Osmanlı devletinde 1839’da hazırlanmaya başlanan ve 1908’de meydana gelen Jön Türk Devrimi, bütün diğer burjuva devrimler gibi, kadın sorununu, bu sorun çevresinde örgütlenmiş kadın örgütlerini ve bir kadın literatürünü gündeme getirdi. Kadın sorununun Osmanlı topraklarında da ortaya çıkması, bu cinsin ezilişinin tarihi daha öncelere dayansa da, modern sınıfların ve bu sınıflar arasındaki ilişkilerin ufukta görünmesini beklemiştir.
Burjuva devrimi, gerek Avrupa’da gerekse Türkiye’de, yeni egemen sınıfın değerlerini ve çıkarlarını evrenselleştirmenin aracı olacak olan iki kavramla; eşitlik ve insan hakları kavramlarıyla kitleleri sürüklediğinde, kadınlar, bu kavramların kapsamında değerlendirilmemişti. Osmanlı topraklarında cemaat kültürünün kaçınılmaz koşulu olarak, hiçbir medeni ve siyasal hakka sahip olmayan kadın, burjuva sisteminin daha başlangıçta eksik bırakılan bu yönlerinin tamamlanması, “eşitlik”in kadın cinsini de kapsayarak genişletilmesi için tıpkı Avrupalı ve Amerikalı hemcinsleri gibi burjuva devrimin saflarında, içinde bulunduğu sosyal, siyasal ve kültürel koşulların elverdiği ölçüde yer aldı. Tanzimat kuşağı aydınlan kadın sorunu üzerine birçok makale yazarak, onların eşitlik talebini savunmuş olmalarına, hatta bu talebin ortaya çıkmasına katkıda bulunmuş olmalarına karşın Jön Türk Devrimi, kadınların zaten oldukça kısır olan taleplerine yanıt veremedi.
Doğaldır ki, Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında başlayan kadının hak arayışının ufku, burjuva bir perspektifle sınırlı kaldı, çeperinde ve koşutunda gerçekleştiği güdük burjuva devriminin genel karakteristiğine ve içeriğine uygun seyretti. Böylece, Osmanlı topraklarında da burjuva içerikli kadın eylemi, kurulması amaçlanan burjuva toplumunda, eski sosyal ilişkilerin ve günlük yaşamın olduğu gibi sürdürülmesinin yol açacağı sakıncaları -ki artık bu ilişkiler çözülmeye başlamıştır- bir müdahaleyle gündeme getirerek ait olduğu sınıfa, sistemini, günün ihtiyaçları doğrultusunda tamamlamasında ve onu evrenselleştirmesinde yardımcı olmuştur.
Feodal-dinsel bir temele dayanan cemaat hukukunun yeni ilişkilerin önünü tıkayarak miadını doldurması, modern sınıf ilişkilerinin gündeme getirdiği kapitalist girişimciliğin teşvik edilmesi ve buna bağlı olarak mal ve can güvenliğinin hukuki bir prosedüre bağlanarak korunması talebi, eski sistemin hukuki bütünlüğünü kırmış; medeni haklan, daha doğrusu hak yoksunluğu, eski hukuk tarafından belirlenmiş olan Osmanlı kadını için bu, hukuksal eşitliği talep etmek için bir çıkış olmuştur.
Diğer yandan, Osmanlı burjuva-aristokrat aydın kadın, hak arayışı mücadelesinde, Avrupalı hemcinslerinin bu işe kalkıştıkları 18. yüzyılın başlangıcından bu yana karşılaştıkları gibi yoğun dirençle karşılaşmamış, burjuva devrimlerini daha önce yaşamış olan bu ülkelerde verilen kadın haklan mücadelesinin uluslararası kazanından, Osmanlı kadınının mücadelesine önceden bir meşruiyet kazandırmıştır. Jön Türkler ve öncelleri olan Genç Osmanlılar, kadının mevcut durumunu, aile ilişkilerini eleştiren, kadına eğitim hakkı verilmesini isteyen yazılar, makaleler, öyküler ve daha sonra da romanlar yazmışlar; 2. Meşrutiyet’ten çok önce çıkan gazetelerde kadın ekleri yayınlamışlardır. İttihat ve Terakki örgütünün programında; örgüte, kadın erkek bütün Osmanlıların üye olabileceği kaydı düşülmüştür.
Bu çağrı yanıtsız kalmamış, kentli aristokrat burjuva Osmanlı kadınlarının bir kısmı örgütün amaçlarını gerçekleştirebilmesi için perde arkasından da olsa önemli yardımlarda bulunmuş, gizli belgelerin taşınması ve korunmasında hizmetleri olmuştur. Ancak hiçbir kadın, örgüte üye olmamıştır. Örgüte üye olmak isteyenlerin uyması gereken kurallar, üye alınma sırasında katılınması beklenen ritüeller, kadınlar için, o zamanki koşullar düşünüldüğünde olanaksızdı. Ama sadece bu değil, kadınların örgütlenmesi konusunda Jön Türklerin kayda değer bir çabası olmamıştır.
Jön Türk Devrimi sırasında ortaya çıkan, çok sınırlı bir çevrede gelişen ve belirli sayıda kadın tarafından desteklenen burjuva kadın hareketi, toplumun diğer sınıf ve katmanlarına yayılarak geniş kadın kitlesinin sempatisini kazanma imkânını bulamadığı gibi Anadolu’da yaşayan kadının, büyük kentlerde yaşanan bu hukuk ve hak kavgasından haberi olamamıştır. Ülkenin birçok yerinde açılmaya başlayan atölye ve fabrikalarda kadın işçiler istihdam edilmeye başlanmasına karşın, kadına çalışma hakkı verilmesini talep eden burjuva kadın hakçılarının mücadelesi, alt sınıf kadınlarının ilgisini çekmemiştir; tersini söylemek de doğrudur: Burjuva kadınlar işçi kadınların yaşam koşullarıyla ilgilenmemişlerdir. Kaldı ki, 1908’e doğru, artık çok sık görülen grevlerde işçi kadınlar da yer almışlar, kendi aralarında geçici ve gevşek örgütler kurmuşlardır. Kimilerinin, grev sırasında kendilerine saldıran polislerle kapıştığı da görülmüştür.
Anadolu’da yaşanan, ticaret burjuvazisinin örgütleyip başını çektiği halk isyanları sırasında çok sayıda kadın, feodal-mutlakıyetçi saray rejimine karşı hoşnutsuzluğun, bütün kötülüklerin sorumluluğunun yerel idarelerde olduğu yanılsamasıyla yerel düzeyde ve dolaylı olarak ifade edildiği ayaklanmalara katılmıştır. Bazen, Sivas’ta olduğu gibi, açlığa ve yoksulluğa karşı başkaldıran, sadece kadınların katıldığı bir eylemi organize edip götüren kadınlara da rastlanmıştır.
