1993’ün sonuna geldiğimiz şu günlerde, yeni dünya düzeninin geleceğine ilişkin tahmin yapanlar içinde sadece falcılar iyimser. Çünkü falcıların gerçeği söylemek kaygısı yoktur. Tersine, falcının falcı kalabilmesi için müşterisinin duymak istediğini söylemesi gerekir, iyi falcı gerçeği söyleyen falcı değil, müşterisinin ne duymak istediğini sezen falcıdır.
Son yıllarda fal ve falcıların burjuva medyasının en ciddi kurumlarında bile önemli köşeler kapmış olmasının, başlıca nedeni, kuşkusuz sistemin burjuva ölçülerle bile aklanamaz hale gelmesidir.
Sistemin topluma verecek şeyi azalıp, iyi ve güvenli bir gelecek umudu kalmadığı ölçüde, sistem vaatlerini ölçüsüzce artırmaktadır. Bir yandan yığınlar; falcılar, medyumlar ve kendisine bilim adamı, politikacı süsü veren şarlatanlar tarafından ölçüsüz vaat bombardımanına tutulmakta, bir yandan da şans ve talih oyunları basitleştirilip yaygınlaştırılarak, toplumsal değilse bile, bireysel kurtuluş umudu canlı tutulmaya çalışılmaktadır.
Özellikle toplum için belli bir özelliğe sahip gün ve dönemlerde; sistem, kendisinin propagandasını yapmayı, o günün duyarlığını kendi hesabına kullanmayı adeta gelenek edinmiştir. “Yılbaşı” da bu türden kötüye kullanılan günlerin başında gelmektedir.
Gerçekte, 31 Aralık ve 1 Ocak’ın, yılın öteki günlerinden hiç bir farkı yoktur. Miladi takvim, 1 Ocak’ı yılın ilk günü olarak kabul ettiği için o gün yeni yılın ilk günü olmuştur. Ama insanlar yüzyıllardan, hatta binyıllardan beri, toplumsal olarak örgütlü olmanın ve bu örgütlenmeyi sağlamlaştırmanın ihtiyacı olarak, bazı günlere önem vermişler, o günlerin uyandırdığı toplumsal duyarlılığı toplumun lehine kullanmayı amaçlamışlardır. Ne var ki; toplumun sınıflara ayrılıp, bir grup insanın çıkarlarının geri kalan yığınların çıkarlarıyla çelişmeye başlamasından bu yana, böyle günler, egemen sınıfın lehine, onun çıkarlarının sağlamlaştırılması için kullanılmıştır. Görünüşte o özel gün ya da günlerin önemi ve kutlama biçimleri korunmuş, ama işlevi farklılaştırılarak, egemen sınıfın ekonomik ve siyasi gücünü arttırmanın bir dayanağı haline getirilmiştir.
Yaşam içinde, sorunu doğru yandan kavrayanlar için; yeni yıl, eski yılın bir muhasebesi, bir tür eleştiri ve özeleştiri dönemi olmuştur. Ama bunu her sınıf ve o sınıfın temsilcileri kendi tarzında yapa-gelmişlerdir.
Burjuvazi, yeni yılı, kendi sisteminin propagandası için kullanmakta, “geçmiş yılda kimi sorunlar olmuşsa da, yeni yılda bunların çözüleceği” mesajım vermektedir. Sanki yeni yılda, gizemli güçlerin, sorunu olanlara yardım edeceği sanısı uyandırmaktadır.
Egemen sınıfın sözcüleri; bir yandan eski yıla ait sorunları ortaya koyarak, herkesin görüp yaşadığı gerçekleri kabul ederek, gerçekçi görünürken, gelecek yıl için iyimserlik pompalayarak yığınların düzenden umut kesmemeleri için çaba harcamaktadır.
Daha yılın ilk günü, piyango ve şans oyunları günüdür. Küçük ticarethanelerden, devlete kadar bütün kapitalist kurum ve kuruluşlar; çekilişler, yarışmalar vb. yoluyla yılın ilk saatlerinde bir kaç kişiye sınıf atlatarak herkese bu yolun açık olduğu imajını yerleştirmeye çalışırlar. Bir kaç kişi “kurutulur” ama geri kalanlar için “umut” bitmez. Bu yıl olmadı, ama bir dahaki yıl neden kendisi kurtulmasın! Sistem için önemli olan da kurtarmak değil, sistemden umudun kesilmemesidir.
***
Şans ve talih oyunları ile insanlarda bireysel kurtuluş umudunu cardı tutmak, kapitalizmin genel tutumudur. Ama, 5-6 yıl kadar önce; SB’nin dağılmasına paralel olarak, ABD ve Batılı emperyalist ülkelerin ideologları ve politikacıları, sistemin geleneksel savunma yöntemlerine bir yenisini eklediler. Bu, tarihin gördüğü en büyük ve en kapsamlı anti-sosyalist kampanyaydı.
İddia edilen şuydu: Kapitalizme karşı savaşan sosyalizm, kesin olarak yenilgiye uğramıştır. Kapitalist sistem kendisini yenilemiş ve çelişkilerini aşabileceğini kanıtlamıştır. Dünya kapitalist sistemi artık ebediyen yaşayacak bir sistemdir. Kapitalizm bilim ve teknolojide öylesine bir atılım yapmıştır ki; artık işçi sınıfına ihtiyaç duymadan üretimi sınırsız olarak artırabilecek, herkes için refahı gerçekleştirecek bir sistem olabileceğini kanıtlamıştır. Bu koşullar, uluslar arasında eşitliği ve adaleti gerçekleştirecek zemin yaratmıştır. Barış, özgürlük ve demokrasi her ulus ve insan için kullanılabilir bir hak haline gelmiştir, insan haklan ve Batı demokrasisinin normları, tüm dünyada geçerli hale gelecek, dünya pazar ekonomisi ve parlamenter demokrasinin evrensel ilkeleri etrafında globalleşecektir. Artık toplumları ilerleten asıl güç sınıflar arası çatışma değil, kapitalizmin bilim ve teknolojideki başarılarıdır vb. vb. Kısacası tarihin sonu gelmişti.
Bu ilkeler etrafında, inşa edilecek “yeni” düzene “yeni dünya düzeni” dendi. Ve emperyalizmin ideologları, serbest pazar ekonomisi, kişisel özgürlüklerin yüceltilmesi, parlamentoculuk, emperyalizmin genel çıkarlarının savunulması ve ulusal ekonomilerin uluslararası sermayeye bağlanması gibi normlara, yeni dünya düzeninin yükselen değerleri adım verdiler. Artık savaşlar, hükümet darbeleri, ülkelerin içişlerine müdahale, ülkelerin birbirlerini sömürme dönemi kapanmıştı. Dünyanın nimetleri tek pazara dönüşme eğilimine giren yeni dünya pazarında adilane bir biçimde paylaşılacak, insanlık ebedi bir barış ve refah dönemine girecekti. Basın, TV ve öteki iletişim araçları günün yirmi dört saati bu normları propaganda ettiler. Artık güneş bile, bu “yükselen değerlere” uygun olarak doğuyordu! Beş-altı yıl boyunca “yükselen değerler” her derde deva olarak propaganda edildi. Mühendislik, öğretmenlik, doğa bilimciliği gibi, geleneksel ve her toplumda itibar gören meslekler gözden düşerken, pazarlamacılık, müteahhitlik, komisyonculuk, borsacılık, döviz tüccarlığı, emlakçılık, reklamcılık, ithalat-ihracatçılık (en makbulü hayali olanı) gibi rantiye işler ve “meslekler” itibar kazandı. Bu değerlerin egemenliği için Doğu Avrupa’da hükümetler yıkıldı, Panama işgal edildi. Irak’a karşı büyük bir emperyalist operasyon düzenlendi. Bütün bu saldırılar, insanlığa barış içinde bir dünya kurmak için yapılıyordu.
Anti-emperyalist, demokrat ve devrimci, komünist çevrelerden yükselen muhalefetin sesi, kaldırılan toz duman arasında kayboluyordu.
