’93’ten ’94’e dünya ve türkiye “yükselen değerler”in alçalışı

1993’ün sonuna geldiğimiz şu günlerde, yeni dünya düzeninin geleceğine ilişkin tahmin yapanlar içinde sadece falcılar iyimser. Çünkü falcıların gerçeği söylemek kaygısı yoktur. Tersine, falcının falcı kalabilmesi için müşterisinin duymak istediğini söylemesi gerekir, iyi falcı gerçeği söyleyen falcı değil, müşterisinin ne duymak istediğini sezen falcıdır.
Son yıllarda fal ve falcıların burjuva medyasının en ciddi kurumlarında bile önemli köşeler kapmış olmasının, başlıca nedeni, kuşkusuz sistemin burjuva ölçülerle bile aklanamaz hale gelmesidir.
Sistemin topluma verecek şeyi azalıp, iyi ve güvenli bir gelecek umudu kalmadığı ölçüde, sistem vaatlerini ölçüsüzce artırmaktadır. Bir yandan yığınlar; falcılar, medyumlar ve kendisine bilim adamı, politikacı süsü veren şarlatanlar tarafından ölçüsüz vaat bombardımanına tutulmakta, bir yandan da şans ve talih oyunları basitleştirilip yaygınlaştırılarak, toplumsal değilse bile, bireysel kurtuluş umudu canlı tutulmaya çalışılmaktadır.
Özellikle toplum için belli bir özelliğe sahip gün ve dönemlerde; sistem, kendisinin propagandasını yapmayı, o günün duyarlığını kendi hesabına kullanmayı adeta gelenek edinmiştir. “Yılbaşı” da bu türden kötüye kullanılan günlerin başında gelmektedir.
Gerçekte, 31 Aralık ve 1 Ocak’ın, yılın öteki günlerinden hiç bir farkı yoktur. Miladi takvim, 1 Ocak’ı yılın ilk günü olarak kabul ettiği için o gün yeni yılın ilk günü olmuştur. Ama insanlar yüzyıllardan, hatta binyıllardan beri, toplumsal olarak örgütlü olmanın ve bu örgütlenmeyi sağlamlaştırmanın ihtiyacı olarak, bazı günlere önem vermişler, o günlerin uyandırdığı toplumsal duyarlılığı toplumun lehine kullanmayı amaçlamışlardır. Ne var ki; toplumun sınıflara ayrılıp, bir grup insanın çıkarlarının geri kalan yığınların çıkarlarıyla çelişmeye başlamasından bu yana, böyle günler, egemen sınıfın lehine, onun çıkarlarının sağlamlaştırılması için kullanılmıştır. Görünüşte o özel gün ya da günlerin önemi ve kutlama biçimleri korunmuş, ama işlevi farklılaştırılarak, egemen sınıfın ekonomik ve siyasi gücünü arttırmanın bir dayanağı haline getirilmiştir.
Yaşam içinde, sorunu doğru yandan kavrayanlar için; yeni yıl, eski yılın bir muhasebesi, bir tür eleştiri ve özeleştiri dönemi olmuştur. Ama bunu her sınıf ve o sınıfın temsilcileri kendi tarzında yapa-gelmişlerdir.
Burjuvazi, yeni yılı, kendi sisteminin propagandası için kullanmakta, “geçmiş yılda kimi sorunlar olmuşsa da, yeni yılda bunların çözüleceği” mesajım vermektedir. Sanki yeni yılda, gizemli güçlerin, sorunu olanlara yardım edeceği sanısı uyandırmaktadır.
Egemen sınıfın sözcüleri; bir yandan eski yıla ait sorunları ortaya koyarak, herkesin görüp yaşadığı gerçekleri kabul ederek, gerçekçi görünürken, gelecek yıl için iyimserlik pompalayarak yığınların düzenden umut kesmemeleri için çaba harcamaktadır.
Daha yılın ilk günü, piyango ve şans oyunları günüdür. Küçük ticarethanelerden, devlete kadar bütün kapitalist kurum ve kuruluşlar; çekilişler, yarışmalar vb. yoluyla yılın ilk saatlerinde bir kaç kişiye sınıf atlatarak herkese bu yolun açık olduğu imajını yerleştirmeye çalışırlar. Bir kaç kişi “kurutulur” ama geri kalanlar için “umut” bitmez. Bu yıl olmadı, ama bir dahaki yıl neden kendisi kurtulmasın! Sistem için önemli olan da kurtarmak değil, sistemden umudun kesilmemesidir.

***
Şans ve talih oyunları ile insanlarda bireysel kurtuluş umudunu cardı tutmak, kapitalizmin genel tutumudur. Ama, 5-6 yıl kadar önce; SB’nin dağılmasına paralel olarak, ABD ve Batılı emperyalist ülkelerin ideologları ve politikacıları, sistemin geleneksel savunma yöntemlerine bir yenisini eklediler. Bu, tarihin gördüğü en büyük ve en kapsamlı anti-sosyalist kampanyaydı.
İddia edilen şuydu: Kapitalizme karşı savaşan sosyalizm, kesin olarak yenilgiye uğramıştır. Kapitalist sistem kendisini yenilemiş ve çelişkilerini aşabileceğini kanıtlamıştır. Dünya kapitalist sistemi artık ebediyen yaşayacak bir sistemdir. Kapitalizm bilim ve teknolojide öylesine bir atılım yapmıştır ki; artık işçi sınıfına ihtiyaç duymadan üretimi sınırsız olarak artırabilecek, herkes için refahı gerçekleştirecek bir sistem olabileceğini kanıtlamıştır. Bu koşullar, uluslar arasında eşitliği ve adaleti gerçekleştirecek zemin yaratmıştır. Barış, özgürlük ve demokrasi her ulus ve insan için kullanılabilir bir hak haline gelmiştir, insan haklan ve Batı demokrasisinin normları, tüm dünyada geçerli hale gelecek, dünya pazar ekonomisi ve parlamenter demokrasinin evrensel ilkeleri etrafında globalleşecektir. Artık toplumları ilerleten asıl güç sınıflar arası çatışma değil, kapitalizmin bilim ve teknolojideki başarılarıdır vb. vb. Kısacası tarihin sonu gelmişti.
Bu ilkeler etrafında, inşa edilecek “yeni” düzene “yeni dünya düzeni” dendi. Ve emperyalizmin ideologları, serbest pazar ekonomisi, kişisel özgürlüklerin yüceltilmesi, parlamentoculuk, emperyalizmin genel çıkarlarının savunulması ve ulusal ekonomilerin uluslararası sermayeye bağlanması gibi normlara, yeni dünya düzeninin yükselen değerleri adım verdiler. Artık savaşlar, hükümet darbeleri, ülkelerin içişlerine müdahale, ülkelerin birbirlerini sömürme dönemi kapanmıştı. Dünyanın nimetleri tek pazara dönüşme eğilimine giren yeni dünya pazarında adilane bir biçimde paylaşılacak, insanlık ebedi bir barış ve refah dönemine girecekti. Basın, TV ve öteki iletişim araçları günün yirmi dört saati bu normları propaganda ettiler. Artık güneş bile, bu “yükselen değerlere” uygun olarak doğuyordu! Beş-altı yıl boyunca “yükselen değerler” her derde deva olarak propaganda edildi. Mühendislik, öğretmenlik, doğa bilimciliği gibi, geleneksel ve her toplumda itibar gören meslekler gözden düşerken, pazarlamacılık, müteahhitlik, komisyonculuk, borsacılık, döviz tüccarlığı, emlakçılık, reklamcılık, ithalat-ihracatçılık (en makbulü hayali olanı) gibi rantiye işler ve “meslekler” itibar kazandı. Bu değerlerin egemenliği için Doğu Avrupa’da hükümetler yıkıldı, Panama işgal edildi. Irak’a karşı büyük bir emperyalist operasyon düzenlendi. Bütün bu saldırılar, insanlığa barış içinde bir dünya kurmak için yapılıyordu.
Anti-emperyalist, demokrat ve devrimci, komünist çevrelerden yükselen muhalefetin sesi, kaldırılan toz duman arasında kayboluyordu.

1993: ALÇALAN DEĞERLER YILI
Yeni dünya düzeninin savunucuları, daha bu tezi öne sürdükleri günlerde, Doğu Avrupa’da darbeler düzenlemiş, Panama’yı işgal etmiş, kısa bir sürede Körfez savaşını çıkararak niyetlerini açığa vurmuşlardı. Ama eylemlerinin amacını gizleyecek “inandırıcı” nedenlere sahiptiler. Panama diktatörü Noriega, beyaz zehir kaçakçısı bir zorbaydı. Doğu Avrupa’nın revizyonist diktatörlükleri halktan kopmuş kof yönetimlerdi. Saddam, komşularına saldıran bir diktatördü vs. Olaylara biraz yakından bakanlar, bütün bu propagandanın arkasında yatan, ABD ve Batı’lı emperyalistlerin amaçlarını görülebiliyordu, ama geniş halk yığınları, devasa iletişim makinesinin yarattığı sis perdesinin gerisini göremiyordu. Bu yüzden de dünya kamuoyu, yeni dünya düzeninin “yükselen değerleri”ne sahip çıkılırsa, gerçekten bu değerlerin egemen olduğu sömürüşüz ve baskısız bir dünya kurulabileceği düşüncesini benimsiyor, en azından bu değerlere yakınlık duyuyordu.

***
1992 sonunda ABD, yıllardır açlık ve sefaletin kol gezdiği, üstelik kabileler arası bir iç savaşla yıkılmış Somali’ye asker çıkardı. BM, bu oldubittiyi kabul ederek, işgali onayladı ve diğer üyelerini ABD’ye yardıma çağırdı. Bu emperyalist saldırının adına “Umut Operasyonu” dendi. Dünya kamuoyuna açıklanan amaç, iç savaş nedeniyle iç kesimlerde açlıktan ölen halka yardım edebilmek için iç savaşa son vermekti. Bu “insani amaç” Batılı emperyalist ülkeler ve onlara uşaklık eden öteki hükümetlerin yufka yüreğini adeta dağladı! Hemen hepsi, Somali’ye asker çıkarmakta yarıştılar. Örneğin, daha BM çağrısı bir ayım doldurmadan, 2 Ocak ’93’te Türk birliği de Somali’ye ulaşmıştı. Ne var ki; daha işgalin bir ayı dolmadan, ABD’li jeolog ve mühendisler, Somali topraklarında 26 kuyu açmışlardı. Ama bu kuyular, kurak Somali’ye su sağlamak için değildi. Petrol ve maden arama kuyularıydı. Çok geçmeden, “açlıktan ölüyor, bizim yardımımıza ihtiyaçları var” denilen Somalililer, emperyalist işgalcilere karşı direnişe geçti. Somali’de işgal küvetlerinin karargâhını kuşatanların sloganı, “Kahrolsun Butros Gali, kahrolsun emperyalistler. Somali, Somalililerindir”di.
Somalililerin başkaldırısı için kimse, Irak ya da Panama’daki gerekçeleri gösteremedi. Aidid’in teröristliği üstüne söylenenler de kısa süre sonra söylenemez olunca; Somali’nin gerçekte, tüm Afrika’ya yönelik bir emperyalist operasyonun, stratejik ama “kolay zafer” alanı olarak seçildiği tezi güç kazandı. Zaferin kolay olmayacağı anlaşılınca da, işgalci emperyalistler arasında anlaşmazlık baş gösterdi. Herkes birbirinin kirli çamaşırlarını dökmeye, “şerefli bir geri çekiliş”in manevralarına başladı.
Somali saldırısı iki şeyi dünya halklarının gözleri önüne serdi. Birincisi; emperyalistlerin, “insani yardım” için parmaklarım bile kıpırdatmayacağı, eğer bir yere saldırıyor, masraf ediyorlarsa, daha büyük çıkarlar umdukları için yapıyorlardı. Aynı anlama gelmek üzere, emperyalistlerin barış diye de bir amaçları yoktu. Tersine dünya yüzeyindeki bütün savaşlar, ya onlar tarafından kışkırtılıyor, ya da bizzat onlar tarafından yürütülüyordu. İkincisi ise; ne kadar güçlü olursa olsun emperyalist ordular, bir halk direnişi karşısında kolay zafer imkânına sahip değildir. Somali gibi dünyanın en yoksul halkını bile tank ve topla dize getirmek mümkün değildi. Böylece yeni dünya düzeninin, ebedi barış masası 1993 yılı içinde Somali’nin sıcak çöllerine gömüldü.
Geçen zaman içinde görüldü ki; Somali, Hint Okyanusu ile Avrupa’yı bağlayan en kısa ticaret yolunun denetlenmesi için stratejik bir noktadaydı ve işgalin bir nedeni bu yolun güvenliğinin sağlanması ihtiyacıydı. Diğer neden ise; tüm Afrika ülkeleri için bir model olması, Somali’den sonra diğer denetlenemeyen bölgelerde de bu operasyonları yinelemekti. Ama Somalililer, kendilerinin kolay lokma olmadığını gösterdiler ve böylece de, Afrika’nın “kolay operasyonlar” bölgesi olmasını, en azından kendi paylarına düştüğü kadarıyla engellemiş bulunuyorlar. Çünkü emperyalistler, ’93 başında düğün-dernek işgal ettikleri Somali’den “şerefli” bir çekiliş için manevra yapmaya çalışıyorlar. Muhtemelen de, ’94 içinde, bölgede kukla İslam ülkelerinin askerlerini, jandarma olarak bırakarak Somali’yi terk edecekler.
Emperyalistlerin barış diye bir derdi olmadığının başka kanıtları da var. Sırp-Boşnak-Hırvat savaşı, bir ırk ve din savaşına dönüşmüş olmasına karşın, BM ve emperyalist ülkeler savaşı bitirmek yönünde herhangi bir müdahaleden özenle kaçınmıştır. Yine; Azeri-Ermeni savaşında Ermeniler, Azerbaycan’ın uluslararası anlaşmalarla garanti edilen sınırlarım ihlal etmiş olmasına karşın, kimse parmağını oynatmadığı gibi, Ermeniler ve Ermenistan, Rusya ve Batı’lı emperyalistler tarafından yüreklendirilmiş, hatta askeri ve siyasi olarak desteklenmiştir.

* *  *
Yeni dünya düzeninin üstünde kurulacağı temellerden birisi de, bütün ülkelerin Batı demokrasisinin normlarının egemen olması koşuluydu. Böylece, dünya yüzünde despotik rejimler, faşist diktatörler, mutlak krallıklar dünyadan tecrit edilerek yok olacaklardı.
Malta Zirvesi’nin arkasından Gorbaçov ve Bush; “soğuk savaş” döneminde, iki süper gücün birbiriyle rekabet ederken, kimi ülkelerde darbecileri, diktatör yöneticileri, birbirlerine karşı desteklediklerini itiraf ederek, bundan böyle bu tür eylemlere gerek kalmadığım açıklamışlar, bundan böyle demokrasiden yana olmayan yönetimleri desteklemeyeceklerini dünya kamuoyuna ilan etmişlerdi. Arkasından “Paris Şartı” ve AGİK ilkeleri yeni dünya düzeninin normları olarak ilan edildi. Ama bütün bunlar ilanla kalıyordu. Gerçekte ise tersine, despotik Arap emirlikleri, Siyonist İsrail, Latin Amerika’nın kanlı diktatörleri ya da Afrika’nın darbeci generalleri, emperyalistlere hizmette kusur etmedikleri sürece el üstünde tutulmaya devam edildi, bugün de tutuluyor.
Yeni dünya düzeninin savunucularının, Rusya’daki gelişmeler karşısındaki tutumları, nemenem bir demokrasi yanlısı olduklarının anlaşılması bakımından ilginçtir.
Rusya’da, Gorbaçov’a karşı girişilen darbe sırasında, Rus parlamentosu ve Hasbulatov’un tutumunu demokrasi kahramanlığı, olarak niteleyen ve Rus Parlamento’sunun meşruiyeti konusunda hiç bir itirazda bulunmayan Batı’lı emperyalist ülkeler, Yeltsin’in parlamentoyu, yasalara aykırı olarak, önce feshedip, sonra da topa tutmasında demokrasiye aykırı bir şey bulmamıştır. Dahası Batılılar, Yeltsin’in tutumunu desteklemiştir. Yeltsin’in, parlamentonun yetkilerini de kendi elinde toplayan anti-demokratik anayasasını yine demokrasinin gelişmesinin bir nişanesi olarak, selamlamaktan geri durmamışlardır.
Azerbaycan’da da önce Elçibey’in darbesi, Azerbaycan’da demokrasinin yolunu açtığı gerekçesiyle desteklenmiş, Elçibey’e karşı Hüseyinov-Aliyev darbesi hoş görülmüştür.
Yeni dünya düzeni ile demokrasinin çok sıkı bir bağlantı içinde olduğu propagandasının yoğunlaştırıldığı son 5 yıl içinde, yukarıda sözü edilen ve edilmeyen pek çok olgunun açıkça gösterdiği gibi, emperyalist ülkeler için demokratik normlar, çıkar normları anlaşılmaktadır. Eğer çıkarları zedelenmiyorsa; emperyalistler, bir ülkenin kimler tarafından ve hangi biçimde yönetildiği ile ilgilenmemektedirler.
Nitekim bu ikiyüzlülük, birer birer ülkelerde çifte standart uygulamakla da sınırlı kalmamış, çeşitli bölgeler için yeni “demokrasi normları” tariflenmeye yönelinmiştir. Örneğin MİNSK grubu (Rusya ve komşuları) için yeni normlar tarif edilirken, İsrail-Filistin Anlaşmasına paralel olarak da bir Ortadoğu Güvenlik ve İşbirliği Konferansı (OGİK) girişimleri de başlatılmıştır. Yani, AGİK çerçevesinde, Avrupa’da Batı demokrasi normları geçerli olurken, MİNSK grubu içinde parlamentoların topa tutulması, darbeler düzenlemesi “demokratik” normlardan sayılacaktır. OGİK için ise, despotik krallıklar, zorba yönetimler, ırkçı ve Siyonist yönetimler ya da dinci, şeriatçı devletler OGİK’in demokrasi ilkelerini ihlal etmiş sayılmayacaktır.
Kuşkusuz ki; Afrika, Latin Amerika, Güney ve Güneydoğu Asya için de yeni demokrasi normları tarif edilmesi, her soydan zorba yönetim ve diktatörlüklerin “kendine has demokrasi” olduğunun kabul edilmesi hiç de şaşırtıcı olmayacaktır.
Konumuz açısından önemli olan emperyalistlerin ikiyüzlülüğü değildir. Ve bu şaşırtıcı da değildir. Burada önemli olan, yeni dünya düzeninin savunucularının, “herkese Batı normlarına uygun bir demokrasi” vaadinden vazgeçmiş olmalarıdır. Çünkü böylece emperyalistler, bizzat kendilerinin ilan ettikleri yeni dünya düzeninin gerçekleşemez olduğunu kabul etmiş olmaktadırlar.

* *  *
Yeni dünya düzeninin ideologlarını, cesaretlendiren başlıca öğelerden birincisi “sosyalizmin” yenilgiye uğraması ise, ikincisi de, “bilimsel-teknolojik devrime” sınıflar-üstü nitelikler yüklemeleriydi.
Kapitalizmin ideologlarına göre, kapitalizm, sosyalizm karşısında kesin bir zafer kazanmıştı. Bu yüzden de sistem, sosyalizm karşısında taviz olarak işçi ve emekçilere verdiği ve burjuva devlete kimi sosyal görevler yükleyen uygulamalardan kurtarılmalıydı. Bunun için ise, “serbest pazar ekonomisi” “bütün kurallarıyla” uygulamaya sokulmalı, devletin toplum adına ekonomiye müdahalesine son verilmeli ve uluslararası planda, sermaye ve mal akışını engelleyen korumacı önlemler bütünüyle kaldırılmalıydı. Dünya, serbest rekabetin sınırsız bir biçimde at koşturduğu tek bir pazar olmalı, sistem bu pazarın ilkelerine uygun olarak siyasi, ekonomik, kültürel vb. alanda bütünüyle yeniden örgütlenmeliydi.
Bu görüş; akademik düzeyde, 1960’lı yıllarda, Milton Friedmann’ın başını çektiği Chicago Okulu olarak bilinen bir grup ekonomist tarafından geliştirilmiş ve ilk uygulamalara 1970’li yıllarda Teatcher tarafından uygulamaya sokulmuş olsa da, bir dünya sistemi olarak uygulamaya sokulması, 1980’li yıllarda Reagan döneminde, IMF ve Dünya Bankası’nın koordinatörlüğünde sahneye sürülmüş, ’80’li yılların sonunda ise, yeni dünya düzeninin ekonomik temeli olarak ilan edilmiştir.
Kapitalistler arasında, yeni dünya düzeni savunucularının sözünü ettiği ölçülerde bir serbest rekabetin hiç bir zaman yaşanmadığı; dahası günümüzün tekeller dünyasında dar anlamda bir serbest rekabetin de olanaksız olduğu bir yana bırakılsa bile, uygulandığı kadarıyla da bir serbest pazar ekonomisinden, ’93 yılında, vazgeçilmeye yönelinmiştir.
Önce, serbest pazar ekonomisinin ilk uygulandığı İngiltere’de Teatcher, daha süresi dolmadan istifa etmek zorunda kalmıştır. Arkasından aynı ekolün diğer simgesi Bush seçimleri kaybederken, yeni dünya düzeninin değerlerine ve ilkelerine sözde de olsa karşı çıkan, daha doğrusu karşı olduğu propagandası yapılan Clinton, ABD’de Başkan olmuştur. Doğu Avrupa’nın barometresi Polonya’da, yeni dünya düzeni tarafından desteklenen hükümet seçimleri kaybederken, eski revizyonist partinin kalıntıları seçimleri kazanarak iktidar oldu. Almanya ve İtalyan yerel seçimlerinde, yeni dünya düzeninin has partilerine karşı sosyal demokratlar ve eski “komünist” yeni demokratik sol partiler, en büyük partiler olarak çıktılar.
Elbette bu ülkelerde seçimler; ne bu ülkeleri yeni dünya düzeni dışına çıkarmış, ne de seçimi kazananların böyle bir niyeti vardır. Ama sonuçları, emekçi yığınların yeni dünya düzenine tepkileri olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır. Nitekim ’93 yılında yeni dünya düzenine tepkiler, sadece düzenin has partilerine karşı yedek güçlerini destekleyen dolaylı tepkinin ötesine de geçmiş; Almanya, İtalya, İspanya, Hollanda, Fransa, İngiltere gibi ülkelerde işçiler başta olmak üzere, memurlar, köylüler ve gençliğin yaygın grevleri ortaya çıkmış, ispanya ve İtalya’da, genel grevlere varan eylemler yaşanmıştır.
Ortaya çıkan grevler, henüz sistemi doğrudan hedef alan taleplerden uzak olsa da, uzunca bir zamandan beri ilk kez, bu belli başlı kapitalist ülkelerin, yaygın grevlere sahne obuasının önemi tartışılamaz bir biçimde ortadadır.
Öte yandan, yeni dünya düzeninin olabilirliğinin gerekçesi olarak gösterilen serbest pazar ekonomisinin, kapitalizmin kendi çelişmelerini aşabileceğinin kanıtlandığı bir dönemde uygulamaya sokulduğu, dolayısıyla artık eskisi gibi krizlerin olmayacağı iddia ediliyordu. Oysa son bir kaç yıl içinde bu görüş iflas etmiştir. Özellikle ’93 yılında, Avrupa ve Japonya; işsizlik, (uzun bir zamandan beri ilk kez genç işsizlere yaşlı işsizler de katılıyor) talep yetersizliği, aşırı üretim olgularıyla, kapitalizmin klasik krizlerinden birisinin pençesindedir. Amerika’da, kriz, Avrupa’dan da önce başlamış olup halen sürmektedir.
’93, Avrupa işçi sınıfının tarih sahnesine yeniden çıkma hazırlığı içinde olduğunun bütün olumlu belirtilerini verdiği bir yıl oldu, denirse yanlış bir şey söylenmemiş olur.
’93 yılı, son yarım yüz yıl içinde, Avrupa ve Japonya’da ilk kez işletmelerin kapatıldığı ve toplu olarak işçilerin işine son verildiği yıl olmuştur. Refah Avrupa’sında işsizlik % 10’ların üstüne çıkarken, Japonya’da işçi fazlası sayısı 2.35 milyona yükselmiştir.

* *  *
Dünya kapitalizminin vitrini ve medarı iftiharı Japonya, ’93 yılında krizden en çok etkilenen ülkelerin başındaydı. 1946’dan beri ciddi bir bunalıma sürüklenmemiş olan Japon sanayisi, son yarım yüzyılın en ağır krizinin pençesinde. Kriz bir yandan üretim fazlası olarak kendisini ortaya koyarken, bunun kaçınılmaz sonucu olarak şirketlerin kârlarında alışılmamış bir düşüşe neden olmaktadır. Daha da ilginci, krizin sanayinin ileri teknoloji kullanan sektörlerinde daha derinden hissedilmesi. Örneğin, Japon otomotiv devi Nissan, tarihinde ilk kez zarar etti. Mitsubishi’nin kârı ise % 65 azaldı. Çeşitli üretim dallarında da durum çok parlak görünmüyor. Sektörlere göre kârların yüzde olarak azalışı şöyle: Telekomünikasyon % 34, otomotiv % 60, elektronik % 60, tekstil % 36, çelik % 61, kimya % 38, makine % 48, gayrimenkul % 23.
Aralık ’93’de, Japon ekonomisindeki gelişmeleri değerlendiren Japon Merkez Bankası Başkanı, karamsar bir tablo çizdikten soma, yakın gelecek hakkında da umutsuz olduklarını söylüyordu.
Japon ekonomisiyle neredeyse özdeşleşmiş ve bugün Türkiye gibi ülkelerde de uygulamaya çalışılan Japon sendikacılığı da iflas etmiş bulunuyor. Yetkililer, bu sendikacılık anlayışına hayat veren “iş garantisi” ilkesinin terk edildiğini açıkladılar.
Yeni dünya düzeninin her şeye kadir serbest pazar ekonomisinden geriye dönüş eğilimleri, bu ekonominin yaygınlaştırılmasının en somut hedeflerinden birisi olan özelleştirmede de kendini gösterdi. Bütün dünyada her derde deva olarak öne sürülen özelleştirmenin, hiç de öyle olmadığı gelişmiş kapitalist ülkelerde görülmüş bulunuyor. Fransa, İngiltere ve İtalya’da gerçekleştirilen özelleştirme uygulamalarının, ekonomiye ciddi bir katkısının olmadığı, artık özelleştirme savunucuları tarafından da kabul ediliyor. Bu yüzden de bu ülkelerde, özelleştirme programları hem daraltılmış, hem de satışlara yüzde sınırlaması getirilmiş durumda. Özellikle yabana sermayeye karşı, işletmenin en çok % 25-30’nun yabancı sermayeye satılabileceği gibi sınırlar konmuş bulunuyor. Ancak, geri ülkelerde bu programın tavizsiz uygulanması için Dünya Bankası, IMF ve çeşidi emperyalist ülkeler ısrarlarını sürdürüyorlar. Ne var ki; Şili, Meksika, Arjantin gibi ülkelerde yürütülen kapsamlı özelleştirme programlarından sadece bu ülkelere borç vermiş emperyalist ülkeler memnun,  işçiler ve emekçiler ise, büyük hoşnutsuzluk içinde. Örneğin ’93 Aralık’ın ortasında, Arjantin’in KİT kentlerinden birisi olan San Diego’da ayaklanan işçiler, ücretlerinin zamanında ödenmemesi ve özelleştirmeyi protesto etmek için sokağa döküldü; kamu binaları ateşe verildi; güvenlik güçleriyle çatıştı ve 4 kişi çatışmalarda öldü.
Yeni dünya düzeninin ekonomik programında geriye dönüş, sadece politikacıların kararsızlığa sürüklenmesi ve işçilerin tepki göstermesiyle sınırlı da değil. Burjuva ekonomi çevreleri de bu programın geri dönüş manevraları içindeler. Ciddi ekonomi dergileri ve akademik çevreler, ’93 içinde, “Yeniden Keynes’e dönüş”ü gündeme getirmeye başladılar. Kuşkusuz Keynes’in yeniden gündeme gelmesi, sadece bir dönüşü değil, aynı zamanda burjuva ekonomi çevrelerinin böyle bir krizi hiç beklemedikleri, bir seçeneklerinin olmadığının da itirafı oluyordu.

* *  *
’93’ün en ciddi gelişmelerinden birisi, hatta birincisi Rusya’da olup bitenlerdi.
Yeltsin’in, parlamentoyu topa tutmasından sonra, “demokratik” bir biçimde yapılan seçimler ve Başkan’a ancak bir despotik hükümdarda olabilecek yetkiler tanıyan Anayasa’nın onaylanması, Rusya’yı dünya gündeminin başına oturttu.
Devasa bir silah gücüne, sınırsız yeraltı ve yerüstü kaynaklarına ve tarihsel bakımdan geniş nüfuz alanlarına sahip Rusya, içinde bulunduğu ekonomik çöküntüye karşın, hâlâ dünyanın en büyük emperyalist güçlerinden biri olduğunu herkese anımsattı. Özellikle Jirinovski’nin ağzından ifade edilen Rus burjuvazinin istemleri; Polonya’dan Alaska’ya, Kuzey Denizinden Hint Okyanusu’na kadar genişletilmiş bir nüfuz bölgesi Avrupa ve eski SB cumhuriyetlerinde panik ve endişeyle karşılandı.
Jirinovski’nin faşist Liberal Demokrat Partisi’nin oyların % 24’ünü alarak, seçimlerden en büyük parti olarak çıkması, sadece ABD’de soğukkanlı, biraz da gizli bir sevinçle karşılandı. Clinton bunu, “mademki Yeltsin Başkan, endişe edecek bir şey yok. Reformların sürmesi için Yeltsin’i destekleyeceğiz” biçiminde açıkladı.
Çünkü Yeltsin ve Jirinovski ikilisinin iktidarı paylaşması ABD için en iyisiydi. Rus burjuvazisinin bugünkü ihtiyaçları nedeniyle Yeltsin, ABD ve Batı’ya yakın duracak, durmak zorunda. Jirinovski ise, bir “demokles kılıcı” gibi Avrupa, Japonya hatta Çin ve diğer Asya ülkelerinin başında sallanacaktır. Dahası, SB bloğunun dağılmasından sonra, ABD’nin askeri şemsiyesine ihtiyaç duymayarak kendi başına davranmaya yönelen Avrupa ve diğer ülkeler Rus korkusuyla yeniden ABD şemsiyesine ihtiyaç duyacaklardır. ABD de, buna hazırlanmaktadır; ’94 savunma bütçesinde önceden planlanan azaltmadan, Rusya’daki seçimlerden sonra vazgeçilmiştir. Artık işlevsizleştiği düşünülen NATO’nun yeniden organizasyonu için istekler şimdiden gelmeye başlamıştır.
Rusya seçimlerden, geleceğe yönelik kârlı çıkanlardan birisi de, partisi seçimleri kaybeden Yeltsin’dir. Yeltsin’in partisi seçimleri kaybetmiştir, ama yeni Anayasa ile Yeltsin kişisel diktatörlüğünü sürdürecek bir dayanak elde etmiştir. Anayasa’nın yanı sıra Batı’nın tam desteğini de alan Yeltsin, Jirinovski’nin anti-Batı tutumunu kullanarak “reformlarını” sürdürmeye çalışacaktır. Çünkü Batı, Yeltsin’i desteklemeye adeta mahkûm olmuştur.

* *  *
’93’te ortaya çıkan bütün olgu ve olaylar yeni dünya düzeninin olanaksızlığım, kapitalist sistemin eski ve onulmaz hastalıklarının sürdüğünü göstermiştir. Ancak, “İsrail-Filistin Barış Anlaşması”, GATT’ın 157 ülke tarafından imzalanmış olması ve ABD, Meksika ve Kanada arasında NAFTA anlaşmasının gerçekleşmiş olması, yeni dünya düzeninin savunucularına propaganda yapmalarına imkan veren üç gelişme gibi görünmektedir.
İlk bakışta, ekonomi ve politika alanında üç önemli “başarı” gibi görünen bu gelişmelerin propaganda ötesinde, ciddi pratik değeri olmadığı daha şimdiden anlaşılmış da bulunmaktadır.
“Bin yıllık anlaşmazlık” denilen İsrail-Filistin anlaşmazlığının bir Pax-Americana ile çözülüvereceğini beklemek elbette hayaldi. Ve anlaşmanın ilk günlerinden başlayan gelişmeler, emperyalist propaganda merkezlerinden yayılan iyimser havayı yok etmiştir. Anlaşmadan kısa süre sonra, gösteri ve çatışmalar yoğunlaşmış, İsrail anlaşmayı uygulamak, anlaşma takvimine uymakta ayak sürümeye başlamış, radikal Filistin ve Arap çevreleri ise, anlaşmayı bir “İsrail oyunu” olarak niteleyerek mücadeleye devam edeceklerini açıklamışlardır. Anlaşmanın üstünden henüz üç ay geçmiş olmasına karşın, artık bu anlaşmanın uygulanabilirliğine kimse inanmamaktadır.
Dünya ticaret hacminde 200 milyar dolarlık bir genişlemeye yol açacağı iddia edilen GATT ise, ancak her ülkenin parlamentoları tarafından onaylandığında yürürlüğe girecek bir anlaşma olmasının yanı sıra, imzalayan ve uygulamayan ülkelere bir yaptırım getirmemektedir. Ve bu anlaşma, asıl olarak ABD, Avrupa ve Japonya’nın çıkarlarına uygun olarak düzenlenmiş damgasını taşımaktadır. Dahası GATT anlaşması, daralan dünya pazarı ve korumacı eğilimlerin arttığı bir dönemde imzalanmış olmak gibi şanssızlıklarla malûl olarak doğmuştur.
NAFTA ise Kuzey Amerika’da ABD tarafından dayatılan ve Amerikan emekçileri ve orta boy sanayicileri tarafından, tepkiyle karşılanan bir anlaşmadır. Kanada da daha şimdiden anlaşmadan hoşnutsuzluğunu ifade etmektedir. Meksika ise, ABD dayatması ve kendi iç problemlerine geçici çözüm olacağı nedeniyle anlaşmayı imzalamıştır. Ama bunun, Meksika sanayisinin iflası anlamına geldiğini herkes bilmektedir. Bu anlaşmanın, tekellerin pazar alanını bir miktar genişletse de, ABD’de işsizliği ve yabancı düşmanlığım hızla artırıcı sonuçları olacağı, Kanada da benzer gelişmelere yol açacağı ortadadır.
Bu nedenlerle de gerek İsrail-Filistin Anlaşması, gerek GATT anlaşması, gerekse NAFTA yeni dünya düzeni savunucularının yüklediği niteliklerden yoksun olup, sistemin çatışma ve çelişmeleri arasında yok olup gitmeye mahkûm uzlaşmalar olarak değerlendirilecek gelişmelerdendir.

“PERŞEMBENİN GELİŞİ ÇARŞAMBADAN BELLİDİR”
’93 yılında dünya, son 5-6 yılın bütün “globalleşme”, “küreselleşme” çabalarına karşın dört büyük kamp biçiminde belirginleşti.
Birinci kamp; ekonomik olarak da NAFTA’da da ifadesini bulan ABD kampı.
İkinci kamp; siyasi ifadesini Avrupa Birli-ğTnde bulan Avrupa Topluluğu.
Üçüncü kamp; Japonya’nın başını çektiği Pasifik birliği.
Dördüncü kamp; henüz derin bir ekonomik kriz içinde bulunsa da yakın gelecekte ekonomik, siyasi ve askeri bakımdan büyük potansiyel taşıyan Rusya.
Bu kamplaşma, daralan talep, artan işsizlik ve geri ülkelerin devasa dış ticaret açıklarının yaşandığı koşullarda oluşmaktadır.
’93 yılını ağır ekonomik kriz içinde geçiren belli başlı kapitalist ülkeler bir iyileşme olmadan, krizi ’94’de aktarmış ve ’93’de son anda önlenebilen bir dünya ticaret savaşını da ’94’e taşımıştır.
Bütün belirtiler, emperyalist ülkeler ve kamplar arasında çatışmaların şiddetleneceğini göstermektedir.
Gerçi ABD’nin, dünya patronluğuna henüz ciddi itirazlar yoktur, ama girilen krizden, önce çıkmak isteyecek emperyalist ülkelerin kendilerine yeni pazar alanları bulmak için sadece ekonomik değil, politik ve diplomatik, hatta ülkelerin içişlerine müdahaleye varan girişimlerde bulunması ve bunun sonucu olarak da emperyalistler arasında ciddi sorunların çıkması beklenmez gelişmeler değildir.
Bugünkü krizin başlıca olguları olarak kendisini ortaya koyan; başlıca kapitalist ülkelerde, talep yetersizliğinden kaynaklanan üretim daralması, artan işsizlik ve başkaldırı eğilimi gösteren enflasyon, işçi ve emekçi yığınlarındaki hoşnutsuzluğu artırıcı bir rol oynayacaktır.
’93 yılının dünyası, bir çatışmalar dünyasıydı. Ve bu çatışmalar, çatışmalara yön veren çelişmelerin daha da keskinleşmiş haliyle ’94’e devredildiler. Eski Yugoslavya, BDT ülkeleri, Ortadoğu, Kuzey ve Orta Afrika ülkelerini ’93’den daha kritik bir yıl geçirmeleri kaçınılmaz görünürken, Latin Amerika ve Avrupa ülkelerinin, ciddi işçi ve emekçi sınıf mücadelelerine sahne olması ’94’ün bir başka gerçeği olmaya adaydır.
Öte yandan; büyük kapitalist ülkelerin krizinin yükünü geri ülkelerin ve gelişmiş ülke proletaryalarının sırtına yıkma girişimleri ’94’de kendisini daha çok duyuracak, bu da geri ülkelerde anti-emperyalist hareketlerin ve proletaryanın mücadelesinin nesnel tabanım genişletici bir rol oynayacaktır.
Kısacası ’94, ezen sınıflar ve dünya hegemonyası peşindeki emperyalistler için bir karabasan olarak gelmektedir. Ama bu karabasanın işçi sınıfı ve ezilen halklar için yeni olanaklar yılı olması, işçi sınıfı ve halkların devrimci bir muhalefetin gereğini yerine getirebilmesi, baskı ve sömürüye karşı yığınsal ve örgütlü olarak mücadele etme yeteneğini göstermesi ile yakından ilgilidir. Aksi halde ortaya çıkan boşluğu, sorunları istismar edecek faşist, şovenist güçler, başlıca kapitalist ülkelerde son yıllarda yükselme eğilimi gösteren neo-nazi ve neo-faşistler doldurma imkânı bulabilecektir.

’93’TEN 94’E YÖNETEMEME KRİZİNDEKİ TÜRKİYE
Egemen sınıf propagandacı ve politikacılarının, “21. yüzyılın dünya devleti”, “Adriyatik’ten, Çin Şeddine büyük Türk dünyasının lider ülkesi”, “Ortadoğu’nun demokrasiyle yönetilen tek Müslüman ülkesi” vb. gibi hamasi sloganlarla tanımlanan Türkiye, 93’deki gelişmelerle bütün bu tanımların boş laftan ibaret olduğunu herkese gösteren olgulara sahne oldu.
Her şeyden önce; yıllardır itibar yitiren parlamento, yetkilerini fiilen MGK’ya bırakarak devre dışı kaldı. Bizzat pek çok milletvekili ve başbakan önemli konularda önce MGK’nın görüş belirtmesi gerektiğini, ancak ondan sonra sorunun hükümet ve parlamento düzeyinde ele alınabileceğini itiraf ederek, MGK’nın yönetimi elinde bulunduran başlıca odaklardan biri olduğunu kabul etti. Dahası, egemen sınıfların iç politika, dış politika ve ekonomik alanda belirleyip uygulamaya soktukları hedefler, ’93’te çok çarpıcı bir biçimde iflasa vardı.
12 Eylül’den bu yana, ülkeyi demokratlaştıracağı, kişisel ve sınıfsal özgürlükleri yasal güvenceye kavuşturacağını iddia eden hükümetlerden her biri, zorbalık ve terörün hükümetleri olmuştu. Ama DYP-SHP koalisyon hükümeti, yığınlarda bir beklenti yaratarak da iktidara gelmişti. Ve pek çok demokrat ve aydın, bu hükümetin en azından yasal alanda anti demokratik hükümleri temizleyeceğini ciddi olarak düşünüyordu. Ne var ki; herkese demokrasi ve özgürlük vaadiyle gelen koalisyon hükümeti, özellikle ’93’te, Kürt mücadelesi ve işçi, emekçi sınıf hareketine karşı azgın terörün aleti olurken, bir uygulayıcı olmaktan da öte, “Anti Terör Yasası”nın kapsamını genişleterek, işçi ve emekçilere karşı sıkıyönetim tehdidi savurarak, ülkeyi yönetmek için terörden başka bir tercihi olmadığını ilan etmiş oldu. Bu, egemen sınıf partilerinin çıkarabileceği “en demokrat” hükümetin bile ülkeyi yönetecek “barışçıl” politikalara sahip olmadığının açık göstergesiydi. Başka bir söyleyişle egemen sınıfların, topluma vaat edecek bir şeyleri yoktu ve bu yüzden de toplumu yönetmede tam bir krize düşmüşler, varlıklarını sürdürecek son şeye, teröre sarılmışlardı. “Faili meçhul” cinayetler, yerinde infazlar, aydın ve gazeteci öldürmeleri, toplu katliamlar, sürgünler, işkence had safhaya çıkarken, Sivas’ta, kontrgerilla kışkırtmasıyla ayaklanan şeriatçılar, 37 aydını Madımak Oteli’nde yakarak öldürdüler. Bu katliama Başbakan, İçişleri Bakanı, Cumhurbaşkanı ve çeşitli siyasi parti yöneticileri aynı tepkiyi gösterdi: Öldürülenler, halkın dini duygularını incitmiştir ve göstericilerden yaralanan ve ölen olmaması sevinç kaynağıdır! Kısacası egemen sınıfın temsilcilerine göre ölenler ölümü hak etmiştir, saldırganlar ise masum Müslümanlardır.
Öte yandan, yılın ikinci yarısında tırmanan Kürt savaşında ölen askerler için yapılan cenaze törenleri ’93 başında şovenizmin kışkırtıldığı devlet törenleri iken, ’93 ortasından itibaren MHP’lilere ihale edilen faşist gösterilere dönüştü. MHP’lilerin ana kadrosunu oluşturacağı 15 bin kişilik özel ordu yasası çıkarılırken, Erzurum provokasyonu ile MHP, 1980 öncesinin görevlerini üstlendiğini, kamuoyuna ilan etmiş oldu. Böylece MHP’liler “iç güvenlik” hizmetlerini fiilen ve resmen üstlendiler.
Özellikle Tansu Çiller’in Başbakan olmasıyla, DYP ve devlet kurumlarında eski ve yeni MHP’lilerin yükselişi de MHP’li faşistlerin etkinliğinin artışına eklendi. Türkeş’in itibarı iade edildi ve Türkeş devlet törenlerinin baş konuğu konumuna yükseldi.
Şovenist-faşist politikalar etrafında bir “ulusal mutabakat” ihtiyacı ve bir “ulusal mutabakat hükümeti”, büyük patron örgütleri ve faşist çevreler tarafından giderek daha çok gündeme getirilir oldu.
Bu arada herkesin “gitsin” dediği Çekiç Güç’ün, her seferinde “son kez” olmak üzere Türk topraklarında kalma süresi uzatıldı. Ve şu günlerde MGK’nın tavsiyeleri doğrultusunda süre altı ay daha uzatılacak.
’93 yılı, Türkiye tarihinin en kitlesel anti-faşist gösterilerine de sahne oldu. Şubat’ta, Uğur Mumcu’nun öldürülmesi üzerine değişik kentlerde milyonlarca işçi ve emekçi sokaklara dökülürken, Sivas olayları sonrasında ülkenin her yanında yapılan gösterilere yüz binler katıldı. Özellikle İstanbul’da yapılan Asım Bezirci’nin cenaze töreni tam bir anti-faşist gösteriye sahne oldu.

