Küba: Anti-emperyalist direnişi desteklemenin anlam ve içeriği

KÜBA NEDEN GÜNDEMDE?
Son birkaç yıldır Küba, dünya gündeminde yeniden belirli ve önemli bir yer tutmaya başladı.
Bu yeniden önem kazanış, Küba’nın kendisi ya da onun gelişme sürecinde ortaya çıkan önemli değişiklikler nedeniyle olmaktan çok, ABD emperyalizminin “komünizmin son kalesi”ni ortadan kaldırmaya, bu ülkede rejimi devirmeye yönelik politikası ve bu doğrultuda Küba’ya yönelik olarak geliştirdiği saldırı dolayısıyla oluştu.
Küba, devriminden bu yana, süreç içinde uğradığı tedrici değişikliklerle birlikte “eski Küba”ydı. Hatta geçmişte başta Latin Amerika ülkesi halkları olmak üzere, dünya halkları ve özellikle gençleri, aydınları ve devrimcileri açısından taşıdığı “örnek” olarak “değeri”nden kaybettikleri vardı. Küba’nın yeniden dünya gündeminde belirli bir yere tırmanmak üzere kazandığı önemin, onun oluşturduğu “örnek” ile açıklanmasının yetersiz kalacağı kolayca görülebilir.
Küba, “örnek” olarak taşıdığı misyondan çok, SSCB ve Doğu Avrupa’da revizyonizmin çöküşü ve Çin’in belirgin bir rejim değişikliğini reddetmekle birlikte özel mülkiyet, kâr, piyasa ekonomisi ve borsa gibi unsurlarıyla kapitalizme açıktan yönelmesinden sonra; ABD emperyalizminin, kurmaya giriştiği “yeni dünya düzeni”nin -denebilir ki, Kore ile birlikte- bir muhalifi olarak hışmını üzerine çekmekteydi. ABD, “burnunun dibinde” bir muhalife hayat hakkı tanıyarak “yeni bir dünya düzeni” kurmaya kalkışırsa inandırıcı olamazdı; üstelik tarihten kalma alınacak bir öcü vardı. Ve ABD, Küba’nın şahsında, kendisine ve “yeni düzeni”ne muhalefetin olanaksızlığını kanıtlamanın yanında, sosyalizmin son bir mahkûm edilişi aracılığıyla onun geçersizliğini kesin olarak vurgulamak; devrim ve sosyalizmi, halkların hafızasından kazımak amaçlarıyla “sosyalizmin son kalesi”ni yıkmaya yönelik olarak anti-komünizm histerisiyle bir saldırı başlattı.
Amerikan emperyalizminin bu amaçlarla başlattığı saldırıyla birlikte, Küba’nın sosyalist olup olmayışı öneminden kaybederek ikinci plana düştü. Emperyalist amaçların teşhiri, saldırı karşısında direnme ve direnişin desteklenmesi birincil önem kazandı. Kuşkusuz bu, Küba gerçeğinin tartışılmadan benimsenmesi, orada “sosyalizm” adına ileri sürülüp uygulananların kabullenilmesi ve gerçeğin ortaya konulmaması anlamına gelmez. Bu yolla emperyalist amaçların teşhiri ve ona karşı tutarlı bir direnişin geliştirilmesi olanaklı olamayacağı gibi, neyin ne için desteklendiği de anlaşılmaz olarak kalacaktır. Bu nedenle, gerçeğin bütün yönleriyle ortaya konmasından kaçınılamaz, kaçınılmamalıdır.

EMPERYALİZMİN, SOSYALİZME SALDIRISININ BİR “KURBANI” OLARAK KÜBA
Küba gerçeğinin ve Küba’nın bugün yeniden gündeme gelişi ya da getirilişinin temel bir yönü; “yeni dünya düzeni”nin kuruluşunda, onun, anti-komünizm histerisine güç katacak bir kampanyanın kurbanı olarak seçilmiş oluşudur.
Kuşkusuz, Küba’nın “kurban” olarak seçildiği emperyalist saldırganlığın birden fazla nedeni vardır ve ABD emperyalizmi, Küba’ya karşı bir kampanyayla “bir taşla birden fazla kuş vurmak” çabasındadır. Başlıca iki unsurdan söz etmek, ayırt edici iki yönü belirtmek gerekirse, bunlar şunlardır: Birincisi; ABD emperyalizmi, kendisinin bir muhalifinden kurtulmak istemektedir ve ikincisi; kazanılacak bir emperyalist zaferle, ilan edilmiş amaç olan “sosyalizmin son kalesini yıkma” başarısı gösterilerek sosyalizmin bir daha kolay kolay dünya işçi sınıfı ve emekçilerinin elinde bayrak olarak yükseltilemez kılınması hedeflenmektedir.
İkincisi, kuşkusuz boş bir hayaldir. Ancak bu hayalin bile dünya işçileri ve emekçilerini belirli bir dönem için olsun etkilememesi ya da etkisinin en aza indirilmesi ve kırılması için, tarihsel ve nedensel kökleriyle sosyalizmin zorunluluğunu durmaksızın açıklamanın yanında, konumuzla ilgili olarak, Küba ve sosyalizm ilişkisini bütün gerçekliğiyle ortaya koymak gerekli olacaktır.
Birincisine gelince, emperyalizmin saldırısı karşısında Küba’nın savunulup desteklenmesi zorunludur. Bu, komünist olmayı da gerektirmez; her devrimci ve anti-emperyalistin, her demokrat ve ilericinin kaçınamayacağı görevleri arasındadır.
ABD emperyalizmi, SSCB ve Doğu Avrupa’da revizyonizmin çöküşüyle tarihsel müttefiklerini yitiren Küba’ya yönelik geleneksel saldırganlığının dozajını artırdı. Onun tek başına ayakta duramayacağını ve üstelik durmaması gerektiğini düşünüyordu. Diplomatik ilişki içinde bile olmadığı Küba’ya karşı ABD, yıllarca ekonomik ve diplomatik siyasal bir ambargo ve tecrit siyaseti uygulaya-gelmişti. Son birkaç yıldır bu tecrit siyaseti iyice sertleştirilmiş, Küba ile ticari ilişki kuranların da cezalandırılması yönünde genişletilmiştir. Örneğin, Küba limanlarına uğrayan bir geminin altı ay boyunca herhangi bir ABD limanına yanaşması yasaklanmıştır. Bugün Küba tam bir ambargo altındadır.
Ambargo ve tecrit siyaseti, Küba’nın içine düştüğü zorlukların neden olduğu hoşnutsuzlukların teşvik edilmesi ve gericiliğin desteklenip kışkırtılması ile tamamlanmaktadır. Öteden beri Kübalı sürgünlerin, ABD destekli ve Miami merkezli olarak sürdürdükleri karşı-devrimci saldırılar ve komplolar, zorlukların büyüdüğü koşullarda ortaya çıkacağı düşünülen kitlesel tepkilerle birleşmeyi hedefleyerek tırmanışa geçirilmiştir. Çeşitli Doğu Avrupa ülkelerinde revizyonist rejimlerin çökertilişindeki katkısı test edilmiş olan göçlerin tahrik edilmesi yoluna gidilmiş, çok sayıda hoşnutsuzun Küba’dan kaçmasını amaçlayan yoğun bir propaganda sürdürülürken, propaganda tersinden de yürütülerek göçler abartılmış ve bu, Küba’nın çökmekte olduğunun işareti olarak ileri sürülmüştür.
Küba, bu saldırılar karşısında bir direniş göstermekte; yönetim, ABD kaynaklı tecrit siyaseti, ambargo ve kışkırtıcılıkla olumsuz ürünleri devşirilmeye çalışılan zorluklar karşısında belirli bir uzlaşma ve tavizler politikası izleyip çeşitli liberal “demokratik” arayışlarla önlemler almaya yönelse de, direniş ve Küba’yı ve “sosyalizmi” savunma çağrıları yapmakta; bu çağrılar, rejime karşı yapılan ABD teşvikli gösteri ve saldırganlığa karşı yapılan geniş kitlesel gösterilerin de gösterdiği gibi emekçi kitleler tarafından olumlu yanıtlanmaktadır. Hatta emekçi kitleler, tutumları ve Küba’yı savunmadaki kararlılıklarıyla, yönetimi, direnişçi tutumu sürdürüp geliştirme yönünde cesaretlendirip zorlamaktadır.
Küba’nın, Amerikan emperyalizmi karşısında sürdürdüğü anti-emperyalist -belirli uzlaşma ve tavizleri içerse de- direniş desteklenmelidir.
Küba’nın, Küba halkı ve başında Fidel Castro bulunan yönetici grubun bugünkü emperyalizm karşısındaki direnme tutumu nedensiz olmadığı gibi, tarihsel temelleri olmayan, tesadüfî bir tutum, da değildir. Ve Küba ilk kez bugün tartışma gündemine girmemiştir.

