancılaşmayı etkin kılma kapitalizmin doğasındadır. Ve kendi bencil, sömürgen, ticari çıkarlarını, başka ülkeler burjuvazisiyle rekabetinden elde edeceklerini ya da kayıplarını bütün halkın, işçi ve emekçilerin çıkarları, kazanç ya da kayıpları olarak gösterebilme becerisiyle egemenliğini sürdürebilen burjuvaziden, kuşkusuz, gümrük birliği sorununu ve bu soruna ilişkin tavrını da, olanca çıplaklığıyla, kendi çıplak ve bencil çıkarlarının bir gereği olarak açıklaması beklenemezdi; tavır, böyle açıklanmadı. Burjuvazi, sorunu, kapitalist sistemin dokunulmazlığı temelinde, özenle üstünü örtüp gizlemeye uğraştığı kendi sömürgen nitelikli kazanç ve kayıpları sorunu olmaktan çıkararak ve değişik türden formüle etmeye yönelip bütün halka mal etmeye çalışarak tartışmaya girişti. Kazançlar/kayıplar ekseninde sürdürülen girelim/girmeyelim tartışmasının ardında yatan çıplak gerçek, bundan başka bir şey değildir.

GÜMRÜK BİRLİĞİNİN YARARLARINA İLİŞKİN TEMEL BURJUVA MOTİFLER
AB ve onun “şimdilik” olmazlığı anlaşılınca, gümrük birliğinin Türkiye’nin ekonomik, siyasal ve sosyal açıdan durumunu düzelteceği, yüzünü güldürüp güzelleştireceğine ilişkin görüşler, tamamen sözü edilen “yabancılaştırma efekti” aracılığıyla ferahlık sağlayıcı nane şekerleri olarak işçi ve emekçilere yutturulmak üzere ileri sürüldü, sürülüyor.
Başlıca üç temel alana bakmak gerekirse:
• Gümrük birliği koşullarında ülkenin sanayileşmesinin ilerleyeceği ve gelişeceği iddia edilmektedir. Kanıtlar, Türkiye’nin sermaye ithalinde patlama olacağı, ülkeye gelişmiş teknoloji transferinin dev boyutlar kazanacağı, yaratılacak dış pazar olanaklarıyla ihracatın ve onun ihtiyaçlarını karşılamak üzere -sağlanan kârlarla- ülke içinde uluslararası rekabet şansına sahip sektörlerde yatırımların gelişeceği ve işsizliğin önünün alınacağı şeklindedir. Kuramsal kanıtlarla desteklenen bu iddia, AB’ye üye ülkelerin pratiklerince bile doğrulanmamaktadır. AB’ye sonradan katılan ne Portekiz’e ne İspanya’ya ve ne de Yunanistan’a bir sermaye ve teknoloji akını görülmüştür. Üstelik sosyal yaşamın düzenlenişi açısından en temel olumsuz faktörü sunarak, yalnızca sonradan katılanları değil kurucu ilk altı üye de içinde olmak üzere AB’ye üye tüm ülkeleri pençesine alan işsizliğin yükselişine ne denecektir? Üye 15 ülkesinde toplam işsiz sayısı 24 milyona ulaşan AB mi, gümrük birliği gibi sömürgelere özgü bir anlaşmayla Türkiye’de sanayileşmeyi geliştirerek -sanayileşme de kuşkusuz bir yedek işçi ordusunu öngörür- işsizliğin önünü alacaktır?
Kapitalizmin, Avrupa ülkelerinin kendilerini mahkûm ettiği çıkmaz bir yana, sömürgeci niteliğiyle, gümrük birliğinin Türkiye’yi tam bir emperyalist talana maruz bırakıp yıkıma götüreceğinden kuşku duyulamaz. Patlama tartışması bir yana, ucuz işgücü olanağının bir kısım yabancı sermayeyi ülkeye çekeceği düşünülebilir. Ama daha çok Avrupa mallarının iç pazarı istilası sonucu koruma duvarlarının ardında “saksıda büyütülmüş” yerli sanayi – hem de belki en büyük işletmeleri de içinde olmak üzere- rekabet şansından yoksunluğuyla çökecektir. Rekabet olanağı açısından milyarlarca dolarlık yeni yatırım ihtiyacındaki tekstil ve rekabet şansı üzerine spekülasyon yapılan bir-iki başka sektörde ise, işletmeler, ancak kör-topal yaşayabilecek, çökmeleri, büyük olasılıkla, yabancı ortak bulmaları koşuluyla önlenebilecektir. Ve eşitsiz ticaret yalnız sanayide yıkıma yol açmakla kalmadan ama, sermaye ithali ile birlikte düşünüldüğünde, yeraltı ve yerüstü kaynaklarının talanında da rolünü kaçınılmazlıkla oynayacaktır. Bu, açık pazar haline gelecek Türkiye’de uluslararası sermayenin ve emperyalist çıkarların cirit atması anlamına da gelecektir. Bu tür bir gelişmenin başta gelen iki sonucu, ucuz işgücü olanağından yararlanmaya girişecek emperyalist sermayenin yaratacağı kısmi istihdam olanağı yanında çöken sanayinin işsiz bırakacağı muazzam bir atıl işgücü ve görece yüksek teknoloji koşullarının yanı sıra işsizlerin rekabetinin de mümkün kılacağı olağanüstü ucuz işgücü ve sömürünün yoğunlaşması olabilir. Özelleştirme cenderesine sokulmakla işsizliğe ve düşük ücretlere, yüksek sömürü oranlarına mahkûm edilmeye çalışılan işçi sınıfının gümrük birliği dolayımıyla, içine itildiği süreçte ilerlemesi kaçınılmaz görünmektedir. Sınıfın ve bütün emekçilerin kapitalizmin kendilerini mahkûm ettiği çıkmazdan kurtulmak üzere kapitalizmden kurtulmaya ihtiyaçları vardır. Oysa gümrük birliği kapitalist cenderenin sıkılaştırılması anlamına gelmektedir. Ve sorun, bu temelde, kapitalizm karşıtlığı platformunda ele alınmalıdır. Sınıf bilinçli işçi böyle davranacak, kapitalistlerin kendi çıkarlarını en iyi gerçekleştirme amaçlı tartışma ve tutumları karşısında kayıtsız kalacaktır.
• İkinci ve daha çok sosyal demokrasi ve liberalizm taraftarlarınca ileri sürülen ve ciddi ciddi ülkenin siyasal geleceği açısından bel bağlanan iddia, Avrupa ile ilişkiler ve gümrük birliği sürecinin ülkenin demokratikleşmesine olumlu ve temel bir katkı sağlayacağına ilişkindir. Avrupa halklarının oluşturduğu baskının ötesinde Avrupa egemenlerinin, emperyalist burjuvazinin gerçek niyetleri yerine propagandif olarak ortaya koyduklarından hareketle, savunucularını da girdabına alarak oluşturulan beklenti, Avrupa’dan demokrasi ve özgürlükler ithal edileceği şeklindedir. Kendi ülkesindeki biçimsel olmanın ötesinde, biçimselliğiyle de güdük olan demokrasiye, kendi demokrasisine bile tahammül edemeyerek her gün ona karşı suçlar işleyen (Almanya’nın polis devletine doğru hızlı evrilişi, bütün Avrupa’da devletin gericileştirilmesi ve ırkçılık ve faşizme tanınan olanakların artışı, hemen tüm Avrupa ülkelerinde “terör” yasalarının yürürlükte oluşu vb.) emperyalist burjuvaziye demokratlık yükleyen bu beklenticilik, kuşkusuz işçi ve emekçileri demokrasi mücadelesinde pasifleştirmeye yöneliktir. Avrupa ülkelerindeki demokrasinin, uğruna kanlarını akıtan milyonların mücadelesi sonucu elde edilebildiği ve bugün hâlâ güdüklüğüne rağmen var olabildiği kadarıyla yine emekçi yığınların bir kazanımı olduğunun üstünü örtme tutumunun ifadesi olan bu iddia, kuşkusuz, Avrupalı egemenlerin kendi halkları karşısında yüzlerini gizleme ihtiyacından kaynaklanan Avrupa ve AB’nin “demokratik ölçütleri”nin “koşul olarak ileri sürülüşü”nden güç almaktadır. Bilinçli işçi, doğal ki, Avrupalı sınıf kardeşlerinin geçmiş ve bugünkü mücadelelerinin ürünü ve oluşturdukları baskının bir ifadesi olan bu “ölçüt” koşulunu ve sunabileceği olanakları, sınıf kardeşlerinin bir desteği olarak değerlendirmeye çalışacaktır. Ama asla ne bu “ölçütü” demokrasi mücadelesinin temel bir verisi olarak görecek ne de kapitalizme karşı mücadelesini unutacaktır. Avrupa burjuvazisinin dilinde bu “ölçüt” hemen tümüyle değerinden yitirmiş, burjuvazinin elinde bu ölçüte temel olan demokrasi alabildiğine güdükleştirildiği gibi, Avrupa halklarının baskısını göğüslemeye yönelik olarak uygulamaya sokulduğu için bir aldatıcı unsuru hep içinde taşımıştır. Sonuç, aldatmaya elverecek sınıra kadar vazgeçilebilirliği olmaktadır. Gerçek hayat demokratik ölçütlerden bu vazgeçilebilirliğin kanıtlarıyla doludur. DEP milletvekillerine reva görülen muamele, kuşkusuz hiçbir demokratik ölçüte sığdırılamaz, ama bir ek kararla geçiştirilebilmiş ve sorun olması en azından ertelenebilmiştir. Kürt halkının direnişi PKK’ya yönelik terörizm suçlamasıyla yalnızca görmezden gelinmemiş, ezilebilirliğine ilişkin açık çek verilmiştir. Çekin tek kaydı, “sivillere zarar verilmemesi”dir. Bununla da yetinilmemiş, Türk faşistlerine Kürt direnişinin ezilmesinde, terörist ilan etme, dernek vb. kapatma ve sınır-dışı etmelerle doğrudan destek de sunulmuştur. Türkiye’de insanların yaşamının pamuk ipliğine bağlı oluşu, devlet kaynaklı olduğu ayan beyan ortada olan kaçırıp kaybetmeler, işyeri basmalar, kahve taramalar, polisin emekçilerin üzerine hedef gözeterek yaylım ateş açması ve hiç de “terörist” olmayan onlarca emekçi insanı katletmesi bu “demokratik ölçüt”ün içine   – sığdırabilmektedir. Sınıf bilinçli işçiye gelince, o, demokrasinin elde edilmesinin gümrük birliği vb. yoluyla “Avrupalılaşmak”tan değil, mevcut düzenin değiştirilmesinden, tekellerin ve büyük toprak sahiplerinin iktidarına son verilmesinden geçtiğini bilmektedir. Ve sınıf bilinçli işçi Avrupa’daki kadar “demokrasi” ile de yetinmeyecek kadar demokrasi yanlısıdır. O, Avrupa’nın güdük ve biçimsel demokrasisinin de değiştirilmesi gerekenler arasında olduğunun farkındadır. Onun, kapitalizme karşı mücadeleye ve onu devirmeye ve bunun bir ön adımı olarak gerçek bir demokrasiye ihtiyacı vardır. İşçiler, memurlar, örneğin sendikal örgütlenme ve mücadelelerinde bir Avrupai ölçüt olarak kendilerine dayatılan ve çeşitli işkollarında grevleri yasaklayan, ertelemelere onay veren ve örgütlenmelerini sınırlayan ILO sözleşmeleriyle ellerinin kollarının bağlamakta olduğunu yaşayarak öğrenmekte ve bilinçli kesimleri güdüğün sömürgesel uyarlamasının güdüğün güdüğü, yani bugünkünden pek de farklı olmayan faşizm koşullarına denk düşeceğini bilmektedirler. Yine bilmektedirler ki, Avrupa’nın güdük burjuva demokrasili ülkelerinin çoğu, kendileri, geçmişlerinde faşizme katık olmaktan kaçınamamış, “pek demokratik ölçütleri” bu beladan onları kurtaramamıştır. Daha sonraysa, aynı “demokratik ölçütler”in örneğin Belçika ve Fransa’yı Afrika’da, İngiltere’yi İrlanda’da vb. halkların kanını dökmekten ve Almanya başta olmak üzere hemen tüm Avrupa ülkeleri egemenlerinin sömürgeler ve bağımlı ülkelerde faşizme başvuran yerli işbirlikçileri destekleyip onlarla uyum içinde çalışmaktan alıkoymamıştır.
Aslında “demokratikleşme” ile gümrük birliği arasındaki ilişki tam tersine kurulabilir. Türkiye’nin bir açık pazar oluşuyla talan ve sömürünün yoğunlaşması, sömürü oranının yükselmesi ve işsizliğin tırmanmasına karşı işçi ve emekçi sınıflarda yükselecek -bugünden ciddi boyutlar kazanmış olan- öfke ve tepkinin önlenebilmesi, Avrupai ölçütler hiç önemli olmaksızın, “demokratikleşme”yi değil, daha çok baskı ve şiddeti, faşist terörün tırmandırılışını gereksinecektir. Dolayısıyla, gümrük birliği ile “demokratikleşme” ve Avrupai ölçütler arasında kurulacak ilişki, bu nedenle de olumlu değil olumsuz olmaya yazgılıdır. Gümrük birliği süreci, kim ne türden beklenticilik yaymaya ve aldatmaya -ve dolayısıyla işçi ve emekçileri pasifleştirmeye- çalışırsa çalışsın, Avrupa tekelci burjuvazisinin de gericiliğinin yoğunlaşmış ifadesini oluşturmak ve böylelikle onun da siyasal eğilimine denk düşmek üzere, demokratikleşmeyi değil faşizmi, onun saldırganlığının şiddetlendirilmesini öngörür.
İlk ikisi kadar yüksek perdeden ifade edilmese de, ileri sürülen üçüncü iddia, Avrupa ile “ortaklık” ve gümrük birliği sürecine katılımın Türkiye’nin sosyal koşullarını olumlu yönde etkileyeceği yolundadır. İşbirlikçilerin belirli kesimlerini olumlu yönde etkileyeceği şimdiden söylenebilecek gümrük birliği sürecinin, işçi ve emekçi sınıflar açısından sonuçları, Avrupa ülkelerinde “sosyal devlet” ilkesinin uygulanışı ve sosyal fonlar ve hakların başına gelenlere bakılarak tahmin edilebilir. Sosyal harcamaların kısıtlanmadığı, bazı hakların tümüyle ortadan kaldırılmadığı tek bir Avrupa ülkesi göstermenin olanaksız olduğu bugünkü koşullarda, böyle bir iddiada bulunmanın arsızlık olduğu söylenmelidir. Kendi ülkelerinde sosyal fonları ciddi boyutlarda budayan, sağlık ve eğitim dâhil bütün sosyal hizmetleri özelleştirme konusu yapan, sosyal sigortayı neredeyse toptan kaldıran Avrupa egemenleri mi Türkiye’ye olumlu sosyal katkılarda bulunacak? Kapitalizm, gerçekleştirebildiği oranda sömürü ve işçilerin başarılabilen oranda hak yoksunluğu demektir. Kapitalizm kapitalizm olmaktan çıkmadıkça artı-değer oranını yükseltme çabasıdır. Kapitalist birikimin temel yasası budur ve tekelci kapitalizme gelince, o, azami kâr yasası uyarınca devinir. Sosyalizmin önemli ve pratik bir tehdit oluşturduğu ve onunla yarışı dayatan II. Dünya Savaşı sonrası koşulların zorunlu kıldığı “sosyal devlet” ilkesinden, bugün geriye kalıntılardan başka bir şey kalmamıştır. İşçi ve emekçiler ellerindeki sosyal hakları mücadelelerine bağlı olarak koruyabilmekte ya da kaybetmektedirler.