Ama işte, değişik sınıflardan kadınlar, çeşidi nedenlerle ve değişik mücadele düzeylerinde başkaldırıp feodal aristokrasiye karşı hoşnutsuzluklarını dile getirmiş olsalar da, onların bu cılız, örgütsüz, birbirinden habersiz giriştikleri eylemler genel devrimci hava içinde bir küçük katkı oluşturmaktan öteye gidememiştir. Oysa değişen sosyo-ekonomik koşullar doğrultusunda, kadınların günlük yaşamını etkileyen ve onların kadınlık statülerinde değişimi zorlayan pek çok şey olmaktadır.
Burjuva devriminin yanı başında ortaya çıkan burjuva kadın hareketinin ayrıntılarına girmeden önce, Osmanlı kadınlarının yaşamlarındaki değişikliklerden ve kadınların o zamanki statülerinden söz etmek gerekecektir.
JÖN TÜRK DEVRİMİNE DOĞRU OSMANLI KADINI
Osmanlı ülkesinin kırsal kesiminde yaşayan kadın için medeni haklar ya da insan hakları kavramı hiçbir şey ifade etmez. O, kendine yeter küçük ev ekonomisinin, üzerine en çok yük binen unsuru olarak her türlü kişisel ve bireysel haktan yoksun olarak yaşamını sürdürür. Padişahın otoritesini ve devlet erkini şahsında cisimleştiren toprak ağasının, ürünün büyük bir bölümüne el koyduğu tarımsal üretimde; üretimin ve yeniden üretimin koşullarının birbirinden ayrılmadığı, dolayısıyla ev ve iş arasındaki ayrımın söz konusu olmadığı feodal ilişkiler içinde, dönemin özellikleri dikkate alındığında teknolojik olanaklarla kolaylaştırılmamış ev işlerinin yapılması sırasında en önemli üretici güç durumundadır. Tarım, modern teknolojik olanaklardan yoksun olarak yapılmakta ve makinenin olmadığı yerde kadının fiziksel gücüne şiddetle ihtiyaç duyulmaktadır. Daha önce tarımsal üretimde önde gelen ülkeler arasında yer alan Osmanlı İmparatorluğu, 19. yüzyılın sonuna gelindiğinde, bu alanda oldukça gerilemiş ve tarımın modern teknolojiyle yapıldığı kapitalist ülkelerin dünya pazarına sürdüğü ürünlerle yanşamaz duruma gelmiştir. îç gümrük vergileri nedeniyle iç pazarda dolaşımı kısıtlanan tarımsal ürünlerin yerini, dışarıdan ithal edilen ürünlerin aldığı görülmekte, yerli tarım bu yüzden de olumsuz yönde etkilenmektedir. Kırsal kesimde yaşanan genel yoksulluk tablosundan, doğaldır ki, en çok kadınlar etkilenmekte, bu durum, onlara birçok sorumluluk daha yüklemektedir.
Toplumsal üretimde bunca rol oynayan Anadolu kadını, şeriatla beslenmiş feodal hukukla muhatap olduğu için mülk edinme olanağından, politik haklardan ve miras hakkından yoksundur. Kaldı ki, ataerkil kültürel formasyon, kadını, bütün iradesiyle erkeğe bağlamış, söz hakkı elinden alınmıştır. Bunca üretken olmasına karşın kadının var olma koşulu sadece evlilik içinde ve ana olma durumunda tanınmıştır; bunun dışında tek başına ayaklan üzerinde durmasının imkânı yoktur, çünkü toplumsal sistem buna olanak sağlayacak biçimde düzenlenmemiştir. Feodal üretim ilişkileri küçük aile üretimi temelinde organize olduğu için, kadın, ancak aile ilişkisinin bir parçasıdır, bu ilişkinin dışında bir yaşam imkânı sistemin bütünlüğünü bozacağından günlük ilişkileri düzenleyen yazısız yasalar ve hukuk; mevcut durumu onaylayacak, statükoyu koruyacak, bütünlüğü bozması muhtemel davranışlara yaptırım uygulayacak biçimde düzenlenmiştir ve bu hukuksal düzenlemenin içinde, kadın, sıkı bir biçimde gözaltındadır.
Köylü kadınların azımsanmayacak bir bölümü, yüzyılın son dönemlerinde feodal ilişkileri belli oranda gevşeten, yeni sosyo-ekonomik ilişkilere ve feodal toprak mülkiyetinin yol açtığı derin yoksulluğa bağlı olarak işçileşmek üzere kentlere göç eden erkeklere katılmak zorunda kalmıştır. Son yüzyılda yavaş yavaş sahneye çıkmaya hazırlanan iki yeni sınıf arasındaki ilişkiyi, birinin yararına, yani burjuvazinin siyasal taleplerine uygun olarak düzenlenmesini ihtiyaç haline getiren toplumsal gelişmeler sadece kentleri değil, bazı alanlarda dolaylı, bazı konularda da dolaysız olarak etkileyerek, bir oranda köyleri de toplumsal değişikliğin bir unsuru haline getirmiştir. Hiç kuşkusuz köyleri dışarıda bırakmayan yeni toplumsal gelişim, köylerde, kentlerde olduğu gibi hızlı, gözle görülür açık sonuçlar vermeyecektir, ama süreç içinde, kırsal alanda yaşanan feodal ilişkileri, feodal siyasal iktidarın zayıflamasına da bağlı olarak, oldukça yıpratacaktır. Şimdi artık, eski üretim ilişkileri çözülme sürecine girmiştir.
Kentlerde yaşayan kadınları ise belli başlı özellikleri bakımından iki ayrı kategoride değerlendirmek gerekir. Birinci grubu, daha Tanzimat döneminden itibaren işliklerde ve atölyelerde çalışmaya başlayan, daha sonra fabrikalarda çalışmaya başlayacak olan yoksul alt sınıf kadınları; ikinci grubu ise, bir kısmı kadın hakları savunucusu olarak öne çıkacak olan saraya yakın konumlarda mevzilenmiş burjuva aristokrat kadınlar oluşturur.
Kadınların ev dışında, belirlenmiş bir işyerinde çalışması Osmanlı İmparatorluğu’nda oldukça geç bir dönemde başlamıştır. Oysa sanayi devrimini 19. yüzyılın başlarında yaşayan ve bu yüzyıl boyunca burjuva ihtilalleriyle sarsılan Avrupa’da, kadın ve Çocuk emeği çoktan beri vazgeçilmez olma özelliği kazanmıştır.
Belgelere göre, yüzyılın erken dönemlerinde Türk kadınlarının da çamaşırhanelerde çalıştırılmaya başlandığı saptanabilir, ama başlangıç haliyle, olgunlaşmakta olan bir eğilime işaret etse de bu, arızi bir fenomendir. Bunun dışında kadınların Anadolu’nun taşra illerinde ve kasabalarında ticarete yönelik kimi el zanaatlarına de vakıf olduğu biliniyor. Halıcılık, kadınların istihdam edildiği başlıca zanaatkârlık alanıdır. Bernard Caporal’ın verdiği bilgilere göre Cumhuriyet dönemine gelinceye dek “İzmir bölgesindeki 1.280 tezgâhta 4.780 kadın, Aydın’daki 3600 tezgâhta 11.000 kadın, Uşakta 4.000 kadın, Konya’da 18.000 kadın” halıcılıkla iştigal etmektedir.