1993: ALÇALAN DEĞERLER YILI
Yeni dünya düzeninin savunucuları, daha bu tezi öne sürdükleri günlerde, Doğu Avrupa’da darbeler düzenlemiş, Panama’yı işgal etmiş, kısa bir sürede Körfez savaşını çıkararak niyetlerini açığa vurmuşlardı. Ama eylemlerinin amacını gizleyecek “inandırıcı” nedenlere sahiptiler. Panama diktatörü Noriega, beyaz zehir kaçakçısı bir zorbaydı. Doğu Avrupa’nın revizyonist diktatörlükleri halktan kopmuş kof yönetimlerdi. Saddam, komşularına saldıran bir diktatördü vs. Olaylara biraz yakından bakanlar, bütün bu propagandanın arkasında yatan, ABD ve Batı’lı emperyalistlerin amaçlarını görülebiliyordu, ama geniş halk yığınları, devasa iletişim makinesinin yarattığı sis perdesinin gerisini göremiyordu. Bu yüzden de dünya kamuoyu, yeni dünya düzeninin “yükselen değerleri”ne sahip çıkılırsa, gerçekten bu değerlerin egemen olduğu sömürüşüz ve baskısız bir dünya kurulabileceği düşüncesini benimsiyor, en azından bu değerlere yakınlık duyuyordu.
***
1992 sonunda ABD, yıllardır açlık ve sefaletin kol gezdiği, üstelik kabileler arası bir iç savaşla yıkılmış Somali’ye asker çıkardı. BM, bu oldubittiyi kabul ederek, işgali onayladı ve diğer üyelerini ABD’ye yardıma çağırdı. Bu emperyalist saldırının adına “Umut Operasyonu” dendi. Dünya kamuoyuna açıklanan amaç, iç savaş nedeniyle iç kesimlerde açlıktan ölen halka yardım edebilmek için iç savaşa son vermekti. Bu “insani amaç” Batılı emperyalist ülkeler ve onlara uşaklık eden öteki hükümetlerin yufka yüreğini adeta dağladı! Hemen hepsi, Somali’ye asker çıkarmakta yarıştılar. Örneğin, daha BM çağrısı bir ayım doldurmadan, 2 Ocak ’93’te Türk birliği de Somali’ye ulaşmıştı. Ne var ki; daha işgalin bir ayı dolmadan, ABD’li jeolog ve mühendisler, Somali topraklarında 26 kuyu açmışlardı. Ama bu kuyular, kurak Somali’ye su sağlamak için değildi. Petrol ve maden arama kuyularıydı. Çok geçmeden, “açlıktan ölüyor, bizim yardımımıza ihtiyaçları var” denilen Somalililer, emperyalist işgalcilere karşı direnişe geçti. Somali’de işgal küvetlerinin karargâhını kuşatanların sloganı, “Kahrolsun Butros Gali, kahrolsun emperyalistler. Somali, Somalililerindir”di.
Somalililerin başkaldırısı için kimse, Irak ya da Panama’daki gerekçeleri gösteremedi. Aidid’in teröristliği üstüne söylenenler de kısa süre sonra söylenemez olunca; Somali’nin gerçekte, tüm Afrika’ya yönelik bir emperyalist operasyonun, stratejik ama “kolay zafer” alanı olarak seçildiği tezi güç kazandı. Zaferin kolay olmayacağı anlaşılınca da, işgalci emperyalistler arasında anlaşmazlık baş gösterdi. Herkes birbirinin kirli çamaşırlarını dökmeye, “şerefli bir geri çekiliş”in manevralarına başladı.
Somali saldırısı iki şeyi dünya halklarının gözleri önüne serdi. Birincisi; emperyalistlerin, “insani yardım” için parmaklarım bile kıpırdatmayacağı, eğer bir yere saldırıyor, masraf ediyorlarsa, daha büyük çıkarlar umdukları için yapıyorlardı. Aynı anlama gelmek üzere, emperyalistlerin barış diye de bir amaçları yoktu. Tersine dünya yüzeyindeki bütün savaşlar, ya onlar tarafından kışkırtılıyor, ya da bizzat onlar tarafından yürütülüyordu. İkincisi ise; ne kadar güçlü olursa olsun emperyalist ordular, bir halk direnişi karşısında kolay zafer imkânına sahip değildir. Somali gibi dünyanın en yoksul halkını bile tank ve topla dize getirmek mümkün değildi. Böylece yeni dünya düzeninin, ebedi barış masası 1993 yılı içinde Somali’nin sıcak çöllerine gömüldü.
Geçen zaman içinde görüldü ki; Somali, Hint Okyanusu ile Avrupa’yı bağlayan en kısa ticaret yolunun denetlenmesi için stratejik bir noktadaydı ve işgalin bir nedeni bu yolun güvenliğinin sağlanması ihtiyacıydı. Diğer neden ise; tüm Afrika ülkeleri için bir model olması, Somali’den sonra diğer denetlenemeyen bölgelerde de bu operasyonları yinelemekti. Ama Somalililer, kendilerinin kolay lokma olmadığını gösterdiler ve böylece de, Afrika’nın “kolay operasyonlar” bölgesi olmasını, en azından kendi paylarına düştüğü kadarıyla engellemiş bulunuyorlar. Çünkü emperyalistler, ’93 başında düğün-dernek işgal ettikleri Somali’den “şerefli” bir çekiliş için manevra yapmaya çalışıyorlar. Muhtemelen de, ’94 içinde, bölgede kukla İslam ülkelerinin askerlerini, jandarma olarak bırakarak Somali’yi terk edecekler.
Emperyalistlerin barış diye bir derdi olmadığının başka kanıtları da var. Sırp-Boşnak-Hırvat savaşı, bir ırk ve din savaşına dönüşmüş olmasına karşın, BM ve emperyalist ülkeler savaşı bitirmek yönünde herhangi bir müdahaleden özenle kaçınmıştır. Yine; Azeri-Ermeni savaşında Ermeniler, Azerbaycan’ın uluslararası anlaşmalarla garanti edilen sınırlarım ihlal etmiş olmasına karşın, kimse parmağını oynatmadığı gibi, Ermeniler ve Ermenistan, Rusya ve Batı’lı emperyalistler tarafından yüreklendirilmiş, hatta askeri ve siyasi olarak desteklenmiştir.
* * *
Yeni dünya düzeninin üstünde kurulacağı temellerden birisi de, bütün ülkelerin Batı demokrasisinin normlarının egemen olması koşuluydu. Böylece, dünya yüzünde despotik rejimler, faşist diktatörler, mutlak krallıklar dünyadan tecrit edilerek yok olacaklardı.
Malta Zirvesi’nin arkasından Gorbaçov ve Bush; “soğuk savaş” döneminde, iki süper gücün birbiriyle rekabet ederken, kimi ülkelerde darbecileri, diktatör yöneticileri, birbirlerine karşı desteklediklerini itiraf ederek, bundan böyle bu tür eylemlere gerek kalmadığım açıklamışlar, bundan böyle demokrasiden yana olmayan yönetimleri desteklemeyeceklerini dünya kamuoyuna ilan etmişlerdi. Arkasından “Paris Şartı” ve AGİK ilkeleri yeni dünya düzeninin normları olarak ilan edildi. Ama bütün bunlar ilanla kalıyordu. Gerçekte ise tersine, despotik Arap emirlikleri, Siyonist İsrail, Latin Amerika’nın kanlı diktatörleri ya da Afrika’nın darbeci generalleri, emperyalistlere hizmette kusur etmedikleri sürece el üstünde tutulmaya devam edildi, bugün de tutuluyor.
Yeni dünya düzeninin savunucularının, Rusya’daki gelişmeler karşısındaki tutumları, nemenem bir demokrasi yanlısı olduklarının anlaşılması bakımından ilginçtir.
