Partili Olmak

Burjuvazinin düzeni sıradan insanın düşüncesinde bir öncesizlik ve sonrasızlık izlenimiyle yer alır. Ona ilişkilerin özel mülkiyet temeline dayalı olan örgütlenmesinin insanın doğasına en uygun biçim olduğu ve bunun tarihinin olmadığı öğretilir. Talihsizlik kendisini süreklilik izlenimiyle tamamlar.
Oysa kapitalizm, kavgasız ve çatışmasız bir dünya değildir; içsel çelişkilerden muzdariptir ve bu çelişkiler zaman zaman kitlesel patlamalara yol açar. Patlamalar eğer, hangi sorundan dolayı ortaya çıkıyorlarsa, o alana sıkışıp kalan, problemin çözülmesiyle geriye çekilip sönen tepkiler düzeyinde kalıyorlarsa elde edilen kazanımlar düzen tarafından emilip içerilir. Politik bir nitelik kazanarak siyasal iktidarı tehdit etmeyen her atılım, çözdüğü sorunla bir tıkanıklığı açarak adil ve insancıl kapitalizm görünümüne yeni katkılarda bulunur; süreklilik izlenimi pekişir.
Parti, kapitalizmin içsel çelişkilerinden kaynaklanan münferit ve bir politik organizasyonun birleştirici ve yaygınlaştırıcı etkisinden yoksun başkaldırılardaki kendiliğindenliğin aşılması, burjuvazinin dünyasına ait süreklilik izleniminin kırılmasıdır. Bir partili ise bu sürekliliğin kırılışında bir savaşçı olarak hem karşısındaki düşmana tetik çeken hem de bu tetiği içindeki düşmana yönelten insandır. Bir partili burjuva dünyasının süreklilik izlenimine kendi özel yaşamını örgütleyiş tarzıyla katkıda bulunmayı reddeden, silahını bu yüzden kendine çeviren kişidir. Bu uğraş; insanın kendinde önceden yerleşmiş eski değerleri öldürme işlemi ve yeni insanı inşa süreci zorlu bir uğraştır. Sürekli bir titizlik, sürekli bir uyanıklık, dikkat, sorgulama ve düzenin konfor öğelerinden onları devrimci eleştiri süzgecinden geçirerek içsel bir özgeciyi gerektirir.
Burjuvazinin kurduğu düzende politikayla ya da politik bir kurum olarak devletle özel yaşam arasında onmaz bir kopukluk vardır. Buna göre günlük yaşam içinde sürdürülen alışılmış ilişkiler politikadan yalıtılmış, siyasal egemenlik ilişkilerinden uzak ve bağımsız tamamen kişisel ve özel seçimlerdir. Oysa günlük “ilişkilerde kuşaktan kuşağa bireylere aktarılan alışkanlıklar, görgü kuralları ve davranış normları kamusal bir refleksin oluşmasına neden olurlar ve bu refleks haline gelmiş ortak tepkiler burjuva değer yargılarının yeniden üretiminden başka bir şey değildirler. Özel yaşamın siyasal olandan bu bilinçli koparılışı burjuvazinin yaşamı parçalara bölerek ortaya çıkan sorunları çıktığı alana hapsetme orada çözme, o alanda emerek yok etme amacına uygundur ve bu nedenle her bir birey sorunlarıyla kapitalizm arasındaki bağıntıyı kurmakta zorlanarak onları kişisel bir huzursuzluk olarak yaşar. Devlet öfkenin uzanacağı menzilden kopar.
Politikayla özel yaşam arasındaki kopukluk izlenimlerinin kendini en tehlikeli biçimde gösterdiği alan, “devlet”in bilgisini edinmiş, politikleşmiş kişilerin eylemidir. Bu burjuva tuzak pek çok devrimciyi kendine doğru çeker ve onların “özel” ilişkileri aracılığıyla burjuva değer yargılarını yeniden üretme durumunda kalmalarını sağlar. Bir ayak sosyalizme yönelmiştir, diğer ayağı burjuva bağlar düzene çekmektedir.
Partili olmak, yaşamın iki ayrı düzeye bölünüp parçalanmasına izin vermemektir.
Partili olmak eski dünyaya ait olan ve tanım öğelerini yalnızlığın, bencilliğin, çıkarcılığın, yararcılığın ve fırsatçılığın oluşturduğu burjuva birey kavramının yerine örgütlü; bu yönüyle çoğalmış, güçlenmiş, yalnızlıktan kurtulmuş, kendisini mülkiyet ilişkileri ve eşyaya dayalı hesaplarla belirleme kısırlığından arınmış, mücadeleci, yaratıcı, dönüştürücü yeni bir birey kavramının geçirilişidir: Partili olmak, “Leninist militan tip”e dönüşmek, gerçek birey olmaktır.
Bu yeni “birey”e göre özgürlük, burjuvazinin hep istediği gibi rastlantısallık izlenimine boyun eğmek, kendine varolan sınırlar içinde sunulan seçenekler arasında seçim yapabilmek değildir. Özgürlük, toplumsal yaşam içindeki ilişkilerin tanınması, birbirinden ayrı ve bağımsızmış gibi görünen alanlar arasındaki gizli bağıntıların kavranması ve bu kavrayışla eldeki malzeme yani toplumsal yaşam üzerinde işlem yapabilir hale gelmektir. Dünyayı değiştirmek için girilen eylem; devrimci eylem, özgürlüğün kazanıldığı biricik alandır. Partili olmak özgür olmak demektir.
Mal-mülk hırsıyla, kişiler arasındaki rekabet ve iktidar hesaplarıyla, kadın ve erkek arasındaki cinsel egemenlik ilişkisiyle kirlenmiş burjuva birey için duygu ve “mantık” daima birbirinin karşısına koyulan, birbiriyle çelişen iki insanlık durumudur. Buna göre duygu, bir zayıflık “mantık” ise insanca bir erdemdir, bu iki sürecin çatışması durumunda insanın, mantığına uygun seçimler yapması beklenir. Ve aslında “mantık”lı olmak, özel mülkiyet sisteminin çıkarları doğrultusunda davranmak, burjuva ahlak ilkelerini tehdit eden durumlara düşmemeye, günlük yaşam içindeki ilişkilerde alışılmış çizgiden çıkmamaya çalışmaktır… “Leninist militan tip”in eyleminde duygusal süreçlerle “mantık” arasında bir çatışma görülmez. Ona göre duygu ne insani bir zaaf ne de mantığını tehdit eden bir zayıflıktır.
Burjuva dünyaya ait olan bu bölünmüşlük ve çatışma, politik ilkelerinde tutarlılık olan ve yaşamının hiçbir alanını siyasal eylemin dönüştürücü etkisinden uzak tutmayan onun hayatında, barınacak bir yer bulamaz. Duygulan amaçlarıyla uygunluk içindedir. Duygu ve “mantık” arasındaki eski uzlaşmazlığın bu yıkılışı ise yeni bir insani olgunluk düzeyine ulaşmak anlamına gelir.
Partili olmak bu açıdan; insana tamamlanmaktır.
Tutarlılık, bir partilinin en önemli karakteridir. Bu, hem söz ve eylem arasında, teoriyle pratik arasında bir uygunluk olarak anlaşılabilir, hem de yaşamın bütün alanlarına bakışta ve olayları yorumlayışta değişmeyen bir kritere sahip olmak anlamına da gelebilir. Bir partilinin her tür eylemi ortak bir çizgi üzerinde birleşir. Bu çizgi, devrimci mücadelenin ihtiyaçlarıdır. Tutarsızlık; yaşamın her alanını kesecek düşünsel bir çizgiye sahip olamamak, dünyayı bütün ilişkileri içinde tanımakta bir eksiklik ve bir problem doğurur. Bu ise devrimcinin eylemini burjuva sızıntılara açık tutar, ilgi duyulmayan bir konu, ertelenen bir sorun, yüzleşilmekten kaçınılan bir durum tutarlı pratiğin ve tutarlı bir teori oluşturmanın önünde yanıltıcı engeller oluşturur. Bir partili, bu yüzden içinde yaşadığı dünyanın bütün yönleriyle ilgili ve ilişkili olan insandır.
Biz partiliyi sıradan insandan ayıran en önemli nitelik; yüzeyi dalgasız, hareketsiz, kıpırtısız görünen sosyal atmosferin derinliğinde oluşan dinamikleri tanıyarak, hangi durumun neyle birbirine geçtiğini, ayrıştığını, nelerin hangi bağla birbirine bağlandığını bağlanmakta olduğunu görüp anlayarak geleceğe dair öngörülerde bulunabilmek, uzak görüşlü olmaktır. Uzak görüş, günlük ilişkilerin, kendiliğindenliğin tutsaklaştırıcı, kendisinde eritici etkisinden ve umutsuzluktan korunmadır. Gelecek perspektifini yitirmek, sosyalizm ufkunu yitirmek insanı moral yönden zayıflatır. Zor koşularda görülen uzun kesintilerin istikrarsızlıklara, dayanıksızlığa ve sebatsızlığa yol açtığı bilinmektedir. Bu süreçte birçok insanın döküldüğü, boyun eğdiği, çözümsüzlüğe düştüğü ve düzenle yeni ilişkilere girdiği görülür. Bir partili geçici toplumsal durgunluklar ve çalışma koşullarının zorlaşmasından dolayı yılgınlığa kapılmaz. O, hem bir yüksek moral anıtı hem de iyimserlik aşılayıcısıdır.
Bir partili için varolma koşulu partisidir. Parti ise siyasal çizginin saptandığı bir alan olmasının yanı sıra aynı zamanda bu siyasal çizgiyi yürütecek insanların yaratılmasından sorumlu olan bir okuldur da. Çünkü bilinir ki, “siyasal hat bir kez tespit edildikten sonra belirleyici olan kadrolardır”. Parti içindeki canlı tartışmalar, iyi işleyen bir eleştiri ve özeleştiri mekanizması, geleceğin insanının bugünkü prototipi olan “Leninist militan tip”in devrimci ruhsal durumunun süreklilik kazanarak korunması ve geliştirilmesi bakımından önemlidir. “Leninist militan tip” kendine yönelttiği silahı ve burjuvazinin siyasal iktidarına karşı savaşırken gereksindiği gücü partisinden alan ve bunu siyasal eylem içinde kullanma olanağı bulan, eski olanı vurup öldürerek yeni bir dünyanın kurulmasını müjdeleyen, kendisini yeni değerlerle donatan bir alternatif insan tipidir.
Burjuvazinin dünyasına içtenlikle muhalefet eden, sosyalizme sempati duyan kendisini “komünist” olarak tanımlayan tek tek bireylerde Taşlanmaktadır. Ama örgütsel olanaklardan yoksun bütün diğer muhalefet odakları ve muhalif bireyler gibi bu tek tek yüzergezer “komünist”lerin de burjuva düzenin bir parçası olma durumundan kurtulamayacakları açıktır. Bir komünist partili yani örgütlüyse alternatif bir çekim odağı olabilir. Bu yüzden komünist olmak, partili olmak demektir.
Bir partili, kendini sadece örgütü olan partinin direktiflerini uygulamakla yükümlü gören hantal bir bürokrat değildir. O, parti hayatının canlı ve dinamik geçmesi için kafa yormak, görüş, üretmek, öneriler hazırlamak ve bu süreçte hem kendisini hem de partisini geliştirmek zorunluluğunu içsel olarak hisseder. Partiyle partili arasındaki bu ilişkide kolektif faaliyetin bir unsuru olarak bireyin, parti yaşamında kazandığı değerlerle partilinin kolektife taşıdığı değerler iç içe geçmiştir. Parti faaliyeti burjuva çalışma koşullarının özellikleriyle ölçülemez ve “mesai saatleri” içinde yürütülen bir iş olarak görülemez. Parti faaliyetleri, partilinin bütün yaşamını kaplayan, onun en önemsiz ve kişiselmiş gibi görünen işlerine bile sirayet eden bir yaşama alışkanlığı bir yeni refleks biçimidir. Partili olmak; bir yaşama tarzıdır.
Bir partili, üyesi olduğu partinin genel faaliyetinin bir öğesi olarak burjuva dünyaya ait süreklilik izleniminin kırılışında üzerine düşeni yaparken, yeni bir süreklilik anlayışının, sosyalizme ait olan değerlerin bugünden taşıyıcısı olan kişidir. Geleceğin insanının örneği olabilme durumuna doğaldır ki, kendi özel ve kişisel çabasıyla ulaşmamıştır. Komünist olma; “proleterleşme” kolektif bir çabanın ve eski değerlere yönelik devrimci eleştirinin bir ürünüdür. “Proleterleşme”, işçi sınıfına mensup bir insan için burjuva dünyasının bir parçası olmaktan koparak sınıf bilincine erişmek, entelektüel kesimden gelen bir devrimci için ise devrimci arınma sürecinden geçmek demektir.
“Bir işçi komünist olduğu zaman, o kendisinde gelişmemiş olan bir şeyin açılıp serpilmekte olduğunu hisseder; bulanık biçimde bilgi sahibi olduğu bir kültürün onu aydınlattığını keşfeder, Marksizm’de kendisini açıkça ileri sürme olanağını bulur: Bilinçaltında varolan bir şey hakkında bilgi sahibi olur. Böylece bir işçi komünist olduğu zaman kendini inşa eder ve pekiştirir.
“Bir entelektüel komünist olduğu zaman ise, olaylar önceki durumda olduğu gibi gelişmez. Sosyalist bilincin zaferinin her adımında entelektüel, geçmişinde bazı şeyleri yok etme zorunda kalır. Bu yüzden o, tahrip eder ve inşa eder. Attığı her adımda kendini yaratma değil de, kendine karşı bir mücadele izlenimi edinir”. (Enver Hoca)
Proleterleşerek parti içinde yer alan devrimci, sosyalizm davasına her gün nasıl daha çok sayıda insan kazanacağına dair kafa yorar, ilgisini işçi sınıfının mücadelelerine çevirerek işyerleri ve fabrikalardaki mücadelelerin birleştirilmesi ve bu mücadelelerin devrim ve sosyalizm mücadelesi düzeyine yükseltilmesi ve proletaryanın önderliğinin genel ve ulusal çapta örgütlenmesi için çaba harcar. Sınıfın en ileri öğelerinin partiye kazanılması, onların örgütlenerek eğitilmesi için günün yirmi dört saatinde uğraşır. Bir partili partisiyle birlikte, insanlara kurtuluşlarının sosyalizmle olacağını ve bunun için örgütlenmeleri gerektiğini bıkmadan, yorulmadan sebatla anlatmak ve nerede bir başkaldırı varsa içinde olmak ve bu başkaldırıları örgütlemekle yükümlüdür. O, kendiliğinden gelişen durumların peşine iradesizce takılmaz. Her zaman inisiyatifli, uyanık ve bilinçlidir; gerektiğinde, kimi zaman tek başına bir örgüt gibi davranabilecek kadar yeteneklidir. Kendini beyninin ve bedeninin bütün hücreleriyle devrimci mücadelenin hazırlanması ve yükseltilmesine adar. Bu yüzden: Partili olmak devrime yürekten adanmışlıktır.

Şubat 1992

Proletarya zincirlerinden kurtuldu mu?

Marksizm’e göre tarih, sınıf mücadelelerinin tarihidir. Kapitalist toplumda bu sınıf savaşımı, iki modern sınıf; burjuvazi ile proletarya arasındaki mücadeleye, açık ve dişe diş bir tarihsel hesaplaşmaya dönüştü. Proletaryanın egemen sınıfın iktidarını parçalayarak kendi sınıf iktidarını kurma çabası ile burjuvazinin şu anda zaten onun sınıfsal egemenliğinin ifadesi olan devletin korunması ve kalıcılığının sağlanması çabası arasındaki karşıtlık, yalnızca şiddetin çözebileceği bir yapı kazandı.
Ancak sınıf mücadelesi bu son kapışmaya dönüşünceye kadar birçok değişik deneyden geçer, birçok değişik biçime bürünür. Burjuvazi sınıfsal egemenliğinin sunduğu olanakları kullanarak bu son kapışmayı geciktirmeye, bu yöne doğru akmakta olan işçi sınıfının kanallarını tıkamaya, yolunu değiştirmeye, onu şaşırtmaya ve sınıfın düzen içi bir unsur olarak kalmasını sağlamaya çalışır. Sınıfa ideolojik olarak sürekli bir saldırı içindedir.
Proletaryanın tarihsel dönüşümlerin odağında yer aldığı ve onun, politik eylemiyle sisteme ait bütün çelişkileri çözerek, sonal hedefi olan kendisi de dâhil bütün sınıfları ortadan kaldırmayı gerçekleştirmeye aday ve muktedir bir sınıf olduğunu söyleyen Marksist sav, bugün ve aslında çok uzun zamandır en çok saldırıya uğrayan, en çok tahrif edilen ve içi en çok boşaltılan saptamadır. Proletaryanın devrime dönen yüzünü burjuvazi bu teze her fırsatta değişik cephelerden saldırarak karartmaya çalışır.
Marksizm, işçi sınıfını toplumsal dönüşümün ve sosyalizmin inşasının motor gücü olarak ilan ederken, kimilerinin sandığı gibi 1848’ler Avrupası’nın devrimci dönüşümler ve ayaklanmalar döneminden çıkarılan heyecanlı, inançlı ama “sübjektif” gözlemlere dayanmaz. Kapitalizmin tahlili, bu sisteme ait üretim ilişkilerinin gizil olarak barındırdığı eğilimin saptanması, bu somut gözlemleri elbette içermektedir, ama bu dönemde yaşanan ilişkilerin ve ilişkilerin kritik noktaya geldiği bu tarihsel zamanda ortaya çıkan sonuçların; proletaryanın devrimci bir sınıf olduğu ve bu devrimin enderi olacağı savının kapitalizmin bütün zamanları için geçerli bir önerme haline gelmesinin daha derin ve nesnel analizlerin sonucunda oluştuğu gerçeğini örtmez. Bu tez üretim ilişkilerini toplumsal yaşamın belirleyici ilkesi olarak kabul eden, kapitalist üretim ilişkilerinin sömürüye dayalı karakterini burjuvazinin siyasal ve sosyal egemenliğinin nedeni sayan tarihsel materyalist ilkeden doğar. Sömürü ilişkisinin diğer ucunda bu sömürülmenin nesnesi olarak bulunan proletaryanın devrimci bir sınıf oluşu, kapitalist üretim ilişkilerinin ampirik olmayan, nesnel tahlilinden doğan önermedir. Geçen onca zaman bu ilişkilerde öze ilişkin hiçbir değişiklik yaratmadığı için de bu tez hala geçerli ve hala günceldir. Marksizm de bu bakımdan ilk ortaya çıktığı zamanı ilgilendiren “Avrupa merkezli” bir teori değildir.
Bunu yeniden anımsatmak bir ihtiyaçtan doğdu. 1 Mayıs akşamı televizyon kanallarından birinde Engin Ardıç’ı izleyenler, onun şimdiye dek kimsenin anlamadığını sandığı bir gerçeği (!) dile getirdiğine tanık oldular. Engin Ardıç şöyle diyordu: “Marks’ın 1848’lerde söylediği işçi sınıfının zincirlerinden başka kaybedecek şeyi yoktur sözü bugün geçerliliğini yitirmiştir. O zaman için doğru olan şey bugün için doğru değildir.” Kendine Ardıç kuşu lakabını takan bu bilgiç karşı-devrimci yorumcu, “devrimciler”e öğüt veriyordu: “İşçi sınıfının kaybedecek şeyleri var artık!
Örneğin renkli televizyonları var!” Kimileri Engin Ardıç’ın her zamanki yavanlıklarından biri diye gülüp geçti. Ama birçok izleyicinin kafasında bir kuşku uyandırmayı başardığı da açık. Şimdiye dek yer aldığı günlük gazetedeki köşesinden devrimcilere tuttuğu salvo ateşi, zaten her zaman bu “acabaları üretmeye hizmet ediyordu ve bu bakımdan ezilen ve sömürülen sınıf ve tabakaların kendi özgüvenlerini zedeleyerek, kendilerinden ve güçlerinden kuşku duymalarını sağlamaya çalışan burjuvazinin argümanını kullanıyordu.
Ardıç bir yana, proletaryanın “artık kaybedecek şeylerinin olduğu”na dair ifadelere daha sık rastlanır oldu. Kendini ‘çağdaş sendikacılık’ın uygulayıcısı olarak ilan eden bazı sendikalar da bu görüşü değişik üsluplarla öne sürmeye başladılar, kendilerini bu ilke doğrultusunda yeniden yapılandırmaya giriştiler. Otomobil-İş Sendikasının kongresinde Celal Özdoğan kürsüden ‘proletaryanın artık kaybedecek şeyleri vardır’ anlamına gelen sözler söyleyince seçimi kaybetti.
Ne Ardıç ne de bu “çağdaş” sendikacılar, patentin kendilerine ait olduğunu sansalar da yeni bir görüş ileri sürmüyorlar. İşçi sınıfının durumu yıllardır sürekli olarak gözden geçiriliyor ve burjuva ideologlarınca bu sınıfın devrimci bir sınıf olmadığı, daha doğrusu devrim diye* bir şeyin olmadığı defalarca yeniden tescil ediliyor. Üstelik Marx’ın öngörülerinin 1848’ler için doğru olduğunu artık teslim edenlerin benzerlerinin daha o zamanlarda nasıl aynı kılıçları çekmiş olduklarının ve bunların Marx’ı daha o zaman nasıl uğraştırdıklarının belgeleri de var.
İşçi sınıfını burjuvaziyle girdiği mücadelede zayıflatmak, sosyalizmle sınıf hareketi arasındaki bağı koparmak için burjuva ideologlarının girdiği çaba oldukça zengin malzemeye ve varyantlara sahip. Son zamanlarda en çok kullanılan yöntem proletaryanın bir sınıf olarak yeniden tahlil edilmesi ve bu tahlilin sonucunda onu burjuvaziden ayıran sınırın bulanıklaştırılarak yeniden çizilmesi. Bu sınırın yeniden çizilmesi ihtiyacı, Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliği’ndeki rejimlerin çökmesi sonucu ortaya çıkan politik coğrafyada egemenlik alanlarının yeni sınırlarla belirlenmesi ihtiyacıyla çok yakından ilgili.
Eski revizyonist ülkelerde rejime ilişkin olumsuzlukları, sosyalizme fatura ederek, sözde iki dünya arasında cereyan eden soğuk savaşta burjuvaziye haklılık kazandıran durumları değerlendiren, bu yüzden de bu ülkelerde sosyalizm olduğuna dair yanılsamalar üretmekten özel bir çıkar uman burjuvazi, bu rejimlerin birer birer çöküşüyle yeni bir taktik kullanma ihtiyacı duyuyor. Sosyalizmin tarihe gömüldüğünü, hâlâ sosyalizmi savunanların bu tarihsel gerçeği anlamayarak boşa kürek çektiklerini vazediyor. Onlara göre dünya ikiye bölünmekten kurtuldu, kapitalizmle sosyalizm arasındaki çıkar çatışmalarının yerini bütün insanların ortak çıkarları aldı!
Dünyanın artık eski dünya olmadığı, değiştiği tezleri işçi sınıfının da eski pozisyonunda bulunmadığı, onun da dünyayla ve kapitalizmle birlikte değişerek devrimden uzaklaştığı iddiasıyla besleniyor.
Bugün proletaryaya elveda diyenler, proletarya yoktur demenin yükselen kitle mücadeleleri ve işçi hareketi nedeniyle çok zor olacağı, 1968 ve ‘70’li yıllarda ürkekçe fısıldanan karşı devrimci görüşlerden besleniyor. Nicos Poulantzas o yıllarda, “Hem burjuvazi hem de proletarya ağırlığı giderek artan orta kesimin yahnisi içinde, sınıf mücadelesinin eriyip dağıldığı bölgede karışıp kaynaşmaktadır” diyordu. FKP teorisyenleri de Marksizm’in sınıf tahlilini tahrif ederek yeni duruma uygun proletarya profili çizmeye soyunuyorlardı. Bu kez yapılan,”beyaz yakalı” hizmet sektörü çalışanlarının da proletarya içinde tanımlanmasıydı. Mandel ise, bilimsel teknolojik devrimin, kapitalizmi ve işçi sınıfın değiştirdiğini, Marksist devrim kuramının artık işlevinin kalmadığını iddia ediyordu. Proletaryanın tanımlanması stratejik bir öneme sahipken en çok bu tanım üzerinde neden durulduğu, neden sık sık gözden geçirilme ihtiyacı hissedildiği anlaşılır bir şeydir.
İşçi sınıfının bugün sahip olduğu bazı geçim araçlarıyla artık o eski işçi sınıfı olmadığını iddia etmekle; burjuvaziyle bu sınıfı, küçük burjuvazinin tanımlandığı alanda buluşturmakla; ya da küçük burjuva sınıf katmanlarının onların da üretim araçlarına sahip olmadıklarını ileri sürerek proletarya içinde görülmesi arasında amaçsal bir farklılık yoktur. Bu ortak amaç, proletaryanın taleplerini bulandırmak, burjuvaziyle bu sınıf arasındaki antagonizmayı yumuşatmak, burjuvaziyle alınıp verilecek bir şeyin kalmadığına, bu düzenin herkesin refahını sağladığına insanları inandırmaktır.
“Bilimsel ve teknik devrim’in işçi sınıfını değiştirdiği, onu orta sınıflarla yakınlaştırdığı iddiasında bulunanlar, bilimsel teknik gelişimin sınıf mücadelelerinden bağımsız özel bir dönüştürücü ve değiştirici işlevinin olduğunu savunurlar. Üretime aktarılan ve emek araçlarının daha da geliştirilmesine yol açan her yeni buluş kısmi bir refah sağlayabilir. Ama Kapitalizmde sanayi devriminden beri bu emek araçlarının giderek gelişip karmaşıklaşarak, üretimde bir yoğunlaşmaya yol açtığı bilinir, kapitalist üretim tarzının kendi iç işleyiş yasaları ve örgütlenme biçimiyle ilgili olarak yine bilinir ki, kapitalizmin onmak bilmez krizlerinin nedeni de bu yoğunlaşmış üretimdir. Bilimsel teknik gelişim bir yanda yeni ihtiyaçlar ve yeni üretim alanları, sınıfa yeni üyelerin katılmasını sağlarken, diğer yandan ama işsizliğin de etkeni olur.
Bilimsel teknolojik gelişim, sınıf mücadelesinden bağımsız olarak toplumsal gelişimin öznesi olamaz. Üstelik kapitalizmde bütün buluşların patent hakkına sahip olan burjuvazi, kendi sınıf çıkarlarını ilgilendirdiği ve güçlendirdiği ölçüde bilimin ve tekniğin gelişmesine izin verir. Bu gelişim kapitalizmin sınırlan içinde sınırlı bir ivmeye sahip olacaktır.
Euro-komünizmin beslediği bütün ideologlar, insan öğesini içinden dışladıkları bir üretici güçlerin gelişmesi kuramı oluşturarak, işçi’ sınıfının bu gelişmelerin etkisiyle artık eski sınıf özelliğini yitirdiğini onun da bu düzende kaybedecek şeyler edinerek zincirlerini kırdığını iddia ediyorlar. İşçi sınıfının sermayeden koparmayı başardığı bir kısım konfor öğeleri için ne kadar yoğun mücadelelere girdiği, bizzat bugün elinde canları da ancak mücadele ederek koruyabildiği onlar için önemsizdir.
İdeolojik manipülasyonlarla üstü örtülmeye çalışılan çelişki, her iki sınıfın birbirinden farklı olan çıkarlarını belirleyen gerçek; birinin emek gücünü satarak doğrudan doğruya sömürülüyor olması, diğerinin ise bu emek gücünü satın alarak işçinin ödenmemiş emeğinden artı-değer sağlamasıdır. Bu alışverişin koşulları bir yanda üretim araçlarına sahip bir sınıf varken diğer yanda bütün bu araçlardan tarihin bir döneminde koparılmış ve geçinmek için emek gücünden başka satacak hiç bir şeyi kalmamış bir insan kitlesinin olmasıdır. “Üretim araçlarına sahip olan kesim, aynı zamanda ürünlerin tasarruf hakkına bunların sonucu olarak siyasal egemenlik, kültür tekeli, entelektüel yönetimin temellükü”ne sahiptir (1)
Bu analiz bugün de geçerliliğini korur. Ancak, İşçi sınıfının yaşam koşulları; sahip olduğu geçim araçları, yaşamını sürdürmek ve bir sınıf olarak kendini yeniden üretebilmek için gereksindiği malzemeler bakımından değişmiştir. 19. yüzyılda bugünkü gibi işgücünü kapitaliste satarak geçinen işçi sınıfı, kuşkusuz bugüne göre kıyaslandığında, oldukça vahşi koşullar altında yaşıyor ve çalışıyordu. Geçen zaman zarfında çalışmanın koşullarında ve emek gücünün yeniden üretiminin bileşenlerinde emek araçlarının ve diğer üretici güçlerin düzeylerinde değişiklikler oldu. Kapitalizmin iç evrimi hem işçi sınıfının hem de burjuvazinin olanaklarını aradaki uçurumu korumak kaydıyla değiştirdi geliştirdi.