KÜBA DEVRİMİ’NİN TEMELLERİ VE ETKİSİ
Küba, başlarında Fidel Castro olan “bir avuç adam” m muzaffer bir şekilde Sierra Maestra’lardan inip, başlıca kentleri ele geçirdikten sonra, başkent Havana’ya girip iktidarı ele geçirdikleri Ocak 1959’dan bu yana, yalnızca Amerikan emperyalizminin ilgi ve saldırı odaklarından biri olmakla kalmadı; hemen bütün ülke devrimcilerinin ilgisini de üzerinde topladı, zaman zaman azalıp çoğalsa da kendisini daima tartışma gündeminde tuttu.
Tartışma konuları hep aynı kalmayarak değişti. Bu tartışma konulan, uluslararası koşullarıyla birlikte çeşitli değişimler yaşayan Küba gerçeğinin şu ya da bu yönünü yansıttı. Ama Küba üzerine yapılan tartışmalar, belirli bir yatışma trendi gösterse de sürdü.
Küba’nın en belirgin şekilde tartışma gündemine oturduğu dönem, kendini ortaya koyuş biçimiyle, yaklaşımları ve tutumlarıyla; en ateşli tartışmaları dayattığı, ideolojik, siyasal ayrılık ve bölünmelere yön verdiği, birçok ülkede pratik devrimci siyasal tutumlara ve silahlı devrimci mücadeleye yol gösterdiği dönemdi. Yani, zafer kazanmış Küba Devrimi’nin ilk dönemleri. 1970’e gelirken sona eren bu dönem, hem Küba Devriminin doruğuydu, hem de onun en devrimci yaklaşım ve tutumlar sergilediği devrimci radikalizm dönemiydi.
Onun, dünyanın pek çok yerindeki devrimci hareketlerin tartışma gündemine soktuğu şey ise, sınıf mücadelesinin biçimleri açısından bir model sorunuydu: “Bir avuç adam”, nesnel koşullara bakılmaksızın, devrimci bir kalkışmaya girişmek üzere ortaya atılmaya niyet ve cesaret ederek eline silah alıp emperyalizm ve oligarşiye karşı, devrimci bir savaş başlatırsa, dağlar ve halk, onları bağrına basar ve zafer kazanılabilirdi.
Küba, devrim öncesinde, bir devrimin gereksindiği objektif etkenler açısından olağanüstü uygun koşullara sahipti. Yalnızca iktisadi değil, politik krizin de ciddi boyutlara ulaştığı Küba’da, az sayıda devrimci tarafından başlatılan silahlı mücadele, halkın desteği ve katılımını sağlayarak başarıya ulaştı. Ama buradan çıkarılan yanlış bir sonuçla, “bir avuç adamın başlatacağı silahlı mücadele”nin, objektif koşulları dikkate almaksızın ya da zaten objektif koşulların az ya da çok olgunlaşmış haliyle hemen her ülkede var olduğu saptanmasıyla, zaferin temel etkeni olarak teorize edilmesi, Küba’nın, tartışmaların odağında yer almasının esas nedeni oldu.
Bu tez, sadece Latin Amerika’da değil, dünyanın birçok geri ülkesinde önemli sayıda taraftar buldu. Devrim özlemiyle dolu, ama Marksizm’den pek de haberdar olmayan samimi devrimciler tarafından geçerli kabul edildi, savunuldu ve uygulandı. Kurulan basit nedensellik ilişkileri, bu tezin savunulmasını kolaylaştırdığı gibi yaygınlaşmasına da önemli ölçüde yardım etti.
Küba devrim deneyi ve onun ortaya çıktığı koşulların iyi incelenmemiş olması, ama yeni zafer kazanmış bir devrime duyulan sempati ve devrimci heyecanın sürükleyici gücü bunun bir nedeni ise, ikinci neden de modern revizyonizmin yıkıcı, kafa bulandırıcı ve tepki oluşturucu etkisiydi.
Burada, modern revizyonizmin etkilerine de kısaca değinmek gerekiyor. Bu dönemde, modern revizyonizm, Kruşçev aracılığıyla, Amerikan emperyalizmiyle işbirliği ve barış içinde bir arada yaşama, reformlar için mücadele, kapitalist olmayan yol vb. tezler öne sürüyordu. Bu tezlerden beslenen çeşitli ülkelerin ilerici olarak gösterilen burjuvazi ile ittifak, barışçıl geçiş, barış içinde yarış vb. gibi devrimi ve devrimci savaşı reddeden tezler ve hemen her ülkede bu tezleri savunup uygulayan Sovyet revizyonizmi yardakçısı sözde komünist partilerin, sosyal reform ve sosyal barışçı, sınıf işbirliğini öngören tutum ve uygulamaları; bir yandan samimi devrimcilerin tepkisini çekiyor, ama öte yandan da bu tezlerle kafası bulanan aynı devrimcilerin -revizyonizmi Marksizm varsayarak- Marksizm’den uzaklaşmalarına neden oluyordu. Küba örneği, devrim özlemi içindeki bu tür insanlar için tutunacak bir dal oldu. Bu dönemde, pek de araştırmaya ihtiyaç duymadan, devrimci heyecanla yola çıkan devrimciler; birçok ülkede emperyalizm ve faşizme karşı mücadele için silaha sarıldılar ve halk kitlelerini bu yolla kazanmaya çalıştılar. Ama örnek, ikinci kez tekrar etmedi.
Küba’da objektif koşullar bir devrimi davet etmekteydi. Küba ekonomisi, tek ürün (şeker) üzerine kuruluydu ve ağırlıklı olarak ABD ile şeker karşılığı yapılan ticarete dayanıyordu. 1953’de, ABD, kendi pancarından şeker elde etmeye yönelmesi sonucu, Küba’dan ithalatını neredeyse yarıya indirdi. Böylece, şeker üretimi azaltıldığı gibi, ithal edilen araç-gereç, enerji, gıda vb. maddelerin kullanım imkânı da aynı oranda azalmış oluyordu. Buna bağlı olarak oluşan bunalım, ekonomiyi ciddi şekilde sıkıntıya soktu. Oysa Küba nüfusunun sürekli artışı, bu tüketim maddelerine duyulan ihtiyacı da sürekli olarak artırıyordu. Öte yandan işsizlik kronik hal almış ve % 20’lere kadar çıkmıştı. Toplam çalışabilir nüfusun % 35’i, ya işsizdi, ya kısmen ya da ücretsiz olarak çalışıyordu. Kıtlık ve pahalılığa bağlı olarak uzayan kuyruklar, tahmin edilebileceği gibi aşırı bir tırmanış içindeydi. 1955 yılı sonlarında, bu bunalımlı ortama bağlı olarak şeker sanayisinde genel greve gidildi. Grev, özellikle Las Villas kentinde barikat savaşlarına dönüştü.
Ekonomide bu koşullar yaşanırken, darbeler, siyasi skandallar ve yolsuzluklar birbirini izliyordu. 1933’de bir darbe ile iktidarı ele geçirmiş olan Çavuş Batista, iki seçim döneminin ardından, 1944’de perde arkasına çekilip “kendi adamı”nı cumhurbaşkanı seçtirmek istedi. Batista bu amacında başarılı olamayınca, bir muhalif olan Grau San Martin ve ardından da Prio başkan oldu. Peş peşe seçilen bu iki başkan, bir yandan berbat yönetimleri ve ortamını yarattıkları yolsuzluklarla kendilerinin ve yakınlarının cüzdanlarını kabartırken; bir yandan da ABD ile tam ve açık bir işbirliği sürdürdüler. Grau San Martin ve Prio dönemlerindeki yolsuzlukları ve bunlara karşı ortaya konulan tutumlar açısından geliştirilen yöntemleri göstermesi bakımından, yaşanan ilginç bir örnek vardır bu dönemde. Olay şöyledir: Başlangıçta Fidel Castro’nun da üyesi ve adayı olduğu, ahlakçı ve yolsuzluk karşıtı bir tutum içinde olan Ortodoks Parti’nin önderi Chibas, yaptığı bir radyo konuşması sırasında, eğitim bakanının yolsuzluğunu açıklayacakken, belgelerin çalınması üzerine, ciddi bir protesto yolunu seçer ve herkesin kulakları kendisindeyken intihar eder.
’51 ortalarındaki bu intiharı, ’52’de Batista’nın ikinci darbesi takip etti. Önce, Türkiye’deki darbelere karşı geliştirilen tutumlara benzer bir şekilde, geniş bir çoğunluk darbeyi “kurtarıcı” olarak kabul etti. Büyük burjuvaziden, şeker kamışı kesicilerine kadar…
Başlangıçta, yalnızca üniversiteliler darbeye karşı tepki gösteriyorlardı. Batista’nın vurgunculuğu ve “düzen”i sağlamak için aşırı zulme yönelmesi, öte yandan şeker bunalımının üstesinden gelememesi, muhaliflerini artırdı. En başta orta sınıf, Batista’nın karşısına geçti.
Kışladaki silahlara el koyma girişimi ile hükümet darbesi karışımı bir eylem olan 1953 Moncado Baskını’nın ardından, baskılar daha da arttı. Küba Devrimi’ne adını veren 26 Temmuz Baskını, ülkenin birçok yerinde yüzlerce kişinin öldürülmesi, çok sayıda tutuklama ve bıktırıcı terörle karşılandı.
Tutuklanmış olan Fidel Castro ve arkadaşlarının, affedilişlerinin ardından gerçekleştirdikleri Granma Çıkarması’ndan az sonra, bir Katolik öğrencinin liderliğindeki Üniversite Öğrenci Birliği, bir ayaklanma girişiminde bulundu. Mart 1957’de Başkanlık Sarayı’na baskın düzenleyenler, hemen bir ayaklanma başlatamasalar da, kitlesel gösteriler ve silahlı eylemler (başta suikastlar) aracılığıyla, öğrencilerden başlayarak geniş kitleleri diktatörlüğe karşı bir konuma çekmeye yöneldiler.
’57’de, iki önemli olay daha yaşandı. Birincisi, 26 Temmuz Hareketi’nin kent örgütlenmesi sorumlusu olan gençlik önderi Frank Pais’in öldürülmesine gösterilen tepki, bir genel grev oldu. Santiago’da barikat savaşlarına dönüşen ve tüm bölgeye yayılan genel grev, geniş yığınların sevgisini kazanmış bir kişiliğin öldürülmesinin ardından, kendiliğinden patlak vermişti. İkincisi, Eylül’de patlak veren donanma isyanıydı. Halk ve 26 Temmuzcularla birleşen isyancılar, Cienfuegos kentini kısa süreli de olsa ele geçirdiler.
Bu olaylar, silahlı mücadelenin yol açıcı etkisinden de güç almıştı; ancak, ülkenin içinde bulunduğu patlamaya hazır durumun da göstergesiydi.
1958 Temmuzu’nda, Batista, Sierralar’daki devrimciler üzerine 40 bin kişilik bir ordu ile yok etme seferi açmışken, dağlardaki 300 devrimcinin ve eylemlerinin, 5-6 ay gibi kısa bir sürenin ardından, yıl sonunda, Batista’yı ülkeden kaçmak zorunda bırakmış olması da, ülkede, devrim açısından olağanüstü olgun koşulların bulunduğunun kanıtlarından birisidir.
Ancak “bir avuç insan”ın, tarihsel olarak son derece elverişli nesnel koşullarda eyleme geçmiş olmasının ayırt ediciliğini göz önüne almadan; devrimci niyetlerle az sayıda kişinin silaha sarılmasının herhangi başka koşullarda da aynı sonuca ulaşılabileceği, kuşkusuz ki yanlış ve Marksizm’den alabildiğince uzak bir tezdi. Ne var ki bu tez ve temelleri bakımından küçük burjuva devrimciliğinin ve sosyalizminin karakteristik özelliklerini taşıyan diğer tezler, Küba Devrimi’nin başlıca önderlerinden Fidel Castro ve Küba partisi tarafından yıllarca savunuldu. Küçük burjuva devrimciliği ve sosyalizminin başlıca temel tezleri (devrimin objektif ve sübjektif koşulları, iradecilik, silahlı eylemcilik, gerilla, devrimci mücadele biçimleri, strateji ve taktik vb.), Özgürlük Dünyası’nın Haziran, Temmuz ve Eylül 1992 tarihli sayılarında yer alan ve daha sonra genişletilerek kitap haline getirilen “Küçük Burjuva Devrimciliğinin Eleştirisi” başlıklı çalışmada ayrıntılı bir şekilde ele alınıp eleştirilmişti.
Ancak küçük burjuva devrimciliği ve sosyalizminin, modern revizyonizmin devrime ve devrim ihtimaline karşı yöneltilmiş tezlerinin eleştirisiyle birleştirilmiş bir eleştirisi, Enver Hoca yoldaşın “Revizyonizm ve Maceracılık Teslimiyete Marksizm Leninizm Zafere Götürür” başlığıyla ’70’lerde yayınlanmış bir broşürü dışta tutulursa, zamanında ve gereğince yapılamadı. Modern revizyonizmin, devrimi ve devrim için mücadeleyi reddeden tezlerine duyulan tepkiyle, Küba Devrimi’nin kendi orijinal koşullarının olanaklı kıldığı başarısının sağladığı etki küçümsenmeyecek ölçüde oldu.
Özellikle emperyalizmin ve faşizmin baskısı altındaki Asya, Afrika ve Latin Amerika’nın geri ülkelerinde Küba Devrimi’nin etkisi daha önemli ve büyüktü. Küba Devrimi, dünya proletaryası üzerinde özel bir etki yaratmadı; çünkü özel olarak proletarya hareketinin gelişmesi ve başarısının bir örneğini sunmamaktaydı. Çeşitli ülkelerin işçi sınıfları, Küba Devrimi’nden kendi kurtuluş mücadeleleri, onun gelişmesi ve zaferinin yollarına ilişkin bir yarar sağlayamadılar. Ama Küba Devrimi, emperyalizm ve faşizmin baskısı altındaki ezilen halkları, mücadele için cesaretlendirici bir rol oynadı. Özellikle aydınlar başta olmak üzere başlıca şehir küçük burjuvazisi (ve bir ölçüde köylüler) ve en çok da gençlik (özellikle öğrenci gençlik) Küba Devrimi’nden etkilendiler. En çok etkilenenler ise, kuşkusuz, geri ülkelerin genç devrimcileri oldu. Birçok ülkede, Küba örneğini model kabul eden devrimci hareketler gelişti.
Konumuzu yakından ilgilendiren ise, Küba Devrimi’nin ülke dışındaki etkilerinden daha çok, ülke içindeki etkileridir.
Küba’nın belirtilen orijinal koşullarında emekçi kitleler ve onların hareketiyle birleşen devrimci radikalizm, ülkede emekçi kitleler içinde önemli ölçüde kökleşti; onlar içinde ciddi köklere sahip oldu. Devrim içinde emekçi kitlelerle öncü devrimci grubun radikalizminin birleşmesi, zaferden sonraki devrimci atılımın kaynağını oluşturdu; anti-emperyalist demokratik reformların hemen her alanda son sınırına kadar götürülmesini olanaklı kıldı. “Öncüler”in devrimci radikalizmi, devrim içinde birleştiği hareketli kitlelere; iradenin zorlanmasını ve devrimci heyecanı, radikalizm ve güç kullanarak koparıp almayı aşıladı. Emperyalizm ve oligarşi karşısında sağlanan zafer ve ilerleme ve hayata geçirilen reformlarda kendi maddi çıkarlarının gerçekleşmesini yaşayıp gören emekçi kitleler, uyandırılmış devrimci heyecanlarıyla sadece “öncüler”in değil, kendilerinin de güçlerini sınavdan geçirdiler ve kendi güçlerine güvenmeyi öğrendiler. Devrime daha bir sıkı sarılıp onu ileri iten bir güç haline daha çok geldiler. Küba Devrimi’nin orijinalitesinin bir sonucu, “öncüler”in kitleleri ve kitlelerin de “öncüleri” ilerletmesinin koşullarını ortaya çıkarmasıydı. Bu, öncülere; Küba Devrimi’ne emperyalizm ve gericilik karşısında kolaylıkla üstesinden gelinemeyecek kitlesel bir boyut, ciddi bir güç ve direngenlik kazandırdı. Küba’da, emekçi kitlelerle özellikle devrimin önderi olarak Fidel Castro arasında kurulmuş gizemli gibi görünen ve emperyalizm kaynaklı ciddi saldırılar karşısında dayanıklılığını bugüne kadar kanıtlayan ilişkinin nedeni burada yatmaktadır. Özellikle Doğu Avrupa’da yönetimlerden hemen bütünüyle kopmuş olan halkları, rejime karşı harekete geçmeye kolaylıkla teşvik edebilmiş olan Amerikan emperyalizminin bu politikasının, Küba’da bugüne kadar akamete uğramış olması, bu tarihsel durumun doğrudan bir sonucudur. Küba’da yönetimin bürokratlaşma sürecinde belirli bir mesafe kat etmiş oluşu da göz önüne alınırsa, giderek nesnel temeli törpülenmesine rağmen, emekçi kitlelerle devrimci öncüler arasında tarih içinde kurulmuş ilişkinin hâlâ dayanıklılık göstermesi, onun boyutu ve sağlamlığı hakkında bir fikir vermelidir.
Kitlelerin devrim sırasında ve sonrasındaki antiemperyalist demokratik reformlar boyunca hareketliliği ve bu süreçte “öncüler”le kitleler arasında kurulmuş ve kitlelerin maddi kazanımlarıyla beslenmiş ilişkinin sağlamlığı, Küba’nın emperyalist saldırı karşısındaki direnci ve dayanıklılığının temel etkenini oluşturmaktadır.