Rusya’da, Gorbaçov’a karşı girişilen darbe sırasında, Rus parlamentosu ve Hasbulatov’un tutumunu demokrasi kahramanlığı, olarak niteleyen ve Rus Parlamento’sunun meşruiyeti konusunda hiç bir itirazda bulunmayan Batı’lı emperyalist ülkeler, Yeltsin’in parlamentoyu, yasalara aykırı olarak, önce feshedip, sonra da topa tutmasında demokrasiye aykırı bir şey bulmamıştır. Dahası Batılılar, Yeltsin’in tutumunu desteklemiştir. Yeltsin’in, parlamentonun yetkilerini de kendi elinde toplayan anti-demokratik anayasasını yine demokrasinin gelişmesinin bir nişanesi olarak, selamlamaktan geri durmamışlardır.
Azerbaycan’da da önce Elçibey’in darbesi, Azerbaycan’da demokrasinin yolunu açtığı gerekçesiyle desteklenmiş, Elçibey’e karşı Hüseyinov-Aliyev darbesi hoş görülmüştür.
Yeni dünya düzeni ile demokrasinin çok sıkı bir bağlantı içinde olduğu propagandasının yoğunlaştırıldığı son 5 yıl içinde, yukarıda sözü edilen ve edilmeyen pek çok olgunun açıkça gösterdiği gibi, emperyalist ülkeler için demokratik normlar, çıkar normları anlaşılmaktadır. Eğer çıkarları zedelenmiyorsa; emperyalistler, bir ülkenin kimler tarafından ve hangi biçimde yönetildiği ile ilgilenmemektedirler.
Nitekim bu ikiyüzlülük, birer birer ülkelerde çifte standart uygulamakla da sınırlı kalmamış, çeşitli bölgeler için yeni “demokrasi normları” tariflenmeye yönelinmiştir. Örneğin MİNSK grubu (Rusya ve komşuları) için yeni normlar tarif edilirken, İsrail-Filistin Anlaşmasına paralel olarak da bir Ortadoğu Güvenlik ve İşbirliği Konferansı (OGİK) girişimleri de başlatılmıştır. Yani, AGİK çerçevesinde, Avrupa’da Batı demokrasi normları geçerli olurken, MİNSK grubu içinde parlamentoların topa tutulması, darbeler düzenlemesi “demokratik” normlardan sayılacaktır. OGİK için ise, despotik krallıklar, zorba yönetimler, ırkçı ve Siyonist yönetimler ya da dinci, şeriatçı devletler OGİK’in demokrasi ilkelerini ihlal etmiş sayılmayacaktır.
Kuşkusuz ki; Afrika, Latin Amerika, Güney ve Güneydoğu Asya için de yeni demokrasi normları tarif edilmesi, her soydan zorba yönetim ve diktatörlüklerin “kendine has demokrasi” olduğunun kabul edilmesi hiç de şaşırtıcı olmayacaktır.
Konumuz açısından önemli olan emperyalistlerin ikiyüzlülüğü değildir. Ve bu şaşırtıcı da değildir. Burada önemli olan, yeni dünya düzeninin savunucularının, “herkese Batı normlarına uygun bir demokrasi” vaadinden vazgeçmiş olmalarıdır. Çünkü böylece emperyalistler, bizzat kendilerinin ilan ettikleri yeni dünya düzeninin gerçekleşemez olduğunu kabul etmiş olmaktadırlar.
* * *
Yeni dünya düzeninin ideologlarını, cesaretlendiren başlıca öğelerden birincisi “sosyalizmin” yenilgiye uğraması ise, ikincisi de, “bilimsel-teknolojik devrime” sınıflar-üstü nitelikler yüklemeleriydi.
Kapitalizmin ideologlarına göre, kapitalizm, sosyalizm karşısında kesin bir zafer kazanmıştı. Bu yüzden de sistem, sosyalizm karşısında taviz olarak işçi ve emekçilere verdiği ve burjuva devlete kimi sosyal görevler yükleyen uygulamalardan kurtarılmalıydı. Bunun için ise, “serbest pazar ekonomisi” “bütün kurallarıyla” uygulamaya sokulmalı, devletin toplum adına ekonomiye müdahalesine son verilmeli ve uluslararası planda, sermaye ve mal akışını engelleyen korumacı önlemler bütünüyle kaldırılmalıydı. Dünya, serbest rekabetin sınırsız bir biçimde at koşturduğu tek bir pazar olmalı, sistem bu pazarın ilkelerine uygun olarak siyasi, ekonomik, kültürel vb. alanda bütünüyle yeniden örgütlenmeliydi.
Bu görüş; akademik düzeyde, 1960’lı yıllarda, Milton Friedmann’ın başını çektiği Chicago Okulu olarak bilinen bir grup ekonomist tarafından geliştirilmiş ve ilk uygulamalara 1970’li yıllarda Teatcher tarafından uygulamaya sokulmuş olsa da, bir dünya sistemi olarak uygulamaya sokulması, 1980’li yıllarda Reagan döneminde, IMF ve Dünya Bankası’nın koordinatörlüğünde sahneye sürülmüş, ’80’li yılların sonunda ise, yeni dünya düzeninin ekonomik temeli olarak ilan edilmiştir.
Kapitalistler arasında, yeni dünya düzeni savunucularının sözünü ettiği ölçülerde bir serbest rekabetin hiç bir zaman yaşanmadığı; dahası günümüzün tekeller dünyasında dar anlamda bir serbest rekabetin de olanaksız olduğu bir yana bırakılsa bile, uygulandığı kadarıyla da bir serbest pazar ekonomisinden, ’93 yılında, vazgeçilmeye yönelinmiştir.
Önce, serbest pazar ekonomisinin ilk uygulandığı İngiltere’de Teatcher, daha süresi dolmadan istifa etmek zorunda kalmıştır. Arkasından aynı ekolün diğer simgesi Bush seçimleri kaybederken, yeni dünya düzeninin değerlerine ve ilkelerine sözde de olsa karşı çıkan, daha doğrusu karşı olduğu propagandası yapılan Clinton, ABD’de Başkan olmuştur. Doğu Avrupa’nın barometresi Polonya’da, yeni dünya düzeni tarafından desteklenen hükümet seçimleri kaybederken, eski revizyonist partinin kalıntıları seçimleri kazanarak iktidar oldu. Almanya ve İtalyan yerel seçimlerinde, yeni dünya düzeninin has partilerine karşı sosyal demokratlar ve eski “komünist” yeni demokratik sol partiler, en büyük partiler olarak çıktılar.
Elbette bu ülkelerde seçimler; ne bu ülkeleri yeni dünya düzeni dışına çıkarmış, ne de seçimi kazananların böyle bir niyeti vardır. Ama sonuçları, emekçi yığınların yeni dünya düzenine tepkileri olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır. Nitekim ’93 yılında yeni dünya düzenine tepkiler, sadece düzenin has partilerine karşı yedek güçlerini destekleyen dolaylı tepkinin ötesine de geçmiş; Almanya, İtalya, İspanya, Hollanda, Fransa, İngiltere gibi ülkelerde işçiler başta olmak üzere, memurlar, köylüler ve gençliğin yaygın grevleri ortaya çıkmış, ispanya ve İtalya’da, genel grevlere varan eylemler yaşanmıştır.
Ortaya çıkan grevler, henüz sistemi doğrudan hedef alan taleplerden uzak olsa da, uzunca bir zamandan beri ilk kez, bu belli başlı kapitalist ülkelerin, yaygın grevlere sahne obuasının önemi tartışılamaz bir biçimde ortadadır.
Öte yandan, yeni dünya düzeninin olabilirliğinin gerekçesi olarak gösterilen serbest pazar ekonomisinin, kapitalizmin kendi çelişmelerini aşabileceğinin kanıtlandığı bir dönemde uygulamaya sokulduğu, dolayısıyla artık eskisi gibi krizlerin olmayacağı iddia ediliyordu. Oysa son bir kaç yıl içinde bu görüş iflas etmiştir. Özellikle ’93 yılında, Avrupa ve Japonya; işsizlik, (uzun bir zamandan beri ilk kez genç işsizlere yaşlı işsizler de katılıyor) talep yetersizliği, aşırı üretim olgularıyla, kapitalizmin klasik krizlerinden birisinin pençesindedir. Amerika’da, kriz, Avrupa’dan da önce başlamış olup halen sürmektedir.