***
Krizin etkileri düzen partilerinin yığınlarla ilişkisini ve iç örgütlenmelerini de derinden sarstı.
Siyasi partiler arasında olağan sayılmayacak boyutlarda birinden diğerine oy kayışları ve dönemlere göre partilerin oy oranlarının istikrarsızlığı 12 Eylül sonrasının tipik özelliği olarak ’93’te de sürdü. Ve dahası, Özal’ın ölümüyle başlayan burjuva politika arenasındaki kargaşa, yıl boyunca durmadı. ANAP, DYP, SHP, RPgibi başlıca partilerde, parti içi çatışma ve bölünmeler, yönetimlerden gruplar halinde istifaları da birlikte getirdi. DYP’de Çillerci (yenilikçi), Demirelci (gelenekçi), SHP’de  Karayalçıncı  (liberal), Gürkancı  (devletçi), ANAP’ta muhafazakar, liberal çatışmaları, Demirel’e “ülkenin asıl sorunu siyasi bölünmüşlüktür” dedirtecek boyuta ulaştı.
Son yılların en istikrarlı partisi görüntüsü veren RP’de bile, yılın ikinci yarısında “fundamentalist”, “liberal dinci” çatışması su yüzüne çıktı.

***
Ülkeyi yönetmede, terörden başka seçeneği kalmayan egemen sınıflar, orta sınıflardaki şovenist duygularının kışkırtılması üstüne oturtulan ve “Adriyatik’ten, Çin Seddi’ne büyük Türkiye” sloganıyla yürütülen Türk dış politikası da ’93’te iflasını ilan etmek zorunda kaldı.
Bütün komşularıyla sorunları olan, AT’a girme umudunu yitiren, Kıbrıs’ta çözümsüzlüğe düşen, Suriye, İran ve Irak’la Amerika’nın istekleri doğrultusunda düşmanlık politikası izleyen Türkiye, son bir kaç yıldır bütün dikkatini, Azerbaycan üstünden Türkî cumhuriyetlerde nüfuz alanları yaratmaya vermiş, bütün dış politika olanaklarını buna göre biçimlendirmişti. Bu yüzden de Azerbaycan, imamlardan MHP’li faşistlere, MİT görevlilerden askeri uzmanlara kadar değişik Türk “görevliler”le tahkim edilmişti. Rusya’nın bölgedeki nüfuzu, askeri ve politik gücü küçümsenmişti. Hüseyinov-Aliyev darbesiyle bir anda dünya Türk dış politikasının başına yıkıldı. Ve darbeden kısa bir süre sonra Rusya’ya giden Çiller, hiç bir diplomatik geleneğe uymayacak bir biçimde Türk dış politikasının “Adriyatik’ten Çin Şeddine Türk dünyası söylemini terk ettiğini” Moskova’da ilan etti.
Bölgede dış politikası iflas eden ve tümüyle yalnızlaşan Türkiye için tek müttefik olacak güç İsrail kalmıştı. Ve Filistin-İsrail Barışı imdada yetişti. Türkiye, İsrail’le stratejik işbirliğini de kapsayan görüşmelere oturdu. Ve öyle görünüyor ki; Ortadoğu’da Amerikan politikasının başlıca iki dayanağından birisi Türkiye olmaya devam edecek. Ama eskisinden daha Amerikancı, İsrail’le suç ortağı olmuş olarak.
’93’ yılı içinde gerçekleştirilen, Başbakan’ın ABD ve Almanya ziyaretleri, diplomatik gaflarla dolu bir turistik gezi olmanın ötesine geçmedi.
Dış politikadaki iflasın arkasından, ABD’den başlayıp, Almanya, Fransa, İngiltere vb. Avrupa ülkelerinden Suriye’ye kadar uzanan “PKK’nın yasadışı ilan edilmesi”ni, hükümet, kendi “diplomasi başarısı” olarak sunarak, zevahiri kurtarmaya çalıştı. Ama çok geçmeden, bu kararda hükümetin bir rolü olmadığı, tersine ABD ve öteki emperyalistlerin Ortadoğu’ya müdahalelerinin bir vesilesi olduğu anlaşıldıysa da, hükümet akıntıya kürek çekerek, yeni bir dış politika atağında olduğu propagandasına devam etti, ediyor.

* *  *
’93 yılının ikinci yarısında, bugüne kadar uygulanan ekonomi politikaların iflas ettiği, Başbakan tarafından iki kez itiraf edildi. Birincisi; özelleştirme ile ilgili olarak. Çiller, özelleştirmeye karşı çıkılması ya da yavaşlatılması durumunda, “Ya özelleştirmeyi yaparız ya da batarız!” diyerek ekonominin nasıl kritik bir noktada bulunduğunu itiraf etti. İkinci olarak, yine Başbakan, vergi yasasının görüşmeleri sırasında “Ya vergi yasası çıkar ya da batarız” diyerek, ekonominin sadece özelleştirme ile kurtulamayacağını, ekonominin pek çok yönden tam bir iflasta olduğunu kabul etmiş oldu.
Bu, “batarız” ifadesinde, muhalifleri tehdit için bir abartma söz konusu olsa bile, öteki ekonomik göstergelerle düşünüldüğünde Başbakan’ın bir abartmadan çok gerçeği ifade ettiği görülür.
Enflasyonun, ’93 Mart-Nisan’ında % 50’lere düşürüleceği, ’92’de bizzat o günün devlet bakanı olan Çiller tarafından ifade edilmişti. Ama enflasyon, ’93 sonunda geçmiş yılların rekorunu da kırarak % 71’e dayanmıştır.
Yıllardır tahminleri aşan bir kalem olan ihracat, beklentilerin altına düşerken ithalat ise tahminlerin çok üstünde gerçekleşerek 25 milyar dolara yükselmiştir. Ve cumhuriyet tarihinde ilk kez, ihracatın ithalatı karşılama oranı % 50’nin altına düşerek rekor kırmıştır.
Bütçe açığı ise; 400 trilyon olarak beklenmektedir. Bu ise; ’94’ün bir ekonomik felaketler yılı olacağının da habercisidir.
İşsizlik ise, bütün öteki kötü göstergeler gibi, ’93’te de artmaya devam ederek, işsizlik oranı % 24’lere ulaşmıştır.
Ekonomide tek “olumlu” veri kalkınma hızında görünmektedir. Hükümetin açıklamalarına göre ’93’te kalkınma hızı % 7,8 gibi yüksek bir düzeydedir. Ama kalkınma hızındaki bu şişkinliğin geçek bir büyümeden değil, ithalattaki aşırı artıştan kaynaklandığı ekonomistler tarafından ifade edilmektedir. Bir yandan iflasların arttığı, öte yandan işten çıkarmaların her gün artarak sürdüğü bir ekonomide gerçek büyümeden söz etmek zaten olanaksızdır.
’93 yılı, hükümet tarafından özelleştirme yılı olarak ilan edildi ve ekonominin batmaktan kurtulmasının ön koşulu olarak özelleştirmenin hızla gerçekleştirilmesi gerektiği savunuldu. Ama bu alanda da ciddi bir adım atıldığı söylenemez. Çünkü hükümet, özelleştirmeyi her derde deva ilan ederek, özelleştirmenin ekonomik boyutunu abartarak inandırıcılığını yitirdi. Daha da önemlisi işçiler ve diğer emekçi kesimler, özelleştirmenin IMF ve Dünya Bankası tarafından dayatılan, sadece Türk büyük sermayesinin çıkarlarına bir program olduğunu anladılar. Belki özelleştirme girişimlerine karşı henüz ciddi bir kitlesel tepki doğmadı, ama özellikle sendika şubeleri ve çeşitli devrimci, demokrat, komünist çevre ve örgütlerin düzenlediği panel, konferans vb. türden propaganda faaliyeti ile işçi ve emekçi yığınlar içinde ciddi bir özelleştirme karşıtlığı mayalanmaktadır. Bu birikimin ’94 yılında kitleselliğe dönüşüp hükümetin ve sermayenin saldırısını püskürtecek boyutlara varması beklenmeyen bir gelişme olarak değerlendirilemez.

KRİZİ DERİNLEŞTİREN BİR ETKEN OLARAK İŞÇİ SINIFI HAREKETİ

’93 yılı, 700 bin kamu işçisinin sözleşme yılıydı ve hükümetin ekonomi politikasını bilenler için, sözleşmeler kaçınılmaz olarak çözümsüzlüğe gidecekti. Ve öyle de oldu. Dahası, 250 bin işçinin sözleşme görüşmeleri ’92’den ’93’e devir olmuştu.
İşçilerin talepleri ve işverenlerin tutumu göz önüne alındığında ’93’ün bir grevler, genel grev ve direnişler yılı olacağını söylemek kehanet olmazdı. Özellikle memurların grevli, toplu sözleşmeli sendika hakkı konusundaki kararlılığı da gözlendiğinde işçi ve memurların ortak mücadelesinin yıl içinde oldukça ileri boyutlara varacağı açıkça görülüyordu.
’93 başında başlayan sözleşme görüşmeleri, 2 milyon işçinin sokağa dökülmesi ve Türk-İş ağalarının satış sözleşmelerine imza atmasıyla sonuçlandı. Sokağa dökülen işçiler başlıca iki slogan haykırıyorlardı. Birincisi, genel grev-genel direniş isteğini ifade eden, “işçiler el ele genel greve”, “işçi memur el ele genel greve”, ikincisi ise; “Özelleştirmeye hayır” sloganıydı. Ve yıl boyunca; genel grev-genel direniş şiarı sokakta, sendika platformlarında, çeşitli işçi kurultaylarında işçilerin dilinden düşmedi. Sınıfa karşı sürdürülen burjuvazinin kapsandı saldırısı sürdükçe de genel grev-genel direniş talebi sınıfın gündeminde kalacağa benziyor. Bu yüzden de, ’93’ün deneyim ve birikimleriyle birlikte, genel grev-genel direniş talebi, ’94’te işçi sınıfı hareketinin başlıca talebi, daha doğrusu uygulanmak üzere sendikacılara dayatılan bir istem olmaya devam edecek görünüyor.
’93 yılı, ileri işçilerin 1 Mayıs’a geçmiş yıllara göre daha içten sahip çıktıkları bir yıl olarak, Türk-İş, Hak-İş ve DİSK’in ağalarını bile meydanlara çekecek bir baskı yarattığını ortaya koydu. 1 Mayıs’ta haykırılan talepler, sonraki aylarda da gösteri ve toplantılarda başlıca talepler olarak sınıfın gündeminde yere almaya devam etti.
İşçi sınıfı ve memur hareketiyle birlikte anti-faşist mücadele içinde olmak isteyen kesimlerde, ’93 yılında, bir “kurultay” ve “platform” çokluğu görüldü. Bir konuda mücadele etmek isteği hisseden çevreler, hemen platformlar örgütleyip kurultaylar düzenlemeye koyuldular. Özellikle yılın ikinci yarısında platform girişimi ve kurultay düzenleme öylesine yaygınlaştı ki, kimin hangi platformda yer aldığı, kimin hangi kurultayı düzenlediği bu gelişmeleri yakından izleyenler için bile izlenemez hale geldi.
Ancak bu platform çokluğu içinde işçi sendika şubeleri ve memur sendika şubeleri platformları hem tabanla bağ kurma, hem de düzenli bir işleve sahip olma bakımından ciddi adımlar attılar. Özellikle İstanbul sendika şubeleri platformu, faaliyet ve düzenlediği kurultaylarla hem diğer illerdeki sendika şubelerini olumlu yönde etkiledi, hem de işçi sınıfı hareketinin sınıftan yana bir sendika merkezi olarak otoriteye sahip olma şansını yakaladı.
Kuşkusuz; bu platform ve kurultay bolluğu, yığınların muhalefetini tek bir merkezde birleştirip seferber edecek devrimci bir merkezin fiilen hareketin başına geçmemiş olmasıyla yakından bağlantılıdır. Ama bu olumsuzluğa karşın; işçilerin, memurların, devrimci ve demokrat kesimlerin var olan kitle örgütlerinin mücadelenin ihtiyaçlarını karşılayacak mahiyette olmadığını görmeleri anlamına geldiğini söylemek bir olumluluğu ifade etmek olur.
Belki ’94’te, bu platform kurultayların bir bölümü işlevsizleşecektir. Ama bir işleve sahip olanlar da etkilemeyi, seferber etmeyi amaçladıkları yığınlarla daha sıcak bağlar kurma imkânını elde edecektir. Çünkü arayış içine girmiş kitleleri yönlendirmek, arayış içindekiler arasında organik bağlar kurmak, hareketsiz yığınlarla bağ kurmaktan tartışılmaz bir biçimde daha kolaydır.
Öyle görünüyor ki; genel grev-genel direniş isteği gibi, platform ve kurultay faaliyetleri de ’94’te devam edecek, büyük bir olasılıkla da, mücadelede bir işleve sahip olan platformlar daha da kurumlaşıp etkinliklerini artıracaklar, işlevsizlerse yok olacaklardır.
’93’teki bütün gelişmeler göstermiştir ki; egemen sınıflar krizin yükünü işçi ve emekçi sınıflara yıkmaya kararlıdır. Burjuvazi, saldırılarını uluslararası sermayenin saldırısıyla birleştirerek sürdürmektedir. Bundan böyle de bu yolda ilerlemek kararında oldukları açıkça ortadadır.
Bütün bu platform, kurultay vb. kargaşası içinde, işçi ve memurlar, sendika ağalarının iddialarının aksine, Kürt sorunundan demokrasi sorununa, ülkenin en acil sorunlarına ilgilerini ortaya koymuş, en basit ekonomik haklar için yapılan toplantılarda bile bu sorunları tartışıp, tavır geliştirmek için çaba harcamışlardır.
Türkiye işçi sınıf ve emekçileri; içinde bulundukları bütün olumsuz koşullara karşın, mücadele isteğini ortaya koymuş, birliklerini sağlayacak örgüt biçimleri olan platform ve kurultaylarla çıkış yolları aramaktadır. ’94’teki gelişmelere de işçiler, memurlar, tüm öteki emekçilerin mücadelede gösterecekleri yetenek damgasını vuracaktır.

KÜRT MÜCADELESİNDE BÜTÜN KOZLAR OYNANIYOR
Kürt sorununda, ’93’ün, bir yandan hükümetin, öte yandan PKK’nın bütün kozlarım oynadıkları bir yıl oldu.
Mart’ta ilan edilen “Ateşkes”le birlikte, Öcalan’ın, “Ankara’nın kapısını Washington’dan zorlanacağı” açıklaması, ilk başta “gerçekçi” bir yaklaşım gibi göründüyse de, yılın sonunda ABD’den başlayıp Avrupa’ya yayılan bir anti-PKK kampanyanın da yolunu açmıştı. Çünkü Öcalan, bu çağrıyla Kürt sorununa Batılı emperyalistlerin müdahalesini hoş karşılayacağını ifade etmişti. Belki Öcalan’ın amacı Türkiye’ye baskı yaptırmaktı, ama Türkiye ile pazarlıkta uzlaşan ABD ve öteki emperyalistler, baskıyı PKK üstüne yöneltmeyi çıkarlarına daha uygun buldular. Ve tutumlarıyla, Kürt sorununun çözümünde masaya oturacak bir taraf olduklarını açıkça ifade etmeye başladılar.
Türkiye ise; “Ateşkes”ten sonra tırmanan savaş içinde oldukça güç durumlara düşmesine karşın, terörü arttırarak, kırsal alanı boşaltma ve kentlerde toplanan Kürt kitlelerini kontrol altına alarak, yığınları yıldırmayı, PKK’yı tecrit etmenin yolu olarak benimsedi. PKK ise; bir yanda Kürt yoksul köylülerin özlemlerini ifade eden taleplerden kaçınıp daha çok Kürt burjuva ve toprak ağalarının talebi olan “Kürt kimliği” ve soyut bir “siyasi çözüm’le sınırlı kalarak, bir stratejik programa sahip olmamanın sıkıntısıyla karşı karşıya kaldı.
Bir Kürt Ulusal Konseyi üyesinin deyimiyle, “PKK ne istediğini belirlemiş değil.” Sadece baskı var, Kürt kimliği tanınmıyor denilerek, varılacak yere varılmıştır. Ve şu anda hükümetin en azından Kürt kent merkezlerinde psikolojik üstünlüğü ele geçirişinin nedeni de bir rastlantı değildir.
Bu koşullarda hükümet, binlerce silahlı korucuya sahip Kürt toprak ağalarını da resmen Kürtlerin temsilcisi ilan etmiştir. Ve hükümet tarafı “çözüm tarihi” olarak ’94 baharın vermektedir.
Öyle görünmektedir ki; yürütülen savaşın sonucu ne olursa olsun emperyalistler, hükümet ve toprak ağaları bahar ya da yaz aylarında masaya oturacaktır. Dördüncü taraf olarak PKK’nın masaya, doğrudan ya da dolaylı, oturabilmesini de “Kış harekâtının” sonucu belirleyecektir.
Hükümet Batı’nın, muhtemelen de İran ve Suriye’nin desteğini alarak önemli bir avantaj elde ettiğini düşünmektedir. Ama Kürt halkının nefretini kazanmış, yerel seçimleri bile özel önlemlerle yapmak ihtiyacı gibi, aşılması güç problemlerle yüz yüzedir. Ne var ki; PKK da anlamsız yasaklamalar ve halka rağmen kimi uygulamalarla kendisini yığınlardan tecrit edecek, hükümetin uygulamalarına zemin hazırlayacak tutumlar geliştirmektedir. Eğer, “Kürt kimliğinin tanınması” mücadelesi Kürt işçi ve emekçi sınıflarının kurtuluş mücadelesi dönüşme ve Türk işçi ve emekçileriyle dayanışacak yola girmedikçe, en iyimser yaklaşımla “çözüm” bir Pax-Americana olacak gibi görünüyor.

***
Türk egemen sınıflarını ’94’te bekleyen tablo emperyalistleri bekleyenden daha aydınlık değildir. Üstelik Türkiye egemen sınıfları için Kürt sorunu ile işçi ve memurların başım çektiği bir emekçi sınıf mücadelesi daha yakın ve somut bir tehlikedir. Bu yüzden de egemen sınıflar, ellerinde tek seçenek olarak kalan terörü ’94’te sonuna kadar kullanmak ihtiyacını duyacaktır. Terör yasası ve valileri olağanüstü yetkilerle donatan iller yasasıyla terör yasallaştırılıp yaygınlaştırılmaya çalışılırken, gelişmelere göre sıkıyönetim, savaş hali vb. olağan dışı yönetim biçimleri de ’94 gündeminin konuları olmaya aday görünüyor.
Ancak bütün bu alanlarda gelişmelerin doğrultusunu belirleyecek olanın da, iki devrimci dinamik olarak, Kürt ve işçi ve emekçi sınıfların özgürlük ve demokrasi mücadelesinde yapacakları atılımın olduğunu söylemek gerekir. Çünkü bütün tarih boyunca, aydınlık bir gelecek, devrimden ve demokrasiden yana güçlerin, gericiliğin saldırılarını püskürtmeliyle olanaklı olmuştur. Bugün de, farklı olması için bir neden yoktur.

Ocak 1994

Emekçi sınıfların mücadelesi içinde Platformların rolü üzerine bir tartışma

İşçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesini yakından takip eden hemen herkes, sendikal harekette ortaya çıkan, yaygınlaşan ve giderek çeşitlenen platform ve kurultaylar hakkında çeşitli düşünceler öne sürüyor. Bu tür oluşumların işçi sınıfı ve emekçilerin sendikal hareketinde yol açtığı olumluluklar göz ardı edilerek, taşıdığı zaaf ve eksiklikler öne çıkartılarak eleştiri bombardımanına tabi tutuluyor. Ortaya çıkış koşulları, şekilleniş süreçleri ve bağrında taşıdığı olumlu nitelikler göz ardı edilerek yapılan bu tür eleştiriler, yapıcı olmaktan çok yıkıcı, güç biriktirici olmaktan çok dağıtıcı bir işlev görüyor.
Öte yandan, tarihi boyunca olmadık bir kapsamda sermayenin saldırısıyla yüz yüze bulunan işçi sınıfı, bu saldırıları sendikalarının başına çöreklenmiş bulunan burjuva bürokrat sendika yönetimleriyle karşılamak durumunda bulunuyor. İşçi sınıfının örgütlülük ve mücadele potansiyelini önemli oranda dumura uğratan bu olgu, günümüzde işçi sınıfı hareketinin en önemli dezavantajı durumundadır. Fakat işçi sınıfı açısından yakın dönemde önemli tehlikelerden birini de, mevcut koşullarda önemi on kat daha artan işçi platformlarına sorumsuzca yaklaşan tutumlar oluşturuyor.

PLATFORMLAR VE ORTAYA ÇIKIŞLARI
Bugün ülkemizde var olan platformlar yalnızca işçilerin ve kamu emekçilerinin oluşturduğu platformlardan İbaret değildir. İçlerinde kitle örgütleri, meslek kuruluşları, sanatçı ve aydınlar tarafından yaratılan çeşitli oluşumların yer aldığı ve ilk anda sayılamayacak çoklukta “platform” ve “kurultay” bulunmaktadır. Mevcut platformları sınıflandırmaya tabi tutarsak, bunları, aynı kategoriden güçlerin oluşturduğu platformlar ve farklı güçlerin bir araya gelerek oluşturdukları platformlar olmak üzere başlıca iki başlık altında toparlayabiliriz. Örneklemek gerekirse şekillenişleri itibariyle, işçi sendikaları şubeleri platformu, Kamu Çalışanları Sendikaları Platformu (KÇSP) ve Kamu Çalışanları Sendikaları Şubeler Platformu aynı kategoriden güçlerin oluşturduğu platformlar olarak nitelendirilmelidir. Bunun dışında kalan, “Demokrasi Platformları” ya da “kurultaylar” benzeri platformlar, ikinci tür platformları oluşturmaktadırlar. Platformlar arasındaki farklılıklar göz önüne alınmadan yapılan değerlendirmeler, kuşku yoktur ki kişiyi yanılgıya götürecektir. Elbette ki bu durumda ortaya çıkan her platform ya da kurultay kabaca olumlanacak, sınıf hareketinin ihtiyaçlarını ve alacağı olası biçimleri göz ardı eden, platformları oluşturan güçlerin sınıf niteliğinin ve çıkarlarının platformları ne yönde etkileyeceğini hesaba katmayan bir bakış açısı egemen hale gelecektir. Platformların değerlendirilişinde sıkça düşülen hataların başında, platformlara bu tür yaklaşım tarzları gelmektedir.
Hemen belirtelim ki, işçilerin, kamu emekçilerinin, düzene muhalif demokrasi güçlerinin oluşturdukları hiç bir platform ya da kurultayın karşısında değiliz. Ancak bir koşulla; hangi tür platformların, işçilerin, emekçilerin, halk yığınlarının, ne tür taleplerini karşılayabilecek mücadeleleri örgütleyip, yürütebilecekleri konusunda hiçbir tereddüt ve muğlâklığın olmaması koşuluyla.
Platformların gelişim süreçlerini incelemeye, en rafine örneklerini Ankara ve İstanbul’da farklı güçlerin oluşturduğu demokrasi platformlarında gördüğümüz örnekler üzerinde kısaca durarak başlayalım. Daha sonra, üzerinde ağırlıklı olarak duracağımız işçi sendikaları şubeleri platformuna geleceğiz.
Demokratik bir mücadele konsepti oluşturmada oldukça olumlu roller oynayabilecek bu tür platformları bekleyen esaslı tehlike, niteliği dikkate alınmadan bu oluşumlara, çeşitli çevrelerce yüklenmek istenen misyonlardır. İradi olarak bu platformlara dayatılmak istenen kimi talepleri, burada yer alan güçlerin bazıları benimseyip savunurken; diğer bir kesim güçler karşı çıkabiliyor. Bu dağıtıcı bir rol oynuyor. Kapsamı bu çapta olmasa da, benzer onlarca “platform” ciddi bir işlev görmeden sönüp gitmiştir. Hâlbuki bu tür platformlarda yer alan güçlerin talepleri demokratik, ortak asgari bir mutabakat zemininde birleştirilebilinirse devrimci bir rol oynayabilecektir. Öte yandan bu tür platformların en büyük zaaflarından birisi, özellikle kitle bağlarının hemen hiç yok denecek bir seviyede olmasıdır. Yer alan güçlerin (örneğin sendika, kitle örgütü ve meslek örgütü yönetimleri) örgütsel güçleriyle değil temsili nitelikleri ile bu tür oluşumlarda yer aldıkları sürece muhalif bir tutum deklare etmenin ötesine geçen fiili eylemlilikler yaratılamayacağı bilinmelidir. Ancak bu haliyle dahi, demokrasi mücadelesi açısından sınırlı da olsa olumlu bir işlev göreceği gerçeği yadsınamaz. Hal böyleyken birçok küçük burjuva oportünist çevre ve örgütün bu tür platformları her türden oluşumun önüne koyma tavırları dönemin özellikleri göz önüne alındığında oldukça manidardır. Bilinçli ya da “bilinçsiz” yapılsın, bu gibi abartılı yaklaşımların, işçi sınıfı ve emekçilerin oluşturdukları mücadele platformlarını gölgeleyen ve bu yönüyle de ona zarar veren tehlikeli bir eğilim olduğu gerçeğinin altını çizelim.
Kısaca değindiğimiz bu tür platform ya da kurultay oluşumlarının sınıf mücadelesi açısından nasıl bir yer tuttuğu, tutabileceği üzerinde durduk. Belirtelim ki, “platform” sorununda ana problemleri bu tür oluşumlar oluşturmuyor. Ülkedeki platform enflasyonunu bir yana, bırakırsak üzerinde en çok tartışılan platformlar, başta İstanbul şubeleri olmak üzere çeşitli illerde oluşturulan yerel işçi platformları, Kamu Çalışanları Sendikaları, Platformu (KÇSP) ve Türk-İş, DİSK ve Hak-İş’in içinde yer aldığı platformlardır. Elbette ki buna Türk-İş’in düzenlediği “işçi kurultayları”nı da eklemek gerekiyor.
KÇSP gerek oluşumu ve gerekse de memur mücadelesinde oynadığı roller itibariyle başlı başına incelenmesi gereken bir oluşumdur. Bu nedenle biz burada işçi sendikaları platformlarını, en gelişkin örnek olması açısından İstanbul Sendika Şubeleri Platformunu ele almakla yetineceğiz. Önce bu platformun ortaya çıkış nedenlerini oluşum süreçlerini ortaya koyup, yeri geldikçe bu oluşumlara yönelik eleştirileri incelemeye çalışalım.

İSTANBUL SENDİKA ŞUBELERİ PLARFORMU
İstanbul Sendika Şubeleri Platformu’nun kuruluşuna kaynaklık eden temel olgu; örgütlü bir sendikal harekete duyulan ihtiyaçtı. 12 Eylül Cuntasının yasa ve yasaklamalarıyla tam bir örgütsüzlük ve dağınıklığın içine itilen işçi sınıfı, bizzat işçi sendikaları ve konfederasyonlarının yönetiminde bulunan burjuva-bürokrat sendika ağalan eliyle de örgütsüz kılınmaya çalışıldı. Bu durumu kabullenemeyen, öncü işçi ve sınıftan yana dürüst sendikacıların, örgütlü bir sendikal hareket yaratmak için girdikleri arayışın bir sonucu olarak İstanbul Sendika Şubeleri Platformu işçi sınıfının gündemine girdi. Bir başka ifadeyle o, işçi sınıfının örgütlenme ve direniş merkezleri olması gereken sendikaların burjuva işbirlikçisi bürokrat sendika yönetimleri aracılığıyla burjuvazi tarafından siyasi ve ideolojik olarak gasp edildiği koşullarda (bu durum ağırlıklı olarak günümüzde de devam etmektedir), birçok eksiklikler taşısa da olabildiği kadarıyla işçi sınıfı cephesinden bir karşı çıkıştı. O, ortaya çıktığı anda, taşıdığı nitelikler dolayısıyla, işçi sınıfını sendikal düzeyde temsil etme özelliğini içinde barındırıyordu. Böyle bir oluşumun örgütlü sendikal yapılar ve konfederasyonlar karşısındaki konumunun ne olması gerektiği konusunda, birçok siyasi çevre ve bizzat bu oluşum da yer alan sendikacı açısından muğlâklığını koruyor. Bazı kesimler şubeler platformlarını salt Türk Iş’e öneri götüren oluşumlar olarak nitelerken, diğer bazı kesimler de bu merkezleri var olan sendika ve konfederasyonlara alternatif bir sendikal örgüt olarak niteleyebiliyor. Oysaki sendika şubeleri platformlarının “alternatif olma yönü, ayrı bir sendikal örgütlenme merkezi okra yönü değildir. O, ancak mevcut burjuva sendikal akım ve anlayışlara karşı, sınıf sendikacılığı cephesinden, yeni bir sendikal akım ve anlayış geliştirebildiği ölçüde “alternatif olabilecektir. Yine sendikal çevrelerde sıkça dile getirilen ve bu oluşumların varlık nedenlerini, Türk-İş, DİSK ve Hak-İş’in görevlerini yerine getirememiş olmasına bağlayan düşünceler ise, oldukça dar bir yaklaşım tarzını ifade etmektedir.
Günümüzde, çeşitli çevrelerce şubeler platformlarına sıkça yöneltilen, “Türk-İş’in uydusu olmak”, “sınıfın sendikal birliğini bölücü girişimdir”, “Tabanı temsil etmekten uzaktır” vb. türünden eleştirilerin, anlaşılacağı gibi bir bölümü “sol”dan yapılırken, diğer bir bölümü bizzat sendika bürokrasilerinden gelmektedir. Bu eleştirilerin bütününü ele alıp incelemek böyle bir yazının kapsamını oldukça aşmaktadır. Ancak önemli gördüğümüz birkaç nokta üzerinde durmaya çalışalım. İddia; 1991 Sendika şubeleri platformlarının yalnızca Türk-İş üyesi sendikaları kapsadığı ve DİSK ve Hak-İş karşıtlığı temelinde sınıfın sendikal birliğini bölücü bir rol oynadığı üzerinedir. DİSK savunucusu bu iddia sahipleri acaba bu oluşumun (İstanbul Sendika Şubeleri Platformu) ilk olarak ortaya çıktığı 1986 yılında, bugün kendi üyeleri olan Birleşik Metal İşçileri Sendikası, (o günkü adı Bağımsız Otomobil-İş’tir.) Hak-İş’e bağlı Özgıda-İş Sendikası ve bugün yine Hak-İş’e bağlı bulunan Özçelik-İş Sendikası (ki o günlerde adı bağımsız Çelik-İş Sendikası’ydı) üyesi şubelerini de kapsadığını; bugün de, Özgıda-İş 2 Nolu Şube ile Birleşik Metal İşçileri Sendikası Topkapı 2 Nolu şubelerinin hâlihazırda İstanbul Sendika Şubeleri Platformu’nda yer aldığını bilmiyorlar mı? (!) Ayrıca şubeler platformunun defalarca DİSK ve Hak-İş üyesi sendika şubelerine yaptığı çağrıları acaba neyle izah edeceklerdir? Öte yandan bugün şubeler platformu üzerine çarşaf dolusu yazı yazıp platformlara “şunu yapın”, “bunu yapmayın” türünden talimat vermeye kalkanlara, geçmişten günümüze onlarca kere platformun ölümünü ilan edenlere ne demeli?
Diğer bir eleştiri konusu ise, şubeler platformunun işçi tabanıyla olan ilişkisinin olmadığıdır. Elbette ki şubeler platformunun, aldığı kararların ne kadarını hayata geçirebildiği, tabana ne kadar yakın olduğu ve ne kadar işçiyi kucaklayabilip eyleme sokabildiği, bütünlüklü bir taktik eylem planına ne oranda sahip olduğu, tartışılır eleştirilir bir konudur. Bu soruların tamamına olumlu cevaplar verebilmek mümkün değildir. Fakat tüm bunlar, bu oluşumların taşıdığı dinamikleri ve sınıf hareketi üzerinde oynadığı olumlu rolü kabaca görmezden gelerek inkâr etmeye kadar götürülmemelidir. Özellikle İstanbul Sendika Şubeleri Platformu’nun, birçok ilde bu tür oluşumların yaratılmasında bir esin kaynağı olduğu ve bu yönüyle de işçi sınıfı içinde boydan boya mücadeleci ve örgütçü bir eğilimin ortaya çıkmasına hizmet ettiği gerçeği gözler önündedir. Birçok devrimci-demokrat “sol”un göremediği bu olguyu deneyimli sendika bürokrasisi çok iyi gördü. Özellikle 26 Eylül ‘93’te Zafer Sineması’nda yapılan ve 2 bin 500 öncü işçinin seferber edilebildiği toplantının ardından, Türk-İş, DİSK ve Hak-İş’in zevahiri kurtarma amacıyla da olsa, bir araya gelip platform oluşturma çabalarına yönelmeleri bu tür oluşumlardan duydukları kaygının boyutlarını göstermesi açısından önemli bir örnektir. Peşinden Türk-İş’in bölgesel “işçi kurultayları” düzenlemeye başlaması, şubeler platformlarına karşı bir girişim olarak değerlendirilmelidir.
Buraya kadar söylediklerimize bakarak, sendika şubeleri platformlarını, sınıf sendikacılığının bütün görevlerini tam olarak yerine getiren merkezler olarak nitelendiren bir düşünceye sahip olduğumuzu iddia edecek olanlara karşı cevabımız şöyle olacaktır: Şubeler platformlarını olumlamamızın nedeni, bu oluşumların taşıdığı bütün zayıflık ve zaaflara rağmen işçi hareketi açısından bir çıkış noktası olabilecek potansiyel ve dinamikleri bağrında taşıyor olmasıdır. Belirtelim ki, bir olgu ortaya çıkar çıkmaz eleştirel bir yöntemle incelemeye tabi kalmadan her yönüyle olumlamak ne kadar idealist sağcı bir yaklaşım tarzıysa, aynı olgunun, hareket üzerindeki yapabileceği olumlu yöndeki etkileri göz ardı eden sözüm ona “sol” eleştiride en az o kadar idealist bir yaklaşım tarzını ifade eder.
Vurgulamalıyız ki, bu tür platformların taşıdığı hatalardan arındırılıp işçi sınıfı, hareketinde olumlu bir gelişmeyi daha da derinleştirebilmesinin yolu öncelikle bağımsız varlıklarının garanti altına alınmasından geçmektedir. Bunun ilk adımı da, çok büyük çaba ve özveriyle gerçekleşen bu oluşumların çeşitli siyasi çevrelerin bir çekişme alanı haline getirilmesine izin vermemektir. Sınıf mücadelesinin sendikal harekette ortaya çıkardığı, karmaşık sorunlar karşısında, sabırlı olmak ve inatla olumluluklara sarılarak onu daha da ilerletme tutumu biricik doğru tutum olacaktır.

Ocak 1994

Geçmişten bugüne türkiye sol hareketi Türkiye işçi partisi – 2

AYBAR’A KARŞI MUHALEFETİN REVİZYONİST CEPHESİ
TİP içindeki farklı görüş ve anlayışlar, Aybar’ın da belirttiği gibi, 1968’de yükselen toplumsal hareket ortamında, başlangıçtaki “barış içinde bir arada yaşama” havasından çıkmaya başladı ve parti içinde sert bir tartışma ortamının doğmasına yol açtı.
TİP, bir yandan, özellikle gençlik hareketi içinde etkili bir taban bulan ve parti içinde de gençlik önderlerinin oluşturduğu çevreyi etkileyen “Milli Demokratik Devrim” görüşünün, diğer yandan da, görünüşte “Ortodoks Marksist” tezleri savunan, fakat aslında temel tezlerini ve TİP yönetimine karşı eleştirilerini Sovyet revizyonizminin teori ve pratiğinden devşirerek, parlamentarizm içinde daha da sulandıran Sadun Aren ve Behice Boran kliğinin çatışma alanı haline gelmişti. Her iki taraf da, Aybar ve çevresinin yönetimindeki partinin, toplumsal muhalefetin ve değişen dünya koşullarının dayattığı problemlere çözüm bulamayışının ve özellikle de işçi sınıfı ve gençlik hareketinin gerisinde kalışının yarattığı zayıflık ortamında gelişti ve başlıca muhalefet temalarını ülkenin ve dünyanın devrimci ortamına ilişkin olaylardan aldı.
Özellikle Milli Demokratik Devrim görüşünü savunan gençlik önderleriyle, onlarla birlikte hareket eden işçi ve köylü kökenli üyelerin Parti’den ihraç edilmesinden sonra, Parti içinde ve tabanında doğan huzursuzluk ve güvensizlik, yaygın bir hal aldı. Bu arada, Aybar’a karşı, Aren-Boran kliği tarafından yöneltilen eleştirilerin dozu da arttı ve eleştiri konuları çeşitlendi. Aybar, muhalefetin birinci kanadının temelleri hakkında, bugün olumlu yargılar taşımaktadır: “Bizdeki gençlik hareketi, bambaşka bir kültür zemini üzerinde çiçeklenmiş ve günün koşullarına yanıt veren bir hareketti: Amerika ve işbirlikçilerini hedef alan ve Marksizm-Leninizm’den esinlenen bir hareketti” (Aybar, TİP Tarihi, BDS yayınları, 3. cilt. s, 142) Bu hareketin bir devamı olan, doğrudan doğruya gençliğin devrimci eğilimlerini yansıtan kanadın tasfiye edilmesi, Aybar’ın karşısında, genel tutumu bakımından gerici ve klik karakteri baskın bir grubun kalmasına yol açtı. Fakat gene de TİP içinde, önemli bir sayıda devrimci üye vardı ve bunların talepleri, sosyalizmin temel ilkeleriyle ve gençliğin devrimci eyleminin hedefleriyle uyumluydu. Muhalefetin diğer kanadı, Aybar’ın deyimiyle “Marksizm-Leninizm’den esinlenen” bu kitleyi, Aybar yönetimine karşı muhalefetlerinde kendi yanlarına çekmeye çalışırken, bu özelliği kullanmaya çalışan bir yol izliyordu.
Aren-Boran kliği, Aybar’a karşı, özellikle SSCB’nin Çekoslovakya’yı işgali sonrasında alevlenen tartışmada, Aybar’ın öne sürdüğü “Türkiye’ye özgü sosyalizm”, “güler yüzlü sosyalizm” gibi kavramları eleştiri konusu yaparken; sosyalizmin, Marksizm-Leninizm’in temel tezlerine dayandıkları ve Aybar’a karşı başta SSCB olmak üzere “sosyalist sistemi” savundukları izlenimi vermeye gayret ediyorlardı.
Aren- Boran kliği, bu görünüşleriyle, önderleri esasen partiden ihraç edilmiş bulunan gençlik içinde etkili olamadılar; ama parti içindeki eylemsizlikten ve giderek “ortanın solu” sloganını ortaya atmış bulunan CHP ile aynılaşmaktan ciddi bir rahatsızlık duyan kesimi etkilemeyi başardılar. Bunlar arasında, sendika bürokratlarının bulunması, Aren-Boran muhalefetinin parlamentarist çizgisini “işçilere dayanmak” görüntüsüyle örtüyordu.
Buna karşın, Aybar’ın görüşlerine karşı olanların sert eleştirileriyle ve Aybar’ın aynı sertlikle verdiği cevaplarla yankılar uyandıran bir tartışma havasında geçen TİP Üçüncü Büyük Kongresi’nde, muhalefet, yönetimi ele geçirmeyi başaramadı.
Kongre boyunca yapılan eleştirilerde, Aybar’a, “bilimsel sosyalizmin tekliğini inkar etmek”, “sosyal bilimlerde kesinlik meselesine kuşkuyla bakmak”, “Marksist klasikleri okumayı yasaklamak, Marksizm’den kuşku duymaya yol açacak kitapları önermek” gibi suçlamalar yöneltildi. Gerçekte Aybar, bütün bu suçlamaları haklı kılacak biçimde; Marksizm-Leninizm’e, sosyalizm uygulamalarına karşı, daha çok Avrupa’da gelişmeye başlayan “yeni-sol” akımların görüşlerini çağrıştıran açıklamalar yapmış ve Parti’nin o güne kadar yürüttüğü genel tutumun tümüyle dışında, kişisel bir tutum sergilemeye başlamıştı.
Aybar’ın karşısında olanlar ise, bütün bunlara karşı, esasen Parti’nin programında yer alan “kapitalist olmayan kalkınma yolundan, demokratik tarzda kurulacak sosyalizm”i, bilimsel sosyalizm olarak ileri sürüyorlar ve parti çizgisinin buna göre şekillendiğini ifade ederek, Aybar’ı bu çizgiden sapmakla suçluyorlardı.
Bu eleştirilerin en önemli bölümü, Aybar’ın “Hürriyetçi Sosyalizm” kavramına yöneltiliyordu ve bununla SSCB’ye karşı, özellikle Çekoslovakya olayından sonra gelişen tepkiler göğüslenmeye çalışılıyordu. “Hürriyetçi Sosyalizm” teriminin hedefinin, SSCB pratiği olduğu açıktı. Aybar, SSCB’deki rejimi, bürokratik ve baskıcı bir yönetim olarak nitelendiriyordu ve “Türkiye’ye özgü sosyalizmin özelliklerini, bu olumsuz örneğin üzerinden tanımlıyordu. Muhalefet ise, revizyonist SSCB’nin savunulmasını, kendi çıkış noktalan olarak görüyor ve “Hürriyetçi Sosyalizm” kavramına esas olarak bu yüzden karşı çıkıyordu. Bu arada Aybar, söz konusu uygulamaların kökeninde, Leninizm’in, hatta Marx’ın teorisinin bulunduğuna dair görüşler de ileri sürüyor ve onlar yerine Kautsky, Bernstein gibi II. Enternasyonal önderlerinin ve artık hiçbir teorisi için sosyalizm bakımından geçerlilik iddiası ileri sürülemeyecek Proudhon gibi düşünürlerin eserlerini öneriyordu. Özellikle bu tutum, devrimci gençliğin ve sosyalizmi Marx ve Lenin’in adlarından ayrı düşünemeyen TİP üyelerinin Partiyle bağlarının tümüyle kopmasına yol açtı.
Dolayısıyla, TİP üyeleri ve taraftarları, devrimci gençlik ve işçi eyleminin dışında cereyan eden bu tartışmada, tam anlamıyla “çapraz ateş”e alınmış, hangisini tercih etse, diğerinden daha iyi olamayacağını bildiği bir yönetim kargaşasının içine düşmüştü.
TİP’in Dördüncü Büyük Kongresi’nde, yönetim, Behice Boran ve Sadun Aren’in temsil ettiği grubun eline geçti. TİP, bundan sonra, görünüşte daha “sol” bir çizgi izlerken, kitlesel bakımdan 1961’deki çıkışının ve sonraki gelişiminin çok gerisinde bir durumu yansıtan darlaşma sürecine girecektir.
TİP’in siyasal çizgisini, bundan sonra, “sosyalist devrim” sloganı altında, SSCB kaynaklı “barışçıl geçiş” teorisi belirledi. Aybar döneminin başlıca ajitasyon temalarından birisi olan “İkinci Milli Kurtuluş Savaşı”, içeriği fazlaca değiştirilmeden yerini bu slogana terk etti.
TİP, 12 Mart askeri darbesinden sonra, Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Mahkemesi tarafından kapatıldı.