İŞÇİ SINIFININ TUTUMU NE OLACAK?
Bilinçli işçi, AB ve gümrük birliği karşısındaki tutumunu, bütün bir kapitalist sisteme karşı tutumundan kopararak belirleyemez. Açıktır ki, AB’ye üye ve gümrük birliğine katılan bütün Avrupa ülkeleri kapitalisttirler. Üstelik birliğin önde gelenleri, Almanya, Fransa, İngiltere, dünyanın belli başlı emperyalist ülkeleri arasındadır. Amerikan emperyalizminin yönlendirici egemenliği koşullarını henüz tümüyle bertaraf edememiş olsalar da, onunla özellikle ticari, mali ve genel olarak ekonomik alanda çekişme halindedirler ve yavaştan askeri olarak da kendilerini güçlendirme yolunu tutmuşlardır. Avrupa’nın belli başlı büyük devletlerinin ABD ile nüfuz alanları ve sömürgeler üzerinde boy ölçüşebilmeleri açısından çok yönlü olarak güçlenmeye ihtiyaçları vardır. AB ve onun bir örgüt biçimi olarak gümrük birliği, tam da bu ihtiyacı karşılamak üzere gündeme alınmıştır. Şimdilik ekonomik ve ticari ağırlıklı olan kurumlaşma, kaçınılmaz olarak ve bugünden siyasal kurumlarını da yaratarak siyasal ve askeri yönde de gelişmeye adaydır. “Sanayileşme”, “demokratikleşme” “sosyal ilerleme”, bunların tümü palavradır; AB ve onun örgütlenmesinin bir yönü olan gümrük birliği, ekonomik olarak bölüşülmüş dünyanın, sofradan az pay alanlarca yeniden paylaşılması isteğinin yol açtığı bir birleşmedir. Bu, sınıfın platformunu belirlemede temel bir noktadır. Üstelik birlik, henüz kalıcılığını kanıtlamamıştır; birkaç on yılı bulan kuruluş sürecinde iç çekişmelerle çalkalanmış, bugünlerde belirli bir oturmuşluğa ulaşmıştır. Ama bu da, “belirli bir oturmuşluk”tur. Hâlâ İngiltere ile geri kalanlar, Almanya ile Fransa, İtalya, Hollanda gibi tarım ürünü ihracatçıları diğerleriyle küçümsenmeyecek çelişmelere sahiptir. Almanya’nın eski Yugoslavya politikası diğerlerinden farklı olmuştur, yine İran ve Türkî Cumhuriyetlere ilişkin politikaları farklıdır, İngiltere, ABD’ye daha yakın durmaktadır vb. vb. Birliğin geleceğini, üye ülkelerin özellikle çıkar ve nüfuz bölgelerine ilişkin tutumlarını ve bunun temeli olarak çıkarlarını uyumlaştırma becerileri ve Amerikan emperyalizmi ile sürtüşmenin bu çıkarları birbirine yakınlaştırıcı etkide bulunup bulunmaması belirleyecektir.
“Avrupa Birleşik Devletleri Şiarı Üzerine” başlıklı makalesinde, bugünkü duruma da ışık tutmak üzere:
“Emperyalizmin ekonomik koşulları -sermaye ihracı ve dünyanın ‘ileri’ ve ‘uygar’ sömürgeci devletleri arasında paylaşılması- açısından, kapitalist düzende bir Avrupa Birleşik Devletleri ya imkânsızdır, ya da gerici bir şeydir.” diyen Lenin, öncelikle dünya nüfusunun büyük çoğunluğunu oluşturan ezilen milletlerinin talanı üzerine kurulu kapitalist örgütleniş üzerinde durur:
“Sermaye, milletlerarası ve tekelci bir nitelik kazanmıştır. Dünya bir avuç büyük devlet arasında bölüşülmüştür… Bundan başka İngiltere, Fransa ve Almanya dış ülkelerde en az 70 milyar ruble değerinde sermaye yatırmışlardır. Bu muazzam paradan ‘meşru’ kar sağlama işi milyonerlerin milli komiteleri tarafından yürütülür. Bunlara hükümetler denir; orduları, donanmaları vardır. Bu ordular, donanmalar milyonerlerin oğullarına ve kardeşlerine sömürgelerde ve yarı-sömürgelerde genel valiler, konsoloslar, sefirler, her türden memurlar, papazlar ve sair sülükler olarak iş sağlar. Kapitalizmin en ileri gelişme aşamasında dünyanın bir milyar nüfusunun bir avuç büyük devlet arasında talanı işte böyle örgütlenmiştir. Kapitalist düzende bundan başka bir örgütlenmenin mümkünü yoktur. Sömürgelerden, ‘nüfuz bölgelerinden, sermaye ihracından vazgeçmek mi? Bunun mümkün olabileceğini sanmak… Bir papaz kadar alçalmaktır. Kapitalist düzende bir Avrupa Birleşik Devletleri, sömürgelerin paylaşılması üzerinde anlaşmaya varmakla birdir.” (Lenin, Doğuda Ulusal Kurtuluş Hareketleri, s. 145–146 üçüncü baskı, Yöntem yay. Aralık ’76, )
Kuşkusuz bugün çoktan yeni sömürgeciliğe geçmiş kapitalizmin uluslararası örgütlenişinde farklar vardır; örneğin, işbirlikçiler eskiden olmayan bir önem kazanmışlardır; ama sorunun özü değişmeden kalmıştır. Yine, emperyalist devletler dünyayı bölüşme ve talan işini “milli komiteleri” aracılığıyla kendi “milli” çıkarları uyarınca yürütürler, yine, bu kez milyarderler, dünyanın dört bir yanında kendilerine ve yakınlarına işler yaratırlar ve yine: “Kapitalist düzende bir Avrupa Birleşik Devletleri, sömürgelerin paylaşılması üzerinde anlaşmaya varmakla birdir. ” Ve hiç kuşku yok, kapitalist bir birliğin bir örgüt biçimi ya da yönü olarak gümrük birliği de, sömürgeci türden kapitalist anlaşmalar statüsündendir.
Lenin, kapitalizm koşullarında bu tür birliklerin “imkânsızlığı” üzerine ise, şunları söylemektedir:
“Oysa kapitalist düzende zordan gayrı bir paylaşma kuralı ya da ilkesi olamaz… ‘Güce kıyasta’ olmayan hiçbir bölüşüm gerçekleşemez ve güç, ekonomik gelişme süreciyle birlikte değişir durur… Kapitalizmde tek tek işletmelerin ya da tek tek devletlerin pürüzsüz ekonomik gelişmesi imkânsızdır. Kapitalizmde devrevi olarak bozulan dengeyi yeniden kurmanın yegâne yolu sanayide buhranlar, siyasette savaştır.” (Age, s. 146-147)
Lenin’in emperyalizm koşullarında kapitalist-emperyalist devletlerarasında kalıcı birlikler oluşturulmasını olanaksız gördüğü anlaşılıyor. Peki, AB ve gümrük birliği yolunda kat edilen mesafe nasıl izah edilecektir?
AB ve gümrük birliği bugünün emperyalist dünyasında, Avrupalı emperyalistlerin Amerikalılarla hesaplarını görmek üzere ve bir “milli” mali sermaye grubu diğerini yutmadıkça -ve kuşkusuz o ulusu bir türden sömürgeleştirmedikçe ya da bağımlı kılmadıkça- geçici olarak çıkarlarını uyumlaştırmaya çalışmalarının siyasal ve ekonomik bir örgütsel biçimi olarak gündeme gelmiştir. Tek tek güç yetirilemeyen Amerikan emperyalizmine bir araya gelinip geçici bir ittifak sağlama yoluyla kafa tutma olanağı denenmektedir. Ve Lenin, kaldığı yerden devamla tam da bu soruna değinmektedir:
“Kapitalistler arasında ve devletlerarasında geçici anlaşmalar tabii ki mümkündür. Bu anlamda bir Avrupa Birleşik Devletleri, Avrupa kapitalistleri arasında bir anlaşma olarak, mümkündür… Ama ne için? Sadece Avrupa’da sosyalizmi elbirliği ile ezmek, sömürge çapulunu Japonya ve Amerika’ya karşı elbirliği ile korumak için.” (Age, s. 147)
Kuşkusuz iki amacı açısından da böyle bir birlik gericidir. Üstelik Türkiye açısından gümrük birliği olarak, kendisine niteliğini veren bir üçüncü yönü itibarıyla daha, gericidir: Diğer geri ve yeni sömürge, bağımlı ülkeler yanında Türkiye’nin de sömürgeci yağmasını amaç edinmektedir.
İşçi sınıfı, gerici kapitalist bir birlik ve işçi sınıfına ve Avrupa’da potansiyel ve Türkiye’de ise giderek pratik bir tehdit oluşturmaya başlayan sosyalizme karşı ezici birleşik bir güç oluşturma girişimi olması açısından AB ve gümrük birliği karşısına anti-kapitalist platformuyla dikilmek durumundadır. Sorun burada bitmemektedir: İşçi sınıfı, diğer yönden, emperyalist sömürgeci bir birlik olması açısından hem AB ve hem de gümrük birliği sürecine karşı dikilmek ve ülkede anti-emperyalizmin bayraktarlığını yapmak durumundadır. Yine işçi sınıfı, atılan imzanın, Türkiye’yi emperyalistler arası it dalaşına alet olarak bulaştırması ve emperyalistler tarafından sömürgeci siyasal stratejik amaçlarla (jandarma, koçbaşı vb. olarak) kullanılmasının koşullarını geliştiriyor olması açısından AB ve gümrük birliği karşısında ayağa kalkmak durumundadır.
Böyle bir kapitalist birlik (gümrük birliği), yeni ertelemelere konu olmadan gerçekleşmesi durumunda, Türkiye işçi sınıfının, hem en azından belli düzeylerde ve fiilen belirli uluslararası işçi örgütleri içinde de örgütlenebilmesini kolaylaştıracak hem de sınıfın mücadelesinin Avrupalı sınıf kardeşlerinin mücadelesiyle ortak sorun ve yönleri böyle bir örgütlenmeyi ihtiyaç haline getirecektir. Birliğin gerçekleşmesi durumunda sınıfın uluslararası örgütlerde yer alışının öneminin artacağını söylemek yanlış olmayacaktır. Ama bundan, ne ulusal işçi örgütlerinin önemlerinden kaybetmeleri ve hele ne de uluslararası proleter devrimin yine her ülkenin proleterlerince kendi ülkeleri zemininde örgütlenmesi Marksist-Leninist tezinden vazgeçilmesi gerekeceği sonucu çıkarılabilir. Yalnızca geçici de olsa birleşmiş kapitalist cephenin işçi sınıfı ve sosyalizmi hedef alan saldırısı karşısında değişik ülkelerin işçilerinin birbirlerine destek ve yardımlarının öneminin artması, bu durumda çıkarılabilecek tek doğru sonuç olabilir. Uluslararası proleter devrimin kaçınılmazlığı ve gerekliliğini perspektif edinerek her ülkenin ve Türkiye’nin işçi sınıfı kendi ülkesinde kapitalistleri devirmekten ibaret olan tarihsel yükümlülüğünü gerçekleştirmek üzere mücadele alanlarını dolduracaktır.