KÜBA ANTİ-EMPERYALİZMİ, TEMELLERİ, DİNAMİKLERİ VE ŞEKİLLENİŞİ
Castro’nun Moncada’da ortaya koyduğu program tamamıyla antiemperyalist, özgürlükçü bir programdı. Amerikalıların elindeki telefon ve elektrik şirketleri gibi şirketlerle büyük miktardaki toprağın ulusallaştırılmasını, büyük mülk sahiplerinin topraklarının da dağıtımını öngörüyordu. Talepleri arasında, toplumsal yaşamı ciddi ölçüde etkileyecek eğitim ve sağlık reformu da bulunmaktaydı.
Ve başlarında Fidel Castro’nun bulunduğu Kübalı devrimciler, iktidara gelir gelmez bu programı uygulamaya giriştiler.
Gerçi Sierra’da silahlı faaliyet sürerken Castro, özellikle Amerikan basınına verdiği demeçlerde yabancı şirketlerin elindeki kamu işletmelerinin devletleştirilmesi talebinden söz etmekten özenle kaçınıp toprak reformuna ilişkin talebi yumuşatıyor ve devrimin zaferi sonrası ilk aylarda Amerikalılar ve yerli büyük burjuvazi (ve plantasyon sahipleri) ile bir uzlaşma arayışına giriyordu. Ama çok geçmeden açıklanan reformlar başlatıldı.
Önce, kiralarda indirime giden yasa çıkarıldı. Şubat 1959’da toprak reformu başlatıldı, ilk olarak Doğu Küba’da aile başına 6.700 metrekare toprak düşecek şekilde 22.500 aileye toprak dağıtıldı. Bu girişim, ancak, devrimden sonra işbaşına gelen ilk cumhurbaşkanı ve başbakan görevlerinden ayrılıp Castro başbakan olduktan sonra başlatılabilmişti. Bu arada, ordu küçültüldü ve polis örgütü dağıtıldı.
Henüz Amerikalıların çıkarlarına dokunulmamışken martta bir ABD gezisine çıkan Castro, New York Central Park’ta yaptığı bir konuşmayla ABD’ye bir uzlaşma önerdi. Buna göre: “Komünizm tehlikesinden sakınmak için ABD tüm Latin Amerika’ya yönelik bir Marshall Planı başlatmalıydı”. Castro, başlangıçta, ulusal kalkınma ve reformlar politikasını Amerikalılar ve yerli büyük burjuvazi ile uyumlu hale getirip, onlarla bütünlüğü bozmadan hayata geçirme tutumu izlemekteydi.
Toprak reformu, Haziran ’59’da yasalaştı ve oluşturulan Tarım Reformu Ulusal Enstitüsü (INRA), yılsonunda 220 milyon metrekare toprağa el koyarak dağıtımına girişti. Daha yasa çıktığında ve ulusallaştırma politikası kesinlik kazandığında, Amerikan şirketleri ve yerli burjuvazi reformlara karşı birleşip protestolarını yükselttiler.
Devrimse, alınan önlemlerle kitleselleşmekteydi ve Castro’nun reform politikasını desteklemek üzere, Küba İşçi Konfederasyonu’nun çağırdığı genel greve, yarım milyona yakın emekçi (çoğunluğu şeker kamışı kesicisi) katıldı. Bu güçle karşıdevrimcilerin üstesinden gelinerek reformların devamı mümkün olabildi. Ama Castro’nun Amerikalılar ve büyük burjuvazi ile uyum ve bütünleşme politikası da başarısızlığa uğramış oldu.
’59 sonundaki topraklara el konulmasından, şeker ekimine yatırılmış yaklaşık 300 milyon dolarlık Amerikan sermayesi de etkilenmişti. ABD, Küba’ya hemen nota yolladı; ulusallaştırmanın ancak Amerikalıların paralarının nakit olarak ve derhal ödenmesi koşulu ile kabul edilebileceği bildirildi.
Bu arada, daha ’59 yılı dolmadan devrimci hükümete karşı karşıdevrimci terör eylemleri ortaya çıkmaya başlamıştı. Bu, devrimi radikalleşmeye ve kitlelerle birleşmede ileri adımlar atmaya yöneltti. Mevcudu azaltılmış ordunun yerine, işçi ve köylülerden bir halk milisi oluşturuldu.
Reform politikasının yalnızca toprağa ilişkin olarak yürütülmesiyle yetinilmedi. Moncada savunmasında yer alan eğitim reformu başlatılarak bu alanda hızlı adımlar atıldı. Yeni okullar inşa edildi, eğitim teknikleri değiştirildi, öğretmen yetiştirme programı yürütüldü. En önemlisi, ülke çapında okuma-yazma kampanyası başlatıldı ve kitap ve eğitim malzemeleri öğrencilere parasız olarak sağlandı.
Daha toprak reformu başlar başlamaz büyük plantasyonlara da el konularak yayılacağı anlaşılınca, ABD’nin Küba Devrimi’ne yönelik sert tepkileri gelmeye, komploları ve hükümeti devirme planları gündeme girmeye başlamıştı. ABD, örneğin, 1958’de 1.75 milyar dolar olan dışalımını, daha ’59’da 900 milyon dolara indirmişti.
Küba, önceleri, ABD’ye bağımlılığı azaltıcı ve dengeleyici bir unsur olarak dış ilişkilerini çeşitlendirmeye yöneldi. Şubat 1960’da, Ada’yı ziyaret eden Sovyetler Birliği lideri Mikoyan’la iki ciddi ekonomik anlaşma imzalandı. Küba, SSCB’den yirmi yıl vadeli ve düşük faizli 100 milyon dolarlık bir kredi alıyor ve beş yıl boyunca SSCB’ye dünya piyasa fiyatlarından 5 milyon ton şeker satıp karşılığında petrol, demir, gübre ve teknik yardım alacağı bir ticari anlaşma yapıyordu.
Böyle bir ilişki, ABD-Küba ilişkilerinin bozuluşunu hızlandırıcı etki yaptı. ABD’de yüksek makamların “yarı kürede enternasyonal komünizmin egemenliğinin hoş görülemeyeceği “ne ilişkin açıklamaları birbirini izlemeye başladı. Bununla kalmadı; ABD, Miami’de sürgünde bulunan Kübalıların Küba’ya yönelik saldırıları için ellerini tümüyle çözdü ve teşvikçiliğe başladı. Rejime yönelik silahlı saldırılar yoğunlaştı. Castro, silah ithali ve milislerin sayı ve niteliklerinin yükseltilmesi yoluna giderken halkın, Devrimi Savunma Komiteleri içinde örgütlenmesine girişildi. Bunlar, denetleyici ve gözetleyici organlar olarak örgütlendiler.
Küba’ya yönelik Amerikan karşı propagandası artarken bu yanıtsız kalmadı.
Tarım alanındaki ABD yatırımlarına yönelik ulusallaştırma ve el koyma politikasının uygulamaları geliştirildi. Örneğin, United Fruit firmasına ait büyük bir toprak parçasına el konuldu.
Ve Castro ’60 Mayısı’nda, yarım milyona yakın bir kitle önünde seçimlerin devrimle uyuşmadığını ve iptal edildiğini açıkladı. Küba, parlamentarizm alanının dışına çıkıyordu.
Haziran ’60’da ABD, Küba’dan tüm şeker alımını durdurdu. Deniz ve hava sahasını sürekli ihlal etmeye başladı.
Karşılık olarak, iki devrimci yasa çıkarıldı. Birincisine göre, kısmen ya da tamamen ABD şirketlerine ait olan tüm işletme ve mülklere el konulması olanaklı oluyordu. İkinci yasayla ise, ekonomik faaliyetleri denetlemek ve özel şirketler için düzenlemeler getirmek üzere bir merkezi planlama kurulu oluşturuldu.
Bu arada, bir yandan da kooperatifleştirme hareketi başlatıldı.
Etkisi altındaki ülkelere Küba ile diplomatik ilişkilerini kestiren ABD, sonunda, ’61 Ocağı’nda Küba ile ilişkilerini kesti. Küba’da şeker fabrikaları ve silolara saldırılar, bombalama ve yakma eylemleri baş gösterdi. ABD B-26 uçakları ile Küba havaalanlarını bombaladı.
Nisan ’61’de ünlü Domuzlar Körfezi Çıkarması yapıldı. Amerikan gemileriyle adaya çıkarılan 1500 kadar sürgün, devrimci birlikler ve milislerce üç gün içinde yenilgiye uğratıldılar. Halk, devrimi destekliyordu; “öncüler”, halkla birleşmiş durumdaydılar ve rejim halka dayanıyordu. Bu, ABD dâhil herkes tarafından anlaşılmış oldu.
Bu arada, çoğu ABD şirketlerinin elindeki kamu işletmelerinin devletleştirilmesine girişildi. 1960-61’de, tüm büyük mülkiyetin devletleştirilmesi gerçekleştirildi. Süreç içinde elektrik, telefon, şeker ve tütün endüstrileri, bankalar, petrol rafinerileri devletleştirildi. Geniş bir sanayileşme programı hazırlanarak kimya, metalürji ve demir-çelik sanayilerinin kuruluşuna girişildi.
Domuzlar Körfezi Çıkarması’yla doruğuna çıkan karşıdevrimci ve emperyalist saldırıları büyük kitlesel karşı gösteriler izledi. Ve sonunda Castro 1 Mayıs ’61’de Marksist-Leninist olduğunu açıklayarak Küba Devrimi’nin “sosyalist bir karakter taşıdığını” ilan etti. Sovyetler Birliği ile ittifak günleri başlıyordu. Devrimin ve olayların akışı bu noktaya getirmişti Küba’yı.
Amerikan saldırıları karşısında güçlü bir koruyucuya ihtiyaç vardı! Küba, bundan kaçınamadı.

SSCB İLE YAKINLAŞMA VE “SOSYALİZM” İLANI
Küba’nın ilan ettiği “sosyalizm”, önceden programlanıp öngörülmemiş, kapitalizmin dayattığı bir ihtiyaç olarak, öncüsü komünist partisinin yönlendiriciliğinde mücadele eden örgütlü proletarya tarafından kazanılmamıştı. Ama başlıca ulusal bir düşmana (ve uşaklarına) karşı mücadele içinde ilerleyip önünü açmaya çalışan halkçı bir devrimci grup ve gericiliğin iktidarı ve düzeninden bıkmış, giriştiği antiemperyalist demokratik reformlar içinde bu grubu destekleyen halkın, genel çıkarları doğrultusunda ve Amerikan emperyalizminin baskısının yarattığı “ihtiyaçla” doğmuş bir tür “sosyalizm”di. O, kuşkusuz, antiemperyalist bir özgürlükçülüğün adı olarak kullanıldı. Kendisini gerekli kılan koşullar arasında, sosyalizmin yüksek prestijine sahip ve henüz bütünüyle revizyonizmi kökleşmemiş SSCB ile ittifakın, ABD karşısında zorunlu görülmesinin ihtiyaçlarının karşılanması da sayılabilir. Bir başka neden ise, yığınlar halinde ayağa kalkan emekçi halkın, girişilen anti-emperyalist demokratik reformları, kapitalizmin sınırlarını zorlayacak ölçüde sonuna kadar iten taban baskısı ve özgürlükçü iyi niyeti ve devrimci samimiyetiyle öncü grubun devrimci radikalizminin, emperyalizmin baskısı ve buna karşı koyma zorunluluğunun yarattığı ve kolaylaştırdığı koşullarda, bu taban baskısıyla birleşmesi idi.
Ekim Devrimi’nden sonra, emperyalizmin baskı ve yağması karşısında ortaya çıkan ulusal kurtuluş hareketleri; dünya proleter devriminin bir bileşeni haline geldi. Emperyalist dünya karşısında açılan ve doruğunda sosyalizm bayrağının dalgalandığı cephe, zorunlu olarak, emperyalizme karşı yönelen her hareketi, ortak bir hedef etrafında birleştiren bir zemin olarak doğdu. Ekim Devrimi’nin sunduğu örnek, ezilen dünya halkları ve ulusal kurtuluş hareketlerini sosyalizm ve onun somutlanışı olan SSCB ile birleşme yönünde etkileyip dünyanın dört bir yanında sosyalizm rüzgârları estirdi. Bu rüzgâr, SSCB’de sosyalizmin inşası ilerleyip dayanakları sağlamlaştıkça sertleşti. Özellikle II. Dünya Savaşı, SSCB’nin zaferiyle sonuçlanıp, onun, emperyalizm karşısındaki gücünün bir kanıtlanışı ve uluslararası etkisini yayan bir faktör olarak rol oynayınca, sosyalizm rüzgârının etkisi ve SSCB’nin tüm anti-emperyalist hareketleri etrafında toplayıcı konumu, olağanüstü boyutlara ulaştı. Sosyalizm ve SSCB, dünya halkları, anti-emperyalist hareketleri ve devrimcileri nezdinde sarsılmaz bir prestij sahibi oldu. Artık ilerici özellikler taşıyan hiçbir hareket, emperyalizmle belirli sürtüşmeler içine giren hiçbir eylem, SSCB ile yakınlık ve belirli bir sosyalist söylem sahibi olmak ya da öyle görünmek zorunluluğundan kaçamaz olmuştu. Bu rüzgâr içinde, Mısır’ın Nasır’ı, Irak ve Suriye Baas Partileri, Libya’nın Kaddafi’si gibi örnekler, belirli bir anti-emperyalist tutum içine giren burjuva akımların temsilcileri olmalarına karşın, sosyalistliklerini ileri sürdüler. Küba’nın bunlardan farkı, “öncüler”in sahip oldukları devrimci radikalizm ve bunun sınıf temeli olarak alt sınıfların temsilcileri durumunda olmaları ve emekçi kitlelerle, onların temel demokratik maddi çıkarlarının gerçekleştirilmesi zemininde birleşmeleri idi.
Benzer koşullarda Türk Kurtuluş Savaşı sırasında Birinci Meclis’te ortaya çıkan Bolşevizm hayranlığı ve bunun açıktan dile getirilişi, sahteciliği pek belirgin olsa da Mustafa Kemal’in “Komünist Parti” kurdurmaya yönelmesi hatırlanmalıdır. Ancak, hem Türkiye’ye yönelik emperyalist baskı, Küba’ya göre daha hafifti; hem Mustafa Kemal, Castro ile kıyaslanmayacak ölçüde cılız bir antiemperyalistti ve radikalizmden uzaktı. Ayrıca, Osmanlı ordusunun kalıntılarıyla iş görüyor ve üst tabakaları temsil ediyordu. Üstelik Türk Ulusal Devrimi, demokratik bir içerik kazanarak derinleşmekten çok uzaktı. Bu nedenlerle; Türkiye’de olmayan Küba’da oldu ve Küba’da “sosyalizm” ilan edildi. Üstelik Mustafa Kemal ve arkadaşlarından farklı olarak Castro ve arkadaşları, L. Amerika’da oldukça yaygınlık gösteren Marksist-Leninist fikirlerden etkilenmişlerdi. Bu da bir tür “sosyalizm” ilan etmelerini mümkün kılan koşullar arasında sayılabilir.
Castro ve arkadaşları, Castro’nun kendisinin de söylediği gibi hem devrim için yola çıkarken Marksist değillerdi, hem de Marksist bir gelenekten gelmiyorlardı, Marksizm’i hiçbir zaman anlayamadıkları gibi, onunla ilişkileri genel bir etkilenme düzeyindeydi. Castro, 1967’de açık yüreklilikle “Dağlarda bulunurken kendimi devrimci sanıp sanmadığımı soruyorsanız, evet devrimciydim. Eğer Marksist-Leninist olup olmadığımı sorarsanız, cevabım hayır’dır. Henüz Marksist-Leninist değildim. Kendimi klasik bir komünist sayıp saymayacağımı sorduğunuz takdirde hayır derim, klasik bir komünist değildim.” (F. Castro Konuşuyor, sf. 23) dedikten sonra sözlerine şöyle devam ediyordu: “1960 yılında SSCB ile kurduğumuz ilişkiler ulus ve devrimci liderlerin fikri olgunluklarını geliştirdi” (Agy, sf. 16)   Ama başlangıçta, bir yönüyle devrimci iyi niyet ve samimiyetleriyle Marksizm olduğunu düşünerek öğrenip uygulamaya yöneldikleri, revizyonizm tarafından çarpıtılmış bir yorumdu. Bu durumda, gerçekleştirmeye çalıştıkları uygulamaların, ne türden sosyalist uygulamalar olacağı, kendiliğinden anlaşılacaktır. Ama hem düşünceleriyle hem de eylemleriyle kapitalizmin sınırlarını zorladıkları da gözden kaçırılmamalıdır. Ancak SSCB ile geliştirilen ilişkiler, bir yönüyle de belirli bir “ihtiyacı” karşılıyor ve ideolojide Marksizm yerine modern revizyonizmin, uygulamada ise bunun zorunlu sonuçları ve pratik yansımalarının ağırlık kazanmasına yol açıyordu. Önceleri Marksizm ve sosyalizm sanarak doğru bulup olumladıkları, yanlış bulup eleştirdiklerinde de “anlayışla” karşılayarak katlanmak durumunda kaldıkları SSCB’nin yaklaşım ve dayatmalarıyla (ve Küba önderliğinin bunlarla yakınlık sağlayan proleter olmayan sınıf tutumlarıyla) çizilen böyle bir yolda ilerledikçe, giderek daha çok ve süreç içinde devrimcilikleri törpülenerek Sovyet revizyonizminin peşinden sürüklendiler. Onların revizyonist görüşlerini, giderek ve artık bilerek, daha çok kabullendiler. Konum, yaklaşım ve uygulamaları bürokratizm ve devlet kapitalizmi yönünde geliştikçe gittikçe daha çok devrimden uzaklaştılar. Radikalizmleri zayıfladı, bağımlılıkları arttı. SSCB’ne ekonomik ve siyasal bağımlılıkları artıkça, mevcut durumlarını daha çok benimsediler, devrimciliklerinden daha çok uzaklaştılar. İktidar nimetlerinden yararlanmak her geçen gün daha çekici bir hal aldı ve sonunda bugünkü duruma varıldı. Bütün bunlar, Küba Devrimi’nin gelişim özelliklerinin temelleri düşünüldüğünde, daha anlaşılır hale gelecektir.
P. Scorro Leon, Amerikan emperyalizminin baskısı karşısında “sosyalizm”in “ihtiyaç” olarak ortaya çıkışını şöyle anlatıyor:
“Küba sosyalizmi ABD’nin Fidel Castro önderliğindeki devrime karşı yönelttiği saldırıları atlatıp yaşayabilmek için bir ihtiyaç olarak doğmuştur.” (Gelenek dergisi, s: 40, sf. 64)
Castro da, “sosyalizm” ilanıyla karşılanan SSCB’nin tutumlarından şu övgü dolu sözlerle bahsetmektedir:
“Burada… enternasyonalizmin gerçek anlamını bize pratikte de gösteren Sovyetler Birliğinden gelen bir heyet de var. Bizi ayıran uzun mesafelere rağmen Sovyetler Birliği, emperyalizmin bizi boğmasına, bizi yutmasına, bizi yok etmesine izin vermedi; petrolümüz kalmadığında Sovyetler Birliği bize petrol yolladı, istila tehdidi altındayken bize silah verdi ve gerekli olduğunda bize insanlarını gönderdi.” (KKP 1. Kongre Konuşmasından, Sosyalizmi Kuracağız, s/. 103)
Bu “yardımseverlik” karşısında “sosyalizm” ilanı, bir “diyet borcu” oluyordu! “Birleşik Devletler’in saldırı planlarını kesin olarak önlemek için, Sovyetler Birliği’ne başvuru”lmuştu. (Bkz. F. Castro Konuşuyor, sf. 37)