Yine Caporal’in belirttiğine göre, “bazı maden ocakları uzun zamandan beri kadın işçiler çalıştırmaktaydı. Maden çalışmaları, el zanaatları örgütlenmesiyle çok zor bağdaşabildiğinden bu alanı düzenlemek amacıyla özel fermanlar çıkarıldı. Arşivlerde bu konuya ilişkin 16. yüzyıl başlarından fermanlar vardır. Değerli madenler ele geçirme isteği yarattığından ocakları olduğu kadar, taşınan malı da yolda eşkıyaların saldırılarına karşı korumak gerekiyordu. Tirebolu ve Giresun madenlerine ilişkin bazı fermanlar kendilerine saldırabilecek haydutlara karşı kadın işçilerin korunmasını buyuruyordu” ( Bernard Caporal, Kemalizm’de ve Kemalizm Sonrasında Türk Kadını, İş Bankası Yayınları, 1982, sf.136)
Ancak maden ocaklarında kadın emeğinden yararlanılması kadınlar açısından gerçek bir işçileşme anlamına gelmez. Yoksul ve yalnız kadınlarla, çeşitli nedenlerle tutuklanan kadınlardan bazıları, buralarda, geçimlerinin sağlanması karşılığında, ama daha çok angarya ilişkileri içinde istihdam edilmektedir ve istisnai bir durumdur.
Kadınlar, 19. yüzyılın ikinci yansından başlayarak istisnai bir durum olarak değil de belirginleşmeye başlayan bir süreç kapsamında işlikleri doldurmaya başlarlar. 1897’de İstanbul Kibrit Fabrikası’nda 201 kadın işçi vardır. Adana ve Urfa’da kurulan çorap fabrikalarında kadın işçiler çalışmaya başlamıştır. Dokuma sektöründe de kadın emek gücü tercih edilmektedir. Hereke, Karamürsel ve Eyüp’teki dokuma fabrikaları bu gücün kullanıldığı belli başlı fabrikalar arasında yer alır. Meşrutiyetin ilanından sonra kadın emeği hızla istihdam edilmeye başlanacak ve 1913’e gelindiğinde “dokuma sanayisinin bütününde el emeğinin yüzde elliden fazlasını kadınlar ve çocuklar karşılamaktaydı. Bu oran ipek sanayisinde yüzde 95’i” bulacaktır. (L. Erişçi, Türkiye’de İşçi Sınıfının Tarihi, 1951, sf.7)
İstanbul-Fransız Ticaret Odası’nın 31 Ağustos 1900 tarihini taşıyan bülteninde şu ifadeler yer almaktadır: ” Sivas’ta ve yöresindeki kazalarda yaklaşık on bin dokuma tezgâhı var. Kadın işçilere günde yirmi para ile 1 kuruş arasında ücret ödeniyor. Uşak’ta dokuma tezgâhlarında 6.000 kadın çalışıyor. Günde her biri 2 ile 6 kuruş ücret elde ediyor” (M. Ş. Güzel’den aktaran A. Y. Başbuğu, Elinin Hamuruyla Özgürlük, Milliyet Yayınları, 1992, sf. 98)
Rakamlara göre, İmparatorluk sathındaki 250 bin işçinin üçte biri kadındır.
1908’deri sonraki dönemde; Balkan savaşları ve imparatorluk bünyesindeki ulusal mücadeleler sırasında erkek nüfusun azalmasıyla ortaya çıkan istihdam krizi, kadınların çalışmaya sevk edilmesiyle atlatılmaya çalışılır. Gerçekte ise, birbirinin ardı sıra gelen savaşlar ve ekonominin giderek kötülemesi gibi nedenlerle birçok kadın yoksul ve yalnız düşmüş olduğundan, onların üretime sevk edilmesi için fazla zorluk yaşanmayacaktır. Kadınlar, orduya üniforma dikilen askeri dikimevi atölyelerinde, konserve fabrikalarında ve savaş ekonomisinin diğer alanlarında çalışmaya başlar.
Batıda, tarımsal alanların kapitalistleşme-sine bağlı olarak Karadenizli, Egeli, Marmaralı ve Adanalı kadınlar tarım işçisi olmaya başlamışlardır. Bu tarım işletmeleri, çevre illerde reaya olarak yaşarken, topraktan kopup özgürleşen çok sayıda kadının emek gücünü emmeye başlamıştır.
1. Dünya Savaşı’nın başlaması, kadın emeğine duyulan ihtiyacı artırmıştır. Bu amaçla “Kadınları Çalıştırma Cemiyeti İslamiyesi” adı altında bir örgüt bile kurulmuştur ve derneğe bir buçuk ayda 14 bin kadının başvurduğu belirtilmektedir. İmparatorluğun son yıllarında had safhaya çıkan toplumsal çözülme, binlerce kadını, onları evinden koparmak suretiyle geçimlerini ev dışında sürdürmeye zorunlu kılmıştır. Birbiri peşi sıra gelen savaş dönemlerinde erkeklerini yitiren kadınlar, bir erkeğe bağlı olmaksızın geçimlerini karşılamayı öğrenmek zorunda kaldıklarında, kadın emek gücünü bir mıknatıs gibi kendine doğru çeken birçok atölye ve işletmeyi kendilerini bekler bulmuşlardır. Yıllarca süren seferberlik dönemlerinde toplumsal üretimin yükü, büyük ölçüde kadınların omzuna yıkılmıştır.
Kadınların işçileşmesinde görülen artışın yanı sıra Tanzimat döneminin kendilerine sunduğu lütufa göre, öğrenim görme olanağına sahip olan kimi seçkin ailelerin kızları da meslek sahibi olmaya başlamışlardır. 1862 yılında açılan ilk kız rüştiyesinden sonra, ilk mezunlarını 1873’te veren kız öğretmen okulunun ve diğer meslek okullarının açılmasıyla birçok kadın, öğretmenlik, ebelik, hastabakıcılık gibi mesleklere sahip olmuşlardır. Bu, Tanzimat’tan önceki dönemlerde asla mümkün değildir ve resmi okullarda öğrenim olanağı kadınlara Tanzimat’tan bir süre sonra tanınmıştır. Meslek okulları, burada öğrenim gören kadınların batıda gelişmekte olan özgürlük düşünceleriyle karşılaşıp bu düşünceler doğrultusunda yazı yazmayı öğrenecekleri kurumlar olacaktır.
Kadın işgücü istihdamına duyulan ihtiyaç ile şeriata dayalı feodal toplumsal düzenlemenin kadınlara tek yaşam alanı olarak evi tanıması arasında çok geçmeden ortaya çıkan çelişki, kentli burjuva aristokrat aydın kadının bu çelişkinin çözülmesi, kadının çalışma ve meslek edinme özgürlüğünün sağlanması, buna ilişkin medeni haklarının verilmesi talebiyle, mevcut statükosuna itirazlar yöneltmek üzere hak arayışı mücadelesine girmesine neden olmuştur.
