Sınıf mücadelesine sahne olan sınıflı toplumlarda, ezilen sınıf ve halkların temsilcilerinin, seslendikleri kitleye amaç ve hedeflerini açık ve anlaşılır bir biçimde anlatması, mücadelenin başarısı için zorunludur. Buna rağmen burjuva platformda kalışı ifade eden kimi kavram ve ifadeler devrimci literatüre, devrimci yazına sızabilmektedir. Kimi durumlarda bu, sınıf farklılıkları ve çatışmalarının üstünü örten sözde devrimci bir söylem üzerinde burjuvaziyle buluşmaya götürebilmektedir de. Son dönemlerde, etkileri komünist gençliğin saflarına dek uzanan ve uyanış içerisindeki işçi devrimci ve gencin bilincinde bulanıklık yaratmaya neden olabilecek kimi kavramların açıklığa kavuşturulması bu bakımdan bir gereklilik haline gelmiştir.
İnsanın doğayla ve diğer canlı türleriyle mücadelesinin toprağa yerleşik gruplar ve avcılar biçiminde ayrışmalarına yol açtığı dönemden başlayarak günümüzün modern kapitalist toplumuna gelen sürecin sınıflı toplumlar tarihi olarak yaşandığı her alt üretim tarzı ve toplumsal sistemden “üst” ve daha ileri üretim tarzı ve toplumsal sisteme geçişin, sınıf mücadelesinin ürünü olduğu ve toplumlar tarihinin sınıf mücadeleleri tarihi olarak yaşandığı burjuva devrimleri döneminin “reel” iktisatçıları ve burjuva bilim adamları da kabul ediyorlardı. Ne var ki, toplum tarihini “sınıf mücadeleleri tarihi” olarak görmek, kapitalist toplumun iki ana sınıfı burjuvazi ve proletarya arasındaki mücadeleyi, sınıf mücadelesi saymak bu çelişme ve mücadelenin zorunlu olarak proletaryanın sınıf egemenliğine uzanacağı kabulünü de ön gerektiriyordu. Burjuva bilim adamları, profesörleri ve iktisatçıları ise ekonomik toplumsal gelişmeyi kapitalizm ve burjuvazinin egemenliğiyle noktalama, daha ötesinin olmadığı ve olmayacağını herkese benimsetme çabasındaydılar. Burjuva politikası ve iktisadı, kapitalizmi ebedi, evrensel ve aşılamaz son toplumsal sistem olarak sunarak, tarihi noktalamak istiyordu. Bu idealist mantık yürütmenin bir ihtiyaca karşılık düştüğü, bir sınıf tutumunu yansıttığı; “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” sloganıyla toplumun ezilen kesimlerini yanına alarak feodal despotizmi yıkan burjuvazinin, bu kez üretim araçlarının sahibi olarak egemen sınıf konumunu koruma ve sürdürme amacıyla toplumsal gelişmenin yasalarını “durdurma” çabasından kaynaklandığı açıktı. Bu mümkün müydü, hayır!
Kapitalizm, üretim araçlarının burjuva özel mülkiyeti ve üretimin toplumsal niteliği arasındaki çelişki nedeniyle onmaz bir hastalıkla “malûldü” ve ölümlüydü. Kapitalizm, zorunlu olarak sayısı giderek artan proleteri bir araya getiriyor, onları aynı fabrika ve ünitelerde topluyor, makinelerin hareketiyle uyumlu bir “çalışma disiplini”ne bağlıyordu. Kapitalizmin başka tür bir gelişme yolu yoktu ve kendi “mezar kazıcılarını yaratmak ve güçlendirmek zorundaydı. Kapitalizm, gelişmesi içinde diğer toplumsal kesimlerden kişi ve grupları iflasa sürükleyerek proletaryanın saflarına katarken, proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişkinin bir devrimle ve proletaryanın iktidarı almasıyla çözümünün koşullarını sürekli olgunlaştım. İşte bu yasanın önlenemez işleyişi ve işçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadeleye atılması, burjuvazinin toplumsal gelişmeyi durdurma anlamı taşıyan proletarya ve devrim karşıtı iddialarla ve baskı yöntemleriyle ortaya çıkmasına yol açtı. Bu tutum ve yöntemler bugün çok daha fazla geliştirilmiş ve boyutlandırılmıştır.
Burjuvazi, bir yandan proletarya ile diğer emekçi kesimler üzerinde zor uygularken, öte yandan “ortak çıkarlar” ve “milli birlik” demagojisiyle sınıf ayrımlarını perdelemeye, kendi egemen sömürücü konumunu sürdürmeye, proletaryanın ücretli kölelik zincirleriyle bağlı kalmasını sağlamaya çalışmaktadır.
