İşçi sınıfının, kendisini bir sınıf olarak diğer sınıflardan ve özellikle de burjuvaziden ayrı bir sınıf olarak kavrayabilmesinin ve sosyal bir güç olarak etkili olabilmesinin başlıca koşulu, toplumsal ilişkilerin her alanında kendine özgü bir politikaya sahip olması ve bunu kısa ve uzun vadeli bütün eylemlerinde uygulayabilmesidir. Örneğin, işçi sınıfının kendi dünya görüşüne uygun bir yerel yönetim politikası yoksa kendine özgü ve sınıfın özelliklerim yansıtan bir gençlik sorunları, bir kadın sorunları politikası yoksa kültürel alanda yapılan işleri eleştirecek ve kendine özgü bir kültür yaratacak etkinlikleri yönlendiren bir kültür politikası yoksa ve pek çok benzerini sayabileceğimiz diğer toplumsal hayat alanlarına ilişkin politikaları yoksa burjuvaziye karşı mücadelesinde daima eksikler ve zayıflıklar taşıyacaktır.
Burjuvazi, yönetici sınıf olarak, hayatın her alanında kendi ideolojisine uygun politikalar geliştirmiştir ve yalnızca iktidar aygıtının yönetimim değil, gündelik hayatın da her alanını kontrol etme başarısını, tarih içinde ve uzun sürede yerleştirdiği bu politikalara borçludur. Öyle ki, onun gündelik hayat üzerindeki egemenliğinin kalıntıları, sosyalist devrimden sonra da uzun süre devam edebilecektir. Kuşkusuz işçi sınıfı, siyasal iktidarı ele geçirmeden önce, toplumsal hayatın tümüne egemen olamaz. Burjuvazinin şu anda yaptığı gibi, toplumsal hayatın bütün ayrıntılarına nüfuz edecek bir etkiyi de, iktidarı ele geçirmeden önce sağlayamaz. Üstelik bunun için, yalnızca iktidarı ele geçirmesi de yetmez: Uzun süren bir sınıf mücadelesi, iktidarı ele geçirdikten sonra da devam edecek ve burjuvazinin yalnızca siyasi ve ekonomik iktidarının tasfiye edilmesiyle yetinilmeyerek, onun insanlar üzerindeki gündelik alışkanlıklarından, felsefi, ahlaki etkilerine kadar her türden ideolojik etkisini de yok etmeye yönelik bir dizi programı yıllarca ve yıllarca uygulaması gerekecektir. Fakat bunu yapabilmek için, iktidarı ele geçirmeden önce de, kapitalist düzen koşullan altında sınıf mücadelesini yürütürken, geleceğin toplumunu hazırlayacak girişimlerde bulunmaktan kaçınamaz. İşçi sınıfının, sosyalist toplumsal düzenin temel özelliklerini açığa çıkaran, yeni bir dünyanın niteliklerini taşıyan bir hayat tarzını tasarlayabilmesi ve bunu bütün halka anlatabilmesi için, şimdiden geniş kapsamlı programlar, politikalar üretmesi ve böylece sınıf olarak bu dünyayı yönetebilecek yeterlikte bulunduğunu herkese göstermesi gerekmektedir, işçi sınıfı, bunu, partisi aracılığıyla yapar. Parti, işçi sınıfının öncü müfrezesi olarak, işçi sınıfı iktidarı altında hayatın nasıl yeniden örgütleneceğinin, bütün sosyal, ekonomik ve insani ilişkilerin emeğe göre nasıl yeniden düzenleneceğinin açık planlarına sahiptir. Ancak bu plan ve programlar, ileride bir gün kullanılmak üzere bir yerlerde saklanmaz: Aksine, bugünkü ilişkilerin eleştirilmesi ve yeniden düzenlenmesinin ilkelerinin açıklanması için, her günkü olaylar ve ilişkiler içinde kendisini göstermeye çalışır. Çünkü işçi sınıfı, burjuvaziyle yalnızca ekonomik mücadele alanında, yeni haklar ve ücret iyileştirmeleri için değil, çok çeşidi alanlarda karşı karşıya gelmekte ve kendi çıkarlarını savunabilmek için değişik mücadele biçimleri ve yöntemleri uygulamaktadır. Mücadelenin bu geniş kapsamı, işçi sınıfın burjuvazi karşısındaki tarihsel durumu gereği, gündelik çıkarları savunmanın çok ötesine geçen görevler ortaya çıkarmakta, kendisine özgü bir toplumsal düzen kurabilmek için bir dizi program ve plan geliştirmesini gerektirmektedir.
Biz, bu yazımızda, bu çok kapsamlı konular yumağı içinden birisini, işçi sınıfı ile dış politika alanı arasındaki ilişkileri ele alacağız.