SANAYİ DEVRİMİ VE EMEK ÜRETKENLİĞİNDEKİ ARTIŞ
Kapitalizmin “vahşi kapitalizm” diye tanımlanan döneminde, yani henüz sanayi devrimiyle başlayacak makinalaşma dönemine geçilmediği yıllarda, toplumsal üretim el emeğine dayanmaktaydı. Bu yıllarda işçi sınıfı bedensel olanakları sonuna kadar zorlanarak, takatleri ve enerjileri tükeninceye dek, günde 14-15 saat çalışmak zorundaydı. Bu emeğin üretkenliği de ortalama sağlıklı insan bedeninin fiziksel gücüne bağımlıydı ve bu emeğin birim zamanda üreteceği metanın ortalama miktarı da belirliydi.
Sanayi devrimiyle birlikte üretime makina girdi. Makina üretilen meta miktarının ve çalışma saatlerinin, insan bedeninin fiziksel olanaklarına bağımlı olmaktan kurtulması anlamına geliyordu. “Emeğin üretkenliğini yükseltmek yani bir metanın üretimi için gerekli emek zamanım kısaltmak için en güçlü araç olan makina, sermayenin elinde ilk kez el attığı sanayi alanlarında iş gününü insan doğasının koyduğu bütün sınırların ötesine uzatmak için en güçlü araç haline geldi.” (2)
Artık, birim zamanda üretilen meta miktarı artmış yani bir metanın üretilmesi için gereken zaman kısalmıştı. Makinalar 24 saat çalışıyorlardı. Hiç dinmeyen makina sesleri arasında bu sürecin içine eklenmiş, bileşeni bu yeni üretici güçle değişmiş olan toplumsal emek, yeni bir üretkenlik tanımıyla tanımlanıyordu. Makinalı üretimde kullanılan emeğin fiziksel bakımdan güçlü, eğitilmiş olması gerekmiyordu. Bu yüzden akın akın kadın ve çocuk emeği fabrikalara aktı. Bu dönem sermayenin hızla genişleme olanağı bulduğu, işçi sınıfının en sefil koşullarda yaşadığı dönemdir.  Daha sonraları bir erkek işçi, ailesini geçindirecek kadar bir ücret almak durumunda kalacaktı ama, o yıllarda bu ücret kadınların ve çocukların da fabrikalara doluşmasıyla birlikte aile fertlerine bölünüyordu. Sermaye dört kişilik bir ailenin bütün fertlerini aynı ücretle sömürüyor, dört kişinin emek gücünden ise dört kat artı-değer elde ediyordu. Makina bir metanın üretim maliyetini düşürmüş, emek önceki zamanlara göre ölçüsüz bir üretkenlik kazanmıştı.
Makinalaşmayla birlikte, işçi, yoğun bedensel ve zihinsel yetenekler kullanmak zorunda kalmayan yalın ve tek düze bir üretici güce dönüştü. Bir işçi eskiden 15-20 kişinin yaptığı işi tek başına yapabilir hale geldi. Bu durum sınıf üyeleri arasında derinleşen bir rekabete yol açtı. Emek pazarında bekleyen ve kendini en ucuz fiyata satmaya razı olan devasa bir yedek sanayi ordusu oluştu. “Makina, işgününün alabildiğine uzatılması için güçlü dürtüler sağladı, öte yandan da kısmen işçi sınıfının daha önce el atmadığı yeni tabakalarına yaklaşma olanağını sağlayarak kısmen de yerlerini aldığı işçilerin açıkta kalmalarına yol açarak, sermayenin diktasına boyun eğmeye zorunlu bir fazla işçi nüfusu meydana getirdi. Emek zamanının kısaltılması için en güçlü aracın, emekçi ile ailesinin ömürlerinin her anını,  sermayenin değerini genişletmek amacıyla kapitalistin emrine verme konusunda en şaşmaz bir aracı haline gelmesi gibi bir ekonomik paradoksun doğmasının nedeni de budur.” ( 3) İşçi ücretini belirleyen etkenlerden biri olan arz-talep yasasına göre, emek-gücünün arzındaki fazlalık, pazarlık yapma yeteneği konusunda henüz zayıf olan işçi sınıfının ücretlerinin düşük düzeyde tutulmasının etkeni oldu. Metaların üretim maliyetlerinin azalması, kendisi de bir meta olan emek gücünün maliyetini de etkiledi.
“Emeğin üretken gücü özellikle daha büyük işbölümü ile makinaların daha genel biçimde üretime sokulması ve durmadan geliştirilmesi ile artar, işin kendi aralarında bölündüğü emek ordusu ne kadar büyük olursa, makinalaşmanın alanı ne kadar genişlerse, üretim maliyeti bununla orantılı olarak düşer. Emek o ölçüde verimli olur. Bu yüzden kapitalistler arasında işbölümü ve makinaları arttırmak ve her ikisinden de en büyük ölçüde yararlanmak yolunda genel bir yarışma başlar” (4)
Büyük yedek sanayi ordusunun oluşması, buna bağlı olarak sınıf saflarında derin bir rekabetin gelişmesi, yaşam koşullarının düzeltilmesi için birlikte mücadele etme deneyi ve örgütlenme olanakları zayıf olan işçi sınıfının ücretinin olabildiğince alt sınırlara çekilmesine olanak verir. Bu sınır, geçim araçlarının en asgari düzeyde tutulduğu bir sınırdır. İnsanın başka diğer eğitsel, entelektüel, ihtiyaçlarından feragat edilmiş olduğu için aç kalmama sınırına dek çekilmiştir. Ve bu sınır hiç bir zaman somut ve belirlenebilen kesin bir çizgi değildir. İnsan gereksinimlerinin asgari düzeyini de toplumsal koşullar belirler, toplumsal ortalama yoksulluk düzeyi de o zaman dilimindeki koşullara göre belirlenir, ama her durumda işçi sınıfı genel eğilim olarak toplumun en yoksul kesimini oluşturur,
19. yüzyılda işçi sınıfının durumu, yaşadığımız yüzyıldaki işçi sınıfının sahip olduğu geçim araçlarına göre değerlendirilince, doğal olarak olumsuz bulunacaktır. Marx’ın sözünü ettiği paradoks, makinalaşmanın teorik olarak, çalışma zamanını kısaltması beklenebilecekken bu sonuca yol açmaması, bilimsel teknolojik gelişime; sınıf mücadelesinden kopuk bir özerklik tanınamayacağının, bu gelişmenin tek başına işçi sınıfının durumunda bir iyileştirme sağlayamayacağının göstergesidir. Çalışma saatlerinin kısalması ve sınıfın koşullarındaki iyileşme, proletaryanın bu talepleri ileri sürerek ayağa kalkacağı, örgütlenip mücadele edeceği sonraki yıllara kalacaktır. Proletaryanın talepleri, sistem içinde karşılanabildiği ölçüde, kapitalizme içselleştirilebilecek, teknolojik gelişimin düzeyiyle birlikte emek-gücünün yeniden üretiminin koşullarının yeni toplumsal unsurlarını oluşturacaktır.

GEÇİM ARAÇLARI VE EMEK GÜCÜNÜN YENİDEN ÜRETİLMESİNİN TOPLUMSAL KOŞULLARI
19. yüzyılda işçi sınıfı ailesinin sahip olduğu geçim araçlarıyla, yaşadığımız yüzyılın son çeyreğinde sahip olunanlar bakımından fark vardır. Çünkü kapitalizmin o yüzyılda dayandığı üretici güçler dolayısıyla üretimin koşulları da belli oranda değişti. Üretimin koşullarının değişmesi, emek-gücünün yeniden üretiminin koşullarında da bazı değişiklikleri gündeme getirdi.
Emek-gücünün yeniden üretimini sağlayan en önemli etken ücrettir ve ücretin miktarı bütün diğer metalar gibi bir meta olan bu gücün maliyetine göre belirlenir. Bazen çeşitli etkenler nedeniyle bu sınırın üstüne çıkar, bazen altına düşer ama sonuçta eğilim olarak bu maliyet sınırının üzerinde durur.
Emek-gücünün maliyeti hesaplanırken, kullanılan ölçü, işçinin bir günlük ya da haftalık olarak harcadığı emek-gücünü yerine koymak için gereken geçim araçları miktarıdır. “Bu maliyet zaman ve koşullara göre değişiklik gösterir, ama belli toplum koşullan için belli bir yer ve belli bir üretim dalı için hiç değilse oldukça dar sınırlar içinde bu maliyet bellidir. Kapitalist üretim tarzı temelinde işçinin’ üretim maliyeti, işçinin çalışabilmesi, çalışabilir durumda kalması ve yaşlılık hastalık ya da ölüm gibi nedenlerle yerinin bir başkası tarafından alınması için ortalama olarak gerekli olan geçim araçları miktarından ibarettir.” (5)
Bu geçim araçları karşılığında işçi peşin olarak yaşamsal faaliyetini satar. Emek, gücünün maliyeti hesaplanırken, işçinin bir sonraki gün ya da haftada, işyerinde hazır ve sağlıklı olarak bulunması için gereken geçim koşullarının karşılanmasının yanı sıra, sanayi devriminden sonra eve geri gönderilen kadınların ve çocukların geçiminin de gözetilmesi gerekir. Bu, işçi sınıfının bir sınıf olarak kendini idame etmesinin koşullarının yaratılması bakımından zorunludur. İşçi, zorunlu emek süresinde sadece kendi için değil, ailesi için de çalışır. Kriz dönemlerinde bir kişinin çalışmasıyla ailenin geçimini sağlamak mümkün olmaz ve o zaman kadın emeği de üretime akar, sermaye düşük ücret ödeyerek iki kişinin emek gücünden katlanmış bir artı değer elde eder.
Ücret basit anlamda işçinin karnını doyurması için gereken besin maddeleri, yakacak ya da konut giderlerini karşılamak için ödenmez. Emek gücünün yeniden üretimi için gereken araçlar toplumsal gelişme düzeyiyle çok yakından ilişkilidir. Örneğin çocukların çalıştırılmasına yasal sınırlar getirilmişse ve onlar için zorunlu bir eğitim programı koyulmuşsa, bu sermayenin, asgari olarak eğitilmiş insan gücüne duyduğu ihtiyaçtan kaynaklanır ve bunun için de, çocukların eğitim giderleri vs. ücrete içerilir.
Ücrette herhangi bir artış, sermayenin büyüklüğünde de hızlı bir artışın olmasını öngörür. Sermayenin büyümesi toplumsal ihtiyaçların ve zevklerin de değişmesine neden olur. Bu işçi sınıfı için de geçerlidir. Ancak, burjuvazi işçi sınıfı için erişilmez olan bazı zevk araçlarına daha yoğun olarak sahiptir ve bu araçlara daha kolay ulaşır. İşçi sınıfı için, elde edilenler toplumsal gelişme aşamasına göre her zaman en düşük düzeyde kalır. “Bizim isteklerimiz ve zevklerimiz” diye yazar Marx, “Toplumdan kaynaklanır; bu bakımdan biz de bunları, toplum ölçüsüne vururuz; yoksa bize doyum veren nesnelerle ölçemeyiz. Bunlar toplumsal bir nitelik taşıdıklarından görelidirler. Bu bakımdan ücret yalnızca, karşılığında elde edebileceğim metalar miktarıyla belirlenmemektedir. Ücret çeşitli ilişkileri içerir.” (6)
Bilimsel teknolojik gelişim, bütün buluşların patenti burjuvazide olduğu sürece sermayenin genişletilmesinin olanaklarını yaratmaya yarar. Evlerde kullanılan beyaz eşyalar da, yoğun reklâm kampanyalarıyla halkta bir tüketim güdüsü yaratılarak pazarlanmaya çalışılır. Fabrikalarda işçilere ürettirilen bu eşyaların pazarını elbette çalışanlar oluşturmaktadır. Son yıllarda geliştirilen kredili satış yöntemleriyle, düşük taksitler belirlenerek bu eşyalara oldukça geniş bir kesimin ulaşmasının olanakları sağlandı. Üç yıl önce
sekiz ayla sınırlanan kredili satış süresi bu ürünlere ulaşmak giderek zorlaştıkça, işçi ücretlerinin alım gücü düştükçe on altı ya da yirmi dört aya dek uzatıldı. Ardıç, her işçi ailesinde artık çamaşır makinasının olduğunu söyleyedursun, onun temennisine ve yarattığı yanılsamaya karşın, çamaşır makinası hala işçiler için erişilmesi güç bir menzilde durur. Ola ki, teknolojik gelişim otomatik çamaşır makinasını ülkede yaygın bir kullanım alanına soktuktan sonra, hurda fiyatına elden çıkarılan eski şanzımanlı makinalardan edinilmemişse…
Toplumsal emeğin bileşenleri değişiyor. İletişim olanaklarının hızla geliştiği, Marksist devrimci eleştirinin kapitalist üretim ilişkilerine yönelttiği eleştiriyle sistemin temellerini sarsarak, onun geleceği konusunda kuşku uyandırdığı, işçi sınıfı eylemlerinin yaygın bir olgu olduğu, sosyalizmin bir ütopya olmaktan çıkarak kısa dönem de olsa yaşanan bir gerçeklik haline geldiği günümüzde, emek-gücünün yeniden üretilmesi artık eski yöntemlerle süremiyor.
Televizyon da bu bakımdan oldukça önemli bir işleve sahip. Çünkü televizyonla, yayın hakkını tekelinde bulunduran sınıfın dünya görüşü, ideolojisi her gün dakika dakika izleyenlerin bilinçaltına akıtılıyor. Geçmişte, sekiz saatlik işgünü için mücadele ederek döktüğü kan pahasına bu hakkı elde eden işçi sınıfı, görünürde kendisi için kullanabileceği bir zaman kazandı. İşçiyi makina başında saatlerce tutarak posası çıkıncaya kadar çalıştırma olanağını yitiren sermaye, işçi sınıfının kendisi için kazandığı bu zaman parçasını onu makina başına çekerek değil ama bu kez yeni bir yöntemle doldurmaya çalıştı. Televizyon bu bakımdan en elverişli malzemeydi. İş saatleri bitiminde eve koşarak saatlerce ekranın başında kendine sunulanları izlemeye koyulan bir kitle elbette, bu zamanı sosyal-siyasal ilişkilerini geliştirmek için kullanabilecek bir kitleden daha az tehlikeli olacaktı. Televizyon, ertesi günü işbaşına gelecek olan işçinin ideolojik bakımdan şekillenmiş, akşam izlediği programlarla eğlenerek dinlenmiş ve farkında olmadan burjuva değer yargılarıyla yeniden donanmış olmasını sağlıyordu. Sermayenin de, elinde olmadan göz yumduğu iş saatlerinin kısalması durumunu telafi etmesi bakımından uygun bir olanaktı. Her şey kapitalizmin sürmesi, ömrünün uzatılması ve işçinin işçi olarak kalmasının sağlanması içindi. Bu bakımdan televizyon ayrıcalıklı sınıflara mensup ailelerin lüks tüketim maddesi değil, alt tabakaların da edinebileceği ve özellikle edinmesi gereken zorunlu bir araçtı. Besin maddeleri gibi hemen tüketilmiyordu ama uzun vadede emekçilerin ruhlarının burjuvaziye satılmasını kolaylaştırıyordu.
İşçinin işçi olarak sermayenin karşısında itirazsız bir kitle olarak kalmasının, yani kapitalizme özgü üretim ilişkilerinin yeniden üretilmesinin en önemli ideolojik aygıtıydı televizyon. Bu bakımdan, emek-gücünün maliyetinin unsurlarına bu aleti de katmak gerekmekteydi.

PROLETARYANIN ZİNCİRLERİ
“Proletaryanın zincirlerinden başka kaybedecek şeyi yoktur” biçimindeki Marksist önerme, Kapitalizme ait mülkiyet ilişkilerinin analizinden çıkarılan bir önermedir. Kimilerinin sandığı gibi, işçi sınıfının günlük kullanımındaki malzemelerin, geçim araçlarının nicel yokluğunu ifade etmez sadece. Öyle olsa bile, burjuvazinin sınırsız zenginliği karşısında oransal bir ölçüme gidildiğinde yine de haklı olunur.
Ancak Marx, proletaryanın zincirlerinden bahsederken, üretim araçlarına sahip sınıf karşısında, bu araçlardan yoksullaştırmış ve bu yüzden de geçimini sağlamak için yaşamsal faaliyetini satmak zorunda kalan proletaryanın bağımlılığından bahseder. Yaşamsal faaliyetin ücret karşılığında satılmasıyla elde edilen geçim araçları, nasıl para kendiliğinden sermaye olamazsa, üretim araçlarının içinde yer aldığı özel mülkiyet kategorisinde de düşünülemez.
Oysa Toplumsal bütün zenginliklerin sahibi burjuvazidir. Üretim araçlarının ve ürünlerin tasarruf hakkına sahip olmak sıfatıyla, işçi sınıfını sömürür.
Daha önce sözünü ettiğimiz nedenlerden dolayı, bilimsel teknik gelişimin etkisiyle toplumsal üretim artışının sonucu olarak; sınıf mücadelesiyle yaşam koşullarının düzeltilmesine ilişkin olanaklar elde edilebilir ya da burjuvazinin sınıf mücadelesinin hızını düşürmek için uyguladığı taktiğe bağlı olarak ücretlerde göreli bir iyileşme görülebilir. Bütün bunlara karşın sınıf, göreli olarak yoksulluktan kurtulamaz.
Emek üretkenliğindeki artışla, işçinin kendisi için harcadığı zorunlu emeğin süresi giderek kısalırken, artı-emek süresinin nesnel olarak uzadığı görülür. Örneğin işçi 20 gün çalışarak bir yıllık geçimini sağlayacak ücreti kazanır, ama geriye kalan yılın diğer günlerinde karşılığı ödenmemek üzere kapitalist için çalışır. Bu sürede elde edilen artı-değerin kapitalistin emek-gücü karşılığında ödediği miktara oranı giderek artar. Bu sömürü oranı 19. yüzyılda yüzde elli ise, bugün yüzde bin sömürü oranından söz etmek bile az gelmektedir. İşçi sınıfının bir takım konfor öğelerine sahip olmasından çok, durumu belirleyen işte bu sömürü oranındaki artıştır. Sınıfın eline geçen kişisel mülkiyet unsurlarının artması aslında bu sömürü ilişkisinin derinleşmiş olduğunun göstergesidir.
Sermayenin hızla büyümesiyle işçi ücretlerinde görülen artış, işçiyi kapitalistten ayıran uçurumun da eskisine göre derinleşmiş olduğunun göstergesidir. Ücret artışının görünmeyen yüzünde bu sömürü ilişkisinin gizlenmesi ve emeğin sermaye karşısında daha bağımlı hale gelmesi vardır. İşçi emek-gücünü kullanarak “burjuvazinin zenginliğini ne denli arttırırsa kendisine düşen kırıntılar da o kadar artacaktır” ve belki önceki zamanlara oranla daha fazla kişisel mülk edinebilecektir.
Komünistlerin kişisel mülk edinme hakkına karşı çıktıkları, öteden beri Marksizm düşmanları tarafından iddia edilir. Marx’m proletaryayı sermayeye sıkıca bağlayan zincirlere ithafen söylediği sözlerden onun söylemediği anlamlar çıkarılır. Sınıfın bugün edindiği kişisel mülkiyet unsurlarına, herhangi bir toplumsal kalkışmada, devrimci bir altüst döneminde yitirilecek şeyler gözüyle bakılır, daha doğrusu sınıfın böyle bakması beklenir. Devrimci bir ayaklanmada, sosyalist bir taleple ortaya çıkışta yitirilecek şeyler varsa, kapitalizm en iyisidir. Manifestoda “Biz komünistler” diye yazar Marx, İnsanın kendi emeğinin meyvesi olarak kişisel mülk edinme hakkım kaldırmayı istemekle suçlandık; o mülkiyet ki, her türlü kişisel özgürlüğün, eylemin ve bağımsızlığın temeli olarak iddia edilir. Güçlükle edinilmiş, bizzat edinilmiş bizzat kazanılmış mülkiyet! Burjuva biçimden önceki bir mülkiyet biçimi olan küçük zanaatçı ve küçük köylü mülkiyetin den mi söz ediyorsunuz? Bunu kaldırmaya gerek yok; sanayideki gelişme bunu zaten büyük ölçüde yok etmiştir ve hala da gün be gün yok ediyor.
“Yoksa modern burjuva özel mülkiyetten mi söz ediyorsunuz. İyi ama ücretli emek, emekçi için herhangi bir mülkiyet yaratır mı? Asla. Bu, sermaye, yani ücretli emeği sömüren ve yeni bir sömürü için yeni bir ücretli emek arzı doğuran koşullar dışında çoğalamayan bir mülkiyet yaratır. Mülkiyet, mevcut biçimi içersinde sermaye ile ücret karşıtlığına dayanır… Biz emek ürünlerinin bu kişisel mülk edinilmesini, insan yaşamının devamı ve yeniden üretimi için yapılan ve geriye başkalarının emeğine komuta edecek hiç bir fazlalık bırakmayan bu mülk edinmeyi hiç bir biçimde kaldırmak niyetinde değiliz. Bizim ortadan kaldırmak istediğimiz tek şey, içinde emekçinin salt sermayeyi arttırmak için yaşadığı ve yaşamasına ancak egemen sınıfın çıkarının gerektirdiği ölçüde izin verilen bu mülk edinmenin sefil karakteridir.” (7)
Demek ki, işçi sınıfının elinde bulunan kişisel mülkiyet öğeleri, sınıfın zincirlerinden kurtulduğu anlamına gelmediği gibi, yitirecek bir şeyleri olduğu anlamına da gelmez. Kişisel mülkiyet öğeleri proletarya için ancak “mülk edinmenin bu sefil karakteri” ortadan kalktığı zaman bir anlam taşıyacaktır. Toplumsal ürünün tamamından yine Marx’ın alt alta sıraladığı gibi “yıpranan üretim araçlarına ayrılan fon, üretimi arttırmak için bir ek bölüm, kazalara karşı doğal olaylardan vb. ileri gelen aksamalara karşı güvence, bunlar dışında tüketime sunulacak bölümden yönetimin genel giderleri, okul sağlık vs. gibi kurumlar için ayman pay, çalışamayanların geçimi için gerekli fonlar” (8) çıkarıldıktan sonra kalan ürün üreticiler arasında değişilecek duruma gelir. Şimdi artık “Kimse emeğinden başka bir şey sunamadığı gibi, bireyin mülkiyetine bireysel tüketim maddelerinden başka bir şey geçmez. Ama birey olarak ele alınan üreticiler arasında bu maddelerin paylaşılması konusunda egemen tike, eşdeğer metaların değişimine hükmeden ilkeden farksızdır: Bir biçimde aynı miktar emek başka bir biçimdeki aynı miktar emekle değinilmektedir” (9)
Mülk edinmenin sefil karakterinin kaybolması, üretim araçlarının bunları özel mülkiyetinde bulunduran sınıfın elinden, kapitalizmin yıkılmasıyla yitirecek çok şeyi olan burjuvazinin elinden alınarak toplumsallaştırılmasıyla mümkün olur. Bu eylemin öngördüğü devrim, buna muktedir ve bundan çıkarı olan, kapitalizmde zincirlerinden başka kaybedeceği hiçbir şeyi olmayan proletaryanın önderliğinde gelişecektir. Sosyalizm, kişisel mülkiyet öğelerini çalışanlar için hiçbir sömürü ilişkisi içinde edinilmemiş olması bakımından gerçekten değerli hale getirir. Ve bu mülkiyet türü belki o zaman sözcüğün sözlük anlamıyla yitirilmesinden korkulan şeyler olur. Ama bu yitirme korkusu kapitalizmde yitirilecek şeyler edinenlerin duyduğu korkudan değildir artık, çünkü bu tarzdaki mülkiyeti tehdit eden hiçbir güç kalmamıştır.

Haziran 1992

DİPNOTLAR:
1-Engels: Anti-Dühring Sol Yayınları, 1977; sf 445
2-Marx: Kapital 1. cilt, Sol Yayınları 1986; sf. 416
3-Marx: Kapital 1. cilt, Sol Yayınları 1986; sf. 421
4-Marx: Ücret Fiyat ve Kâr; Sol Yayınları, 1987; sf 53
5-Marx: Ücret Fiyat ve Kâr; sf 19
6-Marx: Ücret Fiyat ve Kâr; age 46
7-Marx-Engels: Komünist Manifesto, Sol Yayınları, 1991; sf 129
8-Marx: Gotha Programı’nın Eleştirisi, Sol Yayınları,1989; sf 28
9-Marx: Gotha Programı’nın Eleştirisi aynı yer.