Nisan-Mayıs 1995

Kriz yılının göstergeleri

1994 5 Nisanı’nda burjuva sözcüler tarafından açıklanan ekonomik kararlar, bir bakıma bir kriz manifestosuydu. Ülke ekonomisinin gelişim dinamikleri, uluslararası ekonomik ilişkiler ve yine ülkede ve dünyada yaşanan politik gelişmeler tarafından belirlenen ve belirli bir sürecin sonucunda oluşan ve gelişen krizin doruk noktasıydı. Emperyalist şefler tarafından yapılan, krizden geçici olarak çıkış, en azından belirli bir süre nefes alma amaçlı planların burjuva usulüyle açıklanmasıydı. Emekçilere yapılan fedakârlık çağrılarında, krizden çıkışın tek yolunun malum kararların uygulanması olduğu sürekli yineleniyordu. Ama Türkiye ekonomisinin yaşadığı krizden çıkışının kendi dinamikleriyle asla olanaklı olmadığı; üstelik örneğin dış borçlanma yoluyla elde edilebilecek “dış dinamiklerin” de düze çıkmak için yeterli olamayacağı Özgürlük Dünyası’nın çeşitli sayılarında çeşitli vesilelerle ortaya konulmuştu. Bugüne kadar yaşanan süreç ve gelişmeler ve burjuvazinin bundan sonrasına yönelik plan ve yönelimleri bu tespitleri doğrulamıştır. Geçen dönem burjuvaziye kısmi bir rahatlama imkânı tanımamış, tersine onu sürekli ve şiddetli boğuntular içine sokmuştur. Ve yine yaşanan dönem ve bu dönem boyunca ortaya çıkan olgular ve ekonomik göstergeler 1995’te ekonomik hayatın ne biçimde yaşanacağı, bunun sınıf mücadelesine ne biçimlerde yansıyabileceği hakkında belirli bir fikir edinmemize yardımcı olabilecek niteliktedir.
İşçi sınıfı ve emekçilere yönelik bunca baskı, zor ve yaptırımlara, çizilen pembe tablolara rağmen, temel ekonomik göstergeler egemen sınıfların içinde bulunduğu ekonomik krizin atlatılması, kısmen de olsa istikrara kavuşması bir yana, giderek derinleştiğini gösteriyor. Kuşkusuz ki ekonomik veriler ve göstergeler, sınıflar mücadelesine nasıl yansıyacağı, ondan nasıl etkileneceği ve onu nasıl etkileyeceği konusunda doğrudan bir fikir sahibi olmamız ve öngörülerde bulunmamız bakımından yeterli veriler ve göstergeler değildir. Ama sınıf mücadelesinin nasıl bir seyir izleyeceği ve ne gibi biçimler alacağı, daha çok, iki ana sınıfın ekonomiyle politika arasındaki ilişkiyi nasıl kuracağına bağlıdır. Bu açıdan bizim bu çalışmamızda genel bir dökümünü yapacağımız veriler, tek başına ele alındığında anlamlı değildir. Burjuvazinin bizzat kendi verileri tarafından doğrulanan derinleşen ekonomik kriz, elbette işçi sınıfı hareketinin gelişimi ve ilerleyişi açısından bir olanaktır. Ama aynı olanağa burjuvazinin de sahip olduğu asla unutulmaması gereken bir şeydir. Bu yüzden burada kısa bir dökümü yapılan veriler bu temel bakış açısı gözetilerek değerlendirilmelidir. Bahsedilen ekonomik göstergeler genel bir sınıflandırmaya tabi tutulduğunda şu şekilde ortaya koyulabilir.

