Ülkenin birçok il ve ilçesinde örgütlenmeyi başararak önemli ilerlemeler kaydetmiş bulunan Emekçi Kadınlar Birliği’nde (EKB) ortaya çıkan sorunlar, geçtiğimiz ay bir saflaşmaya yol açtı. Bu saflaşmanın, birimlerdeki faaliyeti ve aşağıdan gelen kadın hareketinin merkezileşmesini temel alan bir anlayış ile kendini kadın hareketinin üzerine koyan, örgüt anlayışı ve pratiğiyle hareketi dergiler etrafında toplanmış dar bir kadınlar topluluğuna daraltmaya çalışan anlayış arasında olduğu söylenebilir. Fakat ülkemizde yaşanan her saflaşmada olduğu gibi, EKB’deki bu saflaşmada da, saflaşmanın temelindeki gerçek nedenler, koparılan kuru gürültüyle kaldırılan toz duman perdesi altına itilmeye ve tali sayılabilecek sorunlar ve spekülatif iddialar gerçek nedenler olarak gösterilmeye çalışıldı.
Amacımız, bu saflaşmayı bütün boyutlarıyla irdelemek değil. Bu yazı, faaliyette ortaya çıkmış şu ya da bu hatanın eleştirisinden çok, bu tutumlara kaynaklık eden genel anlayışı ele alacaktır. Ortaya konulan çizgi ve pratik, faaliyet içindeki kadınların eksik bilinç ve yaklaşımından kaynaklansaydı, bu yazı kuşkusuz gereksiz olurdu. Ama ortaya konan çizgi ve pratik, bu kadınların kendilerini adlarıyla tanımladıkları dergilerin çizgilerinin bir dile gelişi olduğu gibi, bu grupların anlayışlarıyla tam bir uyum göstermektedir. Bu bakımdan, bu eleştiri, doğrudan doğruya bu anlayışı onaylayan dergilerin eleştirisi sayılmalıdır.
EKB’DE NE OLDU?
EKB, yürütülen ön çalışmanın belirli bir olgunluğa kavuştuğu Temmuz 1993’te toplanan kurultayda Kurultay hazırlık komisyonlarının, EKB örgütlenme komisyonlarına dönüştürülmesiyle kuruldu. Başlangıçtaki örgütlenme yapısı açık tüzük hükümleriyle belirlenmemişti, organlar da dönemin ihtiyaçlarından doğmuş olmakla birlikte seçilmiş değildi. Bir bakıma, bu organların ve esas olarak da İstanbul Geçici Yürütme’nin çeşitli siyasi çevrelere bağlı kadınlardan oluştuğu ve faaliyete katılan siyasi çevreleri eşit oranda temsil ettiği söylenebilir. Kuşkusuz EKB’nin bu örgütlenmesinin sağlıklı bir örgütlenme tarzı olduğu söylenemez. Ama kadınların, ciddi bir deneyim olmadan ve bir miras devralmadan başlattıkları bu çalışmanın yeni olmasından kaynaklanan birçok hata hoş görülür türdendir. Zaten bir örgütün ilkeler manzumesi de, öngörülen ilke ve normların bir kalıp kesinliğiyle uygulanmasıyla değil, mücadelenin doğal seyri içinde, pratiğin ortaya çıkardığı sorunlara cevap teşkil edecek araçların genelleştirilmesiyle oluşur.