’93, Avrupa işçi sınıfının tarih sahnesine yeniden çıkma hazırlığı içinde olduğunun bütün olumlu belirtilerini verdiği bir yıl oldu, denirse yanlış bir şey söylenmemiş olur.
’93 yılı, son yarım yüz yıl içinde, Avrupa ve Japonya’da ilk kez işletmelerin kapatıldığı ve toplu olarak işçilerin işine son verildiği yıl olmuştur. Refah Avrupa’sında işsizlik % 10’ların üstüne çıkarken, Japonya’da işçi fazlası sayısı 2.35 milyona yükselmiştir.
* * *
Dünya kapitalizminin vitrini ve medarı iftiharı Japonya, ’93 yılında krizden en çok etkilenen ülkelerin başındaydı. 1946’dan beri ciddi bir bunalıma sürüklenmemiş olan Japon sanayisi, son yarım yüzyılın en ağır krizinin pençesinde. Kriz bir yandan üretim fazlası olarak kendisini ortaya koyarken, bunun kaçınılmaz sonucu olarak şirketlerin kârlarında alışılmamış bir düşüşe neden olmaktadır. Daha da ilginci, krizin sanayinin ileri teknoloji kullanan sektörlerinde daha derinden hissedilmesi. Örneğin, Japon otomotiv devi Nissan, tarihinde ilk kez zarar etti. Mitsubishi’nin kârı ise % 65 azaldı. Çeşitli üretim dallarında da durum çok parlak görünmüyor. Sektörlere göre kârların yüzde olarak azalışı şöyle: Telekomünikasyon % 34, otomotiv % 60, elektronik % 60, tekstil % 36, çelik % 61, kimya % 38, makine % 48, gayrimenkul % 23.
Aralık ’93’de, Japon ekonomisindeki gelişmeleri değerlendiren Japon Merkez Bankası Başkanı, karamsar bir tablo çizdikten soma, yakın gelecek hakkında da umutsuz olduklarını söylüyordu.
Japon ekonomisiyle neredeyse özdeşleşmiş ve bugün Türkiye gibi ülkelerde de uygulamaya çalışılan Japon sendikacılığı da iflas etmiş bulunuyor. Yetkililer, bu sendikacılık anlayışına hayat veren “iş garantisi” ilkesinin terk edildiğini açıkladılar.
Yeni dünya düzeninin her şeye kadir serbest pazar ekonomisinden geriye dönüş eğilimleri, bu ekonominin yaygınlaştırılmasının en somut hedeflerinden birisi olan özelleştirmede de kendini gösterdi. Bütün dünyada her derde deva olarak öne sürülen özelleştirmenin, hiç de öyle olmadığı gelişmiş kapitalist ülkelerde görülmüş bulunuyor. Fransa, İngiltere ve İtalya’da gerçekleştirilen özelleştirme uygulamalarının, ekonomiye ciddi bir katkısının olmadığı, artık özelleştirme savunucuları tarafından da kabul ediliyor. Bu yüzden de bu ülkelerde, özelleştirme programları hem daraltılmış, hem de satışlara yüzde sınırlaması getirilmiş durumda. Özellikle yabana sermayeye karşı, işletmenin en çok % 25-30’nun yabancı sermayeye satılabileceği gibi sınırlar konmuş bulunuyor. Ancak, geri ülkelerde bu programın tavizsiz uygulanması için Dünya Bankası, IMF ve çeşidi emperyalist ülkeler ısrarlarını sürdürüyorlar. Ne var ki; Şili, Meksika, Arjantin gibi ülkelerde yürütülen kapsamlı özelleştirme programlarından sadece bu ülkelere borç vermiş emperyalist ülkeler memnun, işçiler ve emekçiler ise, büyük hoşnutsuzluk içinde. Örneğin ’93 Aralık’ın ortasında, Arjantin’in KİT kentlerinden birisi olan San Diego’da ayaklanan işçiler, ücretlerinin zamanında ödenmemesi ve özelleştirmeyi protesto etmek için sokağa döküldü; kamu binaları ateşe verildi; güvenlik güçleriyle çatıştı ve 4 kişi çatışmalarda öldü.
Yeni dünya düzeninin ekonomik programında geriye dönüş, sadece politikacıların kararsızlığa sürüklenmesi ve işçilerin tepki göstermesiyle sınırlı da değil. Burjuva ekonomi çevreleri de bu programın geri dönüş manevraları içindeler. Ciddi ekonomi dergileri ve akademik çevreler, ’93 içinde, “Yeniden Keynes’e dönüş”ü gündeme getirmeye başladılar. Kuşkusuz Keynes’in yeniden gündeme gelmesi, sadece bir dönüşü değil, aynı zamanda burjuva ekonomi çevrelerinin böyle bir krizi hiç beklemedikleri, bir seçeneklerinin olmadığının da itirafı oluyordu.
* * *
’93’ün en ciddi gelişmelerinden birisi, hatta birincisi Rusya’da olup bitenlerdi.
Yeltsin’in, parlamentoyu topa tutmasından sonra, “demokratik” bir biçimde yapılan seçimler ve Başkan’a ancak bir despotik hükümdarda olabilecek yetkiler tanıyan Anayasa’nın onaylanması, Rusya’yı dünya gündeminin başına oturttu.
Devasa bir silah gücüne, sınırsız yeraltı ve yerüstü kaynaklarına ve tarihsel bakımdan geniş nüfuz alanlarına sahip Rusya, içinde bulunduğu ekonomik çöküntüye karşın, hâlâ dünyanın en büyük emperyalist güçlerinden biri olduğunu herkese anımsattı. Özellikle Jirinovski’nin ağzından ifade edilen Rus burjuvazinin istemleri; Polonya’dan Alaska’ya, Kuzey Denizinden Hint Okyanusu’na kadar genişletilmiş bir nüfuz bölgesi Avrupa ve eski SB cumhuriyetlerinde panik ve endişeyle karşılandı.
Jirinovski’nin faşist Liberal Demokrat Partisi’nin oyların % 24’ünü alarak, seçimlerden en büyük parti olarak çıkması, sadece ABD’de soğukkanlı, biraz da gizli bir sevinçle karşılandı. Clinton bunu, “mademki Yeltsin Başkan, endişe edecek bir şey yok. Reformların sürmesi için Yeltsin’i destekleyeceğiz” biçiminde açıkladı.
Çünkü Yeltsin ve Jirinovski ikilisinin iktidarı paylaşması ABD için en iyisiydi. Rus burjuvazisinin bugünkü ihtiyaçları nedeniyle Yeltsin, ABD ve Batı’ya yakın duracak, durmak zorunda. Jirinovski ise, bir “demokles kılıcı” gibi Avrupa, Japonya hatta Çin ve diğer Asya ülkelerinin başında sallanacaktır. Dahası, SB bloğunun dağılmasından sonra, ABD’nin askeri şemsiyesine ihtiyaç duymayarak kendi başına davranmaya yönelen Avrupa ve diğer ülkeler Rus korkusuyla yeniden ABD şemsiyesine ihtiyaç duyacaklardır. ABD de, buna hazırlanmaktadır; ’94 savunma bütçesinde önceden planlanan azaltmadan, Rusya’daki seçimlerden sonra vazgeçilmiştir. Artık işlevsizleştiği düşünülen NATO’nun yeniden organizasyonu için istekler şimdiden gelmeye başlamıştır.
Rusya seçimlerden, geleceğe yönelik kârlı çıkanlardan birisi de, partisi seçimleri kaybeden Yeltsin’dir. Yeltsin’in partisi seçimleri kaybetmiştir, ama yeni Anayasa ile Yeltsin kişisel diktatörlüğünü sürdürecek bir dayanak elde etmiştir. Anayasa’nın yanı sıra Batı’nın tam desteğini de alan Yeltsin, Jirinovski’nin anti-Batı tutumunu kullanarak “reformlarını” sürdürmeye çalışacaktır. Çünkü Batı, Yeltsin’i desteklemeye adeta mahkûm olmuştur.