Sınıf mücadelesinin, ekonomik, teorik (felsefi-ideolojik) ve politik olarak özetlenen başlıca biçimleri içinde, politik mücadelenin (iktidar mücadelesinin) esas ve diğerlerinin de buna bağlı olarak ele alınması gereken mücadele biçimleri olduğuna, önce Engels ve daha sonra da Lenin önemle dikkat çekmişler ve her bir mücadele biçiminin ayrı ayrı ve birlikte taşıdıkları önemi göstermişlerdi. Devrimci literatürde, özellikle politik mücadelenin, iktidar mücadelesi olarak taşıdığı önem, sürekli olarak vurgulanmış fakat bu mücadele biçiminin kapsadığı alanlar üzerine ayrıntılı ve özgül incelemeler aynı derecede sıklıkla yapılmamıştır. Dış politika konusu, bunlardan birisidir.
DIŞ POLİTİKAYI İZLEMENİN ÖNEMİ VE GEREKLİLİĞİ
a- İşçi sınıfının sosyalist siyasal bilincinin bir parçası olarak dış politika:
İşçilerin sosyalist siyasal bilinci, bütün toplumsal hayat içinde kendilerini diğer sınıflardan ayıran özelliklerin bilinmesinden ve bütün tutum ve davranışların bu bilgiye göre gerçekleşmesi eyleminden oluşur. İşçi sınıfı olarak, örneğin burjuvaziden, ya da diğer emekçi sınıflardan temel farklılığın ne olduğunun bilinmesi, işçilerin sosyalist siyasal bilincinin temelidir. Bu bilinç, işçi sınıfının tarihsel rolü ve bunun bütün bir geçmiş mücadele tarihi içinde kendisini nasıl gösterdiği ve hangi büyük değişimlerin kapılarını açtığının bilinmesini, bir komünist partisi etrafında örgütlenmenin zorunluluğunun bilgisini, toplumdaki karşıt sınıflanıl birbirlerine karşı olan konumunun ve birbirleriyle mücadelesinin bilgisini içerir. Fakat bütün bunlar, eğer işçi sınıfının uluslararası niteliğini ortaya koyan tarihsel ve siyasal bilgilerle tamamlanmıyor ve enternasyonal bir bilinç haline gelmiyorsa, işçi sınıfının bilincinin henüz sosyalist bir bilinç olduğundan söz edilemez.
Kapitalizmin gelişmesi ve bütün dünya ülkelerini tek bir ekonomi zincirinin halkalan halinde birbirine bağlaması, işçi sınıfının da, dünyanın patronu olan burjuvaziye karşı birleşik bir mücadele yürütmesinin imkânlarını hazırlamıştır. Proletaryanın nihai hedefi olan komünist toplumun, ancak kapitalist dünyanın tümünün fethedilmesiyle gerçekleşebileceği yolundaki bilimsel tez de, işçi sınıfının enternasyonal planda örgütlenmesinin ve mücadele etmesinin gerekliliğini ortaya çıkarmıştır. Dünya devrimci proleter hareketinin, bilimsel sosyalizmin bakış açısından yazılmış ilk belgesi olan Komünist Manifesto, bütün dünya işçilerinin aynı sınıfın üyeleri oldukları, gerek bu anlamda gerekse her türlü mülkiyetten arındırılmış olmaları anlamında, bir vatanları olmadığı sonucuna ulaşmıştı. Ancak bu belirleme, aynı zamanda, bütün dünyanın, işçi sınıfının vatanı olduğu anlamına da geliyordu. Dolayısıyla işçi sınıfı, enternasyonal bir sınıftır ve mücadelesi de kaçınılmaz olarak enternasyonal bir karakter taşımaktadır. İşte bu noktada, dış politika konulan, işçi sınıfının sosyalist bilincinin bir unsuru olarak önem kazanır. İşçi sınıfı, dünyanın diğer ülkelerindeki sınıf kardeşlerinin yaşam koşullarını ve mücadele hedeflerini, eylem düzeylerini bilmek, her ülkenin burjuvazisiyle işçi sınıfının karşılıklı konumu hakkında bilgi sahibi olmak zorundadır. Çünkü dünyanın her köşesindeki işçi hareketi ya da tekelci burjuvaziye karşı her halk direnişi, kendi mücadelesinin bir parçasıdır ve yeryüzündeki her olumlu ve ileri gelişme, kendi mücadelesine kısa ya da uzun vadede mutlaka katkıda bulunacaktır.