CEPHEDEN SALDIRININ YETERSİZ KALDIĞI YERDE SIZMA VE İÇERİDEN KUŞATMA ÇÖKERTME YOLU SEÇİLDİ:
Proletaryanın burjuvaziye karşı sınıf olarak çıkışı ve Marksizm’in kapitalist toplumu materyalist tahlille, çelişkilerini sergilemesi, bu çelişkiler nedeniyle önünde sonunda bir devrimle burjuva-kapitalist sistemin yıkılacağını ortaya koyması ve proletaryanın Kıta Avrupası’nda birbirini izleyen devrimci harekeden, 1830, 1848 ve bir dönüm noktası olarak Paris Komünü deneyi; burjuvazinin proletarya hareketine karşı karşı-devrimci mücadele yöntemlerini geliştirmesi ve genişletmesine yol açtı. Burjuvazi, artık salt karşıdan saldırarak değil, içeriden kuşatarak, çürüterek çökertmeyi gereksiniyordu. Alıklaştırma, saptırma ye satın alma amaçlı çok boyutlu bir plan çerçevesinde, burjuvazinin ekonomik-politik gücü harekete geçirildi. Proletaryanın toplumun diğer kesimleriyle ilişki içinde olması ve küçük burjuvazinin değişik katmanlarının proletaryanın saflarına katılması (itilmesi), burjuvazinin proletarya üzerinde etki yaratmasının olanaklarını daha da genişletmektedir. Ayrıca kapitalizmin üretim alanı ve işkolu düzeyinde dengesiz gelişmesi ve bizzat kapitalist sömürü, bir işçi aristokrasisi tabakasının yaratılmasını ve buna dayanılarak, proletarya üzerinde burjuva etkisinin geliştirilmesini olanaklı kılmaktadır. Proletarya-burjuvazi çelişkisinin ve işçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesinin gelişme sürecinde, özellikle de sınıfın kendi bilimi olan Marksizm’le buluşmasından itibaren, proletarya mücadelesini içten bölme ve zayıf düşürme çabaları yoğunluk kazandı. İşçi aristokrasisi ve sendika bürokrasisi, burjuvazi adına bu görevi üstlenirken, uluslararası burjuvazi, politik partileri aracılığıyla doğrudan proletarya ve emekçilere seslenerek onları çeşitli vaatlerle aldatıp sistem içinde tutmanın çabasını da artırdı.
Oportünizm, proletaryanın burjuvaziye ve kapitalizme karşı mücadelesini saptırma politikası olarak, sınıf hareketi içine, burjuvaziyle doğrudan ilişkili olan, küçük burjuva tabakaları, işçi aristokrasisi ve sendika bürokrasisi tarafından taşındı ve sınıf hareketinde tahribatlar yaratması sağlandı. İşçi sınıfının mücadelesinin bir ürünü olarak ortaya çıkan sınıfın mücadele ve örgütlenme merkezleri işlevi gören sendikaların, burjuva çizgiye çekilmesi, proletarya mücadelesini zayıflatmanın etkili bir yoluydu ve burjuvazi bunu bir olanak olarak değerlendirmeyi her zaman önemsedi. Burjuvazi, üretim araçlarının özel mülkiyetine ve artı-değer sömürüsüne dayanan kapitalist toplumun çelişkilerinin onu yıkıma sürüklediğinin bilinciyle hareket edip sistemini yaşatmak için ajanlarını proletarya saflarında mevzilendirirken, proletaryanın “kendisi için sınıf olma” bilincine varmasının, kendi sınıf ideolojisi olan ve proletaryanın devlet olarak örgütlenmesi yoluyla kapitalizmi, sınıfları ve sömürüyü tasfiye ederek insanlığı “altın çağa” taşımasının bilimi olan Marksizm’le birleşmesinin önünü kesmek için, “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” sloganında içerilmiş bulunan “ulvi” değerleri ayaklar altına alıp çiğnemekten ve zor yöntemlerini daha fazla devreye koymaktan da geri durmadı.