* * *
’93’te ortaya çıkan bütün olgu ve olaylar yeni dünya düzeninin olanaksızlığım, kapitalist sistemin eski ve onulmaz hastalıklarının sürdüğünü göstermiştir. Ancak, “İsrail-Filistin Barış Anlaşması”, GATT’ın 157 ülke tarafından imzalanmış olması ve ABD, Meksika ve Kanada arasında NAFTA anlaşmasının gerçekleşmiş olması, yeni dünya düzeninin savunucularına propaganda yapmalarına imkan veren üç gelişme gibi görünmektedir.
İlk bakışta, ekonomi ve politika alanında üç önemli “başarı” gibi görünen bu gelişmelerin propaganda ötesinde, ciddi pratik değeri olmadığı daha şimdiden anlaşılmış da bulunmaktadır.
“Bin yıllık anlaşmazlık” denilen İsrail-Filistin anlaşmazlığının bir Pax-Americana ile çözülüvereceğini beklemek elbette hayaldi. Ve anlaşmanın ilk günlerinden başlayan gelişmeler, emperyalist propaganda merkezlerinden yayılan iyimser havayı yok etmiştir. Anlaşmadan kısa süre sonra, gösteri ve çatışmalar yoğunlaşmış, İsrail anlaşmayı uygulamak, anlaşma takvimine uymakta ayak sürümeye başlamış, radikal Filistin ve Arap çevreleri ise, anlaşmayı bir “İsrail oyunu” olarak niteleyerek mücadeleye devam edeceklerini açıklamışlardır. Anlaşmanın üstünden henüz üç ay geçmiş olmasına karşın, artık bu anlaşmanın uygulanabilirliğine kimse inanmamaktadır.
Dünya ticaret hacminde 200 milyar dolarlık bir genişlemeye yol açacağı iddia edilen GATT ise, ancak her ülkenin parlamentoları tarafından onaylandığında yürürlüğe girecek bir anlaşma olmasının yanı sıra, imzalayan ve uygulamayan ülkelere bir yaptırım getirmemektedir. Ve bu anlaşma, asıl olarak ABD, Avrupa ve Japonya’nın çıkarlarına uygun olarak düzenlenmiş damgasını taşımaktadır. Dahası GATT anlaşması, daralan dünya pazarı ve korumacı eğilimlerin arttığı bir dönemde imzalanmış olmak gibi şanssızlıklarla malûl olarak doğmuştur.
NAFTA ise Kuzey Amerika’da ABD tarafından dayatılan ve Amerikan emekçileri ve orta boy sanayicileri tarafından, tepkiyle karşılanan bir anlaşmadır. Kanada da daha şimdiden anlaşmadan hoşnutsuzluğunu ifade etmektedir. Meksika ise, ABD dayatması ve kendi iç problemlerine geçici çözüm olacağı nedeniyle anlaşmayı imzalamıştır. Ama bunun, Meksika sanayisinin iflası anlamına geldiğini herkes bilmektedir. Bu anlaşmanın, tekellerin pazar alanını bir miktar genişletse de, ABD’de işsizliği ve yabancı düşmanlığım hızla artırıcı sonuçları olacağı, Kanada da benzer gelişmelere yol açacağı ortadadır.
Bu nedenlerle de gerek İsrail-Filistin Anlaşması, gerek GATT anlaşması, gerekse NAFTA yeni dünya düzeni savunucularının yüklediği niteliklerden yoksun olup, sistemin çatışma ve çelişmeleri arasında yok olup gitmeye mahkûm uzlaşmalar olarak değerlendirilecek gelişmelerdendir.
“PERŞEMBENİN GELİŞİ ÇARŞAMBADAN BELLİDİR”
’93 yılında dünya, son 5-6 yılın bütün “globalleşme”, “küreselleşme” çabalarına karşın dört büyük kamp biçiminde belirginleşti.
Birinci kamp; ekonomik olarak da NAFTA’da da ifadesini bulan ABD kampı.
İkinci kamp; siyasi ifadesini Avrupa Birli-ğTnde bulan Avrupa Topluluğu.
Üçüncü kamp; Japonya’nın başını çektiği Pasifik birliği.
Dördüncü kamp; henüz derin bir ekonomik kriz içinde bulunsa da yakın gelecekte ekonomik, siyasi ve askeri bakımdan büyük potansiyel taşıyan Rusya.
Bu kamplaşma, daralan talep, artan işsizlik ve geri ülkelerin devasa dış ticaret açıklarının yaşandığı koşullarda oluşmaktadır.
’93 yılını ağır ekonomik kriz içinde geçiren belli başlı kapitalist ülkeler bir iyileşme olmadan, krizi ’94’de aktarmış ve ’93’de son anda önlenebilen bir dünya ticaret savaşını da ’94’e taşımıştır.
Bütün belirtiler, emperyalist ülkeler ve kamplar arasında çatışmaların şiddetleneceğini göstermektedir.
Gerçi ABD’nin, dünya patronluğuna henüz ciddi itirazlar yoktur, ama girilen krizden, önce çıkmak isteyecek emperyalist ülkelerin kendilerine yeni pazar alanları bulmak için sadece ekonomik değil, politik ve diplomatik, hatta ülkelerin içişlerine müdahaleye varan girişimlerde bulunması ve bunun sonucu olarak da emperyalistler arasında ciddi sorunların çıkması beklenmez gelişmeler değildir.
Bugünkü krizin başlıca olguları olarak kendisini ortaya koyan; başlıca kapitalist ülkelerde, talep yetersizliğinden kaynaklanan üretim daralması, artan işsizlik ve başkaldırı eğilimi gösteren enflasyon, işçi ve emekçi yığınlarındaki hoşnutsuzluğu artırıcı bir rol oynayacaktır.
’93 yılının dünyası, bir çatışmalar dünyasıydı. Ve bu çatışmalar, çatışmalara yön veren çelişmelerin daha da keskinleşmiş haliyle ’94’e devredildiler. Eski Yugoslavya, BDT ülkeleri, Ortadoğu, Kuzey ve Orta Afrika ülkelerini ’93’den daha kritik bir yıl geçirmeleri kaçınılmaz görünürken, Latin Amerika ve Avrupa ülkelerinin, ciddi işçi ve emekçi sınıf mücadelelerine sahne olması ’94’ün bir başka gerçeği olmaya adaydır.
Öte yandan; büyük kapitalist ülkelerin krizinin yükünü geri ülkelerin ve gelişmiş ülke proletaryalarının sırtına yıkma girişimleri ’94’de kendisini daha çok duyuracak, bu da geri ülkelerde anti-emperyalist hareketlerin ve proletaryanın mücadelesinin nesnel tabanım genişletici bir rol oynayacaktır.
Kısacası ’94, ezen sınıflar ve dünya hegemonyası peşindeki emperyalistler için bir karabasan olarak gelmektedir. Ama bu karabasanın işçi sınıfı ve ezilen halklar için yeni olanaklar yılı olması, işçi sınıfı ve halkların devrimci bir muhalefetin gereğini yerine getirebilmesi, baskı ve sömürüye karşı yığınsal ve örgütlü olarak mücadele etme yeteneğini göstermesi ile yakından ilgilidir. Aksi halde ortaya çıkan boşluğu, sorunları istismar edecek faşist, şovenist güçler, başlıca kapitalist ülkelerde son yıllarda yükselme eğilimi gösteren neo-nazi ve neo-faşistler doldurma imkânı bulabilecektir.
’93’TEN 94’E YÖNETEMEME KRİZİNDEKİ TÜRKİYE
Egemen sınıf propagandacı ve politikacılarının, “21. yüzyılın dünya devleti”, “Adriyatik’ten, Çin Şeddine büyük Türk dünyasının lider ülkesi”, “Ortadoğu’nun demokrasiyle yönetilen tek Müslüman ülkesi” vb. gibi hamasi sloganlarla tanımlanan Türkiye, 93’deki gelişmelerle bütün bu tanımların boş laftan ibaret olduğunu herkese gösteren olgulara sahne oldu.