KRİZ DERİNLEŞİYOR
•Enflasyon: Neredeyse hükümet kuran her burjuva siyasal partinin ya da partilerin işbaşına gelmeden önce, kendisini “enflasyonla mücadele erbabı” olarak gösterdiği bilinir. Ve söz konusu olan hangi hükümet olursa olsun enflasyonun aşağılara çekilmesinin ancak kendi icraatlarıyla mümkün olacağını açıklarlar daima. Aynı iddialar SHP-DYP hükümetleri tarafından da sürekli olarak dile getirilmişti. Ancak bir devlet kuruluşu olan DİE’nin açıklamasına göre cumhuriyet tarihinin en büyük fiyat artışı 1994’te gerçekleşti. Fiyatlar; toptan eşyada % 149,6 artarken, tüketici fiyatlarındaki artış % 125,5 oldu. Zorunlu tüketim malı niteliğindeki temel gıda maddelerindeki fiyat artışı ise % 200-300’ü buldu.
•Bütçe: Ulusal gelirin bir bölümünün egemen sınıflar lehine yeniden paylaşılmasının bir aracı olan devlet bütçesinin 1995 yılı tahmini geliri 1.127 katrilyon, gideri, 1.336 katrilyon liradır. Bütçe rakamlarına göre 109 trilyon açık verilecek. Hükümet kaynakları açığın yılsonunda 200 trilyonu bulabileceğini ileri sürerken, TÜSİAD, TİSK gibi sermaye örgütleri açığın 300 trilyonun üzerinde, hükümetin seçim ekonomisi izlemesi durumunda bu açığın daha fazla olacağını belirtiyorlar.
Bundan öncekilerde olduğu gibi ’95 bütçesinde de en büyük pay işçi sınıfı ve emekçileri baskı altında tutmanın bir aracı olan devlet aygıtına ayrılmıştır. Kültür, eğitim, sağlık gibi alanlara ayrılan pay önceki yıllara göre azalırken; örtülü ödenek ve fonlardan ayrılanlar hariç, bütçenin önemli bir kısmı ordu, polis gibi baskı kurumlarının a paylarına gitmiştir.
Bütçe gelirlerinde ise durum tam tersidir. Tekelci sermayenin üzerindeki yükler azaltılırken, dolaylı, dolaysız vergiler, fonlar ve zamlarla işçi ve emekçilerin üzerindeki yükler artırıldı. Bütçeye ek olarak ocak sonlarında IMF’ye verilen niyet mektubuyla işçi ve emekçilerin sırtına 150 trilyonluk ek bir yük daha bindirildi.
•Borçlar: Para basma ve vergi gelirlerinin yanında önemli gelirlerden biri olan devlet borçlarına gelince, ’94 yılsonu rakamlarına göre Türkiye’nin 67,3 milyar dolar dış, 600 trilyon lira da iç borcu bulunuyor.
•GSMH: Yıllık veya üç aylık dönemler, itibariyle DİE tarafından yayınlanan ve ekonominin performansını ölçmek için kullanılan kapsamlı göstergelerden biri, gayri safi milli hâsılanın (GSMH) büyüme oranıdır.
1994 yılında, enflasyonda olduğu gibi, -8,6 büyüme hızı ile de cumhuriyet tarihinin rekoru kırıldı. 1940 yılındaki savaş koşulları hariç ekonomide bu düzeyde bir küçülme yaşanmamıştı. 1940 yılında İkinci Paylaşım Savaşı nedeniyle savaşa girilmemesine karşılık genç erkeklerin askere alınıp üretimden alıkonulmasıyla % 4’lük bir küçülme yaşanmıştı. Bugün de devam eden bir savaş ve bu savaşa akıtılan trilyonlar küçülmenin esas nedeni sayılmasa bile önemli nedenlerinden biri olarak görülebilir.
DİE’nin açıklamasına göre 1994’ün ilk iki çeyreğinde % 10,3 oranında gerileyen GSMH 3. çeyrekte de sabit rakamlarla % 8,6 geriledi.

GSMH (sabit rakamlarla %)
1993     1994
1. Çeyrek    4,5    3,5
2. Çeyrek    10,5    -10,3
3. Çeyrek    6,6    8,6
4. Çeyrek    7,7    -4,8

Sektörler bazında ise; 1994’ün 3. çeyreğinde tarım % 5,1, sanayi üretimi % 8,3, inşaat % 0,3, ticaret % 9,8, ulaştırma ve haberleşme hizmetleri % 9,8 oranında geriledi.
’94’ün ilk dokuz ayında devletin tüketim harcamaları bir önceki yılın aynı dönemine göre sadece binde 5 gerilerken, yatırım harcamalarındaki gerileme % 38 oldu.
Küçülme ve enflasyonda rekor yılı olan ’94, kamu yatırımlarında olduğu gibi teşvikli yatırımlarda da korkunç boyutta bir reel gerilemenin yaşandığı yıl oldu. Söz konusu yatırımlarda % 59 dolayında reel bir düşüş gözlendi.
Hazine Müsteşarlığının verilerine göre ’93 yılında 229 trilyon 248 milyar liralık yatırım teşviki, ’94 yılında yüzde 8,9 oranında gerilemeyle 208 trilyon 861,7 milyar olarak gerçekleşti.
Geçen yıl on iki aylık ortalamalara göre % 120,7 olarak gerçekleşen toptan eşya fiyat artışı dikkate alındığında teşvikli yatırımlardaki reel gerileme % 58,7’dir. Diğer bir anlatımla ’93 yılındaki yatırım tutarı 100 kabul edilirse, bu tutar ’94’te reel olarak 41,3 düzeyinde kalmıştır. Özellikle sanayinin belkemiği olan imalat sanayi yatırımları % 21,4’lük cari gerileme ile 125 trilyon 11 milyar liraya inmiştir. Bu alandaki yatırımlarda yaşanan reel düşüş ise % 64 olmuştur.
Teşvikli yatırımlardaki bu gerileme bir anlamda devletin yanı sıra özel sektörün de yeni yatırımlar yapmak yerine rantiyeye yöneldiğini gösteriyor.
Ekonomi, gelişmiş ülkelerle değil, yarı-sömürge ülkelerle kıyaslansa bile, Türkiye’nin 1994 yılında yaşadığı olumsuzluk daha açık bir şekilde görülecektir. Tabloda da görüldüğü gibi yarı-sömürge ülkelerde 1994 yıllarında ekonomide olumlu gelişmeler yaşanmıştır. Büyüme oranlarında olduğu gibi enflasyonda da Türkiye ile aralarında büyük farklılıklar vardır.

Türkiye ve bazı ülke ekonomilerindeki gelişme (1994)
Milli Gelir     Sanayi Üretimi     Sanayi Üretimi
Türkiye    -5        -8,6            149,6
Yunanistan    0,7        4,2            11,1
Malezya    8,1        13,2            3,6
Singapur    10,2        13,6            4,0
G. Kore    8,1        15,0            5,7
Arjantin    4,5        2,7            3,4
Macaristan    1,0        13,5            19,5
Polonya    4,3        16,7            36,1
Kaynak: The Economist

1995 yılı bütçe rakamlarına göre hükümet 1995 yılında % 4,4 oranında bir büyümeyi öngörüyor. Kaldı ki hükümet dâhil ekonomiyle ilgilenen herkes yılın ilk çeyreğinde daralmanın süreceği, canlanmanın ancak 2. ve 3. çeyrekte başlayabileceği konusunda hemfikirler. Bu durumda hükümetin belirlediği hedefe ulaşabilmesi hiç de mümkün görünmüyor. Kaldı ki tabloda görüldüğü gibi bu oranda bir büyüme gerçekleşse dahi, 1993 seviyesinin altında kalınacaktır.
•Ulusal gelir: Gayri safı milli hâsıla kapitalist ekonomide belirli bir zaman diliminde yaratılan yeni değeri cisimleştirir. Yine kapitalist ekonomilerde ulusal gelir, sömürücülerin yararına dağıtılır. Yüksek Planlama Kurulu’nun makro ekonomik hedeflere ilişkin olarak yayınladığı verilere göre Türkiye ekonomisindeki reel küçülme ve döviz fiyatlarındaki hızlı artış nedeniyle kişi başına düşen milli gelirin, bu yıl 700 dolardan fazla gerileyerek 2.202 dolara düşeceği tahmin ediliyor. Gelir dağılımındaki korkunç uçurum da göz önüne alındığında işçi ve emekçilerin ne derece yoksullaştığı görülebiliyor. Hükümetin ’95 yılı sonu hedefi 2.254 dolardır.

Dönemler    1992     1993     1994     1995(T)
(1993-100)   
1. Çeyrek    94,9    100    103,5    99,0
2. Çeyrek    90,0    100    89,4    95,0
3. Çeyrek    93,4    100    94,6    97,8
4. Çeyrek    93,5    100    97 T    99,0
Yılın Tümü    92,9    100    94,6    97,8

Bütün kapitalist ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de ulusal gelir dağılımı; ulusal geliri yaratan işçiler ve köylülerin değil üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulunduran egemen sınıfların çıkarları doğrultusunda yapılır. Emekçi sınıflar tarafından yaratılan yeni değerin büyük kısmına bir avuç sömürücü sınıflar tarafından el konulurken çok azı emekçi sınıflara kalır.

Devam eden savaşın maliyeti (1994 rakamlarına göre/trilyon)
O. Hal tazminatı        11,4
Silah taşıma tazminatı    14,4
Geçici köy korucuları        5,4
Helikopterlere ödenen        121,6
Helikopter uçuş maliyeti    35,8
Savaş uçak. sorti maliyeti    34,4
Yedek parça            30
Cephane            12
Toplam            445

•Sanayi üretimi: Üçer aylık dönemler halinde yayınlanan DİE verilerine göre 1994 yılı 3. döneminde (Temmuz, Ağustos, Eylül) bir önceki yıla göre % 8,7 oranında geriledi. Sektörler itibariyle üretim, imalat sanayisinde % 12,0, mensucat sanayisinde % 10,4, makine sanayisinde % 33,6 oranında gerilemiştir.
DİE verileri kamu sektörleri açısından incelendiğinde, kamuda enerji ve makine sanayi üretimi hariç tüm sektörlerde gerileme yaşanmıştır.
Özel sektördeki gerilemeler ise kamuya göre daha fazladır. Özelde, toplam sanayi üretiminde % 16,7, imalat sanayisinde ise % 17,1 oranında üretim düşüşü olmuştur. Üretim azalması bazı kimya sanayi ürünleri ve gübre çeşitlerinde % 40’ı bulurken, otomotiv sektöründe ise türlerine göre üretim azalması % 37 ile 65 arasındadır.
Sanayideki üretim düzeyinin bir göstergesi olan kapasite kullanım oranı, ekonomideki mevcut durumu yansıtmasının yanında ekonominin geleceği içinde belirli ipuçları verir.
5 Nisan Kararları’ndan sonra önemli düşüş gösteren kapasite kullanım oranlarının düşüşü devam ediyor. 1994 Ekim ayı rakamlarına göre kapasite kullanım oranları imalat sanayisinde % 66,4, metal ana sanayisinde % 60,8, metal eşya ve teçhizat sektöründe % 59,7 oranındadır.