b- Dış politikadaki gelişmeler, devrimin iç ve dış koşullarının gelişme düzeyini gösteren bir barometredir:
Diğer yandan, teknik ve taktik bakımdan, dünyanın her bölgesinde, her ülkede burjuvaziyle işçi sınıfı arasındaki mücadelenin aldığı boyudan, her ülke burjuvazisinin bir diğeriyle olan çelişmelerini ve çatışmalarını, burjuvazinin karşıdevrim ve savaş eylemlerini izlemek ve bütün bunlarla kendi mücadelesindeki gelişmeler arasındaki bağıntıları bulmak da işçi sınıfının devrimci politikasının önemli bir yanını oluşturur. Gerçekten, sınıf mücadelesinin tarihi boyunca, burjuvazinin uluslararası eylemiyle, her ülke proletaryasının mücadelesi arasında çok etkili bağıntılar olmuştur. Paris Komünü, Avrupa çapında burjuva devletlerarasındaki, özellikle de Fransa ile Almanya arasındaki şiddetli çelişmelerde kendisi için bir olanak bulmuştur. Büyük Ekim Devrimi, Lenin’in belirttiği gibi, zafere ulaşmasının başlıca olanaklarından birisini, emperyalistlerin bu devrime müdahale edemeyecek kadar birbirlerine düşmüş olmalarında yakalamıştır. Ulusal kurtuluş mücadelesi veren birçok halk, başarıya ulaşırken, gene aynı çelişme üzerinde fırsatlar yakalamıştır. Bütün bu örnekler, her devrimin, önünde sonunda bölgesel ya da dünya çapında, uluslararası bir nitelik taşıdığını göstermektedir. İster proleter devrimi olsun, isterse ulusal kurtuluş devrimleri olsun, bir ülkedeki her devrimci kalkışma, bölge ve dünya burjuva devletlerinin birleşik bir tepkisiyle ya da devrimi birbirlerinin aleyhine kullanma girişimleriyle karşılaşır. Fakat her durumda, burjuvazi, kendi ülkesinin dışındaki devrimlerle yakından ilgilenir. 1848’de Fransa’da yeni bir cumhuriyet kurulduğunda, o dönemde Avrupa’nın jandarması ve Avrupa gericiliğinin kalesi durumunda bulunan Rusya’nın Çarı Birinci Nikola, subaylarına hitaben yaptığı bir konuşmada şöyle demişti: “Atlarımıza binelim beyler! Fransa’da cumhuriyet ilan edilmiş”.
Bu, işçi sınıfı gibi, burjuvazinin de uluslararası bir sınıf olarak hareket ettiğinin bir örneğidir. Çağımızda da emperyalist tekelci burjuvazi, sınır tanımayan bir sömürü ve siyasi egemenlik saldırısı içinde, işçi sınıfının ve halkların devrimci mücadelesini dünya çapında bir düşman olarak görmektedir. En küçük bir devrimci kıpırdanış, emperyalist tahakküme karşı en sıradan bir ulusal direniş, dünyanın bütün emperyalistlerinin başlıca ilgi konusu haline gelmektedir. Emperyalizm açısından, bir devrimci hareketi bastırmak ve yok etmek kadar, denetim altında tutmak da önemlidir. Aralarındaki çelişmelerin boyutlarına bağlı olarak, bazen bir emperyalist devlet, diğerine karşı bir devrimci hareketi bir süre için destekleyebilir, ona maddi yardımda bulunabilir veya uluslararası platformlarda devrimci harekete olanaklar açabilir. Fakat bütün bu destekler, emperyalizmin kendi çıkarları doğrultusunda ve geçici bir süre için yapılır. Devrimci işçi hareketi, bu destek ve yardımların ya da bastırma ve saptırma girişimlerinin gerçek içeriğini bilebilmek için, burjuvazinin uluslararası ilişkilerinin yapısını tam olarak değerlendirebilecek verilere sahip olmak zorundadır. Yardım ve destek veren emperyalist ülkenin iç çelişmelerini, o ülkedeki sınıf mücadelesinin boyutlarım, diğer ülkelerle ilişkilerini ve bu ilişkilerin yol açacağı sonuçları gözlemleyebilen bir hareket, kendi çıkarlarını koruyarak böyle bir ilişkiden yararlanabilir. Son derece hassas ve tehlikeli olan bu ilişkide, devrimci hareketin, inisiyatifi elde tutabilmesi, koşuldur. Lenin, devrimci dalganın en yüksek olduğu bir anda, Rusya’ya dönmek için, Alman emperyalistlerinin kendisine açtığı yoldan geçmiştir. Alman emperyalizmi, o dönemde Rus Çarlığı’nın rakibiydi ve Lenin’i çarlığı yıkacak bir güç olarak görüyor ve onun Petrograd’a gitmesinin kendisi içinde elverişli koşullar yaratacağını düşünüyordu. Lenin, böyle bir yardımı reddetmedi. Almanların yardımının hangi çelişmelerin ürünü olduğunu biliyordu ve daha önemlisi, Rus proletaryasının sosyalist devrimci hamlesinin böyle bir ilişkide inisiyatifi kaptırmayacak kadar güçlü olduğundan emindi. Bu örnekte iki önemli nokta görülmektedir. Birincisi Lenin, Avrupalı emperyalistler arasındaki çelişmelerin ve çatışmaların içeriğini tam olarak tespit etmiş ve bu çelişme karşısında sosyalistlerin görevini belirlemişti: Buna göre, başta İngiltere olmak üzere; Çarlık Rusya’sı, Fransa, Belçika ve Sırbistan’ın oluşturdukları (buna sonradan, Japonya, Portekiz, İtalya, Romanya, Çin ve Yunanistan katılmıştır) cepheye karşı Almanya, Avusturya-Macaristan, Osmanlı imparatorluğu ve Bulgaristan’ın oluşturduğu cephe arasındaki savaş, “köleliğin sağlamlaştırılması ve devamını sağlamak için, en büyük köle sahipleri arasında yapılan bir savaş”tı. Bu savaşta Almanya, “genç ve güçlü bir hırsızdan başka bir şey değildi ve diğer “yaşlı kurtlara” karşı savaşmak zorundaydı. Lenin önemle belirtiyordu ki, Almanya “ulusların özgürleşmesi için değil, onların ezilmesi için savaşmaktadır”. Dolayısıyla, “genç ve güçlü hırsızın, ihtiyar ve tıka basa doymuş hırsızı yağmalamasına yardımcı olmak”, sosyalistlerin görevi olamazdı.
