LOCARNO’DAN SALDIRMAZLIK PAKTI’NA DİPLOMASİ SAVAŞI

İçinde yaşadığımız aylar; İkinci Dünya Savaşanın en önemli olayları sayılan Normandiya Çıkartması, Nazi-Sovyet Saldırmazlık Paktı, Faşist Almanya’nın sosyalist Sovyetler Birliği’ne saldırısının yıldönümü olma özelliği taşıyor. Bu üç olaydan özellikle Normandiya Çıkartması ve Nazi Almanyası ile Sovyetler Birliği arasında yapılan saldırmazlık antlaşması emperyalist burjuvazi ve medyası tarafından üzerinde en fazla spekülasyon yapılan ve sosyalizme saldın malzemesi olarak kullanılan konular arasında yer alıyor. Normandiya Çıkartması, yıllardan beri faşist Almanya’nın yenilgiye uğratılmasında belirleyici ve en büyük darbe olarak yansıtılırken, Nazi-Sovyet Saldırmazlık Paktı antlaşması konusunda hayali birçok belge yayınlanır ve İkinci Dünya Savaşı’na yol açan bir antlaşma olarak yansıtılır. Bu antlaşma ile Hitler ve Stalin’in Avrupa’yı nasıl paylaştıkları üzerine hayali haritalar “ele geçen gizli belgeler” olarak Batı medyasının önemli dergilerinde yayınlanır.

ANTLAŞMA ÖNCESİ İKİ KUTUP ARASI DİPLOMASİ SAVAŞI
Birinci Emperyalist Savaşla yenilgiye uğrayarak paylaşım sofrasından ayrılmak zorunda kalan Alman tekelci burjuvazisi, emperyalistler arasındaki eski yerini almanın yolunu Nazi Partisi’ni iktidara getirerek bulmuştu. Ülkede kurulan faşizmle birlikte içerideki bütün muhalefet odakları ezilmiş, Nazi Partisi dışındaki bütün partiler kapatılarak binlerce komünist, ilerici ve demokrat toplama kamplarına doldurularak yok ediliyordu. Ülkede, “siyasal istikrarı” sağlayan Alman burjuvazisi, gözünü çok geç kaldığı dünyanın paylaşılmasına dikebilirdi. Fakat artık dünyada sömürgeciliğin eline geçmeyen tek bir toprak parçası kalmamıştı ve bunların elde edilmesi başka emperyalist güçler ile hesaplaşmadan mümkün değildi. Üstelik Birinci Emperyalist Savaş’ta ayaklarına takılan Versailles zinciri, Alman burjuvazisinin, bu amaçlarını gerçekleştirmesine engel oluyordu. Önce önündeki bu engelden kurtulması gerekiyordu. Birinci Emperyalist Savaş’ın galipleri ile Almanya arasında yapılan Versailles Antlaşması, bu galibiyetin meyvelerinin galipler lehine paylaştırılmasını sağlarken, aslında yeni büyük bir savaşın da haberciliğini yapıyordu.