Kitleselleşmeyi, yöneldiği emekçi sınıf kesimlerini kucaklamayı temel hedef olarak belirlemiş bir örgütün, kendini çalışma tarzı, örgütlenme vb. yönlerden yenilemesi, kitleselleşmeyi bir hedef olmaktan çıkarıp bir gerçeklik haline getirmesi, uygun araçlar yaratması işin doğası gereğidir. İlerleyen süreçte, faaliyetindeki serpilmeyle birlikte ortaya çıkan durum EKB için bir dönemeç teşkil etmekteydi. EKB, o güne kadarki faaliyetiyle küçümsenemez mevziler edinmişti: Onlarca il ve ilçeye yayılmış bir örgütlenme, az çok istikrarlı bir yayın ve propaganda faaliyeti, açılmış sayısız kampanya… Böylece EKB, kadın hareketinin gündemini belirlemeye aday, fabrika, işyeri gibi birimler ile emekçi semtlerindeki kadınlara seslenebilen, bunların küçük bir bölümünü de olsa saflarına çekebilmiş, kamuoyunda kadınları temsil ettiği kabul görmüş bir örgüt durumuna gelmişti. Ama onun emekçi kadınlarla ilişkileri sınırlıydı ve belirli bir politik bilincin itkisiyle faaliyete katılmış kadınlar çoğunluktaydı. Bu durumda sorun kendisini şöylece ortaya koymaktaydı: EKB, ya her bir politik grubun kadınlara yönelik faaliyetlerinin aritmetik toplamı olan bir faaliyet yürüterek ve en fazla kendini yeni politik kadın gruplarıyla genişleterek gövdesini politik kadınların oluşturduğu, emekçi, kadın kitlelerinin ise kendisine kampanyalarla ulaşılan bir “dış unsur” rolüyle “onurlandırıldığı” politik kadınlardan müteşekkil dar bir örgüt olacak, ya da doğrudan doğruya birimlere ve semtlere dayanan ve bu alanlardaki faaliyetin, aşağıdan kabarışın üzerinde yükselen bir kitle örgütüne dönüşecekti.
Böylesi bir dönemece gelmiş olan EKB’de zaten var bulunan iki anlayış çatışma noktasına geldi. Dar kabuğun kırılarak faaliyetin kitleselleşmesini, fabrika, işyerleri ve semtlerdeki geniş kadın kitlelerine ulaşan ve bu alanlardaki birikimi kendi temeli kılan bir örgüte dönüşmeyi savunan kadınlar, bu doğrultuda ısrarcı önerilerde bulundular. Bu önerileri şöylece toparlamak mümkün: Kitlesellik esas alınmalı, yönetim, politik grupların temsili üzerinde değil, birim faaliyetlerinin temsili üzerinde yükselmeli, işleyiş demokratikleşmeli ve her kademeden organ EKB üyelerinin oyuyla seçilmeli.
Buna karşılık az sayıdaki kadını temsil etmekle birlikte Yürütme’de oy hakkına sahip olarak yer alan çeşitli siyasal dergi çevrelerinden oluşan bir grup icadın ise, var olan durumun daha da geriye götürülmesi anlamına gelen bir anlayışı dayattılar. Hazırladıkları “iç tüzük”te, EKB’nin bir bileşenler örgütü olduğunu, merkezi yürütmede ancak siyasi çevre ve kurumların (ve hem de sahip oldukları kitleye bakılmaksızın organlarda eşit olarak) temsil edilebileceğini savundular. İç Tüzüklerinde, komisyonların görevleri en ince noktasına kadar detaylandırıldığı halde bu organların nasıl oluşturulacağına dair bir madde yok. Seçim istemeyi de “fırsatçılık” olarak gördüklerine göre, seçilmemiş, yetkisini EKB kitlesinden değil grup yapılarından alan “birleşik demokratik” bir kadın örgütü hevesi içinde oldukları anlaşılıyor.
Bir kitle örgütünde çıkması kaçınılmaz şu ya da bu konuda değil, örgütün nasıl bir yönelime gireceğini belirleyen temel bir konuda ortaya çıkan bu görüş ayrılığının bir saflaşmaya yol açması kaçınılmazdır ve nitekim EKB’nin nereye gideceğine verilen farklı yanıtlar bir saflaşmayı da beraberinde getirmiştir. Şimdi herkes istediği yolda yürüyebilir! İsteyen, kendi dar gettosunda, kitleselleşmenin yaratacağı bin bir dertten amade mesut-mutlu bir dünya kurar. İsteyen, yöneldiği kitlelerle kucaklaşırken, bilinçli bir parçası olduğu bu geniş yığını dönüştürme kavgasının sarp patikasında ilerlemeye çalışır.
