1908 Devriminde Ordu, Milliyetçi Hareketler Ve Aydınlar

Karadeniz donanması erlerinin Odessa ve Sivastopol limanlarında başlattıkları isyanlarla hızlanan 1905 Rus devrimi, olgunlaşmakta olan Türkiye, İran ve Çin devrimlerini de etkilemişti. Donanma askerlerinin ayaklanması 1905 yılının ikinci yansı boyunca sürdü. Ve bu, hiç kuşkusuz, Rusya’nın güneydeki komşusunun topraklarında bir süredir mayalanmakta olan Jön Türk devrimine katılacak olan asker ve subaylar için de bir esin kaynağı oldu,
Fransız devriminden duyduğu ürküntü yüzünden daha 1845’te, ihtilali ve ihtilalci örgütleri yasaklayan kanunlar çıkaran Osmanlı devleti, Rusya’da gelişen devrimci ayaklanmaların, şu anda zaten çok tekin olmayan sosyal ve politik ilişkileri etkileyeceğini görmüştü. Gerçekten de, Osmanlı aydınlarının gözü kulağı o şualarda Rusya’daydı; Petersburg ve Moskova’dan gelen haber ve söylentiler hakkında durmadan yorumlar yapılıyordu. Jön Türk hareketinin en önemli örgütü İttihat ve Terakki, ordu içinde propaganda ve ajitasyon faaliyetlerini hızlandırma kararı almıştı. Abdülhamit ise, Tanzimat hareketinin ürünü olan iktidarını korumak için bu hareketi ve bundan doğmakta olan devrimci eylemi boğma yolunu seçmişti. Abdülhamit’in, Tanzimat liderlerini katlederek, ilerici aydınları hapsederek, birçoğunu sürgün hayatına zorlayarak Yıldız Sarayı’ndan yönettiği istibdat dönemi uzun sürmemiş, muhalefet alttan alta gelişmeye ve örgütlenmeye başlamıştı. İhtilal paranoyası içinde bütün toplumsal kesimlere, kurum ve kuruluşlara, okullara ve orduya yerleştirdiği ajanlara karşın Abdülhamit, saltanatının güven içinde olmadığını görüyordu.
Ordu ve donanma, Jön Türklerin propagandalarının etkisinde kalarak mevcut muhalefet hareketinde huzursuzluklarını ifade edebilme olanağı bulan subay ve erlerin çoğalması yüzünden sultanın en büyük korkusu olmuştu. Büyük servetler verilerek alınmış gemiler, önemli savaş aksamı sökülerek Haliç’te bekletiliyordu. Askerlerin sahici mermilerle nişan eğitimi yapmaları ve Türk donanmasına ait gemilere cephane sokulması yasaklanmıştı. Sultanın özel sekreteri Tahsin Paşa, anılarında, “Bir sefinei harbiye mürettebatının isyanı Sultan Hamit’in bilhassa endişe ettiği mesaildendi. Asi bir geminin kendi tayfaları marifetiyle kaldırılıp hotbehot yola çıkarılması İstanbul’da şüyu bulursa bunun bize de sirayet etmesi ve İstanbul askerlerinde de isyan hislerini uyandırması ihtimali velev pek cüz’i dahi olsa Sultan Hamid’in uykusunu kaçırmaya kâfi idi” diye yazmıştı. (Tahsin Paşa, Abdülhamit ve Yıldız hatıraları, 1931. sf 174 aktaran; H. Zafer Kars)
İşte bu korku yüzünden, 1905’te Karadeniz donanması ayaklanmasını bastırmak için öteden beri kanlı bıçaklı olduğu Türk Padişahından yardım isteyen Rus Çarına olumlu yanıt verildi. Sultan, bu donanmanın Türk karasularına girmesi durumunda müdahale edeceğine dair teminat verdi ve sözünü tuttu. Rusya’dan turist olarak gelenlerin bile peşine hafiyeler takıldı, sahil güvenlik önlemleri arttırıldı, Karadeniz’den gelecek devrim heyulası için Türk karasularında barikatlar kuruldu. Potemkin Zırhlısı’nın bahriyelileri, sadece Rus Çarını değil Osmanlı Sultanını da ürkütmüştü.
Lenin, “Rus Çarı kendi halkına karşı Türk Sultanından yardım istiyor” başlıklı makalesinde şöyle yazıyordu: “Çar hükümetinin ayaklanan denizcilere karşı Romanya ve Türkiye’den polis yardımı talebinde bulunması kadar utanç verici bir şey olamaz! Türk Sultanı, çar mutlakıyetini Rus halkından korumaya zorunludur; -Çar, Rus silahlı kuvvetlerine güvenemez- o yabancı güçlere yardımları için yalvarmaktadır”
Lenin devam ediyordu: “Şimdiye kadar denizcilerin isyanının Türk yetkililerine etkisi açısından doğurduğu biricik sonuç, bu isyanın onları her zamankinden daha sert bir denetime itmiş olmasıdır. Bu sıkılığın ilk kurbanı, cumartesi günü Rus elçisinin akşam karanlığında Boğaz’ı gezdiği Rus sahil koruma gemisi olmuştur. Türkler, bu gemiye manevra mermisiyle ateş açmışlardır. Türklerin bir yıl önce denetimlerini bu biçimde gerçekleştirmeye yönelebilmeleri şüphe götürürdü.”
Türk Sultanı, bir süre önce Kırım’da kapıştığı Rus Çarının iktidarını korumak için devrimci donanma askerlerine saldırmaya hazırlanıyordu. Rus Çarı ise, Rus devrimcilerinin etkisi altında kalan askerlere artık güvenemez olmuş, çevresindeki gerici devletlerden çare ummaya başlamıştı.
Osmanlı imparatorluğu, Avrupa’da ye 1820’lerdeki Yunan ayaklanmasında hezimete uğrayan yeniçeri ordusunu, Sultan 2. Mahmut zamanında dağıtmış, 18. yüzyılın ilk başlarında düzenli ordu kurma girişimlerine başlamıştı. Osmanlı İmparatorluğu, giderek kötüleyen durumunu düzeltmek için 3. Selim döneminden başlayarak bazı önlemler almıştı. Düzenlenecek ilk kurum elbette orduydu. Sultanın önünde, Mısırdaki Kölemen devletinin burjuva demokratik bir hareketle yıkılmasından sonra kurulan devlet ve ordu modeli vardı. Mısır’da da düzenli ordu kurulmuş ve bu ordudaki subayların eğitimi yabancı askerlere bırakılmıştı.
Osmanlı imparatorluğu’nda yeni ve düzenli bir ordunun kurulması karan alındığında, feodal rantın önemli bir bölümünü yiyen yeniçeri ağalarının ve saray çevresinde kümelenmiş ve önemli bir toplumsal kast haline gelmiş olan ulemanın olası direncinin kırılması için de girişimlerde bulunuldu. Vakayı Hayriye adıyla anılan yeniçeri ocağının kaldırılması operasyonu, bu direnç nedeniyle kanlı bir operasyon oldu; binlerce yeniçeri öldürüldü.