TEKELCİ SERMAYENİN AÇMAZLARI:
Ulusa Sesleniş Programı’nda ’95’in iyi, ’96’nın daha iyi, ondan sonraki yılların çok çok daha iyi olacağını iddia eden Çiller; Demirel’in “taviz vermeden uygulansın” dediği ’95 hedeflerini şöyle açıklıyor:
Enflasyon ’95 yılı sonu itibariyle % 22,5 olacak, ihracat 19,5, ithalat 27 milyar dolar, dış ticaret açığı 6,5 milyar dolar. Büyüme hızı % 4,4 olacak, kamu harcamaları % 25,4’e düşürülecek, kamu gelirleri ise % 20,3’e yükseltilecek. Cari işlemler fazlası 250 milyon dolar civarında kalacak. Dolar yılsonunda 42 bin lira düzeyinde olacak.
Tekelci sermayenin sözcülerinden TİSK Başkanı Refik Baydur ise isteklerini şöyle sıralıyor: Devlet ekonomide yönetici ve yönlendirici olmaktan süratle çıkmalı, düzenleyici bir yapıya kavuşturulmalı, özelleştirme taviz verilmeden gerçekleştirilmelidir. Özelleştirme söz konusu olmasa dahi kamuda aşırı istihdamın daraltılmasına gidilmeli, ücretlerin enflasyona göre belirlenmesinden vazgeçilmeli, sosyal haklar kaldırılmalı, sendikalar piyasa disiplinine uymalı, ekonomik-sosyal konsey kurulmalıdır.
Yukarıdaki veriler bir bütün olarak değerlendirildiğinde 1994 yılının ekonomik panoramasının son derece kötü olduğu ve ’95’e büyük sorunlarla girildiği görülüyor. Ocak ’94’te yaşanan, kriz, ardından gelen 5 Nisan Kararları; ekonomide küçülme, üretimde gerileme, yatırımların durdurulması, tarımda destekleme alımlarından vazgeçilmesi ve sübvansiyonların kaldırılması, yüksek enflasyon, ticari yaşamda tıkanıklık, orta ve küçük boy işletmelerden birçoğunun kapanması, bir milyona yakın işçinin işten çıkarılması, işsizliğin artması, işçi ve memur ücretlerinin dondurulması, toplusözleşmelerin askıya alınması, emekçilerin alım gücünün düşürülmesi, vb… İşte ’94 yılının ekonomik panoraması.
Bu bağlamda, IMF, Dünya Bankası, TÜSİAD, TİSK ve TOBB’un programı olan 5 Nisan Kararları’nın Türkiye’nin dış borç, anapara ve faiz ödemelerinin aksamadan ödenmesinde, tekelci sermayenin yağmasının sürmesinde, ücretlerin düşürülmesinde, bir milyon işçinin çıkarılmasında başarılı olduğu, ancak, iddia ettikleri gibi ekonomik krizin atlatılmasında beklenen sonucu vermediği görülüyor.
’94 yılı panoramasına bakıldığında egemen sınıfların ’95 yılı için belirledikleri hedefleri gerçekleştirmelerinin mümkün değil, olanaksız olduğunu söylemek daha gerçekçi olacaktır. Bütçeden çok, bir borç ödeme planını andıran ’95 yılı bütçesinde tümüyle “cekli-caklı” olarak belirlenen hedefler, gerçekçi olmadığı gibi kâğıt üzerinde kalmaya da mahkûmdur.
Üretimi artırma yolu yerine belki çok kısa sürede etkisi görülebilen ancak uzun vadede enflasyonu daha fazla körükleyecek olan üretimsizliği ve talebi kısmayı tercih eden hükümetin, enflasyonu belirlediği oranda düşüremeyeceği ve bunun bir hayali rakam olduğu ocak ayı enflasyon rakamlarının açıklanmasıyla ortaya çıkmış oldu. DİE’nin açıklamalarına Ocak ayında geçen yıla göre toptan eşyada yüzde 156,8, tüketici fiyatlarında ise %130,6 oranında bir artış gerçekleşti.
Hükümetin sürekli artma eğilimi gösteren enflasyon rakamını, ’95 sonu itibariyle %22,5 olarak belirlemesi inandırıcılıktan uzak olmasının yanında, esasen işçi ve memur ücretlerine “sıfır ücret zammı” veya son derece düşük oranda bir artışı sağlamaya yönelik bir tespit olarak görmek gerekiyor. TÜSİAD, TİSK ve ekonomi çevreleri bütçede öngörülen programın ek yaptırımlarla takviye edilerek tavizsiz uygulanması durumunda dahi en iyimser tahminle enflasyonun yılsonunda % 80 ile 100 arasında gerçekleşebileceğini belirtiyorlar.
Egemen sınıfların, ’95 ve daha sonraki yılları da etkileyecek olan ekonomik krizi atlatabilmesi, en azından hafifletebilmesi, diğer şeylerin yanı sıra başlıca dört alanda kendi lehine olumlu gelişmeleri gerçekleştirmesine bağlıdır. Bunlardan birincisi Kürt sorunu, ikincisi dış ve iç borçlar, üçüncüsü özelleştirme, dördüncüsü ve en önemlisi yükselme eğilimindeki işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesini bastırmak. Bu alanlarda ilerleme kaydedemediği sürece, kriz, atlatılması bir yana, daha da derinleşecektir. Burada bunun temel nedenleri üzerinde kısa da olsa durmak gerekiyor. Türkiye ekonomisinin krizi aşabilmede belirli bir mesafe kaydedebilmesi için en azından temel sektörlerde belirli oranda sağlıklı bir gelişime ve bunun içinde üretken yatırımlara yönelebilmesi gerekiyor. Ancak, verilerin de ortaya koyduğu gibi üretken yatırımlara yönelebilecek temel gelirler, bu alana akabilme imkânı bulamıyor. Tersine, temel olarak Kürt savaşının verilerinden görülebileceği gibi sürekli olarak egemenlik savaşına akıtılıyor. Bu durumda ne dilencilik kazançlarının ne de özelleştirme mücadelelerinde sağlanabilecek ilerlemelere bağlı olarak elde edilebilecek olan gelirlerin burjuvazinin sorunlarını kısmen de olsa çözebilecek olan biçimlerde değerlendirilmesi mümkündür.

KÜRT SAVAŞI’NIN MALİYETİ
Kürt savaşı devam ettiği sürece burjuva devletinin gelirlerinin büyük kısmı kaçınılmaz olarak savaşa akacaktır. 1995 yılı bütçesinde personel harcamalarına ayrılan para sadece 345 trilyon dolayında olurken Kürt illerinde sürdürülen savaşa harcanan para 445 trilyondur ve bu rakamın ’95 yılı içinde ikiye katlanacağı tahmin ediliyor. Rakamların ikiye katlanması durumunda ’95 bütçesinin yaklaşık % 80’i savaş harcamalarına gidecektir. Bir karşılaştırma yapacak olursak bu rakam, devletin ’95 yılında toplayacağı 880 trilyon liralık vergi gelirlerinden daha fazladır.
Bu durumda devlet bir yanda sadece borçlarını ödemek için değil savaşı sürdürmek için de yeniden dış borç bulmak zorunda kalırken diğer yandan da işçi ve emekçilere yönelik ek yaptırımlara gidecektir. Daha yılın başında olunmasına karşın genelkurmay başkanı ek bütçe hazırlanması için hükümete direktifini verdi, savunma bakanlığını harekete geçirdi.
Genelkurmay’dan aldığı talimatla harekete geçen savunma bakanı Gölhan; 1994 yılında parasızlık yüzünden birçok projenin gerçekleşmediğini ileri sürerek Savunma Sanayi Fonu’na yapılan kesintilerin artırılmasını istedi. Gölhan’a göre; her türlü alkollü içki, ispirto ve tütün mamulleri ithalatında veya imalatçılar tarafından tesliminde alınan fon payını yüzde 10’a çıkarılması, ithal edilecek malların CIF değerinin yüzde 4’ü oranında fon kesintisinin yapılması, Gelir ve Kurumlar Vergisi üzerinden alınan yüzde 5’lik fon payının yüzde 8’e çıkarılması savaşın sürdürülebilmesi için zorunludur.

DIŞ VE İÇ BORÇLAR
Hükümetin önemli sıkıntılarından biri de kapitalist devlet bütçesinin temel kaynaklarından birisi olan iç ve dış borçların kartopu gibi büyüyor olmasıdır. Bütçede öngörülen cari ve personel harcamalarının belirlenen hedefi aşması kaçınılmaz olarak görülüyor. Zira daha fazla kısıntıya gidilmesinin olanağı hemen hemen yoktur. Bu durum, ister istemez bütçe açığını artıracak, dolayısıyla hükümet, para basma ve daha fazla borçlanma gibi bir kısır döngü içine girecektir. Hükümet açısından üçüncü bir yol ise borçların ertelenmesi, diğer bir anlatımla konsolidasyona gitmesidir.

KİŞİ BAŞINA MİLLİ GELİR
(GSMH/Kişi)
1990     2650 Dolar
1991     2571   “
1992     2622   “
1993     2900   “
1994     2202   “