Emek Gücünün Yeniden Üretimi Ve Kadın

Kapitalizm, aile kurumunu önceli toplumsal örgütlenmelerden devralır. Ama bu pasif bir aktarma değildir. Aile, işlevi bakımından yeni sistemin ihtiyaçlarına göre yeniden tanımlanır. Kapitalizm bu kuruma ait kimi özellikleri olduğu gibi alarak kimi özelliklerini değiştirip dönüştürerek, eskimiş ve çağdaş gereksinimlere yanıt vermeyen öğeleri de süreç içinde temizleyip atarak aileyi kendi sisteminin önemli öğelerinden biri haline getirir.
Temel özellikleri bakımından aile kurumu, çok uzak geçmişten bu yana süreklilik gösterir ve bu yüzden sıradan insanın bilincinde bir tarihe sahip değilmiş izlenimini uyandırır. Geçmişi, dolayısıyla bir geleceği de olmadığı düşünüldüğünde aile kurumunun bugünkü işlevlerinin tanınması da zorlaşır. O, yaygın kamuoyu tarafından tanrının insan için uygun gördüğü bir ihsan, başka türlüsü olmayacak bir yaşam tarzı olarak algılanmaya devam eder.
Ailenin, özel mülkiyetin ve devletin ortaya çıktığı sürecin bir ürünü, kendi oluşumuyla da sürece katkıda bulunan bir olgu olduğunun vurgulanması önem taşıyor. Çünkü bir kurumun tarihselliğinin saptanması, ondan gelecek zaman kipini kullanarak söz edilmesini mümkün kılar. Ancak bu yazıda, ailenin geleceğiyle ilgili öngörülerden değil, kadının çifte sömürülmesinin yaşandığı alanlardan biri olarak aile kurumu içinde, bu sömürünün hangi mekanizma ile sürdürüldüğünden söz edilecektir.
Kadının ezilmesinin koşullarından biri olarak, değiştirilmek istenen aile içi ilişkilerin bugün nasıl örüldüğünü, kurumun nasıl ve neden örgütlendiğini, kapitalizmin, sosyoekonomik koşulların içsel evriminin bir sonucu olarak, giderek kendi sınırlarını zorlayarak, çağdışı bir kurum olduğunu her yönden açığa çıkarsa da aile kurumuna neden ihtiyaç duyulduğunu ^anlamak gerekiyor. Bu yüzden, belirli bir anda gözlemlenen bütün diğer kurumlar gibi aile kurumunu da bu belirli an için geçerli olan üretim ilişkileriyle bağıntısı içinde tanımak önem taşıyor.
Kadının çifte sömürülüşünün bir ucunda, iş yaşamına dair genel sömürüden payına düşeni yaşamak yer alır, diğer ucunda da ev içinde sürdürdüğü faaliyetler aracılığıyla özel bir sömürünün nesnesi haline gelişi bulunur. Kuşkusuz bu iki sömürülme biçimi, birbirinden bağımsız birbirinden yalıtılmış değildir ve yaşamın bütün alanlarına, toplumsal dokunun bütün gözelerine dağılmış, bazen teşhisi kolaylaştıran görünümleri olan bazen kendini kolay ele vermeyen ince ve sinsi yöntemlerle gizlenen genel bir kadın sömürüsünün, genel bir kadın ezilmesinin kaynağında birlikte ve içice bulunurlar.
Her kadın özel ve kişiselmiş gibi görünen birbirinden yalıtılmış yaşam alanlarında yani evlerde bitmek tükenmek bilmeyen bir enerjiyle, her gün aynı işi yapmaktadırlar. Ev yaşamı bütün kadınlar için aşağı yukarı aynı şekilde sürdürülür. Bu aynılığın saptanması çok kolaydır. Ama evdeki küçük ayrıntıların kapitalizmle varolma ilişkisi içinde olduklarını keşfetmek ise biraz daha güçtür. Kadının elindeki toz bezinin, evyedeki bulaşık suyunun simgelediği zararsız ve masum uğraşların ekonomi, politika ve ideoloji ile hiç bir ilgisi yokmuş gibi görünür. Oysa bu masum uğraşların niteliği ve kadının bunlar aracılığıyla dünyayla kurduğu ilişki ekonomi, politika ve ideolojinin çağdaş biçimleriyle çok yakından ilişkilidir.
Kadınların evde, aile kurumu içindeki bütün faaliyetleri kapitalist üretim ilişkilerinin yeniden üretimi sürecine katkıda bulunur. Bu katkı özel bir biçim altında ve özel bir yolla gerçekleşir, kadınlar evdeki faaliyetlerini kadın olmanın doğal bir sonucu, erkekle aralarında kurulmuş normal bir işbölümü olarak algılarlar. Üstelik onlara, ev içindeki ilişkilerin ve kadınca etkinliklerin aile fertlerine karşı duyulan sevginin gerektirdiği önemsiz bir içsel özgeci olduğu öyle çok işlenmiştir ki, kadınların bu ideolojik barikatı aşarak durumlarının bilincine varmaları zorlaşır.
Aile ve kapitalizm arasında yeniden üretime dair bir ilişki kurabiliyorsak bu kavramdan ne anlamak gerektiğini kısaca yinelemek gerekiyor. Marx, Kapitalde “Sermayenin ve özgürleşmiş emek gücünün tarihsel bir olgu olarak ilk kez delirişleri, başka şeylerle desteklenmiş belirgin bir devamlarının olmasını gerektirir bu aynı zamanda da geçmiş üretim şekillerinde olduğu gibi, bu şekil ne olursa olsun sürecin devamlı olması, devresel olarak aynı evrelerden sürüp gitmesi gerekmektedir” der. (Kapital 1 sf; 581) Yeniden üretim biçimsel olarak aynen üretimin biçimsel özelliklerini korur. Bu yönüyle yeniden üretimin koşulları üretimin koşullarıdır. Kapitalizm başlangıçta nasıl modern sınıf ilişkileri ortaya çıkararak var olmuşsa bugün de bu çelişkilere dayanarak ve onları yeniden üreterek ayakta durmaktadır. Ücretlinin “Toplumla ön-varsayılmış ilişkilerinin (tarihsel süreç içinde doğmuş ama geleneksel hale gelmiş) bir yandan emeğin koşulları ile öbür yandan da diğer çalışanlarla ilişkileri içinde özgül, önceden belirlenmiş nesnel varoluş tarzının yeniden üretilmesi” gerekir. Bu gelişimin temelidir. Tersi durum sistemin doğarken ölümü anlamına gelir. Bu konuda sermaye için de aynı şey geçerlidir. Sermaye de kendine içkin özel yasaya göre artmak ve genişlemek eğilimindedir.
Kısaca; kapitalizmin kendi bünyesinde yeniden üretmek zorunda olduğu durum: bir yüzünde sermaye şeklindeki birikmiş emeğe, üretim araçlarına sahip burjuvazinin, diğer yüzünde bütün bunlardan yoksun mülksüz ve sadece emek gücünü satabilecek kadar bir özgürlüğü olan ücretli işçinin yer aldığı madalyondur.
Kadın, cinsiyetine biçilen rol ve ona yüklenen özel işlevle bu üretim ilişkilerinin yeniden üretimine katkıda bulunur. Burjuva aile kurumu kapitalist üretim ilişkilerinin yanı başında organize olurken, sistem içindeki seyri bundan sonra da emek-sermaye kutuplaşmasıyla yazgı ortaklığı içinde sürer.

EMEK-GÜCÜNÜN YENİDEN ÜRETİMİ SÜRECİNDE KADININ EV EMEĞİ
Emek-gücü bir metadır ve bütün metalar gibi üretilmesi için gerekli şeylerle belirlenir. Ama diğer metalardan farklı olarak o canlı bir organizmanın gücü ve bir kapasitesidir. “Belli bir bireyin emek-gücü üretimi, onun kendisini yeniden üretmesinden ya da varlığının devamından oluşur. Bireyin varlığını sürdürebilmesi için belli miktarda geçim aracına gereksinimi vardır. Emek gücünün değeri, emekçinin varlığını sürdürmesi için gerekli olan geçim araçları değeridir”( Kapital 1 sf; 186) Emekçi emek gücünün karşılığında kendi yeniden üretimini sağlayabilmek için ücret alır. Bu ücret ona önce kendi geçim araçları için gereken sonra da artı-değer olarak kapitaliste aktarılacak üretimi gerçekleştirdikten sonra ödenir. Kendi gereksinimlerini bu artı-değeri oluşturma koşuluyla sağlayabilir.
İşçi, iş gücünü satarak elde ettiği kazançla ertesi gün de, işyerinde sağlıklı olarak hazır bulunmayı güvenceler. Emek gücünün yeniden üretimi için gereken koşullar, sadece beslenmeyi değil, toplumsal gelişmişlik düzeyinin gerektirdiği standartlarda barınma, giyinme, ısınma ve eğitim ihtiyaçlarının giderilmesi için gereken araç ve malzemeleri de içerir.
Ayrıca, emek gücü süreklilik kazanmalıdır. İşçi sınıfı sınıfa yeni katılan üyelerle sürekli çoğalmalı, bu kesimin nüfusu artmalıdır. Yani varolan bir işgücü kuşağının yerini bir başkası almalıdır. ” Aşınma, yıpranma ve ölüm nedeniyle pazardan çekilen emek gücünün yerini bir başkası almalıdır.
Hiç değilse aynı miktarda emek gücünün boşalan yeri sürekli olarak doldurması gerekir. Böylece bu özel meta sahipleri soyunun pazarda varlıklarını sürdürebilmeleri için gerekli geçim araçları toplamı emekçinin yerini dolduracak olanların yani çocukların gereksinimlerini de karşılayacak şekilde olmalıdır” (kapital 1 sf; 187)
Kapitalizme ait üretim ilişkilerinin yeniden üretiminin, işçi sınıfının bir sınıf olarak sürekliliğinin sağlanmasını gerektirdiği olgusu bu sınıfın fiziksel çoğalmasını öngörür, “sermaye bu konuda işçi sınıfının üreme içgüdüsüne güvenir”
Emek gücünün yeniden üretiminin bir boyutu, çocuğun doğumundaki biyolojik rolünden yola çıkılarak bakımının da kadının omuzlarına yüklenmesiyle gerçekleşir. Bu yüzden kadının bir ev kölesi haline getirilmesi, yaşamının çocuklarının ihtiyaçlarına bağlanması gerekmektedir. İş yaşamından merkezkaç bir eğilimle dışlanmaya çalışılmasının nedeni de budur. Bu güçlü dalgaya karşın kadını bir başka zorunluluk, geçimini sağlama zorunluluğu çalışma yaşamına iter. O koşullarda bile çocukların nasıl bakılacağı sorununu toplumsal çözümlerden kaçan burjuvazinin siyasal iktidarı yerine aileler kendi olanaklarıyla çözmeye çalışırlar, çocuk bakımının ailelerin özel bir sorunuymuş gibi algılanması gerekmektedir. Çünkü sosyalleştirme harcamaları artı-değer miktarını tehdit etmektedir.
Feodal toplumsal örgütlenmede ev hem bir üretim hem de tüketim ünitesidir. Kadının Üretim ve yeniden üretimdeki işlevi birbirinden ayrılmamıştır. Kapitalizm ise, üretimin ev dışına çıkmasıyla birlikte üretim ve yeniden üretim süreçlerini birbirinden ayırır. Kadına ağırlıklı olarak emek gücünün yeniden üretiminden sorumlu olmak bırakılır. Kadının Emek gücünün yeniden üretimi sürecindeki rolü, sadece, çocukların bakımı, eğitilmesi, işçi sınıfının bir sınıf olarak idame etmesini sağlamak değildir.
Kadın, kendisi çalışıyorsa kendisinin de, ama daha çok erkek işgücünün ertesi gün işyerinde dinlenmiş ve yenilenmiş olarak bulunabilmesinin koşullarını hazırlar. Erkeğin aldığı ücret bu bakımdan kadının gereksinimlerini de karşılayacak miktarda tutulmalıdır.
Kuramsal olarak kapitalizm, kadının her koşul altında ağırlıklı olarak emek gücünün yeniden üretiminden sorumlu tutulmasını öngörür. Ama durum her zaman bu biçimde gelişmez. Çok uzun zamandan beri kadınlar ev dışında varlık göstermenin olanaklarını arıyorlar daha doğrusu buna zorunlu kalıyorlar. Kapitalizmin onmak bilmez krizi zaman zaman kadınları kitlesel olarak iş yaşamına sürüklüyor, görece iyi zamanlarda ise kadınların eve dönmesi gerektiğine ilişkin ideolojik bombardımanlara başlanıyor ve kadının ev kadınlığı kimliği ve analığı ısrarla vurgulanıyor. Ancak her halükarda kadın, hangi kariyerde bulunursa bulunsun, hangi işi yaparsa yapsın öncelikle ev kadını ve annedir. Ona dışarıda çalışma hakkı bu işlevleri de yerine getirmek kaydıyla tanınmıştır sanki. Ancak ortalama yaşam standartlarının çok altında bir yaşam sürdürmek zorunda kalan işçi sınıfının kadınları için, her şeyi birden yapma ayrıcalığı bile yoktur. Onlar için çalışmak çocuklardan ciddi ve zorunlu bir fedakârlık, annelik üzerine yapılan burjuva edebiyatının yaygın bir kamuoyu oluşturması nedeniyle de bir vicdan azabıdır. Toplumsal bakım olanaklarından yoksun binlerce çocuk, ancak karın doyurmaya yetecek üç kuruş para kazanmak için saatlerce çalışan kadınların iç sızıları eşliğinde sokakta büyür.
Burjuvazi, sanayi devriminin hemen sonrasında ev dışına çektiği kadınları, sınıfın bekası için eve geri gönderirken geçimlerini kocalarının üzerine yıkmıştı. Sonraki refah dönemlerinde de bu yöntemi izledi. Bugün ise artık bir kişinin kazancıyla bir ailenin geçimi sağlanamıyor. Burjuvazi iş yaşamında kadını da erkek gibi, üstelik çifte standarda tabi tutarak sömürüyor ve bir kişilik ücretle iki kat artı-değer elde ediyor. Kimi zaman kadını eve dönmeye zorlayarak, kimi zaman da fabrikalara kitleler halinde çekerek onlardan her an elinin altında bulunan bir yedek işgücü ordusu olarak yararlanabilmesinin, erkek işgücü karşısında bir rekabet ve tehdit faktörü olarak kullanabilmesinin koşulu da kadının emek gücünün yeniden üretimindeki vazgeçilmez konumudur. Kadının emek-gücünün bedelinin yani ücretinin de neden düşük tutulduğunu bu formül açıklar.
Kadın emeği sürekliliği olmayan bir emektir, aslolan erkek emeğidir, kadının çalışması aile bütçesine “katkı”da bulunma amacını taşır. Birçok ailede kadının çalışması olmazsa olmaz bir zorunluluk haline gelmişse de, burjuvazi böyle bir bilinçaltı oluşturmuştur, ideolojik söylem kadın faaliyetinin geçiciliğini ve ikincilliğini ısrar ve özenle vurgular.
Lise Vogel Marksist Teoride Kadın adlı yapıtında “Burada kadın ve erkeğin gerekli iş ve iş fazlası ilgili farklı rollerle görevlendirilmesinde cinsiyete göre emek ayrımı için bir neden bulunduğu açıktır. Kadının rolü, gerekli iş sürecine katılımında ve özellikle çocuk yetiştirme sorununda daha fazla olan sorumluluklarıyla farklıdır” diyor, kadını üretimden kopmaya, kopmasa bile acılı bir süreç yaşamaya zorlayan koşullar erkeğin kendisi için zorunlu emeğinin sınırlarını genişleterek, sınıflı toplumda bağımlı sınıfın ailesi “gerekli iş sürecinin devamı ve yenilenmesinde başlıca toplumsal bir birim haline gelir.” (Vogel sf; 146)

EV EMEĞİNİN NİTELİĞİ
Sıradan kadın için evde yaşanan her şey özel ve kişiseldir. Bu özel ve kişisel nitelikteki ilişkilerin, “kadına fedakarlıklar”ın altında kapitalizmin ve genel olarak sınıflı toplumun olduğu saptaması bu kadınlar için yadırgatıcı bir tavır, fesatça bir kuruntu gibi görünebilir. Oysa, kapitalizm denince kadınlar için akla gelebilecek kötülükler onların yedek işgücü ordusunu oluşturmaları, düşük ücret alıyor olmaları, fuhuş ve sefalet gibi hemen görünen olgular değildir sadece, kadınların her gün yaptıkları “zararsız ve masum” uğraşlar sermaye düzeninin kadınlar için sunduğu bütün öteki kötülüklerin yanı başında yer alır. Bunlar, yedek işgücü ordusunun yedekte beklerken neyle iştigal ettiğini, kapitalist üretim ilişkilerinin yeniden üretimine nasıl katkıda bulunduğunu, yedekte beklemediği zamanlarda ise nasıl iki kat daha fazla sömürülmesine imkân yarattığını açıklar.
Meta üretimi sürecinde harcanan zorunlu emeğin iki unsuru vardır. Birincisi, işçinin kendisinin geçim araçlarını üretmek için harcadığı emek diğeri de ev kadınının evde harcadığı emektir. “Harcanan emek kapitalist üretimin dışındaki bir emektir ve zorunlu emeğin görünmeyen bileşenini oluşturur. Emek gücünün çoğalımı için her iki bileşen de zorunludur. Emek karşılığında alınan ücret, işçinin mal satın almasını sağlar, ama ek bir emek olan ev emeği bu malların tüketilmesinden önce yapılması gereken iştir. Ayrıca emek gücünün yeniden üretilmesinde, kuşaklarla çoğalma olgusu cindeki süreçler de ev emeğinin bir parçasıdır. O halde artık emek ve-zorunlu emeğin iki yönlü olduğu söylenebilir. Artık emekle zorunlu emeğin ayrımı ücret sistemi ile örtbas edilmiştir. Öte yandan zorunlu emeğin ikinci bileşeni olan ev emeği ücretli emekten ayrılır.” (Vogel sf; 152)
Biyolojik yeniden üretimde olduğu gibi, emek gücünün günlük ihtiyaçlarını sağlayarak fiziksel olarak yeniden üretiminden de kadın sorumludur. Kapitalizmin kadını ev işi yapar konumda bulundurmak istemesi kimseyi yadırgatmamalıdır; Bu faaliyet burjuva düzenin dayanak noktalarından biridir.
Sermayenin bir parçası olan ücretli işçinin bütün gün çalıştıktan sonra gelip evde ev işleri yapar konumda kalması tercih edilecek bir durum değildir. İşçi, ertesi gün işyerinde sağlıklı olarak bulunabilmek için gerekli dinlenme süresinde başka işler yaparak yorulmamalıdır. Böyle olduğu takdirde, iş gücünden burjuvazi için azami kar sağlanamaz. Çünkü ev işi, işçinin artı-değer üretimine katkısını azaltır. Dolayısıyla da sermaye birikimini olumsuz etkiler, onunla çelişir. İşçinin bütün enerjisi burjuva için yapılan üretime ait olmalıdır. İşçi iş saati sonunda eve gelip de ev işleri yapmak durumunda kalırsa ücretli emeğin enerjisini harcamış olacaktır. Eğer ev işleri önceden yapılmış olup da dinlenme zamanları için konforu sağlanmış olursa; hazır yemek bulup, iyi ısıtılmış bir eve gelirse ücretli emeğin kapasitesi de daha yüksek olacaktır. Erkek işçi bu konforun karşılığında ücretiyle karısının geçimini de sağlamakla yükümlü olacaktır.
Kadınların evde yaptıkları işler, sermaye birikimini dolaylı olarak etkiler. Dolaylılık, evde yapılan işlerin toplumsal üretimin dışında olmasından kaynaklanır. Kapitalizmin karakteristiği meta üretimi temeline dayanmasıdır. Ev emeği ise meta üretimi sisteminde görülen diğer emek türlerinden farklıdır. Evde harcanan emek için para alınmaz, evde üretilen ürünlerin değişim değeri de yoktur. Dolayısıyla evde harcanan emek meta üretmez. Ama emek gücünün ertesi gün yeniden pazarda yerini alabilmesi için yapılması gerekir.
Emek sermaye kutuplaşması, kutupların birbirleriyle varolma ilişkisine girdikleri bir kutuplaşmadır. Emek gücünün yeniden üretimi süreci sermaye birikiminin de koşuludur. Bu yüzden kadının sosyal üretimdeki emeği gibi kadıncıl işler arasında harcadığı emek de kapitalizmin destek direğidir.

EV EMEĞİNİN DİĞER SONUÇLARI
Emek gücünün yeniden üretimi işlevinin aile kurumu içinde görülüyor olması sermayenin bir başka açıdan, bir kez daha işine yarar. Her gün ayrı ayrı evlerde birbirinin aynı olan bitmez tükenmez yorucu ve barbar işlerin yapılıyor olması kadınları bu işleri kolaylaştırıcı olanaklar aramaya sevk eder. Bu yüzden de ev işlerini kolaylaştırıcı cihaz ve mekanik aletlerin iyi bir pazar olduğunun keşfedilmesiyle burjuvazi bu alana yatırım yapmaya yönelir.
Parasal karşılığı olan hiç bir değer üretmeyen ev işlerinin toplumsallaştırılması burjuvazi için pahalıya mal olan, elde ettiği artı-değer miktarından feragat etmesini gerektiren bir sosyal hizmet olacağından bu yol şimdiye kadar kapalı tutulmuştur. İhtiyaçların ev dışında topluca giderilebildiği kurumlar yine de vardır ama bu kurumlar özel ve kişiye ait işletmeler olup kar amacını güderler ve hizmetlerini para karşılığımda sunarlar. Üstelik yaygın da değildirler. Dolarıyla herkesin kolayca ulaşabileceği bir yakınlıkta değil de parası olanların yararlanabileceği uzaklıkta bulunurlar. Gereksinimlerin aile kurumunda karşılanması; yemeğin evde yapılıp yenmesi, çamaşırların evde yıkanması, çocukların evde bakılması ücretlinin bütçesine de uygundur. Ancak bu koşullarda emek gücünün günlük yeniden üretim maliyeti en düşük sınırda tutulabilir.
Kadınların iş yaşamına katılarak ev işlerinin onların biricik uğraşları olmaktan çıkması ama diğer yandan da bu işlerden hala sorumlu tutuluyor olmaları, ev işlerinin daha az zaman alan daha az emek harcanan etkinlik düzeyine getirilmesini zorunlu kılar. Bu evrede, birçok mekanik aygıt ve makine evlerde yerini almaya başlar.
Henüz yüzyılın başında, problem olan ev işleri bugün oldukça kolaylaşmıştır. O zamanlarda, kadınlar çamaşır yıkamak için önce kendi çabalarıyla evde sabun üretmek, bahçelerde ateş yakarak su ısıtmak ve tabi, suyu uzak bir yerlerden taşımak sonra da leğenin başına oturup iki büklüm iş görmek zorundaydılar. Bu kadınların çektiği sıkıntılar bugün bize ne kadar uzak gelir. Şimdi artık her orta sınıf ailenin evinde taksitli satışlardan edinilmiş, tek bir düğmeye dokununca bir dolu çamaşırı kendi kendine yıkayan çamaşır makinaları bulaşığın yağını pisini dert olmaktan çıkaran bulaşık makinaları, ve tozla savaşmak için elektrikli süpürgeler, aspiratörler var: Teknoloji kadınlar için her gün yeni doyum olanakları yaratarak gelişiyor.
Ev işleri makina sesleri eşliğinde daha kısa zamanda yapılır hale geliyor, kolaylaşıyor. Bundan en çok pratik çıkar sağlayan çalışan kadınlardır. Çünkü onlar, erkekler gibi yani kocalan gibi dışarıda günün büyük bir bölümünü çalışarak geçirseler de, akşam eve gelip ev işleriyle uğraşmak aile bireylerinin gereksinimlerini karşılamak zorundadırlar. Erkek eşlerin kadınlara yardım etmesi tamamen onların gönüllülüklerine bırakılmıştır. Üstelik evde “kadın işi” yapan erkek, kamuoyunun eleştirel yaklaşımını göze almaya incitici sözlere göğüs germeye hazır olmalıdır.
Ev cihaz ve makinalarının ev kadınlarına da, kendilerine başka uğraş alanları yaratabilmeleri bakımından zaman kazandıracağı sanılır. Gerçekte ise böyle olmaz. Çünkü işler bu aletlerle kolaylaşmış olsa da bütünüyle ortadan kalkmamıştır. Ayrıca kadına ilgisini yöneltmesi için sunulan seçenekler o kadar sınırlı ve yollar o kadar kapalıdır ki, kalan enerji yine ev içinde yapılan önemsiz küçük işlere dağıtılır. Kadıncıl işler bir türlü yakayı bırakmaz. Daha sık çamaşır yıkanıp daha çok ütü yapılır, daha çok dantelâ ve yün örülür. Koşullar uygunsa iki yerine üç çeşit yemek yapılıp, yeni edinilmiş tariflere göre pasta ve börek çeşitleri denenir. Ve elbette zaman yine de artıyordur, Bu yüzden de bir evden çıkılıp başka evlerde periyodik olarak düzenlenen kadın toplantılarına “günlere gidilir. Günler için çeşit çeşit ikramlar hazırlanır. Ertesi gün de yapılacak iş çıkmıştır: Konukların geride bıraktıkları pisliklerin temizlenmesi saatleri alır. Sonuçta ev işleri hiç bitmez ve elde ne kadar zaman varsa o zamana yayılır.
Elektrikli ev aletleri evlere girinceye dek kadın psikolojisi üzerinde bir dizi işlem yapılır. Kadınlar her yeni üretilen alet ya da eşyayla reklâmlar aracılığıyla tanıştırılır. Kadın psikolojisinin yeni malzeme ya da marka için hazırlanması işlevini gören reklâm kampanyalarında; ev kadınlığının kendisi çağdışı bir kurum haline gelmişken, kadınlar, “çağdaş ev kadını” olmaya özendirilir. Onlara, eve girecek olan her aletle yaşamlarına yeni bir mutluluk öğesi katılacağı, yuvanın ve kadının modern bir görünüm kazanacağı empoze edilir. Milyonlarca lira harcanarak hazırlanan reklâm kampanyalarında ev kadınlarının kendilerini özleştirmeleri salık verilen model kadınlar ya bir ev cihazını ya bir deterjanı ya bir margarini ya da bir başka türden eşyayı tanıtırlar^ Bu model kadınlar şık giysileri, bakımlı saçları ve makyajlı yüzleriyle bulaşık yıkarlar yeni marka bir fırında yemek pişirirler, yeni bir deterjanla lavabo ovarlar. Çağdaşlık bu markalara sahip olmanın yanı sıra, bütün bu pis işlerin altından bakımlı ve bozulmamış bir makyajla çıkabilmektedir. Öyle ya çağdaş bir ev kadını aile bireylerine daima güzel, sağlıklı ve bakımlı görünmelidir. Ev kadınları bunun öyle olmasının ne kadar zor olduğunu kendi yaşam biçimlerinden dolayı çok iyi bilmektedirler oysa. Kendi pratikleri model kadınlarınkine benzemez. Benzemezlik karşısında sistem onların kendi kadınlıklarını yaşayış biçimlerinden eziklik duymalarını bekler. Ezikliği, reklâmı yapılan isala alıcı olarak yönelmekle ödünlemek olanağı vardır ama.
Yeni bir aletle çağdaşlaşacağına inanan kadın, bu aleti edinir edinmez büyük bir güven duygusu kazanmalıdır. Çünkü ev işleri için sekiz yaşındaki bir çocuğun zekâ düzeyi yeterli olacağı halde bu işleri gerektiği gibi yapmamış olmak kuşkusu kadınların yakasını bir türlü bırakmaz. Örneğin küçük çocuğuyla yeterince ilgilenemediğini düşünür, onun için iyi bir anne olamadığına hayıflanır, içsel bir huzursuzluk duyar. Yeni bir alet ve makina ona çocuğuna ayırabileceği zamanı kazandıracaktır. Son zamanların gözde markasının reklâm programlarında küçük bir çocuğun sesinden sunulan “annem bana kalır, sevgiye zaman kalır” sloganının kullanılması rastlantı değildir. Üzerinde işlem yapılan kadın psikolojisi çok iyi yakalanmıştır ve bu reklâm aracılığıyla yeniden üretilmektedir.
Kadınlara küçük bir kız çocuğu oldukları zamandan başlayarak yetersiz ve yeteneksiz oldukları aşılanır. Kadının kendini ifade edebileceği tek alan ev ve ailedir. Yetenek ve yaratıcılık ise kendini ancak bu alanda tanımlayabilir ve bu sınıra sıkışır. Onlar kamusal yaşamdan özgüvenleri zedelenerek dışlanırken her kadının kendi kalesi demek olan evinde yapacağı küçük küçük keşifler, buluşlar dışa kanalize olamamış kadınca yaratıcılığın tezahürü olarak görülür ve yüklendirilir. Bu yaratıcılık dışarıda kullanılabilecek, geliştirilebilecek yeteneklerin yerine geçirilir. Piyasada satılan çeşit çeşit ev malzemesinin keşfedilmesi, özel bir tanesinin diğerlerinden ayırt edilişi kadınca iş bilirliğinin geliştiğinin göstergesi olmaktadır. Ve her bir firma kendi ürünü için bu anlayışı işleyerek tanıtım yapar.
Pis, barbar ve köreltici ev işlerine karşı kadınların sevgi duyması, iş yapmaya istekli olmaları gerekmektedir. Bu, aile düzeninin sürüp gitmesi, statükonun korunması için kaçınılmazdır. İdeolojik süreç burada ev işlerinden hoşlanmayan kadınların kadınlıklarını kuşku konusu yaparak işler. Her kadının doğuştan ve doğal olarak ev işlerinden haz aldığı öyle kesin bir doğruluk taşır ki, tersini düşünen kadınların kendileri bile o kötücül suçluluk duygusundan kendilerini kurtaramazlar. Kadınların ev işlerinden hoşlanır konumda tutulabilmeleri için onlara işin sunduğu eğlence olanakları tanıtılır. Ev işi özel uzmanların geliştirilebileceği zengin bir alan görünümüne girer. Kadın öteki kadınların bilmediği kendine ait özel yöntemler geliştirebilmelidir. Örneğin “çamaşır yıkarken, renkli çamaşırlar içiş, bile, biraz aklandırıcı çamaşır suyu kullanırım… böylece çamaşırlar daha temiz oluyor” (Kate Millet) gibi buluşları olabilmelidir.
Ev hayatının küçük ve önemsiz ayrıntıları bütün zamanını alır. Bütün dünya bu ıvır zıvır işlerle kaplanmış olduğuna göre sohbetlerin konusu da hiç bir zaman bunların dışına çıkamayacaktır. İş yaparken bulunan küçük sırlar “püf noktaları” kadın sohbetlerinde keyifle aktarılır.
Ev işlerinin her bir kadın için yeterince iyi yapılıp yapılamadığının ölçülmesi için özel bir kontrol mekanizması da gelişmiştir. Bu mekanizma dedikodudur. Her kadın komşusunun ve yakınlarının kontrolörlüğünü üstlenir ve kadın meclislerinde silinmeyen tozların, temizlenmeyen aynaların, kirli lavabo ve havluların konusunu eder, komşusunun balkonda asılı çamaşırlarına bakarak yeterli beyazlığı sağlamakta başarılı olup olmadığına dair not verir.
Kendisi de diğer kadınların gözlerini üzerinde hissettiğinden daima titiz ve dikkatlidir.