İKİNCİ TÜRKİYE İŞÇİ PARTİSİ

Nisan 1975’te yeniden kurulan ve Program Ve Tüzüğü ilan edilen ikinci Türkiye İşçi Partisi, aralarında birinci TİP döneminde Aybar’a karşı olan grubun önde gelenlerinden Behice Boran, Şaban Erik, Nihat Sargın gibi isimlerin bulunduğu ve bu eleştiriler sırasında netleşmiş görüşleri esas alan bir kadro tarafından kuruldu.
Program ve Tüzük’ün, “Program’a Temel Olan Görüşler” bölümünde de, gerek birinci TİP içinde yürütülen tartışmaya, gerekse, genel olarak devrimci hareketin 1970 öncesinde tartıştığı görüşlere önemli bir yer verilmişti. Dünyadaki genel durum, Türkiye’nin yeri, Türkiye’nin temel sorunları ve özellikle de Türkiye devriminin yolu hakkındaki “Temel Görüşler”, bu tartışmalar sırasında değişik çevreler tarafından ileri sürülen tezlere cevap olacak tarzda düzenlenmişti.
Bu özellikler, Behice Boran öncülüğündeki yeni TİP’in görüşlerinin netleşmesini olduğu kadar, Parti’nin üye yapısındaki değişikliği de ifade ediyordu. TİP artık, her türden “sosyalizm”in savunulduğu, değişik eğilim ve örgütlenme anlayışlarının bir arada barınabildiği başlangıç halinden çok daha farklı bir parti görünümü kazanmıştı.
Bu özellik, her şeyden önce, genel olarak bütün dünyada Sovyet revizyonizmine bağlı partilerin savunduğu “kapitalist olmayan yoldan sosyalizme geçiş” teorisinin, Parti’nin genel görüşü haline gelmiş olmasında, sonra da Türkiye’ye ilişkin tespitlerin bu teoriye ve parlamentarist çalışma tarzına uydurulmaya çalışılmış olmasında kendisini gösteriyordu.

SSCB KP ETKİSİNİN AÇIK HALE GELİŞİ
“Temel Görüşler”in Giriş Bölümü, TEMEL ÇELİŞKİ, KAPİTALİST SİSTEM İLE SOSYALİST SİSTEM ARASINDADIR” başlığını taşıyordu. Burada, “Çağımız, kapitalizmden sosyalizme geçiş çağıdır” tespiti yapılıyor ve bu önerme, “sosyalizmin genişleyip yayılması” ve “kapitalizmin gerilemesi” tespitleriyle destekleniyordu. Gerçekte, yetmişli yılların ilk yansında, özellikle de Vietnam’da Amerikan emperyalizminin yenilgiye uğratılmasıyla, başını ABD’nin çektiği emperyalizm, nispi bir gerileme sürecine girmişken, SSCB; Güney Doğu Asya, Afrika ve Ortadoğu’da etkisini güçlendiriyor, yeni hegemonya alanları kazanıyordu. İki süper devlet arasındaki bu çekişme, SSCB’nin gerçek niteliğinden bağımsız olarak ele alındığında, ABD’nin ve dolayısıyla da genel olarak kapitalizmin aleyhine bir durum olarak yorumlanıyordu. TİP’in yeni programının bu tespitle başlaması, bir yandan, Aybar’ın yönetimindeki TİP’in SSCB’nin hegemonik yayılmasına karşı takındığı tavır karşısında kazanılmış bir zaferi ilan ediyor, diğer yandan da, TİP’in bundan sonraki çizgisini SSCB politikalarının belirleyeceğine işaret ediyordu. Çünkü aynı zamanlarda, SSCB-KP ve onun etkisi altında kalan partilerin dışındaki birçok parti, dünyada temel çelişmenin emperyalizmle halklar arasındaki çelişme olduğunu söyleyerek, bir başka stratejik görüş ortaya atmış ve bu bir ayrım çizgisi haline gelmişti. Dünyadaki temel çelişmenin tespiti ile TİP, bir bakıma kendi “sosyalist devrim” sloganını da belli bir temele oturtuyor görünüyordu; fakat bundan daha önemli olan, TİP’in kendi içinde, TKP ile belli bir ilişkiyi geliştirmesine bağlı olarak, doğrudan doğruya SSCB-KP politikalarına bağlı hale gelmiş olmasıydı.

“SOSYALİST DEVRİM” SLOGANIYLA GİZLENEN BURJUVA REFORMİST PROGRAM
Türkiye’ye ilişkin tahliller ise, esas olarak Milli Demokratik Devrim teorisine ve Aybar’ın “İkinci Milli Kurtuluş Savaşı” sloganına karşı daha önce Boran kliği tarafından savunulan görüşlerin TİP’in görüşü halinde formüle edilmesinden ibaretti. Buna göre, “Türkiye’de burjuva demokratik devrim esas itibariyle yapılmış” bulunuyordu. Burada, “Türkiye için bir milli demokratik devrim söz konusu değildir. Milli demokratik devrim, egemen üretim ilişkileri açısından özellikle kapitalizm öncesi aşamada bulunan, yeni bağımsızlığına kavuşmuş ülkeler için öngörülmüştür. Bu teze göre, söz konusu ülkelerde milli demokratik devrim ile kapitalizm öncesi üretim ilişkileri tasfiye olunacak, onunla birlikte eski politik yapı da ortadan kaldırılacaktır. Bu nedenle, milli demokratik devrim, özünde bir burjuva demokratik devrimidir. Ama eski alt ve üstyapı ortadan kaldırıldıktan sonra batı modelinde bir kapitalist düzen kurulmasına geçilmeyecek, ‘kapitalist olmayan yol’ denilen bir yöntemle ve dünya işçi sınıfı hareketinin ve sosyalist dünyanın destek ve yardımlarıyla kalkınılarak sosyalizme varmak hedef alınacaktır”(s.7-8) deniliyordu. Bu, bir yandan, SSCB-KP tarafından formüle edilen sözde “milli demokratik devrim” kavramına dayanarak Türkiye’deki MDD teorisini eleştirme çabasıydı, diğer yandan da, açıkça, Türkiye’de savunulduğu biçimiyle Milli Demokratik Devrim teorisinin bir tahrifatıydı. Bütün geriliğine, Maoist etkilenmelerine ve küçük burjuva karakterine karşın, o dönemde TİP dışındaki devrimciler tarafından savunulan Milli Demokratik Devrim görüşü, “kapitalist olmayan yol” ile hiçbir biçimde kıyaslanamazdı. Ancak, bir milli demokratik devrim aşamasını öngören YÖN ve DEVRİM dergileri çevresindeki bir kısım aydının, aynı zamanda “kapitalist olmayan yoldan kalkınma”yı savundukları bilinen bir gerçekti. TİP’in yeni programı, Milli Demokratik Devrim teorisinin, SSCB-KP tarafından, kendi deyişleriyle “kapitalizm öncesi aşamada bulunan, yeni bağımsızlığına kavuşmuş ülkeler” için önerilen bir biçimini, Türkiye’de Mihri Belli tarafından geliştirilen ve sonra da değişik grup ve hareketler tarafından çeşitli biçimlerde yorumlanarak savunulan biçimleriyle kasıtlı olarak karıştırıyor ve aynılaştırıyordu. SSCB’nin, askeri darbeler yoluyla kendisine yakın yönetimlerin kurulduğu ülkelerdeki durumu teorize etmesinin bir sonucu olan bu “yol”la, THKO’nun, ya da THKP-C’nin çeşitli fraksiyonlarının savunduğu “Milli Demokratik Devrim” görüşü arasında, en küçük bir benzerlik bile yoktu.
TİP programı, Milli Demokratik Devrim tezinin bu çarpıtılmış halini eleştirdikten sonra, savunduğu “sosyalist devrim” tezinin gerekçesini şöyle açıklıyordu: “Türkiye, kapitalist aşamaya kesinlikle geçmiş, burjuva demokratik devrimini esas itibariyle yapmış olduğundan, artık onun için milli demokratik devrim söz konusu değildir. Bundan böyle devrim gündeme geldiğinde, bu, sosyalist devrim olacaktır.” (s.8)
Türkiye’de kapitalizmin gelişme özellikleri incelenirken ve bunun kapitalizmin Batı’daki gelişmesiyle farklılığı üzerinde durulurken, aslında, Milli Demokratik Devrim teorisini savunanlardan hiç de farklı şeyler söylenmiyordu. TİP’e göre, Türkiye’de kapitalizm, emperyalizme bağımlı olarak gelişmişti ve emperyalist sistemle bütünleşmişti. Türk Kurtuluş Savaşı, esas olarak ticaret burjuvazisi ve küçük burjuvazi tarafından gerçekleştirilmiş olduğu için kapitalist sistemin dışına çıkamamıştı.
Burada, şu cümle dikkat çekmektedir: “Söz konusu dönemde, Türkiye burjuvazisi ve küçük burjuva yönetici kadroları, Batı’ya karşı bağımsızlıklarını ve güvenliklerini sağlama bağlamak için Sovyetler Birliği ile yakın ilişkiler içinde oldular; ama Türkiye’nin kapitalizm çerçevesi dışına çıkmaması için de içeride antidemokratik, baskıcı uygulamaları sürdürdüler. Böylece, iç politikaları, dış ilişkilerde başarmak istedikleriyle devamlı çelişti; çünkü gerçekten bağımsız ve ileri bir düzeye ulaşmak, ancak emperyalist-kapitalist dünya ilişkilerinin dışına çıkmakla mümkündü. Bu ise, toplumun demokratikleştirilmesini, halk kitlelerine demokratik hak ve özgürlüklerin tanınmasını gerektirirdi.” (s. 10)
Bu tespitte, Milli Demokratik Devrim teorisinin başlıca tezlerinden biri olan, Kurtuluş Savaşı sonrası devlet yöneticilerinin “küçük burjuva sınıf karakterli” olduğu yolundaki tezin kabul edilmiş olduğunu görüyoruz. Devletin sınıf karakteri yerine, yöneticilerin kişisel sınıf kökenlerine göre yapılan bu değerlendirmenin, gerek kapitalizmin gelişme özellikleri bakımından gerekse buna eşlik devletin temel niteliklerini belirlemek bakımından birçok yanlışa kaynaklık etmesi kaçınılmazdı. Ayrıca TİP, bir yandan burjuva demokratik devrimin “esas itibariyle” tamamlanmış olduğunu ileri sürerken, diğer yandan bu “devrimin” halk kitlelerine demokratik hak ve özgürlükleri getirmediğini de kabul etmektedir. Bu durumda, söz konusu “burjuva demokratik devrimin” hangi ölçüler içinde gerçekleştiği sorusu, cevapsız kalmaktadır. Gene aynı konuyla ilgili olarak, Türkiye kapitalizminin, tümüyle emperyalist sisteme bağımlı olduğu da kabul edilince, TİP’in hangi temel tahliller bakımından Milli Demokratik Devrim tezini savunanlardan ayrıldığı anlaşılmamaktadır. Başlıca görüşleri bakımından özetlenecek olursa, Milli Demokratik Devrim teorisini savunanlar da, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın yarım kalmış bir burjuva demokratik devrim olduğunu söylerken, emperyalizme bağımlılık ilişkilerinin sürdüğü ve “temel hak ve özgürlüklerin” gerçekleşmesini sağlayacak bir anti-feodal mücadelenin gerçekleştirilmediği gibi iki tespite dayanıyorlardı. TİP ise, “burjuva demokratik devrimin esas itibariyle tamamlandığını” ileri sürerken, Mili Demokratik Devrim teorisinin başlıca tespitlerini tekrarlıyor ve tamamen ters bir sonucu ileri sürüyordu.
Şu halde, “sosyalist devrim”in gerekçesi neydi?

KALKINMACILIK İDEOLOJİSİ
TİP, bu sorunun cevabını, ’60’lı yıllardan beri hemen hemen bütün aydınların ülke sorunlarını formüle etmek için kullandıkları kavramları tekrarlayarak veriyordu: “Türkiye, kapitalist yoldan kalkınıp, ileri uygarlık düzeyine çıkamaz.”
“Kalkınma” ve “ileri uygarlık düzeyi”, Türkiye’de bütün siyasi partilerin programlarında kullanılan kavramlardır. Kökeninde, Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte resmi hedef haline gelen, Mustafa Kemal Atatürk’ün sloganları bulunmaktadır. M. Kemal, Cumhuriyetin ekonomik ve siyasi programının milli çaptaki hedefini, “Muasır medeniyet seviyesine ulaşmak” olarak göstermişti. Bununla kasıt, gelişmiş kapitalist ülkeler düzeyiydi. Bu slogan, Cumhuriyetin batılılaşma ve sanayileşme politikalarının özünü yansıtıyordu ve bütün bu dönemler boyunca, bütün hükümetlerin programının temel maddesini teşkil edecek bir genelliğe sahip kılınmıştı. 1960’tan sonra ise, siyasi programların tümüyle yeniden düzenlendiği bir burjuva platformda, tartışma gündeminin ilk ve değişmez maddesini, “kalkınmanın hangi yoldan gerçekleşebileceği” oluşturuyordu. Türkiye’nin “kapitalist yoldan kalkınamayacağı ve çağdaş uygarlık düzeyine ulaşamayacağı” tezi de, bu tartışma içinde, ilk kez sistemli olarak YÖN çevresi tarafından savunulmuştu. Şimdi TİP, görünürde, kalkınmanın sınıf niteliğine vurgu yapan bir program öneriyor gibiydi. “Türkiye burjuvazisi, bugüne kadar, toplumun sanayileşmesini, modern teknoloji ile donanmasını ve toplumun ileri bir düzeye ulaşmasını sağlayamadığı gibi, bundan sonra da sağlayamayacaktır.”(s. 11)
Söylenenler açıktır: Türkiye’nin önündeki hedef, ileri kapitalist ülkelerin düzeyine çıkmaktır; fakat bunu burjuvazi gerçekleştiremez! Bir başka deyişle, Türkiye’nin temel sorunu, kapitalistleşememedir! Bu tezin de, Milli Demokratik Devrim teorisini savunanların, “milli kapitalizmin geliştirilmesi” tezinden özünde bir farkı yoktur. Yalnızca, TİP bunun sosyalist devrimin bir hedefi olduğunu söylerken, Milli Demokratik Devrim teorisi, aynı programın, “halk demokrasisi”, ya da “işçi köylü iktidarı” tarafından gerçekleştirileceğini ileri sürüyordu.
Burjuvazinin nitelikleri hakkında söylenenler, gene ilk bakışta, MDD ile bir farklılık gibi görünmektedir: “Ulusal pazarı kendine alıkoymak gücünde olmayan Türkiye burjuvazisi, özellikle 1940’lardan itibaren, yabancı sermayeye karşı çıkamamış, ulusal bağımsızlıktan yana, anti-emperyalist bir tutum içinde olamamıştır. Son zamanlarda, pazar sorunu ile daha büyük ölçüde karşılaşan bazı sanayicilerin ve sanayici gruplarının az çok yabancı sermaye ve Ortak Pazar’a karşı bir tavır almaları temelden bir karşı çıkış, ilişkileri koparma isteği değildir; dışla bütünleşmenin, … sürtüşme ve çekişmeleri içerdiğini gösteren bir olaydır.” (s. 12) MDD teorisi, “milli burjuvazi” kavramına özel bir önem ve ağırlık tanımaktaydı. TİP’in bu görüşleri, doğrudan doğruya, emperyalizmle çeşitli çelişkileri ve sürtüşmeleri bulunan burjuva kesimlerin “milli burjuva” niteliği taşımadığına dair bir kanıtı ileri sürmeye çalışmaktadır. Ortak Pazar ve yabancı sermaye karşısında kimi sanayici gruplarının takındığı tavrın, genel içeriğini göstermekle, TİP, Türkiye’de MDD teorisinin kendisine dayanak olarak gösterdiği türden bir milli burjuvazi bulunmadığını kanıtlamak istemektedir. Fakat burada da, hem MDD teorisinin bir çarpıtılması vardır, hem de bu çarpıtmayı kullanarak TİP ve MDD arasındaki aynılığı örtme gayreti. Bazı YÖN yazarları dışında, “Milli Demokratik Devrim” görüşünü savunan hiçbir yazar, tekelci büyük sanayi ve ticaret çevreleri arasında “milli burjuva” kavramına karşılık düşecek bir grup aramış değildi. Genel olarak MDD, “mili burjuvaziyi, küçük esnaf, zengin ve orta köylülük, orta ve küçük sanayi işletmecileri arasında arıyordu. Bu noktada TİP’in görüşleri, MDD teorisyenlerinden farklı değildir. Yeni TİP programının “Temel Görüşler” bölümünde, “tekelci büyük sermaye, burjuvazinin diğer kesim ve dalları üzerinde hegemonyasını tam olarak kurup, onları kendine bağımlı kılarak yeni bir sınıfsal biçimi oluşturamamıştır. Egemen sınıflar ittifakı içinde çözülme ve sürtüşmeler ise politik düzeyde bir iktidar boşluğu yaratmaktadır.” (s. 15) denilmektedir. Devamında ise, özellikle orta ve küçük burjuvazinin, tekelci burjuvaziyle olan derin çelişmeleri anlatılmaktadır. Burada, özellikle şu vaatler, tümüyle, MDD teorisinin “milli burjuvazi” terimiyle ifade ettiği kesim karşısındaki tutumuyla aynıdır: “Türkiye İşçi Partisi, burjuvazi karşısında tavrını alır ve politikasını saptarken, elbette burjuvazi içindeki bu farklılıkları, çelişkileri dikkate alır. Tekel dışı burjuvazinin tekellere karşı çıkışında, büyük toprak mülkiyetinin vergilendirilmesi, vergi kaçakçılığının önlenmesi, dış ticaretin devletçe düzene sokulması taleplerinde destekleyici olacaktır. Sanayici sermaye, kendi varlığını koruma kaygısıyla Ortak Pazar’la bütünleşmeye ve imtiyazlı yabancı sermaye yatırımlarına karşı çıktığı ölçüde de Parti’nin desteğini görecektir.”
Bunlar, kapitalizmin millileştirilmesi, ya da milli burjuvazinin desteklenmesi kavramlarıyla ifade edilen MDD’ci tezlerden, özünde hiçbir farklılık göstermemektedir.

TAKTİK VE STRATEJİ
Programın “Sosyalizm Gerçekleştirilecektir” başlığını taşıyan bölümünde, önce, sosyalizme giden yolların açılacağını bildiren bir alt başlık yer alıyor. Burada, daha önceki bölümde önerilen bir eylem programının uygulanması halinde, “sosyalizme giden yolların açılacağı” belirtilmektedir. Özetle, “ülkenin demokratikleştirilmesi ve emperyalizmin geriletilmesi” olarak formüle edilen bu eylem programının içeriği, “emperyalizmin her türlü baskı ve sömürüsüne son verilmesi ve antiemperyalist bir dış politika izlenmesi”, “demokratik hak ve özgürlüklerin korunup geliştirilmesi”, “ırkçı, şoven politikaların sona erdirilmesi”, “işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin ekonomik, sosyal ve kültürel düzeylerinin yükseltilmesi” hedeflerinin gerçekleştirilmesi olarak sunulmaktadır. Bu hedefler için verilecek mücadele, “kitlelerin politik bilincini geliştirip yükseltecek ve onları sosyalizm çizgisine sürekli yaklaştıracak” ve “sınıfsal güçler ilişkilerini kitlelerden yana geliştirerek toplum yapısında derin ve köklü dönüşümler oluşturacak ve … sosyalizme giden yollar açılacaktır.” (s.46) Bunlardan sonra söylenenler, TİP’in bu eylem programını, aşamalı bir “devrim stratejisinin” parçası gibi düşündüğünü, fakat bunu, gerektirdiği tarzda ifade etmekten kaçındığını göstermektedir. Çünkü bu takdirde, MDD teorisinin savunduğu aşamalı devrim teorisinden hiçbir farkı kalmayacaktır. Gerçekte, TİP, asla bir devrim programına sahip olmadığı için, söz konusu plan ve programların, aslında parlamenter yoldan iktidara gelme yolunun parçaları olarak anlaşılmalıdır. Bu durumda, TİP’in, “sosyalizme ulaşmak için” iki ayrı aşama öngördüğünü, fakat bunları “iktidar öncesi ve iktidar sonrası” olarak sınıflandırdığını söylemek yanlış olmayacaktır. Bu noktada, TİP’le kıyaslandığında, MDD teorisinin, bir devrim anlayışı açısından daha tutarlı düşündüğü söylenebilir. Çünkü MDD teorisyenleri bakımından, halk iktidarının çözeceği problemler cümlesinden sayılan ve “demokratik devrimin hedefleri” olarak formüle edilen hedefler; TİP açısından, iktidar öncesi bir demokratikleşme programının maddeleri halinde tanımlanmışlardır. Kısaca, TİP, demokratikleşmeyi kendi iktidarının önkoşulu olarak görürken; MDD teorisi, demokratikleşmeyi, ekonomik ve siyasal bir program olarak iktidarının ilk uygulamaları ve sosyalizme giden yolun açılmasının başlangıcı halinde tanımlamaktaydı.
TİP programına göre, söz konusu demokratikleşme programının gerçekleştirilmesi sürecinde işçi sınıfı, “sınıfsal ittifaklar yelpazesini derece derece pekiştirecek” ve “böylesine geniş bir tabana dayanarak kendi partisi aracılığıyla iktidara gelecek”tir.
Devrimin karakterinin, demokratik mi yoksa sosyalist mi olacağı hakkında TİP’in kopardığı fırtınanın tamamen içi boş olduğu görülmektedir. “Milli Demokratik Devrim”in, ya da “Burjuva Demokratik Devrimin” “esas itibariyle tamamlandığını” ileri süren ve bu yüzden de önümüzdeki devrim adımının “sosyalist devrim” olduğunu söyleyerek MDD teorisini şiddetle eleştiren TİP; sosyalizmin gerçekleştirilmesi koşulunu, bir demokratikleşme programına bağlayarak, MDD’ye yönelttiği eleştirileri bir bakıma geri almaktadır. Burada amacımız, TİP karşısında MDD teorisini savunmak değildir. MDD teorisinin de, özünde burjuva reformist karakterde bir halkçılık programından öteye geçemediğini ve sonuç bakımından, kendisini milli kapitalizmin geliştirilmesi hedefiyle sınırlayarak proletarya diktatörlüğü problemini bilinmez bir tarihe ertelediğini, araştırmamızın daha önceki bölümlerinde göstermiştik. Burada dikkat çekmek istediğimiz nokta, “sosyalist devrim” sloganının, “milli demokratik devrim” sloganından, önerdiği programlar bakımından özünde farklı olmadığıdır. Bununla birlikte, hatırlanması gerekir ki; MDD teorisi, bütün eksiklik ve yanlışlıklarına karşın, gene de, bir işçi ve halk ayaklanmasını gözetmekte ve parlamentarizmi kesin bir biçimde reddetmekteydi. Bu özellikleri bakımından ele alındığında, TİP’in taktik ve strateji anlayışına göre MDD teorisi, kesinlikle daha devrimci bir konumda bulunmaktadır. TİP’in söz konusu aşamalar anlayışı, onun parlamentarizmiyle uyumludur. Olağan burjuva siyasal sistem içinde, demokratikleşme ve sosyalizm programlarının art arda gelişinin, tanımlanması, sistem mantığına bağlı kalındıkça başka türlü olamazdı. Bu durumda da, demokratikleşme mücadelesi, TİP açısından, oy tabanının genişletilmesi çalışmasından başka bir anlama gelmemektedir.

SOSYALİZM

TİP’in sosyalizm anlayışı da, burjuva tipte reformist bir programdan öteye geçmemektedir. Programın “Sosyalizmin Gerçekleşme Sürecinde” başlığını taşıyan bölümünde, önce “Büyük üretim araçları kamulaştırılacak, devletçilik ve devlet sektörünün içeriği sosyalistleştirilecektir” denilmektedir. Soyut olarak, böyle bir ilk girişimin, işçi sınıfı iktidarının ekonomik programında yer alması yanlış değildir. Ancak özel mülkiyet karşısında genel bir tutum belirtebilmek için, bunun söylenmesi yetmemektedir. Özellikle, programın sonraki bölümlerinde, burjuvazinin, bir sektör olarak varlığını devam ettireceği koşullar hakkında söylenenler, söz konusu sosyalizmin, nasıl bir “sosyalizm” olacağı konusunda fikir vermektedir. Örneğin, TİP’in kuracağı sosyalizmde, “devlet sektörü dışında kalan özel işletmeler” bulunabilecektir, (s. 50)
TİP’in stratejik bir slogan olarak ortaya attığı “sosyalist devrim”in içeriği ve sosyalizmden ne anladığı, başta, devlet ve devrim sorununu ele alışında açıklığa kavuşmaktadır. Diğer yandan, özel mülkiyet ve sınıfların sosyalizm içindeki durumu hakkındaki görüşleri de, savunulan sosyalizmin, ancak Batı tipi bir sosyal demokrat partinin “sosyalizm” hakkındaki görüşleri derecesinde olduğunu göstermektedir.

TOPRAK VE TARIM SORUNLARI

TİP programında, tarımsal alanda yapılacak “sosyalist” uygulamaların başında “toprak ve buna bağlı tarım reformu” gelmektedir. “Toprak ve tarım reformu, bir somun ekmeği dilimleyip dağıtmak gibi toprakları parselleyip dağıtmakla yetinmek değildir; dağıtılan toprakların yeni sahiplerine donanım ve işletme kredileri sağlamak ve teknik yardımlar yapmakla da sorun çözümlenmiş olamaz.” Buraya kadar söylenenler, doğrudan doğruya o zamanki CHP’nin “toprak reformu” programına yöneltilmiş eleştirilerdir. Bülent Ecevit önderliğindeki CHP’nin başlıca propaganda malzemelerinden birisi olan “toprak reformu”, TİP tarafından yukarıda bir özeti bulunan temalar ekseninde eleştirilmekteydi. Dikkat edileceği gibi, CHP’nin reform programının içeriği, mülkiyetin biçimi ve köylü kitlelerinin örgütlenmesi açısından değil, teknik bakımdan eleştirilmektedir. Bu haliyle önerilen toprak reformu, tıpkı CHP’ninki gibi, kapitalizmin tarımda da egemen hale gelmesinin yolunu açacak bir anti-feodal tedbir olmaktan öteye bir anlam taşımamaktadır. Kısacası, bu da, TİP’in diğer ekonomik program öğeleri gibi, ancak ve ancak, MDD teorisinin “demokratik devrim hedefleri” olarak özetlediği uygulamalar düzeyinde kalmaktadır. Bir başka deyişle, TİP, MDD teorisinin “demokratik devrim” dediği bütün programatik unsurlara, “sosyalist devrim” adını vermekten başka bir şey yapmamaktadır. Kaldı ki, toprak sorununu, yalnızca büyük toprakların, onun üzerinde çalışanlar arasında şu ya da bu şekilde dağıtılmasını öngörmekten öteye geçmeyen bu programın, Türkiye’nin geneli açısından bir geçerliliği de yoktur. Programda, küçük toprak mülkiyetinin ve küçük üreticiliğin hâkim durumda bulunduğu bölgelerde, toprak ve tarım reformunun içeriğinin ne olacağına dair herhangi bir belirleme yapılmamıştır ve TİP, toprak ve tarım sorununu, yalnızca feodal toprak ağalığının hâkim durumda bulunduğu bölgeler açısından düşünmektedir. Bu yüzden, sorun, basitçe bir “reform” çerçevesine sıkıştırılabilmekte ve tarımda genel bir sosyalist program çerçevesi çizilmemektedir.
Bu noktada, en önemli sorun, toprağın dağıtılması ya da dağıtılmaması değil; hangi biçim uygulanacak olursa olsun, köylü kitlelerinin ne tarzda örgütlenerek siyasal iktidarın bir parçası haline geleceği sorunudur.
TİP’in buna dair hiçbir önerisi yoktur. TİP’e göre, “temel sorun, tarımsal üretimin yeniden örgütlendirilip düzenlenmesi (reorganizasyon) ve çağdaş teknolojiye kavuşturulmasıdır. Tarımda üretkenliğin ve toplam üretimin artması ancak böyle gerçekleştirilebilir.” (s. 53) “Üretkenliğin ve üretimin artması”, o zamanlar, Demirel’in “Yeşil Plan” adını verdiği ve “toprak reformu değil, taran reformu” sloganıyla propaganda ettiği programın da başlıca hedefiydi. Aynı zamanda, bütün burjuva partiler, Türkiye’de tarımın “modern teknolojiyle” donatılması, üretimin reorganizasyonu problemlerini, “temel sorun” olarak formüle etmekteydiler. Bu durumda, TİP’in, bir “işçi sınıfı partisi” olmak ve bir “sosyalist devrim programı” önermek iddialarının hiçbir nesnel karşılığı bulunmadığı görülmektedir. Haklı olarak şu soru sorulabilir: TİP’in, mevcut burjuva partilerden farkı neydi? Buna, yalnızca, “kalkınma” problemine, burjuva düzeyde akılcı ve reformcu çözümler önermesiydi, cevabı verilebilir.

DEVLET
Aynı soru, özellikle devlet sorunu bakımından ele alındığında, TİP’in bir düzen partisi olarak taşıdığı anlam daha açık bir biçimde ortaya çıkacaktır. Bir açıdan, TİP’in devletin temel düzeni bakımından, parlamenter mücadeleyle kendisini sınırlamış ve yasalara uymak zorunda olan bir parti olarak, devrimci bir sosyalist partinin literatürünü ve propaganda temalarını kullanamayacağı söylenebilir. Bu yüzden onun resmi dokümanlarına bakarak, devletin, özellikle de ordu, polis ve bürokrasi gibi temel kurumları hakkındaki tutumunu eleştirmek ona haksızlık etmek gibi görünebilir. Ne var ki, TİP’in bütün dönemlerinde, kurum olarak parlamento ve sistem olarak parlamentarizm, ciddi ve samimi olarak savunulmuştur. Bu konudaki tutum, basitçe bir “kendini gizleme taktiği” değildir. Buna bağlı olarak da, devletin ve rejimin belli başlı kurum ve kuruluşları hakkında, TİP’in sosyalist olması bir yana, devrimci-demokrat bir tavrının olduğunu söylemek bile son derece güçtür.
TİP’in siyasal sistemin örgütlenmesine ilişkin değişiklik önerisi ve “sosyalizmi kurduğunda” yapacağı değişiklikler hakkındaki programı, yerel yönetimlerin, fabrika ve işyeri yönetimlerinin demokratikleştirilmesi formülasyonundan ibarettir.
Programda, “demokratikleşme” planının öğeleri olarak sayılan önlemlerden birincisi şudur:
“Bütün işçiler, çalıştıkları kurumun yönetim ve denetimine etkin biçimde katılacaklardır.” İşçilerin fabrika ve işyerlerinin yönetim ve denetimine katılması sloganı, eğer belli bir devrimci kalkışma dönemine denk düşüyorsa, doğrudan doğruya, iktidara yönelik mücadelenin bir parçası olacaktır ve bu tarz bir müdahale, genel olarak bütün iktidarın işçi sınıfı elinde toparlanması yolunda bir adım sayılacaktır. Ne var ki, yönetime katılma ve denetim işlevi yüklenme, olağan burjuva devlet mekanizmasının varlığını koruduğu koşullarda, yalnızca burjuva-kapitalist sistemin kendi içinde bir düzenleme, dolayısıyla bir aldatmaca olmanın ötesine geçemeyecektir. Bugün kapitalist mülkiyet altındaki birçok fabrika için, birçok Avrupa ülkesinde, “yönetime katılma ve denetleme” mekanizması, sendikal bir hak olarak mevcuttur. Üstelik TİP, bu öneriyi, kendisinin “sosyalist” iktidarının altında gerçekleşecek bir demokratikleşme, ya da demokrasinin yaşamın bütün alanlarında gerçekleşmesinin bir unsuru olarak ileri sürmektedir. Bu durumda da, TİP’in devlet hakkındaki görüşleri hatırlandığında, “yönetime ve denetime katılma”nın, burjuvazinin fiili egemenliği altında gerçekleşeceği görülebilir. Çünkü bizzat “katılma” sözcüğü, yönetim ve denetimin bir başkasının elinde bulunacağı anlamını vermektedir. Yönetim ve denetimin tümüyle işçi sınıfının elinde bulunduğu gerçek bir sosyalist işletmede, işçi sınıfının “katılımından” söz edilemez. TIP, “sosyalizm kurulduğunda”, işçi sınıfının tüm üretim ve yönetimi kendi elinde toplayacağı biçimindeki temel öneme sahip uygulama yerine, bir paylaşma ve katılma yolu vaat etmektedir. Bu noktada da, MDD teorisinin, demokratik devrim süreci boyunca, milli burjuvazinin iktidara ortak olacağı yolundaki Maocu tezinin tekrarlandığını görebiliriz.
Demokratikleşme programının bir diğer maddesinde, “yerel yönetimler, tek bir yönetim örgütlenmesinde birleştirilerek demokratikleştirilecektir” denilmektedir. Bu uygulama, belki programın yazıldığı yıllarda, en azından demokratik bir reform olarak görünebilirdi. Fakat günümüzdeki kimi tasanlar açısından bakıldığında, devletin temel karakteristikleri değişmeden gerçekleşecek böyle bir “reformun” gerçekte, diktatörlüğün, mümkün bütün yönetim aygıtlarında yaygınlaşması ve görece devlet aygıtı dışında bir yer tutan yerel yönetimleri de devletin bir parçası halinde örgütlemesi anlamına geleceğini görüyoruz. TİP’in, mevcut devlet aygıtının parçalanmasını amaçlamayan “sosyalist devrimi” altında da, bu uygulama, kesinlikle aynı sonucu verecektir. Devletin burjuva sınıf ve faşist diktatörlük tipindeki siyasal karakterinin değişmeden kaldığı her durumda, yönetim aygıtlarının genelleştirilmesi ve görünürde bunun geniş bir yığın katılımına dayanması, Mussolini döneminde uygulanan “korporatif1 devlet tipini ortaya çıkaracaktır.
Demokratikleşme planının bir diğer uygulaması, “bölgesel yönetim organlarının geliştirilmesi” başlığı altında özetlenmiştir. Buna göre, “belli kamu hizmetlerinin görülmesi amacıyla birden fazla ili içine alan çevrede, bu hizmetler için yetki genişliğine sahip kuruluşlar meydana getirilecek, giderek iller gruplandırılıp bölgesel yönetim organları geliştirilecektir”. Bu da, son yıllarda, özellikle Kürdistan söz konusu olduğunda, egemen sınıfların değişik kesimleri tarafından savunulan “eyalet sisteminden başka bir şey değildir. Bu plan da, proletaryanın gerçekten iktidarda olduğu, eski devlet aygıtının parçalanarak, temelden başlayarak yeni bir sınıf iktidarının kurulduğu koşullarda, demokratik bir reorganizasyon olabilirdi. Ancak, kendisini, burjuvazinin parlamentarizm oyununa bağlamış bir partinin, sistemin ilişkileri içinde ve bu sistemin izin verdiği ölçülere göre iktidar olduğu, koşullarda, bu uygulama da, bugünkü projelerin hedefinden farklı sonuçlar doğurmayacaktır.

SONUÇ
TİP, 1961’de kurulduğu ve geniş bir devrimci eğilim yelpazesini içerdiği dönemdekinin aksine, 12 Mart darbesinden sonraki yıllarda, gerek SSCB’nin hegemonya mücadelesinin bir aygıtı olarak yüklendiği görev bakımından, gerekse programının içeriği bakımından, gelişen işçi ve halk muhalefetinin önünde ciddi bir engel olarak ortaya çıkmıştır. Özellikle TKP ile ilişkilerinin geliştiği ve bir bakıma onun legal uzantısı olarak etkinlik göstermeye başladığı dönemde, DİSK üzerinde kurduğu gerici baskıyla işçi sınıfının eylemini kırıcı bir rol oynamıştır. TİP’in devrimci ve komünist hareketi, “goşist” ve “maocu faşistler” terimleriyle karalayarak daima provokasyona açık bir tutum takınmasının temelinde, düzenle bütünleşmiş program ve taktiği bulunmaktaydı.