Oysa kentli kadının ev dışındaki yaşamı, giyeceği giysilerin özellikleri, hangi gün evden dışarı çıkabileceği, alışveriş ederken nasıl davranacağı bile padişah fermanlarının konusu olmuştur. Takvim-i Vekayi’de yayınlan bir fermanda şu ifadeler yer almıştır: “Çarşı içinde kadın tayfasının bir şey almak için tuhafiyeci ve diğer dükkân ve mağazaların içine girmeleri yasak olduğundan kadınlar alışveriş edecekleri dükkânların dışarısında durup alacağı şeyi alarak bunun hilafına hareket görülürse hem kadınlar hem de dükkâncılar tedip edilir:” (Tarih ve Toplum, sayı 3, 1984, s. 37) Aynı ferman, kadınların hangi günlerde sokağa çıkabileceklerini belirterek devam eder. Buna göre, “boğaz içinde kadınlar cuma günlerinde yalnız Küçüksu ve Göksu’ya gidip başka hiçbir seyir yerlerine gitmeleri memnudur. Cuma ve pazar gününden başka kadınların diğer Boğaziçi seyir yerlerine gitmeleri caiz olup fakat erkek bulunduğu halde gayet edibane hareket edeler… Üsküdar taraflarının seyirleri pazartesi ve perşembe günleri sadece kadın tayfasına mahsus olup erkek gitmesi yasaktır. Bu iki günden başka kadınların Üsküdar seyirlerine gitmesi caiz değildir…”
Sosyal yaşamları fermanlar ve fetvalarla padişah tarafından düzenlenen kadınların ev içindeki yaşantıları da çok renkli değildir. Şeriata göre, taaddüdü zevcad yani dört kadınla evlenebilme hakkına sahip kılınan kocalarına bağımlı kılınmışlardır. Evliliği bitirme hakkı yalnızca erkeğe aittir ve erkek bunu, ağzından çıkan bir tek lafla bile sağlayabilir. Kadın, “eğer kocası ona mecbur olduğu şeyleri ekmek, pilav, kahve, haftada iki defa hamama gitme parası temin edemiyorsa ya da kocası adetlerin hilafına kadından yararlanmak istediği zaman (sodomi) kadın boşanmak isteyebilir. Bu durumda kadıya gider ve hiçbir şey söylemeksizin terliğini ters çevirerek koyar. Kadı bu dili anlar ve kadın boşanabilir.” (K. Mikes, Türkiye Mektuplarından alıntı. Tarih ve Toplum, sayı 4, Nisan 1984)
Günlük yaşamda, erkeklerin ve kadınların haremlik ve selamlık olarak ikiye bölündüğü Osmanlı toplumunda, varsıl aristokratların ve padişahların haremlerinde çok sayıda kadın köle ve cariye bulunmaktadır. Buna karşılık kadınların aileden olmayan erkeklerle konuşmaları bile kesinlikle yasaklanmıştır. İstanbul’da bulunan esir pazarları 1841’de çıkarılan İrade-i Senniye ile kapatılmış, siyahî ve beyaz esirlerin alım satımı yasaklanmıştır. Ama o zamana kadar Rus, Polonyalı ve Çerkez esir kadınlar satın alınarak harem nüfusuna dâhil edilmektedir.
Osmanlı toplum yapısında ev dışındaki hiçbir alanda kadına rastlamak olanağı yoktur. Sıradan kadın için politikayla uğraşmanın sözü bile edilemez. Ancak, saraydaki haremde yaşayan padişah gözdelerinin ve veliaht annelerinin politikaya entrikalarla müdahale ederek yönetimde söz sahibi olmaya çalıştıkları görülür. Bunun dışında kadın, genel olarak geçimini sağlayan erkeğin gözetimi altında cumbanın arkasındaki yaşamını sürdürür, çocuklarıyla uğraşır ve ev işleriyle zaman geçirir. Bu olanaklardan yoksun bir kadının başına gelebilecek tek şey vardır; o da fuhuştur. Osmanlı kadını, kendisine aile kurumu dışında yaşama olanağı sağlayabilecek olan mülk edinme ve miras hakkından yoksun tutularak yüzyıllar boyunca bu şekilde hayatını sürdürmüş, ev dışında fuhuştan başka hiçbir var olma olanağı tanınmadığı için, geçimini sağlayan erkeğin kölesi olmak zorunda kalmıştır.
Osmanlı kadınının eşitlik arayışının öncüleri, anneleri bu koşullar altında ömür tüketmiş olan, kökenleri itibariyle aristokrat ama ideolojileri bakımından artık burjuvalaşan bu genç kentli kadınlar olacaktır. Onların evlerinde babaları, ağabeyleri ya da kocaları bir süredir dışarıda sürüp giden ve giderek gelişen mutlakıyet aleyhtarı hareketleri tartışmakta, böylece kadınlar meşrutiyet, anayasa, adalet, müsavat gibi kavramlarla tanışmaktadırlar. Yaşadıkları evlere İttihat Terakki örgütünün gizli belgeleri girmekte, Abdülhamit’in polisinin kadınları aramak gibi bir tasarrufta bulunması söz konusu olmadığı için babaları, kocaları ya da ağabeyleri adına bu belgeleri güvenlikte tutma görevini üstlenmektedirler. Tanzimat’tan sonra yayınlanan gazetelerin kadın eklerini büyük bir dikkatle okuyan kadınların düşüncelerinde değişiklikler meydana gelmekte ve giderek, kendilerini ve hayatlarını sorgulamaya başlamaktadırlar. Adım sesleri duyulan burjuva devriminin ilkeleri, onları cezp etmektedir.
OSMANLI KADINININ EŞİTLİK ARAYIŞI VE HAK TALEBİ
Tanzimat, dindışı eğitim kurumlarının açılmasını sağlayarak Batı’daki burjuva devrimlerini ideolojik olarak besleyen ve motive eden fikirlerin Türkiye’ye ulaşmasının olanaklarını sağlamıştı. Avrupa’da yaşadıkları sürgün yaşamı boyunca tanık oldukları ilişkiler ve Türkiye’ye ulaşan yabancı yayınlardan edindikleri izlenimler, Jön Türkleri ve öncelleri olan Genç Osmanlıları, kendi ülkelerindeki kadınların durumlarıyla yakından ilgilenmeye sevk etmişti. Devrimler Avrupası’ndaki kadınlarla kendi çevrelerindeki kadınların durumu karşılaştırıldığında ortaya çıkan tablo Jön Türklerin hiç hoşuna gitmiyordu. Ütopik sosyalistlerin kitaplarından “uygarlığın düzeyinin kadınlara sağlanan özgürlükle ölçüleceği”ni öğrenmişlerdi.