Birinci Emperyalist Savaş’ın sonunda dünyada büyük bir değişiklik daha olmuştu. Tarihin ilk sosyalist devleti olan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği kurularak, dünyanın altıda biri sosyalizm altında yaşamaya başlamıştı. Genç Sovyet Cumhuriyeti, kendisini yıkmak isteyen emperyalistler ve onların yerli işbirlikçilerinin planlarını uzun süren bir iç savaştan geçerek bozduktan sonra, Stalin’in önderliğinde sosyalizmin inşasına girişmişti. Dünyanın bu ilk sosyalist devleti, dört bir yanı kendisini yıkmak isteyen emperyalist devletler ile çevrili olarak sosyalizmi inşa etmeye başlamıştı. Bu inşanın gerçekleştirilmesinin, bu ilk sosyalist devletin yaşaması açısından büyük bir önemi vardı. Çünkü SBKP ve onun önderi Stalin açısından, bir emperyalist savaş er geç patlayacaktı ve genç Sovyet Cumhuriyeti bu savaşın hedefleri arasında olacaktı. Hele Almanya ve İtalya’da kurulan faşist partiler, en önemli amaçlarını, komünizmi dünyadan silip atmak olarak belirledikten sonra, bu kaçınılmazdı. Stalin ikinci bir emperyalist savaşın kaçınılmaz olduğunu, daha 1925’te Locarno Antlaşması ile ilgili yazdığı bir yazıda açık olarak dile getirmişti. Locarno, aynı zamanda, Sovyetlere karşı girişilecek bir haçlı savaşının ilk belgesiydi. Ve antlaşma esas olarak “Batı Avrupa uygarlığını tehdit eden Bolşevizm’e” karşı, Avrupa’nın emperyalist ülkelerinin aralarındaki çelişkileri gidererek, bu tehlikeye karşı birleştikleri bir platform oldu. Ama Locarno ile çelişkiler azalmak yerine daha da arttı. İsviçre’nin Locarno şehrinde 1925’te yapılan antlaşmaya İngiltere, Fransa, Almanya, Belçika ve İtalya dışişleri bakanları katıldı.   Almanya, Versailles’ten bu yana ilk defa Alman sorunu üzerine yapılan bir konferansa suçlanan taraf olarak değil, önceki düşmanları ile aynı haklara sahip bir devlet olarak katılıyordu. Amaçlanan ise, Sovyetler Birliği’ne karşı bütün Avrupa devletlerinin birliğini sağlamaktı. Bu yüzden aralarındaki sorunların “halledilmesi” gerekiyordu. Yeniden güçlenmeye çalışan Alman burjuvazisi ise, diğer emperyalist devletlerin de korkulu rüyası olan Bolşevik tehdidinden yararlanarak Versailles’le önüne konan bazı engelleri kaldırmaya çalışıyordu. Alman Dışişleri Bakanı Streseman’ın Locarno’da söyledikleri bu durumu çok açık olarak gösteriyordu. “Almanya SSCB’ne karşı girişilecek bir eylemde rol alacaksa, büyük bir orduya ihtiyacı var. 100.000 güçlü Reichwehr bu amaç için yetersizdir.” (20. Yüzyıl Tarihi. V. M. Turok, Locarno, s. 573) Çünkü Versailles Antlaşması ile Almanya’nın silahlı gücü 100 bin kişi ile sınırlandırılmıştı. Dün, Almanya ile büyük bir savaş yaşayan Fransa, İngiltere ve diğer Avrupa devletleri, sosyalizm tehlikesi karşısında Alman savaş makinesini, genç Sovyet Cumhuriyetine karşı kullanmak için tekrar diriltiyorlardı. Bu arada Sovyetler Birliği de emperyalistler arasındaki çelişkilerden, o güne kadar, sürekli yararlanmıştı. Almanya ile diğer emperyalist burjuvaziler arasındaki çelişkilerden yararlanan Bolşevik Partisi, Almanya ile 1918’de Brest-Litowsk barışını yapmış, hatta bazı Alman subayları Kızıl Ordu’nun kurulmasında eğitmen olarak görev yapmışlardı. Bu durum, diğer emperyalist burjuvazileri rahatsız ediyordu. Bu tutumla birlikte Sovyetler Birliği’ne karşı savaş ve ona karşı kurulacak blok, konferans kayıtlarına açık bir şekilde yansımıştı. Fransa Dışişleri Bakanı Briand, Alman delegasyonuna hitap ederken şöyle diyordu: “Seçmek gereklidir. Bir ayağınız Cemiyet-i Akvam’da, öteki