Eylül 1992

‘Sağlık reformu’ ve Sosyal Devlet

Seksenli yıllar boyunca zaman zaman gündeme getirilen, gündeme geldiği günlerde sağlık emekçilerini ve onların içinde bulundukları örgütleri tedirginliğe sokan “sağlıkta reform” tartışmaları yeniden başlatıldı. Eğer, Sağlık Bakanlığı “reform” önerilerine yönelik tepkileri savuşturabilirse, Sağlık çalışanları bu bilmem kaçıncı kez hortlatılan, yeniden ısıtılarak ortaya sürülen tehdidi bu kez atlatamamış olacaklar. Bunun gelip geçen bir dalga olduğunu düşünüp yükselen dalganın yumuşayarak geri çekilmesini derin bir nefes almayı umarak bekleyemeyecekler. “Daha öncekiler de denedi, bundan bir şey çıkmaz, uygulanması zor, bu yüzden yapamazlar” rehavetine düşen sağlık örgütlerinin şimdilik görünür bir tepkide bulunmamalarının, Tabip Odalarının kırılan kolu yen içinde tamir etmeyi uygun görerek, diplomatik girişimlerle sorunu çözmeye çalışmasının bu dalganın geri çekilerek tasarının iptal edileceğini ummakla ilgisi var. Zaten itirazlar, ağırlıklı olarak, Sağlık Bakanlığı tarafından hazırlanan “Ulusal Sağlık Politikası Taslak Dokümanında unutulan ve söz edilmeyen hususlar işaret edilerek “bunlar niye yok” deme noktasından daha uzağa gidemiyor. Türk Tabipler Birliği Merkez Konseyi’nin yayınladığı değerlendirme raporunda, reform paketine olduğu gibi karşı çıkılsa da, alternatif olarak bir şey sunulamıyor ve yeni dalgaya karşı mevcut durum savunuluyor. Tek tek tabip odalarının durumları ise daha kötü. Sağlık çalışanlarının örgütlendiği sendikalar ortaya çıktıklarından bu yana “Özelleştirmeye Hayır” sloganını atıyor olsalar da, özelleştirmenin takvim belirlenerek daha başka şeylerin yanı sıra dayatıldığı bu günlerde talep, “Grevli toplu sözleşmeli sendika hakkı” üzerine yapılan vurgu içinde eriyor ve sendikal mücadelede dişle tırnakla söke söke kazanılan mevzileri yitirme tehdidi altında tutan yeni durum yeterince idrak edilemiyor.
Sağlık hizmetlerinin reforma tabi tutulması ile ilgili ilk girişimler bundan on yıl önce, ilk cunta hükümeti Bülent Ulusu hükümeti tarafından gündeme getirilmişti. Sonra, her nedense geri çekilerek beklemeye alındı. Sağlık hizmetlerinden asgari düzeyde bile olsa yararlanma işçiler ve emekçiler açısından her zaman bir ızdıraptı ama önerilen reformun mevcut durumu aratmaması için gereken ön hazırlıklara ihtiyaç vardı. Bülent Ulusu hükümetinin her türlü örgütlü karşı çıkışların tehdit edildiği, muhalefet odaklarının susturulduğu, kendileri için şanslı sayılabilecek bu dönemi değerlendiremeden geçtiğini, hani neredeyse bir aymazlık durumuna girdiğini düşünmek doğru değil. “Reform”un kısaca onlar için de miadı gelmemişti. Kısmi özelleştirmeler ve kamuoyu oluşturma çabalarıyla bu uygun zaman beklendi. İkinci kez, ANAP hükümeti döneminde bir yasa tasarısı hazırlandı. Halil Şıvgın bu tasarıyı tartışmaya açtı. Bu ikinci dalga da gücünü yitirerek geriye çekildi. Şimdi aynı senaryo bir kez daha oynanıyor. Bu kez Koalisyon hükümeti soruna el attı ve on yıllık sancıdan sonra bu sorundan bir an önce kurtulmak istiyor.

REFORM PAKETİNDE NE VAR
Türkiye halkını sağlıkta reform iddiaları altında nelerin beklediği hemen hemen hiç bir basın organının gündemine giremedi. Bu konuda haftalık haber dergisi Gerçek’te yayınlanan bir araştırma dışında günlük ya da haftalık basında herhangi bir bilgiye rastlanmadı. Çoğu kez gazeteler ve renkli boyalı haftalık dergiler, Bakan Yıldırım Aktuna’nın cinsel tercihlerini ve aşklarını daha çok ilgiye değer gördüler ve sayfalarını bunun için açtılar. Popülize edilmiş bakan profilinde hastanelerde parası olmadığı için rehin tutulan, ya da aynı nedenle tedavi göremeyen insanların, bir reçete yazdırabilmek için SSK koridorlarında sabahın köründe sıraya giren, yine de SSK’nın içinde bulunduğu herkesçe malum durumdan dolayı ilacını alamayan hastaların acıları utanmazca eritildi. Patlama noktasına gelen öfkeler ise, onmaz bir hastalığa tutulan ve yurt dışında tedavi görebilmesi gereken çocuklar için gazetelerde açılan bağış kampanyalarıyla yatıştırılmaya çalışıldı. Sağlık, kişisel bir sorun gibi ve çözümünde de herkesin kendi başının çaresine bakması gereken özel bir durum olarak görülsün isteniyordu, bu problemin kamusal yanı kişilerin gönüllülüklerine bağlı olarak katıldıkları kampanyalara sıkıştırılıyor, sağlık hizmetlerinden yararlanma konusunda kişinin yalnız kalmasının doğal, tersinin ise, rastlantısal olduğu izlenimine katkıda bulunuluyordu.
“Reform’cular tarafından bütün bu mevcut durumdaki rahatsızlıklar baz olarak alındı. Buraya kadar, yani mevcut durumun eleştirisinde herkes hemfikirdi. Genel Sağlık Sigortası ve Aile Hekimliği gibi kulağa hoş gelen kavramlarla da önerilen durum için destek alınabileceği umulmaktaydı. Oysa önerilen yeni durum, sağlık alanındaki problemleri derinleştirmekte ve bugünkü durumdan daha geri bir noktaya savurmaktadır.
“Ulusal sağlık politikası” adıyla lanse edilen bakan imzalı çalışmada -ki bu dokümanın altında görünmeyen imzalardan, dokümanın asıl sahiplerinden daha sonra söz edeceğiz- sağlık alanındaki düzenlemelerin, üç sacayağı üzerinde durduğu görülüyor. İlk ikisi, az önce sözü edildiği gibi Genel Sağlık Sigortası ve Aile hekimliği üçüncüsü ise Özelleştirmedir. Bunların her biri diğer ikisinin varlığını şart koşuyor. Tek başına aile hekimliği, eğer özelleştirme ve genel sağlık sigortası düzenlemeleriyle desteklenmemişse hiç bir işlerliğe sahip değildir.
Genel Sağlık Sigortası şimdiye dek sağlık harcamaları için bütçeden yüzde üçten fazla pay ayırmamış devleti, bu kamburdan da kurtarmayı hedefleyen bir finansman sistemidir. Öyle görülmesi istendiği gibi; kişilere genel bir sağlık sigortası kapsamında parasız ve her istenildiği zamanda sağlık hizmeti verilmesiyle bir ilgisi yoktur. Finans kaynağı olarak yine her zamanki gibi işçi, memur ve diğer çalışanların ücret ve maaşlarından yapılacak ek kesintiler görülmekte ve bu prim adı altında toplanacak yeni vergileri ödeyemeyecek durumda olan işsizler ve teknik bakımdan prim toplamanın güç olduğu yoksul köylüler için de yine bir havuzda toplanan sağlık primlerinden yararlanılacağı söylenmektedir. Durum bu olduğu halde; devlet artık sağlık harcamaları için bütçeden herhangi bir fon ayırma zahmetinden muaf tutulduğu, havuza prim aktarmış emekçiler kendi primleriyle diğer yoksul kesimin de sağlığının teminatı olarak görüldüğü halde, bu kesimin sağlık harcamalarının devlet tarafından finanse edilmiş olacağı propaganda ediliyor.
Hastaların her birini asgari birer yıl süreyle başka hiç bir hekime başvuru hakkına sahip olmadan bir hekime bağlayan, dolayısıyla insanın bedensel sağlığını bir kişinin iradesine bağımlı kılan aile hekimliği uygulaması ise finansmanın bu biçimde sağlandığı sağlık hizmetlerinin tamamlayıcı unsuru. Bu konuda da birçok hekim, hastayla arasında para sohbetinin geçmeyeceği güvencesiyle kandırılıyor. Gerçekten de, doktorları -Tabi bazılarını- hekimlik etiği bakımından sağlığın alınır satılır bir meta olarak işlem görmesi zor duruma sokuyor, bu yüzden aile hekimliğinin kendilerini ahlaki bakımdan temizleyeceğine inananların sayısı hiç de az değil. Söz konusu olan hekimlik etiği için aile hekimliğinin ahlaki deformasyonlara daha fazla açık bir alan olduğunu görmekte şimdilik zorlanılıyor. Aile hekimliği kurumu, sağlık hizmetlerinin içinde az da olsa rastlanan bazı ahlaki normları bu alanın tamamen piyasa kurallarına açılmasıyla tehdit ediyor. Her bir hekim bugün sağlık ocaklarının görmekle yükümlü olduğu temel sağlık hizmetlerinden ve bir takım koruyucu sağlık hizmetlerinden ve ana sağlığı hizmetlerinden tek başına sorumlu tutulacak. Bu sorumluluğu yerine getirirken de, kendi adına açtığı aile hekimliği muayenehanesinde bakanlığın öngördüğü asgari düzeyde, fiyatları yüz milyonları bulan cihazlara sahip olmak zorunda bırakılacak. Yanında çalışan yardımcı sağlık personelinin maaşlarını kendi ödeyecek, içine girdiği bu maddi yükün altından kalkabilmek için hekimlik etiğini piyasada her gün bir kez daha satacak. Genel sağlık sigortasından biraz daha para alabilmek için hastasından gereksiz laboratuar tetkikleri isteyecek, gereksiz müdahalelerde bulunacak, daha çok reçete yazacak. Burada hakkını teslim etmek gerekiyor ki; Ulusal Sağlık Politikası, hastaları bu duruma karşı koruyucu bir mekanizma öneriyor, aile hekimine yılda üç kez başvurulabilecek. Dördüncü kez hastalanmışsanız, kronik bir rahatsızlığınız varsa şansınıza küsmeniz gerekiyor.
Hekimlik etiği bir kez daha vuruluyor: Taslak dokümanda “iyi hekim” diye bir kavram kullanılıyor. Her üç bin kişinin bağlandığı aile hekimini hastalar bir yıl sonra isterlerse değiştirebilirler. Hastaların değiştirme ölçüsü bir metanın aynı türden diğerine tercihindeki ölçütler, piyasa kurallarına göre neyse o olacağı için, hekimleri de piyasanın kuralları içinde rekabet ve reklâmcılık bekliyor. Mesleki dayanışma duygusundan yoksunlaştırılmış ve atomize edilmiş binlerce doktor muayenehane açmak için girdiği onca kredi borcunu öderken hasta kaybetmemek amacıyla şekilden şekle girecek, meslektaşının kuyusunu kazacak, hastasına yalan söyleyecek. Aile hekimliği muayenehanesinde çağdaş teknolojinin düzeyine uygun tıbbi cihazları bulundurduğu ölçüde “iyi hekim” sayılacak. Çünkü iyi hekimin piyasa karşılığı bu. Bu nedenle On bin kişi için bir tek ultrason yeterliyse şimdi her muayenehaneye bir tane satmak için medikal tekeller harekete geçmiş durumda. Hekimler arasında şu anda varolan statü farklılığını ve sınıfsal ayrımları derinleştirecek olan, bunu yaparken de birçok sağlık emekçisini işsiz bırakacak olan bu uygulamanın mihnetini elbette emekçiler yaşayacak: sağlık hizmetlerinin maliyeti arttıkça ya primlerin miktarı arttırılacak ya da ek bir ücret ödeyecekler.
Genel Sağlık Sigortası’nın bir finansman kuruluşu olarak sağlık hizmetlerini vermesi zaten düşünülmüyor, sistem bu hizmetleri prim sahibi adına, özel sağlık kuruluşlarından satın almayı öngörüyor. Bu konuda da bir kısıtlama var tabi ki. Hangi sağlık hizmetlerinin satın alınacağı dokümanda açıkça belirtiliyor. Aile hekimleri birinci basamak sağlık hizmetlerinin ancak bir kısmını görebilecekler. İkinci basamak sağlık hizmetleri için yine, özelleştirilmiş daha büyük kuruluşlar, yani hastaneler devreye girerken aile hekimleri bu durumlarda sevk merkezleri olarak çalışacaklar. Koruyucu sağlık hizmetleri özel muayenehanelere bırakılıyor ama bu para getirmeyen işlere hekimlerin pek de gönüllü olmayacaktan “reform”un mantığından çıkıyor. Hastalar birinci basamak sağlık hizmetleri kapsamında görülmeyen bazı rahatsızlıklar için doğrudan bir para ödemesinde bulunacaklar, “maliyete katkıda bulunmaları” gerekli görülüyor çünkü.
Ulusal Sağlık Politikasının üçüncü ayağı olan özelleştirme ise yukarıdaki tabloyu tamamlıyor. Sacayağının diğer iki ayağının tersine özelleştirme, yeni bir olgu değil. Hastaneler en alt düzeydeki hizmetlerinden başlamak üzere zaten özelleştirilmeye başlanmıştı. Temizlik hizmetleri, hastalara verilecek diyet yiyecekler özel şirketlere ihale edildi. Birçok hastanede bakanlığın bütçesinden sadece üst düzey sağlık personelinin maaşları ödeniyor. Döner sermaye sistemiyle de buradan gelen gelirin önemli bir bölümü hastane bürokratları tarafından paylaşıldıktan sonra kalan kısımla hastane giderlerinin bir kısmı görülebiliyor. Mevcut resmi hastanelerin yanı sıra giderek artan oranda açılan özel hastaneler ve birinci basamak sağlık hizmeti veren ve az da olsa daha komplike tedavileri de yapabilen özel poliklinikler, son on yılın fenomeni olarak, özelleştirmenin önemli bir bölümünün tamamlandığını gösteriyor. Türk Tabipler Birliği Merkez Konseyi’nin hazırladığı raporda sağlık hizmetleri için kullanılan kaynakların yüzde 34’ünün devlet kökenli olduğu, yüzde 17’sinin sigorta kuruluşlarından geldiği ve yüzde 49’unun da kişisel harcamalardan oluştuğu belirtiliyor. Harcamaların yüzde 60’ı ise özel işletmelerin kasasında toplanıyor ve kamu yönetimindeki sağlık kurumları finansmanını giderek daha fazla kişisel harcamalardan ve sigorta fonlarından sağlıyor. 1980’den bu yana tüm sağlık harcamaları içinde devlete ait harcamalar yüzde 66’dan 51’e düşmüş ve yine aynı dönemde özel harcamalarda yüzde 65 oranında artma olmuştur. Bu rakamlar da gösteriyor ki, sağlık hizmetleri giderek daha çok devletin elini çektiği bir alan haline geliyor ve özelleştirme konusunda epey yol kat edilmiş bulunuluyor. Son on iki yılda giderek artan özel sağlık harcamalarının tümü muayenehaneleri de kapsayan özel sektöre akmıştır. Üstelik kamu hastaneleri ve SSK da özel sağlık kuruluşlarına kaynak aktarır hale gelmiştir. Sağlık alanında özelleştirme konusunda verilen takvime göre bu işlem 1992’de başlatılıp 95’te tamamlanacak.

SOSYAL DEVLET NEREYE
Türkiye’de ilk sosyal güvenlik kurumu 1946’da kuruldu. O zaman henüz sosyal güvenlik kapsamına çalışanların sadece hastalık sigortaları almıyordu. Daha sonraki yıllarda kapsam genişletildi, eş ve çocuklar, daha sonra da anne babalar bu kapsama alındı. SSK’nın kurulması da bu zincirin bir halkasıdır. 196l’de 224 sayılı yasayla yaygın sağlık ocaklarının kurulması öngörülür ve bu kurumlarda ücretsiz birinci basamak sağlık hizmetlerinin verilmesi teminatı verilir.
Türkiye’de 1946’da başlayan sağlık sigortacılığı Avrupa’da ve Amerika’da ikinci savaş ertesinde uygulanmaya başlayan sosyal devlet anlayışının yansımasıdır. Türkiye burjuvazisinin sosyal devletçiliği, emperyalistlerin ona biçtiği diğer her türlü rolde olduğu gibi “Bon pour L’Orient”tir. Yani Sosyal Devlet Türkiye’de, Avrupa’da olduğu gibi bütün kurumlarıyla uygulanmaz, güdük kalır.
İkinci emperyalist savaştan utkuyla çıkan Sovyetler Birliği, Nazi ordularını Berlin’e dek kovalayıp geçtiği her yerde Faşist Hitler çizmelerinin ezdiği topraklarda yaşayan halkların sempatisiyle karşılanmıştı. Bu sempatide kuşkusuz faşizmin açık işgaline ve işgal tehditlerine karşı bu ülkelerde mücadele eden en önemli, çoğu kez tek güç olan komünistlerin payı vardır. İkinci savaş sonrasında birbiri ardından kurulan halk demokrasileri, sosyalizmi Sovyet ülkesinin en ileri emperyalist ülkeye yetişmiş ekonomik düzeyi ile birlikte, yüzölçümü büyümüş bir yeryüzü ülkesi haline getirmişti. Savaş sırasında ülkelerini Nazilere teslim eden burjuvazinin ipliği halkların gözünde, anti-faşist ve yurtsever mücadele veren yerel partizanların mücadelesiyle pazara çıkmıştı. Avrupa’da bir çok ülkenin geçmişinde burjuvazinin ve halkın belleğinden silinmemiş devrimci başkaldırılar vardı. Savaş bittiğinde bütün ezilen ve sömürülen sınıfların yüzü, kendi kollarıyla bir dünya kurmuş ve orada egemen sınıf olarak örgütlenmiş Sovyet proletaryasının ülkesine dönmüştü. Avrupa, yaralarını Hitler faşizminin yenilgiye uğratılmasında son andaki katkılarını olağanüstü büyütüp zaferden pay almaya soyunan ABD’nin yeni döneme uygun Keynes’çi refah toplumu ideolojisiyle sarmaya başladı. Sovyetlerde uygulanan beş yıllık planları kendi anarşik ve istikrarsız kapitalist ekonomilerini ıslah etmek amacıyla ihraç ettiler. Bir takım halkçı çözümleri aktarıp kendi sistemlerini -yaşanabilir hale getirmeye çalıştılar. Kapitalizmin yeni sosyo-konjonktürel koşullarda kendini yeniden üretebilmesinin olanaklarını sosyal devlet- hukuk devleti organizasyonuyla hazırladılar. Eğitim ve sağlık hizmetleri başta olmak üzere birçok sosyal hizmet ücretsiz hale getirildi. İşsizlik sigortası uygulaması başlatıldı. Böylece kapitalizmin olmazsa olmaz bir unsuru olan issizlik toplumsal bir patlamanın etkeni olmaktan çıkarılmaya çalışıldı. Tabi bunda savaş sırasında milyonlarca insanın ölmesiyle ortaya çıkan işgücü açığının da payı vardı. Refah toplumu ideolojisi herkesin her an sınıf atlayabileceği tezlerini Norma Jean’in (Sonradan Marlyn Monroe) ve Grace Kelly’nin yaşam öyküleriyle popülize etti. Sokaktan ve “çöplükten” gelip herkes ABD başkanı, Hollywood yıldızı, hatta bir prenses olabilirdi. Sınıfsal farklılıklar bu şekilde rasyonalize edildi, mazur gösterildi.
Sovyet ülkesi ve periferindeki halk demokrasisi ülkeleri doğudan, emperyalist ülkeleri halkların gönlünü çelerek tehdit edip dururken, kapitalist üretim ilişkilerinin kendini yeniden üretebilmesi için burjuvazinin birtakım fedakârlıklarda bulunması kaçınılmazdı. Sosyal hizmetler çalışanlara ücretin bir kısmı olarak geri döndü. İnsan faktörüne çok önem verildiğinin propagandası yapıldı. Medya aracılığıyla bütün dünyaya sınıflı toplumların öteki yüzü olan sefalet içinde yüzen insanların görüntüleri değil, banliyölerde yaşayan küçük burjuva Amerikan tipi ailelerin görüntüleri yayıldı, kapitalizmin kendini yeni koşullara göre uyarlaması demek olan Avrupa demokrasisi sosyalizmin alternatifi olarak öne çıkarıldı. Kapitalizm yaşanabilir tek sistem olarak lanse edildi. Sosyal devletçilik iktidarda sosyal demokrat partilerin olup olmadığına bakılmaksızın bir dönem bütün Avrupa ülkelerinde burjuvazinin bir sınıf olarak tercihi oldu. Bizim gibi ülkelerin az gelişmiş aydınları da her türlü sorunda Türk burjuvazisinin kulağını, sosyal devletin gereklerini ve hukuk devletinin prensiplerini hatırlatarak çekti.
Emperyalist burjuvazi, kurduğu bu sosyal devlet nizamının kendisi için pahalıya mal olduğunu fark ediyor. Devrim ve sosyalizm tehdidine karşı, her ülkenin kendi burjuvazisinin kendi halkına karşı verdiği bu ödün, kambur olarak görülmeye başlandı. Halklar, hem kendi mücadelelerinin bir ürünü, hem de sosyalizmin uluslararası kazanımlarının bir yansıması olarak kazanılmış olan mevzilerini birer birer yitiriyorlar. 70’li yıllardan bu yana geriye doğru atılan küçük küçük adımlar artık devasa adımlara dönüştü. Daha bir kaç gün önce Hürriyet gazetesi “İsveç’te refah toplumunun ölümü” başlıklı bir yazı yayınlayarak, sosyal demokrasinin kalesi bu ülkede alınan yeni önlemleri anlattı.
80’li yıllar Sovyetler Birliği ve diğer revizyonist ülkelerin, kapitalist pazara eklemlendiklerini açık açık ifade ettikleri yıllar oldu. Bu süreçte, kapitalizmin yaşanabilir tek dünya olduğuna dair propagandalardan etkilenmiş bir yığın insan revizyonist ihanetin kendi ülkelerinde açtığı tahribatı kişisel olarak, kendi hayatlarında onarabilmek amacıyla “sosyalizme lanet olsun” diyerek karşı tarafa geçtiler. Kapitalizmin sosyal devlet anlayışının ancak sosyalizmin varlığında mümkün olduğunu “evcil” bir kapitalizmin ve batı demokrasisi denen şeyin ancak sosyalizmle söz konusu olacağını fark etmediler. Onlar İtalyan gemileriyle “özgürlüğe” koştuklarını sanırken, emperyalistler boğazlarında tuttukları son nefesi salıverdiler. Artık rahattılar. “Sosyalizm ölmüştü”. Son on yıla damgasını vuran Teatcherizm’le Sosyal devletin ölümü Teatcher’in ifadesiyle şöyle açıklanmıştı: “Devlet insanların kazandıklarından daha fazla para kaynağına sahip değildir. Başarı daha fazla müsrif harcama programları yaratılarak elde edilemeyecektir. Hizmet parasız değildir. Onun için bir şeyler ödemelisiniz.” Bundan sonra İngiltere’de, sağlık sigortası NHS’ye verilen destek azaltıldı. Meksika, İsveç, Danimarka, Finlandiya ve Hollanda’da sigorta kapsamına giren ilaç ve yatak ücretlerinin ödenmesinde kısıtlamaya gidildi. Cerrahi uygulamaların bazıları kapsamdan çıkartıldı.
Sosyal devletin 1946’da başlayan serüveni sona erdi. Türkiye için de ulusal sağlık politikasına giden yol Dünya Bankası’nın 1987 tarihli “Gelişmekte Olan Ülkelerde Özel Sektör Aracılığıyla Sağlık Hizmetlerinin Güçlendirilmesi” adlı raporu ve ILO’nun “Gelişmekte Olan Ülkelerde Sağlık Sigortası” başlığıyla aynı yılda yayınlanan raporuyla açıldı. Taslak dokümanın altındaki gerçek imzalar işte bunlardır. Sosyal Devlet anlayışından bütün dünyada vazgeçilirken uluslararası finans çevreleri Türkiye’ ye de bu adımların hızla atılmasını dayatıyorlar. Türkiye zaten şimdiye dek Avrupa’ya özenerek Meşrutiyetten beri süregelen batı hayranlığıyla yetinmişti. Sosyal Devlet, sosyal demokrasinin ağzında gevelediği bir terane olmaktan öteye geçemedi, uygulanması da “doğu için muteber” düzeyde oldu. Geçmişi ihtilalsiz olan bir ülke için bu çok doğaldı. Emperyalist kapitalist sisteme eklemlenmenin bir sonucu olarak uygulanmak zorunda kalınan ücretsiz eğitim ve sağlık sigortacılığı hizmetleri, yine aynı sistemin reorganizasyonunun gereklerine uygun olarak geri çekiliyor. Kapitalizmin bunalımının ulaştığı düzeyde sosyal devlet gibi vitrinlerin işlevi çoktan bitti.
Eski solcu liberal aydınların ve özellikle belirtmek gerekiyor ki, Çetin Altan ve mahdumlarının bir kaç ay önce heyecanla başlattıkları İkinci Cumhuriyet tartışmalarının bu yeni durum için kamuoyu oluşturulmasında büyük yararı olmuştur. İkinci Cumhuriyet, Türkiye için bir yeni demokrasi olarak öne sürüldü. Maastricht Anlaşmasıyla Avrupa’da gündeme gelen birleşme ve “ulusal devletlerin sona erme dönemi”nin ihtiyaçları Türkiye açısından yorumlanarak, devletin kendini yeni duruma uygun olarak yeniden düzenlemesi gerektiği vurgulandı. Bu yeni düzenlemeye göre devlet, bürokratik hantallıktan kurtulmalı, ekonomiye müdahale etmekten vazgeçmeli, piyasanın piyasa kurallarına göre işlemesi sağlanmalıydı. Devlet tarım ürünleri için destekleme alımlarından vazgeçmeli, yılda sadece otuz beş gün çalışıp diğer günler yan gelip yatan köylü, şansını rekabette aramalı, memur sayısında azaltmaya gidilmeli “iktisat ilminin” gereklilikleri gözetilerek devlet bütçesinden yapılan sosyal harcamalar kısıtlanmalıydı. Yani kısacası, devlet devletliğini bilmeliydi. İkinci Cumhuriyet tanışmalarının diğer unsurları konu dışında olduğu için bir yana bırakılırsa, sonuçta devlet için biçilen rol, onun asıl karakterine uygun olarak sosyal görünümlerinden sıyrılmış çıplak terör aygıtı olarak görünmeye başlamasıydı.
Kürdistan’da sürdürülen iç savaş, devletin finansman kaynağı olarak bütün ilgisini Kürt Ulusal mücadelesinin bastırılmasına yöneltmesini gerektiriyordu. Bu nedenle Türkiye burjuvazisi, kendi özel sorunlarından dolayı da sosyal devletçilikten vazgeçmeye mecburdu. Eğitim ve Sağlık hizmetleri için ayrılacak fonun orduya aktarılarak iç savaşta daha donanımlı olmasının koşullarının böyle hazırlanması umuluyor. Tansu Çiller’in ekim ayı başında enflasyonun nedenlerine ilişkin yaptığı açıklamada sosyal güvenlik hizmetlerinin ve Kürdistan’daki savaşa kaynak aktarılmak zorunda kalınmasının payı vurgulanıyordu.
İkinci cumhuriyetçilerin Birinci cumhuriyetin ilkelerine karşı çıkarak yapmak istedikleri reorganizasyon; Lozansız, Misak-ı Milli’siz yeni bir düzen kurmak, faşist diktatörlüğün onca önleme ve yasal düzenlemeye rağmen burjuvaziye yetmeyen zorbalığı, üzerindeki son tüllerinden de arındırılmış sopayla güçlendirmektir. Bu yüzden burjuvazi için sosyal devlet, hukuk devleti gibi zaten çağı geçmiş evcilliklere bu dönemde hem gerek, hem de yer yoktur. Yine bu yüzden; Yeni Dünya Düzeni’nde Türkiye’nin yeni dönemi, işçi ve emekçiler için sosyalizm değilse barbarlıktır.