Ocak 1994

1908 Devriminde Ordu, Milliyetçi Hareketler Ve Aydınlar

Karadeniz donanması erlerinin Odessa ve Sivastopol limanlarında başlattıkları isyanlarla hızlanan 1905 Rus devrimi, olgunlaşmakta olan Türkiye, İran ve Çin devrimlerini de etkilemişti. Donanma askerlerinin ayaklanması 1905 yılının ikinci yansı boyunca sürdü. Ve bu, hiç kuşkusuz, Rusya’nın güneydeki komşusunun topraklarında bir süredir mayalanmakta olan Jön Türk devrimine katılacak olan asker ve subaylar için de bir esin kaynağı oldu,
Fransız devriminden duyduğu ürküntü yüzünden daha 1845’te, ihtilali ve ihtilalci örgütleri yasaklayan kanunlar çıkaran Osmanlı devleti, Rusya’da gelişen devrimci ayaklanmaların, şu anda zaten çok tekin olmayan sosyal ve politik ilişkileri etkileyeceğini görmüştü. Gerçekten de, Osmanlı aydınlarının gözü kulağı o şualarda Rusya’daydı; Petersburg ve Moskova’dan gelen haber ve söylentiler hakkında durmadan yorumlar yapılıyordu. Jön Türk hareketinin en önemli örgütü İttihat ve Terakki, ordu içinde propaganda ve ajitasyon faaliyetlerini hızlandırma kararı almıştı. Abdülhamit ise, Tanzimat hareketinin ürünü olan iktidarını korumak için bu hareketi ve bundan doğmakta olan devrimci eylemi boğma yolunu seçmişti. Abdülhamit’in, Tanzimat liderlerini katlederek, ilerici aydınları hapsederek, birçoğunu sürgün hayatına zorlayarak Yıldız Sarayı’ndan yönettiği istibdat dönemi uzun sürmemiş, muhalefet alttan alta gelişmeye ve örgütlenmeye başlamıştı. İhtilal paranoyası içinde bütün toplumsal kesimlere, kurum ve kuruluşlara, okullara ve orduya yerleştirdiği ajanlara karşın Abdülhamit, saltanatının güven içinde olmadığını görüyordu.
Ordu ve donanma, Jön Türklerin propagandalarının etkisinde kalarak mevcut muhalefet hareketinde huzursuzluklarını ifade edebilme olanağı bulan subay ve erlerin çoğalması yüzünden sultanın en büyük korkusu olmuştu. Büyük servetler verilerek alınmış gemiler, önemli savaş aksamı sökülerek Haliç’te bekletiliyordu. Askerlerin sahici mermilerle nişan eğitimi yapmaları ve Türk donanmasına ait gemilere cephane sokulması yasaklanmıştı. Sultanın özel sekreteri Tahsin Paşa, anılarında, “Bir sefinei harbiye mürettebatının isyanı Sultan Hamit’in bilhassa endişe ettiği mesaildendi. Asi bir geminin kendi tayfaları marifetiyle kaldırılıp hotbehot yola çıkarılması İstanbul’da şüyu bulursa bunun bize de sirayet etmesi ve İstanbul askerlerinde de isyan hislerini uyandırması ihtimali velev pek cüz’i dahi olsa Sultan Hamid’in uykusunu kaçırmaya kâfi idi” diye yazmıştı. (Tahsin Paşa, Abdülhamit ve Yıldız hatıraları, 1931. sf 174 aktaran; H. Zafer Kars)
İşte bu korku yüzünden, 1905’te Karadeniz donanması ayaklanmasını bastırmak için öteden beri kanlı bıçaklı olduğu Türk Padişahından yardım isteyen Rus Çarına olumlu yanıt verildi. Sultan, bu donanmanın Türk karasularına girmesi durumunda müdahale edeceğine dair teminat verdi ve sözünü tuttu. Rusya’dan turist olarak gelenlerin bile peşine hafiyeler takıldı, sahil güvenlik önlemleri arttırıldı, Karadeniz’den gelecek devrim heyulası için Türk karasularında barikatlar kuruldu. Potemkin Zırhlısı’nın bahriyelileri, sadece Rus Çarını değil Osmanlı Sultanını da ürkütmüştü.
Lenin, “Rus Çarı kendi halkına karşı Türk Sultanından yardım istiyor” başlıklı makalesinde şöyle yazıyordu: “Çar hükümetinin ayaklanan denizcilere karşı Romanya ve Türkiye’den polis yardımı talebinde bulunması kadar utanç verici bir şey olamaz! Türk Sultanı, çar mutlakıyetini Rus halkından korumaya zorunludur; -Çar, Rus silahlı kuvvetlerine güvenemez- o yabancı güçlere yardımları için yalvarmaktadır”
Lenin devam ediyordu: “Şimdiye kadar denizcilerin isyanının Türk yetkililerine etkisi açısından doğurduğu biricik sonuç, bu isyanın onları her zamankinden daha sert bir denetime itmiş olmasıdır. Bu sıkılığın ilk kurbanı, cumartesi günü Rus elçisinin akşam karanlığında Boğaz’ı gezdiği Rus sahil koruma gemisi olmuştur. Türkler, bu gemiye manevra mermisiyle ateş açmışlardır. Türklerin bir yıl önce denetimlerini bu biçimde gerçekleştirmeye yönelebilmeleri şüphe götürürdü.”
Türk Sultanı, bir süre önce Kırım’da kapıştığı Rus Çarının iktidarını korumak için devrimci donanma askerlerine saldırmaya hazırlanıyordu. Rus Çarı ise, Rus devrimcilerinin etkisi altında kalan askerlere artık güvenemez olmuş, çevresindeki gerici devletlerden çare ummaya başlamıştı.
Osmanlı imparatorluğu, Avrupa’da ye 1820’lerdeki Yunan ayaklanmasında hezimete uğrayan yeniçeri ordusunu, Sultan 2. Mahmut zamanında dağıtmış, 18. yüzyılın ilk başlarında düzenli ordu kurma girişimlerine başlamıştı. Osmanlı İmparatorluğu, giderek kötüleyen durumunu düzeltmek için 3. Selim döneminden başlayarak bazı önlemler almıştı. Düzenlenecek ilk kurum elbette orduydu. Sultanın önünde, Mısırdaki Kölemen devletinin burjuva demokratik bir hareketle yıkılmasından sonra kurulan devlet ve ordu modeli vardı. Mısır’da da düzenli ordu kurulmuş ve bu ordudaki subayların eğitimi yabancı askerlere bırakılmıştı.
Osmanlı imparatorluğu’nda yeni ve düzenli bir ordunun kurulması karan alındığında, feodal rantın önemli bir bölümünü yiyen yeniçeri ağalarının ve saray çevresinde kümelenmiş ve önemli bir toplumsal kast haline gelmiş olan ulemanın olası direncinin kırılması için de girişimlerde bulunuldu. Vakayı Hayriye adıyla anılan yeniçeri ocağının kaldırılması operasyonu, bu direnç nedeniyle kanlı bir operasyon oldu; binlerce yeniçeri öldürüldü.
Osmanlı devleti, bir yandan, artık işine yaramayan mevcut militer aygıtı tasfiye ederek imparatorluğun çözülme sürecini geriye döndürmeye; diğer yandan da, emperyalist yayılma siyaseti güderek kendine bağladığı ülkelerde evrensel sistemini kurmaya çalışan yeni emperyalist devletlerin de, Osmanlı topraklarında serbestçe faaliyette bulunmalarını kolaylaştıracak kurumları inşa etmeye başladı. Devletin, içeride gelişen dinamiklerin ve sosyal ilişkilerin dayattığı yenileşme ihtiyacına verdiği cevap, uluslararası sermayenin dolaşım ihtiyaçlarını da karşılamaya uygundu, ancak bir süre sonra yeterli olmadığı da görülecekti. Yerli komprador burjuvazinin ve emperyalist kapitalizmin son tahlilde, siyasal iktidar talebi vardı ve feodal üstyapı kurumları, önemli sayılacak iyileştirmelerle sermayeye geçici manevra alanı sağlasa da eninde sonunda ayağa takılacaktı.
Osmanlı topraklarında doğmakta olan kapitalist ilişkilerin gündeme getirdiği, mevcut ekonomik koşullara ve sınıfsal konumlanışa uygun siyasal iktidarla ilgili talepler, değişik istemleri olan diğer bütün toplumsal tabakaları; ulusal güçleri etkilerken, burjuva ideolojisiyle donanmış ordu mensuplarını da harekete geçirecekti. Böylece, 2. Mahmut’un, devleti kurtarmak için kurduğu yeni tipte ordu, bu iktidarı sarsan kurumlar arasında yer alacak; ama öte yandan, devletin önemli bir teminatı olan bu kurumun devrimci düşüncelerin peşinde sonuna kadar gitmesinin ‘”eşyanın tabiatına” aykırı olmasından dolayı -ve tabi, Jön Türk hareketinin ufku siyasal iktidarın radikal bir biçimde ele geçirilmesine elvermediği için- kurulmasındaki sonal amaca uygun olarak devleti kurtarmış da sayılacaktı.
1839’da ilan edilen Tanzimat, halk kitlelerinin taleplerini karşılayamamıştı, bir siyasal güç olarak doğmakta olan burjuvazinin de o günkü cılız istemlerini bile karşılamaktan uzaktı, ama ülkede kötüye giden her şeyin çözümünün eğitimle sağlanabileceğine dair yaygın bir kanının oluşmasını sağlayarak, ülkede Avrupai tarzda yüksek öğrenim kurumlarının açılmasına olanak sağlamıştı. Bu eğitim kurumlan ve okullar, Jön Türklerin ideolojik donanımlarını tamamlayacakları kurumlar oldu. Tanzimat’tan sonra, ordu mensuplarının yetiştirilmesi için açılan Harp Okullarına Avrupa’dan getirtilen hocalar, öğrencilerine burjuva demokratik devrimler döneminin Avrupa’sında oluşan yeni yaşam tarzını, oradaki ideolojik atmosferi de taşıyorlardı. Harp Okulu öğrencileri arasında bazı gizli cemiyetler kurulmaya başlamış, Harbiye, diğer iki okul; Tıbbiye ve Mülkiye gibi Jön Türk devriminin ideolojik kaynaklarından biri haline gelmişti.
Harbiye’de kurulan gizli cemiyetlerin mensupları Abdülhamit’in hafiye ve muhbir ağından korunmaya çalışmak zorundaydılar. Bir keresinde, Avrupa’daki devrimcilerle yazışma halinde bulunan gizli Harbiye örgütü ortaya çıkarılmış, örgüt mensupları Taşkışla’da kurulan Harp Divan’ında yargılanmış, birçoğu idam cezasına mahkûm edilmişti. Bu cezaların bir kısmı hapse çevrildi ve öğrenciler Trablusgarp’taki askeri hapishaneye sevk edildiler. Harbiye’deki iki sınıf olduğu gibi tard edildi. 1903 yılında Kuleli Askeri Lisesi öğrencileri de “ihtilalci askerler” adını taşıyan bir örgüt kurmuştu. Bunlar, o yıllarda Avrupa’da sürgünde yaşayan Jön Türklerin eylemleri hakkında ayrıntılı bilgiden yoksundular ama Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın kitaplarını ve yabancı posta servisi kanalıyla yurda sokulan Jön Türk yayınlarını okuyorlardı. Devrim günleri yaklaştığında askeri okulların hepsinde Jön Türk komiteleri kurulmuştu. Bu komiteler, illegal yayınların dağıtımını ve meşrutiyetin propagandasını yapmayı üstlenmişlerdi.
20. yüzyılın ilk yıllarında Makedonya’da başlayan bunalım üzerine, beş büyük devlet bu bölgeye daha önce Osmanlı imparatorluğu ile yapılmış anlaşmalara dayanarak asker ve subay gözlemciler göndererek müdahale etmişti. Bu askerlerle ilişki içinde olan Osmanlı subaylarının batılı düşüncelerden etkilenmeleri kaçınılmazdı. Makedonya’da konuşlandırılan 3. Ordu, devrim günlerinde en önemli ayaklanmalara sahne oldu. Makedonya, ayrıca Jön Türk örgütlerinin en güçlü olduğu merkezlerden biriydi. Kozmopolit bir nüfus özelliğine sahip olan imparatorluğun bu bölgesi, ulusal hareketlerin ve toprak isteyen köylü eylemlerinin cereyan ettiği bir platformdu ve Türk subaylarının ulusal duyguları, gözlerinin önünde cereyan eden Bulgar ve Yunan milli mücadelesinden etkilenerek gelişiyordu. Sultanın zulmü altında ezilen, giderek artan vergileri ödeyemez duruma düşen Makedonya köylüleri, kendi ulusal burjuvalarının milli devlet halinde örgütlenme talebine paralel olarak toprak istemiyle isyan ediyordu.
Diğer yandan, emperyalist müdahalelerin uluslararası anlaşmalara koyulan koşullarla ciddi bir tehdit haline gelmesi, ulusal duyguları tahrik edilen Harbiyeli genç subaylarda devletin acz içinde kaldığı düşüncesini olgunlaştırıyordu.
Ordunun kendi iç sorunları da vardı. Ordu içinde, alaylı olarak tabir edilen subaylarla eğitilmiş subaylar arasında çelişkiler yaşanıyordu. İstanbul’daki, Hassa Ordusu’nun subaylarına tayin ve terfi işlerinde ayrıcalıklar tanınırken taşrada görev yapanların bir türlü tayinleri yapılmıyordu. Erler, imparatorluk sathında meydana gelen ulusal mücadelelerin ve halk ayaklanmalarının bastırılması için oradan oraya sevk edilmekten bıkmıştı. Terhis zamanları geldiği halde çoğu asker orduda tutulmaya devam ediliyor, izin teskereleri verilmiyordu. Aylardır maaşlarını alamayan subaylar vardı.
Orduda ilk ayaklanmalar 1906 yılında görüldü. 400 kadar denizci, Merkez Komutanlığı Amiri’nin dairesine baskın düzenleyerek paşayı ve üç adamını yaraladı. Görev süresi dolan askerlerin yedeğe ayrılmasını ve birikmiş aylıklarının ödenmesini istiyorlardı. Bu eylem, aylıkların ödenmesi, süresi dolanların terhis edilmesi ve savunma bakanı Celal Paşa’nın istifasıyla sonuçlandı. Bir kaç gün sonra da 2. Hassa Tümeni erleri, denizcilerle aynı olan talepleri yüzünden ayaklandı. Bu tümen, Abdülhamit’in en güvendiği askerlerinin bulunduğu tümendi ve mensupları aylıklarının kısmen daha düzenli ödeniyor olmasından dolayı diğer askerler tarafından kıskandırdı.
1908 devriminin az öncesinde başlayan asker ve subay isyanlarına katılanlar, mevcut siyasal rejimle öze ilişkin bir çelişki yaşamıyorlardı. Saltanata ve sultana bağlıydılar ama Abdülhamit’in çevresinde toplanan kötü niyetli ve vurguncu bürokratların padişahı kandırdığına inanıyorlardı. Eylemlerinden sonra taleplerinin karşılanması bu düşüncelerini pekiştiriyordu. 2. Hassa Tümeni’nin ayaklanmasına katılan askerler terhis hakkını elde ettiklerinde Abdülhamit iki yaverini görevlendirerek onları uğurlamıştı.
1906’da Arap ulusal mücadelesinin bastırılması üzerine, Yemen’e gönderilen askerlerin ayaklanması kuşkusuz ordu içinde baş gösteren en önemli ayaklanmaydı. Yemen çölleri daha önce gönderilen binlerce askerin cesediyle dolup taşmıştı. Gidenlerin yarısından çoğu dönmüyordu. Son olarak, Trabzon’dan, Yemen’e gönderilmek üzere yola çıkarılan 1600 askerin gemide isyan çıkararak firar ettiğinin haberinin alınması, imparatorluğu karıştırdı. Askerlerin bazılarının Arap askerlerinin yanına geçtiği söyleniyordu. İstanbul’a sık sık, asker firarları haberleri geliyordu. Bulgaristan’da tutulan 2. Kolorduya mensup subaylar ve askerler son derece ağır koşullarda görev yaptıklarını ileri sürerek firar etmişlerdi.
1906’daki Erzurum isyanını bastırmak için bölgeye gönderilen askerler de halka ateş açmayı reddetmişlerdi. Bu durum defalarca tekrarlandı, ülkede gelişen özgürlük hareketinden dehşete düşen Abdülhamit, isyanları bastırmak için emirleri sadakatle dinleyecek asker bulamıyordu. Erzurum isyanı sırasında dağıttığı bildirilerde, orduya bir çağrı yapan Erzurum Müslüman Komitesi, “Biz sizin ana babalarınız ve kardeşleriniziz. Maaş alamadığınız için bizim, yani sizin baba, kardeş ve akrabalarınız olan bizlerin, size para yollamak amacıyla ineğimizi, öküzümüzü ve toprağımızı satmak zorunda kaldığımızı biliyorsunuz. Sizi askerde beslerken biz 8-9 yıl içinde yıkılıyor, iflas ediyoruz… Size vur emri verdiklerinde subay ve amirlerinize itaat etmeyiniz. Vatanımızın, dinimizin ve şerefimizin kurtulmasını istediğimiz için bize yardımı reddetmeyiniz” diyordu. .Askerlere buna benzer birçok çağrı yapılmış ve üstlerine itaat etmemelerini isteyen bildiriler hazırlanmıştır.
Üsküp’te bulunan askerler 1907 Mayıs’ında ayaklandılar ve telgrafhaneyi bastılar. Devrimden iki ay kadar önce ise, denizciler tamamen hareket halindeydiler. Karavanaları   fırlatıp   atıyorlar,   görev   emrini dinlemiyorlar ve ayaklanıyorlardı. Terhis edilme istemleri kabul edilen denizci ve karacılar ise ordudan ayrılırken gösteriler düzenliyordu.
Makedonya’da başlayan devrimci ayaklanma bu koşullarda başladı. Bulgar çetecilerle sürekli savaş halinde olmaya zorlanma, yarı aç yarı tok sürdürülen kışla hayatı ve yabancı subayların emri altında çalışma, buradaki asker ve subaylar için artık çekilir gibi değildi. Makedonya’nın özel konumu ile askerlerin içinde bulunduğu koşullar, buradaki asker ve subayları, ülkenin diğer bölgelerinde bulunan birliklerde olduğundan çok daha fazla Jön Türk propagandasının etkisine açık hale getirmişti. O yıllarda Makedonya’da bulunan Grajdanskiy Ajansı yöneticisi Petryayef şöyle yazıyordu: “Devrim hareketi hemen tüm subayları kaplamış durumda. Gerek kendi aralarında, gerekse yabancılarla konuşurken şimdiki yönetimi hiç çekinmeden sert bir şekilde eleştiriyorlar. Garnizon bulunan taşra kentlerinin çoğunda, aydın subaylar polis gözetiminde ve sansür engeline rağmen, politik çevrelerle ve yurt dışındaki Jön Türk yöneticileriyle canlı bir ilişki içindeler.” (Aktaran Y.A. Petrosyan, Sovyet Gözüyle Jön Türkler, Bilgi yayınevi, 1974, s. 303.)
1908 yılı geldiğinde Jön Türk subaylarının silahlı ayaklanması başladı. Bu dönemde, Resne Garnizonu subaylarından Niyazi Bey’in, ülke halkının çektiği tüm acıların despotik rejimden ve yabancı devletlerin bölge halklarını kışkırtmalarından kaynaklandığını, belirttiği bir bildiriyi yazarak, maiyetiyle birlikte, alayın silahlarını ve kasasını ele geçirerek dağa çıkması, daha sonra Meşrutiyetin sembolik eylemlerinden biri olarak anılacaktır. Başlangıçta, Niyazi ile birlikte dağa çıkanların sayısı elli civarındayken daha sonra artarak üç bine ulaşmıştır. Bir süre sonra Manastır’ı işgal eden Resneli Niyazi ve arkadaşlarını daha sonra başkaları da takip etti. Tikveş bölgesinde iki bölükten oluşan bir isyancı birliği oluşturuldu. Binbaşı Enver’le birlikte dağa çıkan subaylar, Tikveş Dağları’nda eylemlerini sürdürmeye başladılar.
Üçüncü Ordu, tamamen sarayın denetiminden çıkmış ve Jön Türk devrim dalgasının önüne geçmişti. Bu dalgayı bastırmak için İzmir’den gönderilen 27 tabur asker, daha gemilere bindirilmeden önce Jön Türklerin propagandasından etkilenmiş bulunuyorlardı, isyanı bastırmak için gönderildikleri yere geldiklerinde, askerler saf değiştirip isyancı birliklerin safına katıldılar.
İsyancılar birer birer kentleri ele geçiriyorlardı. Selanik, Manastır ve Üsküp’te iktidar devrimcilerin eline geçmişti. Her yerde mitingler yapılıyor, asker ve sivil Jön Türkler yaptıkları ateşli konuşmalarla halka özgürlük ve eşitlik vaatlerinde bulunuyorlardı.
Makedonya’daki ayaklanmayı, önemli bir olay tetiklemişti. Bu sıralarda Rus ve İngiliz emperyalistleri, bölge üzerine pazarlık yapmak için Makedonya’da bir araya gelmişlerdi. Bu, Jön Türklerin Pan-Osmanlıcı ideallerinin etkisi altındaki genç subay ve askerlerin duygularını kışkırtmış, imparatorluk topraklarının Abdülhamit’in inisiyatif gösterememesi yüzünden elden gider hale gelmesine içerlemişlerdi. Ama bir şey daha vardı; Avrupalı emperyalistler, Osmanlının kapitalist sisteme entegre olmasını sağlayacak olan siyasi değişiklikleri destekliyorlardı. Abdülhamit, içeride gelişen muhalefetin baskısına daha fazla dayanamayarak, Reval’de alındığı kıskacı mevcut koşullarda kıramayacağını da düşünerek, İstanbul’da, Meşrutiyeti ilan ettiğini açıkladı. Makedonya’da fiilen gerçekleştirilen Meşrutiyet böylece İstanbul’dan da teyit edilmiş oldu.

HALKLAR HAPİSHANESİNDE İSYAN
Makedonya’da Jön Türklerin fiilen ilan ettiği Meşrutiyet, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı Balkanlar’da uzun zamandan beri milli mücadele veren, ayrılıp kendi ulusal devletlerini kurmak isteyen ulusları sevindirmişti. Çünkü Jön Türkler ülkede yaşayan bütün halklar için özgürlük ve eşitlik vaat ediyorlardı. Gerçekte ise, Türk komprador burjuvazisinin çıkarlarını gözeten yerli bir hareket olarak Jön Türk hareketinin eşitlik vaadi, ayrılma eğilimine girmiş bulunan ulusları, Osmanlı şemsiyesi altında tutmayı amaçlıyordu. Kuşkusuz bu, boşuna bir çabaydı. Çünkü ok yaydan çıkmıştı; ittihat ve Terakki örgütünün bünyesinde diğer uluslara mensup çok sayıda üye olmasına karşın, Ermeni, Arap, Yunan, Arnavut, Bulgar ulusları kendi öz ve ulusal örgütlerini kurmuşlar ve saraya karşı ayrılıkçı muhalefetlerini sürdürmekteydiler. Bu uluslar, ulusal ayrımları tanımaya ve Pan-Osmanlıcı bir ideolojiyle donanmış olan mevcut Jön Türk örgütlerinde ve bu örgütlerin en kapsayıcı ve kitlesel olanı İttihat ve Terakki örgütünde, kendi ulusal taleplerini ifade edebilecek bir potansiyel göremiyorlardı.
Öte yandan, Jön Türk, bağımsızlık istemiyle ortaya çıkan milli hareketlere karşı hep uzak durmuş olsalar da 1908’e yaklaşırken ve özellikle, 1907’de yapılan Osmanlı Liberalleri İkinci Kongresi sonrasında, ulusal mücadele veren örgütlerle ortak politik hedef doğrultusunda eylem birliği yapma kararı almaya yanaşmışlardı. Ulusal devletlerini kurma hedefi güden değişik uluslara mensup burjuvalar, devrime çok az bir zaman kala ortak düşmana karşı ortak mücadele vermek gerektiğine az çok ikna olmuşlardı. Dolayısıyla, Jön Türk devrimi, imparatorluk topraklarında yaşayan bütün ulusların, toplamı alındığında etkili ve zorlayıcı bir güç oluşturduğu görülecek olan, ayrı ayrı çabalarının ve aynı düşmana vuran farklı örgütlerin ortak ürünüdür. Ayrı örgütlerin ortak ürünü olmasının bütün handikaplarını da taşıyacaktır.
Makedonya’da patlayan devrim sırasında Jön Türkler, Bulgar, Yunan ve Sırp milliyetçilerine, Meşrutiyet için ortak mücadele etme çağrısında bulunmuşlardı. Bu çağrı, coşkulu devrim günlerinde çağrı yöneltilen kesim tarafından ilgiyle karşılandı ve olumlu yanıt verildi. Ama her iki kesimin birbirinden beklentisi farklıydı. Meşrutiyetin ilanından sonra Jön Türkler, ayrılıkçıların silahlarını bırakmalarını istediklerinde, milliyetçiler silahlarını Türk yetkililere değil, ancak kendi ulusal komitelerine bırakmayı kabul ettiler.
Meşrutiyet, ulusal mücadele yürüten kesimler için gerçekleşip gerçekleşmeyeceği kesin olmayan bazı talepler için umut durumuna gelmişti. Ancak, azınlıklarda gelişen ulusal bilinç şimdiye dek Pan-Osmanlıcı görüşleri savunan Jön Türk eylemcileriyle girilen ilişkiden, çıkan sonuçlara bakılarak kuşkulu davranmayı gerektiriyordu. Mevcut siyasi iktidarın geçen yüzyılın sonlarında Ermenilere uyguladığı kırım politikası, Mora ve Girit’te ayaklanan Rumlara ve Bulgar isyancılara yönelik saldırılar ve son olarak da Yemen’de olanlar unutulmamıştı ve üstelik İttihat ve Terakki örgütü, bu siyasi iktidarın radikal tasfiyesini öngörmüyordu.
Yine de Meşrutiyet, Yunanistan’da, Arnavutluk’ta, Suriye’de ve diğer bölgelerde Müslüman ve Hıristiyan bütün halklar tarafından coşkuyla kutlandı.
Azınlıkların, İttihat ve Terakki örgütünün nasıl bir ulusal politika izleyeceğini görmek için fazla beklemeleri gerekmedi. Devrimi izleyen günlerde, Üsküp’te ayaklanarak Arnavutluk’a özerklik isteyen köylü kitlelerine gözdağı verildi. Üsküp tepelerine Türk topçuları ve piyadeleri yerleştirildi. Abdülhamit’in Ermeni politikası aynı şekilde sürdürüldü.
Osmanlı İmparatorluğu içindeki ulusların bağımsızlık ve özerklik taleplerinin ortaya çıktığı zamanlar, Avrupa’da da milli mücadelelerin ve ulusal birleşme kavgalarının sürdüğü yıllardı. İtalyan Birlikçileri’nin girdiği mücadele yeni bitmiş, Avusturya-Macaristan ve Prusya’da da ulusal savaşlar verilmişti. Avrasya haritasındaki eski sınırlar siliniyor ve şimdi, başka sınıfsal ve ulusal dengeleri ifade etmek üzere yeni sınırlar çiziliyordu.
Osmanlı topraklarının yanı başında gelişen bu ilişkiler, imparatorluk sınırlan içinde ortaya çıkan yeni ulusal ve sınıfsal dinamiklerin, olgunlaşmasını, biçimlenmesini ve bir dünya sistemi haline gelmeye başlayan kapitalizme entegrasyonun hızlandırılmasını dışarıdan etkileyen bir unsur olarak tezahür ederken; içeride de ayrı ayrı milliyetlere mensup ticaret burjuvazisinin kendi ulusal devletlerini kurma potansiyelleri de açığa çıkmaktaydı. Kuşkusuz emperyalistler için Osmanlı toprakları, yeterince değerlendirilmemiş bakir bir pazardı. Her biri, bu topraklarda yaşayan halkların lokalize oldukları bölgenin kültürel ve ulusal özelliklerini dikkate alarak, bu uluslarla değişik düzeylerde ilişkilere girmişlerdi. Örneğin Balkanlar’da yaşayan Slav halklar, hem ulusal köken bakımından hem de yerleşim bölgelerinin Rusya için Avrupa’ya bir geçit ve tampon oluşturma özelliği taşıması bakımından Çarın ilgi sahasına giriyordu. Rusya bu nedenle Yunan, Sırp ve Bulgar ulusal hareketlerini desteklemekte yarar görüyordu.
Diğer yandan, ticaret ve tefecilikten bir servet biriktirmiş olan ve emperyalist sermayenin yurt içindeki acenteliğini yapan Rum ve Ermeni tüccarlar, kapitalist iç dinamiklerin gelişmesinin önünde engel oluşturan feodal bürokrasiyi tasfiye etmek ya da üzerinde denetim kurabilmek istiyorlardı. Türk ve Müslüman tebaa sarayın gözdesi durumundayken -ideolojik düzeyde böyleydi bu, gerçekte Türk uyruklu tebaa da sultanın zulmü altındaydı- Rum, Yahudi ve Ermeniler ikinci dereceden uyruk olarak değerlendiriliyordu. Teokratik bir devlet olan Osmanlı İmparatorluğu’nda başka dinlerden olan kesimler ideolojik olarak dışlanıyor üvey evlat muamelesi görüyorlardı. Azınlıklar, son yüzyılda ekonomik ilişkilerin kendileriyle bağlantı halinde sürdürülebileceğini fark eden ve bu ilişkileri kuran batılı emperyalistler aracılığıyla kısa zamanda güçlenmişler ve bu güçlenmeyle doğru orantılı olarak eski devlet mekanizması içinde kendilerini ifade etmeleri olanaksız hale gelmişti. İdeolojik ve ekonomik ihtiyaçları onlara, ulus devlet halinde örgütlenme talebini dayatmıştı. İç bölgelerdeki ticareti, elinde tutan Türk tüccarlar da gelişmekte böylece azınlıkların yanı sıra bir yerli burjuvazi de oluşmaktaydı.
Değişik ulusların kendi milli burjuvalarını yaratarak imparatorluktan ayrılma istekleri, Osmanlı’nın terörüne maruz kaldı.
Azınlıkları bir yandan dışlarken diğer yandan kendilerini ulusal kimlikleriyle ifade etmelerini engelleyen Osmanlı sultanları ülkeyi bir halklar hapishanesine çevirmişti. Ancak, 1800’lü yılların başlarında ortaya çıkan ulusal ayaklanmaları tamamen bastırma gücünden yoksun olan ve bu konuda büyük devletleri kendi karşısına almaya cesaret edemeyen padişahlar, halkları birbirine kırdırma yolunu da seçerek bu hapishane içindeki yaşamı, uluslar için daha da katlanılmaz hale getirdiler. Doğudaki Ermeni mücadelesinin üzerine sürülen silahlandırılmış Kürt birlikleri; Hamidiye Alayları bunun en iyi örneğidir. Ermeniler, sultanın terörüyle katledilirken içeriden hiçbir tepkinin gelmemesi de ilginçtir. Ama öte yandan, doğuda uygulanan soykırım sonucunda ticaretin Türk ve Müslüman ahalinin eline geçtiği düşünülürse bu durum çok da şaşırtıcı değildir.
Ticaret burjuvazisinin önderliğinde verilen anti-feodal ve ulusal mücadelenin en önemli müttefiki köylülüktü. Balkan ülkelerinde, ayaklanma nedenlerinden birisini de toprak talebinin oluşturduğu köylüler, kendi yazgılarını bağladıkları ulusal mücadelenin, içinde bulundukları yoksulluğu def edeceğini düşünüyorlardı. 1908’de güç birliği yapan değişik uluslardan eylemcilerin, Meşrutiyet hedefine yönelmiş ilgilerini bu köylü kitleleri de benimsemişti. Meşrutiyetin hiç değilse, ağırlaşan vergileri kaldıracağını umuyorlardı. En acil sorunları buydu. Ancak Meşrutiyetin ilanından sonra vergi vermeyi reddeden Makedonyalı köylülerin vergileri Jön Türkler tarafından, silahlı askerler tarafından zorla toplandı. Çünkü zaten Jön Türklerin bir ayağı feodal mutlakıyetçi iktidarla, toprak ağalarına dayanıyordu.
Ulusal mücadeleler, feodalizmden ve saltanattan kurtulma isteğinin bir ifadesi olarak hemen bütün ulusları harekete geçirmiş olsa da ve bu milliyetçi çabalar 1908 devrimine yaklaşılan son aylarda Jön Türk programına kendilerini kanalize ederek eylem birliği içine girmiş olsalar da, feodal iktidara yönelik tepki çevresinde ortak ve koordine edilmiş bir işbirliğine girme eğilimini, baştan beri göstermediler. Jön Türk devrimi, ülke içindeki ayrılıkçı eğilimlerin oluşturduğu sosyal durum ve ilişkileri bir bakıma içererek, ama daha ilk tahlilde bunları tanımayarak gerçekleşti. Sadece ulusal değil, dinsel olarak da bölünmüş ve bu ayrılıkları saray tarafından kışkırtılmış olan halklar arasında, son yıllara gelindiğinde derin uçurumlar oluşmuştu. Bir tek, Meşrutiyetin ilan edildiği hafta boyunca Sırp, Yunan, Bulgar milliyetçileriyle Türk meşrutiyetçiler arasında bir yakınlaşma doğdu. Ama bu kesimler birbirlerine sarılıp “kardeşleşirken” herkesin kafasından başka bir şey geçiyordu. Jön Türkler, Meşrutiyetin ulusların huzursuzluklarına son vereceğini ve Pan-Osmanlıcılık ideali altında bütün ulusların toplanmaya rıza gösterebileceğini düşünüyor, milliyetçiler ise Meşrutiyetin ulusal özerklik taleplerinin gerçekleşmesi için bir olanak sağlayacağını, bir sıçrama taşı olabileceğini sanıyordu.
Jön Türkler ulusal mücadelelerin radikal kopma eğiliminden etkilenmişler, bu eğilimler onları yer yer radikal kararlar almaya zorlamıştır. Bu konuda Ermeni Taşnak örgütünün önemi oldukça fazladır.
1894 yılında, Ermeni ayaklanmasının kanla bastırılması üzerine İstanbul’daki Ermeniler Babıâli’ye yürümüşler, Osmanlı Bankası’nı basmışlardı. Bu hareket, Ermenilere pahalıya mal olmuş, Abdülhamit, Ermenilere İstanbul’da da savaş açmıştı. İttihat ve Terakki örgütü ise kendi inisiyatifi dışında gelişen Babıâli gösterisi karşısında, paniğe kapılmıştı. Örgütün kurucusu İbrahim Temo’nun hazırladığı bildiride, Ermeniler hem kınandı hem de bu mücadeleye ittihat ve Terakki örgütü adına sahip çıkıldı. Babıali’ye baskın düzenlenecekse bu, Jön Türkler tarafından veya onların bilgisi dâhilinde yapılacaktır; saraya saldırılacaksa bu da onların işidir! Temo şunları yazmıştı: “Müslüman ve yurtsever Türkler! … Ermeniler öylesine yüz buldular ki, tüm yabancılara saygıdeğer devletimizin en yüksek katı olan Babıâli’yi basıyorlar… Bu küstah hareketler, yurtsever ordumuzun üzüntü nedeni olmaktadır. Ancak, bu meydan okurcasına bu acı ve üzüntü veren hareketler despotların, pis yöneticilerin ezgi ve baskı yapmalarına neden olmaktadır. Biz Türkler, tüm Osmanlılar gibi, bu despotik yönetimden kurtulmak istiyoruz. Örgütümüz bu amaç uğruna eylem yapıyor. Gelin bugün Babıâli’ye yürüyelim ve Ermenileri kınayalım. Ezginin, kıyıcılığın merkezi olan şeyhülislamın konağına ve Yıldız sarayına saldıralım despotları ortadan kaldıralım, yok edelim.” (Y. A. Petrosyan age, sf.180)
Ermeni milliyetçi hareketi ve sarayın bu hareketi bastırmak için uyguladığı mezalim, Jön Türk devrimcileri için iki bakımdan uyarıcı oldu. Muhalefetlerinin içeriği, kıyım, Abdülhamit rejiminin gerçek yüzünü görmelerine olanak sağladığı için giderek belirlendi, diğer yandan da radikal Ermeni örgütleriyle ittifak yapmaları kaçınılmaz hale geldi. Bu oldukça tartışmalı ve gevşek bir birlikti ama iki Jön Türk örgütünün Ermenilerle birlikte yaptıkları İkinci Osmanlı Liberalleri Kongresi’nde, alman kararlar bir ölçüde Ermeni radikalizminin izdüşümü oldu. Elbette uzlaşmanın kapsamı belliydi; Meşrutiyet perspektifi fazla zorlanamadı, Abdülhamit üzerinde konuşulmaması kararı alındı ama mücadele yöntemlerinde silahlı ayaklanmanın örgütlenmesi gibi bir madde kabul edildi. Ama zaten ülke içindeki koşullar da bunun için olgunlaşmıştı.