Spekülasyona yer kalmasın. Biz, birimlere dayanan bir çalışmayı esas alan kadınların bu hedeflerine bir anda varacağı gibi bir hayal taşımadığımız gibi, onların her türlü zaaftan arındığını da iddia etmekten uzağız. Dediğimiz şudur: Gerçekten yığınsal bir örgüt yaratmak için, bir yığın örgütüne giden yolun ve buna uygun araçların neler olduğunun bilincinde bir ufuk genişliğine sahip olmak, başlangıç için asgari bir koşuldur. Böylesi bir perspektife sahip insanların hedeflerine varmaları diğer öteki koşullar yüzünden mümkün olmayabilir ama düşünce planında bu anlayışı taşımayanların kitlesel bir örgüt yaratmaları sadece pratik bakımdan değil teorik bakımdan da imkânsızdır.
YIĞINLAR VE ÖNDERLER
Dergici kadınlar, EKB’yi bir “bileşenler örgütü” olarak tanımlarken kastettikleri nedir acaba? Kastedilen şudur: EKB, ya da EKB Merkez Yürütmesi, “çevre, kitle örgütü ve kurum temsilcileri”nden oluşacaktır, önemli olan bu temsilcilerin ne kadar üyeyi temsil ettiği değil, bir çevrenin temsilcisi sıfatıyla orada bulunmalarıdır. Kararlar, EKB kitlesinin oylarıyla değil, çevrelerin temsilcilerinin oylarıyla alınır. Üye çoğunluğunun oyuna dayanmayan ama katılımcı çevrelerin çoğunluğunun oyuna dayanan kararlar “demokratik ve meşrudur”. Yürütmedeki bir kişi bir çevreyi temsilen orda bulunduğu sürece, kitlenin onayı var mıdır yok mudur sorusu hatırlamadan oradaki yeri bakidir. Henüz belirli bir politik formasyona sahip olmayan kadınlar ya da kadın gruplarına gelince, elbette onlar da EKB içinde yer alabilirler ama tepedeki bileşen temsilcilerine tabi olmak koşuluyla.
Bir kitle örgütünün “bileşenler örgütü” olarak tanımlanması, politik bir hareketin temsilcisi olmanın o kişiye, kitlelerin iradesine başvurmaksızın, yönetimde kalma hakkı verdiğinin düşünülmesi, küçük burjuva önderlik anlayışının en yalın dile gelişidir. Bu anlayış, görünüşte pek “sıkı” bir devrimcilik zırhına bürünmüştür. Elit “solcu”ya dayanır; o kişi politikayı temel uğraş edinmiş kişidir, bilinçlidir, en iyisini bilir; eğer bilinçsiz kitlenin iradesi esas alınırsa, kitle bilinçsizliğinden ötürü yanlışı seçebilir, yanlış karara parmak kaldırabilir; biz onlar için en iyisine karar veririz, onlar da ne kadar bilinçli devrimciler olduğumuzu görerek bize onay verir… Gerçekte koftur, kitlelerden korkmanın, kitleye tepeden bakmanın, kitleler adına ama kitlelerin dışında karar vermenin bir ifadesidir. Köklü bir anlayıştır ve kökü TKP ve Kemalist solculuktadır. Öteden beri varolan üst tabaka solculuk anlayışı, politikayı ve özellikle yönetmeyi seçkin, öncü tabakanın işi olarak görür. Kitleler ise, tıpkı burjuva politikada olduğu gibi yönetilmesi gereken bir kalabalıktır, onlarsız da olmayacağına göre, kitleler devrimin bir çeşit dolgu maddesidir. Fakat söylemek gerekir ki, bizim yeni küçük burjuva önderlikçilerimiz, TKP’nin bu çizgi ve pratiğinin ayırtında değillerdir ve kötü niyetle bu yola sapmamalardır; onlar yalnızca önlerinde uzanan çiğnenmiş bir patikada sorgulamaksızın yürüme alışkanlığının kurbanıdırlar. Ama iyi niyet, girilen yolun zararlarını telafi edemez.