Burjuvazinin ve önce işçi sınıfı hareketi içindeki uzantılarının; proletaryanın, toplumun tüm ezilen ve sömürülen kesimlerini etrafında toplayarak devrime yürümesini engellemek amacıyla başvurdukları yöntemlerden biri de, bilinç bulanıklığı yaratmak, Marksizm’in sınıf mücadelesine ilişkin tezlerinin, kavramlarının, dahası tüm öngörülerinin etkisizleştirilmesi, ölü bir dogmaya dönüştürülerek burjuvazi için kabul edilebilir hale getirilmesidir. Burada daha çok “sol” maskeli liberal-burjuva aydın çevreleri, küçük burjuva “sosyalist”leri, burjuva “işçi partileri” ve sendika ağaları devreye girmektedir. Onların elbirliğiyle yaptıkları esas şey, “yeni dönemin özellikleri” demagojisiyle çağın değiştiği, sınıf mücadelesinin “tarihe karıştığı”, uyum ve uzlaşmanın zorunlu hale geldiği ve devrime “gerek kalmadığı” düşüncesini işçiler ve toplumun diğer kesimleri içerisinde etkili kılmaktadır. Üstelik bunu, “işçiler adına” ve tüm toplumun çıkarları için(!) yapmaktadırlar. “İşçiler adına” ve toplumun ezilen kesimlerinin saflarında burjuvazinin sınıf çıkarlarını ve kapitalizmin devamı için girişilen bu “cephe içi” saldırılar, işçi sınıfı ve emekçiler tarafından kavranmadığı sürece, mücadelenin önündeki barikatların yıkılması ve sınıf hareketinin sosyalizmle birleşmesi; sınıfın kendi partisinde örgütlenmesi, sınıf mücadelesinin ve devrimin yasalarının bilgisiyle donanması zordur. Bu çevreler, tarihsel, toplumsal ve sınıfsal gerçekleri çarpıtarak aktarmakta, olguları ve gelişmeleri örtmekte ve yığınları aldatma yoluyla burjuvaziye hizmet etmektedirler. Üzerinde birleştikleri ortak payda, sistem içi reformlar yoluyla çalışma ve yaşam koşullarının nispi iyileştirilmesinden öteye geçmeyen kapitalizm ve burjuva sınıf egemenliği savunuşudur. Örneğin, ülkede demokratik haklar gasp edilmiş ve koyu bir baskı sistemi mi sürüyor; onlar, burjuva parlamentosu ve hükümeti eliyle baskı yasalarının “yumuşatılmasını” esas alan bir “mücadele” çizgisini, işçilere “devrimci çizgi” olarak sunarlar. Azgın kapitalist sömürü, yığınların yoksullaşması ve aşırı üretim nedeniyle çıkmaza sürüklenmişse, işçilerden “devrim ve mücadele” adına kapitalistlerin durumunu gözetmelerini isterler. Emekçilerin özgürlük ve demokrasi talebiyle ayağa kalkmalarından duydukları ürküntüyü, “aman faşizm gelir, elimizdekini de alır” lafazanlığıyla örtmeye çalışırlar. Baskı altındaki ulusların ulusal hak eşitliği talebinin, işçi ve köylülerin emperyalizmden kurtuluşu mücadelesine genişlemesinin önüne geçer ve burjuva devlet kurumlarının işlemeye devam ettiği sistem içi “çözümleri” gerçek bir çözüm gibi göstererek, ezilen ulusun emekçilerini burjuva-emperyalist sisteme bağlamaya çalışırlar. Burjuva reformculuğunu işçi hareketine egemen kılmaya çalışan bu çevreler, işçi sınıfının bütün emekçi yığınların devrimci uyanışını sağlayarak, kendisiyle birlikte yığınları mücadele içerisinde eğitmek ve burjuva diktatörlüğüne karşı, devrimci kalkışmaya sürüklemek için içine girdiği süreci kesintiye uğratmak istemektedirler.
Oportünizm, burjuva uzlaşmacılığıdır, sınıf çelişkilerinin üstünün örtülmesi yoluyla devrimin yadsınması ve olanaksızlaştırılmasının politikasıdır. Proletarya ve emekçilerin sınıf düşmanlarının aklanması ve burjuva devletin devamı için yolun düzlenmesi uygulamasıdır. Oportünizm ve burjuva uzlaşmacılığı; örneğin, bunalım içindeki kapitalizmin ve Türkiye egemen sınıflarının “fedakârlık” çağrılarına “işçi cephesi”nden olumlu cevap vererek, mücadeleden geri durmadır; sınıfın sendikal örgütlerinin gasp edilmiş olmasının avantaj sayılıp, işçi-emekçi hareketinin burjuva devlet ve hükümete peşkeş çekilmesidir. Oportünizm ve reformculuk, sınıf adına sınıfın kurtuluş davasının, burjuva kanallarda boğulmasıdır. “Devrimci sendikacılık” demagojisiyle, işçi hareketini kapitalizme bağlarken, burjuva devletinin, emperyalist-kapitalist ve egemen ulus milliyetçiliğinin en bağnaz-ırkçı faşistlere taş çıkartan savunucularını, Ecevit ve partisini “emekten yana” gösterip, onları destekleme çağrısı yapmaktır.