MEŞRUTİYET’E DOĞRU AYDINLAR
İkinci Osmanlı Liberalleri Kongresi’nde, üzerinde mutabık kalınan mücadele yöntemleri şunlardı: Baskıya karşı silahlı direnme, hükümet görevlileri ve polis görevlileri de dâhil olmak üzere politik ve ekonomik grevlerle silahsız direnme, askerin halk ve devrimci gruplar üzerine yürümesini engelleyecek gibi ordu içinde propaganda, gerekirse toptan ayaklanma, durum ve koşullara göre diğer eylem biçimleri. Bu kararlar 1907 yılının Aralık ayında alınmıştır ve temmuz ayında ilan edilecek olan meşrutiyete daha yedi ay vardır. Dört Tıbbiyeli öğrencinin kurduğu İttihat ve Terakki örgütü, süreç içinde gelişip genişleyerek, bir halk ayaklanmasını organize etme kararının altına imza atabilecek duruma gelmiştir. Ama örgüt, bütün bu ayaklanma ve silahlı eylem kararlarına; genel olarak eylem ve harekât planlarındaki radikalleşmeye karşın siyasal taleplerin ileri götürülmesini sağlayamamıştır. Jön Türkler başlangıçta, örgütsel faaliyetlerine yön veren politik ilkelerini onca silah şakırtısına karşın geri bir noktada tutmuşlar; üç beş aydın kadronun düzenleyeceği bir komployla padişahın değiştirilmesi düşüncesini, devrimin arifesinde, halk ayaklanması fikriyle değiştirmelerine karşın, yine de feodal siyasi gücün radikal olarak tasfiye edilmesi gerekliliğine ikna olamamışlardı.
Örgütün doğum tarihi 1889’dur. Ama meşrutiyet idealleri ile örgütün faaliyetlerine yön verecek olan ideoloji, bu tarihten daha önce doğmuştur.
1839’da Tanzimat’ın ilanından sonra başlayan eğitim hamlesi sırasında açılan yüksek okullar, ittihat ve Terakki örgütünün ilk kadrolarının kaynağı olmuştur. Bu okullarda, şimdiye dek olduğu gibi din eğitimi değil, batılı eğitmenlerin gözetiminde meslek eğitimi verilmektedir. Bir de, 1821’de Yunan ayaklanmasına kadar Rumların tekelinde tutulan ve Osmanlı İmparatorluğu’nun dış yazışmalarını yöneten tercüme bürosunun, Yunan ayaklanmasından sonra güvenlik nedeniyle boşaltılmasından sonra bu büroya yerleştirilerek, yabancı dil öğretilen aristokrat genç aydınlar bu hareketin ideolojik öncüleri oldular. Tanzimat aydınlan Namık Kemal, Şinasi ve Ziya, tercüme bürosunda eğitim görmüşlerdir. Bu aydınların bazıları, en başta Şinasi, 1848 Fransız ihtilalinin tanığı olmuş, Namık Kemal, Avrupa’daki fikir hareketlerinin ve sosyal çalkantıların yerinde tanığı olmuş, diğerleri de basın yoluyla Avrupa’da olup bitenleri izlemiştir. Fransa’da esen özgürlük rüzgârları, Fransızca bilen, iyi eğitim görmüş, “batılı” değerleri içselleştirmiş olan bu ayrıcalıklı sınıflara mensup aydınlar tarafından ülkeye taşınmıştır. Çıkardıkları gazeteler, yazdıktan makaleler ve tiyatro oyunlarıyla, Rousseau, Moliere ve Voltaire’den çevirdikleri eserlerle, yeni toplumsal değerleri, çağdaş ahlaki normları savunan aydınlar bu çabalarının bedelini, sürgünde uzun yıllar kalarak ödemek zorunda bırakılmışlardır.
Oysa siyasi olarak talep ettikleri fazla bir şey yoktur. Bir anayasanın hazırlanması ve padişahın yetkilerinin azaltılmasıyla yetineceklerdir. Şeriat hükümlerini, Fransız devriminin ilkelerine uydurmaya uğraşarak düşüncelerini ve eylemlerini meşrulaştırmaya çalışmaktadırlar. Dindardırlar ve süreç içinde “vatan” kavramını idrak ederek önce Osmanlıcı sonra da milliyetçi olacaklardır. Bir iki komplo yaparak padişahları değiştirmişler; arkadaşlarından biri, Ali Suavi, 5. Murat’ı tahta çıkarmak için Çırağan Sarayı’na düzenlediği bir saldırı sırasında öldürülmüştür.
Tanzimat aydınlarının istekleri, 1876’da padişahın anayasayı yürürlüğe koymasıyla az çok karşılanmış, 1. Meşrutiyet dönemi başlamıştır. Ancak çok geçmeden, Abdülhamit, Genç Osmanlıların bütün kazanımlarını ortadan kaldırarak koyu bir baskı dönemini getirecektir.
1. Meşrutiyet’in karşılayamadığı taleplerin gerçekleştirilmesi, anayasaya konulması, başarılamayan kimi hükümlerin gündeme getirilmesi ve kısa zamanda tırpanlanan kazanımların geri alınması bu karanlık istibdat döneminde örgütlenmeye başlayan Genç Osmanlı aydınlarının, temel sorunu olacaktır.
Bu amaçla okullarda başlayan örgütlenme faaliyeti, Abdülhamit’in muhbir ve ajanları tarafından sık sık gammazlandığı için öğrenci önderlerinin çoğu, başlangıçta yayın etkinliği olarak devam eden mücadelelerini yurtdışından sürdürmek zorunda kaldılar. Taşkışla’da sürekli oturum halinde olan Divan-ı Harp, okullarda en küçük bir kıpırtı göstermeye yeltenen öğrencilerin yakalanıp yargılanmak üzere getirildiği bir kurumdur. 1908’e dek birçok öğrenci Taşkışla’da yargılanır, okullarından uzaklaştırılır. Yine de, bu tarihe gelinceye dek birçok yüksek okulda bu baskılan göğüsleyen öğrencilerin düzenlediği boykotlar yapılır ve kurulan gizli cemiyetlerin üye sayısı durmadan artar. Mülkiye, Harbiye, Tıbbiye dışındaki diğer okullarda da; bahriye ve topçu mektepleriyle Darüşşafaka Lisesi’nin öğrencileri de örgütlenmişlerdir. Bu öğrenciler vasıtasıyla Jön Türk yayınları elden ele dolaşır, yenilikçi fikirler yayılır.
Jön Türk hareketinin en önemli örgütü olan İttihat ve Terakki, ulusal ve sınıfsal bakımdan homojen olmayan bir kadro yapısına sahiptir. Bu yüzden, örgüt mensupları arasında ortak bir irade oluşamamıştır. Aydınların, Avrupa’da gelişen burjuva düşünce akımlarını şeriat ilkeleriyle harmanlamaya çalışmaları, onların bir ayaklarının batıda gelişen çağdaş sınıf ilişkilerinin bulunduğu platformda bulunduğunu gösterirken diğer yandan da saltanatla ilişkilerinden ve feodal bürokrasi ve toprak düzeninden kopmak istemediklerinin göstergesi olmuştur. Yine aynı nedenden, örgüt, 1871’de Paris Komüncüleri’nin yanıbaşında savaşacak kadar, o zamanlarda çekim merkezi olmaya başlayan bilimsel sosyalizmden etkilenen unsurlardan, reformcu ılımlı aydınlara kadar geniş bir yelpaze içinde bulunan aydınları bünyesinde içerebilmiştir. Aydınlar arasında dönemin bütün fikir akımları temsil edilebilmektedir. Jön Türklerin, bu siyasal ve sınıfsal heterojenliği örgütün kararsızlığının ve tutarsızlığının en büyük nedeni olmuş ve son tahlilde ülkede cereyan eden eğilimler ticaret burjuvazisinin politik hedeflerine doğru akmıştır.
Örgütün kurucuları, İtalya birliği için mücadele eden Mazzini’lerden esinlenmiş, Macar devrimini incelemiş, Polonyalı devrimcilerle ilişkiye geçmişler, yurtdışında bulundukları süre içinde de 1. Enternasyonalin faaliyetlerini yakından takip etmişlerdi, ittihat ve Terakki örgütünün programını hazırlarken İtalyan Carbonari örgütüne öykünmüşler; bütün bunlarla da Avrupa’daki ulusal ve devrimci mücadelelerin mirasına, bunları, elbette Osmanlıcaya çevirerek sahip çıkmışlardı. Bazı Jön Türk liderleri, Lenin’le tanıştıklarını söyleyerek gururlanıyorlardı.
Jön Türk hareketi, bir dönem Kahire’de Mizan adını taşıyan bir dergiyi çıkardığı için Mizancı Murat olarak tanınan bir Jön Türk’le, Fransa’da Meşveret dergisinin başında bulunan Ahmet Rıza arasında iki merkeze bölünmüştü. Bu iki odak çevresinde toplanan Jön Türklerin, politik olarak birbirlerinden hiçbir farkı yoktu. Ama Mizancı Murat, padişahın bir takım vaatlerine kanarak yurda dönmeyi kabul edince kendi siyasi hayatını bitirecek, bundan sonra meydan, Jön Türkler arasında pozitivist görüşleri nedeniyle sevilmeyen Ahmet Rıza’ya kalacaktır. Dolayısıyla, Jön Türkler, Ahmet Rıza’nın da etkisiyle “düzen içinde ilerleme”yi savunan pozitivist görüşlerin etkisine girecekler, ideolojik biçimlenmelerini pozitivizm belirleyecektir.
Ahmet Rıza’nın, sonradan meydana çıkan ve aykırı fikirler savunan Prens Sabahattin ile olan çelişkisi de, Sabahattin’in fazla sebat gösterememesi yüzünden Rıza’nın inisiyatifinin güçlenmesine yol açmış; Prens Sabahattin, giderek meşveretçiler için tehdit edici bir unsur olmaktan çıkmıştır. Prens Sabahattin, sarayla doğrudan doğruya bağlantısı olan bir Jön Türk’tür ve Ahmet Rıza gibi Pan-Osmanlıcılığı savunmakla birlikte onu az çok Ermeni yandaşı kılan, azınlıklara ademi merkeziyetçi bir yönetim hakkı tanınması yönünde görüşleri vardır. Diğer yandan, sarayla göbek bağını koparmaya hiçbir zaman yanaşmasa da, Ahmet Rıza’nın bütün ekonomik manevraların devletin himayesinde yapılmasını savunmasına karşın o, serbest piyasayı ve “teşebbüs-i şahsi”yi yüceltmektedir. Sabahattin bu görüşleri yüzünden, Jön Türklerin Ahmet Rıza’cı kanadıyla bir arada bulunmasının olanağı kalmayınca, arkadaşlarıyla birlikte İttihat ve Terakki örgütünden ayrılarak Teşebbüs-i Şahsi ve Âdemi Merkeziyet adında bir örgüt kurmuştur ve bu örgüt, ittihat ve Terakki’den sonra en büyük Jön Türk örgütüdür. İşte, 1907’de toplanan İkinci Osmanlı Liberalleri Kongresi’nde, İttihat ve Terakki örgütü ve Ermeni örgütleriyle birlikte güç birliği yapma kararına ve yukarıda saydığımız eylem biçimlerine imza atan üçüncü örgüt, Prens Sabahattin’in örgütüdür; Osmanlı aydınlarının bir kısmı, köken olarak feodal aristokrasiye mensup olan bu saraylı aydının peşinden gitmiştir.
İster Ahmet Rıza’nın grubunda, ister Sabahattin yanlısı olsunlar ya da mevcut diğer Jön Türk örgütleri içinde mücadele etsinler dönemin Osmanlı aydınları, Tanzimat’la saraya  kabul ettirilen ve 1876 Anayasası’nda ifade edilen ama her seferinde rafa kaldırılan anayasal ilkelerin tanınması için mücadele etmekteydiler.
1876 Anayasası, kişisel özgürlüğü, din ayrımı olmaksızın imparatorluğun tüm uyruklarının yasalar önündeki eşitliğini, menkul ve gayrimenkullerin güvenliğini, mesken dokunulmazlığını, vergilerin ve yasalara dayanan haraçların orantılı dağılımını, angaryanın, el koymanın ve baskının kesinlikle yasaklanmasını, basın özgürlüğünü, ilköğrenimin zorunluluğunu, imparatorluğun bütün uyruklarına imparatorluğun resmi dili olan Türk dilini bilmek koşuluyla, devlet görevinde çalışma hakkını hükme bağlamıştı.
Mithat Paşa’nın, hazırlanmasında katkıda bulunduğu anayasanın ilk taslağında bulunan ve burjuvazinin saray üzerindeki denetimini ve egemenliğini arttıracak olan “Osmanlı uyruğunda olanlar, özel bir yasaya göre vatana yararlı olacak her tür ticaret ve endüstri şirketi kurma hakkına sahiptir, bu işte hükümet her türlü kolaylığı sağlayacaktır” maddesindeki ilk bölüm kabul edilirken ikinci bölüm yani hükümetin ticaret ve endüstriye her türlü kolaylığı sağlayacağı garantisini formüle eden kısım, çıkarıldı. Bu anayasa sayesinde, işgücünün özgürleşmesini ve piyasaya çıkmasını engelleyen feodal angaryanın ortadan kaldırılmasını, ticaret ve endüstri tesislerinin kurulmasını, can ve mal güvenliğinin sağlanmasını güvence altına almış olmak önemli bir gelişme olmuştur. Ancak anayasanın tanınıp tanınmaması, ekonomik düzenlemenin yapılıp yapılmaması tamamen sultanın keyfine bırakıldığı ve kurulması öngörülen meclis, ağırlığı olan politik bir denetim organı olarak hiçbir zaman çalıştırılamadığı için ve zaten sultan tarafından her an feshedilebilir durumda olduğu için; ayrıca 1908’e kadar, enerji, sadece anayasanın tanınması perspektifine akıtılmak suretiyle heba edildiği için aydınların 1839’dan beri sürdürdükleri mücadele oldukça sancılı geçmiştir ve her seferinde iktidarı almaktan vazgeçerek, daha doğrusu bunu hiç düşünmeyerek saray seçkinlerine bel bağlamışlardır. Karl Marx, şubat 1878’de, 1. Meşrutiyetten ve Anayasanın ilanından iki yıl sonra, V. Liebknecht’e  Türklerin, Rusya karşısında büyük bir hezimete uğradıkları Kırım savaşının ertesinde yazdığı bir mektupta Türkleri, … devrimi zamanında yapmamış olmakla ve rejimin yönetimini tekrar saray içindeki seçkinlere bırakmakla eleştirir. Marx, bunu, “Rus kabinesinin bizzat kendisine karşı savaş yönetmesi gibi bir şey” olarak nitelemektedir.
Jön Türk aydınlarının sarayla ilişkilerini kesememesi, hareketin önüne geçen ticaret burjuvazisinin nesnel durumuyla, ülke içinde Osmanlı İmparatorluğu’nun 600 yıllık iktidarı döneminde, yerleştirilmiş olan dinsel-ideolojik hegemonyanın, biçimlendirilmesindee rol oynadığı sosyal ilişkilerin düzeyi ile ilişkilidir.
Ancak, aydınlar, ideolojik tutarsızlıkları ve kararsızlıkları yüzünden ellerine geçen fırsatları değerlendirmediler ve Jön Türk devriminin ideolojik atmosferi bu yalpalamalar bedeniyle karartıldı. Her zaman geç kalmışlardı; sahneye çıktıkları zaman da her şeyi yarım bırakmayı tercih ettiler. Onların 1839’da, komplocu-radikal Ali Suavi ile başlayan serüvenleri 1908’de silahlı ayaklanmacı Resneli Niyazi’nin dağa çıkmasına evrilinceye kadar, ayaklarını epey sürüdüler ama dipten gelen dalga onları 1907’de İkinci Osmanlı Liberalleri Kongresi’nde ayaklanmayı planlama, silahlı direnme, politik ve ekonomik grev yapma kararları almaya zorladı.
1908’de iktidara geldiklerinde ise, sonra halklar üzerinde kullanmak üzere Abdülhamit istibdadını devraldılar. Ama onlar tarihi yaparken, sübjektif niyetlerinden bağımsız olarak toprağa düşen özgürlük tohumları, onlara rağmen yeşerecek; özgürlük hareketinin Jön Türk etkilerinden kurtulması süreci ise sancılı geçecektir.
Modern Türkiye’nin aydınlan, uzun süre, 1970’lere gelindiğinde bile, Jön Türklerin önlerine koydukları meseleleri tartışmaya devam ederek büyüdüler. Bu nedenle 1970’lerde YÖN ve MDD hareketinin devraldığı kimi ideolojik unsurları, gelişen radikal devrimci hareketin temizlemesi zaman aldı. Jön Türklerin devletten bağını bir türlü kesemeyen muhalefetlerinin içeriği, aynı ilkel biçimiyle uzun süre devrimci-komünist hareketi önceleyen sürece egemen oldu. Jön Türk devriminde o zamanki koşullara uygun olarak önemli bir rol üstelenen ordu, 1960 darbesi karşısında küçük burjuvaziyi, kökeni tarihsel olan bir beklentiye yöneltmişti. Jön Türklerin tamamlayamayarak yarıda bıraktıkları demokratik devrimin, tekelci burjuvazinin devletinin, militarist aygıtının iyi unsurları tarafından gerçekleştirileceği yanılsaması, kimilerinde 1980’e kadar bile sürdü.
Oysa demokratik devrim sorununu çözecek ve sonuna kadar götürecek tek sınıf, Türkiye’de burjuvaziyle birlikte tarih sahnesine çıkan proletaryaydı. Burjuvazinin, onun ufkunu Jön Türk-Kemalist devletçi bir perspektifle sınırlama konusundaki girişimleri şimdi, artık boşa çıkarıldı.

* * *
Özgürlük Dünyası’nın gelecek sayısında, Jön Türk devriminin sosyal içeriği içinde önemli bir yer tutan kadın eylemlerine ve bu dönemi, oluşturdukları literatürle ideolojik bakımdan etkileyen burjuva aristokrat kadınların, entelektüel faaliyetlerine değinilecektir.

Ocak 1994

“Dünya Devrimi” Kavramı Üzerine

1. BURJUVAZİNİN “DÜNYA DEVRİMİ”
Komünist Manifesto’da şunlar yazılıdır: “Modern sanayi, Amerika’nın keşfinin temellerini attığı dünya pazarını kurdu. Bu pazar, ticarete, gemiciliğe, kara ulaştırmacılığına büyük bir gelişme kazandırdı. Bu gelişme de, sanayinin yayılmasını etkiledi ve sanayinin, ticaretin, gemiciliğin, demiryollarının gelişmesine orantılı olarak, burjuvazi de aynı oranda gelişti, sermayesini artırdı ve ortaçağdan kalma bütün sınıflan geri plana itti…
Ürünleri için sürekli genişleyen bir pazar gereksinmesi, burjuvaziyi, yeryüzünün dört bir yanına kovalıyor. Her yerde barınmak, her yere yerleşmek, her yerde bağlantılar kurmak zorundadır.
Burjuvazi dünya pazarını sömürmekle, her ülkenin üretimine ve tüketimine kozmopolit bir nitelik verdi. Gericileri derin kedere boğarak, sanayinin ayakları altından üzerinde durmakta olduğu ulusal temeli çekip aldı. Eskiden kurulmuş bütün ulusal sanayiler yıkıldılar ve hâlâ da her gün yıkılıyorlar. Bunlar, kurulmaları bütün uygar uluslar için bir ölüm-kalım sorunu haline gelen yeni sanayiler tarafından, artık yerli hammaddeleri değil, en ücra bölgelerden getirilen hammaddeleri işleyen sanayiler, ürünleri yalnız ülke içinde değil, yeryüzünün her kesiminde tüketilen sanayiler tarafından yerlerinden ediliyorlar. O ülkenin üretimiyle karşılanan eski gereksinmelerin yerini, karşılanmaları uzak ülkelerin ve iklimlerin ürünlerini gerektiren yeni gereksinmeler alıyor. Eski yerel ve ulusal kapalılığın ve kendi kendine yeterliliğin yerini ulusların çok yönlü ilişkilerinin, çok yönlü karşılıklı bağımlılığının aldığını görüyoruz. Ve maddi üretimde olan, zihinsel üretimde de oluyor. Tek tek ulusların zihinsel yaratımları, ortak mülk haline geliyor. Ulusal tek yanlılık ve dar kafalılık giderek olanaksızlaşıyor ve sayısız ulusal ve yerel yazınlardan ortaya bir dünya yazım çıkıyor.” (Marx-Engels, Seçme Yapıtlar, c. 1, sf. 133-136)
Daha 1848’de, kapitalizm, kuşkusuz bir dünya pazarı yaratmış, tüm dünyayı demiryolları ve gemicilikle kopmazca birbirine bağlamıştı. Amerika yerleşime, dolayısıyla ticarete açılmış, dev Hindistan ve Çin pazarları, bir yandan sömürgeciliği teşvik ederken bir yandan da bir süreç içinde dünya pazarına bağlanmıştı. Burjuvaziye, ticarete ve ilk kapitalistleşen ülkelerde sanayiye yeni alanlar açıp, büyük bir atılımın nesnesi olarak rol oynayacak. Loncalar yetmeyince manifaktür, o da yetmeyince buhar gücü ve makineye dayanan büyük ölçekli üretimle modern sanayi peşi sıra sökün etmişti. Modern sanayi, burjuvazinin yalnızca ulusal gelişmesinin taçlanışı değildi, dünyaya yayılan ticaretin, değişim araçları ve metalardaki hızlı artışın, sömürgeciliğin çocuğuydu ve doğrudan dünya pazarının kuruluşuna götürdü.
Kapitalizm ilk ortaya çıktığı andan itibaren, feodalizmin birbirinden kopuk ve yerel kalmaya mahkûm ettiği kendi içine kapalı üretim birimleri ve coğrafyaları ilişkilendirme yönünde rol oynamış, feodal parçalanmışlık, imtiyaz ve engellere karşı mücadele içinde birleştirici olmuştur. Sonradan proletarya ve eyleminden duyduğu korkuyla aristokrasinin kollarına atılıp, hatta bir dizi ülkede iktidarı gönüllü olarak soylulara bıraksa da, siyaseti sapmalar oluştursa da, burjuvazi; üretim ve pazar sorununun dikte ettirdiği nesnel ihtiyaçlarını gerçekleştirmezlik etmemiştir. En başından itibaren kapitalizm, feodal parçalanmışlık karşısında, tek değişim ilkesi, tek pazar, alışverişi kolaylaştıracak tek dil ve temel olarak serbestçe rekabete dayanan ulusal üretimiyle ulusal pazar ve ulus devlete eğilim gösterirken, aynı anda ve giderek gelişmek ve kapitalist sanayi de geliştirmek üzere uluslar arasında çok yönlü ilişkiler kurulmasına ve uluslararasılaşmaya eğilim göstermiştir. Parçalı tek bir bütün oluşturan ulusal pazar ve dünya pazarı, kapitalizmin evrensel yasasını oluşturan bu çelişme halinde ancak birbirini tamamlayan iki eğilimin görünümlerinden ibarettir.
Modern sanayi, ürünleriyle gittiği ve hammaddelerini kullandığı her yeri kendi ilişkiler sistemine katarak bir dünya pazarı kurdu. Gittiği her yerde kapitalizmin gelişmesini teşvik eden modern sanayi, burjuvaziyi yarattı. Ama burjuvaziyle birlikte, tüm değerlerin üreticisi olan, öyleyse tüm değersizliğiyle burjuvazinin mezar kazıcısı olması kaçınılmaz olan proletaryayı da geliştirmezlik etmedi. Modern sanayi, ikili eğilimiyle bir burjuvazi ve kapitalizm var ederken, çıkarları, yerel ve ulusal hiçbir çit tarafından bölünmeyen, sadece, değerinden düşük kiraladığı işgücünün sahibi, bütün ülkelerde işi, işgücünü kiralamak ve burjuvazinin mülk edineceği değerler üretmek olan, öyleyse bütün ülkelerde çıkarı, çalışma koşullarını kolaylaştırmanın ötesinde, ulustan ulusa ve ülkeden ülkeye hiç değişmeden, mülk edinmenin kapitalist biçimine son verip kapitalizmin yerine sosyalizmi koymak olan modern proletaryayı da tarih ve dünya sahnesine fırlatıp atmıştı. Feodal soyluluğa karşı uzun süre kendisinin ve halkın tek temsilcisi olarak görünen burjuvazinin peşinde, elinde “ulusal ideoloji” bayrakları taşıyarak çıkarlarının bilincine varmadan yürüyen proletarya, kuşkusuz bir gün kapitalizmin kendi eline verdiği silahlan burjuvaziye karşı döndürecekti.
Proletarya, kuşkusuz mülk edinmenin özel kapitalist biçimi, üretimin toplumsal karakteri ile uyum sağlamaz olduğunda, bu üretimi gerçekleştiren ve onu toplumsallığıyla örgütleyebilecek tek sınıf olduğundan, üstün gelecektir. Ama proletarya aynı zamanda, toplumsal üretimin gerçekleştiği dünya pazarını kuran modern sanayinin bir yaratığı olarak, ufku, burjuvazinin bir türlü tümüyle kopamadığı bir eğilimi olan ulusallıkla sınırlandırılmamış olduğu içinde geleceği temsil etmektedir. Uluslararasılaşma eğilimi, gelişmiş ve olgunlaşmış, sosyalizme doğru yol almakta olan kapitalizmin ifadesidir. Onun geleceğini göstermekte, geleceğin kapitalist zarf içinde belirişine işaret etmektedir. Ukrayna ulusal sorununu tartışırken Lenin’in “dar görüşlü, alışkanlıklarına bağlı, içine kapanmış ve son derece bilisiz Rus ya da Ukraynalı köylünün yerine, yaşam koşulları, Rus olsun, Ukraynalı olsun, özgür ulusal sınırlılığı yıkan etkin proleteri koymakta” (UKKTH, S.-31) olduğunu söylediği kapitalizm, bunu yaparken şüphesiz ilerici bir rol oynamakta ama kendisini geliştirirken kaçınamayacağı geleceğinin gücünü ve kaçınılmaz yok oluşunun koşullarını geliştirmektedir aslında.
Tüm burjuva devrimleri kapitalizm için başlangıçta ulusal eğilim, ulusallaşma, ulusal pazar, ulus devlet eğilimini temsil ediyordu. Buna rağmen Manifesto’da söylendiği gibi, yerel ve ulusal özelliklere, ulusal kapanıklığa ve dar görüşlülüğe karşı bir savaş ilanının içinde, dar ulusallığın ötesinde bir anlam taşımıştı. Soyluluk karşısında ulusu derleyip toparladığı gibi, bir yandan ulusal boğazlamalar içine attığı ulusları, öte yandan birbirine yakınlaştırmıştı.
“1648 ve 1789 devrimleri İngiliz ve Fransız devrimleri değillerdi; bunlar Avrupa tarzında devrimlerdi. Bunlar toplumun belirli bir sınıfının eski siyasal düzen karşısındaki zaferi değillerdi; bunlar yeni Avrupa toplumu için siyasal düzen ilanlarıydılar. Burjuvazi bu devrimlerde galip geldi; ama burjuvazinin bu zaferi, o sıralar, yeni toplum düzeninin zaferi, burjuva mülkiyetinin feodal mülkiyet karşısındaki, milliyetin bölgecilik karşısındaki, rekabetin lonca karşısındaki, miras taksiminin büyük evlat hakkı karşısındaki, toprak sahibinin toprağın kendi sahibi üzerinde egemenlik kurması karşısındaki, aydınlığın hurafe karşısındaki, sanayinin kahramanca tembellik karşısındaki, medeni yasanın ortaçağ ayrıcalığı karşısındaki zaferiydi. 1648 Devrimi, 17. yüzyılın 16. yüzyıl karşısındaki zaferi, 1789 devrimi ise, 18. yüzyılın 17. yüzyıl karşısındaki zaferiydi. Bu devrimler, içinde yer aldıkları dünya kesiminin, İngiltere’nin ve Fransa’nın gereksinmelerinden çok, o günkü dünyanın gereksinmelerini ifade ediyorlardı.” (Marx-Engels, Seçme Yapıtlar, c. 1. s. 171)
Kuşkusuz İngiliz ve Fransız devrimleriydi 1648 ve 1789 devrimleri. Ama bundan daha çok, burjuva devrimleriydiler. Tüm dünyaya olmasa bile Avrupa’ya burjuvazinin yeni düzenini getiriyorlardı. Bu nitelikleriyle salt ulusal olmaktan uzaktılar. Olanca ulusallıklarına karşın henüz dünya pazarına doğru yol almakta olan burjuvazinin Avrupa’nın bağrına sapladığı hançerdiler. Ve örneğin 1789’un ardından tüm ulusalcılığıyla Avrupa’yı bir ulusal savaşlara ama ilerlemeye sürükleyen Napoleon, “eşitlik-özgürlük-kardeşlik” sloganlarının yayıcılığını yapmıştı. Bu sloganlar, tıpkı 1917 Ekim Devrimi’nin yükselttiği proletarya diktatörlüğü ve sosyalizm bayrağının dünya proletaryası ve ezilen halklarında bulduğu karşılık gibi, Avrupa’da yankılanmıştı. Tüm ulusallıklarına karşın, İngiliz ve özellikle Fransız burjuva devrimlerinin Avrupa’yı sarsan uluslararası etkileri, kapitalizmin, salt ulusallığın ötesinde, aslında Avrupa’nın ihtiyacını karşılayan düzen olarak, az çok uygar bütün ulusları ilgilendiriyor oluşundandı. Ve burjuva devrimleri, ulusal sınırlar içine, dışına taşmamak üzere tek tek ülkelerin sınırlarına hapsolup kalmadı. Tek tek ülkelerde soyluluğa karşı başkaldırılar olmanın ötesine geçerek bir ülkedeki diğerinden etkilendi. Hele az çok kendisinin farkına varmaya başlayan proletaryanın katılımıyla bir dünya devrimi olarak, Avrupa ülkelerinde biri diğerini takip ve teşvik eden devrimler olarak gelişti.

2. PROLETER “DÜNYA DEVRİMİ” KAVRAMININ TEMELLERİ
Ama proletarya, bir modern sınıf olarak, bir kez büyük sanayi tarafından dünya sahnesine fırlatılıp atıldıktan sonra, çok uzun süre, önceleri feodalizme karşı kendisi de içinde olmak üzere tüm halkın temsilcisi olarak görünen burjuvazinin peşinden gitmedi. Kapitalizm, burjuvaziyi, proletaryanın karşısına bir sınıf düşmanı olarak koymaktaydı. Proletarya, modern sınıf olarak olgunlaştıkça önce ulusal sonra uluslararası bir hareket olarak kendi hareketini geliştirmeye ve giderek burjuvaziden kopmaya başladı. Kopuşu onun olgunlaşmasının ifadesi oldu. “1831 ‘de Lyon’da ilk işçi ayaklanması olmuştu; 1838’den 1842’ye, ilk ulusal işçi hareketi, İngiliz Çartistleri hareketi, en yüksek noktasına varıyordu. Proletarya ile burjuvazi arasındaki sınıf savaşımı bir yandan büyük sanayideki gelişme, bir yandan da burjuvazi tarafından ele geçirilmiş bulunan siyasal egemenlik ile doğru orantılı olarak, Avrupa’nın en ileri ülkelerinin tarihinde birinci plana geçiyordu. Burjuva iktisadının sermaye ile emek çıkarları arasındaki özdeşlik üzerindeki, özgür yarışma (serbest rekabet) sonucu evrensel uyum ve evrensel gönenç üzerindeki öğretileri, olgular tarafından gitgide daha sert bir biçimde yalanlanıyordu. Bütün bu olguları ve bütün eksikliklerine karşın teorik dışavurumu olan Fransız ve İngiliz sosyalizmini yalanlamak, artık olanaklı değildi.” (Engels, Anti Dühring, s. 77)
Babeuf’tan bu yana, başta Fourier olmak üzere, Saint Simon ve Robert Owen, Fransız ve İngiliz ütopik sosyalistleri, kapitalizmin kötülüklerinin bu yaman eleştiricileri, önce geldiler. Henüz tarihin burjuva idealist kavranışı püskürtülmemişti. Engels’in dediği gibi ne ortaya çıkan yeni proletarya hareketi olgusu ne de henüz olgunlaşmamış haliyle bu olguların “teorik dışa vurumu olan İngiliz ve Fransız sosyalizmi” artık yalanlanamıyordu; ama bütün bu sosyalizm, henüz, tarihin idealist anlayışından kopmadığı için, “maddi çıkarlara dayanan sınıf savaşımlarını, hatta genel olarak maddi çıkarları tanımıyordu.” Ama bir kez proletarya, ortaya koyduğu hareketiyle, kendi teorik silahlanmasına duyduğu ihtiyacı da dışa vurmuştu. Proleter hareket, kendi nesnel çıkarlarını yansıtan ve kendi yolunu açacak olan dünya görüşünü çağırmaktaydı; teori, pratik süreci izledi. Hegel’in idealist diyalektiğini ayaklan üzerine oturtan materyalist tarih anlayışıyla Marx, sonradan geldi ve onunla kapitalist üretimin gizemi, artı değer aracılığıyla açıklandı. Tarih, sınıf mücadeleleri tarihi olarak açıklandıktan ve iktisadın, burjuvazi ile proletaryayı ve onların uzlaşmaz karşıtlıklarını zorunlu olarak ortaya çıkaran tarihsel gelişmesinin incelenmesine girişildikten sonra, sıra, kapitalizmin kötülüklerinin dâhice eleştirisiyle yetinilmeyecek, zorunlu bir biçimde ortaya çıkmış ekonomik sistem içinde oluşmuş çatışmayı, burjuvazi ile proletarya arasındaki çatışmayı çözme araçlarının bulunup geliştirilmesine geldi.
Marx ve yoldaşı Engels, devrim teorilerini, proletaryanın devrimci hareketi ve ayaklanmalarının incelenmesi içinde geliştirdiler: Proletaryanın kaybedecek zincirlerinden başka şeyi yoktu, oysa kazanacağı bir dünya vardı. Proletarya, burjuvaziyi devirmekle tarihsel olarak yükümlendirilmişti; ihtiyaç halinde olan kapitalizme son verecek sosyalist devrimdi.
Bu devrim, proletaryanın ayaklanmalarının ortaya koyduğu gibi, sosyalizmin önkoşullarını en çok olgunlaştırmış en gelişkin ülkelerde gerçekleşecekti ve kapitalizm, Avrupa’nın gelişmiş ülkelerini yakından birbirine bağlayarak bir dünya pazarı çerçevesinde birleştirdiğinden, bir dünya (Avrupa) devrimi olabilirdi. Şimdiye dek burjuva devrimleri bile ulusal sınırlarına sıkışıp kalamamıştı ve çıkarları hiçbir ulusal çit tarafından bölünmeyen proletaryanın devrimi, kuşkusuz, tek bir ülke ile sınırlı kalamazdı. Kapitalizmin ülkeleri, birbirlerinden farklı gelişme aşamalarındaydılar. Kimisi daha ileri kimisi daha geriydi ve ekonomik, siyasal, kültürel vb. gelişmelerinin ulusal özellikleri kuşkusuz vardı; ama uluslararası ilişkileriyle kapitalizme karşı proletarya devrimi ulusal kalamazdı. Bir Avrupa devrimi olmak zorundaydı.
Uluslararası devrimin nesnel temeli, dünya pazarının yaratılmasının ötesinde, kapitalizmi devrimlere gebe kılan ve yaklaşık her on yılda bir tekrarlanma eğilimi göstererek sistemi çöküntüye uğratan genelleşen devrevi bunalımlardı. “Pazarların genişlemesi, üretimin genişlemesi ile birlikte gidemez. Çarpışma kaçınılmaz olur ve bu çarpışma, kapitalist üretim biçiminin kendisini parçalamadığı sürece bir çözüm yaratamayacağı için, devirli duruma gelir. Kapitalist üretim, yeni bir ‘kısır döngü’ doğurur. Gerçekten, ilk genel bunalımın patlak verdiği tarih olan 1825 yılından bu yana, sanayi ve ticaret dünyasının tümü, uygar halklar ve onların az ya da çok barbar uyduları topluluğunun üretim ve değişimi, her on yıl dolaylarında bir kez şirazesinden çıkar. Ticaret durur, pazarlar tıkanmıştır, ürünler sürümsüz oldukları ölçüde yığılır kalır, peşin para görünmez olur, kredi ortadan çekilir, fabrikalar kapanır, emekçi yığınlar fazla geçim gereci üretmiş olmaktan ötürü geçim gereçlerinden yoksun kalırlar, batkılar batkıları, zoraki satışlar zoraki satışları kovalar… İşte 1825’ten bu yana beş kereden az yaşamadığımız ve şu anda (1877) altına kez olarak yaşadığımız durum… Bu bunalımlarda toplumsal üretim ile kapitalist temellük arasındaki çelişkinin tam bir patlamaya vardığı görülüyor. Meta dolaşımı bir anda durmuştur; dolaşım aracı, para, dolaşıma engel olur; bütün meta üretimi ve dolaşımı yasaları altüst duruma gelir. Ekonomik çatışma doruğuna ulaşır. Üretim biçimi değişim biçimine karşı başkaldırır, üretim biçimi için çok büyük bir duruma gelmiş bulunan üretici güçler, üretim biçimine karşı başkaldırdılar.” (Engels, Anti Dühring, s. 436-437)
“Komünistler dikkatlerini Almanya’ya çeviriyor.”
Marx’la Engels, Ocak 1848’de Manifesto’nun yazımını tamamladıkları zaman dünyanın, kuşkusuz modem dünyanın, yani Avrupa’nın proleter devrime hazır hale geldiğini, dünyanın başlıca gelişmiş ülkelerinde kapitalizmin sosyalizm için olgunlaştığını düşünüyorlardı. Kapitalizm, hem İngiliz ve hem de Fransız burjuva devrimlerinin gerçekleştiği 17 ve 18. yüzyıl koşullarına göre çok fazla gelişmiş, bir dünya pazarı ve bir Avrupa uygarlığı yaratmış ve yanı sıra proletaryayı da ileri ölçülerde geliştirmişti. Ve Almanya, Prusya despotluğunun egemenliği altındaki yan feodal bir ülke olarak bir burjuva devrimin şanolarını çekmekteydi. Burjuva karakteriyle devrim, Almanya’ya kendini dayatmaktaydı. Bir de, aynı feodal parçalanmışlık içinde bulunan İtalya’ya. Ama Almanya’nın üstünlüğü, İtalya’dan daha ileri bir gelişme düzeyinde oluşu ve ciddi bir proleter, yarı-proleter nüfusa sahip bulunuşuydu. Dikkatlerini Almanya’ya çevirdiler, iki beklentileri vardı. Almanya’nın arifesinde olduğu burjuva devrimi, güçlü bir proletarya ile yapılmak durumunda olduğundan, onu izleyecek bir proleter devrimin başlangıcı olacaktı. Ve ikincisi, böyle bir devrim, yeni bir Avrupa (dünya) devrimi olarak bütün burjuva ülkelerde, proleter ve yarı-proleter yığınlarda yankısını bulacak, zaten sosyalizm için olgunlaşmış kapitalizmden Avrupa çapında kapitalizme geçişin yolunu açacaktı.
Bu beklentiler Komünist Manifesto’nun sonuç bölümünde yazıldı:
“Komünistler dikkatlerini esas olarak Almanya’ya çeviriyorlar, çünkü bu ülke 17. yüzyılda İngiltere’dekinden ve 18. yüzyılda Fransa’dakinden daha gelişkin bir Avrupa uygarlığı koşulları altında ve çok daha fazla gelişmiş bir proletarya ile yapılmak zorunda olan bir burjuva devrimi arifesindedir ve çünkü Almanya’daki burjuva devrimi, onu hemen izleyecek bir proleter devriminin başlangıcı olacaktır.”
Kuşkusuz hem İngiltere ve hem de Fransa, hem kapitalizmin hem de proletaryanın gelişme düzeyi bakımından Almanya’dan ileridirler. Ancak onlar burjuva devriminden geçmişlerdir. Fransa’da soyluluğun iktidarı bir restorasyon dönemiyle yeniden kurulsa ve İngiltere’de bir tür monarşi hüküm sürse de, burjuvazi bu ülkelerde kendisine belirli yerler ve mevkiler sağlamıştır. Yoksa Engels, “Almanya’da Devrim ve Karşı Devrim” adlı makalesinde, “Toplumsal ve siyasal gelişmesinde, işçi sınıfı, Almanya’da, Alman burjuvazisi o ülkeler burjuvazisinden ne kadar geriyse, İngiltere ve Fransa işçi sınıfından bir o kadar geridir.” (Almanya’da Burjuva Demokratik Devrim, sf. 276) demektir. Bu, Manifesto’da Manda Engels’in “Komünistler dikkatlerini esas olarak Almanya’ya çeviriyorlar” dedikleri göz önüne alınırsa, onlara atfedilen “en ileri kapitalist ülkede devrim beklentisi”nin yanlış bir yorumlamadan ibaret olduğunu ortaya koymaktadır. Hayır, Marx ve Engels “en gelişkin kapitalist” ülke açısından varsaymamışlardır sosyalist devrimi; gelişkinlerden birini düşünmüşlerdir proletaryanın devrimi için.
Ama bu ülke; en gelişkin kapitalist ülke olmadığı gibi, devrimin başlaması için en elverişli şartlara sahip ülke olarak tasarlanmıştır. Düşünülen elverişli koşul, burjuva devrimi diğerlerine göre Avrupa uygarlığının gelişkin koşullarında ve daha gelişmiş bir proletarya ile karşılayacak oluşun yanında, Prusya despotizminin yalnızca tarım proletaryası ve yarı proleter katmanları değil, köylülüğü proletarya ile birlik ve ittifaka yöneltecek zorbalığının, sadece burjuva devrimin değil, onu takip edecek proleter devrimin başlamasını kolaylaştıracak olmasıydı. İleride, Rusya’da Çarlığın baskısının proleter devrimin başlaması açısından sağladığı kolaylaştırıcı olanak üzerine Lenin’den aktaracaklarımız, aslında Almanya’ya ilişkin devrim beklentilerinde Marx ve Engels tarafından öncelenmişti.
Marx ve Engels, dikkatleri Almanya’ya, Almanya’da başlayacak bir burjuva devrimin proleter devrime dönüşme ihtimaline çekiyorlardı. Ancak devrimin merkezi hâlâ Fransa’ydı. Marx ve Engels, devrimin merkezinin Almanya’ya kaydığını ya da kaymakta olduğunu ileri sürmeden Almanya’da devrimin bir proleter devrimi olarak gelişme ihtimaline dikkat çekmişlerdi; Kuşkusuz beklendiği gibi bir devrim Almanya’da patlarsa ve proleter devrime dönüşerek ilerlerse, yalnız devrimin merkezi Almanya’ya kaymakla kalmayacak Alman işçi sınıfı da uluslararası proletaryanın öncülüğü görevini yerine getirmeye çalışacaktı. Ancak Alman proletaryası henüz böyle bir gelişme düzeyinde bulunmuyordu. Ve 1848 Devrimi, Fransa merkezli olarak patladığı gibi, Alman proletaryası da belirli bir ihtimal oluşturan uluslararası proletaryanın öncülüğünü yakalayamadı. Bunun için henüz gelişmesi ve olgunlaşması gerekiyordu.
Ama bizzat bu beklentinin kendisi ve devrim merkezinin henüz Fransa’dan Almanya’ya doğru kaymamış oluşu, Marx ve Engels’in proletarya devrimini tek bir ülke çapında, görece ulusal bir devrim olarak değil ama kıtasal bir devrim olarak tasarladıklarını kanıtlar. Alman proletaryası, başlangıç için sahip olduğu olanakları kullanarak “kendi ülkesi”nden daha gelişkin ülkeler ve proleterlerin sosyalist devrim yoluna girmesinin önünü açabilirdi. Olmadı.
Fransa’da 1848 devrimi başlıyor
1848 Devrimi, yine bir burjuva devrimi olarak Fransa’da başladı ve Fransız proletaryası, burjuvazinin kendisini ittiği haziran ayaklanmasından kaçınamadı. Sonuç kanlı bir yenilgiydi. Yalnızca devrim değil, bir zafer bekleyen Marx ve Engels yanılmışlardı. Burjuva devrim, kapitalizm ve proletaryanın gelişme düzeyi bakımından daha ileride olduğu Fransa’da başlayıp proleter devrim girişimi olarak ilerlemesine karşın, proletarya önemli müttefikleri etrafında toplayamamış, toplama olanağı bulamamış, yalnızca yenilmemiş, üstelik eylemi ezilmek üzere burjuvazi tarafından ayaklanmaya teşvik edilmiş, mecbur bırakılmıştı. 1848 ve 1849’da Avrupa’ya yayılan ayaklanmaların da sonu daha iyi olmamıştı. Almanya’da bir dizi ayaklanma, Viyana, Macar vb. ayaklanmaları da Paris’in ardından yenilmişler, ayaklanmacılar birkaç büyük kentin dışında kendilerine destekçi bulamamışlardı. Henüz Avrupa ve kuşkusuz dünya, sosyalizm için olgunlaşmamıştı çünkü.
Oysa kapitalizmin devrevi bunalımları gündemdeydi. 1848 Fransız Devrimi’ni inceleyen Marx, hemen ardından şöyle yazıyordu:
“1845 ve 1846 yıllarında görülen patates hastalığı ve kötü ürün alınması halk içindeki kaynaşmayı artırdı. 1847 yılında yaşamın yeniden pahalılaşması kıtanın bütün geri kalan kısmında olduğu gibi, Fransa’da da kanlı çatışmalara yol açtı…
“Devrimin patlak vermesini çabuklaştıran ikinci büyük ekonomik olay, İngiltere’deki, genel ticaret ve sanayi bunalımı oldu. Daha önce 1845 güzünde, demiryolu hisse senedi spekülatörlerinin kitle halinde yıkıma uğramalarıyla kendini belli eden, 1846 yılında, buğday üzerindeki gümrük vergilerinin pek yakında kaldırılacak olması gibi tartışma götürür önlemlerle durdurulan bu bunalım, sonunda, 1847 güzünde, hemen arkasından taşra bankalarının da iflas ettiği ve İngiliz sanayi bölgelerindeki fabrikaların kapandığı Londra’nın büyük sömürge tüccarlarının iflaslarıyla iyice ortaya çıktı. Bunalımın yankıları kıta üzerinde henüz kesilmemişti ki, Şubat Devrimi patlak veriyordu.” (Marx, Seçme Yapıtlar- 1 Fransa’da Sınıf Mücadeleleri, s. 254).
Önceleri İngiltere’de olan ve sonra Fransa’ya kayan devrimin merkezinde patlayan ve hem kapitalizmin hem de proletaryanın uluslararası oluşuna işaret ederek, büyük kentlerle sınırlı kalsa da, hemen tüm uygar ülkelere yayılan ve başlıca 1847 ticari ve sınaî bunalımının ürünü olan ayaklanmaların yenilgisi, evet proletaryanın bilinç ve örgütlülük düzeyi de oldukça geriydi, henüz Marksizm diğer sosyalizm türleri üzerinde zaferini gerçekleştirmemişti. Ancak yenilgiler, bu nedenlerden kaynaklanmadı. Henüz ne proletarya geniş yığınlarıyla Enternasyonal’in etrafında toplanmaya hazırdı -ve zaten Enternasyonal de yeni kurulmaktaydı-, ne de proletarya diğer emekçi kesimleri peşinde toplama olanağına sahip olabilmişti. Henüz, ancak burjuva devrimleri olanaklıydı ve üstelik Almanya örneğinin gösterdiği gibi, gelişmekte olan proletarya ve hareketinden korkan burjuvazi, kendisini çoktan soyluluğun kollarına atmaktaydı. Burjuva devrimleri, bu nedenle ancak kendisi önünde diz çökülen soyluluğun iktidar burçlarında kaldığı koşullarda üstten bir başkalaşım olarak gerçekleşiyor, bu nedenle kapitalizmin gelişmesi, olanca sancısı içinde ve türlü engellerle çevrilmiş halde, görece yavaş ilerleyebiliyordu. Kapitalizm, Avrupa’nın uygar ülkelerinde henüz ömrünü tüketmemiş, üretici güçlerin önünde tam bir köstek halini almamış ve dolayısıyla yerini sosyalizme bırakmaya hazır hale gelmemişti. Ve tersine, kapitalizm, örneğin Almanya’da, Maşinizm’e yönelerek, tam da 1848 karşı devriminden sonra, özellikle Bismarck’ın 1866 hükümet darbesi ile gelişme yoluna girdi. Bu gelişme, örneğin Fransız tarzında, aşağıdan gelerek, devrimci biçimde değildi, ama, yine de gelişmeydi ve Almanya’yı üç-beş on yılda dünyanın en ileri ülkeleri arasına soktu.
Çetin, inatçı bir savaşta yavaş yavaş ilerlemek…
Sözü edilen beklenti, Marx’la Engels’in sık sık atıfta bulunulan hatalarındandır. Sonradan Engels, soruna şöyle açıklık getirmiştir:
“… 1847’de dünya çapındaki ticari bunalım, Şubat ve Mart Devrimlerinin gerçek anası idi ve 1848’in ortalarında yavaş yavaş geri gelen ve 1849 ve 1850’de doruğuna varan sınaî refah, Avrupa gericiliğine yeni bir güç katan canlandırıcı bir kuvvet oldu…
“Şubat Devrimi patlak verdiği zaman biz hepimiz, koşullan ve devrimci hareketlerin gidişini kavrama bakımından, geçmiş tarihsel deneyim, özellikle de Fransa deneyinin büyülü etkisi altındaydık. Genel altüst oluş işareti 1789’dan bu yana bütün Avrupa’nın tarihine hükmetmiş olan Fransa’dan yola çıkmamışmıydı bir kez daha? Onun için Paris’te, 1848 Şubatı’nda ilan edilen ‘toplumsal’ devrimin proletarya devriminin niteliği ve gidişi hakkındaki fikirlerimizin 1789 ve 1830 modellerinin anılarının damgasını taşıması apaçık, aynı zamanda kaçınılmaz bir şeydi. Ve hele Paris ayaklanması, zafere ulaşan Viyana, Milano ve Berlin ayaklanmalarıyla yankılanınca, Rusya sınırına kadar bütün Avrupa, harekete sürüklenince, daha sonra haziran ayında Paris’te proletarya ile burjuvazi arasında iktidar uğruna ilk büyük savaş verilince, kendi sınıfının zaferi bile bütün ülkelerin burjuvazisini, yeniden, henüz az önce devrilmiş bulunan kralcı-feodal gericiliğin kollarına atılacak kadar sarsınca, biz, o günün koşulları içinde, büyük ve kesin kavganın başlamış olduğundan ve bu kavgayı uzun süreli ve seçeneklerle dolu bir tek devrimci dönemde vermek gerekeceğinden, ama bu kavganın ancak proletaryanın kesin zaferi ile sonuçlanabileceğinden artık hiçbir şekilde şüphe edemezdik.” (Engels, Seçme Yapıtlar 1, Fransa’da Sınıf Mücadeleleri’ne önsöz, sf. 230)
Evet, devamında Engels’ten okuyacağımız gibi hatalı bir saptama ve beklenti oluşmuştu. Ama, hiçbir şekilde mazur göstermeye yönelmeden Engels’in belirttiği gibi, böyle bir saptama ve beklenti oluşumunun neredeyse bütün koşulları bir araya gelmişti. Önce ’46 güzünde Palermo’da patlayıp ezilen ayaklanmayı Paris ayaklanması takip etmiş ve ayaklanma Kıta’nın tüm belli başlı kentlerine yayılmıştı. Hatta burjuvazi ile proletarya arasında kopuşma olmadığı sürece, soyluluğa karşı zaferler de kazanılmıştı. Ama proletarya kendi başına ve burjuva devrimini proletarya devrimine dönüştürmek üzere girişimde bulunduğunda yenilgi gelmişti. Ama bu bir yana, Marx ve Engels’in Kıtasal -uluslararası- devrim beklentilerinde bir yanlışlık yoktu. Hem burjuva ve hem de proleter devrimler kıtasal boyutta, bir ülke diğerini takip ederek ortaya çıkmış ve 1789 günlerinin proleter tarzda yineleneceği fikrini uyandırmıştı. Üstelik “devrimin anası” olan 1847 bunalımı, tek bir ülkeyle sınırlı kalmamış, tüm Avrupa’da yığınları sokağa dökücü etkide bulunarak devrimin uluslararası ilerleyişini düzenlemişti. Ne var ki, henüz aşılamaz bir bunalım değildi ve kapitalizm de onu atlatıp henüz gelişme dinamiklerine sahip olduğunun kanıtını ortaya koydu.
Uluslararası devrim ve onun koşulları, en uygun bir ülkeden başlayıp, proletarya devrimi olarak kapitalizme birbiri peşi sıra dünyada (Avrupa’da) son vermesi tezi yanlış değildi; hata, kapitalizmin sosyalizme dönüşmek üzere olgunlaşmış olmasının sanılmasında ortaya çıkmıştı. Engels devam ediyor:
Tarih bizi ve benzer düşüncede olanların hepsini haksız çıkardı. Tarih gösterdi ki, Kıta üzerindeki iktisadi gelişme durumu, o zaman, kapitalist üretimin kaldırılması için henüz yeterince olgunlaşmamıştır ve tarih, bunu, 1848Men bu yana bütün Kıtayı kaplamış olan ve Fransa’da, Avusturya’da, Macaristan’da, Polonya’da ve son olarak da Rusya’da büyük sanayiye ancak şimdi gerçekten söz hakkı veren ve Almanya’yı da birinci sınıf bir sanayi ülkesi durumuna getiren -bütün bunlar kapitalist bir temel üzerinde, yani 1848’de pekâlâ genişlemeye elverişli bir temel üzerinde olmak üzere- iktisadi devrim ile tanıtladı… Ama yalnız bu andadır ki, 1848’de İngiltere’nin dışında, ancak Paris’te ve olsa olsa birkaç büyük sanayi merkezinde kendini göstermiş olan bu iki büyük sınıf arasındaki savaşım, 1848’de henüz akıldan bile geçmeyen bir yeğinlik kazanarak, bütün Avrupa’ya yayıldı. O zamanlar, küçük küçük grupların her derde deva, bulanık, yedili indiler kümesi vardı; bugün savaşın son amaçlarını parlak bilgisiyle ve kesin bir şekilde formüle eden Marx’ın evrensel olarak kabul edilmiş tek teorisi var, o zamanlar yörelerine ve milletlerine göre birbirinden ayrılmış olan ve sadece ortak acı çekme duygularıyla birleşen, henüz az gelişmiş, coşku ile umutsuzluk arasında bocalayan yığınlar vardı; bugün durmadan ilerleyen, her gün sayıca, örgüt olarak, disiplin bakımından, ileriyi görme ve zafere inanç bakımından sosyalistlerin tek uluslararası büyük ordusu var. Bu güçlü proletarya ordusu, hâlâ amacı ulaşmamış olsa da, zaferi bir tek büyük darbe ile gerçekleştirmek olanaksız bulunduğuna göre, çetin, inatçı bir savaşta mevziden mevziiye yavaş yavaş ilerlemek zorunda bulunsa da, 1848’de toplumsal dönüşümü bir çırpıda sağlamanın olanaksız olduğu kesin olarak tanıtlanmış bulunmaktadır.” (Age, sf. 233-34)
Engels, bunları 1895’te yazıyordu. Peki, proletaryanın Marx’ın formüle ettiği tek teorisine ve dağınıklıktan kurtulmuş tek uluslararası ordusuna nasıl gelindi?
Önce ’48 Haziran’ında Paris barikatlarında ve sonra Avrupa’nın diğer belli başlı kentlerinde yaşananlar Marx’ın devrim teorisini doğrulamaktan başka bir şey yapmadı. Marksist devrim teorisi, işçilerin onca kanı pahasına ateş içinde sınandı. Yalnızca ütopik sosyalizm aşılmakla kalmadı; burjuva ve küçük burjuva sosyalizminin, örneğin bir tür belediye sosyalizmini savunan Fransız Louis Blanc’ın ve diğerlerinin proletaryayı hesaba katmakla birlikte ondan kaynaklanmayan ve onunla burjuvazi arasındaki uzlaşmaz karşıtlık ve hesaplaşma zorunluluğunun üzerinden atlayan, yalnızca ve tek başına proletaryanın sosyalizmin öznesi olduğunu kavramayıp burjuvazi ve devrimciliğinden ve radikal küçük burjuvaziden sosyalistlik uman, burjuvazinin soylulukla uzlaşmazlığı üzerine teoriler geliştiren sosyalizmlerini gösterişli biçimleri, ’48 Haziran’ı ile ölümcül bir darbe yedi. Sınıf esasına dayanmayan sosyalizm ve devrim teorilerinin tamamıyla saçmalık olduğu, ’48 ile ortaya çıkarıldı.
Marksizm, proletaryanın evrensel olarak kabul görecek tek teorisi olma yolunda, bir dizi sosyalizm akımları üzerinde zaferini sağlama yolunda temel bir adımını 1848 ile attı. Tek bir uluslararası ordu, düzenli, disiplinli, teori ile cihazlanmış bir ordu oluşturma yolunda proletaryaya düşen ise, yaralarını sarmaya ve öfkesini içine atıp bileyerek örgütlenmeye yönelmek oluyordu.
Fransa’da kurulan 1851 imparatorluğu ve Almanya’da yetkinleşen karşı devrim, henüz koşulların bir proleter devrim için olgunlaşmamış olduğunu kanıtlamanın ötesinde, bu koşullarla birlikte proletaryanın özlemlerinin de olgunlaşacağı uygun ortamdan kaçınamayacaktı, kaçınamadı. “İç huzur” sağlanmıştı, sanayinin gelişmesi için zemin elverişli hale gelmişti. Ama kapitalizmin gelişmesi hâlâ kuşkusuz devrimci akımları besliyordu ve üstelik orduya da, her iki ülkede rejimlerin temel bir dayanağını oluşturan imparatorluk ve Junker ordularına iş bulmak gerekiyordu. Dış düşmanlar arandı, ordular işsiz kalmaktan kurtarılıyor ve devrimci akımlar dışa yöneltiliyordu. Savaşlar dönemine girildi. Ama artık Napoleon 1’in ulusal savaşçılığına öykünmenin ötesine geçilemiyordu. III. Napoleon ve Bismarck “ulusallık ilkesi”ni geçerli ve üstün kılmak üzere küçük çaplı yayılmacılık peşine düştüler. 1866’ya gelindiğinde, Bismarck, hükümet darbesini yaptı, tepeden inme devrimine ciddi bir hız kattı. 1870’e kadar, Alman-Fransız savaşına kadar olan dönem Avrupa’da ulusal birliklerin kurulup yerleşmesi dönemi oldu. Doğu Avrupa, Rusya ve Polonya dışında ulusal sorun hemen tüm Avrupa’da halledildi. Artık proletarya ve hareketinin gelişme süreci ulusal kargaşalıklar tarafından ciddi ölçülerde engellenmeyecekti.
Bir yandan “Avrupa, iki Bonaparte (III. Napeleon ve Bismarck) için fazla küçüktü” ve öte yandan başlıca bu iki ülkede yenilginin yaralarını saran ve gelişen sanayi tarafından safları durmaksızın sıkılaştırılan, sayıca artırıldı gibi, örgütsel düzeyi de yükselmeye teşvik edilen proletarya, gelişen sanayinin koşullarını olgunlaştırdığı sosyalizm gibi olgunlaşmaktaydı. Dünya (yani Avrupa) yeni bir devrimler dönemine girmekteydi; iki ülke, Fransa ve Almanya yeni bir devrimin patlamasına aday ilk iki ülke gibi görünüyor, ikisi de soyluluğun önemli mevkiler işgal ettiği zorbalıklarıyla devrimci duygu ve özlemlerin bilenmesi yanında devrimin nesnel temelini güçlendirip yaygınlaştırıyor ve bir devrime katılacak tabakaları genişletiyordu. Bunlardan, Almanya’da genel oy hakkından yararlanarak, proletarya hızlı bir örgütlenme içine girmişti ve bilinç bakımından ilerlemesi dev boyutlardaydı. Ancak Fransa’da bilinç ve örgütlenme düzeyi görece düşük olmakla birlikte devrimci geleneklerin etkisi hâlâ çok yüksekti.
Ve 1870-71 Fransız-Alman savaşı, cumhuriyetçi ayaklanmayı kolaylaştırıp Bonaparte’ın sonunu getirirken, Alman yüklenmesinin sürmesi proletaryayı yeniden birinci plana çıkardı. Cumhuriyetçi ayaklanma içinde önemli bir yer tutan ve ulusal muhafızlar içinde özellikle Paris’te etkin olan, daha çok Blanqui ve Proudhon’un küçük aktif gruplarının etkisindeki proletarya, burjuvazinin dalavereciliği karşısında bir kez daha ayağa kalktı. Marx, bu kez, “yapmayın, yenileceksiniz” diye uyarmıştı, dinlenmedi. ’71 Paris’i, “Paris’te artık proletarya devriminden başka bir devrimin olanak dışı olduğu gerçeği”ni ortaya koyarken, Paris proletaryası, Komünarlar bir kez daha yenilgiyi tattılar. Fransa, yine devrimin merkeziydi, ama devrim, bir kez daha yeniliyordu. Sosyalizmin koşulları hâlâ yeterince olgun değildi.
Ama 1871 Komün deneyi, Marksizm dışı sosyalizmin kesinlikle ölümünü ilan ederek, Blankizm ve Proudhonculuk yanında örneğin Lasalcılığın da sonunu getirerek Marksizm’in zaferini ilan etti. Artık o, proletaryanın kesin ve tek teorisiydi. Ve yenilgiler içinden geçen proletarya, elinde Marksizm’i, artık tek bir uluslararası ordu oluşturma yolunda dev adımlar atacaktı. 1864’te kurulmuş I. Enternasyonal’in yanında, bağımsız proletarya partileri kurulup hızlı bir örgütlenme içine girdiler. En ileri gidecek olan, Alman Sosyal Demokrat Partisi olacaktı.

