Öcalan’ın son mektubu bağlamnında Devrim ve Diplomasi Üzerine, Bir Daha

PKK, Abdullah Öcalan’ın imzasıyla, dünyanın belli başlı emperyalist şefleri ve NATO, BM, AGİK ve Avrupa Konseyi gibi belli başlı emperyalist kuruluşlarına gönderilen mektupla, yeni bir “barış taarruzu” olmanın oldukça ötesinde bir anlam ve içeriğe sahip yeni bir diplomatik yaklaşım ve diplomasi atağını gündeme getirmiş bulunuyor.
Son birkaç yıldır PKK propagandasının özü ve asıl yönelimini oluşturan, ama ısrarla açıkça tanımlanmaktan kaçınılan “siyasi çözüm” arayışının gerçek içeriği ve boyutlarını da anlamlandırıp açıklayan bu içerikteki bir diplomasi, beklenmeyen bir şey değildi. PKK çevrelerinden sızan haber ve seslendirilen beklentilere göre, geçtiğimiz Ağustos’ta “önemli gelişmeler” olacaktı! Oysa Türk burjuvazisi ve diktatörlük savaşı tırmandırıyordu. Değişmeyen propaganda ve iddia, “topyekûn imha” ve ” ’94te PKK’nın belinin kırılacağı”na ilişkindi. Geleceğe ilişkin belirli işaretler veriyor olsa da, göreceğimiz gibi, emperyalist politikanın genel çerçevesi de böyle bir zamanlamayı olanaklı kılmıyordu; ama bu, yalnızca Türk burjuvazisi ve diktatörlüğün politikasının var olan olanakları engellemesi olarak görüldü.
Ancak verilen işaretlerde artış görülmeye başlandı ve imha savaşının tırmandırıldığı ’94 yılının özellikle ikinci yansı boyunca, yalnızca PKK çevreleri değil, yerli ve başta CIA olmak üzere, yabancı istihbarat çevreleri yanında diplomatik ve politik çevreler de yeni bir ateşkes ve diplomasi atağı konusunda haberler yayıp yorumlar yaptılar. PKK, içinde bulunduğu durumda işaretleri değerlendirmeye ihtiyaç duyuyor; diğerleri ise, bir yandan işaretlerden diğer yandan da PKK’nin bugünkü olanakları ve yönelimleri, konjonktür çerçevesindeki genel ve işaretler karşısındaki özel tutumlarından hareketle değerlendirmeler yapıp tahminlerde bulunuyorlardı.
Sadece istihbarattan kaynaklanmakla kalmayıp PKK politikalarının genel yönelimi ve çerçevesine ilişkin saptamalar ve yorumlarla beslenerek yayılan bu yöndeki haber ve beklentiler, gerçeği yansıtmakla sınırlı değildi ve aslında, yönlendirici diğer politikalar yanında, bizzat PKK’yı güdümlemeyi ve onda belirli beklentiler oluşturmayı amaçlıyordu. Sonunda, PKK, koşulları ve zamanı uygun gördü; kendi beklenti ve politikalarıyla belli başlı uluslararası politik, diplomatik ve istihbari çevrelerin, emperyalistlerin beklenti ve politikalarının belirli bir uyum sağladığı saptamasıyla atağını başlattı.
Doğrusu, ’92 ortalarından bu yana, reformist Kürt burjuvazisinin PKK üzerindeki etki ve ağırlığı artmış, başka şeylerin yanı sıra, bu etki, SSCB’nin çöküşünün anlamı ve yarattığı sonuçların “bilincine varılarak”, Vietnam türü bir zaferin olanaksızlığı ve savaşın “iyi” bir uzlaşmayla sonuçlandırılması zorunluluğu üzerine geliştirilen tezlerin geçerlik kazanması biçiminde kendisini ortaya koymuştur. PKK politikaları böyle bir uyumun tutturulmasına yönelmiş; reformist Kürt burjuvazisinin ağırlığı arttıkça, bu uyum daha çok amaçlanır ve istenir olmuştur. Kürt burjuvazisi, bir yandan zorbalık ve zulmün yükselişi, bir yandan da oluşturulan beklentilere bağlı olarak, kendisini her geçen gün daha çok emperyalizmin kollarına atmakta ve bu durum PKK’yi giderek daha fazla etkisi altına almaktaydı. Ve son diplomasi atağı, bu etkiler bileşimi altında başlatıldı.

EMPERYALİZM, İLİŞKİLER VE İKİ ÖRNEK
Öcalan, Clinton ve diğerlerine, NATO ve diğer kuruluşlara yolladığı mektubunda şunları yazdı:
“… Dünyanın hiçbir yerinde acil müdahaleyi bu kadar dayatan bir sorun yoktur… Dünyanın artık bu devlet katliamına daha fazla seyirci kalmaması gerektiğine ve Kürdistan’daki Türk özel savaş uygulamalarına karşı tutum alması gerektiğine inanıyorum. Bunu, ulusum adına ve geciktirilmeden bekliyorum. Bu konuda üstümüze düşeni yapmaya hazır olduğumuzu söylüyorum. Yapacağınız girişimleri ve atacağınız adımları sonuna kadar destekleyeceğimi ifade ediyorum.” (Özgür Ülke, 26 Kasım 1994)
7 Kasım ’94 tarihli bu mektup, belirli bir yönelimin kendi sonucuna götürmek üzere, temel bir adımın atıldığını ortaya koymaktadır.
Sorunun, ’93 Martı’nda ilan edilen birinci ateşkes çerçevesinde üzerinde çokça konuşulan, atılan adımın taktik bir adım olup olmadığına ilişkin tartışmanın ötesinde ele alınması zorunludur. Kuşkusuz her adım, bir taktiğin ifadesidir ya da taktiğin alanına girer. Ancak önemli olan, taktiğin nasıl bir içeriğe sahip olduğu, hangi ilişkilerin sonucu olarak gündeme alındığı ve ne tür bir genel stratejiye bağlandığıdır. Nisan ’93 tarihli Özgürlük Dünyası’nın “geçici ve tek taraflı ateşkes”i konu alan “Devrim ve Diplomasi” başlıklı yazısında buna dikkat çekilerek şöyle söyleniyordu:
“Ortadoğu’da herhangi bir devrimci hareketin, bölgede egemen devletler kadar emperyalistlerin çeşitli klik ve taraflarının da karıştığı bir sürece girmemesi ve attığı her ileri adımın yalnızca bölgeyi değil, bütün dünyayı ilgilendiren sonuçlar doğurmaması mümkün değildir. Bu yüzden bugün PKK’nin geldiği noktayı, yalnızca PKK’nin taktiklerinde bir değişme olarak değil, Ortadoğu’ya ilişkin olarak, başlıca emperyalistlerin ve bölge devletlerinin son derece hareketli ve çatışmak bir döneme hazırlanmalarıyla ilgili ve büyük ölçüde PKK’nin dışında gerçekleşen ilişkilerin sonucu olarak değerlendirmek mümkündür.”
Ve konuyla ilgili olarak, Özal ve Talabani’nin oynadıkları rol, veri olarak alınarak değerlendirme geliştirilmişti:
“ABD’nin Kürt politikasının Ortadoğu’daki iki sözcüsü durumunda bulunan Özal ve Talabani’nin, PKK’nin son tavrında en etkili rolde bulunuyor olması, kararın PKK’nin mücadeleye ilişkin tercihlerinden ve devrimci bir politikaya dayanan bir diplomasinin gereklerinden değil, emperyalist faaliyet süreçleri tarafından kuşatılmış olmaktan kaynaklandığını söyleyebilmek için zemin hazırlıyor.”