Değişik gruplar içinde ve çeşitli nüanslarıyla burjuva akımlar, Türkiye’deki ve Kürt illerinde işçi-emekçi hareketini bozuşturup-yozlaştırmanın uğraşı içindedirler. Onun bir türü, işçi hareketinin zaaflarını fırsat sayarak, her grubun kendisine bir “güç” süsü vererek ve başkalarıyla “birleşme” pazarlığı yaparak, dar çerçevede bulanıklığı seven bir enkaz durumundadır; bir diğeri, düzenin bazı kurumlarına ve sistem savunucusu partilerden bazılarına dayanarak, aynı düzenin diğer bazı kurum ve güçlerine karşı “mücadele”den, işçiler ve emekçiler “yararına” sonuçlar elde etme çabasındadır. Kendisine, yurtsever, ulusal kurtuluşçu, devrimci ve sosyalist diyen bu türün temsilcileri, örneğin, kapitalizmi ve burjuva devleti, devletin temel kurumlarını savunduğundan kimsenin kuşku duymaması gereken C. Boyner’in, A. Menderes’in, Y. Bozkurt Özal’ın “ülkücü-milliyetçi” Yazıcıoğlu’nun, emperyalizm politikaları doğrultusunda, devletin ve hükümetin kimi politikalarına, yönelttikleri itirazdan hareketle, onları “demokrasi cephesi”nin güçleri ilan etmekte, “resmi ideolojiye” ve “statükoya” karşı(!) kesimler olarak kucaklamaktadırlar. Uluslararası burjuvazinin ve emperyalist gericiliğin farklı kesimlerinin çıkar çatışmaları ve politik çelişmelerine bağlanan bu politika, burjuvazi-proletarya çelişkisini gizlemekte, proletarya ve emekçileri, sistemin ve devletin savunucusu güçler ve partiler üzerinden, kapitalizme ve burjuva diktatörlüğüne bağlamaktadır.
“Sol” maskeli oportünizmin hareketi yozlaştırma-bozuşturma kapsamında başvurduğu yöntemlerden biri de, devrimci literatürün sıradan işçi ve emekçiler açısından içinden çıkılmaz hale getirilmesidir. “Sol” maskeli oportünizm, bir yandan sınıf mücadelesinin ve devrimin temel kavramlarının içeriğini boşaltır ve örneğin, işçi sınıfı yerine “çalışanlar sınıfı” gibi türemelere giderken, öte yandan uyduruk kavramları literatüre sokmak için çaba göstermektedir. “Çalışanlar partisi”, “halkın devleti” vb. kavramların bulanık içeriği gibi, son dönemlerde Kürt burjuva milliyetçi hareket tarafından “türetilip”, “sosyalist olma” iddiasındaki bir dizi küçük grupçuk tarafından da hararetle benimsenen “resmi ideoloji”, “kirli savaş” vb. kavramları da Marksist devrimci literatürü bozmaya yönelik girişimler saymak gerekir. “Resmi ideoloji” kavramının “mucidi”, “bilim adamı” olma iddiasındaki İsmail Beşikçi’dir. Beşikçi, toplumların sınıflara bölündüğünü ve her sınıfın bir ideolojisi bulunduğunu; insanlığın, kapitalizmin tarihinde proletarya ve burjuva ideolojisi dışında üçüncü bir ideoloji üretmediğini; burjuva devletin, burjuva kurum ve kuruluşların burjuva ideolojisini savunduğunu; işçi sınıfı ideolojisinin ise tarihin diyalektik materyalist yorumuna dayanan Marksizm olduğunu biliyordu. Ama o, devletin Kürt politikasını vurgulama gerekçesiyle ve Marksizm-Leninizm karşıtı politik çizgisi nedeniyle, “resmi ideoloji” kavramını tercih etti. Sonrasında bu kavram, özellikle Kürt burjuva milliyetçi yayın organlarında hemen her yazıda, makale veya haber-yorumlarda kullanılır oldu. Kuşkusuz bu kavramın bu tarz kullanılması, burjuva kurumlar ve burjuvazinin değişik kesimleri arasında ve sözde onlara denk düşen ideolojik tutumlar arasında tercih anlayışından kaynaklanmaktadır. Kullanıcılarına göre, resmi ideoloji devlet çizgisine ve “resmi olmayan” ise devlet dışı bir tür “kabul edilebilir ideoloji”ye denk düşmektedir. Bu kavram üzerinden “sivil toplumculuk” savunusunun da yolu açılmaktadır. Yüzeysel olarak ele alındığında, “resmi ideoloji” ya da örneğin “kirli savaş” kavramları bir ajitasyon vurgusu görünümü altında hoşgörüyle karşılanabilir görülse de, gerçekte