Osmanlı devleti, bir yandan, artık işine yaramayan mevcut militer aygıtı tasfiye ederek imparatorluğun çözülme sürecini geriye döndürmeye; diğer yandan da, emperyalist yayılma siyaseti güderek kendine bağladığı ülkelerde evrensel sistemini kurmaya çalışan yeni emperyalist devletlerin de, Osmanlı topraklarında serbestçe faaliyette bulunmalarını kolaylaştıracak kurumları inşa etmeye başladı. Devletin, içeride gelişen dinamiklerin ve sosyal ilişkilerin dayattığı yenileşme ihtiyacına verdiği cevap, uluslararası sermayenin dolaşım ihtiyaçlarını da karşılamaya uygundu, ancak bir süre sonra yeterli olmadığı da görülecekti. Yerli komprador burjuvazinin ve emperyalist kapitalizmin son tahlilde, siyasal iktidar talebi vardı ve feodal üstyapı kurumları, önemli sayılacak iyileştirmelerle sermayeye geçici manevra alanı sağlasa da eninde sonunda ayağa takılacaktı.
Osmanlı topraklarında doğmakta olan kapitalist ilişkilerin gündeme getirdiği, mevcut ekonomik koşullara ve sınıfsal konumlanışa uygun siyasal iktidarla ilgili talepler, değişik istemleri olan diğer bütün toplumsal tabakaları; ulusal güçleri etkilerken, burjuva ideolojisiyle donanmış ordu mensuplarını da harekete geçirecekti. Böylece, 2. Mahmut’un, devleti kurtarmak için kurduğu yeni tipte ordu, bu iktidarı sarsan kurumlar arasında yer alacak; ama öte yandan, devletin önemli bir teminatı olan bu kurumun devrimci düşüncelerin peşinde sonuna kadar gitmesinin ‘”eşyanın tabiatına” aykırı olmasından dolayı -ve tabi, Jön Türk hareketinin ufku siyasal iktidarın radikal bir biçimde ele geçirilmesine elvermediği için- kurulmasındaki sonal amaca uygun olarak devleti kurtarmış da sayılacaktı.
1839’da ilan edilen Tanzimat, halk kitlelerinin taleplerini karşılayamamıştı, bir siyasal güç olarak doğmakta olan burjuvazinin de o günkü cılız istemlerini bile karşılamaktan uzaktı, ama ülkede kötüye giden her şeyin çözümünün eğitimle sağlanabileceğine dair yaygın bir kanının oluşmasını sağlayarak, ülkede Avrupai tarzda yüksek öğrenim kurumlarının açılmasına olanak sağlamıştı. Bu eğitim kurumlan ve okullar, Jön Türklerin ideolojik donanımlarını tamamlayacakları kurumlar oldu. Tanzimat’tan sonra, ordu mensuplarının yetiştirilmesi için açılan Harp Okullarına Avrupa’dan getirtilen hocalar, öğrencilerine burjuva demokratik devrimler döneminin Avrupa’sında oluşan yeni yaşam tarzını, oradaki ideolojik atmosferi de taşıyorlardı. Harp Okulu öğrencileri arasında bazı gizli cemiyetler kurulmaya başlamış, Harbiye, diğer iki okul; Tıbbiye ve Mülkiye gibi Jön Türk devriminin ideolojik kaynaklarından biri haline gelmişti.
Harbiye’de kurulan gizli cemiyetlerin mensupları Abdülhamit’in hafiye ve muhbir ağından korunmaya çalışmak zorundaydılar. Bir keresinde, Avrupa’daki devrimcilerle yazışma halinde bulunan gizli Harbiye örgütü ortaya çıkarılmış, örgüt mensupları Taşkışla’da kurulan Harp Divan’ında yargılanmış, birçoğu idam cezasına mahkûm edilmişti. Bu cezaların bir kısmı hapse çevrildi ve öğrenciler Trablusgarp’taki askeri hapishaneye sevk edildiler. Harbiye’deki iki sınıf olduğu gibi tard edildi. 1903 yılında Kuleli Askeri Lisesi öğrencileri de “ihtilalci askerler” adını taşıyan bir örgüt kurmuştu. Bunlar, o yıllarda Avrupa’da sürgünde yaşayan Jön Türklerin eylemleri hakkında ayrıntılı bilgiden yoksundular ama Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın kitaplarını ve yabancı posta servisi kanalıyla yurda sokulan Jön Türk yayınlarını okuyorlardı. Devrim günleri yaklaştığında askeri okulların hepsinde Jön Türk komiteleri kurulmuştu. Bu komiteler, illegal yayınların dağıtımını ve meşrutiyetin propagandasını yapmayı üstlenmişlerdi.
20. yüzyılın ilk yıllarında Makedonya’da başlayan bunalım üzerine, beş büyük devlet bu bölgeye daha önce Osmanlı imparatorluğu ile yapılmış anlaşmalara dayanarak asker ve subay gözlemciler göndererek müdahale etmişti. Bu askerlerle ilişki içinde olan Osmanlı subaylarının batılı düşüncelerden etkilenmeleri kaçınılmazdı. Makedonya’da konuşlandırılan 3. Ordu, devrim günlerinde en önemli ayaklanmalara sahne oldu. Makedonya, ayrıca Jön Türk örgütlerinin en güçlü olduğu merkezlerden biriydi. Kozmopolit bir nüfus özelliğine sahip olan imparatorluğun bu bölgesi, ulusal hareketlerin ve toprak isteyen köylü eylemlerinin cereyan ettiği bir platformdu ve Türk subaylarının ulusal duyguları, gözlerinin önünde cereyan eden Bulgar ve Yunan milli mücadelesinden etkilenerek gelişiyordu. Sultanın zulmü altında ezilen, giderek artan vergileri ödeyemez duruma düşen Makedonya köylüleri, kendi ulusal burjuvalarının milli devlet halinde örgütlenme talebine paralel olarak toprak istemiyle isyan ediyordu.
Diğer yandan, emperyalist müdahalelerin uluslararası anlaşmalara koyulan koşullarla ciddi bir tehdit haline gelmesi, ulusal duyguları tahrik edilen Harbiyeli genç subaylarda devletin acz içinde kaldığı düşüncesini olgunlaştırıyordu.
Ordunun kendi iç sorunları da vardı. Ordu içinde, alaylı olarak tabir edilen subaylarla eğitilmiş subaylar arasında çelişkiler yaşanıyordu. İstanbul’daki, Hassa Ordusu’nun subaylarına tayin ve terfi işlerinde ayrıcalıklar tanınırken taşrada görev yapanların bir türlü tayinleri yapılmıyordu. Erler, imparatorluk sathında meydana gelen ulusal mücadelelerin ve halk ayaklanmalarının bastırılması için oradan oraya sevk edilmekten bıkmıştı. Terhis zamanları geldiği halde çoğu asker orduda tutulmaya devam ediliyor, izin teskereleri verilmiyordu. Aylardır maaşlarını alamayan subaylar vardı.