Dış ve iç borçların ödenebilmesi esas olarak gelirlerin artırılmasına ve yeni yeni borçlanmalara gidilmesine bağlıdır. 1994 yılındaki ekonomik durgunluk ve ek vergiler nedeniyle, 1995’te gelir ve kurumlar vergisi ve KDV gelirleri azalacaktır. Gümrük Birliği nedeniyle kaldırılacak vergi ve fonlar yüzünden de devletin en büyük geliri olan vergiler reel olarak düşecektir. Bu bakımdan ’95 bütçesinde yer alan 880 trilyonluk vergi geliri hedefine ulaşabilmede tek yol kalıyor işçi ve memurlar üzerindeki vergileri artırmak, ek vergiler koymak ve fonları yükseltmek.
• Dış borç: Türkiye’nin toplam 67,3 milyar dolarlık dış borcu bulunuyor. 8 milyar 332 milyon doları anapara, 3 milyar 319 milyon doları faiz olmak üzere 1995 yılı içinde toplam 11,6 milyar dolar dış borç ödemesi yapılacaktır. Bu rakama orta ve uzun vadeli dış borç stokuna dâhil edilen kredi mektuplu döviz tevdiat hesaplarına ilişkin olarak yapılacak faiz ve anapara ödemeleri dâhil bulunmuyor.
Bu yıl ödenecek dış borcun önemli kısmı ikili anlaşmalarla alınan dış borçlardır. Bunun 6 milyar 666 milyon dolarlık bölümü OECD, OPEC, Doğu Avrupa ve diğer ülkelere, diğer uluslararası kuruluşlara yapılacak ödeme tutarı ise 1 milyar 754 milyon dolardır.
7,5 aydır dış borç ödemesi yapmayan hükümetin dış borçlan aksatmadan ödemesi için yaklaşık 4,5–5 milyar dolar yeni dış kaynak bulması gerekiyor.
Kredi notu düşmüş olan Türkiye’nin yeniden borçlanabilmesi emperyalist kuruluşlara çok yüksek bedeller ödemesine ve IMF Programını hiç eksiksiz uygulamasına bağlıdır.
Hükümet dışarıdan borç bulamaz ise bunu iç kaynaklardan sağlamaya yönelecek ki bunun anlamı ’94’teki daralma, katlanarak tekrarlanacak demektir.
İşçi sınıfı ve emekçilere bir saldırı paketi olan 5 Nisan Kararları eksiksiz uygulanmadığı sürece ne IMF ile imzalanan stand-by anlaşmaları gereği performans kredileri gelecek ne de IMF gerekli sinyalleri vermeyeceği için uluslararası piyasalardan para bulunamayacaktır.
• İç borç: Bugün uygulanan 5 Nisan Kararlarının en zayıf noktası iç borçlanmalardır.
İç borç anapara ve faiz ödemelerinin vergi gelirlerine oranı sürekli yükseliyor. 1993 yılında yüzde 104,5 olan oran, alınan bunca tedbire karşın ’94 yılında yüzde 115,4’e kadar yükseldi. ’95 yılında bu oranın daha da yükselmesi kaçınılmazdır. O nedenle hükümet daha şimdiden yeni paketler açmaya, makasın daha da açılmasını önlemeye çalışıyor.
600 trilyon lirayı aşan iç borcun yılsonuna doğru 860 trilyona, bazı hesaplamalara göre ise 1 katrilyon 200 trilyona ulaşması bekleniyor. Özellikle ilk üç ay içinde yoğun bir iç borç ödemesi trafiği yaşanacaktır. 140’ı Ocak, 114’ü Şubat ve 111’i Mart ayında olmak üzere hükümet, ilk üç ayda toplam 365 trilyonluk bir iç borç ödemesi yapacak. Bunlara bir de 700 bin kamu işçisinin toplusözleşmesinin ikinci yıl ikinci dilim zamlarının faizleriyle birlikte ödenmesi eklendiğinde hükümet ya para basacak veya daha yüksek faizle yeni iç borçlanmalara gidecektir. Birincisi enflasyonu diğeri iç borçlanmaları artıracaktır. Her iki durum da hükümetin handikabıdır.
Çizilen pembe tablolar, ekonominin önemli sorunlarından olan ve geometrik şekilde artan iç borçlar, bütçe üzerindeki yıllık borç yükünün büyüklüğünü gizlemeye yetmiyor. Son yıllarda özellikle ’94 yılının kısa vadeli ve yüksek faizli bono ihracının artması, her yıl borç anapara ve faiz ödemesi, neredeyse borç stokuna eşit duruma gelmiştir.
Son günlerde kamuoyunda iç borç sarmalından çıkamayan hükümetin, borçların ertelenmesi, hatta bir ölçüde ödemekten kaçınma anlamına gelen konsolidasyona gidip gitmeyeceği tartışılmaya başlandı. İki tarafı keskin bıçak olan konsolidasyona gitmenin, geminin karaya oturduğunu ilan etmekle eş anlamlı olduğunun bilincinde olan hükümet çevreleri ise, bu söylentileri yalanlamaya çalışıyorlar ve son zamanlarda faizlerin yüksekliği nedeniyle para satamayan bankaların zorunlu olarak devlet bonoları almaya yönelmelerini, konsolidasyon söylentilerini yalanlamada malzeme olarak kullanıyorlar.
Ancak sadece borç ödemesinde değil, satın aldığı hizmetlerin karşılığını ödememeyi de alışkanlık haline getiren, otoyolculardan eczacılara kadar her alanda binlerce kişiye borcu bulunan hükümetin, en geç 200 trilyon liralık ödemenin yapılacağı nisan ayında, konsolidasyona gitmesine de şaşmamak gerek. Hükümeti belli süre borç ödeme baskısından kurtarabilecek olan böyle bir operasyon, bunun yanında, içte ve dışta güveni sarsacağı, yeniden borçlanabilme şartlarını zorlaştıracağı gibi bazı finans kurumlarının çökmesine de yol açacaktır.
• Özelleştirme: Egemen sınıflar tarafından son yıllarda hemen hemen tüm sorunların çözümünde özelleştirme, bir anahtar, olmazsa olmaz bir koşul olarak gösteriliyor ve özelleştirme yapıldığında enflasyonun düşeceği, işsizlik sorununun ortadan kalkacağı, KİT açıkları ortadan kalktığından o paranın halkın ihtiyaçlarına harcanacağı vb. safsatalarla kamuoyu özelleştirmeye koşullandırılıyor.
Yeni dünya düzeninin dünya proletaryasına ve emekçi halklarına yönelik saldırılarının önemli bir parçası olan özelleştirmenin, ekonomide sıkça yaşanan kramplara bir ilaç olabilmesinin olanaksızlığı yeterince açıktır. Bu, özelleştirme gelirlerinin önemli bir bölümünün özelleştirme gideri olarak harcanmasından bile kolayca görülebilir. Yaşanan koşullarda burjuvazinin, özelleştirme mücadelelerini kriz ortamından yararlanarak kendi lehine siyasal sonuçlarla değerlendirmek istediği ve planlarını daha çok bu yönde yaptığı olaylar ve süreçler tarafından kanıtlanmaktadır. İşçi sınıfının ve emekçi halkın tarihsel kazanımlarının yok edilmesi; sigorta, sendika, sağlık ve eğitim hizmetleri gibi temel hakların budanması; işsizler ordusunun büyütülmesi ve bunun işçi ücretleri aleyhine kullanılması vb. özelleştirme mücadelelerinde burjuvazinin temel amaçları arasında yer almaktadır. Bunun yanında mülkiyetinde bir örgüt biçimi olduğunu düşündüğümüzde, burjuvazinin ve burjuva devletin en kötü örgütlendiği KİT’leri sözde işçi sınıfına devrederek, toplumsal etkinlik içindeki öncülüğünü giderek daha çok hissettirmekte olan proletaryanın gözden düşürülmesi ve yıpratılması çabasına yöneldiğini de rahatlıkla söyleyebiliriz. Bütün bunlar birlikte düşünüldüğünde, önümüzdeki dönemde özelleştirme mücadelelerinin sertleşen biçimler alacağı ve burjuvazinin özelleştirme planlarının ne ölçüde gerçekleşeceğinin tamamen işçi sınıfının tutumuna bağlı olduğu kesindir. Öyleyse, özelleştirme mücadelelerinde alınacak tutum, işçi sınıfı açısından mevzileri tutmayı belirleyeceği gibi, “krizin faturası patronlara” şiarının gerçekleşmesinde de önemli bir yer tutacaktır.

BURJUVAZİNİN TEK SEÇENEĞİ EMEKÇİLERE SALDIRIDIR
Temel ekonomik gösterge ve gelişmeler burjuvazi açısından ’95’in, ’94 yılından daha kötü geçeceğini gösteriyor. Sermaye ve egemen sınıfların; şu veya bu yöneticinin iyi veya kötü yönetiminden değil doğrudan kapitalist sistemin kendisinden kaynaklanan ekonomik krizi atlatabilmesi veya hafifletebilmesinin belirtileri dahi görülmüyor; tersine bütün veriler, krizin derinleşeceğine işaret ediyor.
Yukarıdaki veriler değerlendirildiğinde burjuvazinin tam anlamıyla kısır bir döngü içinde, kımıldadıkça bataklığa biraz daha gömüldüğü tespitini yapmak hiç de abartılı bir tespit olmayacaktır. Bu bağlamda egemen sınıfların ekonomik krizden “çıkış” için, diğer bir anlatımla faturanın bütünüyle emekçi sınıflara kesilmesi için, her zaman olduğu gibi başta işçi sınıfı olmak üzere emekçilere saldırmaktan, yeni yeni yaptırımlar uygulamaktan başka seçeneği yoktur.
Tümüyle Türkiye egemen sınıflarının iradesine bağlı olmayan, daha çok IMF ve Dünya Bankası gibi emperyalist kuruluş ve odakların baskısı ve dayatması sonucu sürdürülecek ekonomik saldırıların boyutu hiç şüphesiz salt bununla sınırlı kalmayıp ideolojik, siyasi, kültürel, polisiye, askeri saldırıları da kapsayan ve hayatın bütün alanlarında yürütülen bir saldırı olacaktır. 5 Nisan Kararları ve ’95 Bütçesi’ne ek olarak IMF direktifleri doğrultusunda hazırlanan ikinci saldırı paketi, gümrük birliğine giriş için emperyalistlere verilen sınırsız ödünlerin yanı sıra, memurların 20 Aralık genel grevi sonrası başlatılan soruşturma ve sürgünler, kurultaycılara gözaltı ve tutuklamalar, Gayrettepe’deki köpekli saldırı, sendikacılara yönelik silahlı, silahsız saldırılar vb. bunun ilk örnekleridir. Bu saldırıların artarak süreceğini söylemek için falcı olmaya gerek yoktur.
Gümrük birliğine girebilmek, yeni borç para bulabilmek için emperyalizme bağımlılığı pekiştirecek yeni yeni anlaşmalar imzalayacak, emperyalistlere olan borçların aksatılmadan ödenmesi, işbirlikçi tekelci sermayenin kârlarının azalmaması için ne gerekiyorsa ve ne pahasına olursa olsun yapmaya çalışacak olan hükümetin hazırladığı ’95 Bütçesi ve Program hedeflerinde işçi sınıfı ve emekçilere yöneltilecek saldırıların esas olarak hangi alanlarda yoğunlaşacağı belirtilmiştir. Buna göre aynen ’94’te olduğu gibi yoğun işçi çıkarımı, çıkartılan işçilerin tazminatlarının geç ödenmesi veya karşılığında uzun vadeli Devlet Tahvili verilmesi, ücret ve maaşların dondurulması, ikramiyelerin kaldırılması veya ’94’te olduğu gibi erken ödeme yapılarak trilyonlara el konulması düşünülüyor. Başta sağlık ve eğitim olmak üzere sosyal harcamaların kısıtlanması ve paralı hale getirilmesi planlanıyor. Tarımda destekleme alımları ve sübvansiyonların kaldırılması ve tarım girdilerine büyük oranlı zamların yapılması kararlaştırılıyor. ’94’de olduğu gibi işçilerin sendikal haklarının kısıtlanmasının, toplusözleşmelerin askıya alınmasının, toplusözleşmelerdeki sosyal hakların kaldırılmasının, Mart’ta başlayacak toplusözleşme görüşmelerinde “sıfır zam veya işten çıkarılma” dayatılmasının, kamu emekçilerine grevsiz toplusözleşmesiz “sendika” hakkının tanınmasının hesapları yapılıyor.

SONUÇ
Açıktır ki, ekonomik krizin faturasının işçi sınıfı ve emekçilere kesilebilmesini, alınan ve alınacak önlemlere karşın, egemen sınıfların battıkları bataklıktan çıkıp çıkamayacaklarını, hiç şüphesiz işçi sınıfı ve emekçilerin bu saldırılara karşı takınacağı tutum belirleyecektir.
Kamu emekçilerinin grevsiz, toplusözleşmesiz bir sendikaya, 700 bin işçinin “sıfır zam”ma hayır diyeceği, yüz binlerce işçi ve emekçinin işini kaybedeceği özelleştirmeye sessiz kalamayacağı düşünülürse, sendika bürokrasisinin de sınırsız desteğine rağmen Türkiye egemen sınıflarının ’95’de belirledikleri hedefe ulaşmalarında oldukça ciddi güçlüklerle karşılaşacağı görülmektedir. Burjuvazinin sürekli olarak ağırlaşan kriz dönemini ciddi bir politik güçsüzleşmeyle birlikte yaşadığı düşünülecek olursa; önümüzdeki sancılı ve çetin dönemin işçi sınıfı hareketi ve devrim açısından önemli ve ısrar edildiği takdirde ise gerçekleşmesi mümkün olanaklar taşıdığı görülmektedir. Yeter ki işçi sınıfı devrimcileri üzerlerine düşen görevleri hiçbir olanağı heba etmeksizin, hiçbir fırsatı kaçırmaksızın yerine getirebilsinler. Dönemin kimin lehine sonuçlanacağı ya da dönemden kimin kazançlı çıkacağı tamamen buna bağlıdır.