Bu konuya Özgürlük Dünyası’nın 62. sayısında yer alan “Proletarya ve Önderlik Sorunu” başlıklı yazıda ayrıntılarıyla değinildiği için özetleyerek geçiyoruz. Burjuva dünyadaki yöneten-yönetilen katı işbölümüne karşılık, sosyalist dünyada yığınlar yönetime aktif olarak katılırlar; süreç, yönetilenin aynı zamanda yönettiği ve yöneten-yönetilen ikiliğinin ortadan kalktığı bir tarihsel anda sonuçlanır. Ama proleterler ve emekçiler, yönetme sanatını, iktidara geldikten sonra değil, burjuvaziye karşı savaş içinde öğrenirler. Bu bakımdan devrimci eylem süreci, yönetme beceri ve alışkanlığının kazanıldığı bir okuldur aynı zamanda; ancak böyle bir süreçte ezilen sınıflar kendi geleceklerini kendi ellerine alabilirler ve kurtuluşları kendi eserleri olabilir. Ama yığınların yönetim süreçlerinin dışına itildiği ve “sosyalist” tarzda alıklaştırıldığı, iyi ve kötü yöneticiler arasında tercih yapmaya zorlandığı durumda, bugün burjuva yönetimi benimsedikleri gibi “sosyalist” yönetimi benimserler. Sosyalist ülkelerdeki yozlaşmanın bir nedeni de, kararların bütünüyle kitlelerin dışında, bürokratik bir tabaka tarafından alınması suretiyle yığınların yönetimden yalıtılması değil midir? Bunun da bilinçli bir katılım değil, bir tabiiyet durumu olduğu açıktır.
Kuşku yok ki, kitlelerin dışında özel bir tabaka değil, sınıfın bilinçli bir parçası olan komünist partisinin sınıfın önderi olduğu gerçeği bu anlatılanlarla çelişmez. Parti, önderliğini, sahip olduğu teoriyi, politika ve taktikleri zorlu bir süreçte yığınlara mal ederek gerçekleştirir. Onun hedefi özel türde yöneticilere ihtiyaç bulunmayan koşulların yaratılmasıdır. O, bütün bir kapitalizme karşı mücadele süreci boyunca, sınıfın, fethedeceği iktidarı yönetebilecek bir yetkinliğe kavuşması yönünde uğraş verir. Yığınlar, partinin önderliğini kendi öz tecrübeleriyle bilince çıkararak kabullenirler. Ama komünistler, sırf komünist oldukları için bu hakkı talep etmezler; aksine sezgileri, uzak görüşlülükleri, en çapraşık durumda nasıl davranılacağını bilme becerisi, onları sınıfın gözünde önder durumuna getirir. Pratik hayatta da böyle değil midir? Her hareket, içinden önderler çıkararak ilerler. Ama bu önderler, Sırf siyasi grupları temsil ettikleri için önder olmuş değillerdir. Önderlik, kimseye doğuştan bahşedilmiş bir hak olmadığı gibi, bir siyasi grup için gösterilmiş yararlıkların karşılığında kazanılmış bir ayrıcalık da değildir. Önderlik için, bir siyasi grubun tescil belgesine sahip olmak yetmez, yığınların okulunda da başarıyla sınav vermek gerekir. Bu bakımdan önderlik iddiası taşıyanlar, her şeyden önce kitlelere gitmelidir. Yığın hareketi, içindeki her türden insanı sınayarak, gerçekten bu vasıflara sahip olanları öne çıkararak, sahte önderleri ise yıkıp geçerek hükmünü verecektir. Bu arkadaşların her biri, yetenekli ve uzak görüşlü önderler olduklarını iddia edebilirler. Ne denebilir ki, belki de öyledir. O zaman yığınlar önünde sınav vermekten, onların onayını almaktan kaçmamaları gerekir.
