AYBAR’A KARŞI MUHALEFETİN REVİZYONİST CEPHESİ
TİP içindeki farklı görüş ve anlayışlar, Aybar’ın da belirttiği gibi, 1968’de yükselen toplumsal hareket ortamında, başlangıçtaki “barış içinde bir arada yaşama” havasından çıkmaya başladı ve parti içinde sert bir tartışma ortamının doğmasına yol açtı.
TİP, bir yandan, özellikle gençlik hareketi içinde etkili bir taban bulan ve parti içinde de gençlik önderlerinin oluşturduğu çevreyi etkileyen “Milli Demokratik Devrim” görüşünün, diğer yandan da, görünüşte “Ortodoks Marksist” tezleri savunan, fakat aslında temel tezlerini ve TİP yönetimine karşı eleştirilerini Sovyet revizyonizminin teori ve pratiğinden devşirerek, parlamentarizm içinde daha da sulandıran Sadun Aren ve Behice Boran kliğinin çatışma alanı haline gelmişti. Her iki taraf da, Aybar ve çevresinin yönetimindeki partinin, toplumsal muhalefetin ve değişen dünya koşullarının dayattığı problemlere çözüm bulamayışının ve özellikle de işçi sınıfı ve gençlik hareketinin gerisinde kalışının yarattığı zayıflık ortamında gelişti ve başlıca muhalefet temalarını ülkenin ve dünyanın devrimci ortamına ilişkin olaylardan aldı.
Özellikle Milli Demokratik Devrim görüşünü savunan gençlik önderleriyle, onlarla birlikte hareket eden işçi ve köylü kökenli üyelerin Parti’den ihraç edilmesinden sonra, Parti içinde ve tabanında doğan huzursuzluk ve güvensizlik, yaygın bir hal aldı. Bu arada, Aybar’a karşı, Aren-Boran kliği tarafından yöneltilen eleştirilerin dozu da arttı ve eleştiri konuları çeşitlendi. Aybar, muhalefetin birinci kanadının temelleri hakkında, bugün olumlu yargılar taşımaktadır: “Bizdeki gençlik hareketi, bambaşka bir kültür zemini üzerinde çiçeklenmiş ve günün koşullarına yanıt veren bir hareketti: Amerika ve işbirlikçilerini hedef alan ve Marksizm-Leninizm’den esinlenen bir hareketti” (Aybar, TİP Tarihi, BDS yayınları, 3. cilt. s, 142) Bu hareketin bir devamı olan, doğrudan doğruya gençliğin devrimci eğilimlerini yansıtan kanadın tasfiye edilmesi, Aybar’ın karşısında, genel tutumu bakımından gerici ve klik karakteri baskın bir grubun kalmasına yol açtı. Fakat gene de TİP içinde, önemli bir sayıda devrimci üye vardı ve bunların talepleri, sosyalizmin temel ilkeleriyle ve gençliğin devrimci eyleminin hedefleriyle uyumluydu. Muhalefetin diğer kanadı, Aybar’ın deyimiyle “Marksizm-Leninizm’den esinlenen” bu kitleyi, Aybar yönetimine karşı muhalefetlerinde kendi yanlarına çekmeye çalışırken, bu özelliği kullanmaya çalışan bir yol izliyordu.
Aren-Boran kliği, Aybar’a karşı, özellikle SSCB’nin Çekoslovakya’yı işgali sonrasında alevlenen tartışmada, Aybar’ın öne sürdüğü “Türkiye’ye özgü sosyalizm”, “güler yüzlü sosyalizm” gibi kavramları eleştiri konusu yaparken; sosyalizmin, Marksizm-Leninizm’in temel tezlerine dayandıkları ve Aybar’a karşı başta SSCB olmak üzere “sosyalist sistemi” savundukları izlenimi vermeye gayret ediyorlardı.
Aren- Boran kliği, bu görünüşleriyle, önderleri esasen partiden ihraç edilmiş bulunan gençlik içinde etkili olamadılar; ama parti içindeki eylemsizlikten ve giderek “ortanın solu” sloganını ortaya atmış bulunan CHP ile aynılaşmaktan ciddi bir rahatsızlık duyan kesimi etkilemeyi başardılar. Bunlar arasında, sendika bürokratlarının bulunması, Aren-Boran muhalefetinin parlamentarist çizgisini “işçilere dayanmak” görüntüsüyle örtüyordu.
Buna karşın, Aybar’ın görüşlerine karşı olanların sert eleştirileriyle ve Aybar’ın aynı sertlikle verdiği cevaplarla yankılar uyandıran bir tartışma havasında geçen TİP Üçüncü Büyük Kongresi’nde, muhalefet, yönetimi ele geçirmeyi başaramadı.
Kongre boyunca yapılan eleştirilerde, Aybar’a, “bilimsel sosyalizmin tekliğini inkar etmek”, “sosyal bilimlerde kesinlik meselesine kuşkuyla bakmak”, “Marksist klasikleri okumayı yasaklamak, Marksizm’den kuşku duymaya yol açacak kitapları önermek” gibi suçlamalar yöneltildi. Gerçekte Aybar, bütün bu suçlamaları haklı kılacak biçimde; Marksizm-Leninizm’e, sosyalizm uygulamalarına karşı, daha çok Avrupa’da gelişmeye başlayan “yeni-sol” akımların görüşlerini çağrıştıran açıklamalar yapmış ve Parti’nin o güne kadar yürüttüğü genel tutumun tümüyle dışında, kişisel bir tutum sergilemeye başlamıştı.
Aybar’ın karşısında olanlar ise, bütün bunlara karşı, esasen Parti’nin programında yer alan “kapitalist olmayan kalkınma yolundan, demokratik tarzda kurulacak sosyalizm”i, bilimsel sosyalizm olarak ileri sürüyorlar ve parti çizgisinin buna göre şekillendiğini ifade ederek, Aybar’ı bu çizgiden sapmakla suçluyorlardı.