Nisan-Mayıs 1995

Yığınsal kadın hareketi için daha fazla çaba!

Aşağıdaki yazı Devrimin Sesi’nin Mart 1995 sayısından alınmıştır. Geçmiş kadın mücadelelerinin günümüze aktarılması gereken deneylerini özetleyen, mevcut kadın faaliyetinin yığınsal bir kadın hareketine genişleyebilmesi için oturması gereken zemine ve faaliyetin diğer sorunlarına eğilen bu yazının okuyucularımızca dikkatle inceleneceğini umuyoruz.

Kapitalizmin ucuz işgücü olarak, kitleler halinde emek pazarına, vahşi sömürünün çarkları arasına sürdüğü kadın işçilerin, dünya proletaryasının kapitalizme karşı yürüttüğü dişe diş mücadelelerin bir parçası olarak, üzerlerindeki katmerli sömürüye ve siyasal hak eşitsizliğine karşı verdikleri büyük mücadeleler içinde doğdu, 8 Mart uluslararası kadınlar günü.
8 Mart 1857’de New York’ta 100 bine yakın tekstil işçisi kadın, “eşit işe eşit ücret”, iş saatlerinin kısaltılması ve seçme ve seçilme hakkı vb. taleplerle greve çıktılar, fabrikaları işgal ettiler, sermayenin kolluk güçleriyle dişe diş çatışmalara girdiler.
İşçi ve emekçi kadınlar daha önce de, Fransız İhtilali’nde, 1830 ve 1848 ayaklanmalarında olduğu gibi, bütün toplumsal devrim ve ayaklanmaların aktif bileşeni olmuşlardı. Ancak, New York’lu kadın işçilerin 100’e yakın ölü pahasına, ortak sınıfsal taleplerin yanı sıra, kadın olarak aşağılanmaya karşı, eşit işe eşit ücret, siyasal ve toplumsal yaşamda hak eşitliği talepleriyle başlattıkları ve işçi sınıfın bütün örgütlenme ve mücadele yeteneğini ve gücünü ortaya koyan bu direniş bir işçi kadın hareketi olarak cereyan etti ve kapitalizmin, evlerinin köleleştirici kalın duvarlarının arasından çıkarıp toplumsal üretim alanını sürdüğü kadınların sınıflar mücadelesi sahnesine, erkek sınıf arkadaşlarının destekçisi olarak arkalarında değil, yoldaşları olarak omuz başında yer almak üzere çoktan çıktığını gösterdi.
New York’lu kadın işçilerin bu tarihi başkaldırısının gücü ve etkisi aynı zamanda kadın hareketinin, işçi sınıfı hareketinin talepleriyle birleşen bir işçi kadın hareketi temelinde örgütlendiği takdirde başarıya ulaşabileceğini ortaya koydu.
1857’den sonra da, kapitalizm geliştikçe ve bir dünya sistemi haline geldikçe, bütün dünyada kadınları daha fazla emek pazarına çekerken, aynı zamanda milyonlarca kadın, işçi sınıfının bir parçası olarak mücadeleye yöneldi.
Paris Komünü, 1905 Devrimi, büyük Ekim Devrimi ve 20. yüzyılın bütün sosyalist ve anti-faşist, anti-emperyalist mücadelelerinde kadınlar yiğitlik destanları yazdılar, büyük yaratıcı ve mücadeleci potansiyellerini ortaya koydular, toplumsal mücadelelerde yerlerinin cephe gerisi olmadığını gösterdiler.
İşçi kadınların mücadele içinde artan ağırlığı sosyalist kadın hareketlerini doğurdu. Kapitalizmin emperyalizm aşamasına evrilmesiyle, tekellerin pazar sömürüsüne ve baskısına, emperyalizm döneminin bir ürünü olan faşizmin terörüne maruz kalan sınıf dışı halk kesimlerinden emekçi kadınların da mücadeleye yönelmesiyle birlikte, bütün emekçi kadınları, kadın hareketini devrim ve sosyalizm mücadelesinin bir bileşeni yapacak ortak bir mücadele platformu etrafında birleştirmenin aracı ve olanağı olarak demokratik kadın hareketleri doğdu. İşçi ve emekçi kadınlar bu mücadeleler içinde sayısız isimsiz kahramanın yanı sıra, dünya çapında siyasal önderler yetiştirdiler.
New York’lu kadın işçilerin başkaldırısından bu yana, işçi sınıfının dünya çapında kapitalizme ve emperyalizme karşı yürüttüğü mücadeleler ve kadına özel mülkiyetin ortaya çıkmasıyla birlikte elinden alınan insanlığı geri veren sosyalizmin kazanımları sonucu, bütün dünyada olmasa da, dünyanın önemli bir bölümünde, o dönemdeki mücadelelerin taleplerinin elde edilmesinde ve kadınların hukuksal hak eşitliğinin sağlanmasında önemli başarılar elde edildi.
Ancak üstyapısal alanda elde edilen bu başarılar ve kazanılan mevziler, emeğin sermaye, kadının erkek tarafından köleleştirilmesi üzerine kurulu olan kapitalizmin iktisadî yasalarının hüküm sürdüğü koşullarda erkek ve kadın işçinin emeğinin özgürleşmesine yol açmadığı gibi, kadının erkek karşısında özgürleşmesine de yol açmadı. Tersine kadının aşağılanmasının ve işçi ve emekçi kadınlar üzerindeki çifte boyunduruğun koşullarını yenileyerek ve genişleterek yeniden üretti ve üretmeye devam ediyor.
“Kutsal” bir örtü altında sunulan, gerçekte özel mülkiyet ve çıkarlar üzerine oturan aile kurumunun yanı sıra, bütün ekonomik ve toplumsal ilişkileriyle kadının açıkça kendini ve kadınlığını pazarlamasının koşullarını sürekli yeniden üreten, kadını bir reklâm ve “zevk” aracına dönüştürerek insanlığını ayaklar altına alan kapitalizm, ev işlerini “özel hizmet” olmaktan çıkaramadığı ve çıkaramayacağı için, iş gücünün yeniden üretimi demek olan ev işlerini ve çocuk bakımını, karşılıksız “özel hizmet” olarak kadının omuzlarında bırakmış ve dolayısıyla, toplumsal üretim alanına sürdüğü işçi ve emekçi kadınların üzerinde çifte bir sömürüye yol açmıştır.
Siyasal ve hukuksal hak eşitliği alanında sağlanan gelişmeler, işçi ve emekçi kadınların sınıfsal köleliklerinin yanı sıra, kadın cinsi olarak köleliklerinin kaynağının da özel mülkiyet ve ücretli kölelik sistemi olduğu gerçeğini daha net görmelerinin ve bu temeli ortadan kaldırmak ve çifte köleliğe son vermek üzere devrim ve sosyalizm mücadelesine daha güçlü katılmalarının olanağını yarattı.
Ülkemizde de kadınlar, toplumsal üretim ve yaşamdaki artan ağırlıklarına bağlı olarak özellikle 60’lı yıllarda başlayan yükselişle birlikte hızla toplumsal mücadele sahnesinde yer almaya başladılar. Ve daha öncesi bir yana, 80’li yılların ortalarından itibaren kadınlar, yükselen sınıf ve halk hareketi ve Kürt ulusal özgürlük mücadelesinde, önceki dönemlerle kıyaslanamayacak ölçüde kitlesel ve etkin biçimde yer almaya başladılar.
’89 bahar eylemlerinde kadın işçiler ve ağırlıklı olarak kadın işçilerin çalıştığı fabrika ve işletmeler başı çektiği gibi, son beş yılın bütün eylem ve direnişlerinde de kadın işçiler mücadelenin ön saflarında yer aldılar. İşçi eşi emekçi ev kadınları, bu mücadele ve direnişlere büyük destek sundular. Fabrika direnişlerinde sabahladılar, Zonguldak direnişine güç kattılar. Gebze direnişinde olduğu gibi, polis ve jandarma saldırılarını militan direnişlerle yanıtladılar.
Kamu çalışanlarının son altı yıldır yükselme süreci yaşayan ve 20 Aralık genel greviyle yeni bir aşamaya gelen mücadelelerinde kadın memurlar büyük oranda bu mücadelede yer almakla kalmadılar, birçok alanda başından itibaren öncü rol oynadılar.
Kürt kadınları, feodal kalıntıların ve değer yargılarının ezici baskısına karşın, kendilerini kuşatan feodal baskı ve gelenekler çemberini yararak mücadele sahnesine çıktılar. Serhıldan’lara imzalarını attılar, sürüldükleri kent varoşlarında bağırlarında yeni ve daha ileri mücadelelerin güçlerini mayaladılar.
Sınıf ve halk hareketinin genel yükselişine bağlı olarak, işçi ve emekçi kadınların mücadeleye her geçen gün büyüyen katılımı, genel sınıf ve halk hareketinin ve devrim güçlerinin bir bileşeni olarak bağımsız bir emekçi kadın hareketinin yaratılmasının zeminini geliştirdi. Mücadeleye atılan ve düzene karşı öfke içinde olan ve uyanış sürecine giren işçi ve emekçi kadınları ve onların mücadele potansiyelini bütünüyle kucaklama açısından henüz yolun başında olunmakla birlikte, bu doğrultuda önemli adımlar atıldı ve küçümsenemeyecek ilerlemeler kaydedildi.
Komünistler tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de, kadınların mücadeleye katılması doğrultusunda siyasal faaliyetin pratik örgütlenişinde, genç olmaktan ve gerekli örgütsel tecrübe birikiminden yoksun olmaktan kaynaklı darlıklar ve gerilikler taşısa da, kadın sorununu ele alışta insanlığın özgürleşmesinin aynı zamanda insanlığın yarısını oluşturan kadın cinsinin özgürleşmesi demek olduğu ve her türlü sömürü ve baskıya son verecek olan insanlığın ışıklı geleceği komünizme giden yolda zorunlu bir ara kavşak olan sosyalizmin zaferinin de, işçi ve emekçi kadınların mücadeleye kazanılmasına bağlı olduğu gerçeğinin bilinciyle hareket ettiler.
Son yıllarda, yığınsal bir emekçi kadın hareketi yaratılması doğrultusunda atılan adımlarda da, sorunun önemine uygun planlı ve ısrarlı bir örgütsel ve politik çalışma açısından mazur görülemeyecek ve mutlaka aşılması gereken eksiklik ve zaaflar taşımakla birlikte, partimizin her alanda yürüttüğü faaliyetlerin ve özellikle komünist kadınların katkısı da bu gerçeğin bir göstergesidir.