İkinci olarak Lenin, Dünya Savaşı koşullarında, her ülkenin proletaryasının esas olarak kendi burjuvazisine karşı savaşması gerektiği yolundaki ilkeyi uygulayarak, Rus proletaryasının esas düşmanının,’Rus burjuvazisi ve onun siyasi egemenlik biçimi olan çarlık olduğuna karar vermişti. Bir kez bu halkayı kavradıktan ve Alman emperyalizminin niteliğini de net olarak saptadıktan sonra, bu ilişkiler ve çelişkiler yumağı içinde kendi inisiyatifinde bir politikayı kendine özgü taktikler kullanarak uygulamak, çok zor olmadı. Özetlersek; Lenin, uluslararası durumla ülke içi çeliş meleri bir bütün olarak kavramış ve burjuvazinin dış politika alanında işçi sınıfı politikası için bir hareket zemini bulmuştur. Burada da iki gerçeği göz önünde tutmuştur. Hem burjuvazinin uluslararası bir sınıf olarak konumu ve iç çelişkileri, hem de proletaryanın uluslararası bir sınıf olarak buna karşı mücadelesinin boyutları ve taktikleri.
c-İşçi sınıfı mücadelesinin bir unsuru olarak dış politika:
Dış politikadaki gelişmeler, işçi sınıfının devrimci mücadelesinde yalnızca uluslararası boyudan görmek bakımından önemli değildir; dış politikanın, aynı zamanda, işçi sınıfının ülke içindeki sınıf mücadelesine ilişkin taktik ve stratejik hedeflerini de ilgilendiren bir içeriği vardır. Çünkü her dış politika konusu, iç çelişmelerle ilişkilidir; bir başka deyişle, dış politika, genellikle, iç politikanın bir yansıması, bir devamıdır. Burjuvazi, çoğu kez, içerideki sınıf mücadelesini bastırmak ya da saptırmak için, dış politikasında saldırgan bir tutum takınabilir. İşçi sınıfının ve halkın muhalefetinin yüksek bir noktaya ulaştığı birçok durumda, burjuva devletler, bu potansiyeli bir “dış düşman” yaratarak söndürmeye ve kendi kanalına akıtmaya çaba gösterir. Şoven ve faşist bir “milli birlik ve beraberlik” propagandası ile burjuvazi, kendisine yönelmiş muhalif kalkışma ve direnişleri geriletmeye, kitle tabanını küçültmeye çalışır. Geri bilinç düzeyindeki kitleler, çoğu kez bu yalana inanır. Burjuvazi, aynı silahı, bazen kendi iç çelişmelerinin üstünü örtmek için de kullanır. Farklı burjuva klikler arasındaki çatışmalar, farklı burjuva siyasi partiler arasındaki çelişmeler, dış düşmana karşı birlik potasında eritilerek, birleşik bir karşıdevrim cephesi oluşturulabilir, işçi sınıfı, ancak dış politikadaki gelişmeleri ciddi bir biçimde izleyerek bu yalan propagandayı açığa çıkarabilir. Acaba, gerçekten ülkeye yönelik bir “dış tehlike” var mıdır? Varsa bunun içeriği nedir? Ülke, emperyalist bir saldırıyla mı karşı karşıyadır, yoksa bizzat yöneticilerin kendisi saldırgan bir tutum içinde midir? Bir komşuyla olan ilişkilerin, olduğundan kötü gösterilmesinin ardında hangi iç ve dış çıkar hesapları yatmaktadır? Bütün bu soruların cevabını kanıtlarıyla birlikte, inandırıcı bir biçimde ortaya koyan ve buna uygun propaganda, ajitasyon ve örgütlenme faaliyeti yürüten bir işçi hareketi, burjuvazinin yalanlarını geçersiz kılabilir ve sınıf mücadelesini yükseltebilir.