Bir taktik ya da diplomatik girişim, şüphesiz yalnızca bir tercih ya da irade sorunu olamaz; uygulanmak üzere, şu ya da bu biçimiyle salt isteğe bağlı olarak seçilemez. Nesnel koşullardan, maddi gerçeklerden ve onlara hayat veren bir dizi ilişkilerden kaynaklanmak ve güç almak durumundadır. Bunlar arasında, emperyalistler ve gericiliklerle ilişkiler, onların birbirleriyle ilişkileri de olmak zorundadır. Ama her taktik ya da diplomatik girişim, belirli uzlaşmaları içerse de -ki diplomasi, çeşitli uzlaşmaları öngörmeden yapılamaz- emperyalistlerin ve gericilerin planlarını, ulusal ve uluslararası ölçekte burjuvazinin emel ve amaçlarını gözetmek ve onlara karşıtlık temelinde geliştirilmek zorundadır.
Tarih, sömürülen ve ezilen sınıfların devrimci ve komünist hareketlerinin olağanüstü zor durumlarla yüz yüze kaldıklarının, örneğin devrimci ve komünist hareketleri varlık-yokluk sorunuyla karşı karşıya bırakan son derece elverişsiz koşulların, emperyalist ve gerici güçlerin büyük üstünlüklerle kuşatmalarının, şart dayatıcı ve dikte edici emperyalist faaliyet süreçlerinin ve bunlara karşı da devrimci taktiklerin ve diplomasinin tanıklığını yapmıştır. İktidara henüz gelmiş proletarya ve Sovyet halkına karşı yöneltilmiş, Petrograd’a birkaç saatlik mesafeye kadar ilerlemiş ve daha güçlerini düzenleyip toparlayamamış ve cephe gerisinde zafer kazanamamış Sovyet Devrimi’nin varlık-yokluk sorununu gündeme getirmiş olan Alman birliklerinin saldırısı koşullarında, barışı ve Sovyet devletinin esenliğini sağlamak ve devrimin güçlerini derleyip toparlamak için zaman kazanmak üzere yürütülen ve Brest-Litovsk Barış Antlaşması’nın imzalanmasına götüren diplomasi ve izlenen geri çekilme taktiği, en çok bilinen örneklerden biridir. Bu antlaşma ile Sovyet Rusya, Alman emperyalizmine büyük toprak parçalarını terk etmek zorunda kalmış ve önemli tavizler verilmesiyle sağlanan uylaşmayla, bir anlamda devrim kurtarılmıştır. Henüz ülkenin geniş bölümlerinde gücünü kabul ettirememiş olan ve karşı-devrimci isyanlarla tehdit edilen Sovyet Rusya’nın yürüttüğü uzlaşma arayan diplomasi ve izlediği geri çekilme taktiği, kuşkusuz ne Alman emperyalistleri hakkında yayılan hayaller üzerine kurulmuştu ve hele ne de onların “yardımı” ile iç güçlüklerin üstesinden gelmek tasarlanmıştı. Lenin’in en çok kullandığı niteleme, “Alman emperyalist haydutları” idi.
“Diyelim ki, otomobiliniz silahlı haydutlar tarafından durdurulmuştur. Haydutlara, paranızı, pasaportunuzu, tabancanızı; otomobilinizi veriyorsunuz ve böylelikle haydutların o hoş refakatinden kurtulmuş oluyorsunuz. Bu bir uzlaşmadır, bunda kuşku yok. ‘Do ut des’, sana paramı, silahlarımı, arabamı ‘veriyorum’, bana canımı ‘veresin diye’. Deli olmadıkça hiç kimse böyle bir uzlaşmanın ‘ilkelere aykırı’ olduğunu öne süremez ya da uzlaşmayı yapanın haydutların suç ortağı olduğunu ileri süremez (haydutlar otomobili ve silahları yeni haydutluklar için kullanmış olsalar bile, bu böyledir). Alman emperyalist haydutlarıyla bizim uzlaşmamız, işte buna benzer bir uzlaşmaydı…”
“Brest-Litovsk Barışı’nı imzalayarak Alman emperyalistleriyle bir uzlaşma yapmış olan parti, daha 1914’ün sonundan başlayarak enternasyonalizmini pratikte geliştirmeye başlamıştı. Bu parti, iki emperyalist soyguncu arasındaki savaşta, çarlığın yenilgisini önermekten ve ‘vatanın savunması’ sloganına karşı çıkmaktan çekinmemişti… Bu parti ‘kendi’ emperyalistleriyle hiçbir anlaşma kabul etmedi, tam tersine, onların iktidardan düşürülmesini hazırladı ve düşürdü de… Emperyalistlerin gizli antlaşmalarını yayınlayan ve bunları fesheden hu parti, bütün halklara barış önerdi ve ancak İngiliz-Fransız emperyalistler, barışı baltaladıktan ve Bolşevikler de Almanya’da ve öteki ülkelerde devrimi hızlandırmak için bir insanın yapabileceği her şeyi yaptıktan sonra, Brest-Litovsk’un yırtıcı hayvanlarının şiddetine boyun eğmek zorunda kaldı.” (Lenin, “Sol” Komünizm, s. 28-30)
Bir başka, çok bilinen ve üzerine çok söz söylenen örnek de, 2. Dünya Savaşı yaklaşırken SSCB’nin yürüttüğü diplomasi ve uyguladığı taktiklerdir.
İtalya, Almanya ve Japonya’da faşizmin iktidara gelmesi sonrasında dünyada birbirinin rakibi iki emperyalist blok oluşmuş; sofraya geç katılan ve bu yüzden de sömürgelerden yoksun kalan Alman-İtalyan-Japon mihveri, dünyanın paylaşımından pay talep etmişti. Japonya, Mançurya ve Çin’e; İtalya, Etopya’ya; Almanya, Avusturya ve Çekoslovakya’nın Südetler bölgesine saldırarak ilhaklara; Almanya ile İtalya birlikte İspanya’ya askeri bir müdahaleye giriştiler. Mihver devletleri saldın halindeydiler. Onlarla Münih’te toplanarak anlaşan, “barış yanlısı” ya da o gün için savaştan uzak durmayı çıkarlarına uygun bulan, çünkü hemen tüm sömürgelere sahip olan “demokratik” ülkeler, ABD, İngiltere, Fransa ise, bir “tarafsızlık ve karışmama” siyaseti izliyorlar, saldırganların ellerini serbest bırakıyor, SSCB’nin yürüttüğü bütün diplomasi ve önerdiği faşizme ve saldırganlığa karşı barış ve demokrasi cephesi kurulması ve saldırganlığın birlikte püskürtülmesi politikasına eğilim göstermeyerek saldırganları cesaretlendirme ve SSCB’ye saldırmaya teşvik etme tutumu alıyorlardı. “Demokrasi yanlısı” ülkelere sayısız kereler bu politikalarını değiştirmeleri ve ortak bir cephe kurulması için başvuran SSCB, bu girişimleri yanıtsız kalınca, üzerine sürülmekte olan faşizm belasının yönünü değiştirecek bir taktikle “tarafsızlık ve karışmama” siyasetini yanıtladı ve bir manevra ile yeni bir diplomasi atağı başlattı. Alman emperyalizmine yönelik ve onunla ve diğer mihver devletlerle “demokratik” devletlerin aralarındaki çelişkilerden SSCB’nin güvenliği ve dünya devrimi lehine yararlanmayı gözeten bu atak, Sovyet-Alman Saldırmazlık Paktı’nın imzalanmasıyla sonuçlandı.