Bu eleştirilerin en önemli bölümü, Aybar’ın “Hürriyetçi Sosyalizm” kavramına yöneltiliyordu ve bununla SSCB’ye karşı, özellikle Çekoslovakya olayından sonra gelişen tepkiler göğüslenmeye çalışılıyordu. “Hürriyetçi Sosyalizm” teriminin hedefinin, SSCB pratiği olduğu açıktı. Aybar, SSCB’deki rejimi, bürokratik ve baskıcı bir yönetim olarak nitelendiriyordu ve “Türkiye’ye özgü sosyalizmin özelliklerini, bu olumsuz örneğin üzerinden tanımlıyordu. Muhalefet ise, revizyonist SSCB’nin savunulmasını, kendi çıkış noktalan olarak görüyor ve “Hürriyetçi Sosyalizm” kavramına esas olarak bu yüzden karşı çıkıyordu. Bu arada Aybar, söz konusu uygulamaların kökeninde, Leninizm’in, hatta Marx’ın teorisinin bulunduğuna dair görüşler de ileri sürüyor ve onlar yerine Kautsky, Bernstein gibi II. Enternasyonal önderlerinin ve artık hiçbir teorisi için sosyalizm bakımından geçerlilik iddiası ileri sürülemeyecek Proudhon gibi düşünürlerin eserlerini öneriyordu. Özellikle bu tutum, devrimci gençliğin ve sosyalizmi Marx ve Lenin’in adlarından ayrı düşünemeyen TİP üyelerinin Partiyle bağlarının tümüyle kopmasına yol açtı.
Dolayısıyla, TİP üyeleri ve taraftarları, devrimci gençlik ve işçi eyleminin dışında cereyan eden bu tartışmada, tam anlamıyla “çapraz ateş”e alınmış, hangisini tercih etse, diğerinden daha iyi olamayacağını bildiği bir yönetim kargaşasının içine düşmüştü.
TİP’in Dördüncü Büyük Kongresi’nde, yönetim, Behice Boran ve Sadun Aren’in temsil ettiği grubun eline geçti. TİP, bundan sonra, görünüşte daha “sol” bir çizgi izlerken, kitlesel bakımdan 1961’deki çıkışının ve sonraki gelişiminin çok gerisinde bir durumu yansıtan darlaşma sürecine girecektir.
TİP’in siyasal çizgisini, bundan sonra, “sosyalist devrim” sloganı altında, SSCB kaynaklı “barışçıl geçiş” teorisi belirledi. Aybar döneminin başlıca ajitasyon temalarından birisi olan “İkinci Milli Kurtuluş Savaşı”, içeriği fazlaca değiştirilmeden yerini bu slogana terk etti.
TİP, 12 Mart askeri darbesinden sonra, Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Mahkemesi tarafından kapatıldı.
İKİNCİ TÜRKİYE İŞÇİ PARTİSİ
Nisan 1975’te yeniden kurulan ve Program Ve Tüzüğü ilan edilen ikinci Türkiye İşçi Partisi, aralarında birinci TİP döneminde Aybar’a karşı olan grubun önde gelenlerinden Behice Boran, Şaban Erik, Nihat Sargın gibi isimlerin bulunduğu ve bu eleştiriler sırasında netleşmiş görüşleri esas alan bir kadro tarafından kuruldu.
Program ve Tüzük’ün, “Program’a Temel Olan Görüşler” bölümünde de, gerek birinci TİP içinde yürütülen tartışmaya, gerekse, genel olarak devrimci hareketin 1970 öncesinde tartıştığı görüşlere önemli bir yer verilmişti. Dünyadaki genel durum, Türkiye’nin yeri, Türkiye’nin temel sorunları ve özellikle de Türkiye devriminin yolu hakkındaki “Temel Görüşler”, bu tartışmalar sırasında değişik çevreler tarafından ileri sürülen tezlere cevap olacak tarzda düzenlenmişti.
Bu özellikler, Behice Boran öncülüğündeki yeni TİP’in görüşlerinin netleşmesini olduğu kadar, Parti’nin üye yapısındaki değişikliği de ifade ediyordu. TİP artık, her türden “sosyalizm”in savunulduğu, değişik eğilim ve örgütlenme anlayışlarının bir arada barınabildiği başlangıç halinden çok daha farklı bir parti görünümü kazanmıştı.
Bu özellik, her şeyden önce, genel olarak bütün dünyada Sovyet revizyonizmine bağlı partilerin savunduğu “kapitalist olmayan yoldan sosyalizme geçiş” teorisinin, Parti’nin genel görüşü haline gelmiş olmasında, sonra da Türkiye’ye ilişkin tespitlerin bu teoriye ve parlamentarist çalışma tarzına uydurulmaya çalışılmış olmasında kendisini gösteriyordu.