Gene, iç ekonomik ve siyasi gelişmeler, her devleti, yeni egemenlik alanları elde etmek ve komşuları aleyhine girişimlerde bulunmak zorunda bırakabilir. Örneğin, Türkiye burjuvazisi, kendi ekonomisini düzeltmek, krizi atlatmak için komşularının elindeki yeraltı ve yerüstü kaynaklarından kendine bir pay koparmaya yönelik girişimler içindedir. Bölgenin özellikleri dolayısıyla, petrol ve su kaynakları arasında, böyle bir çatışma yaratılmış ve Türkiye burjuvazisi, önemli ölçüde elinde tuttuğu su kaynaklarını siyasi baskı unsuru olarak kullanmaya girişmiştir. Özellikle Suriye ile ilişkilerde böyle bir faktörün rol oynamasının nedeni, Kürt ulusal kurtuluş mücadelesine yönelik bir içerik kazanmıştır. Siyasi ve ekonomik çıkarlar iç içe geçmiş, ekonomik hedefler doğrultusunda engel teşkil eden faktörler, siyasi araçlarla giderilmek istenmiştir. İşçi sınıfı, bu ilişkileri gözlemek, kendi siyasi programıyla bugünkü uygulamalar arasındaki bağıntıları görmek ve kendine özgü bir tavır geliştirmek zorundadır. Hangi bağlantılar böyle bir olaylar bileşimi meydana getirmektedir? Bu bileşimin içerideki sınıf mücadelesine yansımasının boyutları nelerdir? Hangi taktiklerle ve hangi ittifaklarla burjuvazinin girişimleri boşa çıkarılabilir? Bütün bunlara doğru cevaplar verebilmek, dış ilişkiler alanını dikkatle izlemeye bağlıdır.
Bununla birlikte, emperyalizmle olan ilişkiler, özellikle Türkiye gibi ülkelerde, iç politik ihtiyaçların dış politikaya yansımasını, her zaman doğrudan bir ilişki olmaktan çıkarmaktadır. Emperyalizme bağımlı ülkelerde, dış politika, büyük oranda, emperyalist patronun çıkarlarına göre düzenlenmekte, ülkenin dışişleri, kendi iç ihtiyaçlarından çok, emperyalizmin bölgesel ya da küresel çapta çıkarları tarafından belirlenmektedir. Örneğin, Türkiye’nin Somali’ye asker göndermesi, Körfez Savaşı sırasında Irak’a ambargo uygulanmasında en önde yürümesi, bu türden kararlardandır. Dolayısıyla denilebilir ki, dış politika; kural olarak, iç politikanın bir yansıması olsa da, emperyalizmle ilişkilerin boyutu, dış politikadaki her gelişmenin içe yansımasını da doğurmaktadır. Emperyalizm, özellikle ABD emperyalizmi, İkinci Savaş’tan sonra, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ne karşı, dünya çapında bir “soğuk savaş” başlattığında, ABD’ye bağımlı bütün ülkeler, iç politikalarında bunu uygulamaya koyuldular. Bütün ülkelerde, komünist ve işçi partilerine karşı azgınca bir saldırı başlatıldı. Özellikle Türkiye gibi, ABD’nin yarı-sömürgesi durumunda bulunan ülkelerde, yalnız komünizme karşı değil, her türden demokratik hareketi de kapsayan azgın bir faşizm uygulaması görüldü. Diğer yandan, Türkiye’deki askeri darbelerin ve bütün diğer antidemokratik saldırıların arkasında ABD emperyalizminin bulunduğu, artık bilinen bir gerçektir. O yıllarda etkili bir Amerikan askeri yetkilisinin (General Bradley) yaptığı şu değerlendirme, dış politikayla iç sorunların iç içe geçmesinin tipik bir örneğidir: “Denizaşırı ülkelerde üsler kurmamız gerekmektedir. Düşmanı, kendi özgüvenlik sınırlarımız ötesinde karşılamak ve ilk darbeyi, elde edilecek üsler sayesinde vurma zorunluluğunu bütün Amerikalıların anlaması ger emektedir… Düşmanı can evinden vuracak bu üsler, düşman topraklarına en yakın bölgelerde kurulmalıdır”. (Amerikan Harp Doktrinleri, M. Fahri, Yön Yayınları, 1967, s.5) Demek ki, Türkiye’de Amerikan askeri üslerinin kurulması, doğrudan doğruya, Sovyetler Birliği’ne karşı bir cephe oluşturma anlamına geliyordu ve bunun, Türkiye’nin güvenliği ile ilgisi yoktu. Daha açık bir deyişle, Türkiye’yi, savaşın hedefi durumuna getirerek, Amerikan topraklanılın güvenliğini sağlamaya yönelik bir önlemdi. Kuşkusuz, bu girişim, aynı zamanda, Amerikan üslerine karşı olan yurtseverlere karşı, baskıcı ve terörist bir iç politika uygulamasını da gerektiriyordu.
Burada dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta vardır: Dış ve iç politika, sırayla ve biri diğerini belirleyen ayrı yapılar olarak değil, birbirine göre ayarlanan ve aynı temel hedefe yönelen faaliyetler olarak görülmektedir. Bu temel hedef, işçi ve halk muhalefetinin bastırılması, içeride ve dışarıda burjuvazinin tam hâkimiyetinin sürdürülmesidir.