GERÇEKLEŞTİRİLEN SOSYAL REFORMLARIN NİTELİĞİ
Peki, Küba devriminin yaptığı sosyal içerikli reformlar ya da aldığı sosyal içerikli önlemler de yok muydu? Vardı, kuşkusuz. Bunların çoğunluğu, eğitim ve sağlık hizmetleri gibi belirli hizmetlerin, halka parasız sağlanması olarak kapitalizm koşullarında gerçekleşebilir önlemlerdi. Tüm kapitalist ülkelerde bu hizmetler parasız değildi; ancak, belirli koşullarda kapitalizm çerçevesinde bunların uygulanabilirliği yaşanarak görüldü. Gelişmiş kapitalist ülkelerde sosyal devrim ihtimalî karşısında işçi sınıfına verilen tavizler olarak, ya da kalkınma çabası içindeki geri bir ülkede -özellikle eğitimin parasız oluşu açısından- işgücü seferberliğini gerçekleştirebilmek üzere bu önlemler zaman zaman uygulama alanı buldu. Bu alanlardaki reformları küçümsemek kimsenin aklından geçmemelidir. Söylenen, bu reformların devrimci bir tutumun sonucu olmadığı ve ciddi bir demokratik ve sosyal içerik taşımadığı değil, ama kapitalizm çerçevesinde gerçekleşebilir olduğu ve antiemperyalist ve demokratik bir platformun unsurları olarak uygulamaya konulduklarıdır.
Hatta Küba’da, kapitalist ülkelerde işsizlik sigortası ve emeklilik ödentileri olarak uygulanan belirli önlemlerin ötesine geçildi. Küba, bu alanda bir sosyalizasyon başarısı sağladı. Kapitalist ülkelerde işçi ücretlerinin altında bir sigorta ödentisiyle ve süreli olarak gerçekleşen işsizlik sigortası ya da normal işçi ücretinin oldukça altındaki emeklilik ödentileri; Küba’da, işçi ücretinin yüzde yüzü olarak ödendi emeklilere. Küba, emeklilerinin işçilerle aynı ödentiyi aldıkları bir ülke durumuna ulaşmıştı. Bu da, kapitalizmi reddeden bir önlem değildir; ama onun sınırlarını da zorlar.
Kapitalizmin sınırlarını zorlayan esaslı bir Küba reformu ya da sosyalizasyon önlemi ise, konutların parasız sağlanmasıdır. Bu, devlet kapitalizmi çerçevesinde fonlar ve sübvansiyonların düzenlenmesi sorunudur şeklinde yorumlanabilir. Ancak her halükarda klasik kapitalizmin sınırlarını zorlayan bir karaktere sahiptir. Kapitalizm durmaksızın konut sorunu üretir; emekçilere parasız konut sağlanması ciddi bir sosyalizasyon önlemi olarak görülmelidir. Kuşkusuz bunun gibi önlemler, sağlayıcısı iktidarı, kendi başına sosyalist yapmaz; ancak yine de önemlidir. Nedeni, devrimin harekete geçirdiği emekçi kitlelerin hareketliliğinin yarattığı ortamdır. İkincisiyse, ilan edilen “sosyalizmin” kanıta ihtiyaç duymasıdır. Bir başka neden olarak, özellikle devrimin ilk yıllarında samimi olarak “öncüler”in “sosyalizmi”ni kurmakta olduklarını düşünen radikal devrimci kadroların iyi niyetli atılımcılığı ve bunun onları kapitalizme karşı bir platforma sürükleme eğilimi göstermesi, ileri sürülebilir.
Bu tür uygulamalar, en başta, emekçi kitlelerin olağanüstü hareketli ve devrimin kendilerine kazandırdıklarıyla olağanüstü istekli, gücüne güvenici ve atılgan oldukları devrim sonrası ilk yılların devrimci ortamıyla birlikte düşünülmelidir. Öyle ki, bu yıllarda binlerce işçi, gönüllü olarak fazla mesai ücretlerinden vazgeçerek normal işgününün yarısına yakın fazladan çalışmışlardır. Kitleleri saran devrimci heyecanın yaptırımcı gücü çok önemlidir ve Küba Devrimi’nin orijinalitesi, nesnel koşulların olanaklı kıldığı kitlelerin bu hareketliliğinin, öncülerin devrimci radikalizmi ile birleşmiş oluşudur. Hareketli kitleler, öncüleri, kendi çıkarları doğrultusunda kapitalizmin sınırlarını zorlamaya doğru itmişler, öncüler de kilelerin bu heyecanını göz önünde tutmamazlık edememişlerdir. Kitleler öncüleri ve tersi, öncüler kitleleri ileri iterek belirli bir noktaya kadar devrimin gelişmesi başarılmış, sonra iç ve dış koşulların etkisi altında duraklama ve en sonunda da gerileme koşullarına varılmıştır.
Gelişme süreci içinde ciddi gerilemelere uğrasa da, Küba Devrimi’nin sözü edilen anti-emperyalist, demokratik ve bir kısmıyla da kapitalizmin sınırlarını zorlayan kazançlarına sahip çıkıp bunları savunmaktan, emperyalizm ve gericilik karşısında bunları savunup desteklemekten daha doğalı olamaz. “Küba sosyalizmi” ile uyuşmamak, onun bir halüsinasyon olduğu gerçeğini vurgulamak başkadır, devrimin anti-emperyalist demokratik tutum ve kazançlarının savunulup desteklenmesi başka. Bu ikisinin çelişeceğini düşünmek ise, saçmadır.

SSCB İLE İLİŞKİLER, GELİŞMESİ, KÜBA’NIN ELEŞTİRİ VE ETKİLENMELERİ

Küba, Sovyetler Birliği’nde, devrimini Amerikan emperyalistlerine karşı koruyacak, ezilmesini önleyecek büyük bir müttefik bulurken, böyle hissederken, SB de, bu ilişki aracılığıyla Küba’da bir etkinlik kazanma ve bunun ötesinde Küba’nın Latin Amerika ülkeleri ve halkları üzerinde sağlamış olduğu sempatiden yararlanarak bu ülkelerde Küba aracılığıyla saygınlık kazanmak peşindeydi. Bu nedenle Kruşçev, Kübalı devrimcilerin birçok davranış ve yaklaşımını “hoşgörü” ile karşılama, onların doğrudan üzerlerine varmama politikası izledi ve revizyonizmini yavaş yavaş empoze etme ve dayatmalarında tepki doğuracak bir aşırılığa kaçmamaya özen gösterdi. Kübalı devrimciler de, “müttefikleri”nin “büyük dünya işleri ile uğraşması” ve dünya politikası izlemesinin, kendilerine ilişkin bazı olumsuz sonuçlarına katlanmak gereği duydular. Modern revizyonizmin çeşitli uygulama ve dayatmalarını “anlayışla” karşıladılar.
Burada, Kübalı devrimcilerin, görece tutarsızlığı kaçınılmaz halkçılıklarından gelen belirli bir uzlaşmacılıkları ile Kruşçev revizyonizmi arasında belirli bir rezonans halinin bir örneğinden söz etmek yararlı olacaktır.
Castro, en başta Amerikalı ve yerli büyük yatırımcıları ulusal reform programına kazanmak, onlarla belirli bir uyum sağlamak politikası gütmüştü. Bu politika, bir alt düzeyde olsa da, Domuzlar Körfezi çıkarması ve “sosyalizm ilanı” sonrasında yeniden uygulamaya konmak istendi. ABD ile ilişkilerin bir düzeyi tutturulmak istendi. Bunda temel etken, Kübalıların uzlaşmacılıkları değil, ama Sovyet modern revizyonizminin barışçıl tezleri ve Kübalıların buna uyum gösterme zorunluluğu hissetmeleri oldu.
Ekim ’61’de Raul Castro, “diğer ülkelerce barış içinde bir arada yaşamayı amaçladıklarını ve ABD ile anlaşmazlıkları görüşmelerle çözmek istediklerini” açıkladı. ABD bunu reddetti. “Üncüler”, henüz devrimciliklerinin doruğunda idi ve yanıt çok sert oldu. İkinci Havana Deklarasyonu ile Sovyetler Birliği’nin barış içinde bir arada yaşama ve çeşitli ülkeler burjuvazisi ile birleşme (Castro için önemli olan L. Amerika burjuvazisi ile birleşmecilikti) çizgisi eleştirilerek L. Amerika’daki devrimci silahlı mücadelelerin desteklendiği açıklandı. Küba, uzun süre bu mücadeleleri içten bir biçimde destekledi ve bu mücadelelere karşı çıkan çeşitli ülkelerdeki revizyonist partileri şiddetle eleştirdi.
’62 sonunda füze krizi patlak verdi. Küba, ABD’ye karşı savunmasını sağlamak için SSCB füzelerinin kendi topraklarına yerleştirilmesini istemiş ve füzeler yerleştirilmişti. Bunu tespit eden ABD, sert tepki gösterdi. Sonuçta, Küba’nın söz sahibi olmadığı, ama ABD ile SSCB arasında varılan bir anlaşma ile füzeler çekildi. Küba, bu kriz sırasında, bir ayı ile yatağa girmenin ne demek olduğunu yaşayarak öğrendi. Büyük bir devletle ilişkide söz hakkı olmuyordu. Castro hayal kırıklığına uğramış birinin eleştirelliğiyle şöyle diyordu:
“Hepimiz füzeleri Küba’da alıkoymak taraftarıydık. Üstelik Sovyet Rusya’nın onları geri alacağını hiç düşünmemiştik. Uygun bir çözümleme bakımından Küba’nın söz hakkı sahibi bulunmasını tercih ederdik doğrusu.” (F. Castro Konuşuyor, sf. 37)
Ama Castro, düşünsel çelişme içindeydi. Kısa sürede kendi değil, Sovyet penceresinden bakarak düşünme eğilimine doğru kaymaktaydı:
“İtalya’da, Türkiye’de, Sovyet Rusya’nın yakınında Birleşik Devletler’in aynı üsleri olduktan sonra ne hakla bize itiraz ediyorlar? Sovyet Rusya’nın da buna hakkı yoku mu?” (Agy, s/. 38)
“Hak” aslında, bir önceki pasajda da Castro’dan aktarıldığı gibi, Küba’nındı. Ama Castro, Sovyetlerin “hakkı”ndan söz etmeye çok hızlı geçmişti.
Ama yine de Kruşçev’i eleştiriyordu. Anlayışla karşılamak ise eleştirisinin bir bileşeniydi:
“Kruşçev memleketimize karşı daima dostça davranmıştır. Çok büyük yardımlarda bulunmuştur. Ama Ekim Krizi’ndeki davranışı ciddi bir hakaretti bizim için… Sovyet devleti ve halkı ile ilişkilerimizin devrimimiz için önemini bildiğimizden, yapılan haksızlığa rağmen aramızdaki bağları koruduk. Kruşçev, Sovyetler Birliği’nin başbakanıydı hâlâ. Bize karşı daima anlayış göstermiştir. Küba devrimine karşı sempati beslediğinden asla şüphe etmem… Sorumluluğu cidden çok önemliydi. Kararlarını tarih inceleyecek.” (Agy, sj. 40)
Castro ciddi bir çelişme içindeydi. Bağımsızlıkçı devrimi henüz yeni başarmışlardı; ama “dost”, bağımsızlığı ve egemenliği torpilliyordu. Ancak “anlayışlı” davranmak zorunluluğunu da hissediyor; bir açıklama bulmaya çalışıyor; Sovyetlerle ilişkinin, Küba Devrimi’nin Amerikan emperyalizmi karşısında “koruyuculuğu” inancıyla “haksızlığa rağmen bağları koruyordu”.
“Bağlar” ise, bağımlılaştırıcıydı!
Güvensizlik baş göstermiş, bağımsızlık ve egemenliğin “dost” karşısında tehlikede olduğu ortaya çıkmıştı; ama Castro yapacak şey bulamıyordu. Kendi devrimci çizgisini sürdürmeye devam etti. Ancak SSCB ile modern revizyonistlerle ilişkinin bu “dost kazığı” yönü hükmünü yürütmeyi sürdürürken, buna anlayış gösterme zorunluluğu duyulmaya ve sonunda gönüllüce girilen bir ilişkinin bağımlılığa götürmesine katlanılmaya devam edildi. Kuşkusuz, bu ilişkinin olumsuzluğu, süreç içinde gelişti.
Castro, çıkış yolunu, L. Amerika’daki silahlı mücadelelerin desteklenmesini tırmandırmakta buldu. Bu yoldan güç oluşturacak ve belli bir denge sağlayacaktı. ’60’lar, gerilla mücadelelerinin destekle yükseltilmeye çalışılması ile geçti. Ama desteklenen Venezüella’da, Douglos Bravo; Kolombiya’da, Camillo Torres; Peru’da, Hugo Blanco ve Puente; Guetemala’da, Turcios Lima hareketleri, birbirleri peşi sıra yenildiler. Che, Bolivya’da öldürüldü.
Mücadeleler sırasında ilginç bir durum, Venezüella Komünist Partisi ile Castro arasında yaşandı. VKP, gerilla mücadelesinin durdurulmasını ve seçimlere katılmayı öngören sağcı bir konuma gerilerken, Merkez Komitesi üyesi Bravo, mücadeleyi sürdürdü ve Castro tarafından açıktan desteklendi. VKP, Castro’ya Venezüella’nın iç işlerine karışmak ve kendini devrimlerinin ye L. Amerika devriminin yöneticisi görmek suçlamalarını yönelttiği çok sert bir açıklama yaptı; Castro’yu SBKP’ye şikâyet ediyordu. Castro, OLAS Konferansı’nda, Sovyet çizgisini savunmakta olan bu partiye ağır hakaretlerde bulundu. İhanetle suçladı. Venezüella oligarşisini desteklemekle itham etti.
Sovyetlerle ilişki ise, hükmünü yürütmeyi sürdürmüştü. Kübalılar bilinçli ya da bilinçsiz, isteyerek ya da istemeyerek, bir kez kapıldıkları yolda ilerlemeye boyun eğdiler.
Devrim, sanayide atıl kalmış kapasiteyi harekete geçirmenin yanında 1959-62 döneminde, on yeni fabrikanın inşasını tamamlamış ve hızlı bir sanayileşme hamlesine girişmişti. 1964’ten itibaren sanayileşme politikasına son verildi. Bunun yerine şeker üretiminde uzmanlaşmaya gidilecek ve tarıma ağırlık verilecekti. Bunda, Sovyet revizyonizminin uzmanlaşmaya dayalı ekonomik bağımlılaştırma tutumunun temel bir etken olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Ama artık Castro da bu bağımlılaşana ekonomik politikayı savunur olmuştur.
Kuşkusuz gerçek bir sosyalist devletler arası örgüt, federasyon, birlik vb. söz konusu olduğunda yadsımayacak olan devletler, bölgeler, sektörler vb. arası bir işbölümü Brejnev’in revizyonist “uluslararası işbölümü” tezi söz konusu olduğunda ve hele Kübalıların önünde füze krizindeki “haksızlık” örneği bulunduğunda, gözü kapalı girilmemesi gerekli bir ilişki türü olmalıydı. Üstelik “sosyalizm” tarıma dayalı olarak inşa edilemez. Ama Castro, şeker kesiciliğini kabullenerek SSCB’ye şeker ihracatçısı bir ülke önderi olmayı kabullendi. İlişkinin bu noktaya kadarki işleyişi, geri dönüşü ve ilişkinin reddini zorlaştırıyor ve dayatmalara katlanmaktan başka pek yol bırakmıyordu. Devrimcilikte ısrardan başka. Ama bu zamana kadar Küba’da da köprülerin altından sular akmıştı. Castro uzmanlaşmayı şöyle savundu:
“İhtiyaçlarımızı temin etmek, ekonomimizi geliştirmek için dünyada fazlasıyla var olan birkaç madde yüzünden yüz milyonlarca pesoyu sanayi tesislerine mi yatırmalıydık? Bunların kurulması yıllarca süreceği gibi, kalifiye mühendis, teknisyen ve işçiye lüzum olacaktı. Yüz binlerce erkek ve kadını basit işlerde kullanarak, ufak yatırımların kendilerini kısa bir zamanda ödeyecek ve memlekete servet sağlayacak dünya piyasasında aranan malları çıkarmak için tabii kaynaklarımızdan faydalanmamız mı doğru olacaktı?
“Örneğin meyve nispeten kıttır, belirli mevsimlerde sebze de öyle. Et ve süt az bulunur, şeker de yok gibi. Kısacası yiyecek maddeleri kıtlığı var yeryüzünde ve nüfus da bunların üretimi ile kıyaslanmayacak kadar artmaktadır. Memleketimizin yaptığı gibi, gıda maddelerinin ilmi bir şekilde üretimini geliştiren bir memleket sınırsız ihtiyaç maddelerini üretmiş olacaktır. Dünyanın pek çok kısımlarında sanayileşmeye önem verildikçe gıda maddelerini üreten memleketler gelişecektir.” (Agy, sf 52-53)
“Memleketin gelişmesi” perspektifi doğru olmadığı gibi, sosyalizmden bahsedilecek her yerde sanayiye birincil önem verilmesi zorunludur. Başka türlü, sağlam bir ekonomi kuruluşu imkânsızdır. Sanayiye değil, tarıma önem veren memleketlerin sanayi geliştikçe gelişecekleri tezi ise, tümüyle saçmadır. Bu ülkeler kuşkusuz, fiyat dikte etmeler vb. ile karşı karşıya kalacaklar ve önünde sonunda tarıma dayalı bir ekonomi, sanayi ülkelerinden bir ya da birkaçının eklentisi olmaya mahkûm olacaktır. Bu bağımlı ekonomi modelidir. Ama Castro, bunu savunma noktasına gerilemiş ya da geriletmiştir.
1966’da ihracata verilen ağırlık ve yüksek iç talep nedeniyle Küba ekonomisi bir tıkanma yaşar ve kıtlık başlar, kuyruklar oluşur. 1968’de kıtlık doruktadır. Sorunları aşmak için 1970 yılı için on milyon tonluk şeker üretimi hedefi konur. Başarılamaz.
Ve ardından Küba’da, modern revizyonistlerin liberal ekonomik önlemleri, liberal ekonomik reformlar yürürlüğe konur. İşletmelere özerklik verilmesi, müdürlerin kişisel sorumluluklarının artırılması, üretim yöntemlerinin üretkenliğin artırılacağı biçimde yeniden düzenlenmesi, “kazanç” kavramının kâr kavramının gizleyicisi olarak ama bu adla yürürlüğe konması, bir zamanlar karşılığından vazgeçilerek yapılan ama giderek kaybolan gönüllü fazla mesai uygulamasından sonra yitirilen çalışma disiplininin sağlanması için çalışmadan kaçmaya karşı mücadele edilmesi, ücretlendirme ölçütlerinin yeniden oluşturulması ve bir zamanlar hararetle savunulan ücretlerde eşitlemeci yönelimin tersine döndürülerek ücret farklılıklarının geliştirilmesi, akort ve pirim sistemlerinin uygulanması gibi… Bunlar, Sovyet modern revizyonizminin dümen suyuna girilmesinde bir kilometre taşı olur. 1972’de ise revizyonist ülkeler arası ekonomik işbirliği kuruluşu olan COMECON’a girilecektir.
Bir önemli gelişme, maddi teşviklerin kabulü olmuştur. Bu, ciddi bir dönüş oluşturuyordu; çünkü Castro, maddi teşvikleri reddeden ve onların sosyalizmle ilişkisizliğini belirten onlarca konuşma yapmış, eşitlikçiliği neredeyse sosyalizmin temel taşı olarak ileri sürmüştü. İşte bir örnek:
“Siyasal bilinç yaratmak için parayı ya da serveti kullanmamalıyız. Bir insana görevinden daha fazla şey yapması için daha fazla şey önermek, onun bilincini parayla satın almaktır. Bir insanın, görevini yaptığı ve toplum için daha çok şey üretip daha çok yarattığı için, daha kolektif zenginliğe katılımını sağlamak, siyasal bilinci zenginliğe dönüştürmektir.” (Sosyalizmi Kuracağız, sf. 154)
Önceleri maddi değil, manevi teşvik savunulurdu, ama anlaşıldığı kadarıyla “kolektif zenginlik” ve siyasal bilinçle, “siyasal bilinci zenginliğe dönüştürmek” ten vazgeçilerek maddi teşvike dönülmüştür.
Aynı dönemde Küba’nın, Latin Amerika ülkeleri ve bu ülkelerdeki gerilla hareketlerine karşı tutumunda da bir değişiklik olur. Gerilla hareketlerine verilen destekten umulan bulunamaz, silahlı mücadeleler hemen tüm ülkelerde yenilir. Silahlı mücadelelere destek tutumundan, SSCB’nin uluslararası politikası uyarınca, L. Amerika rejimleriyle yakınlık politikasına geçilir.
Burada, Castro, onur kırıcı bir eleştiriye muhatap olur. Castro tarafından desteklenirken, Venezüella Komünist Partisi’ne sağcılık ve Venezüella oligarşisi ile birlik ve yakınlık suçlamaları yöneltilmesine neden olan D. Bravo, bu kez, Castro’yu, “Latin Amerika devrimcilerini artık desteklemekten vazgeçmekle, onları yarı yolda bırakmakla” suçlar. Çünkü Castro, sonradan, Şili’de cumhurbaşkanlığına seçilen Salvador Allende’yi ziyarete gittiğinde, yaptığı özeleştirisel konuşmada açıkça ortaya koyduğu gibi, artık barışçıl geçişleri de mümkün görmekte, daha “aklıselim” bir çizgi izlemeye dönmekte ve L. Amerika oligarşileri ve komünist partilerine yakınlık politikasına geçmektedir.
Küba, bundan sonra çeşitli hareketlere karşı “enternasyonalist” dayanışmasını yine ortaya koymuştur. Ama artık Angola’da olduğu gibi, bu, tamamen olmasa bile büyük ağırlığıyla, Sovyet revizyonistlerinin politikası ile birleşerek emperyalistler arasındaki çatışmalara alet olma şeklinde gerçekleşebilmiştir.