Stalin ve SSCB, ne İngiliz-Fransız ittifakına cephe önerirken ve ne de SSCB-Alman Saldırmazlık Paktı imzalanırken, genel olarak emperyalizm ve özel olarak da iki emperyalist ittifakın amaç ve yönelimleri üzerine hayaller kurdu; barışı, demokrasiyi, Sovyet ve dünya proletaryasının çıkarlarını ve sosyalist anayurdun güvenliğini bir emperyalist ittifaka ya da diğerine ihale etmedi. Önce, barışı çiğnemekte çıkarları olmayan “demokratik” ülkelerin o gün için barış yanlısı oluşları ve sonra da, başta Almanya olmak üzere, faşist mihverin İngiliz-Fransız emperyalistleriyle hesaplaşmaya yönelik tutumlarını değerlendirdi. Stalin ve SSCB’nin tutumunda, herhangi bir emperyalist haydut hakkında beklentilere sahip olma ve onlardan herhangi birini “yardıma” çağırma eğiliminin zerresi olmamıştır. Stalin, 1939 Martı’nda SSCBK (B) P 19. Kongresi’ne sunduğu Merkez Komitesi Faaliyet Raporu’nda, Sovyet dış siyasetinin dayanaklarına ilişkin olarak şöyle diyordu:
“Dış siyasetinde, Sovyetler Birliği:
1. Büyüyen iktisadi, siyasal ve kültürel gücüne;
2. Sovyet toplumumuzun manevi ve siyasal birliğine;
3. Ülkemiz halklarını birleştiren dostluğa;
4. Kızıl Ordu ve kızıl donanmasına;
5. Kendi barış siyasetine;
6. Barışın korunup sürdürülmesinde hayati çıkarları bulunan tüm dünya emekçilerinin manevi desteğine;
7. Şu ya da bu nedenle, barısı çiğnemekte yararları olmayan ülkelerin sağduyusuna dayanır.” (Stalin, Leninizm’in Sorunları, s. 697)
Sovyet diplomasisinin de, başka bir temelde değil ama dayanakları özetlenen Sovyet dış politikası temelinde yürütüldüğü kesindir.
Her iki örnek de, kuşatılmışlığın zor koşullan ile ilgilidir. İki örnekte de taktik ve buna bağlı olarak diplomasi, zor koşulların üstesinden gelmek üzere geliştirilmiştir. Ve kuşkusuz, her iki koşul ve döneme ilişkin taktikler ve diplomasi, “emperyalist faaliyet süreçleri tarafından kuşatılmış olmak”la kaçınılmaz biçimde ilişkili olmakla birlikte, kaynağını bu süreçlerin bütünü ya da belirli bir bölümünde bulmamış, emperyalist faaliyet süreçlerinin dayatıp dikte ettiği, şekillendirdiği taktik ve diplomasi girişimleri olarak ortaya çıkmamış; bu süreçleri ve küçümsenemez etkilerini hesaba katan, maddi ve manevi dayanaklarıyla devrimci bir politikadan, devrimin ve devrimci güçlerin korunması, sağlamlaştırılması ve geliştirilmesi kesin yöneliminin ifadesi olarak Rus ve dünya proletaryasının çıkarlarından kaynaklanarak saptanmış ve yürütülmüştür.
Sorun, emperyalist faaliyet süreçlerinin şekillendiriciliğinin, bu süreçlerle uyumun kabul edilip edilmemesidir; taktik ve diplomasinin devrimci bir temele, uluslararası burjuvazi ve emperyalizm karşıtlığına dayanıp dayanmamasıdır.
Devrimci taktik ve diplomasi, uluslararası burjuvazi ve emperyalist faaliyet süreçleri, onların politikaları ve diplomasisi zemin edinilerek uygulanamaz. Bu, uluslararası burjuvazi ve emperyalizm karşıtlığından onlarla birleşme ve uyumun gözetilmesine geçiş ve devrimci temelin yitirilmesi anlamına gelir. Ve PKK’nin son diplomasi girişimi, hızla uluslararası burjuvazi ve emperyalizmin faaliyet süreçlerinin zeminine kayışın, onlar tarafından oluşturulan çerçevenin kabul edilmekte oluşunun örneğini sunmaktadır. Diplomatik atağı başlatan ve politik yardım ve müdahale talep eden mektup, devrimci bir içeriğe ve emperyalizm karşıtı bir yaklaşım ve ruha sahip olmaktan kesinlikle uzaktır. “Dizginleri” gönüllü olarak emperyalistlere teslim etmekte, onların yönlendiriciliğini kabullenme sözü vermekte ve baştan kabullenmekte, müdahale çağrısının yanı sıra, “yapacağınız girişimleri ve atacağınız adımları sonuna kadar destekleyeceğimi ifade ediyorum” diyerek kendisini, birinci özne olmaktan çıkarıp “destekçi” durumuna sokmakta; emperyalizmin çizmiş olduğu çerçeveyi kabullenmiş olmanın ötesinde, bundan sonra çizeceklerini de kabullenmektedir. Buradaki destekçilik, şimdiden bilincinde olunsun ya da olunmasın, kuşkusuz emperyalizm destekçiliği olmakta, bunun sözü verilmektedir. Bugünkü güç ve olanaklarla ve en başta milliyetçi bir zeminde hareket ediyor olmakla, devrimci bir platformu koruyabilme ve devrimci faaliyet süreçleri içinde bulunuyor olabilmenin sınırına gelindiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Artık, devrimci ama antikapitalist olmayan burjuva, küçük burjuva zeminde yürümenin, bir yandan Türk imha savaşının baskısına bir yandan da Ortadoğu’da dayatılan emperyalist planların baskısına bağlı olarak, olağanüstü zorlaştığı ve emperyalizmin  “destekçiliği”  rolü benimsenerek onun koruyucu kanatları altına sığınmanın ciddi olarak gündeme alındığı görülüyor.

DİPLOMASİ VE POLİTİKA
PKK diplomasisi, emperyalist ilişkiler ve dikte ettiği planlar zemininde, emperyalizmin çizdiği sınırlar kabullenilerek ve kendini esas ve şart koyucu güç olarak inkâr anlamına gelmek üzere “destekçi” rolü benimsenerek yürütülmekte; uzunca bir süredir, askeri faaliyet de içinde olmak üzere, bütün diğer faaliyetler, bu diplomasinin çıkarları ve başarısı gözetilerek ve ona tabi kılınarak sürdürülmektedir.
Bu durum, yayınların içeriği ve konu seçimlerinde açıkça görülmektedir. Avrupa Konseyi ve AGİK gibi emperyalist kuruluşlarla onların ve benzerlerinin ve bir dizi emperyalist devletin yetkili ve temsilcilerinin Kürt sorunu “lehine” ve yarım ağız PKK’yi gözeten rapor, karar, demeç ve açıklamaları yayınların başköşelerine kurulmakta ve işlenen esas materyalleri oluşturmaktadır. Öyle ki, son zamanlarda bu tür haberler, gerilla saldırıları ve çatışma haberlerini gölgede bırakmaktadır.
Diplomasinin, devrimci bir örgüt ya da devlet açısından zaman zaman önemli bir ağırlık kazanabileceği tartışılmaz. Ama bir örgüt ya da devlet, faaliyetlerini ağırlıklı ve esas olarak diplomasi ve onun gerekleri üzerine kurmaya, devrimci diplomasinin temelini oluşturması zorunlu politik faaliyetlerini ve onların dayanaklarını geliştirmeyi ikinci plana düşürmeye ve diplomasinin gereklerine göre düzenlemeye başladığı andan itibaren, devrimciliği tartışmalı hale gelir. Bu, kesinlikle devrim ve devrimcilikten geriye doğru atılmış önemli bir adım anlamını taşır; faaliyetin politik alandan ağırlıklı ve esas olarak diplomatik alana doğru kaydırılması ve politik faaliyetin diplomasinin ihtiyaçlarını karşılamaya göre yönlendirilmesi, devrimci diplomasi alanından ideolojik, politik ve örgütsel çerçevesi emperyalizm tarafından çizilmiş burjuva gerici diplomasi alanına geçişi ifade eder.
Arafat ve FKÖ’nün başını yiyen ve onları işbirlikçiler olmaya evrilmeye götüren bundan başka bir şey değildir. Ülke içinde politik ve askeri faaliyeti yeterli düzeyde geliştiremeyen, uzun süre Ürdün ve Lübnan’daki üslerine dayanarak sürdürdüğü askeri faaliyeti bir pazarlık unsuruna dönüştüren ve BM ve İslam Konferansı gibi örgütler içinde ve onlar aracılığıyla, başta büyük devletler olmak üzere, burjuva devletlere yönelik diplomatik faaliyeti esas almaya kayan Arafat ve FKÖ, bugün geldiği noktaya, İsrail’in bir polis şefi ve kuruluşu olmaya kadar sürüklenmiştir.