3. DEĞİŞEN KOŞULLAR VE YENİ MÜCADELE BİÇİMLERİ
Ama 1870 savaşı ve Komün’ün yenilgisi, bir başka sonuca daha yol açtı. Gelişme öyleydi ki, artık küçük çaplı savaşlar olanaksız hale gelmiş ve bir savaş ancak dünya savaşı olarak patlayabilir olmuştu. Bu barışı ve kapitalizmin, sonradan II. Enternasyonal’i olumsuz bir şekillenmeye yönelttiği anlaşılacak olan “barışçıl” bir gelişimini dayattı, ikinci olarak ise devrimin merkezinde bir kayma görüldü: Fransa’dan Almanya’ya. Proletarya devrim için hazırlık okulundan geçmeye yöneldi. Devrimler dönemi şimdilik kapanmış görünüyordu. Devrim sabırla hazırlanacaktı.
Engels’ten okuyalım:
“Paris Komünü ile birlikte, kavgacı proletaryanın da kesin olarak yere battığı sanıldı. Ama tam tersine, onun en yaman atılımı, Komün ve Fransız-Alman Savaşı günlerinden başlar. Eli silah tutan bütün nüfusun, artık ancak milyonlarla sayılan ordularda göreve alınmasıyla bütün savaş koşullarının baştan aşağı altüst oluşu, ateşli silahlar, obüsler ve o zamana kadar görülmemiş etkiye sahip patlayıcı maddeler, bir yandan Bonaparte’vari savaşlara birdenbire son verdi ve sonucu katiyen hesaplanamayacak ve duyulmamış bir kan dökücülük olan bir dünya savaşından başka her hangi bir savaşı olanak dışı kılarak, gürültüsüz patırtısız bir sınaî gelişme sağladı.”
(Kapitalizmin ulaştığı düzey artık savaşın da yalnızca tüm ulusları kucaklayacak bir dünya savaşı olarak patlamasını olanaklı kılıyordu. Bir yandan sınaî gelişme ve proletaryanın çoğalması ve nitel gelişmesi öte yandan dünya pazarı ve gelişen tekniklerin dünya savaşından başkasına imkan tanımaz oluşu. Tam uluslararasılaşma. Dünya çapında genel bir hesaplaşmaya gidiş.)
“1870-1871 Savaşı ve Komün’ün yenilgisi, Marx’ın önceden söylediği gibi, Avrupa işçi hareketinin ağırlık merkezini, bir zaman için, Fransa’dan Almanya’ya aktardı. Fransa’da kendiliğinden anlaşılır ki, 1871 Mayıs’ının yaralarını sarmak için yıllar gerekti. Buna karşılık, üstelik havadan gelen Fransız milyarları ile kolaylaşan sanayinin sıcak yerde büyüyen bir bitki gibi durmadan hızlanan bir ritimle gerçekten geliştiği Almanya’da, Sosyal-Demokrasi daha da büyük başarı ile ve çabuklukla büyüyordu. 1866’da kurumlaşan genel oy sistemini kullanmada Alman işçilerinin gösterdikleri zekâ sayesinde partinin şaşırtıcı büyümesi, tartışma götürmez sayılarla bütün dünyanın gözüne çarpıyordu. 1871’de 102 bin; 1874’te 352 bin; 1877’de 493 bin Sosyal-demokrat oy vardı…
“Genel oy, daha uzun zamandan beri Fransa’da vardı, ama Bonaparte’çı hükümetin kötüye kullanımı sonucu değerden düşmüş, tutulmaz olmuştu. Komün’den sonra genel oyu kullanacak bir işçi partisi yoktu, İspanya’da genel oy, Cumhuriyetten beri vardı, ama İspanya’da seçimlere katılmama, her zaman, bütün ciddi muhalefet partilerinde bir kural oldu. İsviçre’de genel oy ile yapılan denemeler, bir işçi partisi için hiç de yüreklendirici değildi. Latin ülkelerinin devrimci işçileri, oy hakkına bir tuzak, hükümetin bir dolap çevirme aracı gibi bakmaya alışmışlardı. Almanya’da başka türlü oldu.” (Age, sf. 237)
Yeni dönemin gereklerini karşılamaya, öyle görünüyordu ki, bir tek Alman işçileri hazırdılar. Kendisinden bir atılım beklenebilecek Fransız işçileri hem aşın yorgun düşmüştüler ve yaralıydılar, hem her türlü eylemin koşulu bir işçi partisinden yoksundular ve devrimci gelenekleri, kapitalizmin yeniden içine girdiği barışçıl dönemde, devrimler döneminin kapanmış göründüğü koşullarda ayaklanmaya götürmeyecek gibi görünüyordu. Hemen bir ayaklanmadan çok dönemsel olarak dayatılan ayaklanmanın hazırlanmasıydı ve buna uyum sağlayan, Alman işçileri oldu. Engels, devrim merkezinin Almanya’ya kayısıyla da bağlantılı olarak Alman işçilerinin bu öne geçişinin nedenlerini sayarken şunlara değiniyor:
“Daha 1870’te Alman işçileri çetin bir sınamadan geçtiler: Bonaparte’çı savaş kışkırtıcılığı ve bunun doğal sonucu: Almanya’daki genel ulusal coşku. Sosyalist Alman işçileri bir an bile şaşkınlığa kapılmadılar. En küçük bir ulusal şovenlik göstermediler. En çılgın zafer sarhoşlukları ortasında, ölçülü kaldılar, ‘Fransız Cumhuriyeti ile denk-sever ve ilhaksız bir barış’ istediler ve sıkıyönetim bile onları susturamadı. Ne savaşların övüncünden ne de ‘Alman İmparatorluğunun göz kamaştırıcılığı’ üzerindeki gevezeliklerden etkilendiler; tek erekleri tüm Avrupa proletaryasının kurtuluşu olarak kaldı. Başka hiçbir ülke işçilerinin, şimdiye kadar, bu kadar ağır, bu kadar parlak bir sınamadan geçmemiş oldukları söylenebilir…
“Ocak seçimlerinde sağlanan başarılar, modern işçi hareketi tarihinde, bugüne kadar eşine rastlanmayan başarılardır ve tüm Avrupa’da uyandırdıkları şaşkınlık tamamen yerindeydi.
“Alman işçilerinin, öbür Avrupa işçilerine göre, başlıca iki üstünlüğü var. Birincisi; Alman işçileri, Avrupa’nın en teorisyen halkına mensupturlar; üstelik sözüm ona ‘kültürlü’ Almanya’da iyiden iyiye yitip gitmiş olan teorik anlayışı korumuşlardır… İşçilerin teorik anlayışı olmasaydı, onlar bilimsel sosyalizmi hiçbir zaman özümlemiş oldukları derecede özümleyemezlerdi. Ve bu üstünlüğün ne kadar büyük bir üstünlük olduğunu, bir yandan, her türlü teoriye karşı, çeşitli sendikaların kusursuz örgütlenişine karşın, İngiliz işçi hareketinin pek bir ilerleme göstermemesinin başlıca nedenlerinden biri olan kayıtsızlık ve öte yandan da, Proudhonculuk tarafından, ilk biçimi içinde Fransızlar ve Belçikalılarda, sonradan, Bakunin eliyle karikatürleştirilmiş biçimi içinde, İspanyol ve İtalyanlarda yaratılan anlaşmazlık ve karışıklık tanıtlar.
İkinci üstünlük, Almanların, işçi hareketine, zaman bakımından aşağı yukarı en son gelmiş olmalarıdır. Tıpkı teorik Alman sosyalizminin öğretilerinin tüm fantezi ve ütopyalarına karşın, bütün zamanların en büyük kafaları arasında sayılan ve bugün doğruluklarını bilimsel olarak kanıtladığımız birçok fikirleri öncelemiş bulunan üç adamın; Saint-Simon, Fourier ye Owen’in omuzları üzerinde yükseldiğini hiçbir zaman unutmayacağı gibi, pratik Alman işçi hareketi de, İngiliz ve Fransız işçi hareketinin omuzlan üzerinde geliştiğini, onların pahalıya edinilmiş deneylerinden sadece yararlanıp, şimdi o zaman çoğu kaçınılmaz olan yanılgılarından kaçınılabildiğini hiçbir zaman unutmamalıdır, İngiliz trade-union’ları ile Fransız siyasal işçi mücadelelerinin geçmişi olmasaydı, hele Paris Komünü tarafından verilen devsel atılım olmasaydı, bugün hareketin neresinde olurduk?
Alman  işçilerinin durumlarını üstünlüklerinden az görülür bir zeka ile yararlandıklarını kabul etmek gerek. Bir işçi hareket var olalı beri, mücadele, ilk kez olarak, teorik, siyasal ve pratik-iktisadi üç yönü içinde, uyum, bağlantı ve yöntem ile yürütülmüştür. Alman hareketinin yenilmez gücü, işte, deyim yerindeyse, bu tek merkezli saldırıdadır.
“Bir yandan, elverişli konumlan nedeniyle, öte yandan İngiliz hareketinin adasal özellikleri ve Fransız hareketinin zorla bastırılması sonucu, Alman işçileri, şimdilik proleter mücadelenin ön safında yer almış bulunuyorlar. Olayların bu şeref yerini ne kadar zaman onlara bırakacağı önceden söylenemez. …Ocak ayında verilen sosyalist oylar, her ne kadar daha şimdiden oldukça güzel bir orduyu temsil ediyorlarsa da, henüz Alman işçi sınıfının çoğunluğunu oluşturmaktan çok uzaktırlar ve lor nüfusu arasındaki propagandanın başarıları ne kadar yüreklendirici olursa olsun, özellikle bu alanda yapılacak daha çok şey kalıyor. Yani savaşmayı gevşetmek söz konusu değil; tersine, bir kent arkasından bir başka kenti, bir seçim çevresi arkasından bir başka seçim çevresini düşmanın elinden söküp almak gerek; ama, her şeyden önce, hiçbir yurtsever şovenlik kabul etmeyen ve hangi ulustan gelirse gelsin, proleter hareketin her yeni ilerleyişini sevinçle selamlayan gerçek enternasyonal anlayışı korumak söz konusu. Eğer Alman işçileri böyle davranmakta devam ederlerse, hareketin başında yürüyeceklerdir demiyorum, -sadece herhangi bir ulus işçilerinin hareketin başında yürümeleri, hareketin yararına değildir- ama savaş çizgisi üzerinde şerefli bir yer tutacaklar ve, hesapta olmayan ağır sınavlar ya da büyük olaylar, onlardan daha çok cesaret daha çok karar ve daha çok güç istediği zaman pusatlanmış ve hazır olacaklar.”
Komün sonrasını öncesinden ayıran özellik, söylendiği gibi, dönemin “barışçı” niteliği ve devrimlerin yokluğuydu. Batı Avrupa’da burjuva devrimler dönemi kapanmış, burjuva devrimleri olarak başlayan devrimlerin proleter devrimine dönüşerek gelişmesinin yolu da tıkanmıştı. Orada artık uzun hazırlıklar ve koşulların olgunlaşmasına bağlı olarak doğrudan proleter devrimleri gündeme gelebilecekti. Doğu ise, henüz burjuva devrimleri dönemine bile ulaşmamıştı. Batı’da her yerde kurulan ve “barışçı” hazırlık döneminin koşullarının gereğini yapmaya yönelen proletarya partileri, başta Almanya partisi olmak üzere önemli basanlar kazandılar; proletarya, bu dönemde, burjuva parlamentosundan yararlanmayı, kendi basınını, eğitim kurumlarını, sendikalarını, derneklerini vb. yaratmayı öğrendi.

4. DEVRİMİN YENİ MERKEZİ: RUSYA
1871 Komünü ve yenilgisi, Marksizm’in türlü sosyalizmler üzerindeki zaferini bütünüyle kesinleştirdi. Artık Marksizm dışı akımlar kendilerini Marksizm kılığında ortaya koymak zorunda kaldılar. Marksizm’i cepheden eleştiren sosyalizm kalmadı. Ama Marksizm içinden çıkan bir sapma olarak Bernstein’le başlayan revizyonizm ve oportünist akımlar da, tarihin diyalektiğinin örneğini sunmak üzere dönemin “barışçı” koşullarından beslendiler. Bu, en çok çürüme yolunda 1848 ve 1871’de temel adımlar atan ve uzlaşmacılığın çıkar yol olmadığı, tarihin sınıf mücadeleleri tarihi olarak gerçekleştiği görüldükçe, ikna edici olmaktan da çıkan ve ama hâlâ burjuva devrimci olarak görünme ihtiyacı duyan liberalizm, bundan böyle kendisini sosyalist oportünizm olarak ortaya koymaya başladı. Proletaryanın “barışçı” koşullarda devrim için hazırlığı, bu oportünizm ve revizyonizm tarafından bozulmaya ve proletaryanın partileri işe yaramaz parlamentarist, barışçıl partilere dönüştürülmeye girişildi. Burjuvazi de kuvvetin ve cellât rolünün yanında reformların ve papazın rolüne ağırlık vermişti ve işçi patilerinin çoğunda bozulmanın önüne geçilemedi. Gelişen kapitalizm kazançlarından “kırıntılar” vererek, önce sömürge tekeline bağlı olarak İngiltere’de ve bu tekelin kırılmasıyla diğer kapitalist büyük devletlerde işçi sınıfı içinde aristokrat ve bürokrat bir tabakanın oluşumuna yol açtı, bir burjuva işçi partisini besledi ve geliştirdi.
Oportünizm ve burjuva sosyalizmi “sosyal barış” ve bir devrim ihtimaline gerek bırakmayan “demokrasiler”in sağlamlığı dolayısıyla kutlamacılığa yönelmişlerdi ki Rusya’dan ilk sinyaller gelmeye başladı. Devrim fırtınalarının yeni bir kaynağı açılıyor ve devrim merkezi Doğu’ya, Rusya’ya kayıyordu. Üstelik Rus Devrimi (1905), yenilmesine rağmen, öylesine patladı ki, Asya’da burjuva devrimlerin dönemini başlatan tahrik edici unsur oldu. 1905’i, Türkiye, Iran ve Çin’de patlak veren devrimler izledi. Oportünizm ise, bunlara yarı sahip çıkarak tepeden bakıcı, burun kıvırıcı bir tutum aldı.
Gelişme, öngörüldüğü gibi olmuştu. Daha Komünist Manifesto’nun 1882’de çıkan Rusça baskısına yazdıkları önsözde Marx ve Engels, hem de daha Narodnik eylemleri gözleyerek, Rusya’ya, Manifesto’da 1848 Almanyası’na yükledikleri rolü yüklemeye başlamışlardı bile, öncülüğün de Rusya’ya geçtiğini söyleyerek:
“Proleter hareketin o sıralar (Aralık 1847) hâlâ ne denli sınırlı bir alanı kapsadığını, Manifesto’nun son kesimi en açık bir biçimde gösteriyor. Burada özellikle yer almayanlar Rusya ve Birleşik Devletler’dir. Bu, Rusya’nın tüm Avrupa gericiliğinin son büyük yedeğini oluşturduğu, Birleşik Devletler’in göç yoluyla Avrupa’nın proleter güç fazlasını emdiği sıralardı… O sıralar, her ikisi de, bu nedenle, şu ya da bu şekilde, mevcut Avrupa düzeninin temel dayanaklarıydılar.
“Ama durum bugün ne kadar da farklı!
“Ya Rusya! 1848-49 Devrimi sırasında, yalnızca Avrupalı hükümdarlar değil, Avrupa burjuvazisi de, henüz uyanmaya başlayan proletarya karşısında tek kurtuluşlarını Rus müdahalesinde buldular. Çar Avrupa gericiliğinin başı ilan edildi. Bugün ise, Gaçina’da devrimin savaş tutsağıdır ve Rusya ise, Avrupa’daki devrimci eylemin öncüsü durumundadır.” (Seçme Yapıtlar 1, s. 120)
Bu, büyük bir öngörüydü ve üstelik henüz kesin bir bilgilenme üzerinde yükseldiği de söylenemezdi, Rusya’da proleter hareket, henüz yeni emeklemeye başlamıştı, ama bir yandan toprak düzeni de, reformlar gereksinecek denli altüst oluşlar içine girmiş bulunuyordu. Rusya’nın asıl hamlesi sonradan geldi. Rusya 20. yüzyılı yaygın grevler ve 1902’de baş gösteren köylülerin malikaneleri ateşe verişleriyle karşılıyordu. 1905 gürültüyle yaklaşmaktaydı.
1901 sonunda “Ne Yapmalı”yı yazmakta olan Lenin, Engels’in aktardığımız 1871 sonrasının “barışçı” koşulları ve Alman işçilerine devrimin öncülüğünü veren üstünlüklerinin gereğini yerine getirerek bu koşulları karşılamadaki başarılarını aktardıktan sonra, şöyle sürdürmekteydi:
“Engels’in sözlerinin kâhince sözler olduğu görüldü. Alman işçileri birkaç yıl sonra, ansızın sosyalistlere karşı aynm yasasının o çetin sınavıyla yüz yüze geldiler. Ve Alman işçileri bu sınavdan başarıyla çıkmak için gerçekten yeterince donanımlıydılar.
Rus proletaryası çok daha çetin sınavlardan geçmek, bir devle dövüşmek zorundadır. Anayasaya bağlı bir ülke de ayrım yasası, bu devin yanında cüce gibi kalır. Tarih şimdi bize başka herhangi bir ülkenin proletaryasının tüm ivedi görevlerinin en devrimcisi olan ivedi bir görev vermektedir. Bu görevin yerine getirilmesi, yalnız Avrupa gericiliğinin değil, aynı zamanda Asya gericiliğinin de en güçlü kalesinin yıkılması, Rus proletaryasını uluslararası devrimci proletaryanın öncüsü haline getirecektir. Eğer biz, bin kez daha geniş ve derin hareketimizi aynı azim ve aynı alt edilmez güçle canlandırmayı bilirsek, öncellerimizin, yani 1870-1880 devrimcilerinin çoktan hak ettiği bu onurlu sanı elde edeceğimizi umut etmekte haklıyız.” (Ne Yapmalı, sf. 29)
Aynı gerçeği, henüz bir devrimciyken ve ama sanki 3-5 yıl sonra başına gelecekleri öngörmüş gibi, Avrupa’da “barışçı” kapitalizm döneminin olumsuz etkilerinin bilincinde olarak ve daha o zamanlar Rus devrimci eylemine bu olumsuzlukların, başlıca küçük burjuva uyuşukluğun üstesinden gelecek bir atılganlık olarak varılma görüntüsü veren Kautsky de 1902’de dile getirmişti:
“Bugün (1848’den farklı olarak) Slavların sadece devrimci halklar safına katıldıklarını değil, aynı zamanda, devrimci fikir ve eylemin ağırlık merkezinin gittikçe Slavlara doğru yer değiştirdiğini düşünebiliriz. Devrimin merkezi, Batı’dan Doğu’ya doğru kaymaktadır. 19. yüzyılın ilk yarısında bu merkez, Fransa’da ve zaman zaman İngiltere’deydi. 1848’de Almanya, devrimci uluslar safına katıldı. Yeni yüzyıl öyle olaylarla başladı ki, bunlar, devrim merkezinin yeniden bir yer değiştirmesiyle, Rusya’ya doğru yer değiştirmesiyle karşı karşıya olduğumuzu bize düşündürmektedir. Batıdan bunca devrimci inisiyatif edinmiş olan Rusya, belki şimdi artık, bu Batı için bir devrimci enerji kaynağı olmak yolundadır. Alev alev yanan Rus devrim hareketi, belki de saflarımıza yayılmaya başlayan o küçük burjuva uyuşukluğunu ve küçük politikacılığı defetmek için yararlanabileceğimiz en güçlü araç olacaktır; bu devrimci hareket, savaşa susamışlığımızı ve büyük ülkülerimize tutkulu bağlılığımızı yeniden alevlendirecektir. Rusya, Batı Avrupa için irticaın ve mutlakıyetin basit bir kalesi olmaktan çoktan çıkmıştır.” (“Sol” Komünizm, S. 9)
Lenin ve devrimci Kautsky’de aynı iki tez göze çarpmaktadır. Ve bu ikisi bir temel tezden türemektedir. Türetici tez, proleter devrimin uluslararası bir devrim, bir dünya devrimi olduğuna ilişkindir. Artık literatürde 1848 öncesi gibi ulusal işçi ayaklanmaları ve devrimlerden söz açıldığı görülmemekte, proletaryanın hareketi kesinlikle uluslararası bir hareket olarak kavranmaktadır. Kuşkusuz ulusal özellikleriyle ve belirli ulusal dürtülerin rol oynayışıyla gelişen, biçim olarak ulusal ama uluslararası nitelikte, en temel özelliği olarak dünya proleter devriminin bir parçası olan bir hareket. Hem Lenin ve hem de Kautsky, bu niteliğiyle ele aldıkları proletarya hareketinin ağırlık merkezinin Doğu’ya, Rusya’ya kaymakta olduğunu, dünya devriminin merkezinin Batı’dan Doğu’ya, Almanya’dan Rusya’ya doğru yer değiştirmekte olduğunu saptamaktadırlar. Alman proletaryasının olduğu gibi, Rus proletaryasının görevleri de ulusal hedeflerle sınırlı değildir. Ağırlık merkezinin kaymasına bağlı olarak, proletarya hareketinde öncülükte kendisini devrimci eylemiyle ve kuşkusuz bununla kopmazcasına bağlı ideolojik ve kültürel zenginliği ile ortaya koyan Rusya proletaryasına geçmektedir. Sonuncu bir tez kendiliğinden ortaya çıkmaktadır: Öncü proletaryaya düşen ek görevler vardır ve onun da ötesinde, proletaryanın bir ülkedeki devrimci hareketi diğer ülkelerdeki hareketini de etkilemektedir ve bir ülkede gerçekleşecek proleter devrim, diğer ülkelerde devrimi kaçınılmazlıkla teşvik edecek, üstelik onun desteklenmesi için görevler üstlenecektir.
1905 devriminin derin izleri…
Ve 1905, Rusya proletaryasının, en geri yığınlarını bile etkileyip harekete geçiren derin ve yaygın devrimci eylemi, yenilmesine rağmen, üzerine düşeni yapmıştır. “Coğrafya, ekonomi ve tarih bakımından Rusya yalnız bir Avrupa ülkesi değil, aynı zamanda bir Asya ülkesidir. Bunun içindir ki, Rus devriminin başarısı, Avrupa’nın en büyük ve en geri ülkesini nihayet uyandırmış ve devrimci bir proletaryanın önderliğinde devrimci bir halk yaratmış olmasında değildir sadece. Rus devrimi bundan fazlasını da başarmıştır. Bütün Asya’da bir hareket doğmuştur. Türkiye, İran ve Çin devrimleri 1905’teki yaman ayaklanmanın derin izler bıraktığını, yüz milyonlarca insanın ileriye doğru hareketinde göze çarpan etkisinin silinmez olduğunu ispat etmektedir.” (Lenin, Doğuda Ulusal Kurtuluş Hareketleri, Sf. 263)
1905 de ortaya koymuştur ki, proleter devrimi ve proletaryanın hareketi uluslararası bir harekettir; artık yalnızca ulusal özellikler taşımak ve gerçekleştiği ülkenin dışına taşmamak, uluslararası sonuçlara yol açmamak ve kısacası proletaryanın uluslararası hareketinin bir parçası olmamak durumunda olamazdı. Proletarya devrimi uluslararası bir devrimdi ve dünya proleter devrimi, proletaryanın çeşitli ülkelerdeki hareketlerinden bileşen tek bir süreç oluşturuyordu. Bir ya da birkaç ülkede başlayıp diğer ülkelere yayılacak, devrimi gerçekleştiren ülkelere uluslararası görevler yükleyen ve o ülkeleri dünya proleter devriminin merkez üssü kılan tek bir devrim süreci. Burada, kuşkusuz Trotskizme ve onun Brest benzeri zorlamalarına (geri çekilmeyi reddedip hatta Polonya’ya saldırarak devrimi bir tür “sürekli” kılma iradeciliğine) yer yoktur.