Kasım 1992

Yayınlanışının 145. Yılında Proletaryanın ilk siyasal programı: komünist manifesto

“AVRUPA’da bir hayalet dolaşıyor-Komünizm hayaleti” ( Komünist Parti Manifestosu Giriş bölümü )
Komünist Manifesto eski ve yeni kıtadaki, her ülkede işçi devrimlerinin birbiri ardı sıra patlak verdiği, ulusal mücadelelerin doruğa çıktığı bir dönemde yazıldı. İlk baskısı, Fransa’da 1848 Şubat ihtilalinin olduğu günlere denk düşer. O zamandan bu yana hemen hemen bütün dünya dillerine çevrildi ve proletaryanın elinde, “Avrupa’da dolaşan komünizm hayaletini defetmek üzere “kutsal bir ittifak” kuran yeni Avrupa’nın gerici güçlerine karşı kullanılan bir silah oldu.
Bugün de, işçi sınıfını dünya koşullarının ve proletaryanın özelliklerinin değiştiğini, manifestonun eskidiğini söyleyerek sosyalizmin umutsuzluğuna, “hayalet” in bir daha geri dönmemek üzere cehenneme gönderildiğine ikna etmeye çalışan kapitalistler ve onların ideologları için çalınan, 145 yıldır aynı tazelikte bir ölüm çanı olmayı sürdürüyor. Manifestoyu, bugün hala diri tutan en önemli şey, orada öngörülenlerin, Ekim Devrimi’yle birlikte sosyalizmin bir olanak olmaktan çıkarak bir gerçeklik haline dönüşmesiyle kanıtlanmasıdır.
Manifesto bir dönüm noktasıdır. Ondan önce oluşturulmuş düşüncelerin kaçınılmaz uğrağı, ondan sonrakilerin de doğal kaynağıdır. Yapıtın hazırlanmasını zorunlu kılan tarihsel koşullar, proletaryanın 1789’dan itibaren burjuvazinin, onun talepleriyle dövüşen yedek bir gücü olmaktan giderek çıkarak, bağımsız sınıf tavrının ve bağımsız sınıf örgütlerinin oluşturulmasının zorunluluğunun bilincine varıldığı koşullarıdır, proletarya, 1789 devriminden itibaren “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” sloganını atarak, aristokrasiye ve diğer feodal ayrıcalıklara karşı muhalif sınıf ve katmanları yedeğine alan burjuvazinin evrensel çıkarları için, bu çıkarları kendi çıkarları gibi benimseyerek girdiği her savaştan sonra hezimete uğratılarak çıktı. İttifak halinde bulunduğu burjuvazi, bedeli kendi dışındaki sınıflara ve hatta kendine mal olan gerici uzlaşmalara her zaman açıktı ve güçlü sınıf içgüdüsüyle kendisiyle birlikte aristokrasiye karşı savaşan sınıfların kılıçlarını er geç kendisine de yönelteceklerini sezmişti. Bu nedenle, devrimin daha ileri götürülmesini isteyen ve zorlayanlara karşı, monarşist/ iktidarların eteklerine yapışarak geçici küçük iyileştirmelerle yetinmeyi tercih etti. Kuşkusuz o dönemlerde, burjuvazinin bütün kesimlerinin bu uzlaşmalardan yana olduğu söylenemez. En gerici ve aristokrasiye en yakın olan tabakaları, yarı yolda müttefiklerini bırakıp devrimi durdurmak üzere saraylara kapılanırken, devrimin bu düzeyinin kendi sınıf çıkarlarını karşılamaktan uzak olduğunu bilerek, mücadelenin sürdürülmesini isteyen kesimler de vardı. Manifestonun ortaya çıktığı dönem, aristokrasiye yakın gerici katmanlarının monarşist iktidarlarla kurdukları kaygan ittifakların tedrici olarak, sınıf içi çatışmalarla ve aşağıdakilerin ortak taleplerin yerine getirilmesi için yaptıkları zorlamalarla asılmasıyla egemen sınıf olarak örgütlenme yolundaki burjuvazinin kendisini aristokrasiden ayıran sınıf çizgilerinin belirginleştiği dönemdi, hem de proletaryanın kendisini burjuvaziden ve diğer ara tabakalardan ayıran hatların ortaya çıktığı, ideolojik ve örgütsel bağımsızlığın giderek kazanıldığı dönemdi.
Feodalizme karşı burjuvaziyle birlikte henüz “kendisi için bir sınıf* otamadan sürdürdüğü mücadele sırasında proletaryanın ideolojik olarak beslendiği sosyalizmler de, sonuçta, burjuva ve hatta feodal ayrıcalıkların tuzaklarına açılıyordu. Kendini devrimci eylemler içinde diğer sınıflardan ayıracak olan işçi sınıfının ideolojik formasyonu da, kurtuluşu, burjuvazinin kurduğu sistemin ötesinde düşlemeyen, bugünü eleştiren ama yarının ne olacağına dair ancak ütopik bir takım öngörüleri olan, geleceğin nasıl kurulacağına dair politik bir program içermeyen sosyalizmlerden koparak oluştu. Manifesto, işte bu ideolojik kopuş sürecinin önemli bir halkası, örgütsel ayrışmanın da yaşandığı bir yol ağzında proletaryayı partisine hazırlayan bir siyasal programdır.

MANİFESTONUN TARİHSEL KOŞULLARI
1789′ Fransız Devrimi siyasi tutukluların kapatıldığı Bastille’in işgaliyle başladı. Devrim başladığı sırada Bastille’de siyasal tutuklu olarak kimse kalmıyordu ama bu hapishanenin krallık baskısını temsil eden bir gücü vardı ve hapishanenin işgali devrim için sembolik bir değer taşıyordu. Kral, ayaklananları ve Genel Meclis’i bastırmak üzere ordusunu hazırlarken devrim Paris’in, bütün sokaklarından akmaya ve oradan bütün kırı sarmaya başladı. Senyörlerin şatoları yağmalanıyor, topraklar işgal ediliyordu. Sarayda süren saltanatın aşağıda kurulmuş fiili iktidarla baş etmeye gücü yetmiyordu. Bir süre sonra kurucu meclis oluşturuldu. İkili iktidar durumu doğmuştu. Bütün feodal hukuki düzenlemelerin angarya ve vergi yükümlülüklerinin geçersiz olduğu ilan edildi. Kilise topraklan kamulaştırılarak satışa sunuldu. “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi” ilan edildi. Başlangıçta her şey iyi gibi görünüyordu. Ama çok kısa sürede meşruti monarşiyle yetinmeye çalışan burjuvazi, kendisiyle birlikte dövüşen sınıflarla ittifakını koparmaya ve onları devre dışı bırakmaya çalıştı. Devrimden hemen sonra işçi örgütleri kapatıldı. Seçme ve seçilme hakkı sadece vergi ödeyebilenlere tanınıyor, bu hakkın ne kadar kullanılacağı ödenen vergi oranına bağlı kılınıyordu. Burjuvazinin gerici kanadı, kralla bir anlaşmaya vararak hazırlanan anayasanın imzalanmasıyla yetineceğini ilan etti. 1791’de imzalanan anayasayla devrimin sonu görünmüştü. Kurucu meclis feshedildi ve yeni bir seçime gidileceği duyuruldu. Monarşist iktidarla flört eden burjuvalar “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” sloganını atmaktan vazgeçmiş, “yaşasın kral” diye bağırıyordu. Yeni kurulan meclise eski mecliste yer almış kimselerin alınmamasına ilişkin çıkarılan yasayla, devrimi devam ettirme düşüncelerinin temsil edilmesinin önüne geçiliyordu.
İngiltere ve Fransa arasında savaş başladığında burjuvazinin uzlaşmacı kanadını temsil eden Jirondenler, savaşın kendileri için sağlayacağı nimetlerin düşünü kurarak aristokrasiyle ittifaka girdi. Nesnel koşullar bu bağlaşmanın uzun soluklu ve sağlam olmayacağını gösteriyordu. Aşağıdan yükselen devrimci talepleri, iktidardan aldığı pay karşılığında koz olarak kullanmasını aristokrasinin uzun süre hazmedemeyeceği, ilk uygun anda silleyi indireceği belliydi. Burjuvazinin radikal kanadı jakobenler ise devrimin sürdürülmesini istiyorlardı. Savaş sırasında iyice yoksullaşan halk, hem daha önce iktidar için dövüşmüş, hem de seçme seçilme hakkından yoksun bırakılmıştı, şimdi de savaşın bütün ekonomik yükü bu kesimlerin üzerine yıkılıyordu. Jirondenlerle kurulan ittifakın bağları aristokrasi tarafından atıldığında da, halkı, saraya karşı kışkırtmaya çalıştılar. Ama kimse onlarla birlikte olmadı.
Öte yandan devrim, aşağıda giderek mayalanıyordu. Halk, Jakoben siyasetçilerin önderliğinde kralın tahttan indirilmesi, yasama meclisinin feshedilmesi, genel oy hakkı ve gerici 1791 anayasasının iptali talepleriyle yeni bir savaşa hazırlanmaktaydı. Devrimci dalga yükseldi; mutlak monarşiyi süpürdü. Kral ve kraliçe tahttan indirilmekle kalmadı, giyotinle başları kesildi.
Ancak devrim günlerinde ileri sürülen taleplerin düzeyi bu devrimci ayaklanmaya katılan kesimleri bir kez daha bölmüştü. Jakobenlerin temsil ettiği burjuvalar, Jirondenler gibi aristokrasiyle iktidarı paylaşmakla yetinmek istemiyorlardı ama komünlerde örgütlenmiş halkla da paylaşmaya hevesli görünmüyorlardı. Burjuvazinin sınıf çıkarlarını ve mülkiyet hakkını savunuyorlardı. Çelişkiler çok derinleşmişti. Komünden gelen ilerici talepler karşısında jakobenler de devrimin öngününde ileri sürdükleri taleplerden ve vaatlerden geri adım atmaya başladılar. Tam da bu sırada, yapılanları yeterli gören burjuvazi kendini temsil eden bu politik örgütlenmeyi dağıtmaya, önderlerini tutuklayıp öldürmeye başladı. Devrim kendi evlatlarını yiyordu. Jirondenler yeniden dirildiler, eski sisteme ait katmanları toplayarak komüne saldıracak çeteler oluşturdular. Feodalizmle yeni sistem arasında, bıçak sırtında yürümek zordu. Daha önce feodal orduyu sokakla tehdit ederken, bu kez istikrarı sağlamak üzere orduyu yardıma çağırıyordu. Burjuvazi, devrimin sürdürülmesinden duyduğu korkuyla aristokrasiye kur yaparak ilerlerken kendi egemenlik aygıtlarını politik iktidar kurumlarını yaratamamıştı. 1793 devrimci dalgası geriye çeken yıkıntıların üzerinde Napoleon Bonaparte boy verdi. Herkes için bir restorasyon dönemi başladı. Ama daha çok, yeni dönem, eski sloganların rahatsız edici gölgelerinin burjuvazinin üstünden kaldırıldığı ve burjuva kurumların yavaş yavaş inşa edildiği dönem oldu.

BAĞIMSIZLIĞA DOĞRU: BABEUF, SİLEZYA VE LYON AYAKLANMALARI
Restorasyon dönemi boyunca öncekiler gibi kitlesel ve siyasal istemler içeren devrimci girişimler olmadı. Ancak sıçramalarla 1848’e kadar giden süreç proletaryayı Şubat İhtilaline hazırladı. Bu sürece kadar sınıf, bir örgütlenmenin bağlayıcı, birleştirici gücünden yoksun olarak dünyanın birçok yerinde kendiliğinden, ama ilk kez kendi ayakları üzerinde durarak patladı.
Ondan önce; 1793’de hazırlanan anayasayla ve burjuva bir cumhuriyetle yetinmeyen ve devrimin tamamlandığına inanmayarak, istemlerinin karşılanmasını isteyen proletaryadan ve küçük üreticilerden oluşan kesimin sözcüleri olarak Babeuf ve arkadaşlarının tarihe “Eşitler Komplosu” olarak geçen eylemlerinden ve bu eylemlerinden dolayı yargılanmalarını anmak gerekir. Sınıfın ilk bağımsız istemlerinin bu “komplo” sırasında dile getirilmesi bakımından, taşıdığı diğer eksikliklere ve sınıf eğilimlerini, bilinçli bir perspektifle değil de sadece bir refleks olarak dile getirmiş olmasına rağmen Babeuf’un eylemi büyük değer taşır. O, özel mülkiyeti sorgulamayı başararak komünizmi düşledi. Ama Babeuf’un komünizmi çağın materyalist yorumundan çıkmıyordu. Bu yüzden ütopik, biraz da küçük üreticilere verdiği toplumsal rolden dolayı geçmişe dönüktü. Ama onun eylemine değer katan bu yüzü değildi. İçtenlikle, yönünü Avrupa’da yeni doğan sosyalizme dönmüştü. Marx, bu yüzden, Babeuf’u modern proletaryanın ilk habercilerinden biri olarak selamlar. Yargılandığı mahkeme burjuvaziyle ve onun savunduğu özel mülkiyetle hesaplaşma arenası oldu. Buradan idama mahkum olarak çıktı. 1797 Mayıs’ında giyotinle idam edildi. Ama görüşleri bütün dünyayı dolaşmaya devam etti. İlkelerinin, Marx ve Engels tarafından oluşturulacağı tarihi materyalizmin esin kaynaklarından biri oldu.
Eşitler Komplosu’ndan sonra, Fransa’nın Lyon bölgesindeki ve Almanya’nın Silezya bölgesindeki ayaklanmalar ilk bağımsız işçi eylemleriydiler. Kapitalistlerin köşklerinin ve fabrikaların işgali, devasa mitingler, fabrika çevresindeki sokaklardaki çatışmalarla işçi sınıfı tarihinin en önemli momentini oluştururlar. 1831’de ve 34’te iki kez ayaklanan Lyon’lu dokumacıların talebi ücret artışıydı. Kısa zamanda Belediye meclisini ele geçirmişler, geçici bir hükümet kurulmasını istemişlerdi. Eylem kısa sürede kitleselleşmiş, kendilerini durdurmak için gönderilen ulusal muhafızların bir kısmı da onların yanında yer almıştı. Bütün Paris’i derinden etkileyen Lyonlu dokumacıların isyanı bastırıldığında geride binlerce ölü ve bir o kadar tutuklu vardı. 1830 devriminde proletarya burjuvaziyle birlikte çarpışmasına rağmen, sonuçta, bu hareket burjuvaziye üstünlük sağlamış, bir kez daha terk edilen ve ihanete uğrayan işçi sınıfı olmuştu. Lyon’da sınıf, kendi göbeğini kesmenin ilk denemesini yaptı. Olağanüstü kayıplara rağmen, “kendisi için sınıf” olma yolunda olağanüstü kazancı oldu.
Lyon ayaklanmalarının olduğu tarihlerde sosyalist düşünceler işçi sınıfının arasında ilgi uyandırmaya başlamıştı. İsyanın bu biçimde bastırılması sınıfın sosyalizme yönelimini arttıracaktı. Babeuf, Blanqui, Proudhon ve Saint Simon’un ütopik sosyalist görüşleri işçiler tarafından tartışılmaya ve yankı bulmaya başlamıştı.
Aynı şekilde bir başka devrimler ülkesi Almanya’da da 1844’te benzeri olaylar yaşandı. Lyon’daki kardeşlerinin on yıl önce yaşadığı deneyi Silezyalı dokumacılar, sonuçları aynı olmak üzere, bir kez daha yaşadılar. Onlar da örgütsüz, dağınık ve politik hedeflerden yoksundular. Ekonomik talepler için isyan etmişlerdi. Ülkede iktisadi bir bunalım yaşanıyordu ve bu bunalımın yükü işçi sınıfının omzuna vurulmak isteniyordu. İlk iş olarak, Silezya’da dokuma işçilerinin ücretleri düşürüldü. Üstelik ücretler zamanında ödenmiyor ve işçiler açlıkla tehdit ediliyorlardı. İsyan başladıktan kısa süre sonra bastırıldı. İşçilerin bir kısmı öldürüldü, bir kısmı tutuklanıp yargılandı; birçoğu kırbaç cezasına çarptırılarak uzun hapis cezaları aldılar.
Bu her iki isyanın ortaya çıktığı dönem sanayi devriminin etkilerini bütün kıtada derinleştirmek üzere geliştiği, makineleşmeyle birlikte proletaryanın sınırlarının gelişerek kadın ve çocukları da içine katarak büyüdüğü, buna bağlı olarak işsizliğin ve sefaletin kol gezdiği, egemen sınıflarla ezilen sınıflar arasındaki çelişkilerin derinleştiği dönemdir. Yine bu dönem, Almanya’da ilk sosyalist düşüncelerin, bütün muhalif kesimlerde, bugünkü durumdan hoşnut olmayan zümrelerin arasında herkesin niyetlerine bağlı olmak üzere renk ve şekil değiştirerek dolaştığı bir dönemdi.

ÜTOPYADAN BİLİME; İDEOLOJİK SAFLAŞMA
“19. yüzyılın 40’lı yılları Avrupa’da bir ihtilaller dönemidir. Fransa’dan Berlin’e Avusturya’dan İtalya’ya kadar her yerde her an bir ayaklanmaya, bir devrimci kalkışmaya tanık olmak mümkündür. Ortaçağ mutlakıyetlerinin güçlü olduğu ülkelerde feodal soylulara ve bürokrasiye karşı verilen mücadele, Fransa ve Belçika’da olduğu gibi burjuva monarşisi ülkelerde mali aristokrasiye karşı sürdürülüyordu. Kitlelerdeki kararlı ruh hali liberal burjuvaları da etkiliyordu. Avusturya toprakları üzerinde yaşayan Slav halkları şövalye Metternich’e karşı mücadele yürütüyorlardı. Bu milliyetçi savaşlar o yıllarda devrimci cepheyi genişletiyordu. Macaristan’da milli muhalefet özerklik talebinde bulunuyordu. İtalyan devletçiklerinde birlik isteği ile birlikte İtalya’daki Avusturya yönetimine karşı da milli bir direniş başlamıştı.
Bütün bu altüst oluşlar arasında, liberal burjuvalardan başlayarak herkes kendisinin sosyalist olduğunu söylemeye başlamıştı. Engels Marta 1845’te gönderdiği bir mektupta “Barmen’deki polis komiseri de komünisttir” diye yazıyordu. Ne yana dönülse komünistlere rastlanıyordu. Engels devam ediyordu “Burada, Elberfeld’de mucizeler oluyor. Kentin en büyük salonunda ve en iyi lokantasında üçüncü komünist toplantımızı yaptık, ilk toplantıya 40, ikincisine 130, üçüncüye ise en az 200 kişi katıldı. Paralı aristokrasiden küçük dükkân sahiplerine kadar, bütün Elberferd ve Barmen, proletarya dışında herkes, toplantılarda temsil edildi.”
Herkes komünistti, ama işçilerden başka. Komünizm herkesin ve başta burjuvazinin muhalefet duygularını yansıtma biçimiydi. Bütün Avrupa’da sosyalist gruplar kuruluyor, herkes dünyanın geleceğiyle ilgili düşüncelerini sosyalizm sözcüğüyle ifade ediyordu. Onlarca sosyalizm türü ortaya çıkmıştı. Bugüne duyulan hoşnutsuzluk herkesi aynı safta topluyor ama yüzünü bu hoşnutsuzlukla geriye dönmüş olanlar da, olmayanlar da kendilerini aynı biçimde tanımlıyorlardı. Proudhon, kendince sosyalistti, ama onu bu görüşlerinden dolayı yargılayan yargıç da kendini öyle hissediyordu. Sosyalizm adına bir kavram kargaşası yaşanıyor, bu kargaşa, işçi sınıfı dışında kalan bütün hoşnutsuzların birleşmesinin koşulu olurken işçi sınıfı olan bitenin dışında kalıyordu. Çünkü öngörülen sosyalizmlerin hiçbiri proletaryanın özlemlerine ve çıkarlarına denk düşmüyordu.
Marksizm bu koşullarda, sosyalist unvanlı hasımlarına yönelttiği eleştirilerin arasından, giderek unsurları tamamlanmış tutarlı bir teori olarak doğuyordu. Sınıfın kendiliğinden gelişen bağımsız iktisadi eylemleri henüz bu tarihsel noktada birbiriyle buluşmamıştı.
İşte bu sosyal muhalefet durumu içinde komünizm kavramının anlamını, proleter sınıf içeriğine kavuşturmak üzere, Manifesto’nun üçüncü bölümüne “Sosyalist ve Komünist Basın” başlığı konulmuş ve arka arkaya bugün bize pek yabancı gelen düşünce akımlarının kısa ama vurucu eleştirileri yapılmıştır. Bugün, feodal sosyalistleri, Sismondi’nin küçük burjuva sosyalizmini, “hakiki sosyalistler”i kimsenin hatırlaması mümkün değil. Ancak Manifesto’da bu akımları incelemek için yazılan özel bölüm Marksizm’in, komünizmi kendisine ara sınıfın ideolojilerini bulaştırarak bulanıklaştıran kesimlere karşı verdiği uzun, zorunlu ve zorlu ideolojik mücadelenin tarihsel belgesidir. Her ne kadar şimdi esamisi okunmayan düşünürlerin görüşleri o kadar ilgi çekici olmasa ve somut bir yarar sağlamıyor gibi görünse de Marksizm’in kendini inşa ederken nasıl ve kimlerle dövüştüğünün bilinmesinin bugün de dolaysız pratik bir işlevinin olacağı açıktır. Gerçekten de Marksizm, Avrupa’daki büyük devrimci dalga sırasında ona paralel ve onunla iç içe verilen ideolojik dövüşten doğmuştur. Proletaryanın bağımsızlığa doğru yol alışının tarihi Marksizm’in de tarihidir.
Lenin, Marx’ın öğretisinin kaynaklarını, İngiliz ekonomi politiğinin, Klasik Alman felsefesinin ve Fransız ütopik sosyalizminin oluşturduğunu söyler. Bununla birlikte, örneğin, sınıflar savaşımından ilk kez burjuva iktisatçısı Ricardo bahsetmiştir ama Marksist sınıf savaşımı teorisi Ricardo’nunkinden çok başka bir şeydir.
18. yüzyıl sosyalistleri, Saint-Simon, Fourier ve Robert Owen’den esinleniyorlardı. Ancak, ütopik sosyalistler adıyla anılan bu isimler ve Avrupa’nın dört bir yanına yayılmış taraftarları, içinde bulunulan toplumsal yapıyı çözümleme ve onun dönüşümünü etkileyecek olan gerçek toplumsal güçleri tanıma konusunda yeterli olamamışlardı. Tarihin ilerleyişine bilimsel bir açıklama getiremiyorlardı. Sınıf savaşımını ve bu savaşımın tarihsel belirleyici etkisini çözemedikleri için de çabaları, nesnel olarak, kitleleri devrimci mücadeleden uzaklaştırıcı etki yapıyordu. Süregiden durumdan hoşnut değillerdi ve bütün kötülüklerin mevcut durumdan kaynaklandığını biliyorlardı. Ama mülkiyet sisteminin esasına ilişkin bir eleştiri yöneltilemediği için, hoşnut olmadıkları mevcut durum düşüncelerinin uzanabildiği en uzak ufukta bile değişmeden kalıyordu.
40’lı yılların komünistleri ideolojik mücadele yürüttükleri bazı grupların 1848 ihtilalinin bütün sınıf ve tabakaları kendi renklerine ayrıştıran ortamında sahneden çekildiklerini, kimilerinin ise yaşamaya devam ettiklerini gördüler. Bu dönemde kendilerini en çok uğraştıran grup, işçi sınıfı arasında giderek yayılan bir öğreti olan, Hegel yanlısı gençlerin rağbet ettikleri “Hakiki Sosyalizm”di. Daha çok Almanya’da boy veren “Hakiki Sosyalistler”, Komünist Liga’nın saptadığının aksine kapitalizmin gelişmesinde hiç bir ilerici yan görmüyorlardı. Bu evreden atlanarak doğrudan doğruya komünizme geçileceğine inanmak istiyorlardı. Liberal muhalefetin ileri sürdüğü anayasal taleplere ve burjuva özgürlük taleplerine karşı çıkıyorlardı. Tavırları onları, nesnel olarak mevcut mutlakıyetçi ve feodal rejim yanlısı kılıyordu. Marx ve Engels, bu hareketin ilerici olduğunu teslim ediyor ama onların kendilerini ilan ettikleri gibi komünist olmadıklarını da vurguluyorlardı.
Proudhon, komünistlerin savaştıkları bir başka önemli düşünür oldu. Onun görüşleri küçük işletme sahiplerinin, proletaryanın zanaatkâr ya da köylü kökenleriyle bağlarını yitirmemiş kesimlerinin sınıfsal çıkarlarının ifadesi olmuştu. Bu nedenle işçi sınıfının saflarında, kolaylıkla yankı veriyordu. Özel mülkiyete karşıymış gibi görünüyordu, ama karşı çıktığı aslında özel mülkiyet değil, geniş ölçekli mülkiyetti. Mülkiyetin tarihsel kökenlerini tanımadığı için kapitalizmin gelişmesiyle alacağı boyutu da tanıyamıyordu. Mülkiyetin toplumsallaştırmasını öneren sosyalistlere de karşı çıkıyordu. Bütün kötülüklerin kaynağı olarak “emek ürünlerinin eşit ve dürüst olmayan değişimini” görüyordu. Ütopyasında, hem ücretli işçilerin hem de kapitalistlerin birbirine dönüşerek yaşayacağı eşit ve özel üreticiler toplumu yatıyordu. Onun asıl niyeti kapitalizmi yıkmak değil, yalnızca meta üretimini kötü yanlarından temizlemekti. Proudhon eleştirisi Marx’m “Felsefenin Sefaleti” adlı yapıtında yapıldı. Kitap 1847’de yayınlandığında proletaryanın küçük burjuvazi üzerindeki teorik ve ideolojik üstünlüğü kurulmuş olacaktı. Materyalizmin temel ilkeleri ilk kez bu yapıtta bilimsel olarak yazıldı.