Her şeyden önce; yıllardır itibar yitiren parlamento, yetkilerini fiilen MGK’ya bırakarak devre dışı kaldı. Bizzat pek çok milletvekili ve başbakan önemli konularda önce MGK’nın görüş belirtmesi gerektiğini, ancak ondan sonra sorunun hükümet ve parlamento düzeyinde ele alınabileceğini itiraf ederek, MGK’nın yönetimi elinde bulunduran başlıca odaklardan biri olduğunu kabul etti. Dahası, egemen sınıfların iç politika, dış politika ve ekonomik alanda belirleyip uygulamaya soktukları hedefler, ’93’te çok çarpıcı bir biçimde iflasa vardı.
12 Eylül’den bu yana, ülkeyi demokratlaştıracağı, kişisel ve sınıfsal özgürlükleri yasal güvenceye kavuşturacağını iddia eden hükümetlerden her biri, zorbalık ve terörün hükümetleri olmuştu. Ama DYP-SHP koalisyon hükümeti, yığınlarda bir beklenti yaratarak da iktidara gelmişti. Ve pek çok demokrat ve aydın, bu hükümetin en azından yasal alanda anti demokratik hükümleri temizleyeceğini ciddi olarak düşünüyordu. Ne var ki; herkese demokrasi ve özgürlük vaadiyle gelen koalisyon hükümeti, özellikle ’93’te, Kürt mücadelesi ve işçi, emekçi sınıf hareketine karşı azgın terörün aleti olurken, bir uygulayıcı olmaktan da öte, “Anti Terör Yasası”nın kapsamını genişleterek, işçi ve emekçilere karşı sıkıyönetim tehdidi savurarak, ülkeyi yönetmek için terörden başka bir tercihi olmadığını ilan etmiş oldu. Bu, egemen sınıf partilerinin çıkarabileceği “en demokrat” hükümetin bile ülkeyi yönetecek “barışçıl” politikalara sahip olmadığının açık göstergesiydi. Başka bir söyleyişle egemen sınıfların, topluma vaat edecek bir şeyleri yoktu ve bu yüzden de toplumu yönetmede tam bir krize düşmüşler, varlıklarını sürdürecek son şeye, teröre sarılmışlardı. “Faili meçhul” cinayetler, yerinde infazlar, aydın ve gazeteci öldürmeleri, toplu katliamlar, sürgünler, işkence had safhaya çıkarken, Sivas’ta, kontrgerilla kışkırtmasıyla ayaklanan şeriatçılar, 37 aydını Madımak Oteli’nde yakarak öldürdüler. Bu katliama Başbakan, İçişleri Bakanı, Cumhurbaşkanı ve çeşitli siyasi parti yöneticileri aynı tepkiyi gösterdi: Öldürülenler, halkın dini duygularını incitmiştir ve göstericilerden yaralanan ve ölen olmaması sevinç kaynağıdır! Kısacası egemen sınıfın temsilcilerine göre ölenler ölümü hak etmiştir, saldırganlar ise masum Müslümanlardır.
Öte yandan, yılın ikinci yarısında tırmanan Kürt savaşında ölen askerler için yapılan cenaze törenleri ’93 başında şovenizmin kışkırtıldığı devlet törenleri iken, ’93 ortasından itibaren MHP’lilere ihale edilen faşist gösterilere dönüştü. MHP’lilerin ana kadrosunu oluşturacağı 15 bin kişilik özel ordu yasası çıkarılırken, Erzurum provokasyonu ile MHP, 1980 öncesinin görevlerini üstlendiğini, kamuoyuna ilan etmiş oldu. Böylece MHP’liler “iç güvenlik” hizmetlerini fiilen ve resmen üstlendiler.
Özellikle Tansu Çiller’in Başbakan olmasıyla, DYP ve devlet kurumlarında eski ve yeni MHP’lilerin yükselişi de MHP’li faşistlerin etkinliğinin artışına eklendi. Türkeş’in itibarı iade edildi ve Türkeş devlet törenlerinin baş konuğu konumuna yükseldi.
Şovenist-faşist politikalar etrafında bir “ulusal mutabakat” ihtiyacı ve bir “ulusal mutabakat hükümeti”, büyük patron örgütleri ve faşist çevreler tarafından giderek daha çok gündeme getirilir oldu.
Bu arada herkesin “gitsin” dediği Çekiç Güç’ün, her seferinde “son kez” olmak üzere Türk topraklarında kalma süresi uzatıldı. Ve şu günlerde MGK’nın tavsiyeleri doğrultusunda süre altı ay daha uzatılacak.
’93 yılı, Türkiye tarihinin en kitlesel anti-faşist gösterilerine de sahne oldu. Şubat’ta, Uğur Mumcu’nun öldürülmesi üzerine değişik kentlerde milyonlarca işçi ve emekçi sokaklara dökülürken, Sivas olayları sonrasında ülkenin her yanında yapılan gösterilere yüz binler katıldı. Özellikle İstanbul’da yapılan Asım Bezirci’nin cenaze töreni tam bir anti-faşist gösteriye sahne oldu.
***
Krizin etkileri düzen partilerinin yığınlarla ilişkisini ve iç örgütlenmelerini de derinden sarstı.
Siyasi partiler arasında olağan sayılmayacak boyutlarda birinden diğerine oy kayışları ve dönemlere göre partilerin oy oranlarının istikrarsızlığı 12 Eylül sonrasının tipik özelliği olarak ’93’te de sürdü. Ve dahası, Özal’ın ölümüyle başlayan burjuva politika arenasındaki kargaşa, yıl boyunca durmadı. ANAP, DYP, SHP, RPgibi başlıca partilerde, parti içi çatışma ve bölünmeler, yönetimlerden gruplar halinde istifaları da birlikte getirdi. DYP’de Çillerci (yenilikçi), Demirelci (gelenekçi), SHP’de Karayalçıncı (liberal), Gürkancı (devletçi), ANAP’ta muhafazakar, liberal çatışmaları, Demirel’e “ülkenin asıl sorunu siyasi bölünmüşlüktür” dedirtecek boyuta ulaştı.
Son yılların en istikrarlı partisi görüntüsü veren RP’de bile, yılın ikinci yarısında “fundamentalist”, “liberal dinci” çatışması su yüzüne çıktı.
***
Ülkeyi yönetmede, terörden başka seçeneği kalmayan egemen sınıflar, orta sınıflardaki şovenist duygularının kışkırtılması üstüne oturtulan ve “Adriyatik’ten, Çin Seddi’ne büyük Türkiye” sloganıyla yürütülen Türk dış politikası da ’93’te iflasını ilan etmek zorunda kaldı.
Bütün komşularıyla sorunları olan, AT’a girme umudunu yitiren, Kıbrıs’ta çözümsüzlüğe düşen, Suriye, İran ve Irak’la Amerika’nın istekleri doğrultusunda düşmanlık politikası izleyen Türkiye, son bir kaç yıldır bütün dikkatini, Azerbaycan üstünden Türkî cumhuriyetlerde nüfuz alanları yaratmaya vermiş, bütün dış politika olanaklarını buna göre biçimlendirmişti. Bu yüzden de Azerbaycan, imamlardan MHP’li faşistlere, MİT görevlilerden askeri uzmanlara kadar değişik Türk “görevliler”le tahkim edilmişti. Rusya’nın bölgedeki nüfuzu, askeri ve politik gücü küçümsenmişti. Hüseyinov-Aliyev darbesiyle bir anda dünya Türk dış politikasının başına yıkıldı. Ve darbeden kısa bir süre sonra Rusya’ya giden Çiller, hiç bir diplomatik geleneğe uymayacak bir biçimde Türk dış politikasının “Adriyatik’ten Çin Şeddine Türk dünyası söylemini terk ettiğini” Moskova’da ilan etti.
Bölgede dış politikası iflas eden ve tümüyle yalnızlaşan Türkiye için tek müttefik olacak güç İsrail kalmıştı. Ve Filistin-İsrail Barışı imdada yetişti. Türkiye, İsrail’le stratejik işbirliğini de kapsayan görüşmelere oturdu. Ve öyle görünüyor ki; Ortadoğu’da Amerikan politikasının başlıca iki dayanağından birisi Türkiye olmaya devam edecek. Ama eskisinden daha Amerikancı, İsrail’le suç ortağı olmuş olarak.