SOSYALİZM VE ANTİ-EMPERYALİZM İLİŞKİSİ

Küba’nın daha devrimin hazırlık yıllarından başlayarak, emperyalizme karşı mücadele ve direnme yolunda konumlandığına kuşku yoktur. Emekçi kitlelerle birleşmiş (emperyalizme ve gericiliğe karşı mücadele içinde bu birleşme daha da ilerlemiştir) “öncüler”, devrimin her ileri atılımı ya da zorluklarla karşılaşmasında 90 mil ötedeki dev düşman Amerikan emperyalistleriyle çatışmak zorunda olmuşlardır. Devrimin daha başlangıç yıllarında, ABD’ye karşı SSCB ile yakınlık içine girilmesi ve yol açtığı sonuçlar ise, giderek devrim aleyhine başlıca faktör olarak rol oynamaya başlamıştır; bu durum Küba Devrimi’nin temel bir dezavantajını oluşturmuştur.
Öte yandan emekçi kitlelerle yakın bağlara rağmen, “öncüler”in Marksist-Leninist olmayışı, proletaryaya uzaklığı ve devrimin örgütlü proletaryanın bir eylemi olarak gelişmeyişi ise, ikinci bir temel zaaf noktası olmuştur.
Emperyalizme karşı mücadelede en tutarlı sınıfın devrimci proletarya olduğu ve anti-emperyalist mücadelenin proletaryanın sosyalist eylemi ile birleşip sosyalizme yönelmesi durumunda zafere ulaşabileceği kuşkusuzdur. Kesintisiz sosyalizme yönelmeyen bir ulusal ve demokratik devrim, sorunlarla karşılaşacak ve tökezleyecektir. Sosyalizme geçişin sağlanamaması halinde, anti-emperyalist devrim içinde emekçi kitlelerle kurulan bağlarda belirli oranlarda çözülme baş göstermesi kaçınılmazdır. Çünkü antiemperyalist devrim, sınıf ayrılıklarını kaldırmayacak, en fazla Üstünü külleyecek; ama devrim, emekçi kitlelerle bağları derinleştirip sağlamlaştırmak ve onların tüm maddi çıkarlarını sağlayarak gelişmek üzere sosyalizme yönelecek ve bu, işçilerle küçük burjuvazi içinde olmak üzere, bütün mülk sahibi sınıflar arasında bir çatışmayı ve ama emekçilerle en yakın bağlan olanaklı kılacaktır. Ya da yavaş yavaş da olsa kazanımlar yitirilmeye, emekçi olmayan sınıflar ve çıkarları, emekçiler ve çıkarları aleyhine ağırlık kazanmaya başlayacak ve devrimden geri dönülecektir.
Burada tayin edici güç, proletarya ve örgütlü mücadelesidir. Marksizm-Leninizm’in, eylem kılavuzu olarak işlevini gerçekleştirip gerçekleştiremeyişidir.
Ve ikincisi, emperyalizme karşı mücadele, kuşkusuz, en yakın tehlikeyi oluşturan tek bir ya da birkaç emperyalist ülke ve saldırganlığına karşı mücadeleye indirgenemez. Bu tür düşmanlara karşı mücadelenin, emperyalizmin bütününe, genel olarak uluslararası sermayeye karşı mücadelenin göz ardı edilmesine yol açtığı durumlarda, Küba örneğinde olduğu gibi, SSCB ve amaçlarına karşı tedbirsizlik halinde; yine devrimin tehlikeye gireceği ve belirli bir emperyalist güce karşı mücadele edilirken, bir başkasına bağımlılığın gündeme gireceği muhtemeldir. Küba, Marksist-Leninist ve sosyalist sanarak SSCB ile kurduğu ilişkilerin gelişmesi sürecinde böyle bir durumla karşılaşmış; bağımsızlığından önemli ölçüde kaybettiği gibi, geleneksel düşmanı olan ABD emperyalizmi karşısında da zorluklara düşmüştür. Bu zorluklardan en belli başlısı, revizyonizmin çöküşüne bağlı olarak “müttefiklerini” yitirdiğinde, bağımsız ve kendi ayakları üzerinde durabilen bir ekonomiye sahip olmadan ABD karşısında yalnız kalmasıdır. Bu durum, ABD emperyalizmine direnişin dinamikleri açısından temel bir dezavantaj oluşturmaktadır.
Küba’nın sosyalizme doğru ilerleyememesinin nedenleri, bugünkü zor durumun temellerini de oluşturmak üzere, devrimin tarihsel gelişmesinde yatmaktadır. “Öncüler”in devrimci radikalizminin ve ilan ettikleri “sosyalizmin” proleter olmayan, küçük burjuva niteliği ve Sovyet modern revizyonizmiyle yakınlıktan kaynaklanmaktadır.

KÜBA, “ÖNCÜLER” VE “SOSYALİZM”