PARTİYE DOĞRU: ÖRGÜTSEL KOPUŞ
Marx’ın 1840’ların başında yaşadığı Almanya’da 4. Friedrich Wilhelm, kendisinden liberal reformlar uman liberal burjuvaların desteğinde tahta geçmiş ancak umulanlar gerçekleşmeyince burjuvazi aristokrasiden uzaklaşmıştı. Muhalefetlerini örgütlemeye hizmet edecek bir gazete çıkarmaya karar verdiklerinde yayın yönetmenliği Marx’a teklif edildi. Liberal muhalefetle çelişkilerin örtük olduğu o koşullarda Marx, aristokratların, gazetenin komünist görüşler yaymasından rahatsızlanarak kendi yayın organlarını liberallere şikâyet etmesi üzerine doğan ortamda, bir tavır belirlemek zorunluluğunun apaçık belirmesi üzerine komünist tavrını gazete sütunlarında yazınca, Liberallerle oluşturulan ortak platform sona ermiş oldu. Bu kopuşları devrimci dönemin ilerleyen yıllarında küçük burjuva sosyalistlerinden, Fransa’daki Louis Blanc ve Ledru Rollin’in reformcu partileriyle oluşturulan platform örgütlerinden kopuşlar izleyecektir. Proletaryanın örgütsel bağımsızlık yolundaki ilk adımları bu tarihsel olaylar içinde atıldı.
Avrupa’da gelişen yeni durum, proletaryanın burjuva demokrasisinden ayrılmasını, yaklaşan burjuva devriminde kendi komünist hedeflerine ulaşabilmek için bağımsız bir güç olarak sahneye çıkmasını zorunlu kılıyordu. İngiltere’de işçi sınıfının bağımsız sendikal örgütlenmesi, Chartist hareket, sınıfın büyük çoğunluğunu saflarında toplamış olmakla birlikte ortak politik ilkeler etrafında proletaryanın enternasyonalist bir birliğini sağlama düzeyinden ve niteliğinden yoksundu.
1846’da Belçika’da kurulan ilk “Komünist Haberleşme Birliği”, propaganda yapma imkânını sağlaması bakımından bu örgütsel işlevi yerine getirmesi düşüncesiyle kuruldu. Benzeri komiteler başka yerlerde de oluşturuldu. Komünistlerin Almanya’da izleyeceği taktik çizgiyi çizerken Marx, burjuvazinin ileri sürdüğü talepleri desteklemelerini söylüyordu. Çünkü “komünist propaganda için yeni bir çağ açılacaktı.” Bundan dolayı mutlakıyetçiliğe karşı mücadelede komünistler aktif rol oynamalıydılar. Komünist Haberleşme Komiteleri, Londra’da kurulmuş bulunan “Adalet Ligası”yla ilişki kurmuştu. Brüksel ve Londra arasında tam bir anlayış birliği olmamasına karşın, Marx ve Engels tarafından işçi sınıfı arasındaki ideolojik kargaşaya son vermek için sürdürülen çabanın bir meyvesi olarak bu beraberlik, süreç içinde olumlu sonuçlar verecekti. 1846’da Adalet Ligası’nın Paris ve Londra’daki taraftarları bir genelge yayınlayarak güçlü bir partinin kurulması gerektiğini dile getiriyorlardı. Genelge, burjuvazinin değişik kesimlerine ve proleter olmayan partilere karşı tutum gibi önemli meselelerin tartışılmasını talep ediyor ve enternasyonalist komünist bir kongre kurulmasını istiyordu. Bu, bir proletarya partisi için iyi bir fırsat olabilirdi, Marx ve Engels ütopik sosyalist düşüncelerin etkisinden kurtulduğu görülen Adalet Ligası’na katılmaya karar verdiler. Bir yıl sonra toplanan kongrede Adalet Ligası’nın adı Komünist Liga olarak değiştirildi. Bu yeni bir örgütün doğuşu demek oluyordu.
Komünist Liga’nın programının temeli olarak Engels’in yazdığı “Komünist İman Taslağı” kabul edildi. Kongre o eski belirsiz sloganın; “bütün insanlar kardeştir” sloganının terk edilerek, bunun yerine Marx ve Engels’in ileri sürdükleri o büyük birlik çağrısının, “bütün ülkelerin işçileri birleşin” sloganının kabul edilmesini kararlaştırdı. Bunun yeni bir çağ açan önemi vardı; çünkü bu proleter enternasyonalizminin temel ilkesinin bütün işçilerin enternasyonal dayanışması düşüncesinin; kapitalist baskıya karşı ortak mücadelede işçi sınıfının birlik ve dayanışması düşüncesinin tarihte ilk olarak belirlendiği çağrıydı.
İllegal olarak örgütlenmiş olan Liga, giderek haberleşme komiteleriyle kaynaştı ve birçok yerde kurulan açık işçi dernekleriyle organik ilişki içinde oldu. 1847’de yapılan ikinci kongrede Marx ve Engels’e bir manifesto yazma görevi verildi. Sonradan genişletilip düzeltilerek adı “Komünizmin İlkeleri” olarak değiştirilen “Komünist İman Taslağı”, proleter partisinin en önemli program ilkelerinin sergilenmesini sağlamıştı. Ancak bu soru cevaplı formun kapsamlı politik bir program olarak değerlendirilemeyeceği öngörüldüğü gibi, bunun sadece temeli olabileceği fark edilmişti. Bu ihtiyaçtan olarak, “Komünist Parti Manifestosu” kaleme alınmaya başlandı.

1848 ŞUBAT-HAZİRAN; BİR KEZ DAHA BURJUVA İHANET

1830 Devrimi sırasında da burjuvazi, aristokrasi ile uzlaşmış, 1789’dan beri kitleleri harekete geçiren istemlerden, cumhuriyetten ve iktidardan vazgeçilmişti. Louis Philippe’nin tahta geçmesiyle Temmuz Monarşisi olarak anılan dönem başlamış oldu. Proletarya, köylülük ve küçük burjuvazinin diğer kesimleri yine iktidar nimetlerinden yararlandırılmıyor, üstelik sefaletten en büyük pay onlara düşüyor ve ekonomik ve siyasal bunalımın faturasını ödemek zorunda kalıyorlardı. Daha önce de anıldığı gibi gerilim, Lyon’da dokumacıların isyanına yol açacak, Şubat Devrimi’nin başladığı günlere kadar bir çok yerde grevler, yerel ayaklanmalar yaşanacaktı. Proletarya, Şubata protesto gösterileri, genel grev ve çatışmalarla hazırlandı. Monarşist iktidar ise siyasal gösterileri ve grevleri yasaklayarak toplumsal hareketin önünü almaya çalışıyordu. Burjuvazinin çeşitli kesimleri arasında da çelişkiler artmıştı.
Radikal cumhuriyetçi burjuvazinin temsilcisi ve “sosyalist” Ledru Rollin önderliğindeki reformistler, 22 Şubat günü yasaklamalara ve engellemelere karşın patlayan devrimi, demokrasiyi tehdit ettiği gerekçesiyle durdurmaya çalışmış, sokakta giderek büyüyen devrimci dalgayı görünce onlar da, kralın düşürülmesini ve cumhuriyetin ilanını istemişlerdi. Louis Philippe, “kahrolsun bakanlar” sloganıyla yürüyen kitleleri yatıştırmak için, aristokrasiyle işbirliği halinde olan ve kabineye bakanlar vererek monarşisi ayrıcalıklardan yararlanan burjuvazinin temsilcilerini gözden geçirdi. Guizot başbakanlıktan azledildi. Ama yerine geçirilmek istenen Mole, başbakanlığı kabul etmeyince ittifak çatırdamaya başladı ve yeni bir kriz doğdu.
Devrim başarıyla ilerliyordu. İçinde, burjuvazinin temsilcilerinin, Ledru Rollin, Louis Blanc ve işçilerin daha önceki deneyimlerinden yola kalkarak önerdikleri diğer temsilcilerinin bulunduğu bir Geçici hükümet kuruldu. Doğal olarak, farklı çıkarların temsil edildiği böyle bir meclisin ömrü çok uzun sürmeyecekti. Yine de işçilerin ısrarlı talepleriyle devrimin üçüncü gününde ikinci cumhuriyet ilan edildi.
Geçici hükümet içindeki-bunalımlar kısa sürede sıcak çatışmalara dönüşecekti. Burjuvazi, geçici hükümetin yerini kurucu meclise bırakmasını istiyordu. Nisanda yapılan seçimlerde sosyalistler çok az oy alabildiler. Burjuvazi işçi sınıfına yine sırtını dönmüş, köylülük de küçük kazanımlarla yetinme yolunu seçmişti. Kurucu meclis gerici kararlar alıyor ve tartışmaları bu düzeyle sınırlamaya çalışıyordu.
Haziran günlerine gelindiğinde temmuz monarşisine karşı birlikte savaşan burjuvazi ve proletarya birbirlerinin karşısında saflaşmışlardı. Burjuvazinin saflarından, yüksek sesle, diktatörlükten başka çarenin kalmadığı propagandası yayılıyordu.
Gerilimin iyice doruğa çıktığı 23 Haziran gününden başlamak üzere sokaklarda barikatlar kurulmuştu. Barikatların arkasında burjuvazi ve işçi sınıfı vardı. Çatışmalar çok uzun sürmedi. Geride binlerce kayıp bırakan işçi sınıfı, devrimin sağlayacağı gönenç yerine, burjuvazinin ihanetiyle bir kez daha kıyım gördü. Sağ kalanlar barikatların arkasında kılıçtan geçirildiler. Fransa’da oluk oluk işçi kanı akıyordu. Marx, Neue Reinsche Zeitung’da şöyle yazıyordu “Paris işçileri, düşmanlarının üstün güçleri tarafından ezildiler, yok edildiler. Zalim gücün bu geçici zaferi, Şubat Devrimi’nin bütün kandırmaca ve hayallerinin yıkılmasıyla, eski cumhuriyetçi partinin tamamen dağılmasıyla, Fransız ulusunun iki parçaya -bir mülk sahipleri ulusuyla, bir işçiler ulusuna- bölünmesiyle sağlandı. Üç renkli bayrak bundan sonra yalnıza bir renk -yenilenin rengini, kanın rengini- taşıyacaktır. O artık bir kızıl cumhuriyet olacaktır”.
Şubat Devrimi, monarşiye karşı verilen mücadeleden yararı olan bütün sınıflan ortak çıkarlar doğrultusunda harekete geçirmişti. Haziran günlerine kadar geçen süre ise bu ittifakı parçalayıp dağıttı. Sınıfsal saflaşma eskiden hiç olmadığı kadar belirginleşmişti. Sanayi devriminin fizik olarak doğurduğu modern proletarya, 1850’li yılların başlarında; daha önceleri kendiliğindenlik düzeyinde ve yerel ölçekte kalan mücadelelerini 1840’lı yıllarda gelişen sosyalizmle birleştirmeyi öğrenerek “kendisi için sınıf” olma yoluna girecekti. 1848 devriminde yaşanan hezimet ve burjuva ihanet, bu süreçte katalizör etkisi yapmıştır. Komünist Parti Manifestosu Şubat Devrimi’yle anakronik bir ilişki içinde doğarak tarihsel önemini, modem proletaryanın doğuşunu selamlayan ilk siyasal program olma özelliğiyle tescil etmiştir.

KOMÜNİST MANİFESTONUN TARİHSEL ÖNEMİ
Marx ve Engels, sosyalizmi ütopik karakterinden kurtararak bir bilime dönüştürme çalışmalarına, 1840’ların başında giriştiler. Daha sonraki yıllarda, araştırmalar ve tartışmalar sonucunda, proleter sınıf karakterli sosyalist düşünce sistemini ortaya çıkardılar. Bu yeni bilimi, dünyaya ilk kez, temel çizgileriyle Manifesto duyurmuştur. İşte bu gerçek Manifestoyu sosyalizm tarihinin en önemli belgesi olarak damgalar.
Lenin, Karl Marx hakkında yazdığı bir makalede Manifesto’dan, “Bu yapıt, duru ve parlak bir deha ile yeni bir dünya anlayışını, toplumsal yaşamı da kucaklayan tutarlı bir materyalizmi; en geniş ve en derin gelişim öğretisi olarak diyalektiği; sınıf savaşımının kuramını ve proletaryanın -yeni komünist toplumun yaratıcısının- dünya tarihindeki devrimci rolünü açıklar” diye söz eder. (Marx, Engels, Marksizm. Sol Yayınlan, 1990. s. 13)
Burada vurgulanan, Manifesto’nun, sosyalizmin ütopyadan bilime dönüştürüldüğü, tutarlı bir materyalizmin ve diyalektiğin kuruluş sürecinin ürünü ve ifadesi olmasıdır. Bütün bunlardan yola çıkarak Manifesto, bir gelecek tasarımı olarak komünizmi ve bu tasarımı hayata geçirecek özne olarak proletaryayı vurgular. Ütopikler, “paçavralar içinde yaşayan” proletaryayı toplumsal bir sınıf olarak fark etmişler, ama bu sınıfın korunmaya muhtaç bir sınıf olduğunu saptamakla yetinmişlerdi. Bu koruma işini ise kültürlü üst sınıflar üstlenmeliydi. Proletaryanın yoksulluğundan daha fazlasını; bu sınıfın taşıdığı devrimci olanakları görememişlerdi. Manifesto, bu bakımdan kapitalizmden hoşnut olmayan herkese bu sistemin kendiliğinden yıkılamayacağını, yalnızca bu yıkılıştan dolayız çıkarı olan biri sınıfın öncülüğüyle gerçekleşebileceğini gösterir.
Manifesto, “şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi sınıf savaşımları tarihidir” sözüyle başlar. Devrimci sınıfa ilişkin vurgu, sınıf mücadelesinin toplumsal tarih içindeki rolünün çözümlenmesi üzerine kurulmuştur. Aynı bölümde burjuvazinin eski feodal sistemi yıkmak için verdiği mücadeleler anlatılır ve bu süreçte oynadığı devrimci rol vurgulanır. Ama daha sonra burjuvazi gericileşmiş ve devrimci dönüşümlerin önderliğini yapamayacak hale gelmiştir. Şimdi devrimci sınıf proletaryadır artık. Proletaryanın gelişmesi de kaçınılmazdır. Çünkü kapitalizm, bağrında kendi “mezar kazıcılarını” da beslemektedir. “Proletarya çeşitli gelişme aşamalarından geçer, doğmasıyla birlikte, burjuvaziye karşı savaşımı da başlar”.
Proletarya şimdiye kadar tarih sahnesinde yer almış bütün öteki ihtilalci sınıflar içinde en ihtilalci olanıdır. Çünkü onun sonuna kadar mülksüzleştirilmiş olmasında, kendisiyle birlikte bütün diğer sınıfsal ayrıcalıkların ve özel mülkiyetin ortadan kaldırabilme dinamiği onun toplumsal konumunda kendiliğinden bulunmaktadır.
Manifestoda, bu eserde henüz yazılmayan ve ancak Marx’ın 1851’de adını anacağı proletarya diktatörlüğü kavramına ilişkin işaretler de vardır. Üstelik bu kavramın bilimsel olarak temelleri de atılmıştır. Proletarya, ihtilalci dönüşümleri yapabilmek ; “Tüm sermayeyi burjuvaziden derece derece koparıp almak, bütün üretim araçlarını devletin, yani egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın elinde merkezileştirmek” için egemen sınıf durumuna gelmek “demokrasi savaşımını kazanmak” zorundadır.
Manifestoda, “proletarya çeşitli gelişme aşamalarından geçer” saptamasından sonra, bu aşamalarla ilgili betimlemeler yapılır. Mücadelenin, başlangıçta tek tek işçiler tarafından, sonra bir işkolunun bir yöredeki işçileri tarafından onları tek tek sömüren burjuvalara karşı yapılmasından parti fikrine geçilir. Burada Marx ve Engels işçilerin arasındaki rekabetin onların “bir sınıf olarak ve bunun sonucu, bir siyasal parti olarak örgütlenmelerini” engellediğini yazarlar. Ama proletarya, ancak bir sınıf olarak örgütlenirse mücadelesinde başarılı olacaktır. Manifestonun, büyük önemi işte buradan gelir. İşyerlerinde üretim araçlarına yönelen işçi tepkisinden yola çıkarak sınıfın egemen sınıf olarak örgütlenmesine götürecek aygıtlar ve sınıf savaşımının örgütsel ihtiyaçları ana hatlarıyla çizilmiş, proleter parti öğretisinin esasları belirlenmiştir.
Komünist Manifesto, zaten bütün dünya işçilerine bir sınıf olarak örgütlenmenin olanaklarını ve nedenlerini sunmak için kaleme alınmıştır. Yapıtta proleterlerin vatanının olmadığı vurgulanır, çünkü zaten, vatan konusunda çıkardıkları onca yaygaraya rağmen burjuvaların da vatanı yoktur. Dünya işçilerinin ortak sınıf çıkarlarının ve ortak hedeflerinin olduğunu belirtmek üzere eser, işçi sınıfının güçlerini dünya ölçeğinde birleştirerek burjuvaziye yöneltmesi çağrısıyla biter: “bütün ülkelerin işçileri, birlesiniz.”
Manifestoda içinde bulunulan çağın tasviri ve o anda yaşanılan toplumsal sistemin hangi sistem içinden nasıl çıktığı konusunda yapılan açıklamalar bu iki düşünürün son on yılda geliştirdikleri tarihsel materyalizmin bu siyasal programa nasıl içerildiğini gösterir. Onların olgunluk dönemi bütün yapıtlarında olduğu gibi, manifestoda da materyalist tarih kuramı bir kez daha kurulmuştur. “Kapitalist toplumun sosyalist topluma dönüşmesinin kaçınılmazlığı, tümüyle ve yalnızca, çağdaş toplumun gelişiminin ekonomik yasasından çıkmaktadır” (Lenin)

MANİFESTONUN GÜNCEL ÖNEMİ
Manifesto, yazarları tarafından her yeni yayınlanma aşamasında tekrar elden geçirildi ve tarihsel gelişmeler ışığında bir kez daha değerlendirildi. 1872’de Almanca baskı için yazdıkları Önsöz’de şunları söylüyorlardı: “Modern sanayinin son yirmi beş yıl içinde gösterdiği büyük gelişme ve işçi sınıfının bununla birlikte ilerleyen parti örgütlenmesi karşısında ilk kez Şubat Devrimi’nde ve daha önemlisi, proletaryanın ilk kez iktidarı iki ay boyunca elinde tuttuğu Paris Komünü’nde edinilen pratik deney karşısında bu program bazı ayrıntıları bakımından, bugün eskimiş bulunuyor. Komün, özellikle bir şeyi, işçi sınıfının mevcut devlet mekanizmasını salt elinde tutmakla onu kendi amaçları için kullanamayacağını tanıtlamıştır.”
Daha o zaman, program içinde eskiyen bölümler arasında proletaryanın demokrasi mücadelesinde alması gereken “önlemler” paketi vardı. Komün deneyiminden sonra bu talepler artık eskimiş ve yetersiz sayılıyordu. Siyasal durumun gelişmesine bağlı olarak “çeşitli muhalefet partileriyle ilgili sözler, tarih orada sayılan siyasal partilerin büyük bir kısmını yeryüzünden silip götürdüğü için, ilke olarak hala doğru olmakla birlikte” onlar da eskimişlerdi.
Yine aynı yerde, “son yirmi beş yıl içinde durum ne denli değişmiş olursa olsun, Manifestoda geliştirilmiş bulunan genel ilkeler, ana çizgileriyle bugün de her zamanki gibi doğrudur. Şurada burada bazı ayrıntılar daha iyi hale getirilebilir” deniyordu.
Bugünden dönüp bakıldığında, işçi sınıfının bu tarihsel belgeyle olan ilişkisinin nasıl olacağına dair yazarlarının bize değerli ipuçları verdiği görülüyor. Değişen siyasal ve tarihsel koşullar ne olursa olsun Manifesto’daki, sınıf mücadelesine ilişkin genel ilkeler bugün de doğrudur.
Manifestonun yazıldığı günlerden bu yana şaşılacak bir sağlamlıkla ayakta kalmasının nedeni bugün bile geçerli ve eskimemiş olan şeyleri içeriyor olmasından ve öngörülerin geçen zaman içinde birer birer gerçekleşmiş olmasındandır. Manifestodan sonra, henüz yazarları hayattayken işe küçük birlikler halinde başlayan komünistler, Enternasyonal’i kurarak güçlerini dünya ölçeğinde birleştirme olanağına sahip oldular. Günümüze dek, dünya üzerinde hemen her ülkede proletarya kendi sınıf örgütlerini ve partisini kurdu. Sovyetler Birliği’nde ve diğer halk demokrasilerinde egemen sınıf durumuna geldi. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yeryüzünün altıda birinde devrimler yapılmıştı. Kapitalizmin sonunun yaklaştığı ve onun yerini sosyalist düzenin alacağı manifestonun temel öngörüsü idi. Geçen yüzyıl, eserdeki bu fikri, parlak bir biçimde ispat etmiştir.
“Proletarya çeşitli gelişme aşamalarından geçer”, Bir zamanlar egemen sınıf olarak örgütlenme olanağına sahip olan proletarya, bugün bu mevziiyi yitirmiş durumda. Ama “doğmasıyla birlikte burjuvaziye karşı savaşımı” da çoktan başlamış” olduğundan, bu yitirilmiş mevzilerin yeniden kazanılması için her yerde mücadele veriyor. Geçen zaman bu mücadelenin yollarını, mücadele aygıtlarının niteliğini değiştirmedi.
Karşı taraftan en büyük saldırının Manifesto’daki mesajlara yöneltilmesi rastlantı değil. Çünkü yeni bir dünyaya ilişkin formülasyon en çarpıcı biçimde bu eserde yazıldı. Bu nedenle Manifesto, bugün birçok proleterin başucu kitabı olmaya devam ediyor. Çünkü hâlâ dünyada “iş buldukları sürece yaşayan ve emekleri sermayeyi arttırdığı sürece iş bulan emekçiler sınıfı” ve ücret karşılığında bu emek gücünü satın alan burjuvazi olarak iki kutba bölünmüş olmanın gerilimini yaşıyor ve bu iki sınıf arasındaki savaş, proletaryanın bir sınıf olarak değişerek, artık çıkarlarını kapitalizmde de karşılayabileceğini iddia edenlerin aksine hala sürüyor. 145 yıldır bu gerçek değişmedi.
Manifesto, bu nedenle, devrimci komünizmin tarihsel birikiminin en değerli öğesidir.