ayağınız ise aynı zamanda Cemiyet’e düşman bir kampın içinde olamaz… Bay Stresemann, Sovyetlerin açması muhtemel bir savaşın getireceği tehlikeleri ve bunun bizi nerelere götüreceğini bilmek zorundadır. Almanya, Batı uygarlığının yıkılışını kolları bağlı seyredebilir mi?” (a.g.e. s. 573) Böylece Hitler’in iktidara gelişinden çok önce, daha 1925’te Batı burjuvazilerinin izleyeceği çizgi belli olmuştu: Alman burjuvazisini Sovyetler Birliği’ne yöneltmek… Böylece hem komünizm belası def edilecek, hem de Alman tekelci burjuvazisinin istekleri karşılanarak “bir iç çatışmadan” kurtulunacaktı. Locarno’dan, İkinci Dünya Savaşı’na kadar bütün diplomatik manevraların temel hedefi bu olmuştur. Locar-no ile, Almanya, tekrar Avrupa topluluğuna dahil edilmiş, batı sınırları değişmez hale getirilmiş, ve en önemlisi Alman burjuvazisi, Versailles’de kurulan sistemi sarsarak Almanya’nın yayılmasının koşullarını hazırlamıştı. Locarno imzalandıktan sonra, zamanın medyası bu antlaşmayı Avrupa’da savaş tehlikesini kesinlikle uzaklaştıran bir belge olarak yansıtmıştı. Oysa Stalin’in şu sözleri ikinci bir savaşın çatışma noktalarını kesinlikle gösteriyordu: “Almanya’nın, Silezya ve Danzing’i; Ukrayna’nın, Galiçya ve Batı Volhynia’yi; Belorusya’nın, batı bölümlerini; Litvanya’nın ise Vilno’yu kaybetmesini tasdik eden Locarno’nun akıbeti… Fransa’nın Alsas Loren’i kaybetmesine yol açan… eski Fransız-Alman antlaşmasından farklı olmayacaktır… Locarno, yeni bir Avrupa savaşı tehlikesiyle yüklüdür.” Aynı yıllarda Troçki’nin, gelecekteki bir savaşın Amerika ile İngiltere arasında olacağını söylediğini düşünürsek, bunun ne kadar büyük bir öngörü olduğunu görürüz. (Isaac Deutscher, Stalin Biyografisi, cilt II, s. 169) sosyalizme karşı bir barikat kurmak için Alman tekelci burjuvazisine karşı tavizler veren Locarno Antlaşması, daha sonra yapılan Münih Antlaşması’nın da yolunu açtı. Locarno, bir bakıma Münih Antlaşması’nın bir ön taslağı sayılabilir. Ancak Alman tekelci burjuvazisinin istekleri diğer emperyalist devletlerin ona verdiği tavizlerle tatmin olacak türden değildi.
Alman burjuvazisine verilen tavizler, Locarno ile başladı, otuzlu yıllardan sonra gelişen olaylar ile daha da belirginleşti. Çünkü emperyalistler açısından, Churchill’in de çok iyi ifade ettiği gibi, “bir tercih yapılacaksa faşizm tercih” edilecekti. Bu durum, İspanya İç Savaşı’nda saldırıya uğrayan İspanyol Cumhuriyeti’ne karşı takınılan tavırda açık olarak ortaya çıkmıştı. Şubat 1936’da İspanya’da, halk cephesi güçleri, yapılan seçimlerde büyük bir başarı elde ederek hükümeti kuruyorlardı. 18 Temmuz 1936’da ise, arkasında faşist Almanya ve İtalya’nın olduğu bir askeri darbe girişimi gerçekleşiyordu. Bu askeri darbe girişimi, başlangıçta bastırılmış, ayaklanmalar birçok yerde yenilgiye uğratılmıştı. Ayaklananların başlangıçtaki önderi General Sanjurjo öldürülmüş, Falanjistlerin önderlerinin birçoğu ya kurşuna dizilmiş ya da hapse atılmıştı. Ancak Cebelitarık’ı aşarak Endülüs’e giren General Franco önderliğindeki orduya ve diğer generallere Mussolini ve Hitler açık bir destek vermişlerdi. Hitler, uçak ve asker yollayarak Franco’nun Afrika ordusunun Cebelitarık’ı geçmesini sağladı. Bu savaşta Franco’nun yanında elli Alman ve üç yüz bin’e yakın İtalyan askeri savaştı. Ayrıca Almanya’nın İkinci Dünya Savaşı’nda kullanacağı bütün modern silahlar bu savaşta denenerek binlerce insan öldürüldü. Guernica, Alman savaş uçakları tarafından yerle bir edilerek binlerce sivil öldürüldü.