SSCB KP ETKİSİNİN AÇIK HALE GELİŞİ
“Temel Görüşler”in Giriş Bölümü, TEMEL ÇELİŞKİ, KAPİTALİST SİSTEM İLE SOSYALİST SİSTEM ARASINDADIR” başlığını taşıyordu. Burada, “Çağımız, kapitalizmden sosyalizme geçiş çağıdır” tespiti yapılıyor ve bu önerme, “sosyalizmin genişleyip yayılması” ve “kapitalizmin gerilemesi” tespitleriyle destekleniyordu. Gerçekte, yetmişli yılların ilk yansında, özellikle de Vietnam’da Amerikan emperyalizminin yenilgiye uğratılmasıyla, başını ABD’nin çektiği emperyalizm, nispi bir gerileme sürecine girmişken, SSCB; Güney Doğu Asya, Afrika ve Ortadoğu’da etkisini güçlendiriyor, yeni hegemonya alanları kazanıyordu. İki süper devlet arasındaki bu çekişme, SSCB’nin gerçek niteliğinden bağımsız olarak ele alındığında, ABD’nin ve dolayısıyla da genel olarak kapitalizmin aleyhine bir durum olarak yorumlanıyordu. TİP’in yeni programının bu tespitle başlaması, bir yandan, Aybar’ın yönetimindeki TİP’in SSCB’nin hegemonik yayılmasına karşı takındığı tavır karşısında kazanılmış bir zaferi ilan ediyor, diğer yandan da, TİP’in bundan sonraki çizgisini SSCB politikalarının belirleyeceğine işaret ediyordu. Çünkü aynı zamanlarda, SSCB-KP ve onun etkisi altında kalan partilerin dışındaki birçok parti, dünyada temel çelişmenin emperyalizmle halklar arasındaki çelişme olduğunu söyleyerek, bir başka stratejik görüş ortaya atmış ve bu bir ayrım çizgisi haline gelmişti. Dünyadaki temel çelişmenin tespiti ile TİP, bir bakıma kendi “sosyalist devrim” sloganını da belli bir temele oturtuyor görünüyordu; fakat bundan daha önemli olan, TİP’in kendi içinde, TKP ile belli bir ilişkiyi geliştirmesine bağlı olarak, doğrudan doğruya SSCB-KP politikalarına bağlı hale gelmiş olmasıydı.
“SOSYALİST DEVRİM” SLOGANIYLA GİZLENEN BURJUVA REFORMİST PROGRAM
Türkiye’ye ilişkin tahliller ise, esas olarak Milli Demokratik Devrim teorisine ve Aybar’ın “İkinci Milli Kurtuluş Savaşı” sloganına karşı daha önce Boran kliği tarafından savunulan görüşlerin TİP’in görüşü halinde formüle edilmesinden ibaretti. Buna göre, “Türkiye’de burjuva demokratik devrim esas itibariyle yapılmış” bulunuyordu. Burada, “Türkiye için bir milli demokratik devrim söz konusu değildir. Milli demokratik devrim, egemen üretim ilişkileri açısından özellikle kapitalizm öncesi aşamada bulunan, yeni bağımsızlığına kavuşmuş ülkeler için öngörülmüştür. Bu teze göre, söz konusu ülkelerde milli demokratik devrim ile kapitalizm öncesi üretim ilişkileri tasfiye olunacak, onunla birlikte eski politik yapı da ortadan kaldırılacaktır. Bu nedenle, milli demokratik devrim, özünde bir burjuva demokratik devrimidir. Ama eski alt ve üstyapı ortadan kaldırıldıktan sonra batı modelinde bir kapitalist düzen kurulmasına geçilmeyecek, ‘kapitalist olmayan yol’ denilen bir yöntemle ve dünya işçi sınıfı hareketinin ve sosyalist dünyanın destek ve yardımlarıyla kalkınılarak sosyalizme varmak hedef alınacaktır”(s.7-8) deniliyordu. Bu, bir yandan, SSCB-KP tarafından formüle edilen sözde “milli demokratik devrim” kavramına dayanarak Türkiye’deki MDD teorisini eleştirme çabasıydı, diğer yandan da, açıkça, Türkiye’de savunulduğu biçimiyle Milli Demokratik Devrim teorisinin bir tahrifatıydı. Bütün geriliğine, Maoist etkilenmelerine ve küçük burjuva karakterine karşın, o dönemde TİP dışındaki devrimciler tarafından savunulan Milli Demokratik Devrim görüşü, “kapitalist olmayan yol” ile hiçbir biçimde kıyaslanamazdı. Ancak, bir milli demokratik devrim aşamasını öngören YÖN ve DEVRİM dergileri çevresindeki bir kısım aydının, aynı zamanda “kapitalist olmayan yoldan kalkınma”yı savundukları bilinen bir gerçekti. TİP’in yeni programı, Milli Demokratik Devrim teorisinin, SSCB-KP tarafından, kendi deyişleriyle “kapitalizm öncesi aşamada bulunan, yeni bağımsızlığına kavuşmuş ülkeler” için önerilen bir biçimini, Türkiye’de Mihri Belli tarafından geliştirilen ve sonra da değişik grup ve hareketler tarafından çeşitli biçimlerde yorumlanarak savunulan biçimleriyle kasıtlı olarak karıştırıyor ve aynılaştırıyordu. SSCB’nin, askeri darbeler yoluyla kendisine yakın yönetimlerin kurulduğu ülkelerdeki durumu teorize etmesinin bir sonucu olan bu “yol”la, THKO’nun, ya da THKP-C’nin çeşitli fraksiyonlarının savunduğu “Milli Demokratik Devrim” görüşü arasında, en küçük bir benzerlik bile yoktu.
TİP programı, Milli Demokratik Devrim tezinin bu çarpıtılmış halini eleştirdikten sonra, savunduğu “sosyalist devrim” tezinin gerekçesini şöyle açıklıyordu: “Türkiye, kapitalist aşamaya kesinlikle geçmiş, burjuva demokratik devrimini esas itibariyle yapmış olduğundan, artık onun için milli demokratik devrim söz konusu değildir. Bundan böyle devrim gündeme geldiğinde, bu, sosyalist devrim olacaktır.” (s.8)
Türkiye’de kapitalizmin gelişme özellikleri incelenirken ve bunun kapitalizmin Batı’daki gelişmesiyle farklılığı üzerinde durulurken, aslında, Milli Demokratik Devrim teorisini savunanlardan hiç de farklı şeyler söylenmiyordu. TİP’e göre, Türkiye’de kapitalizm, emperyalizme bağımlı olarak gelişmişti ve emperyalist sistemle bütünleşmişti. Türk Kurtuluş Savaşı, esas olarak ticaret burjuvazisi ve küçük burjuvazi tarafından gerçekleştirilmiş olduğu için kapitalist sistemin dışına çıkamamıştı.