Çevrelerinde kendileriyle arkadaşlık edebilecek, davalarını benimseyecek olgun ve kültürlü kadınlar görmek, Avrupa’da yaptıkları gibi onlarla rahat rahat tartışmak, eşlerini kendileri seçmek istiyorlardı. Mevcut aile kurumu, Jön Türkler tarafından eleştirilmeye başlandığında, bu aile kurumunun en önemli unsuru olan kadın; mevcut statükoyu koruma özelliğiyle karşılarına çıkıyordu. Jön Türkler kadınların durumu düzelmedikçe sosyal yaşam içinde istedikleri gibi düzenlemeler yapamayacaklarını ve asrileşemeyeceklerini anlamışlardı. Bu nedenle, Osmanlı kadınlarının hak arayışlarının ilk savunucuları Genç Osmanlılar oldu. Denebilir ki, kadınlardan önce kadınları değiştirmeye erkekler soyunmuştur. Şemsettin Sami “Kadınlar” adını taşıyan yapıtında şöyle diyordu: “Aile demek kadın demektir. Cemiyeti beşeriye ailelerden teşekkül eder; cemiyet-i beşeriyenin saadeti ve ailenin saadeti kadınların terbiyesine mütevakkıf olduğundan kadınların terbiyesi, cemiyeti beşeriyenin saadeti mucibidir… Medeniyetin birinci dersi kadınların terbiyesi olmak iktiza eder.”
Genç Osmanlı aydınlar arasında yer alan Namık Kemal, Şinasi ve Şemsettin Sami, kadın sorununa değinen makaleler yazmaya başladılar. 186l’de çıkarmaya başladıkları “Tasvir-i Efkâr” gazetesi sayfalarında, “Terbiye-i Nisvan Hakkında Bir Layiha” adını taşıyan makalesi yayınlanan Namık Kemal, bu yazısında ve İbret’te yayınladığı “aile” başlıklı makalesinde kadınların eğitilmesinin gerekliliğinden söz ediyordu, ilk Türk tiyatro yapıtı olan, Şinasi’nin, “Şair Evlenmesi” adını taşıyan yapıtı, aile ilişkilerinin hicvedildiği bir eserdir. 1868’de yayınlanmaya başlayan “Terakki” isimli gazete ilk kez kadınlar için “Muhadderat” ismini taşıyan bir ek yayınladı!
Kadın sorununa değinen o zamanki bütün eserlerin ortak teması kadına eğitim özgürlüğünün tanınmasıdır. Eğitimin, kadınlarla erkekler arasında bir eşitlik olanağı olacağı düşünülmektedir.
1908’e gelinceye dek birkaç kadın dergisi yayın hayatına başlar. Bu dergilerin yayın kadrosunda bulunan kadınlar, okuyucularını sosyal yaşam ve gündelik ilişkiler konusunda eğitmeye çalışırlar.
1884’te yayın hayatına başlayan ilk kadın gazetesi “Şükufezar”dır. daha sonra da “Hanımlara Mahsus Gazete” yayınlanacaktır. O zamanlarda öne çıkan kadın yazar kadrosu içinde Fatma Aliye Hanım, kız kardeşi Emine Semiye, Nigar Hanım (şair), Makbule Leman, Hamiyet Zehra ve daha sonra da Halide Edip yazdıkları makaleler aracılığıyla kadınlara ulaşmaya çalışmışlardır. Bu kadınlar, sadece yazı yazmakla kalmamış, aynı zamanda kadın derneklerinin kuruculuğunu yaparak kadınları örgütleme faaliyeti içinde bilfiil yer almışlardır. Meşrutiyetin ilanıyla birlikte İstanbul ve Selanik’te çok sayıda kadın örgütünün kurulduğu görülmüştür. Bunlardan bazıları bizzat İttihat Terakki örgütü tarafından kurulmuştur.
İlk kadın derneğinin adı Muhadenet-i Nisvan adını taşır; kurucusu Fatma Aliye, kuruluş tarihi ise 1896’dır. Fatma Aliye tarafından kurulan ikinci bir dernek Cemiyeti İmdadiye’dir ve 1908’de kurulmuştur. Fatma Aliye’nin kız kardeşi Emine Semiye’nin önderliğinde 1898’de Selanik’te kurulan derneğin adı Şefkat-i Nisvan’dır. İttihat Terakki örgütünün kadın şubesinin kuruluşu da 1908’de gerçekleşmiştir ve aynı yıl kurulan dernekler arasında, Osmanlı Kadınları Şefkat Cemiyet-i Hayriyesi de bulunmaktadır. Halide Edip’in kurucusu olduğu ve kadın derneklerinin içinde pek çok bakımdan en önemlisi olan Teali Nisvan derneğinin tabelası 1909 tarihini taşır. Adı geçen derneklerin dışında Osmanlı kadınları, yardım dernekleri, kültürel gelişmeyi amaçlayan dernekler, eğitim amaçlı ve ülke sorunlarına çözüm önerileri bulmayı amaçlayan dernekler kurmuşlardır. Osmanlı topraklarında yaşayan azınlık uluslara mensup kadınların da derneklerde örgütlendikleri görülmektedir. Beyoğlu Rum Cemiyet-i Hayriye-i Nisvaniyesi, Türk ve Ermeni kadınlar İttihat Cemiyet-i Hayriyesi gibi dernekler, azınlık kadınlarının kurdukları dernekler arasında yer alır. Çoğunluğu dayanışma amaçlı olarak kurulan bu dernekler, o dönem için kadınların ev dışında bir sosyal yaşam oluşturmalarını sağlaması bakımından önemlidir. Derneklerin kurucuları aynı zamanda, Osmanlı kadınlarının hak mücadelesi için verdikleri mücadelenin ideologları konumundadır. Bir yandan dernek aracılığıyla kadınlara ulaşmaya çalışırlarken diğer yandan durmadan, kadın sorununu işleyen makaleler yazmaktadırlar.
Kadın sorunu üzerine kalem oynatan bu yazarlar tarafından kadının aile içindeki konumu şu veya bu şekilde sürekli eleştirilir ve çok eşli evliliklerin kaldırılması istenir. Ancak mevcut durumun bunca eleştirilmesine karşın, sorun üzerine düşünüp tartışanlar çözüm olarak radikal öneriler getirmezler. Saptadıkları sorunlar ise özele ilişkin şeyler değildir. Dolayısıyla dönemin burjuva karakterli kadın hareketi, Jön Türk Devrimi’nin tutarsız, dar, kararsız tutumunun izdüşümünü kendine içselleştirmiş durumdadır.