Orduda ilk ayaklanmalar 1906 yılında görüldü. 400 kadar denizci, Merkez Komutanlığı Amiri’nin dairesine baskın düzenleyerek paşayı ve üç adamını yaraladı. Görev süresi dolan askerlerin yedeğe ayrılmasını ve birikmiş aylıklarının ödenmesini istiyorlardı. Bu eylem, aylıkların ödenmesi, süresi dolanların terhis edilmesi ve savunma bakanı Celal Paşa’nın istifasıyla sonuçlandı. Bir kaç gün sonra da 2. Hassa Tümeni erleri, denizcilerle aynı olan talepleri yüzünden ayaklandı. Bu tümen, Abdülhamit’in en güvendiği askerlerinin bulunduğu tümendi ve mensupları aylıklarının kısmen daha düzenli ödeniyor olmasından dolayı diğer askerler tarafından kıskandırdı.
1908 devriminin az öncesinde başlayan asker ve subay isyanlarına katılanlar, mevcut siyasal rejimle öze ilişkin bir çelişki yaşamıyorlardı. Saltanata ve sultana bağlıydılar ama Abdülhamit’in çevresinde toplanan kötü niyetli ve vurguncu bürokratların padişahı kandırdığına inanıyorlardı. Eylemlerinden sonra taleplerinin karşılanması bu düşüncelerini pekiştiriyordu. 2. Hassa Tümeni’nin ayaklanmasına katılan askerler terhis hakkını elde ettiklerinde Abdülhamit iki yaverini görevlendirerek onları uğurlamıştı.
1906’da Arap ulusal mücadelesinin bastırılması üzerine, Yemen’e gönderilen askerlerin ayaklanması kuşkusuz ordu içinde baş gösteren en önemli ayaklanmaydı. Yemen çölleri daha önce gönderilen binlerce askerin cesediyle dolup taşmıştı. Gidenlerin yarısından çoğu dönmüyordu. Son olarak, Trabzon’dan, Yemen’e gönderilmek üzere yola çıkarılan 1600 askerin gemide isyan çıkararak firar ettiğinin haberinin alınması, imparatorluğu karıştırdı. Askerlerin bazılarının Arap askerlerinin yanına geçtiği söyleniyordu. İstanbul’a sık sık, asker firarları haberleri geliyordu. Bulgaristan’da tutulan 2. Kolorduya mensup subaylar ve askerler son derece ağır koşullarda görev yaptıklarını ileri sürerek firar etmişlerdi.
1906’daki Erzurum isyanını bastırmak için bölgeye gönderilen askerler de halka ateş açmayı reddetmişlerdi. Bu durum defalarca tekrarlandı, ülkede gelişen özgürlük hareketinden dehşete düşen Abdülhamit, isyanları bastırmak için emirleri sadakatle dinleyecek asker bulamıyordu. Erzurum isyanı sırasında dağıttığı bildirilerde, orduya bir çağrı yapan Erzurum Müslüman Komitesi, “Biz sizin ana babalarınız ve kardeşleriniziz. Maaş alamadığınız için bizim, yani sizin baba, kardeş ve akrabalarınız olan bizlerin, size para yollamak amacıyla ineğimizi, öküzümüzü ve toprağımızı satmak zorunda kaldığımızı biliyorsunuz. Sizi askerde beslerken biz 8-9 yıl içinde yıkılıyor, iflas ediyoruz… Size vur emri verdiklerinde subay ve amirlerinize itaat etmeyiniz. Vatanımızın, dinimizin ve şerefimizin kurtulmasını istediğimiz için bize yardımı reddetmeyiniz” diyordu. .Askerlere buna benzer birçok çağrı yapılmış ve üstlerine itaat etmemelerini isteyen bildiriler hazırlanmıştır.
Üsküp’te bulunan askerler 1907 Mayıs’ında ayaklandılar ve telgrafhaneyi bastılar. Devrimden iki ay kadar önce ise, denizciler tamamen hareket halindeydiler. Karavanaları   fırlatıp   atıyorlar,   görev   emrini dinlemiyorlar ve ayaklanıyorlardı. Terhis edilme istemleri kabul edilen denizci ve karacılar ise ordudan ayrılırken gösteriler düzenliyordu.
Makedonya’da başlayan devrimci ayaklanma bu koşullarda başladı. Bulgar çetecilerle sürekli savaş halinde olmaya zorlanma, yarı aç yarı tok sürdürülen kışla hayatı ve yabancı subayların emri altında çalışma, buradaki asker ve subaylar için artık çekilir gibi değildi. Makedonya’nın özel konumu ile askerlerin içinde bulunduğu koşullar, buradaki asker ve subayları, ülkenin diğer bölgelerinde bulunan birliklerde olduğundan çok daha fazla Jön Türk propagandasının etkisine açık hale getirmişti. O yıllarda Makedonya’da bulunan Grajdanskiy Ajansı yöneticisi Petryayef şöyle yazıyordu: “Devrim hareketi hemen tüm subayları kaplamış durumda. Gerek kendi aralarında, gerekse yabancılarla konuşurken şimdiki yönetimi hiç çekinmeden sert bir şekilde eleştiriyorlar. Garnizon bulunan taşra kentlerinin çoğunda, aydın subaylar polis gözetiminde ve sansür engeline rağmen, politik çevrelerle ve yurt dışındaki Jön Türk yöneticileriyle canlı bir ilişki içindeler.” (Aktaran Y.A. Petrosyan, Sovyet Gözüyle Jön Türkler, Bilgi yayınevi, 1974, s. 303.)
1908 yılı geldiğinde Jön Türk subaylarının silahlı ayaklanması başladı. Bu dönemde, Resne Garnizonu subaylarından Niyazi Bey’in, ülke halkının çektiği tüm acıların despotik rejimden ve yabancı devletlerin bölge halklarını kışkırtmalarından kaynaklandığını, belirttiği bir bildiriyi yazarak, maiyetiyle birlikte, alayın silahlarını ve kasasını ele geçirerek dağa çıkması, daha sonra Meşrutiyetin sembolik eylemlerinden biri olarak anılacaktır. Başlangıçta, Niyazi ile birlikte dağa çıkanların sayısı elli civarındayken daha sonra artarak üç bine ulaşmıştır. Bir süre sonra Manastır’ı işgal eden Resneli Niyazi ve arkadaşlarını daha sonra başkaları da takip etti. Tikveş bölgesinde iki bölükten oluşan bir isyancı birliği oluşturuldu. Binbaşı Enver’le birlikte dağa çıkan subaylar, Tikveş Dağları’nda eylemlerini sürdürmeye başladılar.
Üçüncü Ordu, tamamen sarayın denetiminden çıkmış ve Jön Türk devrim dalgasının önüne geçmişti. Bu dalgayı bastırmak için İzmir’den gönderilen 27 tabur asker, daha gemilere bindirilmeden önce Jön Türklerin propagandasından etkilenmiş bulunuyorlardı, isyanı bastırmak için gönderildikleri yere geldiklerinde, askerler saf değiştirip isyancı birliklerin safına katıldılar.