DIŞ POLİTİKAYI İZLEME YÖNTEMİ
Dış politikayı izlemek, dünyada olup bitenler hakkında düzenli ve sistemli bir bilgi sahibi olmak için, bazı temel bilgiler gerekmektedir. Bunları, ana başlıkları bakımından şöyle özetleyebiliriz:
– Ülkelerin siyasal yapılarının ve devlet yönetim aygıtının çalışma tarzının bilinmesi: Günlük gazetelerde, şöyle bir haberle karşılaştığımızı varsayalım: “ABD Kongresi, Türkiye’ye yapılacak yardımın kesilmesine karar verdi” Eğer ABD’nin devlet aygıtının çalışma tarzını bilmezsek, bu haberin bildirdiği durumun hemen gerçekleşebileceğini ve Kongre’nin yardımı kesme kararının derhal Amerikan hükümeti tarafından uygulanabileceğini sanabiliriz. Burjuva basın, genellikle, bu türden haberleri manşetten verir ve sonraki gelişmelerden ya hükümetin reklâmını ya da ABD başkanının propagandasını yapmak için yararlanır. Çünkü Kongre kararlarının yürürlüğe girebilmesi için, gerçekte, ABD bürokratik sisteminin birçok kademesi geçilmek zorundadır ve kademelerin birçoğunda da, esas olarak, ABD’nin temel ve kısa vadede değişmeyen emperyalist planları ve hedefleri gözetilir. Bu arada, hükümet çevreleri kongre kararını protesto eder. Başkan ağırlığını koyar ve bunlar, sözde Türkiye’nin çıkarlarını savunan bir pozisyonda gösterilir. Devletlerin yapılarıyla, emperyalistlerin bazen yüz yılı kapsayan uzun vadeli plan ve hedefleri arasında uyum vardır. Bu temel yapılar, her devletin sınıf karakterini yansıtır ve bu karakter değişmedikçe, bir devletin dünya çapındaki genel ve kalıcı hedeflerini formüle eden politikalarında esaslı değişiklikler meydana gelmez. Dünya koşullarındaki değişiklikler bile, bu genel hedeflerin içeriğini çok az etkiler. Örneğin, İngiliz, Alman ve Fransız emperyalizmleri, şimdi dünya patronluğunu ABD’ye kaptırmış olmalarına karşın, eskiden egemen oldukları topraklar hakkındaki politikalarında esaslı bir değişiklik yapmamışlardır. Ortadoğu söz konusu olduğunda, Fransa ve İngiltere, hâlâ, bir zamanlar Irak, Suriye, Ürdün, Mısır gibi ülkelerde sömürgeci dönemde uyguladıkları taktikleri uygulamaya ve o dönemden bu yana korudukları ilişkilere dayanmaya, o zaman kullandıkları faktörleri kullanmaya çalışırlar. Bunun tersine bir örnek, Rus Çarlığı’nın yıkılmasından sonra kurulan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin politikalarıdır. Rus Çarlığı, diğer emperyalistlerle dünyanın paylaşılması, geri ülkelerin sömürgeleştirilmesi ve hegemonyanın yaygınlaştırılması için bir dizi anlaşma yapmış, hatta savaştaki müttefikleri aleyhine, düşmanlarıyla el altından pazarlıklar yürütmüştü. Sovyet hükümetinin, iktidara gelmesinden sonra yaptığı ilk iş; Çarlık Rusyası’nın bu gizli anlaşmalarını bütün dünyaya açıklamak olmuştur. Böylece, hem Rus Çarlığı’nın ve bütün emperyalist devletlerin ikiyüzlülüğü dünyanın gözleri önünde oldu, emperyalistlerin kendi aralarındaki anlaşmaların güvenilmezliği kanıtlanarak birbirleriyle olan çelişmeleri derinleştirildi; hem de yeni proletarya diktatörlüğünün bütün eski politikalardan ve taktiklerden farklı, açık, halkların dostu ve devrimci bir dış politika uygulayacağı gösterilmiş oldu. Rus Çarlığı yıkılıp, tümüyle yeni bir sınıf karakterine sahip bir devlet kurulunca, eskiye ait ne varsa terk edilmişti. Bundan böyle, yeni Rusya’nın dış politikasını anlamak ve değerlendirmek için, artık bu yeni nitelikteki devlet yapısı göz önünde bulundurulacaktı.