Burada, şu cümle dikkat çekmektedir: “Söz konusu dönemde, Türkiye burjuvazisi ve küçük burjuva yönetici kadroları, Batı’ya karşı bağımsızlıklarını ve güvenliklerini sağlama bağlamak için Sovyetler Birliği ile yakın ilişkiler içinde oldular; ama Türkiye’nin kapitalizm çerçevesi dışına çıkmaması için de içeride antidemokratik, baskıcı uygulamaları sürdürdüler. Böylece, iç politikaları, dış ilişkilerde başarmak istedikleriyle devamlı çelişti; çünkü gerçekten bağımsız ve ileri bir düzeye ulaşmak, ancak emperyalist-kapitalist dünya ilişkilerinin dışına çıkmakla mümkündü. Bu ise, toplumun demokratikleştirilmesini, halk kitlelerine demokratik hak ve özgürlüklerin tanınmasını gerektirirdi.” (s. 10)
Bu tespitte, Milli Demokratik Devrim teorisinin başlıca tezlerinden biri olan, Kurtuluş Savaşı sonrası devlet yöneticilerinin “küçük burjuva sınıf karakterli” olduğu yolundaki tezin kabul edilmiş olduğunu görüyoruz. Devletin sınıf karakteri yerine, yöneticilerin kişisel sınıf kökenlerine göre yapılan bu değerlendirmenin, gerek kapitalizmin gelişme özellikleri bakımından gerekse buna eşlik devletin temel niteliklerini belirlemek bakımından birçok yanlışa kaynaklık etmesi kaçınılmazdı. Ayrıca TİP, bir yandan burjuva demokratik devrimin “esas itibariyle” tamamlanmış olduğunu ileri sürerken, diğer yandan bu “devrimin” halk kitlelerine demokratik hak ve özgürlükleri getirmediğini de kabul etmektedir. Bu durumda, söz konusu “burjuva demokratik devrimin” hangi ölçüler içinde gerçekleştiği sorusu, cevapsız kalmaktadır. Gene aynı konuyla ilgili olarak, Türkiye kapitalizminin, tümüyle emperyalist sisteme bağımlı olduğu da kabul edilince, TİP’in hangi temel tahliller bakımından Milli Demokratik Devrim tezini savunanlardan ayrıldığı anlaşılmamaktadır. Başlıca görüşleri bakımından özetlenecek olursa, Milli Demokratik Devrim teorisini savunanlar da, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın yarım kalmış bir burjuva demokratik devrim olduğunu söylerken, emperyalizme bağımlılık ilişkilerinin sürdüğü ve “temel hak ve özgürlüklerin” gerçekleşmesini sağlayacak bir anti-feodal mücadelenin gerçekleştirilmediği gibi iki tespite dayanıyorlardı. TİP ise, “burjuva demokratik devrimin esas itibariyle tamamlandığını” ileri sürerken, Mili Demokratik Devrim teorisinin başlıca tespitlerini tekrarlıyor ve tamamen ters bir sonucu ileri sürüyordu.
Şu halde, “sosyalist devrim”in gerekçesi neydi?
KALKINMACILIK İDEOLOJİSİ
TİP, bu sorunun cevabını, ’60’lı yıllardan beri hemen hemen bütün aydınların ülke sorunlarını formüle etmek için kullandıkları kavramları tekrarlayarak veriyordu: “Türkiye, kapitalist yoldan kalkınıp, ileri uygarlık düzeyine çıkamaz.”
“Kalkınma” ve “ileri uygarlık düzeyi”, Türkiye’de bütün siyasi partilerin programlarında kullanılan kavramlardır. Kökeninde, Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte resmi hedef haline gelen, Mustafa Kemal Atatürk’ün sloganları bulunmaktadır. M. Kemal, Cumhuriyetin ekonomik ve siyasi programının milli çaptaki hedefini, “Muasır medeniyet seviyesine ulaşmak” olarak göstermişti. Bununla kasıt, gelişmiş kapitalist ülkeler düzeyiydi. Bu slogan, Cumhuriyetin batılılaşma ve sanayileşme politikalarının özünü yansıtıyordu ve bütün bu dönemler boyunca, bütün hükümetlerin programının temel maddesini teşkil edecek bir genelliğe sahip kılınmıştı. 1960’tan sonra ise, siyasi programların tümüyle yeniden düzenlendiği bir burjuva platformda, tartışma gündeminin ilk ve değişmez maddesini, “kalkınmanın hangi yoldan gerçekleşebileceği” oluşturuyordu. Türkiye’nin “kapitalist yoldan kalkınamayacağı ve çağdaş uygarlık düzeyine ulaşamayacağı” tezi de, bu tartışma içinde, ilk kez sistemli olarak YÖN çevresi tarafından savunulmuştu. Şimdi TİP, görünürde, kalkınmanın sınıf niteliğine vurgu yapan bir program öneriyor gibiydi. “Türkiye burjuvazisi, bugüne kadar, toplumun sanayileşmesini, modern teknoloji ile donanmasını ve toplumun ileri bir düzeye ulaşmasını sağlayamadığı gibi, bundan sonra da sağlayamayacaktır.”(s. 11)
Söylenenler açıktır: Türkiye’nin önündeki hedef, ileri kapitalist ülkelerin düzeyine çıkmaktır; fakat bunu burjuvazi gerçekleştiremez! Bir başka deyişle, Türkiye’nin temel sorunu, kapitalistleşememedir! Bu tezin de, Milli Demokratik Devrim teorisini savunanların, “milli kapitalizmin geliştirilmesi” tezinden özünde bir farkı yoktur. Yalnızca, TİP bunun sosyalist devrimin bir hedefi olduğunu söylerken, Milli Demokratik Devrim teorisi, aynı programın, “halk demokrasisi”, ya da “işçi köylü iktidarı” tarafından gerçekleştirileceğini ileri sürüyordu.