İsyancılar birer birer kentleri ele geçiriyorlardı. Selanik, Manastır ve Üsküp’te iktidar devrimcilerin eline geçmişti. Her yerde mitingler yapılıyor, asker ve sivil Jön Türkler yaptıkları ateşli konuşmalarla halka özgürlük ve eşitlik vaatlerinde bulunuyorlardı.
Makedonya’daki ayaklanmayı, önemli bir olay tetiklemişti. Bu sıralarda Rus ve İngiliz emperyalistleri, bölge üzerine pazarlık yapmak için Makedonya’da bir araya gelmişlerdi. Bu, Jön Türklerin Pan-Osmanlıcı ideallerinin etkisi altındaki genç subay ve askerlerin duygularını kışkırtmış, imparatorluk topraklarının Abdülhamit’in inisiyatif gösterememesi yüzünden elden gider hale gelmesine içerlemişlerdi. Ama bir şey daha vardı; Avrupalı emperyalistler, Osmanlının kapitalist sisteme entegre olmasını sağlayacak olan siyasi değişiklikleri destekliyorlardı. Abdülhamit, içeride gelişen muhalefetin baskısına daha fazla dayanamayarak, Reval’de alındığı kıskacı mevcut koşullarda kıramayacağını da düşünerek, İstanbul’da, Meşrutiyeti ilan ettiğini açıkladı. Makedonya’da fiilen gerçekleştirilen Meşrutiyet böylece İstanbul’dan da teyit edilmiş oldu.

HALKLAR HAPİSHANESİNDE İSYAN
Makedonya’da Jön Türklerin fiilen ilan ettiği Meşrutiyet, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı Balkanlar’da uzun zamandan beri milli mücadele veren, ayrılıp kendi ulusal devletlerini kurmak isteyen ulusları sevindirmişti. Çünkü Jön Türkler ülkede yaşayan bütün halklar için özgürlük ve eşitlik vaat ediyorlardı. Gerçekte ise, Türk komprador burjuvazisinin çıkarlarını gözeten yerli bir hareket olarak Jön Türk hareketinin eşitlik vaadi, ayrılma eğilimine girmiş bulunan ulusları, Osmanlı şemsiyesi altında tutmayı amaçlıyordu. Kuşkusuz bu, boşuna bir çabaydı. Çünkü ok yaydan çıkmıştı; ittihat ve Terakki örgütünün bünyesinde diğer uluslara mensup çok sayıda üye olmasına karşın, Ermeni, Arap, Yunan, Arnavut, Bulgar ulusları kendi öz ve ulusal örgütlerini kurmuşlar ve saraya karşı ayrılıkçı muhalefetlerini sürdürmekteydiler. Bu uluslar, ulusal ayrımları tanımaya ve Pan-Osmanlıcı bir ideolojiyle donanmış olan mevcut Jön Türk örgütlerinde ve bu örgütlerin en kapsayıcı ve kitlesel olanı İttihat ve Terakki örgütünde, kendi ulusal taleplerini ifade edebilecek bir potansiyel göremiyorlardı.
Öte yandan, Jön Türk, bağımsızlık istemiyle ortaya çıkan milli hareketlere karşı hep uzak durmuş olsalar da 1908’e yaklaşırken ve özellikle, 1907’de yapılan Osmanlı Liberalleri İkinci Kongresi sonrasında, ulusal mücadele veren örgütlerle ortak politik hedef doğrultusunda eylem birliği yapma kararı almaya yanaşmışlardı. Ulusal devletlerini kurma hedefi güden değişik uluslara mensup burjuvalar, devrime çok az bir zaman kala ortak düşmana karşı ortak mücadele vermek gerektiğine az çok ikna olmuşlardı. Dolayısıyla, Jön Türk devrimi, imparatorluk topraklarında yaşayan bütün ulusların, toplamı alındığında etkili ve zorlayıcı bir güç oluşturduğu görülecek olan, ayrı ayrı çabalarının ve aynı düşmana vuran farklı örgütlerin ortak ürünüdür. Ayrı örgütlerin ortak ürünü olmasının bütün handikaplarını da taşıyacaktır.
Makedonya’da patlayan devrim sırasında Jön Türkler, Bulgar, Yunan ve Sırp milliyetçilerine, Meşrutiyet için ortak mücadele etme çağrısında bulunmuşlardı. Bu çağrı, coşkulu devrim günlerinde çağrı yöneltilen kesim tarafından ilgiyle karşılandı ve olumlu yanıt verildi. Ama her iki kesimin birbirinden beklentisi farklıydı. Meşrutiyetin ilanından sonra Jön Türkler, ayrılıkçıların silahlarını bırakmalarını istediklerinde, milliyetçiler silahlarını Türk yetkililere değil, ancak kendi ulusal komitelerine bırakmayı kabul ettiler.
Meşrutiyet, ulusal mücadele yürüten kesimler için gerçekleşip gerçekleşmeyeceği kesin olmayan bazı talepler için umut durumuna gelmişti. Ancak, azınlıklarda gelişen ulusal bilinç şimdiye dek Pan-Osmanlıcı görüşleri savunan Jön Türk eylemcileriyle girilen ilişkiden, çıkan sonuçlara bakılarak kuşkulu davranmayı gerektiriyordu. Mevcut siyasi iktidarın geçen yüzyılın sonlarında Ermenilere uyguladığı kırım politikası, Mora ve Girit’te ayaklanan Rumlara ve Bulgar isyancılara yönelik saldırılar ve son olarak da Yemen’de olanlar unutulmamıştı ve üstelik İttihat ve Terakki örgütü, bu siyasi iktidarın radikal tasfiyesini öngörmüyordu.
Yine de Meşrutiyet, Yunanistan’da, Arnavutluk’ta, Suriye’de ve diğer bölgelerde Müslüman ve Hıristiyan bütün halklar tarafından coşkuyla kutlandı.
Azınlıkların, İttihat ve Terakki örgütünün nasıl bir ulusal politika izleyeceğini görmek için fazla beklemeleri gerekmedi. Devrimi izleyen günlerde, Üsküp’te ayaklanarak Arnavutluk’a özerklik isteyen köylü kitlelerine gözdağı verildi. Üsküp tepelerine Türk topçuları ve piyadeleri yerleştirildi. Abdülhamit’in Ermeni politikası aynı şekilde sürdürüldü.
Osmanlı İmparatorluğu içindeki ulusların bağımsızlık ve özerklik taleplerinin ortaya çıktığı zamanlar, Avrupa’da da milli mücadelelerin ve ulusal birleşme kavgalarının sürdüğü yıllardı. İtalyan Birlikçileri’nin girdiği mücadele yeni bitmiş, Avusturya-Macaristan ve Prusya’da da ulusal savaşlar verilmişti. Avrasya haritasındaki eski sınırlar siliniyor ve şimdi, başka sınıfsal ve ulusal dengeleri ifade etmek üzere yeni sınırlar çiziliyordu.