bu gibi kavramlar sınıfın devrimci mücadele perspektifini bulanıklaştırmaya ve Marksist terminolojiyi tahrifata hizmet etmektedir. Bu kavramları kullananların, SHP, DYP, ANAP ve MHP’yi “resmi ideoloji”nin temsilcileri ve fakat Boyner’in, Yazıcıoğlu’nun, Bozkurt Özal’ın parti ve gruplarıyla Refah Partisi’ni “resmi ideoloji” karşıtları sayması ve ikincilerle ittifak arayışına girmesi, politik mücadelede burjuvazinin bir kesimiyle birleşmeyi ifade etmektedir. Gerçekte ise; ikincilerin de birinciler gibi devlete, onun kurumlarına ve sisteme sahip çıktıklarından kuşku duyulamaz. “Sivil ideoloji”(!) temsilcileri sayılan ikinci gruptakiler, Türkiye ve Kürt illerindeki gelişmeleri ve işçi-emekçi yığınların devlet ve burjuva partilerine güvensizlik duymalarından hareketle, siyasi özgürlükler ve Kürt sorununda “daha demokrat” bir görüntü vermelerinin “resmi ideoloji” savunucularının dışında ve “demokrasi cephesi” içinde görülmelerine yol açabilmektedir. Bu aynı anlayışın, bir süre önce “Kürt realitesi”ni tanıdıklarını ilan ederek, Kürt emekçilerini burjuva partileri aracılığıyla devlete bağlamayı hedefleyen Demirel-İnönü ikilisine de “şans tanımak”tan söz ettiği anımsanırsa, sorunun tesadüfî ya da geçici olmadığı daha iyi görülür. Burjuva ideolojinin “resmi ideoloji” karşıtları(!) tarafından benimsenip-savunulduğuna itiraz olmadığına göre, bunların, örneğin, burjuva devletini ve kapitalist özel mülkiyet sistemini savunup savunmadıklarına kuşkuyla bakılıyor ve en hafifinden, işçi sınıfına, emekçilere ve Kürt halkına sermaye ve devletin bu “demokrat” temsilcileriyle uzlaşma, işbirliği öneriyor demektir. Kısaca, militaristlere karşı sözde militarist olmayan “sivilciler”le aynı cephede birleşiliyor. Ve zaten Beşikçi, resmi ideolojinin “ordu ideolojisi” olduğunu söylüyor. Sanki ordu, MGK ve Genelkurmay, sermayeden bağımsız ya da sermayeye de karşı kurumlarmış veya sermayenin sivil temsilcileri, resmi temsilciler olamazmış gibi bir görünüm yaratılıyor. Sermayenin üniformalı ve üniformasız temsilcileri arasında var olduğu ileri sürülen bu “fark”, ilerici veya karşı-devrimci oluşun kıstası da sayılabiliyor.
Kuşkusuz burjuva ideolojisinin farklı politik biçimler içinde savunulması ve topluma şırınga edilmesi mümkündür ve burjuvazinin farklı politik grupları, reformist, faşist, dinci-gerici, liberal vb. politik partiler arasında, boyutları sınıf mücadelesinin yükselmesi ve çelişkilerin keskinleşmesine bağlı olan sert tartışmalar, silahlı çatışmalara varan çelişmeler meydana gelebilir. Bu gibi durumlarda devrimci tutum, burjuvazinin -günümüzde tekelci burjuvazinin- herhangi bir kesimini demokrat ilan edip onunla birleşme, ittifak yapma durumuna düşmeden tekelci burjuva gruplar arası çelişkilerden, onun sınıf egemenliğini yıkmak amacıyla yararlanmayı, devrimi ilerletecek çizgide yürümeyi gerektirir. Burjuva ideolojinin değişik politik renkleri ve burjuva siyasal-askeri güçler arasında ittifak gücü aramak ise, işbirlikçilik ve burjuvazinin yedeğine düşmeye götürür. Burjuva diktatörlüklerinde ordunun, devletin temel ve en gerici kurumu olması ve devletin politikasının belirlenmesinde birinci derecede rol oynaması gerçeğinden hareketle, Kürt sorununda sorumluluğu ya da “resmi ideoloji” denilen burjuva ideoloji savunuculuğunu orduyla sınırlamak, ordu dışı burjuva kurumları aklamaya da yol açmaktadır. Burjuva sınıf egemenliği koşullarında, topluma egemen olan burjuva ideolojidir ve o, militarist ya da “sivil” politik güçler tarafından, her noktasında topluma empoze edilmektedir. Bu, burjuva ideolojisine karşı mücadelenin hangi kapsamda yürütülmesi gerektiği konusunda da fikir vermektedir.