’93’ yılı içinde gerçekleştirilen, Başbakan’ın ABD ve Almanya ziyaretleri, diplomatik gaflarla dolu bir turistik gezi olmanın ötesine geçmedi.
Dış politikadaki iflasın arkasından, ABD’den başlayıp, Almanya, Fransa, İngiltere vb. Avrupa ülkelerinden Suriye’ye kadar uzanan “PKK’nın yasadışı ilan edilmesi”ni, hükümet, kendi “diplomasi başarısı” olarak sunarak, zevahiri kurtarmaya çalıştı. Ama çok geçmeden, bu kararda hükümetin bir rolü olmadığı, tersine ABD ve öteki emperyalistlerin Ortadoğu’ya müdahalelerinin bir vesilesi olduğu anlaşıldıysa da, hükümet akıntıya kürek çekerek, yeni bir dış politika atağında olduğu propagandasına devam etti, ediyor.
* * *
’93 yılının ikinci yarısında, bugüne kadar uygulanan ekonomi politikaların iflas ettiği, Başbakan tarafından iki kez itiraf edildi. Birincisi; özelleştirme ile ilgili olarak. Çiller, özelleştirmeye karşı çıkılması ya da yavaşlatılması durumunda, “Ya özelleştirmeyi yaparız ya da batarız!” diyerek ekonominin nasıl kritik bir noktada bulunduğunu itiraf etti. İkinci olarak, yine Başbakan, vergi yasasının görüşmeleri sırasında “Ya vergi yasası çıkar ya da batarız” diyerek, ekonominin sadece özelleştirme ile kurtulamayacağını, ekonominin pek çok yönden tam bir iflasta olduğunu kabul etmiş oldu.
Bu, “batarız” ifadesinde, muhalifleri tehdit için bir abartma söz konusu olsa bile, öteki ekonomik göstergelerle düşünüldüğünde Başbakan’ın bir abartmadan çok gerçeği ifade ettiği görülür.
Enflasyonun, ’93 Mart-Nisan’ında % 50’lere düşürüleceği, ’92’de bizzat o günün devlet bakanı olan Çiller tarafından ifade edilmişti. Ama enflasyon, ’93 sonunda geçmiş yılların rekorunu da kırarak % 71’e dayanmıştır.
Yıllardır tahminleri aşan bir kalem olan ihracat, beklentilerin altına düşerken ithalat ise tahminlerin çok üstünde gerçekleşerek 25 milyar dolara yükselmiştir. Ve cumhuriyet tarihinde ilk kez, ihracatın ithalatı karşılama oranı % 50’nin altına düşerek rekor kırmıştır.
Bütçe açığı ise; 400 trilyon olarak beklenmektedir. Bu ise; ’94’ün bir ekonomik felaketler yılı olacağının da habercisidir.
İşsizlik ise, bütün öteki kötü göstergeler gibi, ’93’te de artmaya devam ederek, işsizlik oranı % 24’lere ulaşmıştır.
Ekonomide tek “olumlu” veri kalkınma hızında görünmektedir. Hükümetin açıklamalarına göre ’93’te kalkınma hızı % 7,8 gibi yüksek bir düzeydedir. Ama kalkınma hızındaki bu şişkinliğin geçek bir büyümeden değil, ithalattaki aşırı artıştan kaynaklandığı ekonomistler tarafından ifade edilmektedir. Bir yandan iflasların arttığı, öte yandan işten çıkarmaların her gün artarak sürdüğü bir ekonomide gerçek büyümeden söz etmek zaten olanaksızdır.
’93 yılı, hükümet tarafından özelleştirme yılı olarak ilan edildi ve ekonominin batmaktan kurtulmasının ön koşulu olarak özelleştirmenin hızla gerçekleştirilmesi gerektiği savunuldu. Ama bu alanda da ciddi bir adım atıldığı söylenemez. Çünkü hükümet, özelleştirmeyi her derde deva ilan ederek, özelleştirmenin ekonomik boyutunu abartarak inandırıcılığını yitirdi. Daha da önemlisi işçiler ve diğer emekçi kesimler, özelleştirmenin IMF ve Dünya Bankası tarafından dayatılan, sadece Türk büyük sermayesinin çıkarlarına bir program olduğunu anladılar. Belki özelleştirme girişimlerine karşı henüz ciddi bir kitlesel tepki doğmadı, ama özellikle sendika şubeleri ve çeşitli devrimci, demokrat, komünist çevre ve örgütlerin düzenlediği panel, konferans vb. türden propaganda faaliyeti ile işçi ve emekçi yığınlar içinde ciddi bir özelleştirme karşıtlığı mayalanmaktadır. Bu birikimin ’94 yılında kitleselliğe dönüşüp hükümetin ve sermayenin saldırısını püskürtecek boyutlara varması beklenmeyen bir gelişme olarak değerlendirilemez.
KRİZİ DERİNLEŞTİREN BİR ETKEN OLARAK İŞÇİ SINIFI HAREKETİ
’93 yılı, 700 bin kamu işçisinin sözleşme yılıydı ve hükümetin ekonomi politikasını bilenler için, sözleşmeler kaçınılmaz olarak çözümsüzlüğe gidecekti. Ve öyle de oldu. Dahası, 250 bin işçinin sözleşme görüşmeleri ’92’den ’93’e devir olmuştu.
İşçilerin talepleri ve işverenlerin tutumu göz önüne alındığında ’93’ün bir grevler, genel grev ve direnişler yılı olacağını söylemek kehanet olmazdı. Özellikle memurların grevli, toplu sözleşmeli sendika hakkı konusundaki kararlılığı da gözlendiğinde işçi ve memurların ortak mücadelesinin yıl içinde oldukça ileri boyutlara varacağı açıkça görülüyordu.
’93 başında başlayan sözleşme görüşmeleri, 2 milyon işçinin sokağa dökülmesi ve Türk-İş ağalarının satış sözleşmelerine imza atmasıyla sonuçlandı. Sokağa dökülen işçiler başlıca iki slogan haykırıyorlardı. Birincisi, genel grev-genel direniş isteğini ifade eden, “işçiler el ele genel greve”, “işçi memur el ele genel greve”, ikincisi ise; “Özelleştirmeye hayır” sloganıydı. Ve yıl boyunca; genel grev-genel direniş şiarı sokakta, sendika platformlarında, çeşitli işçi kurultaylarında işçilerin dilinden düşmedi. Sınıfa karşı sürdürülen burjuvazinin kapsandı saldırısı sürdükçe de genel grev-genel direniş talebi sınıfın gündeminde kalacağa benziyor. Bu yüzden de, ’93’ün deneyim ve birikimleriyle birlikte, genel grev-genel direniş talebi, ’94’te işçi sınıfı hareketinin başlıca talebi, daha doğrusu uygulanmak üzere sendikacılara dayatılan bir istem olmaya devam edecek görünüyor.
’93 yılı, ileri işçilerin 1 Mayıs’a geçmiş yıllara göre daha içten sahip çıktıkları bir yıl olarak, Türk-İş, Hak-İş ve DİSK’in ağalarını bile meydanlara çekecek bir baskı yarattığını ortaya koydu. 1 Mayıs’ta haykırılan talepler, sonraki aylarda da gösteri ve toplantılarda başlıca talepler olarak sınıfın gündeminde yere almaya devam etti.
İşçi sınıfı ve memur hareketiyle birlikte anti-faşist mücadele içinde olmak isteyen kesimlerde, ’93 yılında, bir “kurultay” ve “platform” çokluğu görüldü. Bir konuda mücadele etmek isteği hisseden çevreler, hemen platformlar örgütleyip kurultaylar düzenlemeye koyuldular. Özellikle yılın ikinci yarısında platform girişimi ve kurultay düzenleme öylesine yaygınlaştı ki, kimin hangi platformda yer aldığı, kimin hangi kurultayı düzenlediği bu gelişmeleri yakından izleyenler için bile izlenemez hale geldi.