Osmanlı topraklarının yanı başında gelişen bu ilişkiler, imparatorluk sınırlan içinde ortaya çıkan yeni ulusal ve sınıfsal dinamiklerin, olgunlaşmasını, biçimlenmesini ve bir dünya sistemi haline gelmeye başlayan kapitalizme entegrasyonun hızlandırılmasını dışarıdan etkileyen bir unsur olarak tezahür ederken; içeride de ayrı ayrı milliyetlere mensup ticaret burjuvazisinin kendi ulusal devletlerini kurma potansiyelleri de açığa çıkmaktaydı. Kuşkusuz emperyalistler için Osmanlı toprakları, yeterince değerlendirilmemiş bakir bir pazardı. Her biri, bu topraklarda yaşayan halkların lokalize oldukları bölgenin kültürel ve ulusal özelliklerini dikkate alarak, bu uluslarla değişik düzeylerde ilişkilere girmişlerdi. Örneğin Balkanlar’da yaşayan Slav halklar, hem ulusal köken bakımından hem de yerleşim bölgelerinin Rusya için Avrupa’ya bir geçit ve tampon oluşturma özelliği taşıması bakımından Çarın ilgi sahasına giriyordu. Rusya bu nedenle Yunan, Sırp ve Bulgar ulusal hareketlerini desteklemekte yarar görüyordu.
Diğer yandan, ticaret ve tefecilikten bir servet biriktirmiş olan ve emperyalist sermayenin yurt içindeki acenteliğini yapan Rum ve Ermeni tüccarlar, kapitalist iç dinamiklerin gelişmesinin önünde engel oluşturan feodal bürokrasiyi tasfiye etmek ya da üzerinde denetim kurabilmek istiyorlardı. Türk ve Müslüman tebaa sarayın gözdesi durumundayken -ideolojik düzeyde böyleydi bu, gerçekte Türk uyruklu tebaa da sultanın zulmü altındaydı- Rum, Yahudi ve Ermeniler ikinci dereceden uyruk olarak değerlendiriliyordu. Teokratik bir devlet olan Osmanlı İmparatorluğu’nda başka dinlerden olan kesimler ideolojik olarak dışlanıyor üvey evlat muamelesi görüyorlardı. Azınlıklar, son yüzyılda ekonomik ilişkilerin kendileriyle bağlantı halinde sürdürülebileceğini fark eden ve bu ilişkileri kuran batılı emperyalistler aracılığıyla kısa zamanda güçlenmişler ve bu güçlenmeyle doğru orantılı olarak eski devlet mekanizması içinde kendilerini ifade etmeleri olanaksız hale gelmişti. İdeolojik ve ekonomik ihtiyaçları onlara, ulus devlet halinde örgütlenme talebini dayatmıştı. İç bölgelerdeki ticareti, elinde tutan Türk tüccarlar da gelişmekte böylece azınlıkların yanı sıra bir yerli burjuvazi de oluşmaktaydı.
Değişik ulusların kendi milli burjuvalarını yaratarak imparatorluktan ayrılma istekleri, Osmanlı’nın terörüne maruz kaldı.
Azınlıkları bir yandan dışlarken diğer yandan kendilerini ulusal kimlikleriyle ifade etmelerini engelleyen Osmanlı sultanları ülkeyi bir halklar hapishanesine çevirmişti. Ancak, 1800’lü yılların başlarında ortaya çıkan ulusal ayaklanmaları tamamen bastırma gücünden yoksun olan ve bu konuda büyük devletleri kendi karşısına almaya cesaret edemeyen padişahlar, halkları birbirine kırdırma yolunu da seçerek bu hapishane içindeki yaşamı, uluslar için daha da katlanılmaz hale getirdiler. Doğudaki Ermeni mücadelesinin üzerine sürülen silahlandırılmış Kürt birlikleri; Hamidiye Alayları bunun en iyi örneğidir. Ermeniler, sultanın terörüyle katledilirken içeriden hiçbir tepkinin gelmemesi de ilginçtir. Ama öte yandan, doğuda uygulanan soykırım sonucunda ticaretin Türk ve Müslüman ahalinin eline geçtiği düşünülürse bu durum çok da şaşırtıcı değildir.
Ticaret burjuvazisinin önderliğinde verilen anti-feodal ve ulusal mücadelenin en önemli müttefiki köylülüktü. Balkan ülkelerinde, ayaklanma nedenlerinden birisini de toprak talebinin oluşturduğu köylüler, kendi yazgılarını bağladıkları ulusal mücadelenin, içinde bulundukları yoksulluğu def edeceğini düşünüyorlardı. 1908’de güç birliği yapan değişik uluslardan eylemcilerin, Meşrutiyet hedefine yönelmiş ilgilerini bu köylü kitleleri de benimsemişti. Meşrutiyetin hiç değilse, ağırlaşan vergileri kaldıracağını umuyorlardı. En acil sorunları buydu. Ancak Meşrutiyetin ilanından sonra vergi vermeyi reddeden Makedonyalı köylülerin vergileri Jön Türkler tarafından, silahlı askerler tarafından zorla toplandı. Çünkü zaten Jön Türklerin bir ayağı feodal mutlakıyetçi iktidarla, toprak ağalarına dayanıyordu.
Ulusal mücadeleler, feodalizmden ve saltanattan kurtulma isteğinin bir ifadesi olarak hemen bütün ulusları harekete geçirmiş olsa da ve bu milliyetçi çabalar 1908 devrimine yaklaşılan son aylarda Jön Türk programına kendilerini kanalize ederek eylem birliği içine girmiş olsalar da, feodal iktidara yönelik tepki çevresinde ortak ve koordine edilmiş bir işbirliğine girme eğilimini, baştan beri göstermediler. Jön Türk devrimi, ülke içindeki ayrılıkçı eğilimlerin oluşturduğu sosyal durum ve ilişkileri bir bakıma içererek, ama daha ilk tahlilde bunları tanımayarak gerçekleşti. Sadece ulusal değil, dinsel olarak da bölünmüş ve bu ayrılıkları saray tarafından kışkırtılmış olan halklar arasında, son yıllara gelindiğinde derin uçurumlar oluşmuştu. Bir tek, Meşrutiyetin ilan edildiği hafta boyunca Sırp, Yunan, Bulgar milliyetçileriyle Türk meşrutiyetçiler arasında bir yakınlaşma doğdu. Ama bu kesimler birbirlerine sarılıp “kardeşleşirken” herkesin kafasından başka bir şey geçiyordu. Jön Türkler, Meşrutiyetin ulusların huzursuzluklarına son vereceğini ve Pan-Osmanlıcılık ideali altında bütün ulusların toplanmaya rıza gösterebileceğini düşünüyor, milliyetçiler ise Meşrutiyetin ulusal özerklik taleplerinin gerçekleşmesi için bir olanak sağlayacağını, bir sıçrama taşı olabileceğini sanıyordu.
Jön Türkler ulusal mücadelelerin radikal kopma eğiliminden etkilenmişler, bu eğilimler onları yer yer radikal kararlar almaya zorlamıştır. Bu konuda Ermeni Taşnak örgütünün önemi oldukça fazladır.