Generaller, dönemin bütün faşist devletlerinden; Portekiz’in Salazar’ından, İtalya’nın Mussolini’sinden ve Hitler’den, hatta Amerikan petrol şirketi Texas Oil Company’den destek alırken, İspanyol Hükümeti, SSCB ve dünyadaki komünist partiler dışında hiç bir devletten destek almadı. Fransa ile İspanyol hükümeti arasında bir yardım antlaşması olduğu halde Fransa hiçbir yardımda bulunmadığı gibi faşist devletlerin buna uymayacağını bildiği halde Avrupa devletlerini ispanya’ya yardım etmemeye çağırdı. Bu çağrıyı İngiltere de destekleyince zaten çok az olan yardım tümüyle kesildi. Bu, İspanya’yı faşizmin eline terk etmek demekti. Ve bu, Batı burjuvazilerinin komünizm korkusu yüzünden yapıldı. Sovyetler Birliği ise, yardımı Akdeniz üzerinden ulaştırmaya çalışıyor, ancak bu, Akdeniz’deki İtalyan denizaltıları yüzünden güçlükle gerçekleşiyordu. Bu askeri yardımın yanı sıra İspanya’da savaşmak için uluslararası tugaylar oluşturuldu. Ve değişik ülkelerden otuz bine yakın komünist, devrimci, İspanya’da savaştı. Buna rağmen İspanyol Cumhuriyeti yalnız bırakıldığı için yıkıldı. Ve kırk yıl süren Franco diktatörlüğü başladı. Ancak İspanya İç Savaşı’nda savaşan bu devrimciler kuşağı daha sonra kendi ülkelerinde Alman işgaline karşı savaşın örgütleyicileri oldular. İspanya yenilmişti ama bu savaşta edindikleri deneyimleri kendi ülkelerine taşıyan Arnavutluk, Yunanistan, Yugoslavya, Bulgaristan, Fransa ve İtalya’dan binlerce komünist kendi ülkelerinde antifaşist savaşın önderleri ve örgütleyicileri oldular. İspanyol Cumhuriyeti yıkıldıktan sonra ise, iktidarı ele geçiren Franko faşizmini ilk tanıyanlar arasında Almanya ve İtalya’nın yanı sıra Fransa ve İngiltere de vardı. Bu tutum savaş öncesi dönemin iki büyük devleti Fransa ve İngiltere’nin tercihlerini gösterir. Seçimle gelmiş yasal bir hükümete İspanya’nın içişlerine karışmama adı altında üstelik aralarında bir yardım antlaşması olduğu halde destek vermeyen bu devletler, daha sonra ayaklanan generaller ile ilişkiye geçmekte tereddüt etmediler.

MÜNİH ANTLAŞMASI: SOVYETLERE KARŞI BAŞLATILMAK İSTENEN HAÇLI SAVAŞININ DORUK NOKTASI
Alman faşizminin hak iddia ettiği sıcak bölgeler; Polonya’da denize ulaşımı sağlayan Danzig Koridoru, Fransa’da Alsas Loren Bölgesi ve Çekoslovakya’nın nüfusunun büyük bir çoğunluğu Alman olan Südeten Bölgesi’ydi. Batı burjuvazileri açısından, Alman militarizmini doğuya çevirme stratejisi bir kere belirlendikten sonra, Avrupa’da kendileri ile Alman burjuvazisi arasındaki bu pürüzleri, sıcak bir çatışmaya yol açmadan halletmek gerekiyordu. Münih Antlaşması, bu pürüzleri ortadan kaldırmak ve Alman militarizmini, Hitler’in daha iktidara gelmeden önce Alman ulusunun yaşaması için “hayat alanları” olarak tanımladığı “Sibirya ve Ukrayna”ya, yani Sovyetler Birliği’ne yöneltmek için yapılmıştı. Doğu Avrupa’nın bu ihtilaflı bölgeleri ise iki büyük emperyalist ülkenin, Fransa ve İngiltere’nin etkisi altındaydı. Çekoslovakya Fransa’ya, Polonya ise İngiltere’ye bağlı yan sömürge ülkelerdi. Ve bu ülkeler ile güvenliklerini garanti eden anlaşmalar yapılmıştı. İngiltere Polonya’nın, Fransa ise Çekoslovakya’nın güvenliğini garanti etmişti. Sovyetler Birliği ise kendisine yönelecek bir Alman saldırısının, Almanya’nın bu ülkelere saldırmasından sonra gerçekleşeceğini biliyordu. Bu yüzden, Çekoslovakya ve Fransa ile karşılıklı antlaşmalar yapmıştı. Bu antlaşmalar, Sovyetler Birliği’nin, başından itibaren, Alman emperyalizmini karşı tutumunda ne kadar ciddi olduğunu gösterir. Fransa’nın S. Birliği ile yapmış olduğu antlaşmaya göre; Çekoslovakya bir saldırıya uğradığı takdirde önce Fransa, ardından S. Birliği Çekoslovakya’ya yardıma gidecekti. Yani Almanya’ya karşı bir savaşa girilecekti. Sovyetler Birliği, bununla da kalmamış Çekoslovakya ile ayrı bir antlaşma imzalayarak, eğer Çekoslovakya hükümeti isterse, bir saldırıya uğradığı takdirde Sovyetler Birliği’nin yardım edeceğini taahhüt etmişti.