Politik faaliyet, devrimci diplomasinin temeli olmak durumundadır. Devrimci politika olarak sistemleşmiş, proletarya ve emekçilerin geleceğe uzanan sınıf çıkarları tarafından yönü çizilmeyen ve temeli oluşturulmayan diplomatik faaliyet, başlangıçta devrimci niyetlerle yürütülmeye başlansa bile, kısa sürede yozlaşacak, amaçlarından uzaklaşacak ve uluslararası burjuvazi, emperyalizm ve gericilik tarafından örgütlenmiş, çerçevesi ve sınırları belirlenmiş bir alanda zorla ya da güler yüzle ama şöyle ya da böyle ikna edilerek yeni amaçlarla donatılacak ve zaten ancak bu tür “yeni” amaçlara sahip oldukça ya da kılındıkça devrimci politik temelinden kopacak, politikaya tabi olmak yerine onu kendisine tabı kılacak ve politik faaliyeti, kendi ihtiyaçlarına göre düzenlenmeye zorlayacaktır.
Devrimci politik temele dayanmayan ya da politik faaliyeti kendisine tabi kılacak bir ağırlık kazanarak politika ile ilişkisinde esas unsur durumuna gelmiş diplomasi ve diplomatik faaliyet, nihai amaçlarını kaybetmesi ve bir politik temele dayanmazlık edemeyeceği için devrimci politikanın yerine burjuva ve emperyalistler ve gericiler tarafından dayatılmış politik bir temelin ikamesi kaçınılmaz olması nedeniyle yozlaşır. Kendilerine karşı diplomasi yapılması gerekenler, emperyalistler ve gericiler, kendi faaliyet süreçlerini, çıkar ve planlarını, politikalarını, çerçeve olarak, “diplomatlara” dayattıkça, diplomasi “oyununun gönüllü olarak “karşı tarafın Gaitasında” oynanması kabullenildikçe, diplomasinin devrimci olması ve öyle kalması olanaksızdır.
Devrimci politik temelini kaybeden ya da böyle bir temele dayanmayan diploması, devrimci politikanın yerine gerici politikanın geçmesinin kaçınılmazlığı yanında, şu basit nedenle de devrimci kalamaz: Devrimci diplomasi, temsil ettikleri sınıf çıkarları farklı ve çoğunlukla karşıt örgüt ve devletler zemininde yürütülür ve nihai amaç ve hedefler gözetilerek ve bu amaç ve hedefler yakınlaştırılmak ya da onlara ulaşmak olanaklı kılınmak üzere, kaçınılmaz taviz alışverişleri ve uzlaşmalar üzerinden gerçekleşir. Taviz ve uzlaşmalar ön varsayılmadan ve gerçekleştirilmeden, diplomasi de yapılamaz. Bu devrimci diplomasi açısından da geçerlidir. Ve diplomatik alanın bir tavizler ve uzlaşmalar alanı olduğunu söylemek hiç de yanlış olmaz. Ama işte tam da bu nedenle, devrimci politik temelini ve kuşkusuz buna bağlı olarak devrimci sınıf amaç ve hedeflerini kaybeden diplomasinin, salt bir tavizler ve uzlaşmalar sistemine dönüşmesi, devrimci içeriğini kaybedip, diplomasinin uluslararası arenasında egemen emperyalizmin diplomatik faaliyetinin bir uzantısı haline gelerek, bu faaliyete temel sağlayan gerici emperyalist politikalar ve faaliyet süreçlerine bağlanması ve onların ihtiyaçlarını karşılamak üzere yeniden organize olması ya da daha baştan emperyalizmle uyumun ve böyle bir organizasyonun ifadesi olarak ortaya çıkması kaçınılmazdır. Taviz ve uzlaşmalar, devrimci politik temelini yitirerek, devrimci mücadelenin ilerleyişini kolaylaştırmak ve mümkün kılmak gibi belirli devrimci amaçları gerçekleştirmek üzere verilmez ve yapılmazsa, salt tavizler ve uzlaşmalar olarak, sistem içi reformculuğun unsurları olarak sistemleşirler ve uygulayıcılarının sistem içinde kendilerine yer arayışlarına işaret ederler. Mektupla doruğuna çıkan diplomasi atağında da, bundan başka bir şeye tanık olunmuyor.

EMPERYALİZM NEDİR, NE DEĞİLDİR?
Emperyalist şefler ve kuruluşlara mektubunda “acil müdahale” talep eden, müdahalede “üstümüze düşeni yapmaya hazır olduğumuzu söylüyorum” vurgusundan sonra, atılacak emperyalist adımlara “sonuna kadar destek” vereceğini ilan eden Öcalan, bunlarla yetinmiyor ve şunları da söylüyor:
“Tarihin hepimize ve insanlık adına sorumluluk yüklediğini tekrar ederken, yeni görüşme ve çözüm yolunu açacak ilişki sürecinin başlayacağına olan inancımı dile getirirken, bir demokratik sürece ve tüm çözüm önerilerine hazır olduğumuzu tekrarlıyor ve içtenlikle selamlarımı sunuyorum.”
PKK, Kürt illerinin salt bir Türk sömürgesi olduğu görüşüyle ilk ortaya çıktığı yıllardan bu yana, Kürt illerine yönelik emperyalist sömürü, yağma ve tahakkümü, sürekli olarak üçüncü, beşinci planda bir sorun olarak ele alıp küçümsemiş, çoğu kez hemen hiç sözünü etmeyerek gözden uzak tutmuş, emperyalizmi, son yıllarda artmak üzere, hem de Türk egemenleriyle çelişmeleri nedeniyle ulusal harekete olumlu etkide bulunan salt bir dış faktör olarak kavrayarak, “TC”yi neredeyse biricik düşman olarak varsaymıştır.
Yine zaman zaman “emperyalizm” sözcüğü kullanılmıyor değildir; ama örneğin anlam ve içeriği, PKK’yi “terörist” ilan edip PKK yanlısı dernekleri kapattığında, bu eylemleri nedeniyle Almanya ya da İngiltere tanımlanmak üzere kullanılarak daraltılmıştır. ABD’ye ilişkin emperyalizm tanımı ise hemen hemen hiç yapılmamakta; örneğin “Çekiç Güç”, emperyalist bir müdahale gücü olarak değil, “kurtarıcı” ya da böyle denmese bile, en hafif tabiriyle düzenleyici bir “destek” güç olarak yorumlanmaktadır.
Hedef ve hedeflere işaret eden kavramlarda daralma, bundan ibaret değildir. Son dönemlerde, yeni yönelişleri sekteye uğratmaktan kaçınmak üzere, kapitalizm karşıtlığı anlamı verebilecek hiçbir kavram ve böyle kavramlarla ifade edilebilecek hiçbir hedef, PKK literatüründe kendisine yer bulamamaktadır. Bu literatürde sınıfsal kavramlara yer kalmamıştır. Eskiden zaman zaman hedef olarak gösterilen egemen Türk burjuvazisinden artık söz edilmemektedir; hedef, önce “TC” ya da “devlet” olarak, en sonunda daha da küçültülerek “rejim” olarak daraltılmıştır. Devrilecek olan, bir toplumsal sistem ve onun egemen sınıfı olarak burjuvazi ve toprak ağalan ve onların diktatörlüğü değildir ve zaten, önce devirme yerine pek de yüksek sesle olmayan bir ayrılma ve bağımsızlık talebi ileri sürülürken, “siyasi çözüm” arayışına girilmesinden bu yana devirmekten de bütünüyle vazgeçilmiş, “diyalog” ve bir arada yaşama noktasına gerilenilmiştir. Bunlar, devrimden caymanın ve sistem içinde yer aramanın açık işaretleridir ve başlıca, “sorun çözücü” olarak tanımlanmaya başlayan emperyalizmle uyum ve birleşme gözetilerek gündeme getirilmiştir.
Öcalan “tarih ve insanlık adına sorumluluk” yüklediği emperyalizme, ayrıca sorun çözücü bir fonksiyon da yüklemektedir:
“Kürdistan sorununun herhangi bir sorundan daha çok uluslararası olduğu gerçeğini bildiğimiz için, etkili devletlerin ve/veya uluslararası kuruluşların çözümde, önemli rol oynayabileceğine inanıyoruz.”