Uzatmayalım. Bir yandan EKB’yi kitlesel, demokratik bir kadın örgütü olarak tanımlarken, bir yandan da örgütlerinin onaylarını arkalarına almış olmanın kasıntısıyla, kendilerini yığınlara dayatmanın, ne kitle örgütünün iç işleyişiyle ve dolayısıyla ne de demokratiklikle uzak yakın bir alakası yoktur. Kitle örgütlerinin demokratikliği üzerine bir kamyon dolusu laf eden, daha da fazlası demokrasi kelimesi olmaksızın kitle örgütlerini telaffuz etmeyen (demokratik kitle örgütü!) bu gruplar, bir kitle örgütünün sahip olması gereken asgari demokratik işleyişi “devrimci grup” olmanın ayrıcalığıyla çiğniyorlar. Bu tarz bir örgüt anlayışından, kendilerine tabi olan, sindirilmiş, inisiyatifleri kırılmış küçük bir taraftar kitlesinden oluşmuş bir örgüt çıkar, başka türlü her şey çıkar ama bir kitle örgütü çıkmaz. Kısaca, bu anlayışla, bir örgüt, hiç bir zaman kitle örgütü olmaya hak kazanamaz; yığınların kitlesel olarak içinde yer aldığı bir örgütte ise, böyle bir anlayış hiç bir zaman hâkimiyet kuramaz.
“DEMOKRATİK ÇOĞUNLUK” YA DA ŞEFLER KOALİSYONU
Bu anlatılanlara karşılık, EKB’nin, mevcut durumuyla, zaten çeşitli siyasal çevrelere mensup kadınlardan oluştuğu, bu durumda EKB’de yer alan siyasal grupların temsilcilerinden oluşan bir yürütme tarafından yönetilmesinin doğal olduğu ve eleştirilerimizin gerçek duruma uymadığı söylenebilir. EKB’nin, çoğunlukla belirli bir politik eğilime sahip kadınlardan oluştuğu ve hâlihazırda örgütsüz yığınlara ulaşmada henüz işin başında olduğu doğrudur. Ama bu, durumu muhafaza edecek, hatta olduğu yerden daha da darlaşmaya’ doğru götürecek bir anlayışın teorize edilmesinin gerekçesi olamaz. Eğer kitleselleşmek istiyorsanız, sizi o noktaya taşıyacak normlara ve araçlara sahip olmak zorundasınız; bu birincisi. EKB kitlesinin politik tercihi olan insanlardan oluşması, onların iradesinin seçkin bir tabakaya tabi kılınmasını gerektirmez. Politik olmak, belirli bir politik yapının disiplinine bağlı olmak, onların sürü anlayışıyla yönetilmesini gerektirmez; bu da ikincisi.
EKB’nin genişlemek diye bir sorunu olmasa bile, tüm üyeler yönetimde yer alan mevcut grupların mensupları olsalar bile, dergiciler, bir kez daha baltayı taşa vurmaktan kurtulmuş olmuyorlar. İttifaklar anlayışına gelmiş bulunuyoruz. Yani dillerde pelesenk olmuş şu “ortaklık” ve “demokratik çoğunluk”a!
Saflaşmadan sonra, içlerinde devrimci komünist kadınların da bulunduğu ve esas olarak faaliyet alanlarında etkili kadınları, EKB’ye haksız ve fırsatçı bir şekilde sahip çıkmakla suçlayan dergici kadınlar, EKB’nin meşru temsilcilerinin kendileri olduğunu söylerken, iddialarım şu gerekçelere dayandırıyorlar: EKB, bileşenler örgütüdür ve sekiz bileşenden oluşuyor (sayı az ya da çok önemli değil!), biz yedi çevrenin temsilcileri olduğumuz için “demokratik çoğunluğa” sahibiz. Diğer grup ise tek bir çevreden oluşmasına rağmen “fırsatçı” bir şekilde seçimi dayattı, “yandaşlarının çoğunluğuna” güvenerek EKB’yi ele geçirmeye çalıştı. 17 Eylül tarihli Emeğin Bayrağı’nda yer alan röportajda, aynen böyle söylüyorlar.