Şubat 1993

Kafkasya’da Milliyetçilik Ve Güncel Politika

Kafkasya bölgesi, hammadde kaynakları, yerüstü ve yeraltı zenginlikleri, petrolü, bunlar kadar önemli olmak üzere Avrupa ile Asya arasındaki stratejik konumu; Rusya ile Orta Asya coğrafyası arasındaki pozisyonu, eski ipek yolu güzergâhının önemli istasyonlarının bölgede bulunması gibi nedenlerle hem yüzyılın başındaki hem de şimdiki kararsızlık döneminde emperyalistlerin ilgisini ve iştahını üzerine çekti, çekiyor.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte eski hukuksal statünün, geçmişte sosyalizmin birbirine bağladığı Kafkas halklarını, yeni durumda ve çoktan başlamış Yeni Dünya Düzeni tahribatının etkisinde bir arada tutamayacağı ortaya çıktı. Eski hukuksal statü, şimdi artık bir kabuk haline gelmiş, cumhuriyetler ve özerk bölgeler birer birer “bağımsızlıklarını” ilan ederek, ekonomilerini merkezi ekonomiden ayıracaklarını ilan etmişlerdi. Ülkenin en büyük cumhuriyeti olan Rusya açısından da eski statünün korunması, kendisi bir merkez olarak kalmak üzere; ekonomileri Büyük Rusya’ya bağlı ve yüzlerini bu coğrafyaya dönmüş periferik cumhuriyetleri etrafında toplamak, hem yaşanan ekonomik ve politik iç sıkıntılar, hem de özerk bölgelerde gelişen yeni milliyetçi ve kimi kez dinci iç eğilimler nedeniyle olanaksız hale gelmişti.
Bölgedeki dolaşımı için hiç bir engelle karşılaşmaksın, en uygun hızı arayan uluslararası sermayenin çıkarlarıyla, kapitalist üretim ilişkilerinin geliştirilmesi ihtiyacının ortaya çıkardığı iç eğilimler, bu çıkarların ve eğilimlerin, yeterince ve sınırsız gelişmesi için engel oluşturan kapitalist kurumların yetersizliği, son derece cılız bir pazar, bununla ilişkili olarak da paranın ancak, yeraltı faaliyetleriyle dolaşabiliyor olması gibi etkenlerle umulmadık ölçüde sancılı geçiyor.
Bu ekonomik ve politik altüst oluş döneminde; Balkanlar, Kafkasya ve Orta Asya’da çok uluslu devletlerin parçalanması yoluyla, harita üzerinde her santimetrekareye bir devlet düşecek ölçüde “kendi devletini” kurma eğilimi giderek yükseliyor.
Ortaya çıkan her ulusal devlet oluşumu, emperyalist güçlerin ve diğer bölge devletlerinin ilgilerini doğal olarak kendine çekerken, ulusal devlet haline gelme süreci, ulusal kurtuluş iddiaları ardında gizlenen kapitalistleşme sürecinin ta kendisi olmakta. Dolayısıyla yeni durumda bölgede, kapitalizm kendi iç dinamikleri nedeniyle ulusların parçalanmasına, her bir coğrafya parçasında yeni ve başka ilişkilerin kurulmasına, bağlantıların değişmesine yol açıyor. Eski bağlarını kopararak bağlantısız duruma düşmüş devletçiklerin sınırları içinde oluşmuş yeni pazar olanakları nedeniyle emperyalistler arasındaki çelişkiler ve dalaşmalar da eğrinin en üst noktalarına çıkmış bulunuyor.
Ulusal devletlerin kurulması eğilimi Gürcistan’ın “eski” özerk bölgeleri Güney Osetya ve Abhazya ile yaşadığı gerilimlerde olduğu gibi çatışmalara ve savaşlara dönüşüyor. Öte yandan Güney Kafkasya’da Karabağ nedeniyle birbirine düşen Ermenistan ve Azerbaycan bir yana bırakılırsa, Kuzeyde Kabartay-Balkar ve Çeçen-İnguş Özerk Cumhuriyetleri’ni oluşturan iki önemli halk birbirinden ayrılmak istiyor. Dağıstan’da ise çok sayıda milliyet arasında dinin birleştirici zamk işlevi görerek milliyetleri bir arada tutacağı sanılırken en kalabalık iki kavim olan Avarlar’la Kumuklar arasında çekişmeler başladı.
Oysa bütün bu halklar, Kafkasya’da yaşayan “72 millet” (Birinci Dünya savaşı sırasında bir İngiliz subayın çizdiği Kafkasya haritasında gerçekten de 72 tane milliyet vardı) yakın bir geçmişte sabırlı ve ısrarlı çabaların sonucunda, uygun bileşimlerde bir araya getirilmiş, kendilerine tanınan değişen derecelerde ve zaman içinde de, dar yönetim özerkliğinden geniş siyasal özerkliğe ve oradan da sözleşmeye dayanan ilişkilere kadar, esnek olarak hareket eden bölgesel özerklik statüsü içinde kültürlerini en uygun koşullarda geliştirmelerine olanak tanınmıştı.
1917 Ekim devriminden sonra Sovyetler Birliği’nde, ulusal sorun çözülmek üzere ele alındığında, Stalin’in 1921’de Rus Komünist Partisi’ne sunduğu tezlerde belirtildiği gibi, “Büyük Rus olmayan 65 milyondan, sınaî kapitalizm döneminin şu ya da bu derecesine geçmiş bulunan Ukrayna, Beyaz-Rusya, Azerbaycan’ın, Ermenistan’ın küçük bir bölümü bir yana bırakılırsa, geriye kapitalist gelişmeden geçme zamanı bulamamış kendi sanayi proletaryasına hemen hemen sahip olmayan, çoğu durumda henüz hayvancılık durumunda bulunan ve ataerkil ve klan törelerini korumuş (Kırgızistan, Başkurdistan ve Kuzey Kafkasya halkları; Çeçenler, İnguşlar, Osetler) ya da yarı ataerkil, yarı feodal yaşamın ilkel biçimlerini bırakmamış (Azerbaycan, Kırım vb.) ama şimdiden genel Sovyetik gelişme yoluna sürüklenmiş bulunan 30 milyon dolayında bir nüfus” vardı ellerinde. Sosyalizm, henüz kabile örgütlenmesi aşamasında bulunan, Kuzey Kafkasya halklarını birden bire insanlığın çağdaş düzeyine yükseltmişti. “Kabartaylar ve Kazaklar, Osetler ve Gürcüler, Ruslar ve Ukraynalılar, Terek Bölgesi Temsilciler Sovyetleri etrafında geniş bir halka halinde toplandılar. Çeçenler ve İnguşlar, Kazaklar ve Ukraynalılar, işçiler ve köylüler, Kuban bölgesinin sayısız temsilcileri, Sovyetlerini kendi temsilcileriyle doldurdular. Bu halkların ve kabilelerin geniş emekçi kitleleri, kongrelerinde açık ve anlaşılabilir biçimde, Sovyet Rusya ile kopmaz bağlarını ilan ettiler” (Stalin-Pravda n. 100-23 mayıs 1918)
Ekonomileri, merkezi olarak birleştirilmiş özerk cumhuriyetler, ülkenin bütününde üretilen zenginliklerden yararlanma olanağına sahiptiler. Bakû’deki petrol, petrolden yoksun bölgelere aktarılıyor, Kuban ovasında yetişen tahıl bütün Kafkasya’yı besliyordu.
Özerk cumhuriyetlerde yaşayan halkların kültürlerini geliştirmeleri için bütün olanaklar sağlanmıştı. Milliyetlerin hepsine kendi dillerinde öğrenim ve basın yayın hakkı tanınmıştı. 1930’da, Dağıstan’da 11 resmi dil kabul edilmişti. Bu diller Rusça, Kumukça, Azerce, Avarca, Lakça, Dargice, Lezgice, Tabasaranca, Çeçence, Tatarca, Noğayca idi. 1936’da listeye 4000 kişilik bir kitle tarafından konuşulan Ahvahça eklenerek bu sayı 12’ye çıkarıldı.
Eski Sovyetler Birliği’nde ayrıcalıksız haklara sahip olarak örgütlenmiş olan; Sovyet ekonomisinin ve geliştirilen bütün teknolojik olanakların tamamından, rahatlıkla yararlanabilen ve kısa zamanda büyüyüp kalkınan Kafkas halkları, bugün iç çatışmalardan, dış tehditlerden, yaygın yoksulluktan, kriz haline gelmiş açlıktan muzdarip durumda. Kuzey ve Güney Kafkasya, bir taşa birçok kişinin oynadığı bir satranç tahtası haline geldi Emperyalist ülkelerin her birinin dolaysız ya da aleni uyduları aracılığıyla, yaptıkları gizli ya da aleni müdahaleler bu büyük sofradan, herkesten önce en büyük lokmayı götürmeyi amaçlıyor Ortadoğu ve Orta Asya’ya ilişkin emperyalist hegemonya planlarının unsurlarından birini de yine Kafkasya oluşturuyor. Silahlı çatışmalara kadar gelişen gerilimler lokal bir sorunmuş gibi görünse de, ihtilaflar hiç kuşkusuz bölgede yaşayan bütün halkları ve tabii ki bütün dünyayı ilgilendiriyor Kafkas topraklarında sürmekte olan kargaşanın uzun vadede kararlı bir yapıya kavuşarak stabil hale geleceği de sanılmasın, çünkü bölgede kimin eli kimin cebinde belli değil. Öte yandan, bağımsızlık talepleriyle harekete geçen ve sıcak çatışmalara yuvarlanan halklar için bağımsızlık, yeni kurulmak istenen dengeler yararına, etkili ama yanıltıcı bir ajitasyon malzemesi olmanın ötesine geçemiyor. İşler sarpa sardıkça, en kısa zamanda, koruyucu kanatları altına girebilecekleri bir hami aradıklarından, emperyalistler ya da emperyalist devletlere uydu “hamiler, genel kamu vicdanı karşısında aklanmış ve haklı müdahale zeminleri bulabiliyorlar. Stalin daha 1921de söylemişti; “Özel mülkiyet ve sınıf eşitsizliğine dayanan yeni ulusal devletler, ulusal azınlıktan baskı altında tutmaksızın (Beyaz Rusları, Yahudileri, Litvanyalıları, Ukraynalıları ezen Polonya; Osetleri, Abazaları, Ermenileri ezen Gürcistan, Hırvatları ezen Yugoslavya) topraklarım komşuları zararına genişletmeksizin -ki, bu da çatışmaya ve savaşlara yol açar, mali, iktisadi ve askeri bakımdan büyük emperyalist güçlere boyun eğmeden yaşayamazlar” (Stalin- Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu-Sol Yayınları sf.106)
Tarih elbette tekerrür etmez. Ama yeryüzünün herhangi bir bölgesinde sürdürülen milliyetçi “bağımsızlık” savaşları özel mülkiyet sisteminin yayılıp pekişmesini, uluslararası sermayenin genişletilerek, yeniden üretilmesini sağlamaya hizmet ediyorsa, bu savaşın adına ne denirse densin, kapitalist emperyalist sisteme tam entegrasyonun garantisidir sadece. Ve kuşkusuz, sömürü ilişkileri temelinde kurulmuş toplumsal örgütlenmelerde, sınıf uzlaşmazlıkları, sömürücü sınıfların kullanıp yönlendirdikleri milli çelişmelerle beslenmektedir.
Kafkasya’da da kapitalist restorasyonun bugünkü aşamasında yaşanan bütün sorunlar ve giderek yükselen milliyetçilik krizi, sömürüye dayanan üretim ilişkilerinin, klasik kapitalist tarzda yeniden inşası sırasında yaşanan iç gerilimler ve dış baskılardan kaynaklanıyor; Gerçekten de, sınıf çelişkilerinin üstü milliyetçiliğin kışkırtılmasıyla örtülüyor. Bu koşullarda, bölge halkları için, ekonomik ve sosyal sıkıntıların kaynağında, bir başka ulusal devleti görmek işten bile değildir. Eski özerklik statüsü sürdürüldüğü sürece bağımlılığı, özerkliğin yaşandığı cumhuriyetle ilişkilerde elle tutulur hale getirir. Eskiden, sosyalizm varken, hiç sorun yaratmayan bu hukuksal statüler, sömürü ilişkilerinin derinleşmesiyle bir problem haline gelir.
Diğer yandan, milliyetçiliğin ideolojik bir işlev yerine getirmesi gözetilerek kışkırtılması, yeni ilişkilerin olmazsa olmaz koşuludur. Gürcistan eski devlet Başkanı Gamsakhurdia “Komünizmin yerini sağlıklı milliyetçilik almalı” diyordu. “Sağlıklı milliyetçilik vatanseverlikle aynı şeydir. Anayurdunu, milletini sevmek; vatanseverlik her insanın hayat felsefesi olmalı. Hiç bir şeye saygısı olmayan kozmopolitler de var, ama tabii o başka bir konu”. Her zamanki gibi görüşlerini diplomatik inceliklerden yararlanmadan dile getirmişti. Bu, Gürcistan’da oturtmaya çalıştığı, Gürcü milliyetçiliğinin tersine dönerek Abhaz-Oset ve Acar milliyetçiliği olarak, kendine geri döneceğini ve Gürcü topraklarında kanın gövdeyi götüreceğini ya hiç hesaplamamıştı, ya da her şeyin hakkından kolay geleceğini sanıyordu.
Gürcistan’daki kapitalizme gerekli sermaye akışını sağlamak için, Gürcü kadınlarının Türkiye’de, Karadeniz boylarında, kendi bedenlerini sermaye olarak kullanmalarının, ulusal duygularda derin tahribatlar yaratıp yaratmadığı bilinemez, ama pazara çıkarılan kadın “etlerinin yardımıyla; milliyetçilikle beslenen sınıf çelişkilerinin özgürlük duygusu ve “özel girişim” yeteneğinin geliştirilmesiyle, görünmez kılındığı hissedilebilir.

KAFKASYA’YA AZERBAYCAN VE ERMENİSTAN ÜZERİNDEN AÇILAN KARTLAR
Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra bütün emperyalist propaganda merkezlerinden, komünizmle – “hür dünya” biçimindeki- kutuplaşmadan doğan savaşların, artık nedenini yitirdiği için, yeryüzüne barışın geldiği ilan edilmişti. “Tek kutupluluk ekseninde örülen Yeni Dünya Düzeni “istikrar”ın egemen olacağı bir düzendi. ABD emperyalizmi kaynaklı bu propagandalar, Sovyetler Birliği’nin etkisi altında bulunan Orta Asya ve Kafkasya topraklarındaki pazar tahakkümünün karşıt bir “kutup” tarafından müdahale edilmeksizin, kolaylıkla kurulabileceğini öngörüyor, ya da olası çatışmaların, değişen dünyadaki haklılık nedenlerini yitirdiği için, yelteneceklerin de yalnız kalacağı imajını oluşturuyordu.
Görüldü ki, Yeni Dünya Düzeninin ilanıyla birlikte, Balkan ülkelerinden başlamak üzere, Kafkasya’ya ve Orta Asya’ya uzanan coğrafyada arka arkaya bölgesel savaşlar patlak veriyor; ebedi istikrar bir türlü sağlanamıyor. Bu geniş coğrafyada, yeni nitelikler kazanarak oluşan kapitalist pazar ve yeni paylaşım olanakları hem bölge ülkeleri arasında hem de emperyalistlerin kendi aralarında sürtüşmelere yol açıyor. Ancak, oyunun asıl aktörleri her durumda uygun kartı oynamak üzere ellerinde bol miktarda seçenek bulundurarak, bölgeye ilgilerini, şimdilik ikinci elden sürdürüyorlar.
Hemen anlaşılacağı gibi bu ikinci ellerden birisi, halta en önemlisi Türkiye’dir.
ABD emperyalizmi, hatta Türkiye ile ABD arasındaki ilişkinin, kendileri açısından doğuracağı olası sonuçlara mesafeli durarak, ama şimdiden siyasal yatırımlar yaparak; Avrupa emperyalistleri, bölgeye Türkiye üzerinden uzanmaya ve ulaşmaya çalışıyorlar. Türkiye’nin, Osmanlı İmparatorluğu zamanında kendisine bağlı olan, ama Rusya ile o zamanlar girilen savaşlarla birer birer ellerinden yitirdiği Kafkas topraklarında ve tarihsel, kültürel ve dil ortaklığının bulunduğu, Orta Asya ülkelerinde gözü olduğu ve ABD plan Sarının kendisiyle ilgili koşullarına dünden razı olduğu düşünülürse, emperyalistlerin işlerinin yolunda gideceği düşünülürdü. Pek de öyle olmuyor.
Türkiye, Emperyalist tasarıların diğer etkenleri arasında sıkışmış durumda. Tarihsel bağlarına dayanarak, kurulmasında rol aldığı ilişkilerin yanı sıra, kimi uluslarla tarihsel kötü anılarına karşın bazı ilişkilere girmek, üstelik ülke içinde bir istikrar unsuru olarak, sürekli körüklenen milliyetçiliğe uygun, onunla tutarlı tavırları almamak zorunda Azerbaycan-Ermeni sorunu Türkiye açısından böyle.
Ermenistan’ın Cenevre’deki AGİK “barış müzakerelerini” -ki, bu müzakerede taraflar Ermenistan, Azerbaycan, Türkiye ve ABD idi- yarıda keserek Azerbaycan’a saldırmamdan önceki zamanlarda Türkiye’nin Ermenistan’a elektrik veriyor olması, iç politika gündeminin önemli maddeleri arasında bulunmaktaydı ve şovenistler, geçmiş Ermeni ihanetlerinin unutulmasından rahatsızdılar.
Ermeniler, Kelbecer’e doğru ilerledikleri sırada Türkiye toprakları üzerinden on binlerce ton besin maddesi, ilaç, yakıt ve giyeceğin daha önce Ermenistan’a nakledildiği ortaya çıkarılıyordu.
Bu insani yardım konvoylarının yükleri arasında Ermenistan’a silah da gönderildiği söylenmekteydi. Doğru olabilir; olmaması için hiç bir neden yok. Türkiye’yi şu anda Ermenistan’a bir şekilde bağlayan kapitalist bağlar, Azerbaycan’a bağlayan ulusal duygulardan daha güçlü çünkü.
Ermenilerin Kelbecer’den sonra yapacakları ataklar Azerbaycan-Gürcistan dolayısıyla Azerbaycan-Türkiye bağlantısını tehlikeye alabilir.
Ermenistan’ın, Türkiye’yi Orta Asya’ya bağlayan güzergâh olasılıklarından biri olması nedeniyle Ermenistan’la iyi ilişkiler kurarak denetim allında tutmak isteyen Türkiye, küçük rüşvetler vermekten kaçınmıyor.
Öte yandan Ermenistan’ın kapitalist inşa sürecinde ABD’ye duyduğu yakınlaşma ihtiyacının olanaklarını da Türkiye sunuyor. Bu kadar da değil. Bölgedeki politik dengenin bu ilişkiye şimdilik ihtiyacı var.
ABD’nin Rusya “ile dolaylı ilişkisi de Türkiye’nin tavsiyelerine göre yönlendirilebiliyor. Demirel, Ankara’ya gelen ABD Temsilciler Meclisi üyelerinden oluşan heyete “Yeltsin’e yardım elini uzatmakta geciktiniz. Rusya siyasi istikrar içinde olmazsa, Sovyetler Birliği’nden kopan cumhuriyetler rahat edemezler, birbirlerine düşerler. Rusya da onlara dönüp ‘benimle beraberken sükûn içindeydiniz şimdi ise birbirinizle kavga ediyorsunuz, yine yanıma gelin’ der. Bu ise dünya için iyi olmaz. Rusya’nın istikrarı hem dünya için hem de dünya barışı için şarttır” diyordu.
Kafkas bölgesine aynı pazar talepleriyle yönelen, bölgedeki devletçiklerden, eski hukuksal statülere dayanarak, öncelikli haklar talep eden Rusya, ABD politikalarıyla bir noktada uzlaşıyor. ABD, anti Amerikan eğilimleriyle bölgede çıbanbaşı durumunda olan, radikal İslamcı akımları destekleyen ve İslam devrimi ihracı girişimlerini sürdüren İran konusunda Rusya’yla buluşuyor. Rusya şeriatçı eğilimlerin Orta Asya ve Kafkaslarda yayılmasından ve Rusya Federasyonu’nu oluşturan Türk ve Müslüman toplumlarına sıçramasından korkuyor. Kaldı ki, bu eğilimler giderek daha fazla oranda olmak üzere, bu topraklarda yeşermeye başladı bile. Bölgede yeni kurulan ulus devletçikler için, Rusya da model olarak, Türkiye modelini öneriyor ve İran ya da Afganistan modellerini tehlikeli görüyor.
Uğur Mumcu suikastı sanıklarının İran’dan geldiklerinin ve bazı Hizbullah silahşorlarının, İran’da eğitildiklerinin “haber alınması”ndan sonra Türkiye ile İran arasında açık saflaşmalar başlamıştı. Türkiye, İran karşısında; Uğur Mumcu’nun cenaze törenini laiklik gösterisine dönüştürerek, hem İran’a karşı oluşturulacak uzun vadeli sertleşme politikasına kamuoyunu hazırlamaya çalıştı, hem de İran’a karşı güç gösterisinde bulundu. Türkiye Orta Asya’da İran’la kozlarını paylaşırken en küçük desteği bile göz ardı etmiyor, doğal ki, Rusya bu konuda iyi bir güvence olarak görülüyor. Ama bu buluşma da tekin değil, çünkü Rusya’nın Panislamizm duyduğu ürküntünün, denetimden çıkarsa Pantürkizm’e ikame edilmeyeceğini düşünmek için hiç bir neden yok. Bu sebepten Rusya Azerbaycan’a karşı Ermenistan’ı destekliyor. Hatta son saldırı başlamadan önce Türkiye ile paylaştığı arabuluculuk işlevini, Ermenistan’ı saldırmazlığa ikna etmek görevini üstlenmişken bunu yapmamış, saldırıyı gizliden körüklemişti. Azerbaycan-Ermenistan savaşında da tıpkı Abhazya-Gürcistan sorununda olduğu gibi Rusya’nın aktif müdahalede bulunduğu ve Ermenistan saflarında gayri resmi olarak Rus birliklerinin savaştığı biliniyor. Azerbaycan ve Gürcistan’ın BDT’ye sırt çevirdikleri ve Rus hegemonyasını kabullenmeye yanaşmadıkları göz önüne alınırsa, Rusya’nın eline geçen fırsatları bu iki ülkenin boyun eğdirilmesinde kullanmaktan kaçınmayacağı görülebilir.
Türkiye, Kafkasya’ya doğru, ABD emperyalizminin ayaklarının altına kendini köprü olarak uzatırken, iç politika öğesi olarak şimdiye dek geliştirilmiş şoven, Türkçü eğilimlerin altında ezileceğe benziyor. Çünkü “rahmetli” Özal’ın “Ermenistan sınırında tatbikat yapılsa, bir iki mermi de sınırdan içeri düşse ne olur” diye ürkek ve cılız bir müdahale önerisinin dışında Azerbaycan için hiç bir fiili müdahale önerisi geliştirilmedi. Çünkü Türkiye ABD ile Ermenistan ilişkilerinin selameti ve geleceği açısından bu sorunda sessiz kalmak ve tarafsızlığını korumak zorunda. Kendisinden beklenen bu.
Türkiye ile İran arasında Kafkasya toprakları üzerinde de gelişen gerginlik Azerbaycan ve hatta diğer Türkî cumhuriyetlerin “laik- çoğulcu” Türkiye’yi tercih ettiklerini belirtmeleriyle yeni bir yön kazanmıştı. İran kendisiyle ilişkiyi reddeden Azerbaycan’a karşı kendi sınırlan içindeki Azeri bölgesi nedeniyle sürekli tedirginlik duydu. Sebep aynı; Azerbaycan’la ilişki kurmak isterken kendi sınırları içinde yaşayan Azeri soydaşlarla olan akrabalık ilişkilerini öne sürmüştü, şimdi bu ilişkinin kendi tasarrufu dışında kalması koşulunda, İran topraklarına bela getirebileceğini, Azerilerin savaşın herhangi bir noktasında saldırıda bulunup soydaşlarıyla buluşmak isteyeceklerini, ya da İran Azerilerinin etnik bir problem haline dönüşebileceğini hesaplıyor; dolayısıyla bu hesap onu Ermenileri desteklemeye zorluyor.
Kafkasya üzerinde ABD emperyalizmi dışında Almanlar, Fransızlar ve Japonların da planları var. Azerbaycan ve Ermenistan kartlarını onlar da kendilerince, çıkarlarının gerektirdiği doğrultuda ve değişik planlar dâhilinde kullanıyorlar. Tek kutup kendi içinde de parçalanıyor, bütün yanıltıcı iddialara karşı çok başlı, çok kutuplu ve çok çelişkili bir bütünlük olduğunu gösteriyor.
Japonlar, herkesten daha çok ticaret mantalitesine sahip olduklarından, siyasal hegemonya onlar için ikincil önem taşıyor, aslolan; pazarda kaça ne satabilecekleri ve hangi tesisin nerede kurulacağıdır. Demirel’in kış aylarında Japonya’ya yaptığı seyahatte, Türkiye’de ihalesi Japonlara verilecek olan tesisler üzerine anlaşma yapılırken, Türkî Cumhuriyetler ve Kafkaslar üzerindeki işbirliği olanakları da görüşülmüştü.
Bu oturumların sonuçlarından biri, kalabalık bir Türk heyetiyle birlikte yapılan Japon Türkî-Kafkas çıkartmasıydı.
Kafkas ülkelerinde ve Türkî cumhuriyetlerin bazılarında müteahhitlik hizmetleri ve turizm sektörlerinde bazı girişimler olmuştu. Münferit ve kişisel çabalara bağlı bu girişimlerin devlet destekli, teşvik kredili olarak ve Japon vekâletinde gerçekleşmesi, Türk müteahhitlerinin ve artık bölgeyle ciddi bir biçimde ilgilenen tekellerin de isteğiydi.