Fakat dönemin iki büyük devleti Fransa ve İngiltere, hâlâ bir takım tavizler ile Almanya’nın Batı ile sorunlarının halledileceğini umarak, yaklaşan savaşın bir Rus-Alman savaşı olmasını istiyorlardı. Bu yüzden kendi uşakları olan Polonya ve Çekoslovakya hâkim sınıflarına olan taahhütlerini dahi çiğnediler. Hitler ise, bu ülkelerin politik manevralarını çok iyi anlamıştı ve bundan sonuna kadar yararlanmayı başardı. Münih Konferansı’na giden yol, 24 Nisan 1938’de Alman azınlığın lideri Heinlein’in Hitler’in isteği ile Südeten Almanları için muhtariyet istemesi ile başladı.
Ardından Almanya, Bohemya yakınlarındaki Çekoslovakya sınırına Alman birlikleri gönderdi. Bunun karşısında ise Çek hükümeti ülkede genel seferberlik ilan etti. Karşılığında Hitler de seferberlik ilan etti. Bu durumda Çek Hükümeti, Almanya’nın işgal için kararlı olduğunu anladı.
Şimdi sıra kendisine taahhütlerde bulunan Fransa’daydı. Ancak Fransa ve İngiltere taahhütlerini yerine getirmediler. Fransa, aralarındaki coğrafi uzaklığı öne sürerek Çek Hükümeti’ne yardım edemeyeceğini bildirdi. Oysa bu coğrafi uzaklık, Çekoslovakya ve Fransa arasında bir karşılıklı yardım antlaşması imzalandığında da vardı. Bu arada Sovyet Hükümeti, Fransa yardıma gelmese bile kendisinin buna hazır olduğunu sık sık Çek Hükümeti’ne hatırlattı. Ama sağcı bir yapıya sahip olan Çek Hükümeti, buna cevap vermedi. İlginç bir gelişme de bu sırada yaşanmıştı. Fransa ve İngiltere’nin müttefiki durumundaki Romanya ve Polonya bir açıklama yaparak, Çekoslovakya’ya yardıma gitmek için kendi topraklarından geçmeleri zorunlu olan Sovyet ordularının geçişine izin vermeyeceklerini açıkladılar. Ardından Romanya, bütün havacılık kurallarına uygun olarak Çekoslovakya’ya yardım götürmekte olan altı Sovyet uçağının kendi hava sahasından geçmesini bir ültimatom ile protesto etti.