Hemen söyleyelim ki, belirli bir politik eğilime sahip insanlar, bir kitle örgütüne girerken, politik kimliklerinden arınmış olmazlar. Politik grupların bir kitle örgütü içinde çeşitli ittifaklara girmeleri, ortak listelerle seçime katılmaları (atanmaları değil!) onların en doğal hakkıdır, tabii, politik tercihi olan bir üyenin, bu niteliğinden dolayı diğer üyelerden farklı, ayrıcalıklı bir konum elde edemeyeceğini unutmadan.
Pek çok sınıfın, siyasal parti ve grubun içinde yer aldığı karmaşık bir süreç olan sınıflar mücadelesi, devrimci bir partinin, bir dizi örgütle taktik ya da stratejik birlikler kurmasını gündeme getirebilir. Emekçi sınıfların değişik siyasal grupların çevresinde kümelendiği durumda, kitleleri sermayeye karşı mücadeleye çekmek ve mücadele cephesini genişletmek amacıyla, bu kitlelerin içinde yer aldığı parti ya da gruplarla ittifaklara girmek zorunlu olabilir. Amaç, değişik yoğunluklara dağılmış yığınların enerjisini ortak bir kanala akıtmaktır. Bu bakımdan siyasal birlikler, yığınları birleştirmeye hizmet ettikleri ölçüde gerekli ve zorunludur. Ama bu koşul gözetilmeksizin birliklere girmek, başka türden özlemleri tatmin edebilir ama hiç bir şekilde devrim davasına yarar sağlamaz. Siyasal gruplar arası birlik kendi başına bir amaç olamaz. Çünkü her bir grubu diğer parti ve gruplar ve yığınlar nezdinde meşru kılan, programı, projeleri değil, sahip olduğu güç, harekete geçirebildiği yığınlardır. Kuşkusuz o, gücünü aynı zamanda doğru çizgisinden de alır ama yığınlarla kaynaşmadığı, “maddi silahına” kavuşmadığı sürece, doğru çizgi, belki güzel ama sınıflar mücadelesi süreci bakımından etkisiz bir sözcük yığınıdır. “Teori yığınları kavradığında maddi bir güce dönüşür” ancak.
Yığınları birleştirmeye hizmet etmeyen, siyasi gruplarla birleşmeyi kendi başına amaç gören her ortaklık, yığınların değil grupların ihtiyaçlarının giderilmesi amacı taşır, bunun adı olsa olsa “şefler koalisyonu” olur. Ama Türkiye sol hareketinin yakın tarihine şöyle bir baktığımızda karşımıza bu türden sayısızca birlik çıkar. Şimdilerde ise, bunun bir salgına dönüştüğünü söyleyebiliriz. Görülüyor ki, güçten düşmüş gruplar, birliğin kerametiyle ayağa kalkmaya; itildikleri tecrit çukurundan bir güçsüzler koalisyonuyla çıkmaya çalışıyorlar. Yığınlarla kayda değer bir bağları olmadığı için, yığınları birleştirme perspektifini de bir kenara atıyorlar, en iyi niyetli yorumla “birlikle güçlendikten sonra” yığınlara gitmeyi kuruyorlar kafalarında.