Burada, Küba’nın proleter sosyalizmi karşısındaki duruşunu ana hatlarıyla değerlendirmekte fayda vardır.
Fidel Castro, bir yerde şunları söylemektedir:
“… İnandığımız şeylerden biri, Latin Amerika’daki ülkelerin büyük çoğunluğunda, devrim yapmak için Küba’dakilerden daha iyi koşullar var olduğudur ve bu ülkelerde devrimler gerçekleşmiyorsa, bunun nedeni, kendine devrimciyim diyenlerin çoğunda devrime inanç olmamasıdır…
“… Objektif koşullar kitlelerin sosyal ve maddi koşullarıyla, yani toprağın işlenmesinde feodal sistem, işçilerin insanlık dışı sömürülmesi, sefalet, açlık, vb. ile ilgilidir; sübjektif koşullar ise halkın bilinç düzeyi ile ilgili olanlardır…
“Davaya derinden bağlı, teoriyi bilen ve onu olgularla bağlantılı olarak yorumlayabilen, inançlı devrimciler, ne yazık ki çok az. Ama eğer, böyle inançlı insanlar bir avuç da olsalar, mevcut olursa, devrim için objektif koşulların var olduğu yerlerde, devrim olacaktır. Çünkü objektif koşulları tarih yapar, ama sübjektif koşulları yaratan ise insandır.” (F. Castro, Sosyalizmi Kuracağız, Temmuz 1966’da yayınlanmış “Gerçek Devrimci Yol” başlıklı makale.)
Devrimin objektif koşulu denildiğinde anlaşılması gereken şey; bir ülkedeki feodal sistemin varlığı, sömürünün biçimi, işçilerin insanlık dışı sömürülmesi veya sefalet ya da açlığın bulunup bulunmaması değildir. Bunların devrimin objektif koşullarıyla doğrudan ilgisi yoktur. Bir ülkede sefalete, açlığa, işsizliğe vb. yol açan sonuçlarıyla birlikte belirli bir düzeyde gelişmiş kapitalizmin varlığı, o ülkede doğrudan ya da kesintisiz bir devrim aracılığı ile sosyalizmin objektif koşullarının bulunduğu ya da o ülkede sosyalizmin mümkün olduğu anlamına gelir. Kuşkusuz işçilerin sömürülmediği bir ülkede, üzerinde durulan anlamıyla bir devrim söz konusu değildir; ancak, devrimin objektif koşulları ile kastedilen, yöneteni de yönetileni de etkileyen, yönetenlerin eskisi gibi yönetemedikleri ve yönetilenlerin de eskisi gibi yönetilmek istemedikleri (bunu kabullenmedikleri) ve bunu bağımsız tarihi eylemleriyle ortaya koydukları, iktisadi ve politik yaşamı etkisi akma almış bir kriz durumunun olup olmamasıdır.
Şöyle ya da böyle, kitle hareketini olgunlaştıran koşullarda, onun gelişkin bir olgunlaşma düzeyine denk düşerek, belirli bir momentte, onunla birleşme olanağını yakalayan “öncü”lerin eyleminin, proletaryanın sınıf hareketinin yerine geçirilerek yüceltilmesinin; sınıfın kendisi için sınıfa dönüşerek ve Marksizm’le birleşerek sosyalizme yürümesinin yerine; “bir avuç adam”ın bilincinin geçirilmesinin Marksizm’le bir ilgili bulunmadığı kesindir.
Küba Devrimi’nin öncüleri, başlangıçla, Castro’nun da belirttiği gibi, Marksist-Leninist değillerdi ve “Marksist”liklerini sonradan ilan etmişlerdi. Bu konuda ne söylenmelidir?
Gerçekten önderlik, eylem içinde kendisini aşabilir, dönüşebilir. Bu olanaklıdır. Ama bu dönüşüm, kendisini teoride ve eylemde ortaya koymalıdır.
Söz konusu olan Marksistleşme süreci ise eğer, gerekleri nelerdir? Diğer şeyler bir yana, Marksist öğreti, Marksizm’in işçi sınıfına ait olduğunu, işçi sınıfının dünya görüşü olmakla kalmayıp, onun sınıf olarak eyleminin yol göstericisi, kılavuzu olduğunu öngörür. Marksizm ve Marksistlere göre devrim ve sosyalizmin öncüsü, beş-on “kendisini devrime adamış öncü” değil, bizzat sınıf olarak proletaryadır, işçi sınıfıdır. Ve ancak bilincinde ve eyleminin her anında bunu eksiksiz bir şekilde kavrayabilenler, gerçekten Marksist sayılabilirler.
Küba’da ise, “öncü”, hiçbir zaman ideolojik ve siyasal açıdan olduğu kadar örgütsel açıdan da işçi sınıfı olmamış; devrim, zaferden önce de sonra da örgütlü proletaryaya, sınıfsal ve yığınsal olarak örgütlenmiş proletarya örgütlerine dayanmamıştır. Devrimden önce proletarya, revizyonistlerin ağulayıcılığının ötesinde örgütlü olmadığı, devrime örgütlü olarak katılmadığı, devrimin temel dayanağı olmadığı gibi; devrimden sonra kurulan “Komünist Partisi” de “öncülerin” partisi olmaktan ileri gidememiş ve iktidar bu “öncülerin” iktidarı olmaktan çıkıp proletaryanın diktatörlüğüne dönüşememiştir. Proletarya, bu devrime örgütleri ile katılmadığı gibi, iktidar da, proletaryanın, örneğin işçi Sovyetleri aracılığı ile doğrudan kendi ellerine aldığı ve egemen sınıf olarak örgütlendiği bir diktatörlük olmamıştır.
Proletarya diktatörlüğünü işçiler, onun herhangi bir uygun biçimi olmadan, örneğin proletaryanın yığın örgütü ve doğrudan iktidarının aracı Sovyet ya da konsey benzeri bir iktidar örgütlenmesi olmadan mı gerçekleştireceklerdir? Bu olanaksızdır. Nitekim Küba’da iktidar, daima 26 Temmuz Hareketi’nin “öncüler”inin elinde olmuş ve onların “iyi niyeti”ne kalmıştır.
Örgütlü proletaryaya, proletaryanın kitle hareketi ve onun kitle örgütlerine dayanmayan ve iktidar organları olan işçi ve emekçilerin Sovyetler ya da konseyler benzeri örgütlerinin toplamı olarak biçimlenmeyen bir proletarya diktatörlüğü tasarlanamaz bile. Kendisini örgütlü proletaryanın öncüsü olarak ifade etmeyen, doğrudan işçilerin sınıf hareketine ve yığın örgütlerine dayanmayan bir Marksizm ve Marksistlik de olanaksızdır.
’68 Eylülü’nde, Saul Landau’nun sorularını yanıtlayan Fidel Castro, sosyalist demokrasi ve partiye ilişkin şunları söylüyor:
“Kendi kendime her zaman sorduğum sorulardan biri, sosyalist düzende demokrasinin nasıl bir biçim alması gerektiğidir…
“Sosyalizm, ilkin demokratik merkeziyetçilik ilkesini benimsemiştir; bu ilkeye göre, azınlık yani emekçi sınıfları temsil eden parti, çoğunluğun kararlarını yerine getirir. Sosyalizmde parlamento ilkesi benimsenmemiştir. Çeşitli sosyalist ülkelerde parlamentolar kurulmuşlardır, ama gerçekte siyasal iktidar, devrimci bir süreç içinde parti tarafından kullanılmaktadır.” (Sosyalizmi Kuracağız, sf. 18. Vurgular bizim.)
Castro, Sovyetler Birliği ile kurduğu ittifak ilişkisine bağlı olarak sosyalizmden söz etmeye başlamış, sosyalist olduğunu ve Küba’da sosyalist devrim yapılacağını ilan etmiştir. Ama bu sosyalizm söylemi, Castro’nun genel söylemi içinde bir yama gibi durmakta; katiyetle proleter bir söylem olarak şekillenmemekte; proletaryadan, onun örgütlülüğü ve sınıf mücadelesinden, ona ve mücadelesine dayanmaktan kaynaklanmamaktadır. Marksizm’e uzaklıkla kullanılan bu söylem, ülke içinden, proletaryadan temellenmemekle ve dışarıdan, ittifak ilişkisinin ihtiyaçlarını karşılamak üzere alındığı belirgin oluşu ile malûl bir sosyalizm söylemidir. Bu söylem; Küba Devrimi’nin temel özellikleri arasında olan “bir avuç öncü” ve “öncü devrimcilik” fikirleriyle, proletarya ve hareketiyle birleşmemiş ve ama iktidara gelmiş “öncü devrimcilik”in, ne denli devrimci ve iyi niyetli olunursa olunsun, gelişmesi içinde nesnel kaçınılmazlıkla içine yuvarlanacağı iktidar sendromu ve bürokratizmle (öncü yöneticiliği) iç içe geçmiş haliyle ve iktidar öncesi mücadelenin bir başka karakteristik özelliği olan popülizmle bir arada kullanılmıştır.
Kübalılar, devrimden bu yana “sosyalist demokrasi”nin hem biçimi hem de asıl içeriği ya da özü sorununun içinden çıkamadılar; devlete sosyalist bir içerik ve biçim vermeyi başaramadılar. Sosyalizm sözü edilmesine rağmen, devlet bir türlü örgütlü proletaryanın diktatörlüğü olamadığı gibi; proletarya iktidarının gerçekleşme biçimi olarak Sovyet ya da konseyler benzeri kurumlar da ortaya çıkmadı; işçi sınıfı, yığınları bu tür kurumlarda gerçekleşebilecek iktidarını bir türlü eline alamadı.
Doğal sonuç, örgütlü “güç” olan “öncüler”in, belirli bir süreçte onların eski komünist partisi ile birliğinin örgütü olarak 26 Temmuz ’61’de tek devrimci parti olarak ilan edilen Sosyalist Devrim Partisi’nin iktidarı oldu.
Önce “öncüler”, sonra, adı ileride Küba Komünist Partisi olarak değiştirilen, ama hep bu “öncüler”in örgütü olarak kalan partinin iktidarı.
Bu parti, hiçbir zaman proletaryanın partisi olmadı.
Popülizmleriyle Fidelistler emekçilere yöneliktiler, devrimci yönelimleriyle emekçileri temsil iddiasındaydılar, gerçekten de emekçi halk için oldukça fazla şey yaptılar. Ama gerçek o ki, ne işçiler ne de örneğin emekçi köylülük, kendi örgütleri aracılığıyla iktidardaydılar, iktidar, genel olarak radikal tutumlarıyla emekçilerin çıkarlarını kollayan, başlıca küçük burjuvazinin kaçınılmaz tutarsızlıklarını göstermemezlik edemeyen ve zaman zaman halkın çıkarlarıyla çelişen uygulamalar içine de giren ” öncülerdeydi.
Castro, ’75’in Aralık’ında, Küba Komünist Partisi’nin Birinci Kongresi’nin kapanış konuşmasında da, parti militanlarının çoğunluğunun, -bu oldukça önemli bir çoğunluk olmalı-, yalnızca işçi sınıfından değil, köylülükten de gelmemiş olduğunu söylüyordu. Marksizm iddiası, ama bunun gereklerini yerine getirmeme, Kübalı devrimcilerin başına giderek çok işler açtı.
Açtı; çünkü “öncüler” ya da örgütü olan partinin çizgisi, hiçbir zaman proletaryanın çizgisi olmadı, hep “öncülerin çizgisi” olarak kaldı.
Çeşitli temel kararlar alınırken halka da danışılacaktı, onların görüşleri alınacaktı, ama “devrimciler nerede görevlerini yerine getirmeyi bilmezlerse, halklarının önünde tek sorumlu, tarih önünde tek sorumlu onlar olacaktır, çünkü karar verip eyleme geçmesi gereken onlardır.” (Agy, sf. 83, 27 Temmuz 1967 Havana konuşmasından) vurgusuyla, devrimciler, “öncüler”, her zaman “karar verme” ve “eyleme geçme” işlerinin gerçek sorumluları olarak belirtildiler.
Bir ülkede iktidar, Castro örneğinde olduğu gibi, kitlelerle ne denli yakın ilişki içinde ve onları etkileme, onlar tarafından yüceltilme durumunda olursa olsun, bu ilişkinin, sınıfsal ve örgütsel olmaktan çok, iyi niyete ve kendiliğindenliğe terk edilmiş olduğu durumda, iktidarın ve giderek onun belirli nimetlerinin, çeşitli imtiyazların hak edilmiş olduğu duygusuna, bunun önce bilinçaltına ve giderek bilinçlere kazınmasına yol açmaması, partisinin yol göstericiliğinde bizzat işçi ve emekçi kitlelerce değil ama onlar adına “öncüler”ce kullanılan iktidar koltuklarının sıcaklığının, bu öncüleri, ne denli devrim özlemiyle dolu olurlarsa olsunlar, etkilememesi ve kitleler adına karar verme üstünlüğünün, yöneticilik hastalığına, bürokratizme götürmemesi olanaksızdır. Nitekim Küba’nın devrimcileri, isteseler de bundan kaçınamamışlardır.
Bu tür bir temel yaklaşıma (öncü yaklaşımı) sahip Castro ve Kübalı devrimciler için, çok doğal ki, sosyalizm ve komünizm, bir ülkü ve bir dava; uğruna, başlarında yer alacakları işçi sınıfının örgütlü bir mücadele yürüteceği ve proletarya diktatörlüğü aracılığıyla ulaşılacak bir amaç değil; halk tarafından olumlu bulunup bulunmamasına göre ya da örneğin durumun gerektirdiğince, Sovyetler Birliği ile ittifakın görünüşteki bir gereksinimi olarak başvurabilecek, kullanılabilecek bir araç olmuştur. ’67’de, devrim sırasında ve hemen sonrasında açıklandığında olumsuz etkisi olacağı ileri sürülen, ama tam da SSCB ile ittifak gündeme geldiğinde ilan edilen sosyalizm ve komünistlik, bir araç olmanın ötesinde anlaşılabilir mi? Castro, ’67’de, dağlardayken sosyalizmden söz etmenin “geçer akçe” olamayacağını, dolayısıyla yanlışlığını belirtmiştir. Nedenlerini, Lee Lockwood adlı bir Amerikalı gazetecinin yönelttiği “Sierra Maestra’da kaldığınız sıralarda, komünist programını açıkça benimseseydiniz iş başına gelebilecek miydiniz?” sorusunu yanıtlarken açıklar:
“Belki hayır. Zaten akıllıca bir hareket olmazdı. Radikal bir program ilan etmekle bölünmüş bulunan gerici güçlerin devrime karşı birleşmelerini sağlardık. Batista’nın egemen sınıfının ve Kuzey Amerika emperyalistlerinin sağlam bir cephe kurmalarına sebep olurdu. Sonunda da Birleşik Devletler ordusunu yardıma çağıracaklardı…
“Ulusun devrimci bilinci işbaşına geldiğimiz zamankinden çok daha zayıftı. O günlerde komünizme karşı haksız inançlar vardı. Halkın çoğu ne olduğunu gerçekten bilmiyordu. Komünizm hakkında, komünizm düşmanlarının anlattıklarından başka bildikleri yoktu. Yoksulluğa katlanıyor, ancak bunun nedenini anlayamıyorlardı. Sorunlar ilmi bir şekilde açıklanmadığı için bunların sosyal temel sorunlar olduğunu anlayamazlardı. Ülkemizde bir milyon insanın okuma yazma bilmediğini hatırlamanız gerekli. Kalk yığınlarının sorunları kavrayacak üstün kültüre sahip olmalarını bekleyemezsiniz. Tabii bu şartlar altında programımızın Marksist-Leninist yahut komünist programı olduğunu söylemek birçok zararlı düşünceye yol açardı. Çoğu da gerçek anlamını anlamayacaktı. Biz öğrendikçe halk bizimle birlikte öğrenecekti.” (Fidel Castro Konuşuyor, sf. 23-24. Vurgular bizim.)
Castro, Marksist-Leninistliğini ilan ettikten yıllar sonra, aktardığımız konuşmayı yaptığı 1967’de, hâlâ komünizmden çok uzaktı. Komünizm adına ortaya atılmanın “akıllıca” olmayacağını; halk, üstün kültüre sahip olmadığından, komünizmi ve kendilerini anlayamayacağını ve üstelik bu durumda gericiliğin, kendi arasında birleşeceğini düşünmekteydi.
“Halkın kavrayışsızlığı” ve geriliğine dair ileri sürülen gerekçe; tam da komünistlerin programlarını ortaya koyarak emekçileri bu programa kazanmak için çalışmalarını gerekli kılar. Sovyetler Birliği, önce demokratik ve ardından sosyalist devrim ile ortaya çıkarken; ne Rusya’da ne de çevresindeki bağımlı, çoğunda çoban halklar yaşayan ülkelerin halklarının, mujiklerin ve geri işçi yığınlarının kültürü pek çok üstündü. Ve Bolşevikler, kuşkusuz amaçlarım gizleyerek kendilerini sıradan demokratlar gibi gösterme yoluna gitmediler. Zaten bu durumda komünizm yolunda tek bir adım atmak bile mümkün olamazdı. Komünizm davasına kazanılmış, sınıfın geri kalanını ve geniş emekçi çoğunluğu peşinden sürüklemeye yetenekli bir işçi sınıfı olmadan, doğrudan bir işçi davası olan komünizm yolunda nasıl yürünürdü?! Bunu mümkün görmek, işçi sınıfına dayanmayan, onun davası olmayan bir komünizm edebiyatı yapmaktır ki, Castro’nun Marksistliğini ilan ettikten sonra, anti-emperyalizmi bir yana, yaptığı, yalnızca budur.
Geri, bir şey anlamayan, kendi yaşadıkları sorunları, uygun şekilde anlatıldığında da kavrayamayacak bir durumda olan bir “halk”la, o halkın bu durumu giderilmeden, bunun için yıllarca uğraşmayı göze almadan, “kolay yoldan” ve pek “acele” devrim yapmak ve ardından iktidar olanaklarını kullanarak ” komünistlik” ilan etmek mi? Bu, komünizmin semtine dahi uğramamış olmaktır.
Ve şu soru sorulmalıdır: Marksizm-Leninizm ışığında bir program ortaya koymadan, gerçekler işçi sınıfı ve emekçi halka açıklanıp bu doğrultuda kazanılmadan ne tür bir yola girildi ya da halk nereye kazanıldı? Halkın çoğunluğunun devrim öncesinde Marksizm’e kazanılmasının olanaksızlığı ve oportünizmi üzerine konuşmanın yararı yoktur. Söz konusu olan, işçi sınıfının, geri kalanı peşinden sürüklemeye yetenekli ileri unsurlarının Marksizm’e ve emekçi kitlelerle birlikte sınıfın çoğunluğunun bir devrimin gerekliliğine, düzenin değiştirilmesi fikrine pratik olarak kazanılmasıdır. Ve bu olmadan, bir sosyalist devrim olanağından bahsedilemez. Örgütlenip kendi davasının peşine düşmek üzere eğitilip kazanılmamış bir işçi sınıfı ve geri emekçi kitlelerle hangi sosyalizm yolunda yürünebilir? İlerde, sosyalizm için, yaptıkları devrimin önderliğini gönüllüce işçi sınıfına devredecek “öncüler”in, amaçlarının tamamını açıklamadan yaptıkları bir devrim mi? İşçi sınıfına başkaları tarafından hediye edilen bir sosyalist devrim mi? Bunlar safsatadır.
Ama Castro, “Önceden hazırlanan bir programda devrimin başlıca amaçları ileri sürülür. Tüm ve son amaçlar ortaya çıkarılmaz- ” (Agy, sf. 25) demektedir.
Peki, nereye, hangi davaya kazanıldı Küba’da halk? Açlık ve kesindir ki ulusal davaya, Batista zorbalığına karşı, anti-faşist davaya. Ve sonradan Küba işçi sınıfı ve halkına bahsedildiği söylenen sosyalizm sahteciliği bir yana, bu anti-emperyalist (daha çok anti Amerikan) ve anti-faşist dava, belirli yalpalama ve tutarsızlıklarla birlikte, ama yine de oldukça radikal bir şekilde sürdürülmüştür.
Castro’nun tüm yazı ve konuşmalarına sinen, temel ve yön verici fikri ulusalcılık, bağımsızlıkçılıktır. (Amerikan emperyalizmi karşıtlığıyla, önce istekle ama özellikle sonraları biraz da “denize düşen yılana sarılır” misali, önceleri bilmeyerek, ama sonradan bile bile SSCB’yle girilen ilişkilerde bu bağımsızlıkçı tutumun pek de dikkate alındığı söylenemez.)
Kübalı devrimciler, en başta Castro yazı ve konuşmalarında Marx ve Marksizm’in öteki klasiklerinden çok, 1800’lerin bir L. Amerika ulusalcısı olan ve Küba’nın bağımsızlığı için çalışmış Jose Marti’ye atıfta bulunurlar. J. Marti’nin fikir ve tutumlarıyla Küba bağımsızlıkçılığı ve özgürlükçülüğünü ciddi şekilde etkilediğini, Castro ve arkadaşlarının onu peşi sıra yürüdüklerini söylemek yanlış olmayacaktır.
J. Marti, bir ulusalcıdır, ama miras olarak sahip çıkılmanın ötesinde şöyle iddia edilir: “Küba sosyalizmi, Jose Marti’nin düşüncelerinin derin etkisini taşır. ” (P. Socorro Leon, Gelenek dergisi, s: 40, sf. 64)
Geçen sayımızdaki Devrimci Yol’a ilişkin yazımızda üzerinde durulan sosyalizmi “eşitlik ve özgürlük” özlem ve fikirleriyle özdeşleştirmenin Marksizm’le ilişkisizliği, “sosyalizmi” böyle kavrayan Castro ve Kübalılar için de geçerlidir: demokrasinin, özgürlük-kardeşlik-eşitlik kavramına dayanan bir demokrasinin tam gelişmesi için gerekli koşullar yalnız komünist toplumda vardır.” (Sosyalizmi Kuracağız, sf. 24)
Komünist toplumda demokrasinin de anlamsızlaşıp geçersizleşeceği; çünkü sınıfsal bir kavram olan demokrasinin sınıflar ortadan kalkınca var olamayacağı, hem eşitlik-kardeşlik-özgürlük kavramlarına dayanamayacağı ve hem de bu burjuva içerikli kavramların komünizm için bir ajitasyon değerinden öte anlam taşımadığı; önemli olanın, sınıf eşitsizlik ve imtiyazlarının giderilmesi ve bu temelde özgürleşmenin ilerletilmesi değil, sınıfların ortadan kaldırılması olduğu Marksistler için açıktır.
Özgürlük-kardeşlik-eşitlik kavramlarının yüceltilmesi ve sosyalizm adına amaç edinilmesine denk düşen, tarihi devindiren gücün, sınıf mücadelesi; ve sosyalizmi kazanacak, kurup inşa edecek ve komünizme ulaşacak olanın proletarya değil, “öncüler”in ardındaki “emekçiler ve ulus olduğu; sosyal devrimin kapitalizmin uzlaşmaz karşıtlığından, burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişme ya da bir başka deyişle, üretimin sosyal karakteri ile mülk edinmenin özel kapitalist biçimi arasındaki uzlaşmazlıktan değil, “halk yığınlarının sefaleti ve umutsuzluğu”ndan kaynaklandığı şeklindeki devrimci radikalizmin popülist (halkçı) ve burjuvazi ile proletarya çelişmesi yerine emperyalizmle gelişmiş ülkeler arasındaki çelişmeye vurgu yapan ulusçu yaklaşımlardır.
“… Ben bir Marksist’im ve Marksist olarak, devrimi ancak halk yığınlarının sefaletinin ve umutsuzluğunun yarattığına inanıyorum” (F. Castro Konuşuyor, sf. 31) diyen Castro, bu halkçı yoksulluk karşıtlığını ulusçuluğa bağlamaktadır: “… Kimse de fakir ve gelişmemiş ülkelerde sosyal devrimlerin meydana geleceğini yadsıyamaz.” (Agy,sf32)
Sosyal devrimin, sosyalizmin; kapitalizmin değil, fakirlik ve gelişmemişliğin sonucu olarak algılamak, halkçılıktır.
Öte yandan Castro, çağımıza damgasını vuran ve onu proleter devrimleri çağı yapan burjuvazi-proletarya çelişmesini görememekte ve dünyayı hareket ettirici çelişmenin, emperyalistler, özellikle Amerikan emperyalizmi ile uluslar arasında olduğunu söylemektedir. Bu yaklaşım, Castro’nun tüm yazı ve konuşmalarına sinmiş durumdadır; hedef uluslararası sermaye değildir, güç ilişkileri buna uygun olarak ele alınmamakta ve güçlerin başta proletarya olmak üzere sınıfsal düzlemde buna uygun olarak seferberliği öngörülmemektedir. Dünyadaki mücadele, Küba’nın olsun, diğer “sömürülen ülkelerin halklarının ve ulusların olsun başlıca Birleşik Devletler’e karşı bağımsızlıkçı mücadelesi olarak anlaşılmaktadır. Örnek;
“… Devrimcilerin görevi, dünyada kuvvetler arasındaki ilişkilerde meydana gelen ilişkileri kavrayıp anlamak ve bu değişikliklerin, ulusların mücadelesini kolaylaştırdığını anlamaktadır.” (Sosyalizmi Kuracağız, sf. 82. Vurgular bizim)
Devrim kaynağı olarak yoksulluk karşıtlığı ve ulusalcılıkla, Birleşik Devletler ve dünyada devrim olanağı ve temelleri Castro tarafından şöyle ortaya konmaktadır:
“… Devrimi ancak halk yığınlarının sefaletinin ve umutsuzluğunun yarattığına inanıyorum. Ufak bir azınlık, özellikle zenciler dışında durum böyle değildir Birleşik Devletler’de. Yalnız kitleler sosyal temellerde bir değişiklik yapabilirler, bunu da ancak umutsuz durumlara düştükleri zaman yaparlar. Birleşik Devletler’de bu hal halk yığınlarının başına belki daha birçok yıllar gelmez-
“Aslına bakarsanız sınıf mücadelesi Birleşik Devletler’in içinde yapılmamaktadır. Birleşik Devletler’in sınırları dışında idare edilmektedir. Vietnam, Santo Domingo, Venezüella ve Küba dâhil birçok ülkelerde… Kuzey Amerika kapitalistlerine karşı mücadeleye girişen halk yığınları değildir, çünkü Amerika vatandaşının hayat standardı oldukça yüksektir, açlık ve yoksulluk çekmemektedir. Dünyanın diğer ülkelerinde aç ve sefil olanlardır Birleşik Devletler’e karşı mücadeleye girişenler. Birleşik Devletler’de yakın bir tarihte sosyal bir devrim yapılacağı hayal edilemeyeceği gibi, kimse de fakir ve gelişmemiş ülkelerde sosyal devrimlerin meydana geleceğini yadsıyamaz… Birleşik Devletler devrimci hareketlere karşı savaşta yenilgiye uğrayacaktır, çünkü objektif sosyal ve tarihsel koşullar gelişmemiş ulusları desteklemektedir.” (F. Castro Konuşuyor, sf. 31-32, 36. Vurgular bizim.)
Ne Birleşik Devletler’de sınıf mücadelesi vardır ne de dünyanın başka ülkelerinde sınıf mücadelesi egemen burjuvaziyi hedeflemektedir; tek düşman, Birleşik Devletler’dir ve tüm dünyada ulusların ve “sömürülen ülkeler”in mücadelesi ABD’yi hedeflemektedir!
Kuşkusuz, dünyanın ezilen ulusları, Amerikan emperyalizminden zarar görmekte, onun baskısı ve sömürüsü altında bulunmakta ve ona karşı mücadeleye atılmaktadırlar. Ama dünyanın çehresini düzenleyecek olan mücadele, ne bundan ibarettir ve ne de bu mücadele, soyut yoksulluk ve umutsuzluk kavramlarıyla ve burjuvaziye yönelmeden, proletarya bu mücadeleye karışmadan yürümektedir. Bu ele alışın ulusçu bir halkçılık olduğuna kuşku yoktur.
Castro, ABD’ye ilişkin değerlendirmesini daha uç bir noktaya götürmektedir. Aslında bu, bir ABD değerlendirmesi olmaktan çok, kapitalizm karşıtlığına, kapitalizmin yerini zorunlu olarak sosyalizmin alacağı fikrine, tarihin bu materyalist anlayışına dayanmamakta; bir devrimciliğin, halkçı devrimciliğin, sınıfa ve sınıf mücadelesine inançsızlık ve uzaklığın ifadesi olmaktadır:
“Klasik anlamda belki Birleşik Devletler’de asla bir devrim olmayacaktır, daha çok gelişmeler meydana gelecektir. 500 yıl sonra Kuzey Amerika toplumunun bugünküne hiç benzemeyeceğinden eminim.” (Agy, sf. 64. Vurgular bizim.)
ABD’de yoksulluk olmadığı için devrim olmuyor! Burjuvazi-proletarya zıtlığının orada da er-geç, sosyal devrimi dayatacağını göremeyen Castro, ABD’de de, kendi ülkesinde ve başka ülkelerde tasarladığı gibi, proletarya dışı sosyal devrim gücü, bir kurtarıcı aramaktadır. Çünkü ne proletaryaya ve ne de onun gerçek sosyal devrimine inancı vardır:
“… Zenci kesim, ABD’de en sömürülen, en ezilen ve zalimce davranılan kesim olduğu için, ABD’de devrimci hareketi canlandıracak olan onlardır, aynı şekilde, ABD’de devrimci öncü de, en kötü davranılan, en sömürülen ve en ezilen bu zenci kesimler arasından çıkacaktır.” (Sosyalizmi Kuracağız, sf 42)
Castro’nun “Marksizm’i” proletaryanın dünya görüşü ve eylem kılavuzu olarak şekillenmemiş gerçek bir Marksizm değildir, “sosyalizmi” proleter sosyalizmi değildir; küçük burjuva sosyalizmidir, halkçılıktır. Onun, kapitalizmin mezar kazıyıcısı olarak, bu tarihsel rolle yükümlendirilmiş; örgütlülük vb. düzeyi, disiplini, mücadele yeteneği ile kapitalizmi devirmeyi başarabilecek proletaryayı ve onun toplumun en devrimci sınıfı olduğunu reddeden sefalet ve yoksulluk edebiyatının, proleter sosyalizmiyle bir ilgisi yoktur. Kuşkusuz çoğu ülkede, geri köylü yığınları, yoksul topraksız köylüler, proletaryadan daha çok ezilirler, daha çok sefalete batmış durumdadırlar, daha yoksuldurlar; ama bu durumları, kapitalizm karşısında onları en devrimci sınıf yapmaya yetmez, yetmemiştir.
F. Castro’nun bütün bu proleter ve sosyalist olmayan halkçılığı ve ulusalcılığı, kendisini iktidar sorununu ele alışta ve iktidarın niteliğini tanımlamada da açığa vurmamazlık etmemiştir:
“… Devrimci hükümetin, emekçilerin, kol ve kafa emekçilerinin hükümeti olduğunu kavramış bulunuyoruz, öğrenciler de birer emekçidir, askerler de, çünkü ülkenin savunmasında görev alırlar. Benzer biçimde öğretmenler öğretir, doktorlar hastaya bakar, onlar da emekçidir. Bize göre sosyalist devlet bir emekçi devletidir, kol ve kafa işçilerinin devletidir.” (Agy, sf. 22)
Popülizm, bu ele alışın başlıca kaynağı olmuştur. Ancak bir kaynaktan daha söz etmek gerekir ki, o da, “Marksizm”in öğrenildiği Sovyet modern revizyonizminin “bütün halkın devleti”ne ilişkin, ayakları havada tezidir.
Eklemekte yarar var; ülke içinde popülist çizgi izleyen, dünya devrim sürecini ulusal bir süreç olarak ele alan Kübalıların, dış politikadaki tutumları da ulusalcılığı esas almıştır: Önceleri, özellikle L. Amerika’daki benzer konumlu gerilla hareketlerini desteklemekten, SSCB ile ilişkilerinin gelişmesi ve ideolojik yakınlaşmaya bağlı olarak, başlıca L. Amerika ülkeleri ile (önceleri L. Amerika oligarşileri olarak lanetlenen ülkelerle) yakınlaşmaya doğru kaymış olan Küba; Castro’nun “Çekoslovakya Sorunu” üzerine açıklamasında hain ve emperyalizmin ajanı bir revizyonist ilan ve mahkum ettiği Tito ve Yugoslavya’sı ile birlikte “Bağlantısız Ülkeler” in başını çekmiştir. KKP’nin ’92’deki 4. kongresinde bir kez daha belirtildiği gibi,”üçüncü dünya ülkeleri ile birlik” savunulmuştur.
Sonuç olarak söylenmelidir ki, Küba’nın ne devrimiyle ne de devrim sonrası uygulamaları ve çizgisiyle, proleter sosyalizmle bir ilgisi olmamıştır. Bu sorunun bir yanıdır ve Marksist-Leninistlerin böyle proleter ve Marksist-Leninist olmayan bir çizgi ve “sosyalizm” ile uyuşmazlık halinde bulunmalarının nedenini açıklar. Kimse devrimci komünistlerden, Küba’nın Marksist-Leninist olmayan çizgisini ve proleter olmayan sosyalizmini destekleyip savunmasını ve böyle bir çizgi ve sosyalizmle birleştirmesini, istememek ve beklememelidir.
Sorunun bir diğer yönü ise; Küba’nın antiemperyalizmi, başından beri özellikle Amerikan emperyalizmi karşısında gösterdiği ve SSCB’nin çöküşünden sonra da, gerileyerek ve belirli uzlaşmaları içererek de olsa, sürdürdüğü direniş ve Amerikan “yeni düzeni”ne teslim olmayışıdır. Bu noktada Küba, komünistlerin, dünya proletaryası ve ezilen halkların, demokrasi ve bağımsızlık yanlısı olanların, bütün ilerici insanların desteğine layıktır; desteklenmeli ve emperyalizm karşısında, direniş gösterdiği ölçüde savunulmalıdır.