5. “PROLETER DÜNYA DEVRİMİ” İÇİN YENİ OLANAKLAR
Kapitalizm, daha 18. yüzyıl içinde yaratmaya başlayıp 19. yüzyılda paylaşılmamış pazar bırakmamacasına geliştirdiği ve temelleri Amerika’nın keşfinde olan tek bir dünya pazarını yaratmakla kalmamıştı. Özellikle 1871 sonrası “barışçı” koşullarda gelişen kapitalizm, ülkeleri, proletaryanın kendisine karşı hareketini de tek bir uluslararası süreç kılan, tek bir dünya pazarı etrafında birleştirmekle yetinmemiş, tekellere yol açarak zıddına dönüşen serbest rekabet, sonunda ülkeleri ekonomik olarak da birbirlerine bağlamıştı. Üretimin artık ticaret dolayımıyla uluslararasılaşmasının ötesine geçilmiş, bizzat üretimin kendisi uluslararasılaşmıştı. Temel dürtü, büyük ülkelerde ortaya çıkan sermaye fazlasının daha kârlı başka ülkelere taşınmasıydı. Sermaye ihracı yoluyla bizzat sermaye, yalnızca borçlar ve krediler yoluyla değil üretken sermaye olarak da, gittiği bütün ülkeleri ve giderek tüm dünyayı tek bir dünya ekonomisinin parçaları haline getirerek uluslararasılaşmıştı. Artık Marx zamanından, 1848’lerden çok dahi ötelerde bir uluslararasılaşma eğilimi içindeydi kapitalizm. Tüm dünya kapitalist ilişkiler temelinde birbirine bağlanmıştı. Artık sadece proletaryanın uluslararası hareketinin nesnel temel genişleyip sağlamlaşmakla kalmamış, kapitalizm çürüme ve can çekişme dönemine girerek sosyalizm için bütünüyle olgunlaşmıştı. Tüm dünyada sosyalizmin, proleter bir devrimin ön koşulları bulunuyordu. Proleter devrim ihtimali, ileri ülkelere özgü bir beklenti olmaktan çıktı. Az çok proletaryaya sahip ülkeler dünya proleter devrimini başlatma şansını yakaladılar. Bundan böyle dünya devrimi görece geri ülkelerde başlayabilirdi. Uluslararası sermaye cephesi emperyalist zincirin en zayıf olduğu yerden yarılabilirdi. 1905 Devrimi bunun örneğini sundu:
“Rusya’da 1905 burjuva devrimi, dünya tarihinin son derece özgün bir dönüm noktasını oluşturur; kapitalist ülkelerin en gerilerinden, birinde, grev hareketi, dünyada eşi görülmemiş bir genişlik ve güce ulaşmıştı… Pek özel bazı tarihsel etkenlerin etkisi altında, geri kalmış bir ülke olan Rusya, dünyaya, devrim sonrasında, ezilen yığınların kendiliğinden gelme eyleminin sıçrayışlar halinde güçlenmesi örneğini (bütün büyük devrimlerde bu böyle olmuştu) vermekle kalmadı, ama üstelik Rus devrimi, dünyaya, nüfus içindeki sayıca öneminden çok daha üstün rol oynayabilen bir proletarya örneğini de verdi…”(Lenin, “Sol” Komünizm, sf.96)
Devrim görece geri ülkelerden başlayacak denli dünya ekonomisi birleşik ve uluslararası bir duruma yükselmişti, bir ülkedeki devrimin diğer ülkeleri harekete geçirmesi için koşullar çok olgunlaşmış ve uluslararası proletarya hareketi birbirine çok daha yakından bağlanmıştı, tek bir dünya partisi vardı, ama onun da ötesinde, birbirine bağlanan sermaye ve sanayiler ve üstelik kapitalizmin girmekte olduğu genel bunalım ve kapitalist krizin artık bütün ülkeleri etkileyerek gelişmekte oluşu uluslararası proletaryayı ve hareketini nesnel olarak da tekleştirme yönünde rol oynuyordu. Uluslararası devrimin koşulları, bu nedenle de ileri ölçüde olgunlaşma durumundaydı. Artık dünya proleter devrimi ele tutulur bir gelecek halindeydi.
Ama yine de şurada burada, çeşitli ülkelerde ortaya çıkıp yenilen proleter eylemlere rastlandı; sadece bilinç ve örgüt eksikliği nedeniyle değil, uluslararası proleter devrimi başlatmaya güç yetiremediği için yenilen bu eylemler, kuşkusuz ki, proleter hareketin genişlemesine yol açtı ve paha biçilmez örnekler olarak rol oynadılar. 1905 Devriminde olduğu gibi. Bu durum, Trotskist “sürekli devrim” tezinin, topyekûn dünya devrimi beklentilerinin gerçekleşme şansı olmadığını da gösterdi.
Devrim merkezinin yer değiştirmesinin anlamı
Dünya devriminin merkezinin ülkeden ülkeye yer değiştirmesinin anlamı da aslında, devrimin, çeşitli ülkelerde kapitalizminin gelişmesinin ekonomik ve siyasal özelliklerinin farklı oluşundan kaynaklanmak üzere, farklı ülkelerde farklı gelişme çizgileri izlemekte olduğunun kanıtıydı. Bir dönem ileri giden Fransız proletarya hareketinin yerini Alman ve sonra da Rusya proletaryasının hareketi alabiliyorsa, bu en başta bu ülkelerin nesnel ekonomik ve siyasal koşullarındaki gelişme farklılığından geliyordu. Şu kesindi; uluslararası proletarya hareketi ileriye doğru dev adımlar atmaktaydı. Devrim artık kapıdaydı. Ama yine tek ve topyekûn bir devrim olarak belirmeyecek, çeşitli ülkelerde farklı yollardan gelişen ve farklı gelişme aşamalarında olan proletarya hareketlerinden bileşecek, bunlardan, hep olduğu gibi, kimi ileri giderken kimi geri kalacak ve dünya proleter devrimi de hiç yenilgiler ya da duraklamalar içermeyen tek düze bir süreç olarak gelişmeyecekti.
Lenin, “Proletaryanın milletlerarası devrimci hareketi, ayrı ayrı ülkelerde hep bir çizgide ve özdeş biçimlerde gelişemez, gelişmemektedir de. Her bir faaliyet alanında bütün fırsatlardan sonuna kadar ve tastamam yararlanılması, çeşitli ülkelerde proletaryanın sınıf kavgasının sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Her ülke kendi değerli ve kendine has özellikleriyle ortak akıma katkıda bulunuyor; ama her bir belirli ülkede hareket kendi tek yanlılığının, sosyalist partilerin kendi teorik ve pratik kusurlarının acısını çekmektedir. Genel olarak milletlerarası sosyalizmin yaman bir ileri adım attığını, proletaryanın milyonluk ordularının düşmanla bir dizi pratik çarpışma süreci içinde bir araya geldiğini ve burjuvaziyle kesin savaşın yaklaşmakta olduğunu ayan beyan görmekteyiz, işçi sınıfı, bu mücadeleye Komün günlerinde, o son büyük proleter ayaklanmasında olduğundan çok daha hazır bir durumdadır.” (Doğu’da Ulusal Kurtuluş Hareketleri, s.38) diyordu. Ve sonra dünya devriminin uluslararası yönüyle olgunlaşmış koşullarında Almanya ve Macaristan’la Finlandiya’nın benzeri başına gelecek İrlanda ayaklanmasının yenilgisi üzerine ise şunları yazıyordu:
“İrlandalıların talihsizliği, vaktinden önce, proletaryanın Avrupa ayaklanması henüz olgunlaşmaya vakit bulamadan baş kaldırmış olmalarıdır. Kapitalizm, çeşitli başkaldırı yuvalarının kendiliklerinden derhal -geri dönüşler, yenilgiler olmaksızın- birleşmelerine elverecek kadar ahenkli bir yapıya sahip değildir. Beri yandan, ayaklanmaların farklı zamanlarda, farklı yerlerde ve çeşit çeşit olması da genel harekete yaygınlık ve derinlik sağlamaktadır. Ne var ki, yığınlar ancak böyle vakitsiz, münferit, dağınık ve o yüzden de başarısız devrim hareketlerinde tecrübe ve bilgilerini artırırlar, güç kazanır, gerçek önderleri olan proleterleri tanırlar ve bu yoldan giderek genel saldırıya hazırlanırlar.” (Age, sf. 246)
1917 sonrası Alman ve diğer proleter ayaklanmaların yenilgi nedeni, “vaktinden önce” patlamaları değildi kuşkusuz. Vakitsiz oluş, ancak, ülke içi koşullar açısından söz konusu edilebilirdi. Ama anlaşılması gerekiyordu ki, uluslararası proleter devrimin, bir parçası olan Alman devrimi ve diğerlerinin proleter ayaklanmaları kendi ulusal tarihsel ekonomik, siyasal vb. koşulları sonucu ortaya çıkmıştı. Ekim Devrimi’nin onlar üzerindeki harekete getirici etkisi, başarıyı garanti etmek için yeterli olamazdı.
Sorun kapitalizmin dengesiz gelişme yasasından kaynaklanıyordu ki, bu mutlak bir yasaydı. Marx tarafından ortaya konan bu yasa üzerine Lenin şunları yazmıştı:
“Ekonomide ve siyasette çarpık gelişme, kapitalizmin mutlak kanunudur. Dolayısıyla, sosyalizm önce birkaç, hatta sadece bir tek kapitalist ülkede zafere ulaşabilir pekâlâ. O ülkenin zaferi elde eden proletaryası, kapitalistleri mülksüzleştirip kendi sosyalist üretimini örgütledikten sonra dünyanın -kapitalist dünyanın- geri kalan kısmına karşı ayaklanacak, diğer ülkelerin ezilen sınıflarını kendi davasına katacak, o ülkelerde kapitalistlere karşı ayaklanmaları kışkırtacak, gerekli hallerde sömürücü sınıflara ve onların devletlerine karşı silah zoruna dahi başvuracaktır.” (Age, sf.148)
Lenin’in, temel öneme sahip bu saptaması, Trotskizmi yerle bir ediyor, iktidarı alan proletaryaya, kesin olarak, sosyalist üretimini örgütleme şansını veriyor. Devrimi sözde “sürekli” kılmak üzere başka ülkelere hemen bir saldırıyı gereksiz görüyor. Yanlış olduğu için gereksiz. Ele geçirilen iktidarı tehlikeye atacağı ve devrim ihracı, devrimlerin yolu olmadığı için gereksiz ve yanlış. Ama çok açık olarak iktidarı ele geçiren, yani dünya proleter devrimini başlatan proletaryanın, öncü proletaryanın önüne görevler konuyor. Kim bu görevlerin harfi harfine Sovyet iktidarı tarafından yerine getirilmediğini iddia edebilir?
Sovyet proletaryası daha ilk günden uluslararası kapitalizme karşı ayaklanma halinde olmuştur. Üçüncü Enternasyonal’i kuran en başta Sovyet proletaryasıdır. Olanca “içişlere karışma” suçlamalarına karşı bütün ülkelerde, onun örgütlenmesine yardım eden, dünyanın hiçbir yerindeki devrimci hareketler karşısında ilgisiz kalmayan, ayaklanmalara doğrudan destek veren, yine odur. Üstelik yalnızca destekle kalmamış, sosyalizmin merkez üssü ve desteği olarak bütün ülkelerden proleterlere, eğitimden lojistiğe kadar destek sağlamanın ötesinde ayaklanmaları kışkırtan da Sovyet proletaryası ve partisi olmuştur. Bütün bir Doğuyu ayaklandıran odur ve üstelik ikinci savaşta iş, kapitalizmin koçbaşına karşı silah zoruna başvurmaya kadar varmıştır.
1905 Devrimi, Marksizm’in II. Enternasyonalce yozlaştırılmasına önemli bir darbe vurdu. Ancak “barışçı” gelişme koşullarının bir ürünü olarak gelişmesi içinde sosyal şovenizme ve tam bir ihanete dönüşen II. Enternasyonal oportünizmine ölümcül darbeyi vuracak olan Ekim Devrimiydi.

6. SOVYET DEVRİMİ VE “DÜNYA DEVRİMİ”
Dünyanın ilk muzaffer proleter devrimi, tüm dünyayı, kapitalizmi, konumlanışıyla burjuvaziyi ve proletaryanın mücadele koşullarını değiştirerek dünyanın görece geri bir ülkesinde patlak verdi. Marx’ın Almanya için öngördüğünü, burjuva devrimi proleter devrime dönüştürme sorununu Rusya çözmüştü. Ve artık Rusya, tüm dünya proletaryasının gözünü diktiği, destek sağladığı ve hareketini Rusya proletaryasının hareketiyle koordine etmeye yöneldiği, proletarya devriminin bir ileri karakolu ve merkezi haline gelmişti. Lenin, III. Enternasyonal 2. Kongresi için kaleme aldığı “Milletler ve Sömürgeler Sorunu Üzerine Tezlerin ilk Taslakları”nda buna değindi. 5. tez şöyleydi:
“Dünyanın siyasi durumu şu anda proletarya diktatörlüğünü gündeme koymuştur. Dünyada siyasi gelişmeler zorunlu olarak tek bir odak noktasında toplanmaktadır: Dünya burjuvazisinin Sovyet Rus Cumhuriyeti’ne karşı mücadelesi. Bu mücadelede bir yandan bütün ülkelerin ileri işçilerinin şura hareketleri, öbür yandan tek kurtuluşlarının sisteminin dünya emperyalizmine karşı zafer kazanmasına bağlı olduğunu acı tecrübeler sonucunda öğrenen sömürgelerdeki ve ezilen milliyetler arasındaki bütün milli kurtuluş hareketleri, zorunlu olarak Sovyet Rus Cumhuriyeti çevresinde toplanmaktadır.”(Age, sf. 341)
Bu tez, Trotskistlere göre, saf ulusalcılıktır; diğer ülkelerin proleter ve milli kurtuluş hareketlerini Sovyet devletin çıkarının koşmak üzere ona bağımlı kılmaktır! Ama tez, gerçeği yansıtmaktan başka bir şey yapmamaktadır. Ve henüz “reel sosyalizm”e çok vardır! Bu gerçek, onun reelliğini değil, dünyanın gerçeğini yansıtmaktadır. Tek bir ülkede zafer kazanan ve önceden öngörüldüğü gibi sosyalist ekonomisini örgütlemek zorunda olan, bunun için olduğu kadar dünya proleter devrimine bir destek üssü olarak hizmet edebilmek için de varlığını korumak durumunda olan ve varlığı koşullarında kaçınılmazlıkla bütün ülkelerin devrimci hareketlerini emperyalizme karşı etrafında toparlamadan edemeyecek olan sosyalizmin, kapitalist dünya ile çatışma halindeki gerçeği budur. Proletarya diktatörlüğüne tüm burjuvazinin saldıracağı, dünya proleter devrimini üssüz ve örneksiz bırakmak isteyeceği ve ama tüm dünya proletaryası ve ezilen halklarının kendi gelecekleri olan onun etrafında birleşmeye yöneleceği ve böyle olduğu, yalnızca katı gerçektir.
İlk Sovyet devrimi dünyanın görece geri bir ülkesinde gerçekleşmiştir. Özellikle 1905’in dersleriyle olgunlaşmış, deneyli, ama sayıca örneğin Almanya’dan az bir proleter nüfus tarafından gerçekleştirilmiştir. Neden?
Önderlik Bir Süre İçin Ruslara Geçiyor
Lenin’den uzunca bir alıntı ile, kapitalizmin ve proleter hareketin dengeli olmayan gelişmesi, devrim merkezinin kayması ve geri ülkede zaferin nedenleri üzerine bir özet yapmak yerinde olacak.
“Proletarya diktatörlüğünün kurulmasının, esas olarak, Rusya’nın geriliği ile onun burjuva demokrasisinin üzerinden ‘sıçraması’ arasındaki ‘çelişkiyi doğurmuş olması şaşırtıcı değil midir?” diye soran ve “hayır” diye yanıtlayan Lenin şöyle devam ediyor:
“Modern bilime ilişkin genel bilgisi olan herhangi bir Marksist’e ya da herhangi bir kişiye, gerçekten de, değişik kapitalist ülkelerin proletarya diktatörlüğüne geçişinin, aynı yolda ya da ona uyumlu bir simetri içinde olup olmayacağı sorulsaydı, hiç kuşkusuz yanıtı olumsuz olacaktı. Kapitalist dünyada uyumlu, ya da simetrik bir gelişme hiçbir zaman olmamıştır, olamazdı da. Her ülke kapitalizmin ve işçi hareketinin önce bir, sonra da bir başka yönünü ya da özelliğini ya da özellikler grubunu daha güçlü olarak geliştirmiştir. Bu gelişme süreci eşit olmayan bir yolda oluştu.
“Fransa büyük burjuva devrimini gerçekleştirdiği ve bütün Avrupa kıtasını tarihsel olarak yeni bir yaşama gözlerini açmaya zorladığı zaman, İngiltere, aynı zamanda, Fransa’dan kapitalist yönde daha çok geliştiği halde, karşı devrimci koalisyonun başında bulunuyordu. Ne var ki, bu dönemin İngiliz işçi sınıfı hareketi, geleceğin Marksizm’ini içerdiği şeylerin çoğunu daha o zamanlar parlak bir biçimde yaşamıştı.
“…(Ama) Birkaç on yıldan beri bu gelişmiş kapitalist ülke (İngiltere), proletaryanın devrimci mücadelesinde geride kalmıştı. Fransa, dünya tarihi gelişmesine son derece önemli katkıları olan, burjuvaziye karşı 1848 ve 1871’deki işçi sınıfının iki kahramanca başkaldırısında proletaryanın kuvvetini tüketmiş görünüyordu. O zaman işçi sınıfı hareketinin enternasyonalinde önderlik Almanya’ya geçti; bu Almanya’nın iktisadi yönden İngiltere ve Fransa’nın gerisinde kaldığı 19. yüzyılın yetmişlerinde oldu. Ama Almanya, bu iki ülkeyi ekonomik yönden geride bırakınca, yani 20. yüzyılın ikinci on yılma doğru, Almanya’nın Marksist işçi partisi, bütün dünya için bir örnek olan bu parti, bir avuç alçağın alçağını… kendilerini kapitalistlere satan, monarşinin ve karşı devrimci burjuvazinin hizmetinde bulunan iğrenç cellatları başında buldu.
“Dünya tarihi, yolundan sapmadan proletarya diktatörlüğüne doğru gidiyor, ama bunu, pürüzsüz, yalın ve dosdoğru olmayan bir yolda yapıyor.
“… Ve öyle oldu. Devrimci proleter enternasyonalinde, önderlik, bir süre için -hiç söylemeye gerek yok ki kısa bir süre için- Ruslara geçmiş bulunmaktadır, tıpkı 19. yüzyılın çeşitli dönemlerinde, önce İngilizlerin, sonra Fransızların, soma da Almanların eline geçmesi gibi.”
Bu, olabilirliğine ve olmak zorunda olduğuna ilişkin. Kapitalizm koşullarında proletarya hareketinin ekonomik gelişme ile tam uyumlu olmayışının kaçınılmazlığına ilişkin.
Dünya proleter devriminin Rusya’da başlamasının nedenleri
Peki, geri bir ülkede proleter devriminin ortaya çıkışının ve dünya proleter devriminin böyle bir ülkede başlamasının nedenleri ne? Lenin devam ediyor:
“Başlamak bizim için daha kolaydı, birincisi, çünkü -20. yüzyıl Avrupa’sı için- Çar monarşisinin eşi görülmedik siyasal geriliği, yığınların devrimci hücumlarına eşi görülmedik bir güç vermiştir. İkincisi, Rusya’nın geriliği, proletaryanın, burjuvaziye karşı devrimini, toprak beylerine karşı köylü devrimi ile kendine özgü bir yolda birleştirmiştir. Ekim 1917’de hareket noktamız budur ve eğer oradan başlamamış olsaydık zaferi böyle kolay gerçekleştiremezdik. Daha 1856’da Marx, Prusya ile ilgili olarak proleter devrimi ile köylü savaşının özel bir bileşimi olasılığından söz etmiştir. 1905’in başından itibaren Bolşevikler, proletaryanın ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğü düşüncesini savunmuşlardır. Üçüncüsü, 1905 devriminin işçi ve köylü yığınlarının siyasal eğitimine çok büyük katkıları olmuştur, çünkü bu devrim, yığınların öncüsünü Batı’daki sosyalizmin ‘son sözü’ ile ve gene çünkü yığınların devrimci eylemi ile tanışık hale getirmiştir… Dördüncüsü, Rusya’nın coğrafi koşulları, onu, öteki ülkelerden daha uzun süre kapitalistlerin, gelişmiş ülkelerin üstün askeri gücüne karşı direnme olanağını sağladı. Beşincisi, proletaryanın köylülüğe karşı özgül tutumu, burjuva devriminden sosyalist devrime geçişi kolaylaştırmış ve kent proletaryasının kırsal kesimdeki çalışan halkın yarı-proleter ve yoksul kesimlerini etkilemesini kolaylaştırmıştı. Altıncısı, grev eylemlerindeki uzun süreli eğitim ve Avrupa’nın yığınsal işçi sınıfı hareketinin deneyimleri, Sovyetler gibi proletaryanın devrimci örgütünün böyle biricik bir biçiminin -derin ve hızla yığınlaşan devrimci bir durumdan- çıkmasını kolaylaştırmıştır.” (Marx-Engels Marksizm, s. 678-281)
Proleter devrimin ilk olarak Rusya’da ortaya çıkışının nedenleri ya da Rus devriminin olanakları bunlardır.
“Kapitalizmi ilk yere vurmak Rusların kısmetine düştü”
Ve ilginç olan, aktardığımız pasajda Lenin’in “Devrimci proleter enternasyonalinde, önderlik, bir süre için -hiç söylemeye gerek yok ki kısa bir süre için- Ruslara geçmiş bulunmaktadır…” demesidir.
Lenin Rusya’nın geriliğinin yalnızca başlamayı kolaylaştırdığını biliyordu. Başlamak, aynıyla sürdürmek demek değildi, tamamlamak hiç değildi; ama başlangıç vuruşunu yapma tarihsel göreviyle karşı karşıya kalan bu vuruşu yapacaktı. Dünya proleter devrimi bir süreçti ve bileşenleri olan proletarya devrimlerini, hiç kuşkusuz, en başta, en ileri ülkelerdekilerin katkısına ihtiyaç duyacaktı. Sosyalizm için en olgun koşulların, kapitalizmin en ileri düzeylerde geliştiği ülkelerde bulunduğu şüphesizdi ve sosyalist devrim uluslararası bir devrim olarak bu ülkelerde devrimle kucaklaşacaktı. Lenin’in kavrayışı böyleydi ve o Rus proletaryasına tarihsel siyasal koşullar tarafından dayatılan önderliğin, bu nedenle geçici olduğunu düşünüyor, daha gelişkin ve sosyalizm için daha çok olgunlaşmış bir ülkenin daha ileriye gidecek proletarya hareketi ve devrimine görevi devretmek üzere, geçici olduğu bilinciyle dört elle sarılıyordu. Biliyordu ki, olaylar içinde Rus proletaryasının elde ettiği “üstünlük”, yani ileri mevzilerde savaşma görevi başlama kolaylığı nedeniyleydi. Gelişmiş kapitalist ülkelerde ise, başlamak zordu, ama bir kez başladıktan sonra sürdürmek kolaydı. Lenin, oralarda devrim patlak verdiğinde, sürdürme kolaylığı nedeniyle görevin devredilmesini öngörüyordu. Ve Lenin Almanya’da Spartaküslerin yenilgisine karşın Avrupa’da devrim beklentisini korudu.
“Başka ülkelerde bu iş, elbette daha zor” diyordu ama inancını da ifadelendirmekten geri durmuyordu:
“Oralarda Nikola gibi, Rasputin gibi yarı-deliler yok. Oralarda sınıflarının en seçkinleri hükümetlerin başında. Otokrasiye karşı bir devrimin koşulları oralarda eksik. Kapitalist sınıfın hükümetleri var başlarında. Bu sınıfın en yetenekli temsilcileri, uzun süredir yönetimi ellerinde tutuyor. İşte gene aynı nedenlerle buralarda da, bugün olmasa yarın devrim olacak; Friedrich Adler gibiler, Kari Liebknecht gibiler, bu yolda ölseler de. Gelecek onların, bütün ülkelerin işçileri onları izliyor. Dünya işçileri mutlaka zafere ulaşacak.” (Sosyalizm ve Savaş, sf. 132
Lenin, “olayların gelişmesiyle sosyalist devrimin ileri karakollarına doğru geçici olarak götürülen” (M-E-Marksizm, sf. 274) Rusya’da ilk “doğum sancıları”nın yaşanmakta olduğunu düşünüyor, ama bu sancı ve zorlukların, temelde Rusya’nın geri ülke oluşundan kaynaklanan zorlukların aşılacağına güveniyordu. Çünkü dünya kapitalizminin sosyalizm için hazır halde olduğunu görüyor, sosyalist devrimin yeni zaferlerini bekliyordu: “Geleceğe tam bir güvenceyle ve kesin bir inançla bakmamız için her türlü neden var, çünkü bize yeni müttefikler Ve bir sürü daha gelişmiş ülkede sosyalist devrimin yeni zaferlerini hazırlıyor.” (Age) Ve ekliyordu: “…kısa zamanda mahvolacak olan bu vahşi canavarı, kapitalizmi ilk yere vurmak bizim kısmetimize düştüğü için gurur duyma ve kendimizi şanslı sayma hakkına sahibiz.” (Age)
Lenin, Sovyetlerin yardımına gelecek Avrupa’da bir devrim bekliyordu. Rusya proletaryasının devrimci taktiğini bu devrimin kolaylaştırmasına yöneltti. Bunun için bir ülkenin, üstelik geri bir ülkenin yapabileceği her şeyi yaptı. Bu, tek enternasyonalist ve devrimci taktik yaklaşımdı.
Sovyet Devrimi’ne yönelik eleştiriler ve Bolşeviklerin tutumu
Ve Lenin, yaşarken, Rus devriminin uluslararası yönelim; konum ve tutumlarına ilişkin olarak iki yönden suçlandı. Proletarya devriminin taktiğini Avrupa’da belirli bir devrim beklentisi üzerine kurmakla, sanki pek devrimciymiş, proletaryanın ve proletarya diktatörlüğünün çıkarlarını pek gözetirmiş gibi, Kautsky tarafından suçlanırken, Brest uzlaşması, Polonya’ya saldırmayı kabullenmemesi ve “devrimi sürekli kılmaması” dolayısıyla Trotsky tarafından Lenin’e suçlamalar yöneltildi.
Evet, Lenin bir Avrupa devrimi bekliyordu, çünkü Avrupa’da devrimci bir durum yaşanmaktaydı ve bunun hesaba katılmaması körlük olurdu.
Sovyet Rusya’nın böyle bir devrimle dünya proleter devriminin geliştirilişine çok da ihtiyacı vardı kuşkusuz. Ancak taktik, bu ihtiyaç ve istek üzerine kurulamazdı, kurulmadı, somut nesnel koşullara dayandırıldı: Avrupa’daki devrimci duruma.
Evet, Lenin’in Avrupa devrimi beklentisi vardı. Örneğin, “Proleter ve köylü Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, dünyada ilk kalıcı sosyalist cumhuriyet olduğunu tanıtladı. Yeni bir devlet biçimi olarak yok olması olanaksızdır. Bu devlet bundan böyle tek başına olmayacaktır “Age, sf. 281) diyor ve/ ikinci, üçüncü vb. Sovyet cumhuriyetlerini öngörüyordu. Öngördüğü, proletaryanın uluslararası diktatörlüğü idi: “Proletarya diktatörlüğü milli bir diktatörlükten (yani, tek bir, ülkede var olan ve dünya siyasetini etkileme gücünden yoksun bir diktatörlükten) milletlerarası bir diktatörlüğe (yani, en azından birkaç ileri ülkeyi kapsayan ve genel olarak dünya siyaseti üzerinde etkisini gösterebilen bir diktatörlüğe) dönüştürme görevi gittikçe daha büyük bir zorunluluk olarak belirdikçe…” (D.U.K. Hareketleri, sf,344) diyordu. Ve üstelik şunları da söylüyordu: ,
“… Biz diyoruz ki, ‘Emperyalist yağmacılara lanet, kapitalizme lanet, kapitalizme ölüm’ ve aynı zamanda ‘Almanlardan öğren! Alman işçileriyle kardeşçe ittifaka bağlı kal. Onlar yardımımıza gelmekte geciktiler biz zaman kazanacağız, onların geldiği günleri göreceğiz ve onlar mutlaka yardımımıza gelecekler.’ ” (Sosyalizm ve Savaş, sf.146)
Bunlardan yola çıkan dönek Kautsky, fetvayı vermişti. Lenin, Bolşevik İhtilali’nin başarısını Avrupa’da teşvik edilip ayaklandırılacak yığınların gerçekleştireceği bir devrime, bir Avrupa devrimine bağlamıştı. Dünya proleter devrimini teorik olarak da reddetmek üzere, -başka türlü ihtilalci olmak gereğinden kaçamazdı-, suçlamasını yöneltti:
“Bolşevik ihtilali, genel bir Avrupa ihtilalinin başlangıç noktası olacağı, Rusya’nın cesur inisiyatifinin bütün Avrupa’nın proleterlerini ayaklanmaya götüreceği sanısına dayanmıştı… Yalnız asıl sanı, yani Rus ihtilali’nin bir Avrupa ihtilalini mutlaka boşandırması ihtimali gerçekleşirse… Peki, bu olmazsa? Şimdiye kadar bu sanının doğruluğu ortaya çıkmamıştır.” (Aktaran Lenin, Proletarya İhtilali ve Dönek Kautsky, sf. 169)
Lenin yanıtlıyordu:
“Kautsky, Marx, Engels ve Bebel’in beklenen ihtilalin başlangıcı konusunda birkaç defa yanıldıklarını, ama taktiklerini hiçbir zaman ‘belli bir günde’ bekledikleri bir ihtilale göre ayarlamadıklarını uzun uzun anlatmaya çalışıyor; buna karşılık kendisi de, Bolşeviklerin ‘her şeyi bir tek koza, genel bir Avrupa ihtilaline bağladıklarını’ söylüyor.
“… Bolşevikler taktiklerim başka ülkelerde belli bir güne kadar beklenen bir ihtilale dayandırsalardı, reddedilemeyecek bir saçmalığa düşmüş olurlardı… Kautsky, beli bir tarihle olması beklenen bir Avrupa ihtilaline dayalı taktiklerle, belli bir tarihte değil, uzak ya da yakın gelecekte beklenen bir Avrupa İhtilaline dayalı taktikleri birbirine karıştırmıştır. Belli bir tarihte ihtilal çıkacağı umuduna dayalı taktikler saçmadır. Fakat belli olmayan tarihteki ihtilale dayalı taktikler bir Marksist için zorunludur; her devrimci proleter ve enternasyonalist için zorunludur. Çünkü bütün Avrupa ülkelerinde savaşın meydana getirdiği belirgin durumu tam Marksist bir biçimde ancak bunlar hesaba katar ve ancak bunlar, proletaryanın uluslararası görevlerine uygun düşer… İhtilal durumu varsa, bir Avrupa ihtilalini hesaba katmak, bir Marksist için zorunludur. İhtilal durumunun olması ile olmaması hallerinde, sosyalist proletarya taktiklerinin aynı olmayacağı, Marksizm’in alfabesidir.” (Age, sf. 170-171)
Trotsky’nin suçlaması ise hâlâ sürdürülüyor. En çok da Stalin’e suç yükleyerek. Bu Kautsky ile tam aksi yönden yöneltilen suçlama, Sovyet Devrimi’nin çıkarları için, diğer ülkelerin proleter hareket ve devrimlerine yardım edilmediği, devrimin oralara yönelik olarak sürdürülmediği ve tersine diğer ülkelerin proletaryası ve hareketlerinin Sovyet devletinin güçlendirilmesine, ulusalcı bir tarzda tabi kılınarak bu ülkeler proletaryası ve hareketlerinin kullanıldığı şeklindedir. Koşulları İkinci Dünya Savaşı’ndaki gibi ortaya çıkan ve sorunu “ihracat” sorunu olmaktan çıkaran durumlar dışında “devrim ihracı” sorunu ele alınmaya değmez. Yalnızca Lenin’in diğer ülkeler devrimlerinin dünya proleter devriminin gelişmesi açısından nasıl desteklendiğine ve sorunu nasıl ele aldığına ilişkin düşüncelerini aktarmakla yetineceğiz.
“Nihai zaferin ancak dünyanın bütün ileri ülkelerinin proletaryası tarafından kazanılabileceği muhakkaktır; ve biz, Ruslar, İngiliz, Fransız ve Alman proletaryasının sağlama bağlayacağı işi başlatıyoruz.. Fakat en başta doğu milletleri olmak üzere bütün ezilen sömürge milletlerin emekçi halklarının yardımı olmaksızın ileri ülkeler proletaryasının zafere ulaşamayacağını da görüyoruz. Komünizme geçişin yalnız öncü tarafından gerçekleştirilemeyeceğini anlamalıyız. Görev, hangi düzeye varmış olursa olsunlar, emekçi halkları devrimci eyleme, bağımsız harekete ve örgütlenmeye kazanmaktır.” (Doğu’da Ulusal Kurtuluş Hareketi, sf.224)
“Proletarya diktatörlüğünü milli bir diktatörlükten… Milletlerarası bir diktatörlüğe… dönüştürme görevi gittikçe daha büyük bir zorunluluk olarak belirdikçe… kökleri çok derine giden küçük burjuva milli önyargılara karşı mücadele etme zorunluluğu da artar. Küçük burjuva milliyetçiliği, salt milletlerin eşitliğinin tanınmasını enternasyonalcilik olarak ilan eder ve oradan bir adım ileri gitmez. Bu tanımanın sadece lafta kalması bir yana, küçük burjuva milliyetçiliği milli bencil çıkara hiç dokunmaz; oysa proleter enternasyonalciliği, önce her bir ülkedeki proleter mücadelesinin çıkarlarının dünya çapındaki proleter mücadelesinin çıkarlarına bağımlı kılınmasını, sonra da burjuvaziye karşı zafer kazanmakta olan milletin, milletlerarası sermayenin alaşağı edilmesi yolunda en büyük milli fedakarlıklara katlanmaya razı olmasını ve bu fedakarlıklara katlanmasını şart koşar.” (Age, sf. 344)
Ve Lenin’den dünya proleter devrimi ve sosyalizmin zaferi üzerine sonsöz:
“Yalnız genel Avrupa ihtilali değil, dünya proleter ihtilali, herkesin gözü önünde olgunlaşıyor ve proletaryanın Rusya’daki zaferinden yardım görüyor, onun tarafından itiliyor ve destekleniyor. Bütün bunlar; sosyalizmin tam zaferi İçirt yeterli değil mi diyorsunuz? Elbette değil. Ama bir ülke daha fazlasını yapamaz. Fakat bir ülke, Sovyet Hükümeti sayesinde, öyle çok şey yapmıştır ki, diyelim ki yarın, Alman ve İngiliz-Fransız emperyalizmi arasında bir anlaşmanın sonucu olarak, böylesine kötü bir ihtimalle, Rusya’da Sovyet hükümeti yıkılsa bile, Bolşevik taktiklerinin sosyalizme büyük yararlar sağladığı, henüz patlamamış dünya ihtilalinin gelişmesine yardım ettiği anlaşılır.” (Proletarya ihtilali ve Dönek Kautsky, sf. 177)
Stalin’den Sovyetler Birliği’nde sosyalist kuruluş ile enternasyonalizm bağlantısı üzerine bir paragrafla bitirelim.
“Henüz kısa bir süre önce, Zinovyev ile Kamanev, uluslararası devrim bizi kurtarmazsa, tekniğimizin ve ekonomimizin geriliğinden dolayı iç güçlüklerin üstesinden gelemeyeceğimiz görüşünü, Politbüro önünde savunuyorlardı. Oysa biz, Merkez Komitesi çoğunluğu ile birlikte, teknik geriliğimize karşın, sosyalizmi kurabileceğimiz, onu kurmakta olduğumuz ve sonuna kadar kuracağımız görüşündeyiz.” (SBKP Moskova Komitesi mektubundan)
“Zinovyev, inançsızlığı enternasyonalizm olarak yorumlamaktan zevk duyuyor.
“Buradan enternasyonalizme ve dünya devrimine karşı günah işleyenin parti olmadığı, tersine, Zinovyev olduğunu söylemek daha doğru olmaz mı? Çünkü ‘kuruluş halinde sosyalizm’ ülkesi olan ülkemiz, dünya devrimi için bir temel değil de nedir? Ama bu ülke, sosyalist toplumu kurma yeteneğinden. yoksun ise, dünya devrimi için gerçek bir temel olabilir mi? Kendi içinde, ekonomimizdeki kapitalist unsurlara karşı zafer kazanma yeteneğinden, sosyalizmin kuruluşunu başarma yeteneğinden yoksun ise, bugün olduğu gibi, bütün ülkelerin işçileri için güçlü bir çekim merkezi olarak kalabilir mi?” (Leninizm’in İlkeleri, s. 173-174)

Ocak 1994

GÜNCEL KEYNES TARTIŞMALARI VE “GENEL TEORİ”NİN TARİHSEL ARKA PLANI

Keynes, 5 Haziran 1883’de İngiltere’de doğdu. Onun ölümünün ardından 47 yıl geçti. Yaşadığı 57 yıl boyunca, sadece ekonomiyle değil bunun yanında daha pek çok şeyle uğraşan, örneğin; dergi editörlüğü, tiyatro kuruculuğu ve yapımcılığı, sigorta şirketi başkanlığı yapan John Maynard Keynes’e asıl ününü kazandıran “İstihdam, Faiz ve Paranın Genel Teorisi” (Bundan sonra kısaca Genel Teori) adlı çalışması, yayınlanalı da tam 57 yıl oldu.
J.M. Keynes, ekonomik görüşlerini esas olarak, Genel Teori adlı çalışmasında toplamıştır. Genel Teori, yayımlandıktan sonra, burada toplanan görüşler pek çok iktisatçı tarafından tartışıldı, birçoğu onun savunuculuğunu yaptı. Birçok kapitalist hükümet, ülke ekonomisinin içinde bulunduğu krizden kurtulabilmek için onun öne sürdüğü çözüm önerilerini programlarına aldı. Bir dönem, ABD eski Başkanlarından Nixon gibi politikacılar, Keynes’çi olduklarını açıkça ilan ederek, bunun kendilerine getireceği politik yararların hesabını yaptılar. Hemen hemen bütün ülkelerde, üniversitelerin ekonomi bölümlerinde Keynes’in iktisadi görüşleri mutlaka ders programlarında yer aldı.
Bütün şükran duygularını üzerinde toplamış olan Keynes, burjuva iktisat bilimcileri arasına başındaki haleyle bir peygamber olarak yerleştirildi ve burjuvazi onu hiç unutmadı. Öyle ki, son yıllarda kitapları, kütüphanelerin tozlu raflarından çıkarılarak yeniden incelenmeye başlandı. Çünkü dünya, yeni bir ekonomik krizin içine yuvarlanmış Yeni Dünya Düzeni’yle ifade edilen globalleşme, değil emekçi sınıfların kısmi bir refaha ulaşmasını, sermayenin de rahat dolaşımını sağlayamamıştı. Keynes teorisinde, yeni bunalım döneminden çıkış olanakları aranmaya başlandı, Bu, beyhude bir uğraştır; Keynes teorisi özel ve farklı siyasal ve tarihsel koşullarda bir anlam kazanmıştır. Şimdiki koşullar, burjuva’ iktisat açısından Keynes’in teorilerine hayat verecek olanaktan yoksundur.