EKB’de yaşanan da pek farklı değil. Yedi çevre ortaklığı, EKB’nin kitleselleşmesi denilince, örgütsüz milyonlarca kadını değil, şu anda EKB dışında bulunan politik, grupların kadın taraftarlarım hatırlıyorlar. Yığınlar içinde bir güç ve etkiye sahip olmayan grupların ortaklığını sağlamış olmayı, her derde deva görüyorlar. Burada da durmayarak pratik mücadelede çok farklı ağırlıklara sahip gruplara eşit temsil hakkı veriyorlar. Yani dört tane kadını temsil eden bir temsilci, yüz kadını temsil eden bir temsilciyle eşitleniyor. Faaliyet içindeki kitlelerin çoğunluğunu temsil eden “bir grubu”, çok az sayıda kadını temsil eden “yedi grubun” oyuyla “demokratik bir yenilgiye” uğratıyorlar. “Fırsatçı bir şekilde” “yandaş çoğunluğuna güvenerek” seçim isteyen ve bu yolla yönetimi “bir grubun tekeline almaya” çalışan kadınlara bu fırsatı tanımıyor ve onları “dıştalıyorlar”. İnciler Çok. Daha fazlası için 17 Eylül tarihli Emeğin Bayrağı’na bakılabilir. Anlaşılıyor ki, EKB’yi “bir grubun tekeline almaya çalışmak”la suçlanan grup, eğer bir seçime gidilse imiş, geçici yürütmeyi ele geçirebilirmiş. Hem bunu itiraf etmek, hem de “demokratik çoğunluk”tan söz etmek ne kadar uyar, varın siz karar verin!
Ortaklık üzerine son bir sözle bölümü kapatalım. Gruplar, ortaklık masasına, sahip oldukları kitlenin desteğini arkalarına alarak otururlar Kimse, bir diğerine, ona olan özel hayranlığından dolayı kürsü vermez. Bu tarihte de hep böyle olmuştur, bugün de böyledir; kitle örgütlerinde de böyledir, siyasi cepheleşmelerde de böyle. 1917 Şubatı sonrasında, son derece demokratik bir oltamda gerçekleşen Sovyet seçimlerini hatırlayın. Orada bin-bir çeşit örgütün eşit temsili değil, siyasal partilerin aldıkları oy oranında temsili esas alınmıştı. Onu hatırlamıyorsanız, sendikalarda ve kitle örgütlerinde kitlelerin desteği olmaksızın kimsenin yönetime seçilemediğini hatırlayın. Kuşkusuz, sizin de, gerçekleşmiş (Türkiye pratiğine özgü) grupların eşit oya sahip oldukları birlikleri hatırlatma hakkınız var. Ama ne talihsizlik ki, bunlar büyük çoğunlukla iç cebelleşmelerle yıkılmıştır. Eğer yaşayanı varsa da, yığınları birleştirmeye hizmet etmemişlerdir ya da eşitlerin birliği gibi görünen bu yapılar, gerçekte güçsüzün güçlü olana tabi olduğu çarpık bir birlik olarak yaşanmışlardır. Mücadele alanında eşit olmayan, ortaklık ilişkileri alanında da eşit olamaz!
“Sol” gruplar, kendi içlerine kapanır ve milyonları ilgilendiren sorunları, küçük örgütlerinin “devrimci” çatısı altında çözmeye koyulurlarsa, var oldukları noktadan daha da geriye savrularak yığın hareketine yabancı şaşkınlara dönerler. Girdikleri ortaklık da, onları, bu büyük yabancılaşmadan kurtaramaz. Bitmez tükenmez tartışmalarla vakit öldürürler, bir bildirinin bir satırı için değerli saatlerini heba ederler ve bu çetin cebelleşmenin sonunda, eğer bakmaya fırsatları olursa, başladıkları yerde saydıklarını görürler. Öneri şudur: Kendinizi, yığın hareketinin denetimine verin, hep bir şeyler öğretmek kaygısından bir nebze ol sun kurtulup sonsuz deneyleriyle son derece öğretici olan yığın pratiğinden bir şeyler öğrenmeye çalışın. Çünkü sınıf mücadelesi pratiği alanı, en az, bin bir zahmetle inşa ettiğiniz projeler kadar öğreticidir.
Ekim 1994