BUGÜNKÜ DURUM
Küba’nın bugünkü durumu ise biliniyor. Hemen hemen tek ürün üzerine kurulu, şekere ve şekerin dünya piyasa fiyatlarının üzerinde SSCB ve Doğu Avrupa ülkelerine ihracatı ve karşılığında makine, yedek parça, petrol vb. gibi belli başlı üretim girdilerinin ithalatına dayalı Küba ekonomisi, revizyonist ülkelerin çöküşü sonrasında çok ciddi sorunlarla karşılaştı. Son “sosyalist ülke olarak yıkılmak ve dünya kamuoyunun gözünde bir “çıbanbaşı” olarak ortadan kaldırılmak üzere, Küba, ABD’nin uygulaya geldiği ekonomik ambargonun ağırlaştırılması ile yüz yüze bırakıldı. Başlıca “müttefikleri”nden yoksun kalması nedeniyle siyasal yalnızlığın problemlerini de yaşamaya başladı. ’92’de, Kadın Federasyonu’ndan Rebeca Cutie şöyle anlatıyor:
“Küba’dan bahsederken Küba’nın azgelişmiş bir ülke olduğunu ve düşük bir sanayileşme düzeyinde olduğunu akılda tutmak zorundayız. Makina imal etmiyor, ithal ediyoruz. Bu ambargo koşullarında istediğiniz makineyi alamıyorsunuz. SSCB ve Doğu Almanya’dan artık makine ve yedek parça gelmiyor haliyle. Bazı yedek parçaları kendimiz imal etmeye çalışıyoruz.” (Gelenek, s: 41, sf. 94)
Ekonominin üzerine kurulu olduğu dengeler allak bullak olmuş ve iktisadi hayatta ciddi darboğazlar oluşmuştur. Ekonomik durum, hemen ve hızla kötüleşmeye başlamış; daha SSCB çökmeden önce, eski sosyalist ülkelerle ticarette başlayan daralma geleceğe ilişkin sinyaller verince, Castro ve arkadaşları, bir yandan önlemler aramaya başlamış, öte yandan da bu ülkelerdeki gidişi eleştirmeye ve Küba’nın kendi yolunda devam etmesini sağlamak üzere ısrarcı bir tutum oluşturmaya çalışmışlardır.
Castro ’89’da açıklama yapar:
“Bu ülkelerin (eski sosyalist ülkeler-ÖD) çoğundaki insanlar antiemperyalist mücadele ya da enternasyonalizm ilkelerinden söz etmiyorlar. Bu sözler günlük basınlarda geçmiyor bile. Bu türden kavramlar oradaki siyasi jargondan hemen neredeyse çıkarılmıştır. Aynı zamanda, bu ülkelerde kapitalist değerler bugüne kadar duyulmamış bir güç kazanmaktadır… Kapitalizm, onun piyasa ekonomisi, değerleri, kategorileri ve yöntemleri sosyalizmin bugünkü zorluklarını çözemez ya da yapılmış hataları varsa onları düzeltemez. Sosyalizm, Marksizm-Leninizm’in en temel ilkeleri feda edilerek geliştirilebilir mi? Neden reform olarak adlandırılan girişimler kapitalist doğrultuda olsun?” (Sosyalizmi Kuracağız, Devrimin 31. Yıldönümü konuşmasından, sf. 165-167)
Ve Küba, “SSCB ve sosyalizme zehir kusan bazı Sovyet yayınlarının ülkeye girmesini yasaklar”. (Agy, sf. 166)
Eleştiri sürdürülür:
“…Sosyalist mülkiyet, belli üretim araçlarının bir grup işçinin mülkiyetinde olması demek değildir, grup özel mülkiyeti sosyalizm değildir ve asla sosyalizm olmayacaktır. Sosyalizmi değişik yorumlayanlara karşı saygılıyız; ancak böyle bir olgu sadece bir grup kapitalizmidir…” (Agy, sf. 185)
’90’da, gelişmeler ve tek ürüne dayalı ve ambargo altındaki ekonomisi ile Küba’nın tümden tek başına kalması ve bunun böyle devam etmesi olasılığı karşısında da moral bozukluğu baş gösterir:
“Her şeyi doğru yapmak için mümkün olan en büyük çabayı sarf ettiğimizden kuşkum yok… Bu çabaların her zamankinden fazla olması kaçınılmaz, zira hiç şüphe yok ki, gelecek yılların da, tüm beş yıllık dönemlerinde aynı kalacağı bugünkü uluslararası durumun tekrarı olması halinde, herhangi bir şeyin çözülmesi pratik olarak mümkün değildir… Yıllardır planlarımız, yıllık ve beş yıllık programlarımız sosyalist bir kampın varlığına, Sovyetler Birliği’nin yanı sıra, anlaşmalar yaptığımız ve yakın ekonomik bağlarımızın olduğu Doğu Avrupa’daki sayısız sosyalist ülkelerin varlığına dayandı. Ürettiklerimiz için güvenli pazarlar ve ihtiyacımız olan önemli ekipman ve ticari eşya kaynaklarımız vardı… Ama şimdi politik açıdan bakıldığında bu sosyalist kamp artık mevcut değil. Kendi kendimizi kandıracak mıyız? Öncülerimize bir sosyalist kampın hâlâ var olduğunu ve bu ülkelerde her şeyin fevkalade olduğunu mu söyleyeceğiz?” (Castro, Agy, sf. 188, 190. Vurgular bizim.)
Geleceğin belirsizliği ürkütücüdür:
“Biz hammadde, birazda gıda ihraç ediyoruz. Elbette sanmıyorum ki bunlar hiçbir anlamda önemli olmasınlar. Ancak, enerjinin, yakıtın, petrolün doğal gaz ve elektriğin taşıdığı önemde değiller… Oralarda (eski sosyalist ülkelerde-ÖD) 1990’da kimlerin iktidar olacağını bilmiyoruz. Varolan bazı ticari anlaşmaların 1990’da da önceki planlar çerçevesinde devam edeceğini ve uygulanacağını umuyoruz. Ancak, bunun böyle olacağı ya da bu tür anlaşmalar yapacağımız konusunda herhangi bir garanti de yok… Ya 1991 ne olacak? 1991-1995 beş yıllık planı düşünebiliyor musunuz? Hangi temelde ve kimlerle bu anlaşmaları imzalayacağız? Hangi ürünler garantiye alınabilir? Ürünlerimiz için pazar olanağı bulabilecek miyiz? Ürettiğimiz şekere ne kadar fiyat verilecek? Şekerimizi, dünyada geçerli olan, sözde dünya piyasa fiyatından, çöpe atma fiyatından mı alacaklar?” (Agy, sf. 194-5)
Ve 1989’dan itibaren “özel dönem politikası” olarak adlandırılan önlemler paketinin uygulanmasına geçilir. Buna göre, kaynaklar ve yatırımlar sınırlandırılacak, mevcutların acil dağılımı sağlanacak, eğitim, sağlık ve spor gibi parasız hizmetler güvence altına alınacak ve ulusal ekonomi için kilit sektörlerin geliştirilmesine girişilecektir. Castro öncelikleri şöyle açıkladı;
“Gıda programları ertelenemez; çünkü stratejik. Su tasarrufunu sağlamaya çalışmalı, yeni su kanalları bulmalı, su kanallarını açmalı, sulama sistemleri inşa etmeliyiz. Ne olursa olsun bu da ertelenemez, 3 milyon 5 milyon ton petrolümüz kalsa bile, şu veya bu şekilde bu programlara devam etmek zorundayız. Bu programlar yerine başka herhangi birini ertelemek daha uygun olabilir. Eczacılık sektörünü ve biyo-teknolojiyi geliştirecek, bu sektörlerde büyük gelecek vaat eden programları ertelemeliyiz. Büyük döviz getirebilecek sektörlerden, örneğin turizmdeki büyük programlar ertelenemez. Bu demektir ki barış zamanının özel döneminde almaya zorlanabileceğimiz kısıtlamalar ya da bu problemlerden doğan çok zor bir barış dönemi durumu ne olursa olsun ulusal meclis ve tüm halkımız için çok büyük stratejik önem taşıyan bu programların hiçbirini ertelemek olası değildir. Çok uzun zaman alabilir ve çok zor sınavlarla karşılaşılabilir, ancak sadece yaşamı sürdürme ilkesini değil, aynı zamanda gelişmeyi de sağlamalıyız.” (Agy, sf. 205)
Ancak tahmin edildiğinden daha da kötü bir durumla karşılaşılır. Özellikle petrol sıkıntısı had safhadadır. Şeker kamışı kesiminde, makine kullanımından petrol yokluğu nedeniyle yine elle kesime geçilir. Dışardan hammadde gelmediği için bazı fabrikalar zorunlu olarak durur. Güneş ve rüzgâr enerjisinden yararlanma yolları aranır. İşçilerin yüzde 60’ı, eski işlerinde çalışmak olanaksızlaştığı için, yeni ve başka işlerde çalışmaya başlar. Japonya, istekli olmasına rağmen ABD’nin baskısıyla, Küba’nın önemli miktardaki nikel ve kobalt rezervlerinin işletmeyi başaramaz. Enerji tasarrufu nedeni ile kapatılmayan fabrikalar, işletmeleri de kapsamak üzere, günde 3 saat üretimlerine ara vermeye başlarlar. Okul ve hastane ödenekleri azaltılmaz; ancak, örneğin D. Almanya’dan gelen süt tozu kesildiği için süt karneyle dağıtılmaya başlanır. Dışarıdan gelen hayvan yemi, gübre ve tarım ilaçları sıkıntısı nedeniyle hayvancılık ve tarım zor durumda kalır. Yiyecek sıkıntısı ve kuyruklar ortaya çıkar. İthalat ’89’daki 8.1 milyar dolardan üç yıl içinde % 73 azalarak ’91’de 1.7 milyar dolara düşer. Brüt ulusal üretim, yine üç yıl içinde % 50 geriler. Bütçe her yıl açık vermeye başlar. Son yıllara kadar yabancı sermayeye karşı çıkan Küba, esnemek, ekonomiyi “kurtarmak” için yabancı sermayeye açılmak kararı alır. Avrupalılar, Kanada ve Meksika isteklidirler, yatırımlar da başlar; ancak ABD’nin baskıları kısıtlayıcı olur. Örneğin BP şirketi, ABD baskılarıyla petrol arama çalışmalarından çekilir; ama Kanada ve İsveç firmaları çalışmalarını sürdürürler. Kanada, nikel endüstrisine büyük yatırımlar yapar. Meksika tekstile girer, bir çimento fabrikasını satın alır. Turizme daha çok Kanada ve İspanyol firmaları girerler. Şu anda turizm sektöründe 100’ün üzerinde işletme yabancı sermayeye açılmış bulunmaktadır, bu sektörde 30’dan fazla yabancı firma yatırım yapmış durumdadır. Yabancı firmaların kârlarını ülkelerine transferi serbest bırakılmıştır. Bu konuda da taviz politikası izlenmektedir.
“Sosyalist piyasa ekonomisi “ne itiraz ede-gelmiş olan Küba, sonunda, zorluklar karşısında ’93 Ağustosu’nda dolar alım-satımını serbest bırakmıştır. Bu, özellikle küçük mülk sahiplerini spekülasyona ve zenginleşmeye yöneltirken, karaborsacılık baş göstermiş ve doların serbest bırakılmasını fiyatların % 50 artması izlemiştir.
Zorlukların üstesinden gelinme zorluğu ve bir kez piyasaya ve yabancı sermayeye açılmış olma, giderek daha fazla kendi taleplerini dayatmaya başlamıştır. ’93 Aralık’ında parlamentoya bir ekonomik prensipler programı sunulur. Temel gıda maddelerine yapılan sübvansiyonun kaldırılması; sigara ve içki fiyatlarının artırılması; elektrik, su, posta, telefon ve bir bölüm toplu taşımacılık hizmetleri gibi temel kamu hizmetlerine zam yapılması; okullarda öğrencilere parasız olan yemeklerden para alınması; fabrikalarda yemek fiyatlarının artırılması; küçük köylülerle kooperatiflerden alınan verginin yükseltilmesi; bisikletten (ki bisiklet, özellikle petrol sıkıntısı sonrası, halkın temel ulaşım aracı olmuştur) vergi alınması; hastalık ve emeklilik durumunda ödentilerde kesintiye gidilmesi ve halkı yatıştırmak üzere bir mülkiyet vergisi konması, sonunda karar altına alınır.
Son olarak, 23 Eylül ’94 tarihli Hürriyet gazetesinin haberine göre; küçük çiftçi ve kooperatiflerin devlete satmak zorunda oldukları tarım ürünleri satışı, bir serbest piyasa unsuru haline getirilerek serbest bırakılır. Raul Castro, bu piyasanın serbestleştirilmesi ve kârın güdücülüğünün açıkça kabullenilmesi önlemini savunur: “Halkın gıdası temin edilecekse, göz alınan riskler önemli değildir. Bu ülkenin asıl siyasi, askeri ve ideolojik sorunu, bu durumun değiştirilmesidir.” (Hürriyet, 23 Eylül 94)
Küba’da resmi istatistiklerine göre, toprakların % 22’si 140 bin küçük köylünün mülkü durumundadır. Yaklaşık % 40’ı ise kooperatiflerin elindedir. Zaten tarıma dayalı bir ekonomi olan Küba ekonomisinin neredeyse % 60’ının piyasaya açılmasının felaketli ve bugünü aratır sonuçlara yol açmaması ve bir yandan da siyasal alanda çeşitli “demokratikleşme” önlemleri almakta olan Küba’da bir rejim sorununu ortaya çıkarmaması çok güç görünüyor.
Ancak bütün taviz ve esneme politikaları ve zorluklara rağmen Küba, hâlâ belirli bir antiemperyalist direniş göstermeye devam etmekte, kötü bir yola girmiş olmakla birlikte teslim olmayı da reddetmekte; piyasacı ve “demokratik” önlemleri kaçınamaz olduğu son anlarda almakta, kaçınmak için uğraşmakta ve söylendiği gibi “Bugünkü koşullarda hazan sevmediğimiz işleri mecburen yapıyoruz” (Teresita Trujillo, Gelenek, s: 45, sf. 94) tutumunu almaktadır. Durumunu korumak ve tersine çevirmek, emperyalizm karşısında direnişini sürdürüp, bağımsızlığını elde tutabilmek için desteğe ihtiyacı vardır ve bu destek ondan esirgenmemelidir. Bu tüm ilerici insanlığın borcudur.
Tavizler siyasetinin, kendi başına bir eleştiri konusu yapılması yanlışına düşmemek gerekir. Her zorluk, eğer yapılabilecek başka şey kalmamışsa, belirli tavizlerle geri çekilip güç toplamak için yeniden konumlanma zorunluluğuna yol açabilir. Yeter ki, direnme arzusu olsun ve yeter ki, tavizler ve geri çekilmenin sınırı iyice belirlenip bu taktik, yıkılmanın kolaylaştırıcısı değil, devrimin kazanımlarını ve iktidarı korumanın bir aracı kılınabilsin.