Çekoslovakya, kendi dostları tarafından ihanete uğramış ve büyük devletlerin diplomasi oyunlarının basit bir piyonu olduğunu anlamıştı. Bu arada Chamberlain, Hitler ile iki görüşme yaparak Çekoslovakya’nın ikna edileceğini garanti etmişti. Bunun üzerine 28 Eylül’de Hitler saldın planlarını yirmi dört saat erteledi. 29 Eylül 1938’de ise Münih Konferansı başladı. Konferans’a, İngiltere, Fransa, İtalya ve Almanya katılmıştı. Çekoslovakya’nın katılmasına bile gerek görülmeyen konferanstan Südeten Almanları’nın bölgesinin Almanya’ya verilmesi karara bağlanmıştı. Konferansın ardından, Çekoslovakya’nın bu bölgesi işgal edildi. Altı ay sonra ise Alman birlikleri, Prag’a doğru ilerleyerek ülkenin tamamını işgal ettiler. Alman emperyalizmi, Çekoslovakya’nın bir bölgesinin işgal edilmesini onaylayanların, ülkenin tamamının işgal edilmesine ses çıkarmayacaklarını biliyordu. Stalin ise, bu antlaşmanın ne anlama geldiğini antlaşma üzerine söylediği şu sözlerle açıklamıştı: “Çekoslovakya’nın bazı bölgelerinin Almanya’ya verilmesinin, Almanya’nın Sovyetlere karşı savaşa girişmesinin bedeli olduğu düşünülebilir. ” (Stalin Biyografi. Isaac Deutscher. s. 193)
Ancak başta da söylediğimiz gibi, Alman emperyalizminin istekleri önüne atılan kırıntılar ile giderilecek türden değildi. O, dünyada, İngiliz emperyalizminin yerini almak ve eski sömürgelerine kavuşmak istiyordu. Şüphesiz, diğer emperyalist devletler, Alman emperyalizminin çıkarları ile kendi çıkarlarının çatışabileceğini biliyorlardı. Onlar, bu yüzden bir yandan Alman emperyalizmini Sovyetler Birliği’ne yöneltip onun isteklerinin bir kısmını tatmin ederek böyle bir çatışmayı önlemek isterlerken, bir yandan da, bir savaşın çıkması durumunda, Sovyetler Birliği’ni kendi yanlarında görmek istiyorlardı. Yani, Alman emperyalizmi kanalıyla hem sosyalizmi yıkma stratejisi, hem de savaşın ilk önce kendileri ile başlaması durumunda, içinde Sovyetler Birliği’nin de yer alacağı güçlü bir ittifak ile savaşı karşılamak amaçlanmıştı. Bu, Münih’ten sonra meydana gelen gelişmelerle iyice açığa çıkmıştı. Çünkü onlar açısından Sovyetler Birliği çaresiz durumdaydı. Nasıl olsa Almanya er ya da geç Sovyetler Birliği’ne saldıracaktı. Bu durumda Sovyetler Birliği’nin elinde, kendi dışındaki gelişmeleri izlemekten başka bir seçenek kalmıyordu. Yani diğer emperyalist devletler ile Almanya arasında bir savaş çıkması durumunda doğal bir müttefik, diğer durumda ise onun önüne atılan bir lokma… Bu, Fransa ile İngiltere’nin ikinci Dünya Savaşı öncesi izledikleri siyasal çizginin ve diplomatik manevraların temelini oluşturuyordu. Komünizmin dünyadan silinmesini temel varlık sebeplerinden birisi olarak tanımlayan Nazi Partisi ve işgal etmek istediği yerlerin başına Ukrayna ve Sibirya’yı koyan Alman devleti ile Sovyetler Birliği arasında bir antlaşma, onlara göre imkânsızdı ve bunu hayal bile etmiyorlardı.
Fransa ve İngiltere’nin bu stratejisini pratikte kanıtlayacak bir dizi gelişme daha yaşanmıştı. Prag’ın Almanya tarafından işgal edilmesinden sonra Sovyetler Birliği, Dışişleri Bakanı Litvinov aracılığı ile bu işgali tanımadığını bildirmiş ve protesto etmişti. Bu olaydan sonra İngiltere, sıranın Romanya ve Polonya’ya geldiğini anlamıştı. Bu nedenle İngiliz Dışişleri Bakanlığı, Romanya saldırıya uğradığı takdirde, Rusya’nın tutumunun ne olacağını sordu. Sovyetler Birliği; İngiltere, Fransa, Romanya, Polonya, Türkiye ve Sovyetler Birliği arasında bir konferans yapılmasını önerdi. Şüphesiz bu, Almanya aleyhtarı bir konferans olacaktı. Chamberlain bu öneriyi ele almayı dahi reddedecekti. Çünkü böylesi bir konferans, sonuçta, katılan devletlerin birbirlerinin güvenliklerini bir dış saldırgana karşı garanti etmeleri demekti. Oysa emperyalistler, Sovyetler Birliği’nin saldırıya uğraması ihtimaline karşı böylesi bir garantiyi vermek istemiyorlardı. Bu öneri, Avusturya’nın Naziler tarafından işgal edilmesinden sonra da yinelenmiş ve aynı şekilde reddedilmişti. Ancak, İngiliz burjuvazisinin, başbakanları Chamberlain’den daha akıllı temsilcileri, yaklaşan tehlikeyi görmüş ve savaşı engelleyecek tek yolun Sovyetler Birliği ile ittifak sağlayacak bir antlaşma olduğunu anlamışlardı. Konunun İngiliz parlamentosunda tartışılması sırasında, muhalefette olan Winston Churchill, “Rus hükümetinin teklif ettiği geniş ve basit şekilde” bir antlaşma yapılmasını istemişti. Bu tartışmada, “Eğer, Rusya ile savaş sırasında müttefik olmaya hazırsanız… şimdi Rusya’nın müttefiki olmaktan niçin kaçınıyorsunuz, hem de bu ülkenin müttefiki olmakla, savaşın patlak vermesini önleyebileceğiniz bir anda niçin kaçınıyorsunuz? Bu diplomasi inceliklerini anlayamıyorum.” diyordu. Churchill’in “anlayamadığı” diplomasi incelikleri, Almanya’yı Sovyetler Birliği’ne sürme çabasından başka bir şey değildi.