Emperyalizmin dünya üzerinde birçok sorunu kendi usulünce çözdüğü biliniyor. Ama bu, devrim ve devrimcilik adına istenir ve kabullenilebilir bir usul ve çözüm müdür? “Tarih”, “çözücü sorumluluk”u, “etkili devletler”e, yani emperyalistlere mi yüklemiştir ve üstelik emperyalizme “tarih” adına Öcalan’ın yüklediği bu “sorumluluk”, hem de “insanlık adına” bir sorumluluk mudur? Emperyalizm, tarihin ve insanlığın dayattığı bir sistem midir? Son dönemlerde hemen hiç olmasa da, eskiden zaman zaman sosyalizm lafı da eden Öcalan, Aralık ’90’daki 4. PKK Kongresi’nde “reel sosyalizm” olarak tanımladığı ve yanlışlar içinde olduğunu söylediği “sosyalizmin yıkılışı” (revizyonizmin çöküşünü böyle değerlendiriyor) ve “ulusal kurtuluş mücadelelerine daha geniş hareket alanı açacağı için olumlu bir gelişme” olarak nitelediği blokların yıkılışı sonrasında, yoksa “tarih ve insanlık adına” dayatılan sistemin emperyalizm olduğu görüşüne mi gelmiştir? SSCB ve Doğu Avrupa ülkelerindeki sistemi yanlışları olsa da, sosyalizm ve Varşova Paktı’nı da sosyalist bir blok olarak gören Öcalan, yıkılışlarının olumlu bir gelişme olduğunu ve ulusal kurtuluş mücadelelerine daha geniş hareket alanı açacağını nasıl iddia etmektedir? Ya biri ya diğeri değil mi? Sosyalistse ve yıkılmışsa, ulusal hareketler bundan nasıl bir yarar sağlayacaktır? Bu, teoride sosyalizmle ulusal kurtuluş hareketleri arasındaki, ortak düşman emperyalizme yönelik ittifak ilişkisini ve karşılıklı desteği inkâr ve sosyalizm yerine emperyalizmle ilişkilerin tercih edilmesi demektir. Ve bu yaklaşım, emperyalizme  “insanlık adına” “tarihi” rol biçilmesi tutumuyla uyum içindedir.
Kapitalizm, insanlığı ilerletici tarihi rolünü çoktan oynayıp, o defteri kapatmıştır ve özellikle emperyalizm aşamasında, proletarya ve tüm ilerici ve devrimci sınıflar ve ezilen halkların, kısacası insanlığın düşmanı olarak, üzerine kurulu olduğu uzlaşmaz sınıf karşıtlığının tarihsel olarak zorunlu kıldığı üzere, yıkılışa ve yerini sosyalizme terk etmeye mahkûmdur. Üstelik emperyalizm döneminde kapitalizm, yalnızca uzlaşmaz sınıf karşıtlığına bağlı olarak proletaryanın kaçınılmaz darbelerini üzerine çekecek olmakla kalmamakta, proletaryanın müttefiki olarak yağmalayıp zulmettiği ezilen halkların darbelerine de kaçınılmazlıkla muhatap olmaktadır. Sosyalist bir ülkenin kalmadığı ve sosyalizmin itibar kaybı içinde olduğu günümüz koşullarından hareketle emperyalizmi, insanlığın ve tarihin “sorumlusu” olarak göstermek, daha fazlasını bir yana bırakalım, ulusal sorunun çözümünde emperyalizmle uyumun ve birliğin gözetildiğine, ulusal bir hareket ve onun bir örgütüne en önde gelen düşmanı olması gereken emperyalizm sistemi içinde yer aranıp bulunmaya çalışıldığına işaret eder.
Emperyalizm, kapitalizmin en yüksek ve son, tekel kârının gerçekleştirilmesine dayanan aşaması olarak, yalnızca proletaryanın sömürülmesinin yoğunlaşması demek değildir. O, aynı zamanda, hiçbir ulusal ve insani değer gözetmeyen bir yağmacılık ve saldırganlık olarak dünyanın birkaç büyük emperyalist devlet tarafından ekonomik ve siyasal olarak paylaşılması üzerine kuruludur. Çeşitli yol ve yöntemlerle bağımlılık altında tutup sömürgeleştirdiği gelişmemiş ülkeler ve ezilen halklarının bütün yeraltı ve yerüstü kaynaklarının, bütün ulusal zenginliklerinin yağmacısı, ele geçirmiş olduğu ulusal ekonomi ve pazarların dikte ettiricisi, siyasal efendisi ve tahakkümcüsüdür. Emperyalistlerin ulusal sorunların çözümündeki katkıları, bu belirtilen temelde, ekonomik ve siyasal egemenlik altına almaya ve kendi tahakkümünü sağlamaya yöneltip götürme anlamında bir değer ifade eder. Emperyalizm, kapitalist sisteme ve kendi egemenliğine dokunulmadıkça, egemenliğini garanti eden çeşitli ulusal hareketlerle çeşitli ulusal kombinezonlar gerçekleştirmekten kaçınmaz. Onun açısından yalnızca paranın egemenliğinin bir anlamı vardır; ulusal sorun da içinde olmak üzere, geriye kalan hiçbir şey onun için bir anlam ifade etmez. Türk olmuş Kürt olmuş fark etmez; yeter ki kendi çıkarları gerçekleşebilsin. Amaç ve planlarını en iyi şekilde uygulamaya en çok el veren, tercih nedenidir. Ama buna “insanlık” yüklemek, tarihin insanlığa emperyalist bir son biçtiğini iddia etmek, tarihi ve insanlığı hiç bilmemek demektir.
Emperyalizmin en son iki “tarih” ve “insanlık adına” müdahalesine Somali ve Irak Kürdistanı’nda tanık olundu.
Irak’ta Saddam’ı çökme noktasına neredeyse getirmesine rağmen, son darbeyi vurmayan ve ama Kürtler içinde olmak üzere, bütün Saddam muhaliflerini ona karşı kalkışmaya teşvik eden günümüz emperyalizminin önde gelen ülkesi ABD, Saddam’ın ellerini serbest bırakarak Irak Kürtlerine ateş yağdırmasını ve yerlerinden yurtlarından olan, binlercesi de ölen bu mazlum halkın, Bush’u bağrına basmasını ve bilinç çarpıtılmışlığı içinde Amerikan emperyalistlerini “kurtarıcı” olarak yüceltmelerini sağladı. Ardından Saddam’ı durdurdu; Kürtleri arkasına almıştı. Böylelikle Amerikan emperyalizmi, Saddam’a kırdırdığı Irak Kürt halkını kendi efendiliğine razı etmiş ve son derece “insani” bir yöntemle Ortadoğu’da bir “sağlam” mevzi daha elde etmiş oldu. Burnumuzun dibindeki, üstelik doğrudan ezilen Kürt halkına yönelik bu “insani” davranış öğretici değilse, Afrika’nın Somali’sine kadar gitmeye hiç gerek yok. Ama yine de Amerikan emperyalistlerinin, bir başka mektup muhatabı emperyalist bir kuruluş olan BM’nin miğferleriyle ve kuşkusuz “insanlık adına” müdahale ettiğini ve onca kan döktüğünü hatırlatalım.
Emperyalizmin, özellikle İkinci Savaş sonrasında askeri işgal yöntemini eskittiği, zaman zaman bu yola başvursa da, esas olarak bu yöntemi kullanmadığı ve yerli sömürücü sınıflar içinden adam satın alarak, kendisiyle birleşen bir yerli işbirlikçi sınıf yaratma ve ekonomik olarak ilhak ettiği ülkeleri onlar aracılığıyla işgale gerek kalmadan yönetmeye dayanan yeni sömürgeciliği uygulamaya yöneldiği biliniyor. Bu yolla emperyalizm, işgalci çirkin yüzünü gizleyebilme, halkların ve insanlığın yardımcısı ve hatta kurtarıcısı olarak görünebilme olanaklarını elde etti.