Erkek ya da kadın yazarların o dönem İçin en büyük kaygısı isteklerinin şeriata uygunluğunun kanıtlanmasıdır. Kadının öğrenim görme hakkı, çalışma ve miras hakkı gibi talepleri Kuran’dan alıntılarla desteklenir ve istemlerin meşruiyetinin böyle sağlanabileceği düşünülür. Ancak, “Türk Kadınlığının Tereddisi Yahut Karılaşmak” ismini taşıyan bir kitabında, Salahattin Asım’ın yaptığı gibi dine karşı daha radikal tavırlar takınan aydınlar da vardır. Asım, “Karılaşmakta esas, toplumsal işlevsellikten yoksun olmaktır” der ve devam eder “Her şeyden evvel şunu beyan edeyim ki, Türk karılaşmasında en büyük etken diğer bütün sosyal hadiselerimizde olduğu gibi dindir… Bizi cemiyet ve medeniyette yarım bırakan sosyal organizmanın bir yarısını sakat ve felç yapan, kadını medeni hayatın yüzüne çıkmaya liyakatsiz gösteren, kısaca sosyoloji katında bizim zavallı toplum ve medeniyetimizi gülünç ve maskara mevkiine oturtan ve bu suretle hayatımızı… her türlü gelişmeden uzak tutan ve durduran anayı ve evladı, zevç ve zevceyi birbirinden ayıran hep tesettürdür” (Aktaran A. Y. Başbuğu, age, s.73)
Aydınlar, kadın sorununu ortaya çıkaran nedenleri nasıl saptarlarsa saptasınlar dikkat çektikleri nokta aynıdır: “Kadının bugünkü konumu çağdaşlaşmayı, batılılaşmayı, medenileşmeyi önlüyor.” Bu, sınıfsal bir dile çevrildiğinde, Türkiye’nin evrensel bir sistem haline gelen kapitalizme eklemlenme sürecinde, “cemaat” ilişkilerini kırıp iktisadi teşebbüs yapabilecek bireylerin yer aldığı bir “cemiyet” kurma aşamasında, feodal aile ilişkileri ve feodal kadın statüsü evrensel değerlerin yerleştirilmesini engellemektedir. Bunun için kadının bir fert olarak benimsenmesi gerekmektedir. Çünkü dönem, bireyin ve “şahsi teşebbüs”ün öne çıkarıldığı dönemdir.
Çalışma hakkından ilk kez söz edilmeye başlanmıştır; feodal aile bağlarının eleştirilmeye başlanmasının kaçınılmaz sonucudur bu; ya da tersi de doğrudur. İster sermayedar olsun ister emekçi, kadının da emek pazarında eski ilişkilerinden “özgürleşerek” pazarlığa birey olarak katılması beklenmektedir. Bunun önündeki en önemli engel ise, doğal olarak kadının feodal zincirleri ve asosyal yaşamının sürüyor olmasıdır.
Ama her şeye karşın, kadınların bu istemleri, Osmanlı despotizminin kadın politikasına ve şeriatın kadınlarla ilgili hükümlerine bakıldığında azımsanmayacak kadar önemlidir.
Jön Türk aydınlar şer’i-feodal aileyi ve kadının statüsünü eleştirirken kendilerini cemaatin bir parçası kılarak birey olmalarını engelleyen mevcut kültürü eleştirmek istemişlerdir. Ancak, onları sistemden koparacak ölçüde radikal talepleri yoktur; devrim karşısında gösterdikleri ürküntü ve politikalarının bir ayağıyla hâlâ toprak ağalarına dayanması; kadın sorunu karşısında da çağın normlarının dışında kalmalarına yol açmış, geleneksel değerleri sorgulayamamışlardır. Kaldı ki, temsil ettikleri sınıfın uzun erimli çıkarları, kadının statüsünün köklü bir değişikliğe tabi tutulmasını engellemektedir. Bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de kapitalizm, kadınların ezilme konumunu bir önceki toplumdan devralarak içselleştirecek, kadın ve erkek arasındaki ilişkilerle, kadının mevcut siyasal erk karşısındaki tarihsel konumunu korumayı sürdürecektir. Burjuva kadın hareketi eşitlik sorununu, kapitalizmde gidebileceği en son noktaya kadar -ki bu siyasal eşitliğin sağlanması, seçilme hakkının fiilen tanınmasıdır- zorladıklarında, elde edilen kazanımlar, kapitalizmin vitrinini süsleyecek, sisteme tamamlanmışlık görüntüsü verecektir.
Jön Türkler, kadının durumunu değiştirme vaadinde bulunmalarına ve İttihat Terakki örgütünün çağrılarında, kadın erkek bütün Osmanlılara seslenmeye özen göstermelerine karşın örgütün bir tek kadın üyesi bile yoktur. Devrimden sonraki günlerde de kadınlar vaatlerin yerine getirilmediğini görmüşlerdir. Beşinci yıl kutlamaları yapıldığında “Kadınlar Dünyası” dergisi yazarları Meşrutiyete “erkeklerin bayramı” diyerek dudak bükecektir. Oysa devrim günlerinde Meşrutiyet’i coşkuyla selamlamışlardır. Ruhsan Nevvare Hanım, devrimden bir ay sonra şöyle yazmaktadır: “Evet o kadar çok şey isteyeceğiz, ilerlememizi o kadar ciddi bir dirençle arayacağız ki, görüp işitenler bizlerdeki istek ve hevese hayret edebilecekleri, gibi, şimdiye kadar horlanarak ve aşağılanarak yaşadığımıza şaşacaklar… Birçoklarının sandığı gibi hiçbir işe yaramaz beceriksizler olmadığımızı göstereceğiz. Bizim de akıl, sezgi ve mantıklı yargılamalarla pek çok işe yarayabileceğimizi ortaya koyacağız. Bütün kalbimizle başlamasını istediğimiz o bizi mutluluğa erdirecek ilerleme adımlarının şimdiye değin atılmaması nedeninin araçlarımızın ve kılavuzumuzun yokluğuna dayandığını belirleyeceğiz…” Bu hitaptaki hissedilir coşkuya karşın, ne kadınlar, ne de başlangıçta onların adına kadın haklarını savunan Osmanlı aydınları çok şey istemiyorlardır aslında. Medeni hukukta küçük düzenlemeler, miras hukukunun gözden geçirilmesi, kadına eğitim olanağının tanınması; hepsi bu kadardır. Fatma Nesiba Hanım bir konferans sırasında bunları dile getirdiğinde devrimin üzeriden dört yıl geçmiştir: “Bize, bizim şu geri muhitimize gelince; biz daha, siyasi hak isteyecek kadar cüretkâr değiliz hanımlar! Yalnız şimdilik medeni hukuk, insaniyet hakkı, yaşamak hakkı istiyoruz, vazifelerimiz tayin edilsin. Bilelim ki, biz hakikaten şu ve şu vazife mukabilinde tecavüz olunamaz hukuka sahibiz. Bunun için daha emin olmak üzere zamanın icabatına bağlı kanunlar yapılmalı ve bunda bizim de kabullerimiz olmalı.” (Aynur Demirdirek age, s. 83)
İlginçtir ki, hak arayışı mücadelesi veren ve çok şey istediklerini söyleyen kadınlar, çağdaşları olan İngiliz feministleri oy hakkı için mücadele verirken, oy talebinde bulunmamışlardır. Emmeline Pankhurst ve arkadaşları İngiliz parlamentosu önünde taşkınlıklar gösterirken, polisle çatışmaya girip açlık grevleri yaparken, Osmanlı kadınları, hazır olmadıkları gerekçesiyle oy hakkı istemeyi ertelemişlerdir.