Burjuvazinin nitelikleri hakkında söylenenler, gene ilk bakışta, MDD ile bir farklılık gibi görünmektedir: “Ulusal pazarı kendine alıkoymak gücünde olmayan Türkiye burjuvazisi, özellikle 1940’lardan itibaren, yabancı sermayeye karşı çıkamamış, ulusal bağımsızlıktan yana, anti-emperyalist bir tutum içinde olamamıştır. Son zamanlarda, pazar sorunu ile daha büyük ölçüde karşılaşan bazı sanayicilerin ve sanayici gruplarının az çok yabancı sermaye ve Ortak Pazar’a karşı bir tavır almaları temelden bir karşı çıkış, ilişkileri koparma isteği değildir; dışla bütünleşmenin, … sürtüşme ve çekişmeleri içerdiğini gösteren bir olaydır.” (s. 12) MDD teorisi, “milli burjuvazi” kavramına özel bir önem ve ağırlık tanımaktaydı. TİP’in bu görüşleri, doğrudan doğruya, emperyalizmle çeşitli çelişkileri ve sürtüşmeleri bulunan burjuva kesimlerin “milli burjuva” niteliği taşımadığına dair bir kanıtı ileri sürmeye çalışmaktadır. Ortak Pazar ve yabancı sermaye karşısında kimi sanayici gruplarının takındığı tavrın, genel içeriğini göstermekle, TİP, Türkiye’de MDD teorisinin kendisine dayanak olarak gösterdiği türden bir milli burjuvazi bulunmadığını kanıtlamak istemektedir. Fakat burada da, hem MDD teorisinin bir çarpıtılması vardır, hem de bu çarpıtmayı kullanarak TİP ve MDD arasındaki aynılığı örtme gayreti. Bazı YÖN yazarları dışında, “Milli Demokratik Devrim” görüşünü savunan hiçbir yazar, tekelci büyük sanayi ve ticaret çevreleri arasında “milli burjuva” kavramına karşılık düşecek bir grup aramış değildi. Genel olarak MDD, “mili burjuvaziyi, küçük esnaf, zengin ve orta köylülük, orta ve küçük sanayi işletmecileri arasında arıyordu. Bu noktada TİP’in görüşleri, MDD teorisyenlerinden farklı değildir. Yeni TİP programının “Temel Görüşler” bölümünde, “tekelci büyük sermaye, burjuvazinin diğer kesim ve dalları üzerinde hegemonyasını tam olarak kurup, onları kendine bağımlı kılarak yeni bir sınıfsal biçimi oluşturamamıştır. Egemen sınıflar ittifakı içinde çözülme ve sürtüşmeler ise politik düzeyde bir iktidar boşluğu yaratmaktadır.” (s. 15) denilmektedir. Devamında ise, özellikle orta ve küçük burjuvazinin, tekelci burjuvaziyle olan derin çelişmeleri anlatılmaktadır. Burada, özellikle şu vaatler, tümüyle, MDD teorisinin “milli burjuvazi” terimiyle ifade ettiği kesim karşısındaki tutumuyla aynıdır: “Türkiye İşçi Partisi, burjuvazi karşısında tavrını alır ve politikasını saptarken, elbette burjuvazi içindeki bu farklılıkları, çelişkileri dikkate alır. Tekel dışı burjuvazinin tekellere karşı çıkışında, büyük toprak mülkiyetinin vergilendirilmesi, vergi kaçakçılığının önlenmesi, dış ticaretin devletçe düzene sokulması taleplerinde destekleyici olacaktır. Sanayici sermaye, kendi varlığını koruma kaygısıyla Ortak Pazar’la bütünleşmeye ve imtiyazlı yabancı sermaye yatırımlarına karşı çıktığı ölçüde de Parti’nin desteğini görecektir.”
Bunlar, kapitalizmin millileştirilmesi, ya da milli burjuvazinin desteklenmesi kavramlarıyla ifade edilen MDD’ci tezlerden, özünde hiçbir farklılık göstermemektedir.