Ama öyle oldu ki, giderek bu yöntem uygulandığında bile, hem emperyalizm çirkin yüzünü pek gizleyemez ve ulusal kurtuluş savaşları kolaylıkla bastırılamaz bir hal aldı. Ve ’80’li yıllarda “baş patron” ve dünya jandarmalığına soyunmuş ABD emperyalizmi, yeni sömürgeciliği yeni taktikler ilavesiyle inceltti. Asya, Afrika ve L. Amerika’da gelişme gösteren ulusal kurtuluş hareketleri ve bunların Nikaragua gibi başarı kazanmış, Salvador gibi başarının hemen eşiğine gelmiş olanlarına karşı dört bir yandan kuşatma ve imha savaşıyla yok etmeye yönelmenin yanı sıra, görüşmeler ve diplomatik ilişkiler aracılığıyla, kabullenme ve sistem içinde yer verme işaretleriyle uzlaşma kanalları açma çizgisiyle “ehlileştirme” ve sisteme katma tutumu ağırlıkla gündeme getirilmeye başlandı. Ulusal devrimci muhalefetin ve toplumsal hareketin güçlü ve emperyalizm ve işbirlikçileri açısından olumsuz sonuçlara götürebilecek denli tehlikeli boyutlar kazandığı ülkelerde, “insancıl” Carter’le başlamak ve Reagan’la gelişmek üzere, ABD, bir yandan emperyalist şeflerin diline pek yakışan “insan haklan” vb. eleştirileriyle bu ülkelerde mevcut faşist rejimleri itidale davet ederek onları “demokrasiye”, “barışçıl ve yumuşak geçişe” yöneltirken, diğer yandan devrimci hareketler de, bazen muhalif olarak ya-sallıkları tanınarak, çoğu zaman da “iktidara ortak” edilerek bu tür demokrasiye katılmaya ikna edilerek, silahtan tecrit edilmiş ve sistem için tehlike olmaktan çıkarılmış konumlarıyla yasal ve “demokratik platforma” çekilmişlerdir. Bu uygulamada, genellikle azgın ve ciddi biçimde teşhir olmuş faşistler ve faşist rejimlerden vazgeçilmiş, satışlar ve at değişiklikleriyle, genellikle sosyal demokrasiye önemli roller düşmüştür. Çoğunlukla kıyısından muhalefet hareketi içinde yer almış sosyal demokrasinin nispeten itibarlı konumundan yararlanmak üzere, ABD ile uyumlu bir işbirliğini yürütebilecek olmaları gözetilerek yönetim mekanizması, şeflerine emanet edilmiş, böylelikle muhalefetin parçalanması ve devrimci hareketin tabanının daraltılması ve hedefinin büyütülerek gözünün korkutulması sağlanmıştır. Ama öte yandan silah bırakma koşuluyla “diyalog” ve “siyasal çözüm” yolları, başlıca diplomatik kanallarla önlerine konan silahlı devrim hareketlerine sistemin kapıları da açılmıştır. Burada, emperyalizm açısından temel ölçüt, silahlı devrim hareketlerinin kapitalizmi olumsuz sonuçları itibarıyla eleştirseler bile, ona düşmanlık etmemeleri, dolayısıyla proleter bir sınıf temeline sahip olmamaları ve sistemi benimsemeleridir. Bu temel ölçüt sağlandıktan ve proletarya önderliğinde olmayan ve sosyalizmi hedeflemeyen ulusal kurtuluş hareketlerinin, gelişme potansiyelleri de göz önünde bulundurularak, sistem için tehlike teşkil etmeyeceğinden emin olunduktan sonra, milliyetçi hareketler karşısında “esnek” ve onlara sistem içinde yer açan bir politika uygulanmıştır. Bu politikanın gündeme alınmasında, kuşkusuz, Sovyet revizyonizminin nezdinde sosyalizmin itibar kaybına uğramış ve ulusal kurtuluş hareketlerinin proletarya önderliğinde gelişmiyor olması yanında, proleter devrim sürecinin dünya ölçeğinde, ulusal kurtuluş hareketlerini de etkileyip kapitalizm karşıtlığına kaydıracak bir ittifak ilişkisi sunmak üzere, emperyalist kapitalizm karşısında belirgin bir tehlike teşkil etmiyor oluşu önemli ve temel bir veri olmuştur.
Sovyet revizyonizminin şahsında ciddi ve güvenilir bir müttefik göremeseler de, onun ya da uyduları tarafından askeri ve politik olarak desteklenerek ABD emperyalizmi karşısında belirli bir manevra alanı ve olanaklara sahip olabilen, ama bu kez Sovyet sosyal emperyalizminin sultası altına girmeye yönelen ulusal kurtuluş hareketleri, ’80’lerin sonlarına doğru tıkanma sürecinde kendi derdine düşen ve içine dönen Sovyet revizyonizminin, anlam ve içeriği ve sonuçları bakımından pek hoş olmasa da, ABD karşısında sunduğu olanaklardan da yoksun kalınca, ABD’nin önlerine açmış olduğu “diyalog”, “siyasal çözüm”, yasallaşma ve sisteme katılma yollarının değeri yükselmiş ve ABD emperyalizmi tarafından ortaya konulan yaklaşım ve politikaların etki gücü artmıştır. Güçlü rakip Sovyet sosyal emperyalizminin devreden çıkmasıyla, ABD, egemenlik ve politikalarının yükselen etki gücünü sekteye uğratabilecek Irak, Suriye, Kore, Küba, Libya gibi ülkelerin, Sovyetlerle rekabetin eski günlerindeki politikalarını sürdürme yoluyla kendi çıkarlarını gerçekleştirme yönelimlerini şiddetle cezalandırma yolunu tutarak, buna izin vermeyeceğini açıklıkla ortaya koymuştur.
Nitekim bu yaklaşım ve politikalarıyla Amerikan emperyalizmi, Filipinler, Nikaragua, Salvador, Şili, Brezilya ve son olarak Filistin’de ulusal kurtuluş hareketlerinin ehlileştirilip yatıştırılması ve sisteme entegrasyonu yoluyla sistemi sağlamlaştırıp kendi egemenliğini pekiştirmede başarı sağlayabilmiştir. Şimdi faşist zor ve imha hareketinin yürütülmesiyle birlikte, diplomatik ilişkiler ve uzlaşma ve sistem içi olanaklar açma politikasının izlenmesi, “Yeni Dünya Düzeni”nin kuruluşuna koşulmak üzere daha da önem kazanmıştır.
Bugün ABD emperyalizmi, Filistin sorununun “çözümünde oynadığı önemli rol”ün hemen ardından, aynı “sorun çözücülük” ve “sorumluluk”la Kürt sorununun üzerine eğilmektedir. Bunda önemli bir neden, Kürt sorununun coğrafyası ile ilgilidir. ABD, kendisi için büyük öneme sahip stratejik Ortadoğu bölgesinde “Yeni Dünya Düzeni”nin kuruluşunda acele etmektedir ve bunun için yeniden düzenleme faaliyetini sürdürmektedir. Kürt sorunu ise, bölgenin en önemli sorunlarındandır. Bu sorun şöyle ya da böyle çözülmeden, bölgede işler yoluna konulamayacaktır. Bu mesaj ya da işaret, Amerikancı “çözüm”ün bir unsuru olarak istihbari ve diplomatik kanallardan verilmekte ve alınmaktadır. ABD bunu, birkaç yıl öncesinden önce dolaylı sonra PKK ile doğrudan görüşmeleri başlatarak ortaya koymuştur.