1894 yılında, Ermeni ayaklanmasının kanla bastırılması üzerine İstanbul’daki Ermeniler Babıâli’ye yürümüşler, Osmanlı Bankası’nı basmışlardı. Bu hareket, Ermenilere pahalıya mal olmuş, Abdülhamit, Ermenilere İstanbul’da da savaş açmıştı. İttihat ve Terakki örgütü ise kendi inisiyatifi dışında gelişen Babıâli gösterisi karşısında, paniğe kapılmıştı. Örgütün kurucusu İbrahim Temo’nun hazırladığı bildiride, Ermeniler hem kınandı hem de bu mücadeleye ittihat ve Terakki örgütü adına sahip çıkıldı. Babıali’ye baskın düzenlenecekse bu, Jön Türkler tarafından veya onların bilgisi dâhilinde yapılacaktır; saraya saldırılacaksa bu da onların işidir! Temo şunları yazmıştı: “Müslüman ve yurtsever Türkler! … Ermeniler öylesine yüz buldular ki, tüm yabancılara saygıdeğer devletimizin en yüksek katı olan Babıâli’yi basıyorlar… Bu küstah hareketler, yurtsever ordumuzun üzüntü nedeni olmaktadır. Ancak, bu meydan okurcasına bu acı ve üzüntü veren hareketler despotların, pis yöneticilerin ezgi ve baskı yapmalarına neden olmaktadır. Biz Türkler, tüm Osmanlılar gibi, bu despotik yönetimden kurtulmak istiyoruz. Örgütümüz bu amaç uğruna eylem yapıyor. Gelin bugün Babıâli’ye yürüyelim ve Ermenileri kınayalım. Ezginin, kıyıcılığın merkezi olan şeyhülislamın konağına ve Yıldız sarayına saldıralım despotları ortadan kaldıralım, yok edelim.” (Y. A. Petrosyan age, sf.180)
Ermeni milliyetçi hareketi ve sarayın bu hareketi bastırmak için uyguladığı mezalim, Jön Türk devrimcileri için iki bakımdan uyarıcı oldu. Muhalefetlerinin içeriği, kıyım, Abdülhamit rejiminin gerçek yüzünü görmelerine olanak sağladığı için giderek belirlendi, diğer yandan da radikal Ermeni örgütleriyle ittifak yapmaları kaçınılmaz hale geldi. Bu oldukça tartışmalı ve gevşek bir birlikti ama iki Jön Türk örgütünün Ermenilerle birlikte yaptıkları İkinci Osmanlı Liberalleri Kongresi’nde, alman kararlar bir ölçüde Ermeni radikalizminin izdüşümü oldu. Elbette uzlaşmanın kapsamı belliydi; Meşrutiyet perspektifi fazla zorlanamadı, Abdülhamit üzerinde konuşulmaması kararı alındı ama mücadele yöntemlerinde silahlı ayaklanmanın örgütlenmesi gibi bir madde kabul edildi. Ama zaten ülke içindeki koşullar da bunun için olgunlaşmıştı.

MEŞRUTİYET’E DOĞRU AYDINLAR
İkinci Osmanlı Liberalleri Kongresi’nde, üzerinde mutabık kalınan mücadele yöntemleri şunlardı: Baskıya karşı silahlı direnme, hükümet görevlileri ve polis görevlileri de dâhil olmak üzere politik ve ekonomik grevlerle silahsız direnme, askerin halk ve devrimci gruplar üzerine yürümesini engelleyecek gibi ordu içinde propaganda, gerekirse toptan ayaklanma, durum ve koşullara göre diğer eylem biçimleri. Bu kararlar 1907 yılının Aralık ayında alınmıştır ve temmuz ayında ilan edilecek olan meşrutiyete daha yedi ay vardır. Dört Tıbbiyeli öğrencinin kurduğu İttihat ve Terakki örgütü, süreç içinde gelişip genişleyerek, bir halk ayaklanmasını organize etme kararının altına imza atabilecek duruma gelmiştir. Ama örgüt, bütün bu ayaklanma ve silahlı eylem kararlarına; genel olarak eylem ve harekât planlarındaki radikalleşmeye karşın siyasal taleplerin ileri götürülmesini sağlayamamıştır. Jön Türkler başlangıçta, örgütsel faaliyetlerine yön veren politik ilkelerini onca silah şakırtısına karşın geri bir noktada tutmuşlar; üç beş aydın kadronun düzenleyeceği bir komployla padişahın değiştirilmesi düşüncesini, devrimin arifesinde, halk ayaklanması fikriyle değiştirmelerine karşın, yine de feodal siyasi gücün radikal olarak tasfiye edilmesi gerekliliğine ikna olamamışlardı.
Örgütün doğum tarihi 1889’dur. Ama meşrutiyet idealleri ile örgütün faaliyetlerine yön verecek olan ideoloji, bu tarihten daha önce doğmuştur.
1839’da Tanzimat’ın ilanından sonra başlayan eğitim hamlesi sırasında açılan yüksek okullar, ittihat ve Terakki örgütünün ilk kadrolarının kaynağı olmuştur. Bu okullarda, şimdiye dek olduğu gibi din eğitimi değil, batılı eğitmenlerin gözetiminde meslek eğitimi verilmektedir. Bir de, 1821’de Yunan ayaklanmasına kadar Rumların tekelinde tutulan ve Osmanlı İmparatorluğu’nun dış yazışmalarını yöneten tercüme bürosunun, Yunan ayaklanmasından sonra güvenlik nedeniyle boşaltılmasından sonra bu büroya yerleştirilerek, yabancı dil öğretilen aristokrat genç aydınlar bu hareketin ideolojik öncüleri oldular. Tanzimat aydınlan Namık Kemal, Şinasi ve Ziya, tercüme bürosunda eğitim görmüşlerdir. Bu aydınların bazıları, en başta Şinasi, 1848 Fransız ihtilalinin tanığı olmuş, Namık Kemal, Avrupa’daki fikir hareketlerinin ve sosyal çalkantıların yerinde tanığı olmuş, diğerleri de basın yoluyla Avrupa’da olup bitenleri izlemiştir. Fransa’da esen özgürlük rüzgârları, Fransızca bilen, iyi eğitim görmüş, “batılı” değerleri içselleştirmiş olan bu ayrıcalıklı sınıflara mensup aydınlar tarafından ülkeye taşınmıştır. Çıkardıkları gazeteler, yazdıktan makaleler ve tiyatro oyunlarıyla, Rousseau, Moliere ve Voltaire’den çevirdikleri eserlerle, yeni toplumsal değerleri, çağdaş ahlaki normları savunan aydınlar bu çabalarının bedelini, sürgünde uzun yıllar kalarak ödemek zorunda bırakılmışlardır.
Oysa siyasi olarak talep ettikleri fazla bir şey yoktur. Bir anayasanın hazırlanması ve padişahın yetkilerinin azaltılmasıyla yetineceklerdir. Şeriat hükümlerini, Fransız devriminin ilkelerine uydurmaya uğraşarak düşüncelerini ve eylemlerini meşrulaştırmaya çalışmaktadırlar. Dindardırlar ve süreç içinde “vatan” kavramını idrak ederek önce Osmanlıcı sonra da milliyetçi olacaklardır. Bir iki komplo yaparak padişahları değiştirmişler; arkadaşlarından biri, Ali Suavi, 5. Murat’ı tahta çıkarmak için Çırağan Sarayı’na düzenlediği bir saldırı sırasında öldürülmüştür.