Yığınsal bir emekçi kadın hareketi yaratma doğrultusundaki faaliyetler bunun yanı sıra, üzerine basılacak ve tecrübelerinden yararlanılacak bir gelenekten yoksun olma gibi önemli bir dezavantaja da sahiptir. 70’li yıllarda da kadınların her alanda mücadeleye güçlü bir akışı ve katılımı olmasına karşın, kadınları örgütlemeye yönelik özel faaliyet çeşitli siyasi akımların çevresinde yer alan politikleşmiş kadınların ayrı dernek çatıları altında bir araya getirilmesinin ötesine geçememiştir.
Geçtiğimiz yıl içerisinde, esas olarak hareketin kitleselleşme eğilimine girmesi ve yaratıcı ve mücadeleci potansiyellerini ortaya koymaya başlayan işçi ve emekçi kadın kitlelerinin hareketin inisiyatifini ellerine alma “tehlikesine” karşı küçük-burjuvazinin direnişi ve bu “tehlikeye” kendini koruma çabasının ifadesi olan, küçük-burjuva devrimci çevrelerin antidemokratik tüzük önerisi üzerine emekçi kadın hareketinde yaşanan tartışma ve ayrışmalar, aynı zamanda bu olumsuz geleneğin, üstelik 70’li yıllardaki içtenliğini ve doğallığını da yitirerek bozuşmaya uğramış küçük-burjuva devrimciliği zemininde, devamı özelliği de taşımaktadır.
Kendilerine “ait” inisiyatifi emekçi kadın kitlelerine kaptırma “tehlikesinden” uzak bir “birlik” oluşturarak, kendilerini hareketin bütünüyle dışına düşmeye mahkûm etmiş olan bu tür anlayışlar, emekçi kadın hareketi yığınsal bir harekete dönüşme yolundaki ilerleyişini sürdürdüğü takdirde bütünüyle etkisizleşecektir.
Emekçi kadın hareketi, aynı zamanda bütün devrimci-demokrat kadın çevrelerinin bu alandaki faaliyetlerini birleştirecek bir mücadele platformuna sahiptir ve bu çevreleri de etrafında birleştirme politikasını sürdürmelidir. Ancak yığınsal bir kadın hareketinin aracı olacak bir kadın birliğinin salt politikleşmiş kadınların örgütü olamayacağı gibi, sayısı milyonlarla ifade edilen işçi kadınların yanı sıra, dizginsiz tekelci sömürüye ve faşist diktatörlüğün baskı ve terörüne maruz kalan milyonlarca emekçi kadının düzene karşı öfke büyüttüğü koşullarda, faaliyetinin merkezine politikleşmiş kadınları kazanmayı koyamayacağı da açıktır.
Emekçi kadın hareketinin, bütün bu emekçi kadınlar kitlesinin ortak ekonomik, siyasal ve özgül demokratik taleplerini ifade eden bir mücadele platformu doğrultusunda, bütün emekçi kadınları uyandırma, kucaklama ve sermaye ve diktatörlüğe karşı seferber etme perspektifiyle faaliyet sürdürmesi gerekmektedir.
Ne denli büyük bir mücadele gücüne sahip olduklarını bugüne kadar yaşanan sayısız grev ve direnişte ortaya koyan, yoksul ve işçi semtlerinde emekçi kadınların ve aydın kadınların önemli bir mücadele potansiyeli taşıdıkları ve onları kucaklamayı başaramayan bir kadın hareketinin eksik kalacağı kuşkusuzdur. Ancak şu da tarihsel tecrübelerle sınanmış açık bir gerçektir ki, omurgasını işçi kadınların oluşturmadığı ve esas olarak yığınsal bir işçi kadın hareketi olarak gelişmeyen bir kadın hareketi, sınıfın dışındaki geniş emekçi kadın kitlelerini de etrafında birleştirme, milyonlarca ve milyonlarca kadını, kadının köleliğinin maddi temelini oluşturan özel mülkiyet sistemine son verecek olan sosyalizmin orduları olarak örgütlenmede yetersiz kalacaktır.
Bu nedenle emekçi kadın hareketi öncelikle, çok sayıda kadın işçinin çalıştığı işletme ve fabrikaları ve azımsanmayacak sayıda var olan hemen tümüyle kadınların çalıştığı fabrikaları esas almalıdır.
Bu alanda emekçi kadın hareketini örgütlemenin yöntem ve araçları sorununa da değinmek gerekirse: Emekçi Kadınlar Birliği, işçi sınıfının sermaye ve kapitalizme karşı birleşik mücadelesinin asli araçları olan sendikaların yerine ikame edilemeyeceği gibi, sınıfın sendikal ve siyasal eyleminden ve örgütlenmesinden bağımsız ve onun dışında bir örgütlenme de değildir. Emekçi Kadınlar Birliği kendisini işletme ve fabrikalarda sendikaların yerine koyamayacağı gibi, işçi kadın kitlelerini sendikaların dışında ve yeniden örgütlemeyecek ve buralardaki faaliyetinin içeriğinin sendikal mücadele ve eylemden kopuk olmayacaktır. Tersine, Emekçi Kadınlar Birliği ağırlıklı olarak ya da bütünüyle kadın işçilerin çalıştığı işletmelerdeki sendika şubelerine ve kadın işçilerin şu veya bu oranda çalıştığı işletme ve fabrikalarda sendikaların kadın komisyonlarına dayanmalı ve onların üzerinden yükselmelidir. Emekçi Kadınlar Birliği bir ikinci durumda işletmelerdeki faaliyetinde, sendikaları özel kadın komisyonlarının örgütlenmesi doğrultusunda zorlama hedefine sahip olmalı ve bu komisyonları oluşturma ve faaliyetini örgütleme sorumluluğunu üstlenmelidir.
İşçi kadınlarda sendikalaşma oranının son derece düşük olması, emekçi kadın hareketinin güçlü bir işçi kadın hareketi olarak gelişmesi açısından da kuşkusuz önemli bir sorundur.
Sigortasız olarak çalıştırılan ve en ilkel çalışma koşullarında ve en ağır sömürüye tabi tutulan yüz binlerce işçi kadının varlığı bir sır olmadığı gibi, yapılan istatistiklere göre sigortalı kadın işçilerin sayısı 2 milyon civarındayken bunları yalnızca 200 bini sendikalıdır.
Emekçi Kadınlar Birliği sendikanın olmadığı ve kadın işçilerin yoğun olarak çalıştığı fabrika ve büyük sanayi sitelerinde, aynı zamanda işçi kadınların sendikal örgütlenmesini de destekleyen bir faaliyet içinde olmalı ve buralarda da sendikal mücadeleye yaslanmalıdır.
Emekçi kadın hareketi, kamu çalışanları içinde de sendikaların kadın komisyonlarına, gençlik derneklerinde genç kız gruplarına dayanmalıdır, işçi ve emekçi semtlerinde ise doğrudan Emekçi Kadınlar Birliğinin organları olarak emekçi kadın grupları örgütlenmelidir.
İşçi ve kamu çalışanı kadınların sendikal mücadelesi ve eylemi ve Emekçi Kadınlar Birliği Platformunda devrimci- demokratik kadın hareketi karşılıklı olarak birbirini besleyen ve güçlendiren bir ilişki içinde olmalıdır. Bu gerçekleştiği oranda ve sendikal eylemle demokratik kadın hareketi arasında, işçi ve emekçi kadınların günlük mücadelesi içinde canlı bir mücadele bağı yaratılabildiği takdirde, Emekçi Kadın Birliği, yığınsal ve canlı bir kadın hareketine dönüşebilecektir.
Son yıllarda sınıf ve halk hareketindeki yükselişle beslenen, emekçi kadın hareketindeki olumlu gelişmelerle birlikte, 12 Eylül yenilgisinin yarattığı zeminde boy veren ve burjuvazinin kadın hareketini, kadının köleliğinin gerçek temeli olan özel mülkiyetçi sisteme yönelmesini engelleme ve sistem içinde tutma politikasının ürünü olan burjuva- feminist hareketlerin etki alanı önemli ölçüde daraldı.
Sermaye ve diktatörlüğün ekonomik ve siyasal saldırılarının dizginsiz bir boyut alması, kadın-erkek işçi ve emekçi kitleler için iş-ekmek talebinin yakıcı ve yaşamsal bir talep haline gelmesi ve hareketin bu acil talepler etrafında yükselmesi burjuva-feminist “kadın hakçısı” akımların örgütlenme ve etki alanlarının daralmasının ve genel sınıf ve halk hareketinin talep ve eylemleriyle paralellik içinde ve onun bileşeni olarak emekçi kadın hareketinin örgütlenmesinin objektif zeminin oluşturdu ve olanaklarını genişletti.
Ancak, sermaye ve diktatörlüğün bu ekonomik ve siyasal saldırılarını püskürtmeyi, kadın-erkek bütün işçi ve emekçilerin acil talebi olan iş-ekmek ve özgürlük talebini günlük mücadelede eksen almadan bir emekçi kadın hareketinin yaratılamayacağı ne denli açık bir gerçekse, kadınların taşıdığı mücadele potansiyelinin kendisi için taşıdığı tehlikelerin boyutunu, tarihsel tecrübeleriyle çok iyi bilen burjuvazinin kadın hareketini kendi potasında eritme çabasından geri durmayacağı da o denli açık bir gerçektir.
Bu nedenle, iş ve ekmek gibi yaşamsal taleplerin öne çıktığı bugünkü koşullarda da, kadınların özgül demokratik taleplerine ve kadınlara yönelik özel saldırılara ilgisiz kalınmasının bu alanın burjuva-feminist akımlara açılmasına yol açacağı gerçeği unutulmamalıdır.
Emekçi kadın hareketinin maddi temelinin, kadınların işçi ve emekçi olarak sorun ve taleplerinin yanı sıra, özel mülkiyetçi erkek egemen toplumun ekonomik ve sosyal ilişkileri tarafından belirlenen, özgül sorun ve maruz kaldıkları özel saldırılar olduğu gerçeği gözden ırak tutulmamalı, sınıfın ve genel halk hareketinin eylem ve gündemiyle birleşmenin doğru politikası, sınıfın ve halk hareketinin gündem ve taleplerini olduğu gibi naklederek değil, özgülleştirilerek; kadınların özgül sorun ve talepleriyle birleştirilerek yürütülmelidir.
İşçi ve emekçi kadınlar içerisinde, sosyalizm propagandasının sürekli canlı tutulması ve kadının kurtuluşunun özel mülkiyet sisteminin ortadan kaldırılmasıyla mümkün olacağının en geniş işçi ve emekçi kadın kitlelerine kavratılması ve kadın hareketinin devrim ve sosyalizm mücadelesinin bir gücü haline getirilmesinin yanında, emekçi kadın hareketinin yaratılması faaliyetlerinde deney ve tecrübe eksikliğinden dolayı yaşanan eksiklik ve zaafların giderilmesinin sorumluluğu da öncelikle komünistlerin ve özellikle de komünist kadınların omuzlarındadır.

Nisan-Mayıs 1995

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