Sözü edilecek “Concini Raporu”nda, “Kürt meselesi, yarattığı sonuçlar nedeniyle hem Türkiye’nin tüm vatandaşlarının hem de tümüyle Ortadoğu’nun en kritik sorunlarından biridir” şeklinde tanımlanmaktadır. İzlenmekte olan yeni politikalar ve kurulmakta olan yeni ilişkilerle sağlanmakta olan uyumda önemli bir yeri olan İsmet İmset de, emperyalistlerin ağzından ya da onlar açısından yaptığı bir yorumda buna işaret ediyor:
“Barış sürecinin uzun, zaman zaman zor ve provokasyonlarla dolu olacağını herkes biliyor. 70 yıllık bir inkâr politikası ve zorunlu asimilasyon üzerine kurulu askeri bir politikanın değişmesi de zaman alacak. Ne var ki, PKK’nin Türkiye ve Ortadoğu sahasında oluşturduğu güç de biliniyor.” (Özgür Ülke, 2 Aralık, s. 4)
Öte yandan İmset, bugünkü güç ilişkileri ve karşılıklı politikalar ve izlenen diplomasi çerçevesinde kesin olan ama yarını kucaklayıp kucaklayamayacağı tartışmalı bir gerçeğe de aynı yazısında değiniyor:
“ABD, gerek uluslararası politik gücü ile gerekse askeri yaptırım olanağı ile artık Kürt sorununun tartışma merkezi haline gelmiş durumda Washington’un hu sorunun çözümünde oynayabileceği rolü ise kimse küçümsemiyor. Öcalan’ın küçümsemediği, politikasından, yönelimleri ve diplomasisinden, en son olarak yazdığı mektuptan anlaşılmaktadır. ABD’nin gücünü defalarca sınamış egemen burjuvazi de küçümsemiyor; ABD’ye ilişkin yaklaşımları ve tanıtma kampanyalarından, bu da anlaşılmaktadır.”
Amerikan emperyalistlerinden gelen işaretler arasında ABD Helsinki Komisyonu Heyeti Başkanı ve AGİK Eş-başkanı Dennis De Concini’nin raporu önemli bir yer tutmaktadır. AGİK kararı haline gelen 27 Kasım ’94 tarihli bu raporla AGİK “iki taraflı ateşkes” öngörmektedir. Raporla Türkiye’den istenen 8 talep, ABD’nin ’80’li yıllarda uygulamaya koyduğu inceltilmiş yeni sömürgecilik yöntemleriyle çakışma halindedir. İnsan hakları ve “demokrasi” ile çelişmesi nedeniyle eleştirilen Türkiye’den insani, demokratik ve aldığı askeri önlemleri yumuşatmaya yönelik talepler de bulunulmaktadır. Bunlar, silah bırakması ve siyasal faaliyet sürdürmesi durumunda PKK’yı da kapsamak üzere politik partilere özgürlük, ifade özgürlüğü, Kürt dili ve kültürü üzerindeki sınırlamaların kaldırılması, Kürtçe okul, TV, radyo vb.nin serbest kılınması, OHAL’in ve koruculuğun kaldırılması ve Türk-Kürt yüksek konferansının toplanması gibi taleplerdir. Bu talepler onca saldırganlık, zulüm, faşizm ve kanın sorumlusu olan emperyalistlerin ağzına doğrusu pek yakışmaktadır; ama yine de aldanmaya ya da “ikna olmaya”, sistem içinde bir yer tutma ve onun olanaklarından yararlanmaya hazır olanlar açısından “ikna edici” olmaktadır.
Bu yönde tek işaretin, sözü edilen rapor olmadığı açıktır. ABD savunma bakan yardımcısı “iki taraflı ateşkes”ten söz etmekte; yine bir başka ABD bakan yardımcısı, DEP Davası nedeniyle Türkiye’yi kınamakta ve insan haklarına uygunsuzluk açısından eleştirmekte; Clinton’a yazdığı ve PKK’nin tüm eylemlerinin devletle masaya oturabilmek için gerçekleştirildiğinin söylendiği mektupta, “Bu olaylar, halkı yetkililerle ve devlet görevlileriyle görüşmeye zorlamak için yapılmaktadır” (Ö. Ülke, 5 Aralık, s. 6) şeklindeki görüşe yer veren Helsinki Watch, ondan AGİK’te, DEP Davası ve Türkiye’deki insan hakları ihlallerini gündeme getirmesini istemekte; yine örneğin 45 İsviçreli parlamenter, Öcalan’ın mektubu ardından, “Türk hükümetinin Kürt temsilcilerle görüşüp, sunulan bu değerli şansı değerlendirerek bu kör savaşı durduracaklarına inanıyoruz. Biz bütün hükümetleri, Türk hükümetinin, Kürt halkının temsilcileriyle görüşmeye başlamasının sağlanması, diyalog yolunun açılması,-Kürt halkının kalıcı bir barış ortamında yaşamasının sağlanması ve kalıcı çözüm için çaba harcamaya çağırıyoruz.” (Ö. Ülke, 3 Aralık, s. 8) açıklamasını yapmakta; İngiliz Parlamentosu İnsan Hakları Grup Başkanı Lord Avebury, İngiliz Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği mektupta, AGİK Sonuç Bildirgesi’nde Türk hükümetinin işlediği suçlara değinilmesini istemekte; Almanya’da sosyal demokrat ve yeşiller partileri Alman hükümetini PKK yasağını kaldırmaya çağırmakta ve bu yasağın Kürt sorununu askeri yöntemlerle çözmek isteyen Türk hükümetine destek vermek anlamına geldiğini belirtmektedir.
Ve bu işaretler, bizzat ABD yetkililerinden karşılıklı görüşmelerde alınan başka işaretlerle birlikte değerlendirilmekte ve olumlu yanıtlanmaktadır. Öcalan, en son AGİK toplantısı öncesi, İmset’e verdiği ve kuşkusuz istenen yerlere ulaşan demecinde, PKK’nin Cenevre Konvansiyonu hükümlerine uymayı taahhüt ettiğini, Kızılhaç’a başvuracaklarını, bu kuruluşun ve diğerlerinin gözlemci olarak devreye girmesini isteyeceklerini, savaş kurallarına kendileri uymuyorsa cezalandırılabileceklerini açıklamış; barışçıl ve görüşmeler yoluyla çözüm isteğini tekrarlamış ve sözlerini şöyle bağlamıştır: “Aslında görüşmeler başlasaydı, ne kadar tutarlı olduğumuzu bütün taraflara gösterecektik. Bu engellenmek isteniyor.”
Bu söyleşinin önemli bir unsuru, AGİK Kararında “PKK şiddet kullanmaktan ve salt bağımsızlık taleplerinden vazgeçmeli; PKK tek taraflı ateş keserse hükümet de ateş kesmeli” şeklinde özetlenen PKK’den taleplerin bir kez daha açıklıkla yanıtlanmasıdır. Şiddetten vazgeçerek barışçıl ve görüşmeler yoluyla çözüm yanlısı olduğunu açıklayan Öcalan, aynı demecinde salt bağımsızlık taleplerinden de vazgeçtiğinin altını çizmektedir:
“Bizim Türkiye’den istediğimiz bir siyasi diyaloga imkân hazırlamasıdır. Bizim söyledikleri gibi Türkiye’yi bölüp parçalamak gibi bir niyetimiz yok. Şunu da çok açıkça söyledik: Bu koşullarda alın götürün Kürdistan’ı deseler biz kabul edemeyiz. Çünkü bizim Türkiye ile birlikteliğe ihtiyacımız vardır… Zannediyorlar ki salt bir ayrılıkçı hareket var. Tam tersine Türkiye’yi güçlendirme, demokrasiyi güçlendirme ve özellikle halkı güçlendirme hareketi söz konusudur. Ortada eğer zarar görecek bir şey varsa, bu Türkiye’nin birliği ya da bütünlüğü değildir. Kirli savaştan çıkarları olan bir avuç kesimdir… Bizim amacımız zorla dayatsalar da bir ayrılığı geliştirmek değil, tam tersinedir. Özal da söyledi, Karayalçın da söyledi. Federasyon diyorlar. Bazı biçimler o kadar önemli değildir. Türkiye’nin bütünlüğü içinde çok çeşitli çözüm yollan vardır. Birçok federe devlet sistemleri var. Almanya, Amerika, İspanya birer örnek. Bu örnekleri göz önüne getirerek herhangi bir birleşme biçimi üzerine tartışılabilinir.” (Ö. Ülke, 5 Aralık, s. 7)
Bunların gerçeği yansıtıp yansıtmadığı tartışılabilir. PKK’nın da politikalarında değişikliği, Türk burjuvazisi ve diktatörlüğüne benzer şekilde, eskinin bütün kalıntılarını ortadan kaldırarak kolaylık ve çabuklukla gerçekleştirebileceği düşünülemez. Ama vaatler ve ABD emperyalizminin kapı açma, yönlendirme YO dayatmalarıyla, emperyalist faaliyet süreçleriyle kuşatılmışlığın sonucu olarak savunulma durumuna gelinen yeni yaklaşım budur.