Meşrutiyet’ten 6 yıl sonra, Kadınlar Dünyası’nda yayınlanan bir yazıda şu ifadeler yer almıştır: “Memleketimizde şimdiye kadar vakıa kadınların oy hakkından bu hakkın kendilerine verilip verilmemesinden henüz bahsedilmiyor, Münakaşat dahi başlamamıştır. Bu sükûtumuz bizim oy hakkını istemediğimiz için değil, henüz onun zamanının gelmediğine kani olduğumuz içindir.” (Aynur Demirdirek, Osmanlı Kadınlarının Hayat Hakkı Arayışı, imge Yayınlan, 1993, s. 117)
Osmanlı kadınlarının istemeye hazır olmadıkları bazı haklar için Avrupalı kadınlar çoktan beri ayaktadır ve proletaryanın bağımsız bir sınıf olarak ortaya çıktığı 1848 devriminden sonraki dönemde kadın hareketi iki ayrı sınıfın perspektifine göre farklılaşmaya, ayrım çizgileri belirginleşmeye başlamıştır. August Bebel’in 1879 da yazdığı “Kadın ve Sosyalizm” adlı kitabı, birçok devrimci işçi ve aydın kadının başucu kitabı ve mücadele rehberi olmayı hak etmiştir. Bebel, bu kitabında kadınların mevcut statüsünü tarif ettikten ve eleştirdikten sonra kadınların kurtuluşunun sosyalizmle olacağına vurgu yapmıştır. Bu saptama “kadın hakları savunuculuğu” eylemleriyle, kendi kurtuluşlarını proletaryanın verdiği iktidar mücadelesinde gören emekçi kadınların eylemleri arasındaki tarihsel kopuşu bir kez daha ifade etmektedir.
Burjuva devrimleri sırasında feodal siyasi iktidara karşı yan yana dövüştüğü burjuvaziden politik kopuşunu sağlayan proletaryanın kadın sorununa olan ilgisi, daha 1. Enternasyonal (kuruluşu 1864) döneminde, başlamıştır. Bizzat, Marx’ın kızları, kadınların örgütlenmesinde aktif olarak yer almışlardır.
2. Enternasyonal’in 1889’da yapılan Paris Kongresi’ne Almanya’dan delege olarak katılan Clara Zetkin, burjuva kadın hareketini karşı devrimci olarak nitelemiştir. Çünkü Burjuva kadın hareketi burjuvazinin devrimci özelliğini yitirmesiyle birlikte gerici bir karakter kazanmıştır. 2. Enternasyonalin 1893’te Zürich’te ve 1907’de Stuttgart kongrelerinde kadınlara oy hakkı konusu gündeme getirilmiş ve bu, bir ilke kararı olarak kabul edilmiştir. Ancak Clara Zetkin “oy hakkı için verilecek mücadelede feministlerle taktik hiçbir uzlaşmaya gidilmemesi” görüşünü ısrarla savunmuştur. Çünkü burjuva kadın hakları savunucuları, oy hakkının mülk sahibi olma esasına göre verilmesinden ve yalnızca mülk sahibi sınıfın kadınlarına tanınmasından yanadırlar.
Avrupa’da, giderek, onları birbirinden ayıran sınırları belirginleşen iki kadın hareketi arasındaki ayrışma Osmanlı topraklarında henüz yaşanmamaktadır ve işçi sınıfının bağımsız bir sınıf karakteri kazanmadığı ve örgütlü bir güç haline gelemediği devrim arifesinde burjuva aristokrat kadınlar hak arama mücadelesini, devrimin politik içeriğiyle uyuşan bir perspektifle sürdürmektedirler.
Bu kadınların daha önce de değinildiği gibi siyasal hiçbir talepleri yoktur. İstedikleri her şeyi daha iyi annelik yapabilmek ve iyi bir “zevce” olabilmek gerekçeleriyle mazur göstermek ister gibidirler. Ancak devrimin bütün ülkeyi saran coşkulu günlerinde Babıâli’de yapılan toplantıları izleme talepleri olmuş ama kendilerine izin verilmemiştir. İttihat Terakki Hükümeti, bir yıl sonra yapılan 31 Mart gerici darbesiyle iktidardan uzaklaştırıldıktan sonra, Babıâli, Jön Türkler tarafından tekrar ve bir darbeyle ele geçirildiğinde, kadınlar Babıâli’ye doğru yürüyüşe geçen kitlenin içinde yerlerini almışlar, darbeye en ön saflarda katılmışlardır.
Oysa İttihat Terakki hükümeti iktidarda olduğu süre boyunca kadınların sınırlı taleplerine karşı aldırmaz davranmıştır. İttihat Terakki Hükümeti’nden duyulan hayal kırıklığı, 1913’te, Kadınlar Dünyası dergisinin yazarlarından Naciye Hanım’ın kaleminden dile getirildiğinde, sorunların kaynağı ve hayal kırıklıklarının nedeni olarak erkekler görülmektedir. Kadınlar hiçbir zaman siyasal iktidarla ilişkilendiremedikleri hak yoksunluğunun hesabını erkeklerden sormaktadırlar. Ama serzeniş bir şeyi göstermektedir, burjuvazinin devrimi, her şeyi olduğu gibi kendi sındının kadınlarını da yarı yolda bırakmıştır: “Hürriyetleri temin edilmemiş bir kitle, bir kitle-i mazlume kaldı. O da biz zavallı kadınlar. Evet, erkekler zahiren bu kadar hürriyetperver göründükleri halde hakikatte birer küçük diktatörden başka bir şey değildirler. Hürriyet, Hürriyet sedalarıyla koca kıtaları kanlara boğdukları esnada bile kadınları görmediler. Onlara siyasi hak değil insan hakkı bile bahşetmekten çekindiler…” (Aynur Demirdirek age. s .85)
İŞÇİ EYLEMLERİNDE KADINLAR
Burjuva aristokrat kadınların, dönemin siyasal hareketine kendi talepleriyle, cılız da olsa bir sosyal güç olarak katıldıkları dönemlerde, yeni gelişmekte olan işçi sınıfının saflarında yer alan kadınların da, iş yaşamlarının düzeltilmesi ya da ücret talebiyle bu sosyal atmosfer içinde yer aldıkları görülür. Daha 1867’de işçi kadınların bazı eylemlerine tanık olunmuştur. “The Levand Herald” gazetesinde yer alan bir habere göre “Geçen salı günü maliyeden alacakları bulunan bir küme kadın, tekrar ücretlerinin ödenmesi isteğinde bulundular. Cevap olarak alışılmış ‘para yok’ sözünü işiten kadınlar gittikçe daha çok şamata yapmaya başladılar ve ancak dışarıdan müdahale ile sustular. Çıkan kargaşalıkta kadınların birçoğunun itilip kakıldığı söylenmektedir.” (Aktaran Oya Sencer, Türkiye’de İşçi Sınıfı… Habora Yay. 1969, sf.103)