Tanzimat aydınlarının istekleri, 1876’da padişahın anayasayı yürürlüğe koymasıyla az çok karşılanmış, 1. Meşrutiyet dönemi başlamıştır. Ancak çok geçmeden, Abdülhamit, Genç Osmanlıların bütün kazanımlarını ortadan kaldırarak koyu bir baskı dönemini getirecektir.
1. Meşrutiyet’in karşılayamadığı taleplerin gerçekleştirilmesi, anayasaya konulması, başarılamayan kimi hükümlerin gündeme getirilmesi ve kısa zamanda tırpanlanan kazanımların geri alınması bu karanlık istibdat döneminde örgütlenmeye başlayan Genç Osmanlı aydınlarının, temel sorunu olacaktır.
Bu amaçla okullarda başlayan örgütlenme faaliyeti, Abdülhamit’in muhbir ve ajanları tarafından sık sık gammazlandığı için öğrenci önderlerinin çoğu, başlangıçta yayın etkinliği olarak devam eden mücadelelerini yurtdışından sürdürmek zorunda kaldılar. Taşkışla’da sürekli oturum halinde olan Divan-ı Harp, okullarda en küçük bir kıpırtı göstermeye yeltenen öğrencilerin yakalanıp yargılanmak üzere getirildiği bir kurumdur. 1908’e dek birçok öğrenci Taşkışla’da yargılanır, okullarından uzaklaştırılır. Yine de, bu tarihe gelinceye dek birçok yüksek okulda bu baskılan göğüsleyen öğrencilerin düzenlediği boykotlar yapılır ve kurulan gizli cemiyetlerin üye sayısı durmadan artar. Mülkiye, Harbiye, Tıbbiye dışındaki diğer okullarda da; bahriye ve topçu mektepleriyle Darüşşafaka Lisesi’nin öğrencileri de örgütlenmişlerdir. Bu öğrenciler vasıtasıyla Jön Türk yayınları elden ele dolaşır, yenilikçi fikirler yayılır.
Jön Türk hareketinin en önemli örgütü olan İttihat ve Terakki, ulusal ve sınıfsal bakımdan homojen olmayan bir kadro yapısına sahiptir. Bu yüzden, örgüt mensupları arasında ortak bir irade oluşamamıştır. Aydınların, Avrupa’da gelişen burjuva düşünce akımlarını şeriat ilkeleriyle harmanlamaya çalışmaları, onların bir ayaklarının batıda gelişen çağdaş sınıf ilişkilerinin bulunduğu platformda bulunduğunu gösterirken diğer yandan da saltanatla ilişkilerinden ve feodal bürokrasi ve toprak düzeninden kopmak istemediklerinin göstergesi olmuştur. Yine aynı nedenden, örgüt, 1871’de Paris Komüncüleri’nin yanıbaşında savaşacak kadar, o zamanlarda çekim merkezi olmaya başlayan bilimsel sosyalizmden etkilenen unsurlardan, reformcu ılımlı aydınlara kadar geniş bir yelpaze içinde bulunan aydınları bünyesinde içerebilmiştir. Aydınlar arasında dönemin bütün fikir akımları temsil edilebilmektedir. Jön Türklerin, bu siyasal ve sınıfsal heterojenliği örgütün kararsızlığının ve tutarsızlığının en büyük nedeni olmuş ve son tahlilde ülkede cereyan eden eğilimler ticaret burjuvazisinin politik hedeflerine doğru akmıştır.
Örgütün kurucuları, İtalya birliği için mücadele eden Mazzini’lerden esinlenmiş, Macar devrimini incelemiş, Polonyalı devrimcilerle ilişkiye geçmişler, yurtdışında bulundukları süre içinde de 1. Enternasyonalin faaliyetlerini yakından takip etmişlerdi, ittihat ve Terakki örgütünün programını hazırlarken İtalyan Carbonari örgütüne öykünmüşler; bütün bunlarla da Avrupa’daki ulusal ve devrimci mücadelelerin mirasına, bunları, elbette Osmanlıcaya çevirerek sahip çıkmışlardı. Bazı Jön Türk liderleri, Lenin’le tanıştıklarını söyleyerek gururlanıyorlardı.
Jön Türk hareketi, bir dönem Kahire’de Mizan adını taşıyan bir dergiyi çıkardığı için Mizancı Murat olarak tanınan bir Jön Türk’le, Fransa’da Meşveret dergisinin başında bulunan Ahmet Rıza arasında iki merkeze bölünmüştü. Bu iki odak çevresinde toplanan Jön Türklerin, politik olarak birbirlerinden hiçbir farkı yoktu. Ama Mizancı Murat, padişahın bir takım vaatlerine kanarak yurda dönmeyi kabul edince kendi siyasi hayatını bitirecek, bundan sonra meydan, Jön Türkler arasında pozitivist görüşleri nedeniyle sevilmeyen Ahmet Rıza’ya kalacaktır. Dolayısıyla, Jön Türkler, Ahmet Rıza’nın da etkisiyle “düzen içinde ilerleme”yi savunan pozitivist görüşlerin etkisine girecekler, ideolojik biçimlenmelerini pozitivizm belirleyecektir.
Ahmet Rıza’nın, sonradan meydana çıkan ve aykırı fikirler savunan Prens Sabahattin ile olan çelişkisi de, Sabahattin’in fazla sebat gösterememesi yüzünden Rıza’nın inisiyatifinin güçlenmesine yol açmış; Prens Sabahattin, giderek meşveretçiler için tehdit edici bir unsur olmaktan çıkmıştır. Prens Sabahattin, sarayla doğrudan doğruya bağlantısı olan bir Jön Türk’tür ve Ahmet Rıza gibi Pan-Osmanlıcılığı savunmakla birlikte onu az çok Ermeni yandaşı kılan, azınlıklara ademi merkeziyetçi bir yönetim hakkı tanınması yönünde görüşleri vardır. Diğer yandan, sarayla göbek bağını koparmaya hiçbir zaman yanaşmasa da, Ahmet Rıza’nın bütün ekonomik manevraların devletin himayesinde yapılmasını savunmasına karşın o, serbest piyasayı ve “teşebbüs-i şahsi”yi yüceltmektedir. Sabahattin bu görüşleri yüzünden, Jön Türklerin Ahmet Rıza’cı kanadıyla bir arada bulunmasının olanağı kalmayınca, arkadaşlarıyla birlikte İttihat ve Terakki örgütünden ayrılarak Teşebbüs-i Şahsi ve Âdemi Merkeziyet adında bir örgüt kurmuştur ve bu örgüt, ittihat ve Terakki’den sonra en büyük Jön Türk örgütüdür. İşte, 1907’de toplanan İkinci Osmanlı Liberalleri Kongresi’nde, İttihat ve Terakki örgütü ve Ermeni örgütleriyle birlikte güç birliği yapma kararına ve yukarıda saydığımız eylem biçimlerine imza atan üçüncü örgüt, Prens Sabahattin’in örgütüdür; Osmanlı aydınlarının bir kısmı, köken olarak feodal aristokrasiye mensup olan bu saraylı aydının peşinden gitmiştir.