Oportünist tahrifatlar, yığınları aldatma ve hedef saptırma çabasındaki burjuva-emperyalist gericiliğe, cephe gerisinden verilmiş desteğin de ifadesi olabilmektedir. Yaygın olarak bilinen ve Kautsky’nin başını çektiği “sosyal yurtseverlik” ya da savaş gerekçesiyle “kendi” burjuvazisiyle birleşme örneğinin, salt tarihsel geçmişte kaldığını düşünmek doğru değildir. “Üç dünya”cılar, emperyalizm ve burjuvaziyle birleşme ve ittifakın teorisini savunmakla kalmayıp onu pratiğe de geçirdiler. Bugün de burjuvaziyle uzlaşmanın teorisine soyunup, burjuvazinin çeşitli bölükleri arasında ittifak arayışına çıkanlar az değil. İşbirliği ve uzlaşmacılık, sınıflar gerçeği göz ardı edilerek sınıfların üretim araçları karşısındaki durumları ve çıkar farklılıklarının üstü örtülerek ve çoğu kez “ülkenin” ya da “ulusun çıkarları” adına pratiğe geçirilmektedir. Bu, aynı zamanda burjuva gericiliğinin, sermaye cephesinin temsilcilerinin, kapitalist kölelik sistemini yaratmak amacıyla sürekli gündemde tuttuğu “uzlaşma” ve “milli birlik ve bütünlük” çağrılarının ezilen kitlesi içinde yankı bulmasına, “devrimcilik” ve “yurtseverlik” adına verilmiş bir desteğin de ifadesi olmaktadır. Bayram Meral’in, işçileri devlet ve burjuvazi yararına “fedakârlığa” çağırarak, toplusözleşme haklarının rafa kaldırılmasına imza atmasının ya da DİSK’in ve Kristal-İş yöneticilerinin, tekelci sermaye temsilcisi TİSK Genel Sekreteri Kubilay Atasayar’ı bile güldüren ve işçilerin % 50-70’inin “ev sahibi olduğu”, % 42’sinin son iki yılda “tasarruf yaptığı”, ev, araba vb. aldığı, % 91’inin verimlilik ve kalite artışı için sendika-işveren işbirliğini savunduğu ve % 76’sının sendikaların toplusözleşmelerde işverenlerin kâr-zarar bilançosunu gözetmelerini istedikleri iddiaları üzerinde oluşturulan sözde “araştırmaya” dayanarak, uzlaşma ve işbirliğine maddi dayanak aramalarının veya Kürt işçi ve emekçilerin iş-ekmek, toprak vb. sorunları bulunmadığı iddialarının birleşme noktası sınıf işbirliği ve burjuvaziye teslimiyettir. Sermayenin doğrudan temsilcileri “uzlaşma” çağrılarını faşist ve gerici zor uygulamasıyla dayatırken; sınıf ve halk “adına” hareket ettiklerini iddia eden reformcu, burjuva, küçük burjuva mihraklarla sendika ağaları, uzlaşıcı, işbirlikçi çizgilerini koşullarla, ülkenin ya da ulusun “içinde bulunduğu durum”la izah etmeye çalışmaktadırlar. Bir örnek olsun, işçi sınıfı ve emekçi halk yığınlarının sürekli yoksullaştığı, enflasyonun yüzde 100’lerden aşağı düşmediği, uygulanan ekonomik politika sonucu ’89’da 989 bin, ’90’da 1 milyon 154 bin, ’91’de 1 milyon 86 bin, ’92’de 992 bin, ’93’te 928 ve ’94’ün ilk altı ayında 700 bin kişinin işini kaybettiği, -bunların bir kısmının yeniden bir başka işe girdiği ve simit, bilet, tespih satıcılığı gibi işporta işi yaptığı düşünülebilir- satın alma gücünün yalnızca son bir yılda % 60 düştüğü koşullarda, birileri 100 kişilik bir “seçme” grup üzerinde yaptığı sözde araştırmaya dayanarak, “işçilerin artık kaybedecekleri şeyleri var” biçimindeki burjuva ideolojiyi ispatlamaya çalışmakta ve “işçi-işveren işbirliğinin” savunusuna dayanak aramaktadırlar. Örnekler çoğaltılabilir, ancak biz çarpıcı olması açısından farklı bir örnekle yetineceğiz. Örnek şu; son yıllardaki kapitalist bunalımın derinleşmesine koşut olarak, giderek yaygınlaşan rant, faiz, repo oyunları, vurgun, hırsızlık ve rüşvet olaylarının, kapitalist özel mülkiyet sisteminin ürünleri olduğu gerçeğinin üstünü örtmek amacıyla, burjuva parti sözcüleri ve tekelci basın-yayın organlarının temsilcileri, tamamen sahte ve hedef