TAKTİK VE STRATEJİ
Programın “Sosyalizm Gerçekleştirilecektir” başlığını taşıyan bölümünde, önce, sosyalizme giden yolların açılacağını bildiren bir alt başlık yer alıyor. Burada, daha önceki bölümde önerilen bir eylem programının uygulanması halinde, “sosyalizme giden yolların açılacağı” belirtilmektedir. Özetle, “ülkenin demokratikleştirilmesi ve emperyalizmin geriletilmesi” olarak formüle edilen bu eylem programının içeriği, “emperyalizmin her türlü baskı ve sömürüsüne son verilmesi ve antiemperyalist bir dış politika izlenmesi”, “demokratik hak ve özgürlüklerin korunup geliştirilmesi”, “ırkçı, şoven politikaların sona erdirilmesi”, “işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin ekonomik, sosyal ve kültürel düzeylerinin yükseltilmesi” hedeflerinin gerçekleştirilmesi olarak sunulmaktadır. Bu hedefler için verilecek mücadele, “kitlelerin politik bilincini geliştirip yükseltecek ve onları sosyalizm çizgisine sürekli yaklaştıracak” ve “sınıfsal güçler ilişkilerini kitlelerden yana geliştirerek toplum yapısında derin ve köklü dönüşümler oluşturacak ve … sosyalizme giden yollar açılacaktır.” (s.46) Bunlardan sonra söylenenler, TİP’in bu eylem programını, aşamalı bir “devrim stratejisinin” parçası gibi düşündüğünü, fakat bunu, gerektirdiği tarzda ifade etmekten kaçındığını göstermektedir. Çünkü bu takdirde, MDD teorisinin savunduğu aşamalı devrim teorisinden hiçbir farkı kalmayacaktır. Gerçekte, TİP, asla bir devrim programına sahip olmadığı için, söz konusu plan ve programların, aslında parlamenter yoldan iktidara gelme yolunun parçaları olarak anlaşılmalıdır. Bu durumda, TİP’in, “sosyalizme ulaşmak için” iki ayrı aşama öngördüğünü, fakat bunları “iktidar öncesi ve iktidar sonrası” olarak sınıflandırdığını söylemek yanlış olmayacaktır. Bu noktada, TİP’le kıyaslandığında, MDD teorisinin, bir devrim anlayışı açısından daha tutarlı düşündüğü söylenebilir. Çünkü MDD teorisyenleri bakımından, halk iktidarının çözeceği problemler cümlesinden sayılan ve “demokratik devrimin hedefleri” olarak formüle edilen hedefler; TİP açısından, iktidar öncesi bir demokratikleşme programının maddeleri halinde tanımlanmışlardır. Kısaca, TİP, demokratikleşmeyi kendi iktidarının önkoşulu olarak görürken; MDD teorisi, demokratikleşmeyi, ekonomik ve siyasal bir program olarak iktidarının ilk uygulamaları ve sosyalizme giden yolun açılmasının başlangıcı halinde tanımlamaktaydı.
TİP programına göre, söz konusu demokratikleşme programının gerçekleştirilmesi sürecinde işçi sınıfı, “sınıfsal ittifaklar yelpazesini derece derece pekiştirecek” ve “böylesine geniş bir tabana dayanarak kendi partisi aracılığıyla iktidara gelecek”tir.
Devrimin karakterinin, demokratik mi yoksa sosyalist mi olacağı hakkında TİP’in kopardığı fırtınanın tamamen içi boş olduğu görülmektedir. “Milli Demokratik Devrim”in, ya da “Burjuva Demokratik Devrimin” “esas itibariyle tamamlandığını” ileri süren ve bu yüzden de önümüzdeki devrim adımının “sosyalist devrim” olduğunu söyleyerek MDD teorisini şiddetle eleştiren TİP; sosyalizmin gerçekleştirilmesi koşulunu, bir demokratikleşme programına bağlayarak, MDD’ye yönelttiği eleştirileri bir bakıma geri almaktadır. Burada amacımız, TİP karşısında MDD teorisini savunmak değildir. MDD teorisinin de, özünde burjuva reformist karakterde bir halkçılık programından öteye geçemediğini ve sonuç bakımından, kendisini milli kapitalizmin geliştirilmesi hedefiyle sınırlayarak proletarya diktatörlüğü problemini bilinmez bir tarihe ertelediğini, araştırmamızın daha önceki bölümlerinde göstermiştik. Burada dikkat çekmek istediğimiz nokta, “sosyalist devrim” sloganının, “milli demokratik devrim” sloganından, önerdiği programlar bakımından özünde farklı olmadığıdır. Bununla birlikte, hatırlanması gerekir ki; MDD teorisi, bütün eksiklik ve yanlışlıklarına karşın, gene de, bir işçi ve halk ayaklanmasını gözetmekte ve parlamentarizmi kesin bir biçimde reddetmekteydi. Bu özellikleri bakımından ele alındığında, TİP’in taktik ve strateji anlayışına göre MDD teorisi, kesinlikle daha devrimci bir konumda bulunmaktadır. TİP’in söz konusu aşamalar anlayışı, onun parlamentarizmiyle uyumludur. Olağan burjuva siyasal sistem içinde, demokratikleşme ve sosyalizm programlarının art arda gelişinin, tanımlanması, sistem mantığına bağlı kalındıkça başka türlü olamazdı. Bu durumda da, demokratikleşme mücadelesi, TİP açısından, oy tabanının genişletilmesi çalışmasından başka bir anlama gelmemektedir.
SOSYALİZM
TİP’in sosyalizm anlayışı da, burjuva tipte reformist bir programdan öteye geçmemektedir. Programın “Sosyalizmin Gerçekleşme Sürecinde” başlığını taşıyan bölümünde, önce “Büyük üretim araçları kamulaştırılacak, devletçilik ve devlet sektörünün içeriği sosyalistleştirilecektir” denilmektedir. Soyut olarak, böyle bir ilk girişimin, işçi sınıfı iktidarının ekonomik programında yer alması yanlış değildir. Ancak özel mülkiyet karşısında genel bir tutum belirtebilmek için, bunun söylenmesi yetmemektedir. Özellikle, programın sonraki bölümlerinde, burjuvazinin, bir sektör olarak varlığını devam ettireceği koşullar hakkında söylenenler, söz konusu sosyalizmin, nasıl bir “sosyalizm” olacağı konusunda fikir vermektedir. Örneğin, TİP’in kuracağı sosyalizmde, “devlet sektörü dışında kalan özel işletmeler” bulunabilecektir, (s. 50)
TİP’in stratejik bir slogan olarak ortaya attığı “sosyalist devrim”in içeriği ve sosyalizmden ne anladığı, başta, devlet ve devrim sorununu ele alışında açıklığa kavuşmaktadır. Diğer yandan, özel mülkiyet ve sınıfların sosyalizm içindeki durumu hakkındaki görüşleri de, savunulan sosyalizmin, ancak Batı tipi bir sosyal demokrat partinin “sosyalizm” hakkındaki görüşleri derecesinde olduğunu göstermektedir.