– Bölgesel ve küresel çapta ilişkilerin, ittifakların ve çelişkilerin bilinmesi: Dış politikaya ilişkin olayların ve uluslararası ilişkilerin değerlendirilmesinde bir başka dayanak noktası, ilişkilerin gelişme tarihinin ve belli başlı eğilimlerin bilinmesinin yanı sıra, bölgesel ve küresel çapta çelişmelerin izlenmesidir. Bu, hem diplomasi tarihinin, hem de genel olarak uluslararası ilişkiler tarihinin alanına girer. “Türkiye ile İsrail Arasındaki Buzlar Çözülüyor” başlıklı bir gazete haberinin değerlendirilebilmesi için, Türkiye ve İsrail arasında, aslında Amerikan emperyalizminin iki sadık müttefiki olmaları dolayısıyla doğal bir ittifak bulunması gerekirken neden bir “soğukluk” bulunduğunu anlamak gerekir. İsrail’in kuruluş tarihçesi, bölge ülkeleri ve halklarıyla tarihsel ve güncel çelişmeler, Türkiye’nin aynı bölge ülkeleri ve halklarıyla olan ilişkilerinin ve çelişkilerinin geçmişi ve güncel durumu, konuyu değerlendirmeye girişte bir temel olarak elde bulunmalıdır. Dünyada buna benzer birçok bölgesel sorun ve sorunun tarafları arasında karmaşık ilişkiler vardır. Fakat ister Uzak Asya’da, ister Ortadoğu’da ya da Afrika’da olsun, bütün bölgesel sorunların ardında, onları birbiriyle ilişkilendiren genel ve temel bir sorun bulunmaktadır. Bu da, dünya çapında büyük emperyalist güçlerin karşılıklı ilişkileri ve çelişkileridir. Emperyalizmin varlığı, her bölgedeki komşu ülkeler arasında tarihten gelen ya da güncel ilişkiler ve çıkar çelişmeleri sonucunda doğmuş özel sorunlar bulunmaktadır. Bu sorunların gelişme doğrultularıyla her ülkenin iç sınıf mücadelesi arasında bağıntılar ve karşılıklı etkileşmeler vardır. Bu durumu da, bölgesel sorunların sınıf mücadelesiyle ilişkisinin devrimci gelişmeler üzerindeki etkisini hesap etmeyen bir devrimci işçi hareketinin ciddi hatalar yapmaktan kaçınabilmesi çok güçtür. Bölgesel sorunların izlenmesinde, her bölgeye özgü koşullar ve sorunlar, bölge ülkelerindeki sınıf mücadeleleri, emperyalizmin bölgeye olan ilgisinin nedenleri ve boyudan göz önünde tutulmalıdır.
– Emperyalizmin ekonomik ve siyasi hedeflerinin ve buna karşı duran güçlerin başlıca amaçlarının bilinmesi: Bölgesel sorunların anlaşılmasının başlıca iki temel unsuru, bölgeye özgü tarihsel ve güncel çıkar çelişmeleri ve emperyalizmin bölgeyle olan ilişkisinin ve ilgisinin nedenleridir. Bu iki unsur, kendi içlerinde, karmaşık ve çok yönlü başka çelişmelerle ve ilişkilerle doludur. Emperyalizm, her bölgede o bölgeye özgü bir temel faktör ya da bir temel çelişme üzerinde hareket eder. Bu, Ortadoğu’da petroldür, Amerika Kıtası’nda ve Afrika’da zengin ve değerli hammadde kaynaklarıdır vb. Fakat her bölgede, ABD ile diğer emperyalistler arasında, siyasi hegemonyanın ekseninde bulunduğu bir mücadele sürmektedir ve çoğu kez, hammadde kaynaklan üzerindeki savaşla, siyasi hegemonya mücadelesi iç içe geçmektedir. Özellikle siyasi denetim sorunları, emperyalistlerin genel ve değişmeyen hedeflerini içermektedir ve kaynağında bulunan ekonomik sömürü hedeflerini çoğu zaman aşan yeni sorunlarla beslenmektedir. Daha 1949 yılında, Amerikan Başkanı Truman’ın yaptığı şu değerlendirme, bugün de temel planların değişmediğinin bir örneğidir: “Yabancı devletlere yapılacak yardımlar; onların iktisadi ve siyasi güvenliklerini sağlamakla beraber, aslında Amerika’nın güvenliği uğruna yapılmış yatırımlar olarak düşünülmelidir.”
Doğu Bloğu’nun çökmesinden sonra, uluslararası alanda güç dengelerinde önemli değişikler meydana gelmiş ve ABD, emperyalist dünyanın rakipsiz patronu konumuna yükselmiştir. Bu durumda diğer emperyalistler, Rusya’nın varlığı koşullarında ABD ile ilişkilerinde kullandıkları önemli bir kozdan yoksun kalırken, kendi bağımsız hedefleri doğrultusunda faaliyetlerini yoğunlaştırmışlardır. Bölgesel çelişmeleri ve her ülkenin içindeki siyasi mücadeleleri kendileri için birer araç olarak kullanmak isteyen emperyalist mihraklar yoğunlaşmıştır.
Burada izlenmesi gereken unsurlar, farklı emperyalistler arasındaki güç dengelerinin oluşma tarzı ve gerçek maddi güçler arasındaki farklılıklar ve bunlara karşı olan işçi ve halk muhalefet güçlerinin durumudur.