İlk önemli grev olan 1876 Tersane Grevleri sırasında da tersane işçilerinin karılarının, eşlerini destekledikleri hatta grev kırıcı işçilere karşı “Hanum Birlikleri” adını taşıyan geçici örgütlenmeler oluşturdukları basına yansımıştır. Uzun süredir ücretlerini alamayan tersane işçileri Babıâli’ye yürüyerek sadrazamın huzuruna çıktıklarında onlara ancak iki aylık ücretlerinin verileceği, bunu kabul etmeyenlere de tam ücret verilerek işten çıkarılacakları söylenmiştir. İşçilerin bir kısmı bu teklifi kabul etmemiş, bir kısmı ise kabul etmiştir. Böylece ikiye bölünen tersane işçilerinden iki aylık ücreti kabul ederek çalışmaya başlayanlarla sadrazamın teklifini kabul etmeyenler arasında kavga çıkmıştır. “La Turquie” gazetesinde olayla ilgili haber, şu sözlerle yer almaktadır. “Bu işçiler işten çıktıklarında grevcilerin saldırısına uğramışlar ve pek çok işçi yaralanmıştır. Silahlı güçler, tarafları dağıtmıştır. Grevci işçilerin karılarının da en az kendileri kadar saldırgan oldukları ve sopalarla silahlanmış ‘hanum’ birliklerinin, tersanenin kapısında durarak çalışmak isteyen işçilere sopa yağdırdıkları söylenmektedir.” (Aktaran Oya Sencer, age. s. 141)
Meşrutiyet’in ilanından hemen sonra yüz kadar işyerinde başlayan işçi grevlerinin bir kısmı da besin, dokuma ve tütün gibi kadın işçi istihdam eden işkollarında yapılmıştır. Bunun dışında, grev yapan erkeklerin karıları da eşlerinin kavgasında aktif olarak yer almışlardır. Örneğin demiryollarında yapılan grev sırasında grevci işçilerin karılarının polisle çatıştıkları görülmüştür. O tarihte İzmir’deki Fransız konsolosu, 2 Ekim 1908’de yazdığı raporuna, “1 Ekim 1908’de grevcilerle güvenlik güçleri arasındaki çatışmaya kadınlar da katılmıştır. Silahlı çatışmadan sonra grevciler geri çekilmiş, karıları gelip askerlere küfretmiş, demiryolu yönetimine küfretmiştir” ifadelerini kaydetmiştir. (1908 Kadınları, Şeyhmus Güzel, Tarih ve Toplum, Sayı 7, Temmuz 1984)
Bu örneklere başkalarını eklemek mümkündür. 19. yüzyılın ikinci yansından sonra sayıları artan işçi kadınlar, Meşrutiyet’in ilanına az bir zaman kala başlayan grevlere katılmışlar, grev yapan kocalarını desteklemişler, Meşrutiyet’ten sonra çok sayıda işyerinde birbiri ardı sıra sökün eden grevler, kadınların istihdam edildiği işyerlerinde de görülmüştür. İşçi kadınların, ait oldukları sınıfın bir parçası olarak sürdürdükleri örgütsüz, örgütsüz olduğu için de disiplinden, kalıcılıktan deneyimlerin aktarılma ve merkezileştirilme olanağından yoksun eylemleri, genel muhalefet tablosunun bir köşesinde geleceğe dair bir eğilimi muştalayarak canlı bir renk olarak kalmıştır ama bu kadın eylemleri, 1908 burjuva devriminin organik bir bileşeni olamadığı gibi burjuva kadınların hak arayışı mücadelesinin bir unsuru da olamamıştır. Henüz bir işçi kadın hareketi kapsamında değerlendirilmesi mümkün olmayan grevci kadınların tek tek ve koordine olmamış eylemleri, diğer sosyal katmanların hareketleri gibi mutlakıyete yöneltilmiş hoşnutsuzluğu besleyerek, yüzünü Meşrutiyet’e dönmüş olan ticaret burjuvazisinin önderliğindeki bu devrimi hazırlayan ilişkilerin içinde mütevazı bir yer tutmuştur.
Sadece işçi kadınlar değil, Anadolu’da tüccarların önderliğinde gelişen halk ayaklanmalarında da kadınlar o zamanki koşullar altında olağanüstü savaşkanlık göstermişlerdir. Erzurum isyanı sırasında, Kürdistan bölgesinde ortaya çıkan ayaklanmaları bastırmak üzere Abdülhamit tarafından kurulan Hamidiye Alayları’na karşı silahlananların arasında kadınlar da bulunuyordu. 1908 Ocak ayında Trabzon’da baş gösteren ve Vali’nin görevden alınması için yapılan gösteriler sırasında gözaltına alınan halk önderlerine işkence yapılmasını protesto eden kadınlar, Vali Konağı’na yürümüşlerdir. “Katiller” diye bağırarak vilayete yürüyen kadınların öfkesi tutuklanan 170 kişiden 80’inin serbest bırakılmasını ve 90’ının hâkim karşısına çıkarılmasını sağlayacaktır.
Kuşkusuz, 1908 Haziranı’nda Sivaslı kadınların ekmek isyanı özel bir önem taşımaktadır. Vilayet önünde toplanarak ekmeklerin pahalılığını ve kalitesini protesto eden kadınların isyanı kısa zamanda hızla yayılmış, 500 kişilik bir kadın kitlesi Vali Konağı’nın camlarını indirip un depolarını yağmalamıştır. Un vurguncularının başında yer alan Belediye Başkanı, kadınların gazabından kaçarak kurtulmuştur.
1908 Devrimi’nin arifesinde ve ondan sonraki aylarda hareket halinde olan sosyal katmanlar arasında kadınlar da vardır. Yerel veya ulusal ayaklanmalara katılan, grev yapan, İttihat ve Terakki örgütünde örgütlenen Jön Türklere perde arkasından yardım eden, kadın haklarını savunan, dernekler kuran ve gazeteler çıkaran değişik sınıflardan kadınların çabaları, Jön Türk Devrimi’ni hazırlayan koşullar arasında yer alarak bu devrimin imkânlarını beslemiştir. Ticaret burjuvazisinin devrimci bir işlev yüklendiği Meşrutiyet, burjuva aristokrat kadınların da, onları kendi davaları çerçevesinde sürükleyerek akışa katılmalarını sağlamış; Avrupa’da burjuvazinin devrimci misyonunu yitirerek gerilediği dönemde bu sınıfın kadın hareketi de gerici bir nitelik kazanmışken, Osmanlı kadınlarının hak arayışı mücadelesi, bu ülke toprakları için ilerici bir özellik kazanmıştır. Kadınların hareketi, değişen iktisadi ve sosyal koşullardan dolayı nasıl zorunlu olarak ortaya çıkmışsa, bu hareket, sosyal ilişkilerin kadınlar bakımından gözden geçirilmesini de zorunlu hale getirmiştir. Ancak burjuva kadın hareketi, 1908 Devrimi’nin, burjuva demokratik görevleri sonuna kadar yerine getiremeyip geri çekilmesine bağlı olarak, İngiltere’de, Fransa’da, Amerika’daki aynı türden kadın hareketlerin radikalliğini, taleplerin içeriği ve bu taleplerin takip edilmesinde gösterilen ısrar bakımından gösterememiştir. Türkiye’nin ilk burjuva kadın hareketi, ilk devrimi gibi güdük kalmıştır.
Şubat 1994