Sovyetler Birliği, başından itibaren bu ülkelerin bu çabasının farkında olmuştu. Buna rağmen, Almanya’ya karşı bir ittifak antlaşması yapmak için şartları sürekli zorladı. Son olarak, İngiltere, Fransa ve S. Birliği arasında bir ittifak ve askeri sözleşmenin yapılmasını istedi. Bu talep de reddedildi. Bu ülkeler Sovyetler Birliği ile resmi hiçbir sözleşme yapmak istemiyorlardı. Bu arada Hitler de, İngiltere ve Fransa’nın güvenliğini garanti ettikleri Polonya’ya saldırmaya hazırlanıyordu. Chamberlain ise bu savaşta, Polonyalıları Danzig’i Almanlara vermeye (daha önce Çekoslovakya’da yaptığı gibi) ikna ederek önleyebileceğini ve Almanya’nın Sovyetler Birliği’ne saldırısı için, son diplomatik manevrayı da böylece başarıyla yapacağını sanıyordu. Bu arada Sovyetler Birliği açısından yeni bir gelişme ortaya çıkmıştı. Mançurya’yı işgal altında tutan Japon emperyalizminin askeri kuvvetleri sınırı geçerek Moğolistan Halk Cumhuriyeti’ne girmişlerdi. Sovyetler Birliği ise daha önce Moğolistan’la yaptığı antlaşmanın yükümlülüklerini yerine getirerek 20-31 Ağustos tarihleri arasında Japonya ile savaşa giriyordu. Moğolistan’la ortaklaşa girişilen bu savaş sonucunda Japonlar geri püskürtülürken Sovyetler Birliği de iki cephede birden savaşmak tehlikesi ile karşı karşıya kalıyordu.
Almanya ise Polonya’ya saldırmak için bütün hazırlıklarını tamamlayarak savaşı başlatmaya karar vermişti. Ama Polonya’ya saldırmadan önce, Hitler, Sovyetler Birliği’nin tavrını öğrenmek istiyordu. Bu nedenle kendisine karşı bir ittifakın kurulmasını engellemek amacındaydı. Hitler, Sovyetler Birliği ile bir antlaşma yapmayı bu sıralarda düşündü. Önce, Sovyetler Birliği ile kesilmiş olan ticaret ilişkilerinin yeniden başlaması için bir ticaret antlaşması yapmayı önerdi. Ancak bu öneri Molotov tarafından reddedildi. Bu arada Sovyetler Birliği, Fransa ve İngiltere’ye siyasi bir antlaşma olmasa dahi, askeri heyetler arasında daha alt düzeyde bir antlaşma yapılmasını önerdi. Bu öneri önce kabul ediliyor gibi gözükmüştü. Fakat bunun bir oyalama taktiği olduğu ortaya çıktı. Zamanın çok değerli olduğu bu günlerde, Fransız-İngiliz askeri heyetleri yolculuğa çıkarken on bir gün gecikmişlerdi. Süratsiz bir gemiyle geldikleri için beş gün de yolda kaybetmişlerdi. Askeri heyet Moskova’ya geldiği zaman yetkilerinin ve itimatnamelerinin olmadığı görüldü. Yani gönderilen heyetin bir antlaşma yetkisi yoktu. Ya da, yaptıkları antlaşma çok kolayca hükümetleri tarafından reddedilebilirdi. Yapılan görüşmeler ise, Polonya ve Romanya’nın Sovyetler Birliği’nin hiç bir askeri harekâtına izin vermeyeceğinin ortaya çıkması ile birlikte kesilmişti. Sovyetler Birliği bu ülkeler ile bir antlaşma yapılması için bütün şartları zorlamıştı. Stalin’in ve Sovyetler Birliği’nin bu konudaki kararlılığını