SONUÇ
Burada, bir dergi yazısının sınırlarını hayli zorlayarak Küba sorununu ele almaya çalıştık. Ancak, her şey açık ve nettir. Küba, sosyalist bir ülke değildir ve hiç olmamıştır. Ancak bu durum, Küba, emperyalizm karşısında direnme ve devrimin anti-emperyalist demokratik kazanımlarını savunmaya devam ettikçe, onun savunulup desteklenmesinin önünde bir engel değildir. Lenin’in İngiliz emperyalizmine karşı direnen dinci Afgan Emiri’ne ve Mustafa Kemal’e sağladığı desteği unutmanın olanağı yoktur. Kaldı ki ne Castro, bir Mustafa Kemal ya da Emanuel Han’dır ne de Küba, bir Türkiye ya da Afganistan’dır. Çok daha anti-emperyalist ve demokratik konumlarda bulunmuştur. Uzlaşmalar ve tavizlerle bu konumundan gerilese de, direnip savunmaya çalıştığı bu konumdur.
Küba, emperyalizme karşı direnme dinamiklerine ve olanağına sahiptir. Bu dinamiklerin en önde geleni, “öncüler”in hâlâ tümden yitirilmemiş devrimci geleneklere sahip olmaları yanında, bir seferinde yarım milyondan fazla emekçinin katıldığı devrimi destekleme gösterilerinin kanıtladığı gibi emekçi kitlelerle kopuşulmamış olması ve anti-emperyalist bir ruh ve tutuma sahip bu kitlelerin hareketliliğidir. Tek yanlı ekonomi, müttefik eksikliği, en başta SSCB ile ilişkilerin törpüleyip gerilettiği devrimci ruh ve kendi gücüne güvenme tutumunu olumsuz etkileyen “müttefikler”den kaynaklanan ve bundan sonra kaynaklanabilecek bağımlılaştırıcı dayatmaların “anlayışla” karşılanması vb. gibi etkenler ise direnme olanaklarının sınırlılıklarını oluşturmaktadır.
Küba’nın bugün ortaya koyduğu anti-emperyalist direnişin güçlenerek devam etmesi ve başarıyla sonuçlanması; tüm dünya işçilerinin, halklarının ve ezilenlerin isteğidir. Bu emperyalist direnişin en tutarlı savunucuları ise komünistlerdir.

Ekim 1994

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