Ancak bu platform çokluğu içinde işçi sendika şubeleri ve memur sendika şubeleri platformları hem tabanla bağ kurma, hem de düzenli bir işleve sahip olma bakımından ciddi adımlar attılar. Özellikle İstanbul sendika şubeleri platformu, faaliyet ve düzenlediği kurultaylarla hem diğer illerdeki sendika şubelerini olumlu yönde etkiledi, hem de işçi sınıfı hareketinin sınıftan yana bir sendika merkezi olarak otoriteye sahip olma şansını yakaladı.
Kuşkusuz; bu platform ve kurultay bolluğu, yığınların muhalefetini tek bir merkezde birleştirip seferber edecek devrimci bir merkezin fiilen hareketin başına geçmemiş olmasıyla yakından bağlantılıdır. Ama bu olumsuzluğa karşın; işçilerin, memurların, devrimci ve demokrat kesimlerin var olan kitle örgütlerinin mücadelenin ihtiyaçlarını karşılayacak mahiyette olmadığını görmeleri anlamına geldiğini söylemek bir olumluluğu ifade etmek olur.
Belki ’94’te, bu platform kurultayların bir bölümü işlevsizleşecektir. Ama bir işleve sahip olanlar da etkilemeyi, seferber etmeyi amaçladıkları yığınlarla daha sıcak bağlar kurma imkânını elde edecektir. Çünkü arayış içine girmiş kitleleri yönlendirmek, arayış içindekiler arasında organik bağlar kurmak, hareketsiz yığınlarla bağ kurmaktan tartışılmaz bir biçimde daha kolaydır.
Öyle görünüyor ki; genel grev-genel direniş isteği gibi, platform ve kurultay faaliyetleri de ’94’te devam edecek, büyük bir olasılıkla da, mücadelede bir işleve sahip olan platformlar daha da kurumlaşıp etkinliklerini artıracaklar, işlevsizlerse yok olacaklardır.
’93’teki bütün gelişmeler göstermiştir ki; egemen sınıflar krizin yükünü işçi ve emekçi sınıflara yıkmaya kararlıdır. Burjuvazi, saldırılarını uluslararası sermayenin saldırısıyla birleştirerek sürdürmektedir. Bundan böyle de bu yolda ilerlemek kararında oldukları açıkça ortadadır.
Bütün bu platform, kurultay vb. kargaşası içinde, işçi ve memurlar, sendika ağalarının iddialarının aksine, Kürt sorunundan demokrasi sorununa, ülkenin en acil sorunlarına ilgilerini ortaya koymuş, en basit ekonomik haklar için yapılan toplantılarda bile bu sorunları tartışıp, tavır geliştirmek için çaba harcamışlardır.
Türkiye işçi sınıf ve emekçileri; içinde bulundukları bütün olumsuz koşullara karşın, mücadele isteğini ortaya koymuş, birliklerini sağlayacak örgüt biçimleri olan platform ve kurultaylarla çıkış yolları aramaktadır. ’94’teki gelişmelere de işçiler, memurlar, tüm öteki emekçilerin mücadelede gösterecekleri yetenek damgasını vuracaktır.
KÜRT MÜCADELESİNDE BÜTÜN KOZLAR OYNANIYOR
Kürt sorununda, ’93’ün, bir yandan hükümetin, öte yandan PKK’nın bütün kozlarım oynadıkları bir yıl oldu.
Mart’ta ilan edilen “Ateşkes”le birlikte, Öcalan’ın, “Ankara’nın kapısını Washington’dan zorlanacağı” açıklaması, ilk başta “gerçekçi” bir yaklaşım gibi göründüyse de, yılın sonunda ABD’den başlayıp Avrupa’ya yayılan bir anti-PKK kampanyanın da yolunu açmıştı. Çünkü Öcalan, bu çağrıyla Kürt sorununa Batılı emperyalistlerin müdahalesini hoş karşılayacağını ifade etmişti. Belki Öcalan’ın amacı Türkiye’ye baskı yaptırmaktı, ama Türkiye ile pazarlıkta uzlaşan ABD ve öteki emperyalistler, baskıyı PKK üstüne yöneltmeyi çıkarlarına daha uygun buldular. Ve tutumlarıyla, Kürt sorununun çözümünde masaya oturacak bir taraf olduklarını açıkça ifade etmeye başladılar.
Türkiye ise; “Ateşkes”ten sonra tırmanan savaş içinde oldukça güç durumlara düşmesine karşın, terörü arttırarak, kırsal alanı boşaltma ve kentlerde toplanan Kürt kitlelerini kontrol altına alarak, yığınları yıldırmayı, PKK’yı tecrit etmenin yolu olarak benimsedi. PKK ise; bir yanda Kürt yoksul köylülerin özlemlerini ifade eden taleplerden kaçınıp daha çok Kürt burjuva ve toprak ağalarının talebi olan “Kürt kimliği” ve soyut bir “siyasi çözüm’le sınırlı kalarak, bir stratejik programa sahip olmamanın sıkıntısıyla karşı karşıya kaldı.
Bir Kürt Ulusal Konseyi üyesinin deyimiyle, “PKK ne istediğini belirlemiş değil.” Sadece baskı var, Kürt kimliği tanınmıyor denilerek, varılacak yere varılmıştır. Ve şu anda hükümetin en azından Kürt kent merkezlerinde psikolojik üstünlüğü ele geçirişinin nedeni de bir rastlantı değildir.
Bu koşullarda hükümet, binlerce silahlı korucuya sahip Kürt toprak ağalarını da resmen Kürtlerin temsilcisi ilan etmiştir. Ve hükümet tarafı “çözüm tarihi” olarak ’94 baharın vermektedir.
Öyle görünmektedir ki; yürütülen savaşın sonucu ne olursa olsun emperyalistler, hükümet ve toprak ağaları bahar ya da yaz aylarında masaya oturacaktır. Dördüncü taraf olarak PKK’nın masaya, doğrudan ya da dolaylı, oturabilmesini de “Kış harekâtının” sonucu belirleyecektir.
Hükümet Batı’nın, muhtemelen de İran ve Suriye’nin desteğini alarak önemli bir avantaj elde ettiğini düşünmektedir. Ama Kürt halkının nefretini kazanmış, yerel seçimleri bile özel önlemlerle yapmak ihtiyacı gibi, aşılması güç problemlerle yüz yüzedir. Ne var ki; PKK da anlamsız yasaklamalar ve halka rağmen kimi uygulamalarla kendisini yığınlardan tecrit edecek, hükümetin uygulamalarına zemin hazırlayacak tutumlar geliştirmektedir. Eğer, “Kürt kimliğinin tanınması” mücadelesi Kürt işçi ve emekçi sınıflarının kurtuluş mücadelesi dönüşme ve Türk işçi ve emekçileriyle dayanışacak yola girmedikçe, en iyimser yaklaşımla “çözüm” bir Pax-Americana olacak gibi görünüyor.
***
Türk egemen sınıflarını ’94’te bekleyen tablo emperyalistleri bekleyenden daha aydınlık değildir. Üstelik Türkiye egemen sınıfları için Kürt sorunu ile işçi ve memurların başım çektiği bir emekçi sınıf mücadelesi daha yakın ve somut bir tehlikedir. Bu yüzden de egemen sınıflar, ellerinde tek seçenek olarak kalan terörü ’94’te sonuna kadar kullanmak ihtiyacını duyacaktır. Terör yasası ve valileri olağanüstü yetkilerle donatan iller yasasıyla terör yasallaştırılıp yaygınlaştırılmaya çalışılırken, gelişmelere göre sıkıyönetim, savaş hali vb. olağan dışı yönetim biçimleri de ’94 gündeminin konuları olmaya aday görünüyor.
Ancak bütün bu alanlarda gelişmelerin doğrultusunu belirleyecek olanın da, iki devrimci dinamik olarak, Kürt ve işçi ve emekçi sınıfların özgürlük ve demokrasi mücadelesinde yapacakları atılımın olduğunu söylemek gerekir. Çünkü bütün tarih boyunca, aydınlık bir gelecek, devrimden ve demokrasiden yana güçlerin, gericiliğin saldırılarını püskürtmeliyle olanaklı olmuştur. Bugün de, farklı olması için bir neden yoktur.
Ocak 1994