TOPRAK VE TARIM SORUNLARI
TİP programında, tarımsal alanda yapılacak “sosyalist” uygulamaların başında “toprak ve buna bağlı tarım reformu” gelmektedir. “Toprak ve tarım reformu, bir somun ekmeği dilimleyip dağıtmak gibi toprakları parselleyip dağıtmakla yetinmek değildir; dağıtılan toprakların yeni sahiplerine donanım ve işletme kredileri sağlamak ve teknik yardımlar yapmakla da sorun çözümlenmiş olamaz.” Buraya kadar söylenenler, doğrudan doğruya o zamanki CHP’nin “toprak reformu” programına yöneltilmiş eleştirilerdir. Bülent Ecevit önderliğindeki CHP’nin başlıca propaganda malzemelerinden birisi olan “toprak reformu”, TİP tarafından yukarıda bir özeti bulunan temalar ekseninde eleştirilmekteydi. Dikkat edileceği gibi, CHP’nin reform programının içeriği, mülkiyetin biçimi ve köylü kitlelerinin örgütlenmesi açısından değil, teknik bakımdan eleştirilmektedir. Bu haliyle önerilen toprak reformu, tıpkı CHP’ninki gibi, kapitalizmin tarımda da egemen hale gelmesinin yolunu açacak bir anti-feodal tedbir olmaktan öteye bir anlam taşımamaktadır. Kısacası, bu da, TİP’in diğer ekonomik program öğeleri gibi, ancak ve ancak, MDD teorisinin “demokratik devrim hedefleri” olarak özetlediği uygulamalar düzeyinde kalmaktadır. Bir başka deyişle, TİP, MDD teorisinin “demokratik devrim” dediği bütün programatik unsurlara, “sosyalist devrim” adını vermekten başka bir şey yapmamaktadır. Kaldı ki, toprak sorununu, yalnızca büyük toprakların, onun üzerinde çalışanlar arasında şu ya da bu şekilde dağıtılmasını öngörmekten öteye geçmeyen bu programın, Türkiye’nin geneli açısından bir geçerliliği de yoktur. Programda, küçük toprak mülkiyetinin ve küçük üreticiliğin hâkim durumda bulunduğu bölgelerde, toprak ve tarım reformunun içeriğinin ne olacağına dair herhangi bir belirleme yapılmamıştır ve TİP, toprak ve tarım sorununu, yalnızca feodal toprak ağalığının hâkim durumda bulunduğu bölgeler açısından düşünmektedir. Bu yüzden, sorun, basitçe bir “reform” çerçevesine sıkıştırılabilmekte ve tarımda genel bir sosyalist program çerçevesi çizilmemektedir.
Bu noktada, en önemli sorun, toprağın dağıtılması ya da dağıtılmaması değil; hangi biçim uygulanacak olursa olsun, köylü kitlelerinin ne tarzda örgütlenerek siyasal iktidarın bir parçası haline geleceği sorunudur.
TİP’in buna dair hiçbir önerisi yoktur. TİP’e göre, “temel sorun, tarımsal üretimin yeniden örgütlendirilip düzenlenmesi (reorganizasyon) ve çağdaş teknolojiye kavuşturulmasıdır. Tarımda üretkenliğin ve toplam üretimin artması ancak böyle gerçekleştirilebilir.” (s. 53) “Üretkenliğin ve üretimin artması”, o zamanlar, Demirel’in “Yeşil Plan” adını verdiği ve “toprak reformu değil, taran reformu” sloganıyla propaganda ettiği programın da başlıca hedefiydi. Aynı zamanda, bütün burjuva partiler, Türkiye’de tarımın “modern teknolojiyle” donatılması, üretimin reorganizasyonu problemlerini, “temel sorun” olarak formüle etmekteydiler. Bu durumda, TİP’in, bir “işçi sınıfı partisi” olmak ve bir “sosyalist devrim programı” önermek iddialarının hiçbir nesnel karşılığı bulunmadığı görülmektedir. Haklı olarak şu soru sorulabilir: TİP’in, mevcut burjuva partilerden farkı neydi? Buna, yalnızca, “kalkınma” problemine, burjuva düzeyde akılcı ve reformcu çözümler önermesiydi, cevabı verilebilir.
DEVLET
Aynı soru, özellikle devlet sorunu bakımından ele alındığında, TİP’in bir düzen partisi olarak taşıdığı anlam daha açık bir biçimde ortaya çıkacaktır. Bir açıdan, TİP’in devletin temel düzeni bakımından, parlamenter mücadeleyle kendisini sınırlamış ve yasalara uymak zorunda olan bir parti olarak, devrimci bir sosyalist partinin literatürünü ve propaganda temalarını kullanamayacağı söylenebilir. Bu yüzden onun resmi dokümanlarına bakarak, devletin, özellikle de ordu, polis ve bürokrasi gibi temel kurumları hakkındaki tutumunu eleştirmek ona haksızlık etmek gibi görünebilir. Ne var ki, TİP’in bütün dönemlerinde, kurum olarak parlamento ve sistem olarak parlamentarizm, ciddi ve samimi olarak savunulmuştur. Bu konudaki tutum, basitçe bir “kendini gizleme taktiği” değildir. Buna bağlı olarak da, devletin ve rejimin belli başlı kurum ve kuruluşları hakkında, TİP’in sosyalist olması bir yana, devrimci-demokrat bir tavrının olduğunu söylemek bile son derece güçtür.
TİP’in siyasal sistemin örgütlenmesine ilişkin değişiklik önerisi ve “sosyalizmi kurduğunda” yapacağı değişiklikler hakkındaki programı, yerel yönetimlerin, fabrika ve işyeri yönetimlerinin demokratikleştirilmesi formülasyonundan ibarettir.