Uluslararası tekellerin, bankaların ve konsorsiyumların, yatırım, kredi ve ticaret ilişkileri, sıradan ekonomik faaliyetler gibi görünen bütün diğer etkinlikleri her bölgede, her ülkede, yeni çelişkilerin ve çatışma odaklarının doğmasına yol açmakta, gerek emperyalistlerin kendi aralarındaki çelişmeleri, gerekse emperyalizmle halklar arasındaki çelişmeleri keskinleştirmektedir. Böyle bir tablodan çıkacak muhtemel eğilimleri değerlendirebilmek için, yalnızca emperyalistlerin güçlerini ve girişimlerini bilmek yetmez, aynı zamanda halkların örgütlü ya da örgütlenme eğilimindeki muhalif güçlerini, ülke içindeki siyasi akımları, gene ülke içindeki sınıf mücadelesinin boyutlarını ve burjuva kliklerin kendi aralarındaki ve emperyalizmle olan ilişki ve çelişkilerini de göz önünde tutmak gerekir.
– Emperyalizmin değişen stratejik hedeflerinin ve taktiklerinin izlenmesi: Amerikan emperyalizmi, özellikle Sovyetler Birliği’nin devrimci bir mihrak olarak ayakta durduğu dönemlerde, SSCB’yi “Yeşil Kuşak” adını verdiği ve coğrafi bakımdan olduğu kadar siyasi bakımdan da kuşatmayı hedefleyen bir plan uyguluyordu. Buna göre, Uzak Asya’da Çin-Hindi’nden başlayıp; Hindistan, Pakistan, Afganistan, İran ve Türkiye’yi kapsayan bir zincir oluşturmaya girişti. Bu ülkelerdeki gerici-faşist rejimleri destekledi, ilerici hareketlerin bastırılmasına önayak oldu. SSCB de, aynı ülkeler üzerinde, karşı etkide bulunacak tedbirler geliştirdi. Önceleri, bu zincirin kırılmasının devrimci tarzda, sınıf mücadelesinin yükseltilmesi yoluyla emperyalist tahakkümün kırılması mümkün olduğu anlayışı hakimken, sonraları, revizyonist yönetim altında karşı askeri tedbirlere başvuruldu, hatta zaman zaman Afganistan’da olduğu gibi askeri müdahalelerle bu zincir kırılmaya çalışıldı. SSCB’nin çökmesinden önce, İran’da, ABD’nin bütün gücüyle desteklediği Şahlık yıkılınca, zincir, en önemli halkasında zaafa uğramış oldu. Bugün, “Yeşil Kuşak” projesi önemini büyük oranda yitirmiş bulunmaktadır. Dolayısıyla, ABD ile Rusya arasındaki ilişkilerin değişen boyutu, önemli bir strateji değişikliğine yol açmış olmasına rağmen, ABD’nin söz konusu ülkeler üzerindeki genel ve temel politikası değişmemiştir. Bu ülkelerin her birinde devrimci ve kurtuluşçu hareketler, ABD için hâlâ büyük bir tehlike olarak görülmektedir.
Bunun gibi, eskiden çok önemli olan, “sınırlı müdahale”, “sınırlı savaş”, “esnek mukabele stratejisi”, “dolaylı saldırı”, vb. gibi taktik ve stratejik uygulamaları dile getiren terimler de, ABD diplomasisinin terminolojisinde eski yerlerini korumuyorlar. Öz olarak, işçi sınıfının ve halkların devrimci mücadelesini bastırmaya ve emperyalist sömürü ve tahakkümü sürdürmeye, hegemonya alanlarını muhafaza etmeye ve genişletmeye yönelik yapısını koruyan emperyalist müdahaleler, bugün, “Yeni Dünya Düzeni” adı verilen genel kavramsal çerçeveye uygun olarak yeni adlar taşıyan taktikler geliştirmiştir. ABD, eskiden “komünizmin yayılmasını önlemek” olarak adlandırdığı faaliyetlerini, artık “dünyada barışın ve demokrasinin korunması” maskesi altında sürdürüyor. Sudan ve Haiti’ye yapılan müdahaleler, bu gerekçelere dayandırıldı.
Söz konusu kavram ve terimlerin içeriğinin deşifre edilmesi, emperyalizmin hedeflerinin ve temel çıkarlarının her uygulamada kendisini nasıl gösterdiğinin tespit edilmesi, sınıf mücadelesi bakımından büyük önem taşımaktadır.
SONUÇ
Türkiye’nin, emperyalizmle olan bağımlılık ilişkisi, devrimci strateji ve taktikleri önemli ölçüde etkilemektedir ve emperyalizmin dünya çapındaki faaliyetlerinin izlenmesi, taktiklerinin bilinmesi ve içeriklerinin tam olarak anlaşılması, büyük önem taşımaktadır. Diğer yandan, Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politikasındaki her gelişmenin, mutlaka sınıf mücadelesini etkileyeceği ya da zaten içerideki sınıf mücadelesinin sonuçlarını yansıttığı göz önünde tutulursa, dış politikayı ve uluslararası ilişkileri izlemenin devrimci işçi sınıfı hareketinin vazgeçilmez bir parçasını oluşturduğu, her sınıf bilinçli işçinin bu konularda kendisini donatmasının gerekli olduğu daha açık bir biçimde görülecektir.
Ekim 1994