saptırıcı bir kampanya başlattılar. Tümü de işçi sınıfı ve emekçilerin sömürüsüne dayalı kapitalist pastadan pay alan bu vampirler takımı, üzerinde üredikleri kapitalist bataklığın saçtığı koku tüm toplumu boğmuşken, suçu açgözlü birkaç sivrisineğe yükleyerek, sözde “temiz toplum” yaratma iddiasıyla ortaya çıkmaktadırlar. Kapitalizmin ve burjuva diktatörlüğünün, reformcu, gerici, faşist, dinci-gerici, liberal vb. savunucularının tüm çabası, işçi sınıfının ve tüm emekçilerin, bu rüşvet, vurgun, hırsızlık ve soygunculuğun esas kaynağının kapitalizm olduğunu, kapitalizm ve artı-değer sömürüsü var olduğu sürece bunların da var olacağını, suçu birkaç “para delisi”ne yıkarak, görmelerini engellemeye yönelmiştir. Bu gerici ve hedef saptırıcı kampanyaya “ilerici”, “devrimci”, “sosyalist” iddiasındaki çevreler de katılmaktan geri durmamaktadırlar. “Temiz eller operasyonu” ve “temiz toplum” dilekleri, bu çevreler tarafından da dile getirilmektedir. Doğu Perinçek’in yaptığı gibi “temiz toplum” için mal varlığını açıklayanlar da eksik olmuyor.
SAVAŞIN “KİRLİSİ”, “TEMİZİ” DEĞİL; HAKLISI, HAKSIZI OLUR
Son yıllarda, özellikle, burjuvazi ve diktatörlüğün Kürt halkına karşı sürdürdüğü kanlı imha ve teslim alma eyleminden hareketle ve bu saldırı savaşında başvurulan yöntemler ve kullanılan araçlara bakarak, Kürt reformcu hareketin temsilcilerinden çeşitli, küçük burjuva devrimci gruplara kadar geniş bir çevre tarafından, bu saldırı savaşı “kirli savaş” olarak adlandırılmakta ve örneğin “kirli savaşa son” sloganı atılmaktadır. Yazımızın başında değindiğimiz gibi, bu, devrimci Marksist literatürün bozuşturulmasının bir diğer örneğidir ve aynı zamanda işçi sınıfı ve emekçilerin saflarında bilinç bulanıklığı ve kargaşaya zemin hazırlamaktadır. Modern kapitalist çağda, proletarya ile burjuvazi, sosyalizmle kapitalizm ve ezilen halklar ile emperyalizm arasında kıyasıya bir mücadele yaşanmaktadır. Ve gene, toprakların, hammadde kaynakları ve ucuz işgücü alanlarının ele geçirilmesi, paylaşımı ve yeniden paylaşımı için, emperyalist tekeller arasında güç ilişkilerine bağlı bir kavga sürmektedir.
Bütün bu güçler arasındaki ilişkilere, çelişki ve çatışmalara devrimci bakış açısı, sorunların, proletaryanın, emekçilerin ve ezilen ulusların çıkarları ve sömürüden kurtuluşları esas alınarak çözümünü, sorunların ortaya konulusunda bulanıklığa yer bırakmayan bir berraklığı, sınıf farklılıklarının üstünü örtmeyen açıklığı gerektirir.
“Kirli savaş” kavramı, bu berraklığa, açıklığa ve ezilenlerin kurtuluşu için zorunlu olan devrimci savaş gerekliliğine uygun düşmemektedir. Eğer “kirlilik” veya “temizlikten” söz edilecekse, emperyalistlerin, gericilerin, egemen sömürücü sınıfların, sermayenin, ezilen halklara, proletaryaya ve emekçilere karşı giriştiği her saldırının “kirli” araçlarla yürütüldüğünü ve örneğin “temiz savaş” diye bir savaş biçiminin olmadığını bilmekte fayda var. Savaşlar yürütüldükleri araçlar ve yöntemlerle değil, onlara yol açan, savaşa kaynaklık eden politikaya göre sınıflandırılırlar. “Devrimcilik” ya da “ulusal kurtuluşçu”luk adına savaşlardan söz edenler Lenin’in, “haklı”, “haksız” savaş ayrımını neye göre yaptığını ve Marksist devrimci literatürde “kirli”, “temiz” savaş tanımlamalarının yer almadığını biliyorlardır. Ama görülen o ki, burjuvazinin ve uluslararası emperyalizmin Marksizm’e ve sosyalizme karşı yürüttüğü çok yanlı saldırının etkileri, kendilerine “Marksist” diyen küçük burjuva devrimci “sosyalistleri de dâhil, geniş bir çevrede Marksist kavramların tahrifatına kadar uzanabilmiştir.