İster Ahmet Rıza’nın grubunda, ister Sabahattin yanlısı olsunlar ya da mevcut diğer Jön Türk örgütleri içinde mücadele etsinler dönemin Osmanlı aydınları, Tanzimat’la saraya  kabul ettirilen ve 1876 Anayasası’nda ifade edilen ama her seferinde rafa kaldırılan anayasal ilkelerin tanınması için mücadele etmekteydiler.
1876 Anayasası, kişisel özgürlüğü, din ayrımı olmaksızın imparatorluğun tüm uyruklarının yasalar önündeki eşitliğini, menkul ve gayrimenkullerin güvenliğini, mesken dokunulmazlığını, vergilerin ve yasalara dayanan haraçların orantılı dağılımını, angaryanın, el koymanın ve baskının kesinlikle yasaklanmasını, basın özgürlüğünü, ilköğrenimin zorunluluğunu, imparatorluğun bütün uyruklarına imparatorluğun resmi dili olan Türk dilini bilmek koşuluyla, devlet görevinde çalışma hakkını hükme bağlamıştı.
Mithat Paşa’nın, hazırlanmasında katkıda bulunduğu anayasanın ilk taslağında bulunan ve burjuvazinin saray üzerindeki denetimini ve egemenliğini arttıracak olan “Osmanlı uyruğunda olanlar, özel bir yasaya göre vatana yararlı olacak her tür ticaret ve endüstri şirketi kurma hakkına sahiptir, bu işte hükümet her türlü kolaylığı sağlayacaktır” maddesindeki ilk bölüm kabul edilirken ikinci bölüm yani hükümetin ticaret ve endüstriye her türlü kolaylığı sağlayacağı garantisini formüle eden kısım, çıkarıldı. Bu anayasa sayesinde, işgücünün özgürleşmesini ve piyasaya çıkmasını engelleyen feodal angaryanın ortadan kaldırılmasını, ticaret ve endüstri tesislerinin kurulmasını, can ve mal güvenliğinin sağlanmasını güvence altına almış olmak önemli bir gelişme olmuştur. Ancak anayasanın tanınıp tanınmaması, ekonomik düzenlemenin yapılıp yapılmaması tamamen sultanın keyfine bırakıldığı ve kurulması öngörülen meclis, ağırlığı olan politik bir denetim organı olarak hiçbir zaman çalıştırılamadığı için ve zaten sultan tarafından her an feshedilebilir durumda olduğu için; ayrıca 1908’e kadar, enerji, sadece anayasanın tanınması perspektifine akıtılmak suretiyle heba edildiği için aydınların 1839’dan beri sürdürdükleri mücadele oldukça sancılı geçmiştir ve her seferinde iktidarı almaktan vazgeçerek, daha doğrusu bunu hiç düşünmeyerek saray seçkinlerine bel bağlamışlardır. Karl Marx, şubat 1878’de, 1. Meşrutiyetten ve Anayasanın ilanından iki yıl sonra, V. Liebknecht’e  Türklerin, Rusya karşısında büyük bir hezimete uğradıkları Kırım savaşının ertesinde yazdığı bir mektupta Türkleri, … devrimi zamanında yapmamış olmakla ve rejimin yönetimini tekrar saray içindeki seçkinlere bırakmakla eleştirir. Marx, bunu, “Rus kabinesinin bizzat kendisine karşı savaş yönetmesi gibi bir şey” olarak nitelemektedir.
Jön Türk aydınlarının sarayla ilişkilerini kesememesi, hareketin önüne geçen ticaret burjuvazisinin nesnel durumuyla, ülke içinde Osmanlı İmparatorluğu’nun 600 yıllık iktidarı döneminde, yerleştirilmiş olan dinsel-ideolojik hegemonyanın, biçimlendirilmesindee rol oynadığı sosyal ilişkilerin düzeyi ile ilişkilidir.
Ancak, aydınlar, ideolojik tutarsızlıkları ve kararsızlıkları yüzünden ellerine geçen fırsatları değerlendirmediler ve Jön Türk devriminin ideolojik atmosferi bu yalpalamalar bedeniyle karartıldı. Her zaman geç kalmışlardı; sahneye çıktıkları zaman da her şeyi yarım bırakmayı tercih ettiler. Onların 1839’da, komplocu-radikal Ali Suavi ile başlayan serüvenleri 1908’de silahlı ayaklanmacı Resneli Niyazi’nin dağa çıkmasına evrilinceye kadar, ayaklarını epey sürüdüler ama dipten gelen dalga onları 1907’de İkinci Osmanlı Liberalleri Kongresi’nde ayaklanmayı planlama, silahlı direnme, politik ve ekonomik grev yapma kararları almaya zorladı.
1908’de iktidara geldiklerinde ise, sonra halklar üzerinde kullanmak üzere Abdülhamit istibdadını devraldılar. Ama onlar tarihi yaparken, sübjektif niyetlerinden bağımsız olarak toprağa düşen özgürlük tohumları, onlara rağmen yeşerecek; özgürlük hareketinin Jön Türk etkilerinden kurtulması süreci ise sancılı geçecektir.
Modern Türkiye’nin aydınlan, uzun süre, 1970’lere gelindiğinde bile, Jön Türklerin önlerine koydukları meseleleri tartışmaya devam ederek büyüdüler. Bu nedenle 1970’lerde YÖN ve MDD hareketinin devraldığı kimi ideolojik unsurları, gelişen radikal devrimci hareketin temizlemesi zaman aldı. Jön Türklerin devletten bağını bir türlü kesemeyen muhalefetlerinin içeriği, aynı ilkel biçimiyle uzun süre devrimci-komünist hareketi önceleyen sürece egemen oldu. Jön Türk devriminde o zamanki koşullara uygun olarak önemli bir rol üstelenen ordu, 1960 darbesi karşısında küçük burjuvaziyi, kökeni tarihsel olan bir beklentiye yöneltmişti. Jön Türklerin tamamlayamayarak yarıda bıraktıkları demokratik devrimin, tekelci burjuvazinin devletinin, militarist aygıtının iyi unsurları tarafından gerçekleştirileceği yanılsaması, kimilerinde 1980’e kadar bile sürdü.
Oysa demokratik devrim sorununu çözecek ve sonuna kadar götürecek tek sınıf, Türkiye’de burjuvaziyle birlikte tarih sahnesine çıkan proletaryaydı. Burjuvazinin, onun ufkunu Jön Türk-Kemalist devletçi bir perspektifle sınırlama konusundaki girişimleri şimdi, artık boşa çıkarıldı.

* * *
Özgürlük Dünyası’nın gelecek sayısında, Jön Türk devriminin sosyal içeriği içinde önemli bir yer tutan kadın eylemlerine ve bu dönemi, oluşturdukları literatürle ideolojik bakımdan etkileyen burjuva aristokrat kadınların, entelektüel faaliyetlerine değinilecektir.

Ocak 1994

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