Programda, “demokratikleşme” planının öğeleri olarak sayılan önlemlerden birincisi şudur:
“Bütün işçiler, çalıştıkları kurumun yönetim ve denetimine etkin biçimde katılacaklardır.” İşçilerin fabrika ve işyerlerinin yönetim ve denetimine katılması sloganı, eğer belli bir devrimci kalkışma dönemine denk düşüyorsa, doğrudan doğruya, iktidara yönelik mücadelenin bir parçası olacaktır ve bu tarz bir müdahale, genel olarak bütün iktidarın işçi sınıfı elinde toparlanması yolunda bir adım sayılacaktır. Ne var ki, yönetime katılma ve denetim işlevi yüklenme, olağan burjuva devlet mekanizmasının varlığını koruduğu koşullarda, yalnızca burjuva-kapitalist sistemin kendi içinde bir düzenleme, dolayısıyla bir aldatmaca olmanın ötesine geçemeyecektir. Bugün kapitalist mülkiyet altındaki birçok fabrika için, birçok Avrupa ülkesinde, “yönetime katılma ve denetleme” mekanizması, sendikal bir hak olarak mevcuttur. Üstelik TİP, bu öneriyi, kendisinin “sosyalist” iktidarının altında gerçekleşecek bir demokratikleşme, ya da demokrasinin yaşamın bütün alanlarında gerçekleşmesinin bir unsuru olarak ileri sürmektedir. Bu durumda da, TİP’in devlet hakkındaki görüşleri hatırlandığında, “yönetime ve denetime katılma”nın, burjuvazinin fiili egemenliği altında gerçekleşeceği görülebilir. Çünkü bizzat “katılma” sözcüğü, yönetim ve denetimin bir başkasının elinde bulunacağı anlamını vermektedir. Yönetim ve denetimin tümüyle işçi sınıfının elinde bulunduğu gerçek bir sosyalist işletmede, işçi sınıfının “katılımından” söz edilemez. TIP, “sosyalizm kurulduğunda”, işçi sınıfının tüm üretim ve yönetimi kendi elinde toplayacağı biçimindeki temel öneme sahip uygulama yerine, bir paylaşma ve katılma yolu vaat etmektedir. Bu noktada da, MDD teorisinin, demokratik devrim süreci boyunca, milli burjuvazinin iktidara ortak olacağı yolundaki Maocu tezinin tekrarlandığını görebiliriz.
Demokratikleşme programının bir diğer maddesinde, “yerel yönetimler, tek bir yönetim örgütlenmesinde birleştirilerek demokratikleştirilecektir” denilmektedir. Bu uygulama, belki programın yazıldığı yıllarda, en azından demokratik bir reform olarak görünebilirdi. Fakat günümüzdeki kimi tasanlar açısından bakıldığında, devletin temel karakteristikleri değişmeden gerçekleşecek böyle bir “reformun” gerçekte, diktatörlüğün, mümkün bütün yönetim aygıtlarında yaygınlaşması ve görece devlet aygıtı dışında bir yer tutan yerel yönetimleri de devletin bir parçası halinde örgütlemesi anlamına geleceğini görüyoruz. TİP’in, mevcut devlet aygıtının parçalanmasını amaçlamayan “sosyalist devrimi” altında da, bu uygulama, kesinlikle aynı sonucu verecektir. Devletin burjuva sınıf ve faşist diktatörlük tipindeki siyasal karakterinin değişmeden kaldığı her durumda, yönetim aygıtlarının genelleştirilmesi ve görünürde bunun geniş bir yığın katılımına dayanması, Mussolini döneminde uygulanan “korporatif1 devlet tipini ortaya çıkaracaktır.
Demokratikleşme planının bir diğer uygulaması, “bölgesel yönetim organlarının geliştirilmesi” başlığı altında özetlenmiştir. Buna göre, “belli kamu hizmetlerinin görülmesi amacıyla birden fazla ili içine alan çevrede, bu hizmetler için yetki genişliğine sahip kuruluşlar meydana getirilecek, giderek iller gruplandırılıp bölgesel yönetim organları geliştirilecektir”. Bu da, son yıllarda, özellikle Kürdistan söz konusu olduğunda, egemen sınıfların değişik kesimleri tarafından savunulan “eyalet sisteminden başka bir şey değildir. Bu plan da, proletaryanın gerçekten iktidarda olduğu, eski devlet aygıtının parçalanarak, temelden başlayarak yeni bir sınıf iktidarının kurulduğu koşullarda, demokratik bir reorganizasyon olabilirdi. Ancak, kendisini, burjuvazinin parlamentarizm oyununa bağlamış bir partinin, sistemin ilişkileri içinde ve bu sistemin izin verdiği ölçülere göre iktidar olduğu, koşullarda, bu uygulama da, bugünkü projelerin hedefinden farklı sonuçlar doğurmayacaktır.
SONUÇ
TİP, 1961’de kurulduğu ve geniş bir devrimci eğilim yelpazesini içerdiği dönemdekinin aksine, 12 Mart darbesinden sonraki yıllarda, gerek SSCB’nin hegemonya mücadelesinin bir aygıtı olarak yüklendiği görev bakımından, gerekse programının içeriği bakımından, gelişen işçi ve halk muhalefetinin önünde ciddi bir engel olarak ortaya çıkmıştır. Özellikle TKP ile ilişkilerinin geliştiği ve bir bakıma onun legal uzantısı olarak etkinlik göstermeye başladığı dönemde, DİSK üzerinde kurduğu gerici baskıyla işçi sınıfının eylemini kırıcı bir rol oynamıştır. TİP’in devrimci ve komünist hareketi, “goşist” ve “maocu faşistler” terimleriyle karalayarak daima provokasyona açık bir tutum takınmasının temelinde, düzenle bütünleşmiş program ve taktiği bulunmaktaydı.
Ocak 1994