KEYNES İKTİSADININ TARİHSEL VE ENTELLEKTÜEL ARKA PLANI
Keynes’in ekonomik görüşlerine geçmeden, önce,’ onun iktisadi, görüşlerinin oluşumuna temel sağlayan; iktisada yaklaşımının,, iktisadi görüşlerinin entelektüel arka planını incelemek gerekir.
Keynes’in içinden çıktığı entelektüel çevrenin ortak bir özelliği vardır. İçinde Marshall, Pigou gibi kişilerin de bulunduğu Cambridge Üniversitesi’nde toplanan bu çevre, iktisada hep ahlaki bir bilim olarak bakmışlardır. Örneğin J.M. Keynes 1938’de Roy Harrod’a şunları söylemektedir:
“Bana öyle geliyor ki, iktisat mantığın bir dalı, bir düşünce yöntemidir…
İktisat, çağdaş dünyaya uygun model seçme sanatına bağlı modeller aracılığıyla akıl yürütme bilimidir. Böyle olması da zorunludur; çünkü tipik bir doğal bilimden farklı olarak uygulama alanı, zaman içinde birçok açıdan homojenlik göstermez. Bu modelin amacı, yarı-sürekli ya da görece değişken unsurları geçici ve değişmez olandan ayırmak, böylece de bu sonuncular üstüne mantıksal bir düşünce yöntemi geliştirmektir…
İyi iktisatçılar ender bulunur, çünkü oldukça uzmanlaşmış bir düşünsel teknik gerektirmese de, “dikkatli gözlemler” kullanma yeteneğine pek herkeste rastlanmaz. İkinci olarak… İktisat özünde bir doğal bilim değil, bir ahlak bilimidir. Bu, iktisadın, öznel gözlemler ve değer yargılarından yararlandığını ifade eder.
İktisadın bir ahlak bilimi olduğu noktasını, özellikle vurgulamak isterim. Daha önce onun özne, gözlemler ve değerlerle ilgilendiğine değinmiştim. Buna güdüleri, psikolojik belirsizlikleri ve beklentileri de eklemeliyim. İktisadın malzemesinin değişmez ve homojen kabul edilmesine karşı uyanık olmak gerek… Bir elmanın yere düşüşü, elmanın dürtülerine, yere düşmesine değip değmeyeceğine, yerin elmanın düşmesini isteyip istemediğine ve elmanın yerin merkezinden ne kadar uzak olduğu konusundaki yanlış hesaplara bağlıymış gibi.” (JMK, XIV. Aktaran: D.E. Moggride, Keynes, -s. 26 Afa Yayınları, abç.)
Marksist açıdan bakıldığında ise “ekonomi politik, en geniş anlamda insan toplumunda maddesel yaşama araçlarının üretim ve değişimini yöneten yasaların bilimidir.” (Engels, Anti Dühring s. 249)
İnsanlar, hayatlarını devam ettirebilmek için doğa tarafından sağlanan şeyler dışında, kendilerine gerekli nesneleri üretmek zorundadırlar. Bu nesneleri üretmek, bir insan toplumunun işi haline geldiği durumda bu, toplumsal bir nitelik kazanır. Toplumsal üretim, insanlar arasında ilişkiyi de gerekli kılar, işte ekonomi politik tek tek bireyler üzerinde değil ama insanlar arasındaki ekonomik ilişkiler üzerine konuşur. Bu ekonomik ilişkilerin ayrı ayrı evrelerinde, maddi malların üretim, dağıtım ve değişim yasalarını ve bu yasaları belirleyen koşulları irdeleyen ve tanımlayan bir bilimdir ekonomi politik.
Toplumsal üretim ilişkileri ve bu ilişkileri belirleyen şartlar her koşulda ve her zamanda aynı değildir. Çeşitli zamanlarda ve aynı i zamanda farklı coğrafyalarda birbirinden farklılıklar gösterir. Örneğin “yabanılın ok ve yayından çakmak taşı bıçağıyla ancak ayrıksın olarak işe karışan değişim ilişkilerinden, bin beygirlik buhar makinesine, mekanik dokuma tezgahına, demiryolları ve İngiltere bankasına değin, çok büyük bir uzaklık var… Öyleyse ekonomi politik, özsel olarak tarihsel bir bilimdir. Tarihsel, yani durmadan değişen bir konu ile uğraşır; önce üretim ve değişimdeki evrimin her derecesine özgür yasaları ayrı ayrı irdeler, ve ancak bu irdeleme sonundadır ki, üretim ve değişim için her zaman geçerli bazı yasalar saptayabilir.” (Engels, Anti-Dühring, s. 250)
“Tarihsel bir bilim” olarak ekonomi, politik bu kapsamıyla tanımlandığında, onun yaptığı işin (maddi malların üretim, dağılım ve değişim koşullarını etkileyen yasaları irdeleme ye Saptama) belirli bir mantık çerçevesi içerisinde ele alınacağı sonucu da kendiliğinden ortaya çıkar. Öyleyse ekonomi politiğin, “mantığın bir dalı, bir düşünce yöntemi” ya da “ahlak bilimi” olduğunu söylemekle bu, birbirinden tamamen farklı bir şeydir.
İki ayrı ekonomi politikçi, ekonomi politiği farklı mantık ya da. düşünce sistemleri çerçevesinde ele alarak, birbirinden ayrı sonuçlara ulaşabilirler. Ama üzerinde konuşulan şey ekonomi politikse; her ikisi de, “tarihsel, yani durmadan değişen bir konu ile uğraşır’lar.
J.M. Keynes, “…iktisat, mantığın bir dalı, bir düşünce yöntemidir…” derken onun bu sözleri ilk bakışta (en iyimser olarak ilk bakışta) “tarihsel bir bilim” olarak ekonomi politiğin yaptığı işin, belirli bir mantık sistemi çerçevesinde ele alınması gerektiğini anlatmaya çalışıyor gibi görülebilir. Ama yine Roy Harrod’a söylediği sözlerin devamı dikkatlice incelendiğinde işin böyle olmadığı açıkça görülecektir. Şöyle söylemektedir: “İktisadın bir ahlak bilimi olduğunu özellikle vurgulamak isterim. Daha önce onun öznel gözlemler ve değerlerle ilgilendiğine değinmiştim. Buna güdüleri, psikolojik belirsizlikleri ve beklentileri de eklemeliyim…”
Keynes bu saptamasıyla, ekonomi politiğin “tarihsel bir bilim olduğunu”, onun tek tek insanlar arasındaki değil, ama insanlar arasındaki ekonomik ilişkiler üzerinde konuştuğunu açıkça reddeder: Ekonomi politiğin ya da onun deyimiyle “İktisadın, bireylerin öznel gözlemleri, değerleri, güdüleri, psikolojik belirsizlikleri ve beklentileriyle ilgilendiğini “özellikle vurgular.” Böylece, o, farklı tarihsel dönemlerdeki maddi malların üretim, değişim ve dağıtım koşullarını belirleyenin de” bireylerin gözlem, psikolojik belirsizlik, güdü ve benzeri duyuları olduğu” tezini ortaya sürmüş olur.
J.M,Keynes’in öne sürmüş olduğu bu tezin, “en yalın, kafası idealist ön yargılarla doldurulmamış herhangi bir kimse için apaçık” olabilecek eleştirisi, Marx’ın “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı”nın önsözünde vurguladığı şu ünlü saptamasıyla yapılabilir:
“Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini hızlandırır: İnsanların varlıklarını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır.”
Marx’ın en yalın biçimiyle ortaya koyduğu bu bilimsel tez, Keynes tarafından tam tersine çevrilmiş durumdadır. Gerçi o, “iktisat, çağdaş dünyaya uygun model seçme sanatına bağlı modeller aracılığıyla akıl yürütme bilimidir. Böyle olması da zorunludur, çünkü tipik bir doğal bilimden farklı olarak uygulama alanı zaman içinde birçok açıdan homojenlik göstermez. Bu modelin amacı, yan-sürekli ya da görece değişmez unsurları geçici ve değişken olanlardan ayırmak, böylece de sonuncular üstüne mantıksal bir düşünce yöntemi geliştirmektir…” derken, “model seçme sanatına” uygun olarak seçilmiş modelin “yarı-sürekli ya da görece değişmez” olduğunu kabul etmekte, bunu veri kabul ettikten sonra, geçici ve değişken alanlar üzerinde mantık yürütmektedir. Belki de, Keynes’in bir iktisatçı olarak geçirdiği bütün yaşantısı buna uygun olarak geçmiştir: Önce ekonomiyi belli kategorilere ayırır. Bunlar “yan-sürekli, ya da görece değişmez” olanlar ve “geçici ve değişken” olanlardır. Somut anlamıyla, bunlardan birincisi model seçme sanatına uygun olarak seçilmiş modeldir, ikincisi ise tek tek insanların bilinçleri ve duygulandır. İşte ona göre “iktisat bilimi” ikinciler üzerinde durur ve insanların bilinç ve duygularım yönlendirmeyi amaçlar.
Keynes, “iktisat bilimi”ni bu biçimiyle ortaya koyduktan sonra, bu bilimin uygulanışının pratik rollerini çeşitli kesimlere paylaştırır. Başlıca rolleri, devlet kademelerindeki politikacılar ve kamuoyu arasında paylaştırır. Buna göre, devlet kademelerindeki politikacılar tek tek insanlardan oluşan kamuoyunun bilinç ve duygularını yönlendirir; tek tek insanlardan oluşan kamuoyu ise (bu hiçbir zaman homojen değildir) bu yönlendirmeye bağlı olarak, kendi “öznel gözlemleri, değerleri, güdüleri, psikolojik belirsizlikleri ve beklentileri’yle yönlendirilir. Oha göre, kamuoyu, devlet kademelerindeki politikacılar ve iktisat bilimcileri arasındaki başlıca ilişki biçimi “rasyonel ikna yöntemi”dir. O, bu konuda, 1940’da eski yakın dostu Reginald Mc Kenna’ya şunları söylemektedir;
“Aslında, tehlike bütünüyle kamuoyundan gelmiyor. Kamuoyu her şeye hazırdır ve altın gibidir. Tehlike, aptal kafaları atalarına yabancı hiçbir şeye yeterince açık olmayan o aptal politikacılardan geliyor.”
Aslında kamuoyunun, bilinç ve duygularını yönlendirebilecek devlet kademelerindeki politikacılara zaman zaman kızsa da, onların rasyonel ikna yöntemiyle doğru düşüncelere inanabileceklerine ve bir kez ikna olduktan sonra, kamuoyu açıklamaları, gazeteler ve başka ifade biçimleri aracılığıyla, kamuoyunu da ikna edebileceklerine inanmaktadır. Yeter ki, politikacılar önyargılı olmasınlar, iktisat bilimcilerinin söylediği doğru düşüncelere inansınlar -ki zaten kamuoyu her şeye hazır ve altın gibidir- o zaman çözülemeyecek ekonomik sorun yoktur ona göre.
O halde Keynes’in yaşadığı dönemdeki ekonomik sorunlara; bunalım, kramp, kriz, işsizlik ve benzerlerine karşı getirdiği çözüm önerilerinden bağımsız olarak, bu sorunların çözümünün temel yolunun “rasyonel ikna yöntemi” olduğunu görmüş bulunuyoruz. Ortaya konulan sorunlar temelde birbirinden farklı olmasına rağmen, sorun çözme konusunda Keynes ile ütopik sosyalistler arasında bir paralellik kurmak mümkün ve olanaklıdır. Ütopik sosyalistler, emekçi sınıfların sömürüsüne dayanan, kapitalist toplumun yerine üretim araçlarının toplumsal mülkiyetini koyuyorlar ve halk kitlelerinin sorunların ancak bu biçimde çözülebileceğine inanıyorlardı. Ancak onlar, sınıf mücadelesinin yasalarını anlayamadıkları gibi, toplumsal gelişme yasalarını da anlayamıyorlardı. Bu yüzden ortaya koydukları çözüme; üretim araçlarının toplumsal mülkiyetine dayanan sosyalist topluma ulaşabilmenin biricik yolunun, mülk sahibi sınıfları ikna etmekten geçtiğine inanıyorlardı. Kuşkusuz, Keynes, sömürücü sınıflarla sömürülen sınıflar arasındaki çelişkilerle hiç ilgilenmemiştir. Ama o da, tıpkı ütopik sosyalistler gibi, toplumsal gelişme yasalarını hiçbir zaman kavramamış, bu yüzden de örneğin işsizliğin, politikacıların doğru görüşlere ikna edildiğinde ortadan kalkabileceğini savunmuştur. Ya da tam tersi; onun, politikacıların doğru görüşlere ikna olmadıklarında diyelim işsizlik oranının artabileceğini öngördüğünü de söyleyebiliriz. Bir farkla ki, ütopik sosyalistler, emekçi sınıfların sömürülmesine karşı olurken de, kendi tasarladıkları sosyalist toplumu savunurken de tamamen iyi niyetli ve samimiydiler. Onlar, toplumsal gelişme yasalarını, sınıf mücadelesi yasalarını anlayamamışlardı. Oysa Keynes, sorunların çözümü için ortaya koyduğu “rasyonel ikna yöntemi’yle, ancak kapitalist toplumun özünü, sınıf çelişkilerini saklamaya hizmet edebilmiştir. Ama ne yazık ki, ilerde çeşitli yönleriyle göreceğimiz gibi bunda hiçbir zaman başarılı olamamış, sadece, burjuvazinin belirli bir dönemde girdiği bir çıkmaz sokaktan, başka bir çıkmaz sokağa geçebilmesi için ona yol açmada bir nebze yardımcı olabilmiştir.
Kuşkusuz ki, Keynes farkında olsun ya da olmasın, görmek istesin ya da istemesin, toplumsal gelişme yasaları, sınıf mücadelesi yasaları ve sınıflara bölünmüş bir toplumsal sistemde üretim, dağıtım ve değişim yasaları kendi kurallarına göre işledi. Keynes, “arzu edilir bir toplum anlayışı”nı öne sürerken de, İngiliz burjuvazisini, uluslararası ekonomik istikrarın sağlanması için tutum almaya çağırırken de “rasyonel ikna yöntemi”nin belirleyici olacağına inanıyordu. Ancak, burjuvazinin, ancak ve ancak kendi egemenliğini güçlendirerek devam ettirebilmesine yarayan önerilere ikna olabileceğini bir türlü anlayamıyordu. Anlayamadığı yerde de politikacılara kızıyor, kimi zamanda küfrediyordu.
Buna örnek olarak verilebilecek olan şeylerden birisi şudur: Keynes, ikinci Dünya Savaşı’nın ardından çıkabilecek, dünya çapındaki bir durgunluğu önlemek için oldukça tahrip olmuş durumda bulunan Avrupa ülkelerinin ekonomik istikran için uğraşılacağına, başta ABD olmak üzere savaştan zarar görmemiş olan ülkelerin ekonomilerinin hızla genişletilmesini önermektedir. Keynes bu öneriyi yaparken, her ülke burjuvazisinin kendi çıkarlarına göre hareket edeceğini göz ardı etmekte, ama bunun yerine İngiltere Maliye Bakanı’nı bu konuda ikna etmeye çabalamaktadır. Bir yandan da İngiltere Merkez Bankası’nı, ona şikâyet etmektedir. Maliye Bakanı’na, 1944 sonbaharında şunları yazmaktadır:
“Acı deneyimlerle öğrendiğimiz gibi, önceden görülmeleri pek zor olmasa bile, büyük felaketler her zaman atlatılamıyor. Tersine ve kesin bir karar alınmadıkça ve biz öbür yöne doğru kararlı adımlar atmadıkça, bankanın (Merkez Bankası-ÖD) bizi, yeni bir kılıf içinde, 1931’de sonu gelen o ayni yöne doğru sürüklemeyi becereceğinden büyük endişe duymaktayım” (Aktaran D.E. Moggridge, Keynes, s. 36)
Keynes, 1944 sonbaharında hem Merkez Bankası’nı protesto etmek, hem de Maliye Bakanı’nı, yukarıda aktarmaya çalıştığımız görüşlerine ikna etmek amacındadır. Gerçekte, Keynes’in hem ikna, hem de protesto çabaları hayatı boyunca hiç bitmemiştir. Kendi deyimiyle bu, onun “iflah olmaz hastalığı”dır. 1938’de bu konuda şunları söylüyor:
“Başkalarının duygu ve davranışlarına (ve kuşkusuz kendiminkilere de) gerçek dışı bir akılcılık yüklemek, benim iflah olmaz hastalığım. Neyin ‘normal’ olduğu konusundaki bu saçma düşüncenin küçük, ama olağanüstü ahmakça bir dışavurumu vardır, o da protestodur. ‘Normal’ diye nitelediğim şeyler gerçekleşmeyince Times’a bir mektup yazmam, Guildhall’da bir toplantı düzenlemem türünden protestolar… Sanki yeteri kadar bağırsam sesimi duyurmayı başaracağım bir makam ya da ölçüt varmış gibi davrandım, belki de duanın etkinliğine inancın katılımıdır bu. (IMK, X, s. 448, aktaran age s. 39)
Bu yönden bakıldığında Keynes, hem liberal sosyalizm anlayışını ifade ederken, hem “ahlaki açıdan tatsız olsa da kapitalizmin zorunlu bir yol” olduğunu öne sürerken, hem de burjuva politikacılarını bazen ikna bazen de protesto ederken; “burjuva ilişkilerini ifade eden kategorileri, onları oluşturan ve onlardan kopuk olan uzlaşmaz karşıtlık olmaksızın alıkoymak ister. Burjuva pratiği ile ciddi olarak savaştığını sanır, oysa başkalarından daha burjuvadır” (1)

BIRAKINIZ YAPSINLARDAN LİBERAL SOSYALİZME
Keynes’in “iktisat bilimi”ne yaklaşımını, toplumun ekonomik yapısı hakkında ortaya koyduğu kategorileri, iktisat bilimi ve politik ekonomiyle bu kategoriler arasında tasarladığı ilişki biçimini kısaca ortaya koyduktan sonra, onun, ekonomik sistem anlayışını açıklamaya geçebiliriz:
Keynes, 1929-1933 büyük bunalımına kadar, burjuva dünyasında genel kabul gören laissez-faire’in (bırakınız yapsınlar) dogmatik biçimini iktisat üzerinde çalışmaya başladığı ilk dönemlerde reddetmiştir. Ekonominin doğal ve otomatik olarak işlemediğini görmüş, bunun yerine ekonominin bilinçli yönetimi anlayışını getirmeye çalışmış ve nihayet 1930’da “politik inancı”nın liberal sosyalizm olduğunu açıkça ifade etmiştir. Ancak bütün bunlara geçmeden önce, onun, bütün bu düşüncelerinin ortaya çıktığı dönemin tarihsel arka planını, kısaca ele almak yararlı olacaktır.
1929-1933 yılları arasında yaşanan iktisadi bunalım, o döneme kadar yaşanan bunalımların en derini ve aynı zamanda en etkilisiydi. Kapitalist ülkeler, bu bunalım döneminde, o zamana kadar hiç görülmemiş bir şiddette sarsıntı geçirdiler. 1929-1933 ekonomik bunalımı, kapitalist dünyanın bütün ülkelerini kapsayıcı bir nitelikteydi. Belli başlı emperyalist ülkeler başta olmak üzere, bütün kapitalist ülkelerde üretim kapasitesi önemli oranda düştü, kronik kitlesel işsizlik devasa boyutlara ulaştı.
Bu döneme kadar, ekonomi alanında yaygın olarak kabul edilen görüş, ünlü ifadesiyle “her arz kendi talebini yaratır” biçiminde formüle edilen Say Yasası’na dayanıyordu. Buna göre, “sonsuz sayıdaki firmanın kârlarını arttırma savaşı ile yine sonsuz sayıdaki tüketicinin kendi ihtiyaçlarını karşılama çabası arasında, kendiliğinden oluşan etkileşim giderek arz ve talebin istikrarlı bir dengeye ulaşmasına yol açar, böylece eğer fiyatlar serbestçe oluşuyorsa mallar eninde sonunda satılır ve tüm işçiler, eğer kabul ederlerse, piyasanın kendilerine biçtiği ücretten iş bulur”lardı.
Bu görüşün J.B. Say tarafından dile getirildiği dönem, 18. yüzyılın başlarına rastlar. Ona göre, esas olarak ekonomide doğal bir denge vardı. Üretimle tüketim arasında herhangi bir çelişki yoktu. Firmalar kârlarını artırma, tüketiciler ise ihtiyaçlarını karşılama çabası içindeydiler. Değerin, kaynağı olan üç üretim faktörü vardı. J.B. Say bunları, emek, sermaye ve toprak olarak tanımlıyor ve bu üç üretim faktöründen sahipleri paylarını alıyordu: Emek sahibi ücretini, sermaye sahibi kârını ya da faizini, toprak sahibi ise rantını. Esas olarak J.B. Say tarafından ileri sürülen ve 1929-1933 yıllarına kadar kabul edilen en yaygın görüş olma özelliğini taşıyan bu görüş, temel olarak gerçeğin, sömürücüler lehine kaba bir biçimde çarpıtılmasının tüm olanaklarını taşıyordu.
Ancak, işsizliğin hiç görülmeyen boyutlara ulaştığı, üretim kapasitelerinin önemli oranda düştüğü 1929-33 ekonomik bunalımı hem yaygın olarak kabul edilen bu ekonomik görüşlerin, yani ekonominin doğal ve otomatik olarak işleyebileceği yolundaki görüşlerin, pratik olarak geçersizliğini burjuva iktisatçıların gözü önüne serdi, hem de onlara yeni ekonomi teorileri arayışına itti. Esas olarak, ekonomik ilişkilerin gelişimini hiçbir zaman açıklama kudretine sahip olmayan, ancak burjuvazinin sınıf olarak egemenliğinin devamında ona gerçekleri çarpıtma olanağı sağlayan bu görüşün terk edilmesinin temel sebebi, onun işlemez olduğunun kapitalist ekonominin zorunlu bir gerçeğin 1929-33 bunalımı tarafından açıkça gözler önüne serilmesiydi.
Daha önceden kapitalist ekonomilerde yaşanan çeşitli sorunlar, hükümetler tarafından bu görüşe dayanan demagojilerle açıklanabiliyor, ekonominin kendi doğal işleyişi içerisinde ortaya çıkan sorunların, yine bu doğal işleyiş içerisinde kendiliğinden “mutlaka”, çözümlenebileceği propaganda ediliyordu..
Ancak beş yıl boyunca, bizzat ekonomik olarak en gelişmiş durumda bulunan ülkeleri kasıp kavuran bu büyük bunalım, zorunlu olarak burjuva hükümetlerini yeni çözüm arayışlarına itecekti. Öyle bir ekonomik görüş ve çıkış yolu olmalıydı ki, bu, hem bu dönemde yaşanan ağır ekonomik sorunların çözüm yollarını ortaya koyabilsin, hem de kapitalizmin ebedi bir toplumsal sistem olduğunu kanıtlayabilecek bir özellik taşısın.
1929-33 bunalımının geçtiği dönemde ve bu dönemi izleyen yıllarda Keynes, bir yandan İngiltere’de, Maliye ve Sanayi Komisyonu üyeliği ve İktisadi Danışma Konseyi üyeliği gibi görevlerde bulunuyor; bir yandan da üzerinde yıllardır uğraştığı iktisadi görüşlerini belirginleştirmeye çalışıyordu. Bütün bu çalışmaları süresince asla kapitalizmden vazgeçmiyor, ama öte yandan da Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin kazandığı basanlardan ve kat ettiği gelişmelerden de belirli ölçülerde etkileniyordu. Nitekim Keynes, kapitalizmin içinde bulunduğu çözümsüzlüklere belki de bir çözüm olur umuduyla 1939’da, New Statesman’da şunları yazacaktı: “Sorun, 19. yüzyılın laissez-faire’ciliğinden, bir liberal sosyalizm dönemine geçmeye hazır olup olmadığımızdır. Liberal sosyalizmden, bireyi -seçme özgürlüğünü, inananı, düşünce yapısını ve ifade biçimini, işletmesini ve mülkünü- koruyarak ve ona saygı duyarak toplumsal ve ekonomik adaleti sağlamak üzere, ortak amaçlar doğrultusunda örgütlü bir topluluk gibi hareket edebileceğimiz bir sistemi kastediyorum.” Ama Keynes, “ortak amaç”, “örgütlü topluluk” gibi kavramlardan bahsederken de sermayenin yanındadır; “liberal sosyalizm” anlayışını ortaya sürerken de esas olarak sosyalizm karşıtıdır. Onun nasıl bir burjuva iktisatçısı olduğu ekonomiyle ilgili görüşleri ve önerileri daha yakından incelendiğinde açıkça görülecektir.

BELİRSİZLİK VE GELECEKTEN BEKLENTİ KAVRAMLARI ÜZERİNE İNŞA EDİLEN “GENEL TEORİ”

Keynes’in “Genel Teorisi”nin temel kavramları belirsizlik ve gelecekle ilgili beklentilerdir. O, belirsizlikten ne anladığını şöyle açıklamaktadır:
“Bu kavramın benim kullandığım anlamı, Avrupa’da bir savaş beklentisinin belirsiz olduğu, 20 yıl sonraki bakır fiyatı ve faiz oranları, ya da 1970’in toplumsal sisteminde özel mülk sahiplerinin hangi konumda olacağı ya da yeni bir buluşun eskimesi yönündedir. Bu konularla ilgili olarak; herhangi bir şekilde ölçülebilir bir olasılık oluşturacak herhangi bir bilimsel temel bulunmaz. Yalnızca bilmeyiz. Yine de eylem ve karar gerekliliği, bizi, pratik insanlar olarak bu savruk gerçeği göz önüne almaya iter.
… Her dönem belirsiz panik korkuları ve aynı ölçüde belirsiz ve dayanıksız umutlar pek de yatıştırılmış bir durumda değildir ve yüzeyin biraz da altında olsa yatıp durur.” (JMK, XIV, s 113-15 Aktaran age s.90)
İnsanların hiçbir zaman bilmedikleri, ya da bilemeyecekleri belirsizliklerle çevrilmiş bir dünyada, gelecekle ilgili beklentileri neler olacaktır? Her şey ne kadar belirsiz olursa olsun, mutlaka gelecekten beklentileri olan bireylerin yaşamında, olası gelişmelere karşı tutundan ne olacaktır? Bireylerin “güdülerini”, “psikolojik belirsizliklerini” vb. duygu ve bilinçlerini yönlendiren ve onları ellerinde o an var olan maddi kaynaklarını hangi biçimde yönlendireceklerine karar vermeye zorlayan somut koşullar nelerdir? … Bir iktisatçı olarak Keynes’in, üzerinde kafa yorduğu ve “Genel Teorisi”nin temel dayanaklarını oluştururken temel aldığı noktalar, bunlar ve benzeri soru ve sorunlardır.
Keynes’e göre esas olarak “kapitalizm ahlaki açıdan tatsız olsa da her zaman geçerli bir yoldu ve devrimi zorunlu kılan bir ekonomik gelişme yoktu.” JMK, IX, s. 267. Aktaran age s. 42) “Her zaman geçerli bir yol” olan kapitalizmin “örgütlenmesinde ve yönetiminde” yukarıdaki bütün soru ve sorunlar göz önüne alınarak, “faydacı bir şekilde” devletin ve hükümetin ekonomiye uygun müdahaleleriyle bütün sorunlar çözülme olanağına sahipti. Tabii bu arada devlet kademelerindeki politikacılar “iktisat bilimcilerinin” doğru görüşlerine ikna olmalıydı. Keynes, bütün bu ilişkiler sistemi içerisinde “Genel Teorisi”ni başlıca şu bağıntılarla açıklamaya çalışır (2):
1- Üretim-Gelir Bağıntısı: Kısa dönemde tüketimdeki değişmelerin öncelikle gelir değişiklikleriyle belirlendiğini, ama olağan koşullarda, tüketimin gelire göre daha az değiştiğini ifade eder. Keynes, bir adı da tüketim eğilimi olan bu bağıntıyı ele alırken genelleştirilmiş bir psikolojik bağıntı üzerinde yoğunlaştı. Aynı şekilde, gelirler zaman içinde arttıkça, tüketime eklenenlerin giderek bu artışların daha küçük parçalarına karşılık düşeceğini varsaymaya yöneldi. Bu orantısız tüketim biçimi, yatırımın birkaç kuşak sonra, gelirleri, tüketim taleplerinin doymuş olacağı ve toplumun ekonomik olandan daha önemli sorunların kaygısını duymaya başlayabileceği bir düzeye kadar yükselteceği yolundaki düşüncesiyle ilgiliydi. Tam istihdamı sağlamak için tüketmeden çok yatırımı teşvik etmek önemliydi,
2- Çarpan: Ekonomi tam kapasitenin altındaysa yatırımlardaki artışlarda, diyelim bayındırlık harcamaları biçiminde, gelirin büyümesini doğuracaktır; ta ki, bu yeni durumda artan gelirin tasarruf edilen miktarı yeni yatırım miktarına eşit oluncaya, dek. Gelirdeki artışın tümü tasarruf edilmedikçe, gelirdeki genişleme artan yatırımın biriminden çarpan kadar fazla olacaktı, yani çarpanın boyutu gelirdeki marjinal artışı tüketme eğilimine bağlıydı.
3- Yatırım: işadamlarının yeni sermaye mallarına olan (tesis, makine vs.) talebini ifade eder. Bunun odak noktasını da beklentiler oluşturur.
4- Faiz: Keynes bu bağıntıya, bireylerin para tutma güdüleriyle ilgili incelemesiyle başlar. Bu güdüleri, değişim güdüsü (yani iki ödeme arasında parayı değişim amaçları için tutma ihtiyacı) ihtiyat güdüsü (yani beklenmedik gelişmelere karşı para tutma ihtiyacı) ve spekülasyon güdüsü olarak tespit ediyor. Bunlardan değişim ve ihtiyat güdüsünün bir arada ve spekülasyon güdüsünden ayrı bir yere konabileceğini varsayarak ve bunları bir arada tutarak, bu güdüleri karşılamak için para talebinin esas olarak gelir düzeyinin bir fonksiyonu olduğu görüşünü getiriyordu, ikinci olarak parayı analiz amaçları açısından tanımlayarak, değişimdeki tüm tarafların para ve uzun vadeli tahviller arasında bir tercih yapması gerektiğini getiriyordu. Bu bağıntıyla Keynes, servet sahiplerinin gelecek konusundaki beklentileri veri alındığında, faiz oranının, başka para tutma güdülerinin kavrayamadığı para miktarının kamu tarafından tutulacağı bir durumu sağlayacak şekilde uyum göstermesi gerekeceğini savunma noktasına ulaştı.
Keynes, karşı çıktığı Lassiez-faire’ciliğe karşı ekonominin bilinçli yönetimini savunurken, “ekonominin bilinçli yönetimi”nin üzerinde hareket edeceği maddi koşulları ve bunların temel dayanak noktalarını bu şekilde belirledikten sonra, İngiltere ekonomisinin yeni bir krize doğru sürüklendiği bir dönemde, ondan kurtulmanın yollarını şu biçimde formüle etmektedir: (3)
1- Bireyler, tüketim harcamalarını gönüllü olarak azaltabilirler ve doğrudan ya da dolaylı olarak, tasarruflarını, borç vermeyi sürdürerek ya da atıl nakitlerini artırarak yöneticilere sunabilirlerdi.
2- Resmi enflasyonist politikalar başlangıçta zorunlu kaynakları, onları kullanabilecek olanlardan uzak tutabilirdi ve onları sonradan vergi ya da gönüllü tasarruflar aracılığıyla yetkililere aktaracak kişilere iletebilirdi.
3- Makul ve kapsamlı bir vesika politikası, tüketimin merkezi kararlarla azaltılmasını sağlayabilirdi.
4- Artan vergiler, halkın tüketim için kullanabileceği kaynakları azaltabilir ve onları yetkililere aktarabilirdi.
Bütün bu ortaya koyduğu düşünceleriyle Keynes, kapitalizmde sürekli işsizliğin, bunalımların ve kapitalist toplumun bütün “kusurlarının” gerçek nedenlerini gizlemiştir. O, belirsiz bir gelecekten beklentileri olan insanların ruh hallerini ya da psikolojik güdülerini yönlendirmenin bütün bu kusurların, kusursuzluğa dönüştürülebilirliğini anlatmaya çalışırken, esas olarak bütün bu “kusurların” nedenlerini de yine, insanların ruh halleri ya da psikolojik güdülerine dayandırmaktadır.
Üretim-gelir bağıntısında, işsizliğin, üretim gereksinimi nesnelerine olan yetersiz talebin sonucu olabileceğini anlatırken de; yatırım bağıntısında, sermaye mallarına olan yetersiz talebin iş adamlarının beklentileriyle ilgili olduğunu ve sermayenin kârlılığının genel olarak düştüğünü söylerken de; tüketim mallarına karşı talep zayıflığının, insanların gelirlerinin bir bölümünü biriktirme eğiliminde olduğundan kaynaklandığını ifade ederken de, bütün bunların kapitalizmin kusurlarının sebepleri olduğunu anlatmaktadır.
Bütün bu “kusurların” çözümünün de nüfusun istihdam derecesinin yükseltilmesinden geçtiğini, bunun için de devletin işçilerin ücretlerinin faiz oranlarını düşürerek ve enflasyonu düşürerek sermayenin kârlılığını artırmasını ve bununla birlikte devletin, büyük sermaye yatırımları yapmasını -ki, bunlara bayındırlık işleri de dâhildir- önermektedir. Buradan çıkabilecek tek sonuç da, bu teorinin işçi ve emekçilerin yoksullaşmasını, ama burjuvazinin, devlet politikaları aracılığıyla daha da güçlendirilmesini öngören bir “çözüm” önermeleri toplamı olduğudur. Gerçi o, kapitalizmin baş belası işsizliğin nasıl önlenebileceği üzerinde de durmaktadır; ama bu hiçbir şeyi değiştirmemektedir.
Keynes, kurguladığı bütün o ilişkiler, kategoriler ve yönlendirme biçimlerinin üzerinden kapitalizmin “kusurlarının” nasıl giderilebileceği üzerinde kafa yormakta, ama asla üretim ilişkilerinin tarihsel hareketini açıklayamamaktadır.
O, “bir bilim adamı olarak, burjuvaların ve proleterlerin üstünden süzülerek uçmayı arzular; oysa sermayeyle emek, ekonomi politikle komünizm (ya da kapitalizmle sosyalizm) arasında ileri geri fırlayıp duran bir küçük burjuvadır yalnızca.” (4)

GÜNCEL KEYNES TARTIŞMALARININ ANLAMI
Burjuva iktisat teorileri içindeki tarihsel yerini ve önemini kısaca özetlemeye çalıştığımız Keynes düşüncesi, geçtiğimiz yıl içinde bir kez daha gündeme getirilerek tartışmaya açıldı. Dünyanın gözde iktisat dergilerinde yapılan tartışmalarda, tek Tanrılı dinlerin vaat ettiği kurtarıcı Mesih kisvesine büründürülen Keynes, kapitalizmin içine düştüğü krizi çözmek üzere yeniden dünyaya çağırıldı.
Yirminci yüzyıl, neredeyse bir Keynes yüzyılı sayılıyordu. Çünkü Keynes, klasik iktisat politikalarının, mevcut ekonomik ilişkileri ve eğilimleri açıklama konusunda tıkandıkları; sermayenin o ana dek görülmedik bir hızla yoğunlaşmaya başladığı, tekelleşme eğilimlerinin’ arttığı; bütün bunların daha anarşik ve kaotik kıldığı kapitalizmin, battığı buhrandan çıkamaz hale geldiği bir dönemde krizi ve krizden çıkış olanaklarını tanımlayarak, sermayenin peygamberi olarak ortaya çıkmıştı.
Krizi en fazla kendisiyle açıklayan “krizin nedeni eksik tüketimdir” tahlili bir totoloji olarak kalsa da, piyasanın kendi iç işleyişiyle krizin aşılmasını sağlayamayacağı önermesinden yola çıkarak saptadığı, ekonominin devlet müdahalesine açılması tezi; biraz klasik iktisat teorilerinin güncel eğilime yeterince uyarlanamaz oluşundan, biraz da dünya üzerindeki sosyal-siyasal değişikliklerin de etkili bir faktör haline geldiği yeni bir dönemin ihtiyaçlarına uygun olmasından dolayı ilgiyle karşılanmıştı.
30’lu yıllar bunalım yıllarıydı ve Keynes bu dönemde, kriz çözücü bir can simidi olarak parladı. Çok geçmeden ufukta görünen ikinci savaş ise, hem krizin ulaştığı boyutların kaçınılmaz sonucu olarak, Keynes teorisinin bir erken iflası anlamına geldi; diğer yandan da, ikinci savaş sonrasında yapılan ekonomik hamlelerin bir kalkınmaya işaret etmesi bakımından da Keynes’e, dönemin koşullarıyla belirlenmiş bir kurtarıcı misyon kazandırdı.
‘Liberal sosyalist” Keynes’in teorisi, bir dünya sistemi haline gelme eğilimine girmiş olan sosyalizmin uluslararası kazanımlarının karşı saflardaki izdüşümü oldu.
İkinci savaş sırasında, Alman Nazilerini ve onunla müttefik halinde bulunan diğer emperyalistleri kendi topraklarına kadar kovalayarak kesin bir zafer kazanan Sovyetler Birliği’nde ekonomi, savaş yıllarında kesintiye uğramış olsa da, büyük kapitalist ülkelerin ekonomileriyle yarışabilecek duruma gelmişti. Hitler faşizmi, Avrupa ve Asya halklarını tehdit ederken bütün ülkelerde, gelişen antifaşist direnişler, sosyalizm, sempatisi, doğu Avrupa’da birbiri ardına ilan edilen, demokratik halk cumhuriyetleri, halkların artık eskisi gibi yönetilmeye direneceklerini gösteren somut işaretlerdi. İkinci savaş sonrasında, Avrupa’da esen demokrasi ve sosyalizm dalgası, kapitalist ulusal ekonomilerin, yıkıntılarının arasından yeniden doğma çabalarının yanmasında yükselip duruyordu. Avrupa ve Japonya yeniden inşa edilmeye başlandı. Yeni üretim tekniklerinin kullanıldığı sanayi dalları yaygınlaştırıldı, sermaye yeniden hızla yoğunlaştı ve uluslararası bir dolaşıma sokuldu. Ekonomide canlanma başlamıştı.
Sovyetler Birliği’nde, beş yıllık planlar kapsamında sürdürülen planlı ekonomi ve toplumsal mülkiyetin proletaryanın siyasi iktidarı tarafından güvence altına alınması, Avrupa’da ortaya çıkan demokratik ortam içinde ilgiyle izleniyordu. Burjuvazi ise, sosyalist bir ülkede yürürlükte olan kurumlan, onların hangi sınıfın iktidarı tarafından işlevsel hale getirildiğini dikkate almaksızın kendi sistemini yeniden üretme sürecinde halkları şaşırtıp, bulanıklık yaratacak, muhalefeti yatıştıracak unsurlar olarak devralmaya çalıştı. Diğer yandan, bu kurumların kopya edilerek uyarlanması ve emekçilerin yaşamlarında meydana gelen kısmi düzelmeler, yıllardır verilmiş olan antifaşist mücadelelerin ürünü olmuştu, ama krizden çıkan Avrupa’da, bir refah devletinin kurulması için bütün ekonomik koşullar olgunlaşmış sayılırdı. Keynes, işsizliğin enflasyonla doğru orantılı olarak arttığı öncülünden yola çıkarak, işsizliğin giderilebilmesi durumunda enflasyonun da kendiliğinden gerileyeceğini iddia ediyordu. İşsizlik olduğu sürece, sürekli bir yetersiz tüketim sorunu olacak, bu da yeni krizleri çağıracaktı. Bunun için de, üretim ve tüketim arasındaki ilişkileri piyasanın kendi iç işleyişine bırakmamak gerekiyor ve merkezi bir müdahale şart oluyordu.
Oysa işsizlik ve enflasyon, kapitalizmin yapısal bir sorunudur ve bu sistem var olduğu sürece de kaçınılmazdır, herhangi bir politik önlemle giderilmesi mümkün değildir. Ancak Keynes’in devlet müdahalesini olumlayan tezleri, şimdiye kadar piyasanın devlet inisiyatifi içinde olmadığı hiçbir kapitalist dönemin yaşanmadığı bir yana bırakılırsa dönemin ihtiyaçlarının dile getirilmesi bakımından önemliydi. İşsizliğin bir sosyal sıkıntı olmasının önlenmesi için işsizlik kredileri dağıtıldı, devlet güvencesinde sağlık ve eğitim hizmetleri organize edildi, emekçilerin yaşamlarını rahatlatacak daha başka önlemler alındı, devlet sermayesiyle işletilen kamu kuruluşları oluşturuldu. Keynes’in, çerçevesinin çizilmesinde önemli ölçüde emeğinin geçtiği sosyal devlet dönemi böylece başlamış oldu.
Keynes, Avrupa’da başlayan sosyal devlet döneminin teorisini yıllar önce yapmış, ikinci savaş sonrasındaki sosyal, siyasal koşullar onun teorisine önem kazandırmıştır. Ama Keynes’in adından ve teorisinden alâyişle bahsedilen dönemler, yine sosyal ve siyasal koşulların değiştiği, ekonominin yeniden bir durgunluk içine girdiği 70’li yıllarda sona ermiştir. Çünkü kapitalizmin krizi yapısaldır ve sermaye çevrelerinin krizin aşılabilmesi için belirli dönemlerde sarıldığı değişik iktisat teorileri, kısa dönemler için bir rahatlama sağlayabilse de kapitalizmin genel krizine kesin ve son çözüm olamamıştır; çünkü bu mümkün değildir.
70’li yıllara gelindiğinde, Sovyetler Birliği’nde kapitalist restorasyon dönemine çoktan girilmiştir. Keynes’in, işsizliğin giderilmesine ilişkin teorisine karşın, refah devletinin sonuna gelinmiş, işsizlik ve “buna bağlı olarak” enflasyon katlanarak artmıştır, iflaslar iflasları kovalamaktadır. Keynes bu yıllarda gözden düşmüş bir iktisat politikacısı olarak ‘tahtından indirilmiştir. Burjuvazi bir süre de Friedmann’la oyalanmayı tercih edecektir.
Keynes’in, yeniden bir kurtarıcı olarak görülüp görülemeyeceğinin tartışıldığı son zamanlara gelinceye değin, yapısal krizin aşılabilmesi için, burjuvazi, sayısız yöntem denemek zorunda kalmış, ideologlar ve ekonomistler sermayenin buhranının, nereden esnemek koşuluyla çözüleceği konusunda kafa yormuşlardır. 80’li yıllarda ekonomi, kısa bir rahatlama dönemi yaşamıştır. Bu yıllar, işçi sınıfının yoğun bir muhalefetiyle karşılaşıldığı için yürürlüğe kolayca sokulamayan özelleştirmelerin gündeme getirildiği yıllar oldu. Sayısız işçi sokağa atıldı. Artık, Sovyetler Birliği’ndeki çözülme süreci tamamlanarak, bu ülke kapitalist sisteme entegre olduğu için, sosyalizmin burjuvazi için bir tehlike olmaktan çıktığı da ilan edilmişti; bu nedenle sosyal yatırımlar, eğitim ve sağlık alanlarına yapılan devlet sübvansiyonları kaldırılmaya çalışıldı. Özelleştirmelerin, devletlerin bütçe açıklarım kapatacağı kanısı yaygınlaştırıldı.
Ama bütün bu yöntemlere karşın,1980’li yılların sonlarına doğru, kriz giderek onmaz hale geldi ye işsizlik oranı, uluslararası ekonomi kuruluşları tarafından benimsenen kabul edilebilirlik sınırlarını çoktan aştı. Bir süredir mucizeler yaratan Japonya’nın da pili bitti ve Japon sanayi kuruluşları birbiri ardına çözülmeye, ulusal ekonominin büyüme hızı düşmeye, hatta gerilemeye, binlerce işçi sokağa bırakılmaya başlandı. Uluslararası sermaye sözcülerinin, ekonomide devlet müdahalesini en aza indireceğini iddia ettikleri bloklaşmaların, kendileri de birer tekelci sermaye odağı olan devletlerin müdahalesini önlemek bir yana şiddetle bu müdahaleye ihtiyaç duyar hale geldiği de görüldü. Bütçe açıklan devasa boyutlara ulaştı, yeni vergi kanunlarıyla sermayenin yükünün azaltılması yoluna gidilse de bu asla başarılı olamadı. Borçlanma ve para basma metoduyla finansman yaratılması olanakları tükendi.
Kısaca kapitalist ekonominin durumu, son yıllarda yine kaotik bir tablo çizmeye başladı. On yıldır estirilen liberal ve serbest piyasacı rüzgârların soluk borusu tıkandığı için ve bu, işsizlik ve devasa ölçülerde büyüyen enflasyon yüzünden iyice görünür hale geldiği için, bir zamanlar “serbest piyasa kendi kendine bırakıldığı zaman aksar” demiş olan Keynes hatırlandı.
“Peygamber geri mi dönecekti acaba?”
Burjuva iktisatçılarının ihtiyatlı bir biçimde beklemeye başladıkları Keynes, hayır dönmeyecektir. Çünkü Keynes’i hatırı sayılır bir iktisatçı olarak ortaya çıkaran koşullar çoktan değişmiştir. İkinci savaş sonrasında, sosyalizmin, işçi ve emekçilerin kendi ülkelerinde verdikleri mücadelelerin de etkisiyle evrensel bir karakter almış olan kazanımlarını, zamanında tahlil ederek ve bunların üzerine kurulmuş kriz çözücü bir teori inşa ederek kazandığı rastlantısal olmayan ün, bu tarihsel koşulların değişmesiyle, bir daha geri dönemeyeceği bir menzile itilmiştir.
Çünkü Keynes, kapitalizmin bütün zamanları için geçerli olmayacak bir operasyondur; bu operasyon yapılmış ve bitirilmiştir.
Şimdiye dek, yapısal olduğu için, nihai olarak aşılması mümkün olmayan kriz, her dönem değişik iktisat politikalarının yürürlüğe sokulmasıyla kısmen rahatlatılmaya çalışılırken, sermayeye en çabuk kalkınma ve en hızlı yoğunlaşma olanağı sağlayan bir tarihsel dönemin kuramsal dayanaklarını hazırlayan Keynes unutulmamıştır. Daha çok, ikinci savaş sonrasındaki parlak günlerini hatırlayan sermayenin, bugün derinleşen krizini aşmak için, geçmiş parlak günlerini önceden tanımlayan bir iktisatçıyı hatırlaması, bu krizin ne kadar onmaz olduğunun göstergesidir.
Özelleştirme histerisi altında, bütün dünyada milyonlarca işçinin kapının önüne konulmasını öngören uluslararası finans çevreleri, serbest piyasa ekonomisinin bir çıkmaza girdiğini görmüş gibidir ve şimdi, devletçi politikalar yeniden gündeme getirilmektedir. Oysa bugüne kadar saf serbest piyasa ekonomisi asla olmamıştır, devlet müdahalesi üzerine bir bardak suda koparılan fırtına, bu gerçeğin gizlenmesine yetmemektedir. Çünkü devlet, ister prosedüre bağlanmış, ister kayıt dışı olsun teşvik, kredi, vergi iadesi gibi yöntemlerle tekelleri sürekli olarak ekonomik olarak desteklemekte, öte yandan kanunlar ya da kararnameler yoluyla ekonomik faaliyetleri için uygun yasal koşullar hazırlamaktadır. Ki, kimi zaman bu kararnameler mevcut yasal durumu zorlayarak bir kaç günlüğüne çıkarılıp sonra iptal edilebilmektedir. Ve bütün bunların arasında, tekelci kapitalist devletler, küçültülmeleri üzerine en çok safsatanın yapıldığı dönemlerde bile büyütülmüşlerdir. Tekellerin düştüğü bunalım bir tekel olarak o devletin de yakasını bırakmamıştır.
Sonuç olarak, emperyalist-kapitalist sistem yeni bir bunalım dönemine girmiştir. Keynes tartışmaları entelektüel bir gevezelik olarak değil, bu krizin ifadesi olarak gündeme getirilmiştir. Ama kapitalizmi kendi krizinden, sahte peygamberlerin kurtaramayacağı da bellidir.

DİPNOTLAR
1. Bu benzetme, İyiliksever okul için Marx tarafından kullanılıyor. (Felsefenin Sefaleti s. 112)
2. Bu bağıntılarla ilgili bölüm, Moggride’nin “Keynes” adlı kitabından özetlenerek aktarılmıştır.
3. Bu formülasyonlar da adı geçen eserden özetlenerek aktarıldı.
4. Benzetme Marx tarafından Proudhon için yapılmıştır. (Felsefenin Sefaleti s. 115)

Ocak 1994

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