Almanya’nın Moskova Büyükelçisi Schulenberg dahi kabul etmişti ve bu konuda Berlin’e şunları yazıyordu: “İleri sürdüğü talepler İngilizler ve Fransızlar tarafından kabul edildiği takdirde, Sovyet hükümetinin, bu devletler ile antlaşmaya kararlı olduğunu sanıyorum.” (Nazi-Soviet Relations, s. 41, aktaran Isaac Deutscher) Ağustos 1939’da ise Almanya, bir görüşme yapmak için açık bir mesaj iletti. Almanya’nın Moskova büyükelçisi tarafından Dışişleri Bakanı Ribbentrop’un Stalin ile görüşme isteği iletildi. Bu görüşme isteği de başlangıçta reddedilmişti. Fakat bu sırada, Moskova’da Fransız ve İngiliz heyetleri ile yapılan görüşmelerden de bir şey çıkmayacağı anlaşılmıştı. Sovyetler Birliği bir savaşın başlangıcında olunduğunu anlamıştı. Ve bu savaşı durdurmak için yaptığı bütün girişimler sonuçsuz kalınca yapılacak tek şey bu savaşın dışında kalmak ve zaman kazanmaktı. Almanya ise ikinci bir istekte bulunarak Ribbentrop’un görüşme isteğini yinelemiş ve bir tarih istemişti. Bu istek kabul edildi ve Alman ve Sovyet heyetlerinin 23 Ağustos’ta görüşmelere başlaması kararlaştırıldı. Görüşmeler başladıktan sonra ise Alman-Sovyet Saldırmazlık Paktı Antlaşması imzalandı.
Bu antlaşmayla, Sovyetler Birliği, ülkenin güvenliğini sağlamak için gerekli olan süreyi kazanırken, Locarno’dan, bu antlaşmanın yapılmasına kadar geçen sürede kendisine karşı kurulan komploları da boşa çıkartarak kendisine yöneltilmek istenen Alman militarizmini tersine çeviriyordu.

Ağustos 1994

EK:
NAZİ-SOVYET SALDIRMAZLIK PAKTI ANTLAŞMA METNİ

Madde 1: Antlaşmayı imzalayan taraflar kendilerini tek tek ya da başka güçler ile birleşerek birbirlerine saldırmamağa, her çeşit şiddet hareketlerinden kaçmağa zorunlu duyacaklardır.
Madde 2: Taraflardan birisi üçüncü bir güç tarafından saldırıya uğrarsa, diğer taraf hiç bir şekilde bu üçüncü tarafı desteklemeyecektir.
Madde 3: Antlaşmayı imzalayan tarafların hükümetleri, ortak ilgilerine ilişkin sorunlar karşısında bilgi alışverişinde bulunmak amacıyla, gelecekte de sürekli ilişkiyi sağlayacaklardır.
Madde 4: Antlaşmayı imzalayan taraflardan hiçbirisi taraflardan birini dolaylı ya da dolaysız hedef olan güçlere katılmayacaktır.
Madde 5: Antlaşmayı imzalayan taraflar arasında anlaşmazlıklar ya da çatışmalar çıktığında her iki taraf da bu anlaşmazlıkları veya çatışmaları dostluk çerçevesinde bilgi alışverişi yaparak veya geçici komisyonlar kurarak çözmeğe çalışacaklardır.
Madde 6: Bu antlaşma on yıllıktır. Bu sürenin bitiminden bir yıl önce taraflardan biri feshettiğini açıklamazsa antlaşma kendiliğinden beş yıl uzayacaktır.
Madde 7: Bu antlaşma en kısa zamanda onaylanacaktır. Onaylanma işlemi Berlin’de yapılacaktır. Antlaşma imzalandığı andan başlayarak yürürlüğe girmiş olacaktır.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