Bazıları bu tür değerlendirmelerle haksızlık yapıldığını, çünkü PKK’nin, Alman ve İngiliz hükümetlerinin yasaklama ve PKK’yi terörist ilan etme kararlarının gösterdiği gibi, emperyalistler tarafından desteklenmek bir yana baskılandığını ve PKK’nin de emperyalizmle uzlaşmak bir yana, yasaklama kararlan nedeniyle Alman ve İngiliz hükümetlerine karşı yönelttiği suçlamalar ve giriştiği eylemlerin ortaya koyduğu gibi emperyalistlerle mücadele ettiğini düşünebilirler. Bu düşünce gerçeği ifade etmekten uzaktır.
Bir kez, farklı emperyalist mihrakların, üstelik birbirleriyle çelişmeleri içinde var olduğunu ve örneğin PKK’nin Amerikan emperyalizmine yönelik bir eleştirisine hemen hiç rastlanamayacağını görmek gerekir. Örneğin PKK’nin Rusya’ya yönelik bir eleştirisi de yoktur ve Rusya derlenip toparlandıkça, eski yakın etki alanlarından Ortadoğu’ya ilgisi artmakta; bu bağlamda PKK kartını oynamayı da gündemine almakta, örneğin PKK’ye Rusya’da Konferans toplamak üzere olanak sağlamaktadır. Rusya’nın Ortadoğu ve Kürt hareketine olan ilgisinde görülen hareketlenme, ABD’nin “sorun çözücü”, “sorumluluğu”nu artırıcı ve hızlandırıcı bir faktör olarak rol oynamakta, “çözümü” yakınlaştırıcı olmaktadır.
Öte yandan, inceltilmiş yeni sömürgeci yöntem, yalnızca ulusal hareketler önünde kapılar açma, diplomasi aracılığıyla görüşmeler ve uzlaşmalar yolunu öngörmesi yönüyle karakterize olmamaktadır. Bu yöntem, “havuç politikası”nın şiddet politikası ile bir arada sürdürülmesi ile ayırt edilmekte; ulusal devrimci hareketlere sistem içi olanaklar sağlanması tutumu, onu ehlileştirmek üzere şiddetle üzerine gidilmesi ve imha savaşına konu edilmesi tutumuyla ayrılmaz bir bütün oluşturmaktadır. Bu, yenilenmiş yeni sömürgeci uygulamalara konu olmuş bütün ülkelerde yaşanmış bir gerçek durumundadır. Salvador’da, Nikaragua’da, Filistin’de hep böyle olmuştur.
Türkiye’de imha savaşını en “şahince” sürdürenlerin Amerikan emperyalizminin en yakın işbirlikçileri olması boşuna değildir. AGİK toplantısı öncesinde Özgür Ülke’nin bombalanması, Gümrük Birliği toplantısından önce DEP Davası’nın sert kararlarla sonuçlandırılması, anlamlıdır. Birlikte yürütülen iki yönlü bir taktik söz konusudur: Kuşatma, baskı altına alma, sıkıştırma, pes etmeye, “ehlileşmeye” ve sistemle uyuma zorlama ve öte yandan diplomasi kanalları açma, silahsızlanmanın dikte edilmesiyle meşruluğun kabulü ve sözde demokratik platforma çekme, sistem içine çekme ve orada yer verme.
Bu ikili taktik başarılı sonuç verme yönünde işlevseldir.
Bu arada PKK, Alman ve İngiliz emperyalistlerini, Kürt hareketinin üzerine varmakla “çıkarlarını gerçekleştiremeyeceği” yönüyle eleştirerek “ikna” etmeye çalışmakta ve görmezden gelindiğinde haksızlık yapılacağı ileri sürülen “emperyalizme karşı mücadelesini emperyalistlerin çıkarlarının gözetilmesine kadar düşürmektedir:
“… Almanya olay çıkmasını istemiyorsa, Kürt halkını rahat bıraksın, Türk özel savaşına verdiği destekten vazgeçsin. Almanya Kürt halkını karşısına almakla herhangi bir çıkar elde edemez. … Ne Almanya, ne İngiltere, ne de diğer Avrupa ülkeleri TC’yi destekleyen politikaları ile bir sonuç elde edemeyeceklerdir. Kürt halkını karşısına alan hangi devlet olursa olsun kaybedecektir.” (PKK Avrupa Temsilciliği’nin PKK’nin Kuruluş yıldönümü dolayısıyla yaptığı açıklamadan, Ö. Ülke, 27 Kasım, s. 8)
PKK yeni yaklaşım ve çizgisine bir çırpıda gelmedi. Milliyetçi çizgisi böyle bir evrime temel olanağı yaratmaktaydı. Ve bu temelde, emperyalist faaliyet süreçleriyle kuşatılmışlık koşullarında PKK, adım adım -her adımı devrimci komünistler tarafından eleştirilip PKK devrim yönünde etkilenmeye çalışılarak- bugünkü yaklaşım ve tutumları yönünde ilerledi. Her yeni politikası, taktikleri ve diplomasisi, bugüne gelişin adımları oldu.
Kürt emekçi kitlelerinin kafasını bulandıran, onları sistem içi bağlantılara yönelten ve reformizmi geliştirici SHP ile ittifak politikası bir adımdı.
Din karşısında onu yücelten ve devrimci gösteren tutum ve buna bağlı olarak Hizbikontra’dan Hizbullah’la saldırmazlık anlaşmasına geçiş bir adımdı.
Kürt işçi ve emekçilerine, onların örgütlü gücüne ve kitle hareketi ve örgütlerine dayanmama, bu örgütlülüklerin geliştirilmesini öngörmeme ve bu uğurda çalışmama bir adımdı.
“Siyasi çözüm” denilen şeyin gündeme getirilmesi ve silahlı mücadelenin bir pazarlık unsuru olarak ele alınmasına geçiş, diplomatlaşma, bir adımdı.
Olgunlaşmamış koşullarda uygulamaya konan ve PKK’nin pek darbelenmemiş ve gelişme durumunda olan gücüne bağlı olarak ülke içinde ve mücadeleden ve geleceğinden belirli bir ürküntü duyan çeşitli burjuva ve gerici kesimlerde şöyle ya da böyle yankı yapsa da, uluslararası alanda, koşullar (başlıca PKK yeterince ehlileşmemiş olduğundan) emperyalistler açısından hazır bulunmadığından pek ses getirmeyen birinci tek taraflı ateşkes, bir adımdı.
Hemen ateşkes açıklamasıyla birlikte başta Burkay olmak üzere, Kürt reformcularıyla birlik ve reformist Kürt burjuvazisinin etkisinin yükselişinin önünün açılması, bir adımdı.
Sosyalizme uzaklığı ve düşmanlığı kanıtlamak üzere devrimciler ve komünistlere yönelik saldırılara girişilmesi, bir adımdı.
Botan’da toprak talebiyle ayağa kalkan Kürt köylülerini, ağaların hesabına geriye itelemek, bir adımdı.
Mücadele hedeflerini küçültme ve bağımsızlık talebinden vazgeçme; egemen Türk burjuvazisi ve diktatörlükle hem de bugünün elverişsiz koşullarında görüşmeler ve diyalog arayışı, son adım oldu.
Ve PKK diplomasisi de adım adım bu yolun taşlarını ördü.
Sürekli belirttiğimiz gibi, iş artık sınıf mücadelesinin tayin edici gücüne kalmıştır.

Ocak 1995

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