Haklı savaşlar, baskı ve sömürüye, emperyalist hegemonyaya ve sömürgeciliğe karşı verilen savaşlardır. Proletaryanın devrim, ezilen halkların kurtuluş savaşları haklı savaşlardır, baskı ve boyunduruk altında tutulan bir halkın ulusal özgürlük için yürüteceği savaş, hangi biçimde yürütülüyor olursa olsun haklı-devrimci bir savaştır. Buna karşı emperyalistlerin halkları boyunduruk altında tutmak için giriştikleri saldırı savaşları ve gene toprakların ve hammadde kaynaklarının paylaşımı politikasına dayanan emperyalistler arası savaşlar, burjuvazinin ve kapitalistlerin sosyalizme, sosyalist ülke ya da ülkelere (bugün böyle bir ülkenin olmayışı bir şeyi değiştirmez) açtıkları savaşlar, gerici, karşıdevrimci ve haksız savaşlardır. Haklı savaşlar desteklenir ve haksız savaşlara karşı çıkılır.
Oysa “kirli savaş” kavramı, savaşın taraflarını, savaşa kaynaklık eden politikayı, savaşın devrimci ya da karşı-devrimci oluşu vb.ni açıklamakta yetersiz kalmakta ve daha çok savaşın hangi araçlarla ve yöntemlerle yürütüldüğünü çağrıştırmaktadır. Savaşsız bir dünya için mücadele eden proletarya ve Marksistler, halkların değerlerinin talan edilmesine; doğa ve insan kaynaklarının kurutulmasına; köylerin, ormanların, hayvanların, tarlaların ve bahçelerin ateşe verilmesine; çocukların, kadınların, yaşlıların öldürülmesine, işkence ve zulme karşı mücadele etmişler ve etmektedirler. Ancak, emperyalizm, gericilik ve burjuvazinin, proletarya ve ezilen halklara karşı yürüttükleri saldırı savaşlarında bu yöntemlere başvurmadan savaştıkları da görülmemiştir. “Kirli savaş” kavramı, başka şeylerin yanı sıra, bunun mümkün olabileceği imajı yaratmaktadır. Bugün devrimci tutum, devletin Kürt halkına karşı yürüttüğü haksız saldın savaşına “dur” demekle sınırlı kalamaz; bu talep, Kürt halkının ulusal kaderini tayin hakkının (yanı sıra siyasal bakımdan bağımsız devlet kurma hakkının) tanınması, ulusların ve dillerin tam hak eşitliği talebiyle tamamlanmalıdır. Kuşkusuz olağanüstü halin kaldırılması, orduların geri çekilmesi, bölge valililiği ve koruculuk uygulamasına son verilmesi, tahrip edilen ve boşaltılan köylerin yeniden imar edilmesi ve köylülere tazminat ödenmesi, işkencecilerden, Kürt halkının kasaplarından hesap sorulması ve Kürt halkının kendi özgür iradesiyle siyasal statüsünü belirlemesinin önündeki faşist-gerici engel ve kurumların kaldırılması ulusal kaderin tayin hakkı temel talebine bağlı ve acil olarak gerçekleştirilmesi zorunlu taleplerdir. “Kirli savaşa son” sloganı ise ne bu savaşın Kürt halkı açısından anlamını açıklığa çıkarmaktadır, ne de bu taleplerin savunusunu içermektedir.
Emperyalistlerin ve burjuva faşist gericiliğin, işçi sınıfı ve ezilen halklara dayattığı tüm savaş yöntemleri “kirli”dir, çünkü onlar kapitalizm kaynaklıdır. Kıyıcılık ve kan dökücülük, burjuvazinin sınıf egemenliğini ayakta tutma ve sürdürme amacıyla ilişkilidir. Proletarya ve emekçiler de savaşları ve sömürüyü toplumsal kaynağı kapitalist-emperyalizmle birlikte ortadan kaldırmak için, savaş yöntemlerine başvuracak savaşlardır. Ama bu savaşı gerçek özgürlüğe, eşitliğe ve kardeşliğe, bunları olanaklı kılan sosyalist toplumun kuruluşu ve “herkesin yeteneğine, herkesin ihtiyacına” ilkesinin hayat bulduğu insanlığın altın çağı komünizme götürecek haklı bir savaştır ve örneğin bu savaşta “kan dökülmüş olması” onu kirletmez, “kirli” kılmaz.
Kasım 1994