“BAĞIMSIZLIK”ÇI ABHAZYA KİME BAĞIMLI OLACAK
Dağılmadan sonra Rusya, egemenliklerini ilan eden cumhuriyetlerin bazılarıyla federatif bir anlaşma imzaladı. Tataristan ve Çeçenistan henüz bu ittifak anlaşmasını imzalamadılar. 1989-90 yılları arasında Gürcistan da, SSCB kapsamından çıkacağını ilan etmişti. 1992’de ise Gürcistan Askeri Konseyi, Gürcistan cumhuriyetinin 1921 anayasasına geri döndüğünü ilan etti. 1921 anayasasında, şu anda Gürcistan içinde özerk bölge statüsünde bulunan Abhazya, cumhuriyet statüsündeydi. Gürcistan’ın kendisi için tercih ettiği statü, Abhazya’nın da cumhuriyet talebine hukuki haklılık kazandırıyordu. Geçen yıl Temmuz ayında, Abhazya parlamentosunda egemenlik ilan edildi ve 1921’deki statüye geri dönüldüğü belirtildi. Çok değil, bir ay sonra Abhazya topraklan karadan, denizden ve havadan Gürcü işgaline uğradı. Aradaki kısa ateşkes dönemi dışta tutulursa, bir yıla yakın süredir devam eden savaş sırasında binlerce kişi öldü. Bu savaş sırasında Abhazlar, Türkiye’den ve Rusya’dan sürekli olarak yardım talebinde bulundular.
1991’de Abhazya’nın başkenti Sohum yakınlarındaki Lihni köyünde imzalanan bir deklarasyonla kurulan Kafkas Dağlı Halkları Assamblesi’nin ilgisini üzerlerine çekmeye çalıştılar.
Cumhurbaşkanı Vladislav Ardzinba ve heyeti, yardımlar konusunda sondaj yapmak amacıyla Türkiye’ye geldiler ve geldiklerinde Gürcistan’ın Abhazya meselesiyle, Kürdistan problemi arasında benzerlikler bulan hükümet yetkilileri tarafından kabul edilmediler ve sadece ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz’la gayri resmi olarak bir otel lobisinde görüşebildiler Türkiye’nin soruna uzak kalmasına karşın Abhazlar, müdahale etmekle neler kazanabileceklerini her fırsatta anlattılar. Abhazya’dan başlayıp Karaçay-Cerkesk’e çıkan 75 kilometrelik yol -ki, bu yol ikinci savaştan bu yana kapalıydı- en önemli kozdu. Bu yol tamir edilip açıldığında, Türkiye ile Orta Asya arasında başka faktörlere bağlı olarak tehlikeye girebilecek ulaşım olanağı, güvence altına alınacaktı. “Tüm Kuzey Kafkas cumhuriyetleri ve Abhazya halkları, Türkiye’ye en sıcak duygularla bakmakta”ydı. Türkiye’den istenilen en önemli şey de bölgede kapitalizmin geliştirilmesi için gereken yatırımların yapılmasıydı. Türkiye’de “muhaceret”ten bu yana çok sayıda Ab-haz yaşıyordu ve bunların bir kısmı coğrafi ve ekonomik sınırlar açılır açılmaz Sohum ve Gagra kentlerinde ticari girişimlerde bulunmuşlardı.
Gürcistan’la şimdilik ilişkilerini soğutmak istemeyen Türkiye, -çünkü Azerbaycan Ermenistan sorunu yaşandığı sürece Azerbaycan’a ulaşmak için Gürcistan önemli olacaktır- Abhazların taleplerini duymazlıktan geldi. O zaman Ardzinba, cebindeki ikinci seçeneği denemeye karar verdi. Geçen eylülde Moskova’da imzalanan ateşkes anlaşmasında taraf olarak bulunan ve Abhazya heyetini köşeye sıkıştırarak Gürcistan’ı rahatlatan Rusya Federasyonu, bu toplantıda küçük devlet olma kompleksini yaşayan ve üstelik bunu ifade de eden “küçük Abhazya” tarafından kapısı çalınan ikinci adres oldu. Gürcistan’ın anti-Rus eğilimleri ve egemenliğini ilk ilan eden cumhuriyetlerden olması ve BDT’da yer almayı reddetmesi nedeniyle Abhazya’yla yıpratılmasından, Gürcistan üzerindeki kontrolünü ve hegemonyasını güçlendirmek için Abhazya’dan yararlanmaktan Rusya’nın da çıkarı vardı. Gamsakhurdia daha önce Rusya’yı “Trans- Kafkasya halklarım birbirine düşürmek ve Kafkasya’da ikinci bir Lübnan ve ikinci bir Afganistan yaratmak”la suçlamıştı.
Abhazya Gürcistan’dan ayrılıp, “özgürleşirse” BDT’ye katılacağına dair taahhütlerde bulundu. Tarihlerinin neresinden bulup çıkardıklarını anlamak zor ama Abhaz yetkililer “Abhaz ve Rus halkı arasındaki tarihsel dostluk”tan sık sık dem vuruyorlar. Oysa bütün Kafkas halkları gibi Abhazyalılar da geçmişte, çok değil yüz otuz yıl kadar önce Ruslarla sürekli savaş halindeydiler ve Çar ordularına karşı savaşırken verdikleri on binlerce candan sonra başka topraklara ve en çok da Türkiye’ye göç etmek zorunda kalmışlardı.
Abhazya’da Gürcülere karşı verilen “bağımsızlık” savaşı, bir başka bakımdan da ilginçtir. Abhazlar kendi topraklarında azınlık konumundalar. Çünkü nüfusun çoğunluğunu yani yüzde otuzunu Migreller oluşturuyor. Geri kalan nüfusu ise aynı oranlarda olmak üzere Ruslar, Ermeniler, Abhazlar ve daha düşük oranlarda olmak üzere de Gürcüler, Svanlar, Türkler ve Ukraynalılar oluşturuyor.
Gürcistan’daki diğer özerk bölge olan Güney Osetya da ayrılıp BDT içindeki Rusya Federasyonu’na ait özerk bir bölge olan Kuzey Osetya ile birleşmek istiyordu. 1987’de ayrıldığını ilan edince Gürcülerle Osetler arasında, kuzeyde çatışmalar başladı. Bu çatışmalar Gürcistan ve Osetya arasında arabuluculuk yapan Yeltsin’in girişimleriyle durduruldu. Gerilim, şu anda yeni bir çatışmanın potansiyellerini içinde barındırmak kaydıyla devam ediyor.
Sadece Gürcistan’da değil, Kafkasya’nın her köşesinde bu çalışmaların potansiyeli var.

Mayıs 1993

Yurttaş Nazım” Ve Yaşayan Nazım

Nazım Hikmet’in yakınları, vatandaşlık hakkının iadesi için kampanya başlattılar. Nazım’a ilişkin bu talepler özel ve resmi televizyon kanallarında, basın sayfalarında sık sık dile getirilmeye başlandı. Kız kardeşi Samiye Yaltırım’ın ilgili makamlara yazdığı her dilekçe, “vatandaşlık talebinde bulunan kişinin kendisinin başvurması gerektiği”, yasalarda vatandaşlık hakkının bu prosedürle tanınabileceğine ilişkin bir maddenin olmadığı gibi gülünç gerekçelerle geri çevrildi, ilgili ve yetkili kişilerden konuyla ilgili demeçler alındığında hepsinin “kişisel olarak” Nazım’a vatandaşlık hakkının tanınması gerektiği konusunda mutabık oldukları, ancak bu kişisel “demokratlığın” ne yazık ki devletten demokratik bir karar çıkmasına yetmediği kendi beyanlarından anlaşıldı. Doğrusunu yasalar bilirdi…
Nazım Hikmet’in şiirleri, şimdiye dek ezilen sınıf ve katmanlarla burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesinde, birinciler lehine etkili bir ajitasyon silahı ve esin kaynağı olmuştu, ikinciler için ise, her zaman bir heyula, militarizmin çizmeleri altında ilk çiğnenecek materyal, yangına ilk atılacak malzemeydi. Nazım ezilenler için ne idiyse burjuvazi için onun tam karşıtıydı.
Şu anda devletle yakınları arasında süre-giden Nazım Hikmet üzerindeki pazarlık insani yönü ağır basan bir ilişkiymiş gibi görünse de, içeriği tamamen siyasidir. Ve elbette ki bunun yeni durumlarla, yeni dünya düzeni ile ve bizzat Nazım’ın kendisiyle ilgili yönleri vardır.
Şimdiye dek ve hep, ezilen sınıfların her türden talepleri; sadece, burjuvazinin siyasal iktidarının ortadan kaldırılmasını doğrudan içeren eylemlerle dile getirildikleri zaman değil, eylem sloganları ancak alt sınıflara mensup insanların mevcut sistem içindeki yaşam koşullarını bir parça düzeltmeyi ifade ettiği zamanlarda bile burjuvazi tarafından öfkeyle karşılandı.
Ezilen sınıf ve katmanların eylemine karşı duyulan bu refleks öfke esnemez değildi. Kitlelerin eskisi gibi yönetilemediği zamanlarda ya da uzun süredir dile getirilen ve kamuoyu nezdinde ancak “eskisi gibi olmaz ama bu koşullarda olur”, düzeyinde bir meşruiyet kazanan istemler karşısında öfkenin yerini “akıllı” burjuva manevralar aldı ve istemler karşılanarak kapitalizmin vitrinine yerleştirildi. Burjuvazi başlangıçta zor kullanarak bastırmaya çalıştığı bu istemleri evcilleştirerek kendisinin kılmayı başardı ve sisteminin sınırlarını genişletti.
Evcilleştirme ve kendisinin kılma ve bu yöntemle kendi sistemini güçlendirme burjuvazinin öteden beri her sıkıntılı dönemi atlatmasının bir yöntemi oldu. Ya da bu sıkıntılı dönemler atlatıldıktan sonra, eskiden kalan ve ezilenlerin belleğinde yer etmiş savaşa dair kalıntıların silinmesi, bu başarılamıyorsa hiç değilse naif nostaljiler halinde kalmalarının sağlanması ve savaşçı ruh halinin genel toplumsal “her şeyi konuşabilir hale gelme”, “tabuları yıkma” havası içinde yitip gitmesi için bir araç oldu.
Denizlerin yaptığı devrimci çağrışımların, o dönemlerden kalan “yol arkadaşları”nın da burjuvazi açısından değerli katkılarıyla serbest piyasada açık arttırmaya sunulan üç kuruşluk çocukluk ve gençlik anılarına takas edilmesi ve “devlet baba”nın hoşgörüsüzlüğünden esef edilerek “biz o zamanlar devrimi çok sevmiştik” serzenişine dönüştürülmeye çalışılması da bu anlama geliyordu.
Ama ne demişti Lenin ‘Devlet ve İhtilal’in girişinde, “Egemen sınıflar, sağlıklarında büyük devrimcileri ardı arkası gelmez kıyıcılıklarla ödüllendirirler; öğretilerini, en vahşi düşmanlık, en koyu kin, en taşkın yalan ve kara çalma kampanyalarıyla karşılarlar. Ölümlerinden sonra, büyük devrimcileri zararsız ikonlar durumuna getirmeye, söz uygun düşerse azizleştirmeye, ezilen sınıfları “teselli etmek” ve onları aldatmak için adlarını bir ayla ile süslemeye çalışırlar. Böylelikle devrimci öğretileri içeriğinden yoksunlaştırılır, değerden düşürülür ve devrimci keskinliği giderilir…” ve “Burjuvazi için kabul edilebilir ya da öyle görünen şeyler, ön plana çıkarılır ve övülür”
Nazım Hikmet için de aynı şeyleri bir ölçüde söylemek mümkün. Yaşamı boyunca ve öldükten sonra da; şiirleri her alanda kovuşturmaya uğradı ve lanetlendi. Yine de tek tek devrimcilerde ete kemiğe bürünmüş bir biçimde yaşamaya devam etti.
Daha yaşarken hakkında ölüm fetvası verilmişti. Türkiye’yi terk edişi onu kurtardı. Şimdi de, devlet, kendini Nazım Hikmet sendromu karşısında rehabilite etmeye çalışıyor. Dünyanın, yeni durumlar karşısında en az esneme yeteneği bulunan burjuva devlet aygıtlarından birisine sahip olan Türkiye’de, devletin bürokratik mekanizmalarının çıkardığı engellerden ve gönülsüzmüş gibi görünen tavırlarından Nazımla ilgili girişimlerin tabandan geldiği ve özerk bir yanı olduğu düşünülebilir.
Bu taleplerin neden daha önce değil de şimdi dile getirildiği bir soru olarak kaydedildiği durumda bile bu problemin ortaya sürülmesinin koşullarının güncel politik ortam tarafından hazırlandığını görmek zor olmayacaktır. Öte yandan, Nazımla ilgili bir kampanya, Nazım Hikmetin geniş kitlelere mal edilmek yoluyla meşruiyet kazanması çabasına girmek biçiminde sürdürüldüğünde haklı olabilirdi. Ama bu meşruiyet zemini buralarda değil de onu devletin tanıyabileceği bir noktada arandığından sınıf uzlaşmacılığı için güncel politik durumdan olanaklar çıkarıp bunu vaaz eden ve ulusal uzlaşmayı tek ve değiştirilemez bir seçenek gibi dikte eden yeni dünya düzeni ideolojisinin gereklerinin yerine getirildiği görülür ve Nazım’ın yasallaştırılması isteminin ardında asla masumane bir kaygının yatmadığı anlaşılır.

* *   *
Yeni Dünya Düzeni sosyalizmin öldüğü propagandasıyla doğdu. Dolayısıyla bütün sosyalist argüman burjuvazi tarafından geçersiz ilan edildi. Burjuvazi “tek kutuplu dünya”nın hâkimi olarak bu geçersizlik ilanını yermeye kendisini muktedir görüyordu.
Geçersizliğin ilanıyla hem ezilenler açısından ideolojik-psikolojik bir tahribatın yapılması amaçlanıyor hem de şimdiye dek sosyalizmin uluslararası ve ulusal kazanından karşısında soluğunu tutan burjuvazi kendine, ezilenlere yönelik her türden pervasız saldırılar için “geç” işareti veriyordu.
Sınıf mücadelesi ve sosyalizm artık bittiğine göre, sınıf mücadelesini anımsatan ne varsa ya yok edilmeli ya da evcilleştirilmeliydi!
İkinci savaştan sonra başlayan soğuk savaş döneminin bitirildiği açıklanıyor ve bu açıklamayla birlikte dünyanın yeni koşullara göre organize edilmesi gerektiği saptanıyordu.
“Yeni” durumda Türkiye’de Nazım Hikmet’in payına düşen de tolere edilebilecek yönlerinin burjuvazi tarafından sahiplenilmesi oldu. Çünkü artık Nazım’dan ve şiirlerinin yarattığı etkiden korkmaya da gerek yoktu. Bu perspektifle Nazım’ın, bütün diğer süreçlerinden soyutlanarak 141-142’nin kapsamına sokabildikleri kadarıyla komünistliğine az çok ve kerhen rıza gösterildi ve şiirlerinin güzelliği keşfedildi. Oysa zaten çok uzun zamandır, aynı hukuki ortam ve aynı yasal koşullarda Nazım Hikmet’in yazdığı oyunlar özel tiyatrolarda sergileniyor, şiirleri ve şiirlerinden yapılmış besteler sansüre uğramadan okunuyordu. Yani aslında, Nazım meşru idi ve bu topraklar üzerinde serbest dolaşım hakkına sahipti.
Mevcut durum, uluslararası düzeyde ün yapmış bir Türk şairinin kendi ülkesinde “yasaklı” olmasının yol açtığı politik rahatsızlıklarla birleşince Nazım’ın devlet düzeyinde tanınması bir ihtiyaç haline geldi. Devlet tiyatroları, repertuarlarına Nazım’ın yazdığı oyunları aldılar, senaryosu ona ait olan “Yolcu” filminin çekimine başlandı ve filme en önemli katkı eski İstanbul emniyet müdürlerinden işkenceci Mehmet Ağar’dan geldi. Resmi televizyon kanallarında Nazım’ın şiirleri okunmaya başlandı. Hatta okullara Milli Eğitim Bakanlığı tarafından tavsiye edilen bazı kitaplarda da seçilmiş şiirleri yer aldı.
Yalnız, Nazım’dan seçilen şiirler şairin ilk dönem yapıtları arasında yer alan milliyetçi temaları işleyen şiirleri, yurtdışındayken yazdığı memlekete hasret şiirleri, manzara ve doğa şiirleriydi.
Onun Komünizmi övdüğü, kavga çağrısı yaptığı şiirleri ise elbette tanınmıyordu ve tanınmazdı da. , ,

HANGİ NAZIM’I İSTİYORLAR
Yeni değil, geçmişte de burjuvazi Nazım Hikmet’in politik kimliği ile sanatçı yönünü birbirinden ayırmış, şairliğinin düzeyi konusunda hakkı teslim edilmişti. Yılmaz Güney’e de aynı şey yapıldı ve bu sanatçılar politik kimliklerinden soyutlandığında sanatçı kimlikleri kabul edilebilir bir şey olarak ellerinde kaldı. Şimdi burjuvazinin, sistemine entegre etmek istediği Nazım da memleket ve manzara şiirleri yazan, Komünizm tutkusu görmezlikten gelinebilecek, ama onda tutku olarak sadece kadınlarla yaşadığı aşkların tanınabileceği bir sanatçı Nazım’dı. Nazım’ın evcilleştirilmesiyle yozlaştırılmak istenen ise, devrimci mücadelenin kendisiydi.
Nazım Hikmet bugün bir entegrasyon unsuru ve gerekçesi olarak kendisinde sanatsal bir deha keşfeden burjuvaziye, kendi politik geçmişindeki yalpalamalarla da malzeme sunuyordu. Ama elbette ki Nazım Hikmet’in siyasal olumsuzluklarını kişisel ayak sürçmeler olarak değil, bir dönem merkez komitesinde yer aldığı TKP’nin ideolojik formasyonunun bir doğal sonucu olarak değerlendirmek gerekiyor. Çünkü TKP’nin Kemalizm’de devrimci bir potansiyel olduğunu iddia eden ve burjuva devlet aygıtını olumlayan politikalarının ve buna uygun ideolojik formasyonunun yol açtığı bir başka sonuç iki önemli kadronun Vedat Nedim Tör ve Şevket Süreyya Aydemir’in ihanet çizgisine sürüklenmesiydi. TKP, kadrolarını Kemalist “kadro” hareketine kaptırmıştı. Bu iki “komünist”, burjuva devlet aygıtı içinde önemli mevkilere getirildiler, deney ve bilgilerini Kemalist iktidarın geleceği için seve seve hizmete sundular.
Kemalizm’e duyulan bu sıcak ilgi “donanma davası” adıyla tarihe geçen yargılanma sırasında Nazım Hikmet’in Mustafa Kemal’e yazdığı mektupta da kendisini gösterecektir. Bu mektupta “kör değilim ve senin yaptığın her ileri dev hamlesini anlayabilen bir kafam, yurdumu seven bir yüreğim var. Askeri, isyana teşvik etmedim. Yurdumun ve inkılâpçı senin karşında alnım açıktır… Bağışla beni. Seni bir an kendimle meşgul ettimse, alnıma vurulmak istenen bu inkılâp askerini isyana teşvik damgasının ancak senin ellerinle silinebileceğine inandığımdandır” demektedir. Nazım’ın politik hataları azımsanmayacak kadar çoktur. Onun siyasal geçmişi, burjuva devletle komünist düşünceler arasındaki savrulmalarla doludur.
Devlet de, bu savrulmalar sırasında Nazım’ın kendi kıyısına vurduğu her dönemde onu “kendisinin kılmak” için elini uzatmıştır. TKP Merkez Komitesi’nden uzaklaştırıldığı bir dönemde şiirlerinin plaklara okunup piyasaya sürülmesine ses çıkarılmaz.
Partiden atılmasında Şefik Hüsnü’yle arasındaki kişisel uyuşmazlıkların rol oynadığını düşündüğü için sık sık diğer partililer aracılığıyla görev talep eder, oysa yoldaşları ona şairlikle yetinmesini telkin eder. Hikmet Kıvılcımlı ona bir gün “Sen şairliğine devam et Nazım” diyecektir. “Şiirinde fazla saçmalamadığın sürece davaya yararlı olursun”. Bir başka sefer de “Sana söyleyebileceğim bir şey var. Genel olarak Komünizm senin can damarındır. Ondan koptuğun gün Babıâli kaldırımında sürüsüne bereket, her gün yüzü fışkırıp, yüzü silinen, ciğeri beş para etmez kelime hokkabazlarından biri olursun. Yani yok olursun. Benim kanaatim bu” diyecektir. TKP’nin tarihi birçok kez, kendi mensupları tarafından dedikoduyla yazılmıştır. Bu anılarda Nazım’la ilgili bölümler, yazarın Nazım’la ilişkisinin özelliğine göre değişir. Hikmet Kıvılcımlı onu sevmez; çünkü daha sonra tekrar TKP’de yer alan Nazım bu kez Kıvılcımlı’nın partiden atılmasında etkili olmuştu.
Nazım, her türlü kişisel ve ideolojik yalpalamalarına karşın kendisine öğütlendiği gibi Komünizmin onun can damarı olduğuna inandı. Cezaevinde geçirdiği süre içinde ve ondan sonra hep devrimci şiirler yazdı. Kendisini ezilenlerin kavgasının yanında ve içinde hissetti, bu yüzden daha sağlığından başlamak üzere adı çevresinde bir efsane oluşmaya başladı.
Çok az şair, yazdığı şiirlerle politik bir misyon üstlenebilmiştir; Nazım bu bakımdan bütün dünyada örnektir ve önemlidir.
Onun şiirleri pek çok devrimcinin ilk göz ağrısı olmuştur. İdam cezasıyla yargılandığı bir dava hakkındaki duyguları, karısına yazdığı bir mektupla dışarı ulaştığında, “Zavallı bir çingenenin / Kıllı, siyah bir örümceğe benzeyen eli / “Geçirecekse eğer / ipi boğazıma / Mavi gözlerimde korkuyu görmek için / Boşuna bakacaklar Nazım’a” dizelerindeki yüreklilik birçok genç insanı etkileyecekti. Bu genç insanlar, “Nazım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor” dizesindeki meydan okuyuşta kendi duygularını içselleştireceklerdi. Burjuva ideolojisinin kirlettiği kamuoyu düşüncesi Komünizmi bir onmaz hastalık, bir yüz kızartıcı suç gibi tanırken o göğsünü gere gere “sevdalınız komünisttir” diyecektir. Yine birçoğu, Karadeniz’de Boğaza doğru seyreden bir vapurun Varna’dan nasıl usulcacık okşanacağını, bu okşamanın nasıl el yakacağını onun dizelerinden tahayyül etmeye çalışacak ve estetik bir keyif yaşayacaktır. Ondaki yurtsama 68’in antiemperyalist içerikli eylemleri için de bir esin kaynağı olacak, o günkü ideolojik koşullar içinde yurttan kilometrelerce uzaktan yazdığı yurtsever şiirlerle bu duygulan besleyecektir.
Ve onun dizeleriyle kavga sözleri verilecektir. “Akın var güneşe akın / güneşi zapt edeceğiz / güneşin zaptı yakın” denilecektir. Dövüşerek ölenler güneşe gömülecekler ve geride kalanlar onların yokluğunu sancıyan bir kol gibi yanı başlarında duyarak ama “vaktimiz yok onların matemini tutmaya” diyerek yürüyeceklerdir, “yürünecek, hesabı sorulacaktır”.

* * *
Politikanın her zaman simgelere gereksinimi olmuştur, işçi sınıfı da kendi politik amaçlarına ulaşmak için verdiği mücadelede bu mücadeleyi destekleyecek, mücadeleye kitlelerden akacak seli hızlandıracak motiflere her zaman sahip oldu ve mevcut olanaklardan bu amaçla yararlandı, ya da bunları yarattı. Nazım, Komünizm övgüsü içeren ajitasyon yükü yoğun şiirleriyle devrimci politikanın vazgeçilmez simgelerinden biri oldu. Salt ajitasyon değeri bakımından değil, şiirlerinin yüklendiği estetik, elektrik bakımından da değerliydi. Türkçenin şiire sunduğu olanaklar Nazım’ın şiirlerinde bir kez daha kendi sınırlarını zorlamış ve Nazım’ın adıyla anılan bir ekol oluşmuştu. Ondan sonraki bütün şairler az çok Nazım’dan izler taşıyorlar, hepsi bir parça Nazım oluyorlardı.
Grev alanlarında, forumlarda, mitinglerde, işçi emekçi ya da öğrenci eylemlerinin her türünde okunan Nazım Hikmet şiirleri ortamdaki devrimci ısıyı biraz daha yükseltti, ajitasyonu güçlendirdi. Onun dizeleri eylem için gereken ataklığı harmanladı.
Nazım Hikmet şiirleri her devrimcinin başucu kitabı oldu. Duygulu bir şeyler dinlemek isteyen herkes onun sesine kulak verdi.
Şimdi burjuvazi, Nazım’ın albümünü geçmişinde bulunan yalpalama anlarını resmi kütüphanelerdeki tozlanmış arşiv dosyalarından bir bir toplayarak hazırlıyor. Daüssıla şiirleri milliyetçi vatanseverliğin ajitatif malzemesi haline getiriliyor. Kemal’e ve İnönü’ye yazdığı mektuplar vasıtasıyla onun devletle ilişkileri bir kez daha gün yüzüne çıkarılıyor. Nazım’ın devlete meydan okuyan şiirlerinin dişleri törpülenerek, uysal ve söz dinleyen bir evcil kedi haline getirilmek ve Komünizmin cephaneliğinde vazgeçilmez, etkili ve güçlü bir silah olan sözleri devletin yedeğine alınmak isteniyor. Bu ise, yeni dünya düzeninin ihtiyaçlarına uygun bir başka, ama bilinen bir sınıf savaşımı biçimidir.
Nazım devlete nedamet getirdiği anlarda zaten Nazım değildi ve o yönleriyle her zaman burjuvazinin olmuştu. Yine onlara kalsın. Ama onun “güneşi zapt edeceğiz” diye yükselen sesini, devrimin bu en önemli ajitasyon silahlarından birini düşmana kaptırmaya, bu konuda kimi cevvallerin sadece Nazım’ın kemiklerini Anadolu’ya taşımak için “alın sizin olsun” biçimindeki yaltaklanmalarına karşın, evet buna karşın, devrimcilerin hiç niyeti yoktur. Nazım’ın genel kişisel gelişim eğrisine bakılarak söylenebilir ki, bu çizginin hiç bir ucunda devlete kapıkulu olmaya övgüyü görmek mümkün değildir. Nazım’ı rehabilite etmeye çalışan burjuvazi, bu girişimiyle nasıl kendi sınıf çıkarlarına uygun bir tavır içine giriyorsa, karşı cephede bulunanlar açısından da Nazım’ın devrimci yanına sahip çıkmak ezilenlerin sınıf çıkarlarının gereğidir. Açıkçası, Nazım için açılan kampanya aracılığıyla yürütülen “barışçıl” savaş, bir sınıf savaşıdır ve bu savaşta ezilenler de kendi tarzlarında silahlanmaktadırlar.
Cephenin bu tarafında bulunanlar için Nazım Hikmet komünistliğe devam ediyor. Onun şiirleri bir yeni dünyanın muştusunu verdiği, devrimci politika, Nazım’da kendi ihtiyaçlarına uygun esin, malzeme ve materyal bulduğu Sürece de devam edecek.

* * *
Nazım’ın Anadolu’da bir köyde, mezarına dikilecek çınarın “uyarı”, ancak onun şiirlerindeki kavga çağrılarına ses verenlerin çoğalması durumunda oluşabileceği için hiç bir devrimci, devlet destekli ve teşvikli kredilere prim vermeyecek; mezar pazarlığına girmeyecek.
Sevdalımız “ayağının tırnağından saçının teline kadar” komünist olduğunu söylüyordu, bu yüzden şimdilik, bırakalım “acının alkışlarına 3 Haziran 63’ü”; o bize kalsın.

Haziran 1993

Burjuvazi kadını keşfetti! Tansu, iktidar, kadın

Kültürel bakımdan feodal-ataerkil ilkelere göre şekillenmiş olan bir ülkede Tansu Çiller’in bu şekillenme nedeniyle sürpriz sayılabilecek başbakanlığı da içinde olmak üzere, kadınların yönetici mekanizmalara gelmeleri bir sapmaya değil kışkırtılmış bir eğilime işaret ediyor. Bir zamanlar Özal’ın elinden düşürmediği iki kitaptan biri olan -biri Red Kid’ti- ve Yeni Dünya Düzeni içindeki eğilimlerin analizini yapan “Megatrends 2000” yazarlarının kadınlar için hazırladıkları “Megatrends For Women” adını taşıyan kitap, “2005 yılma kadar ABD’nin başkam bir kadın olacak” tezini ortaya sürüyor. Eğilim tespit edicilerin geleceğe ilişkin böyle açık ve kesin bir saptamada bulunmaları çoğu asılsız çıkan kehanetlerden biriyle karşı karşıya bulunduğumuz duygusunu uyandım da; somut durum bu öngörünün ayaklarının yere bastığım gösteriyor.
1990’da ABD’de 8 kadın, valilik için adaylığım koydu; Eyalet Meclisi üyeliği için adaylığını koyan kadın sayısı ise 2064’tü. Daha önceleri, vali olan kocalarının ölmesi nedeniyle ya da seçim zamanı henüz gelmediği için valilik görevini vekâleten yürüten vali karıları; Texas’lı Ma Ferguson, Alabama’n Lurleen Wallace, Wyoming’li Nellie Ross ve 1974’te seçimle işbaşına gelen Ella Phone sayılmazsa karar mekanizmalarında yer almış kadınlara rastlamak mümkün değildi. 1990’da Teksas’ta ilk kez bir kadın vali seçildi; yerel yönetimler son yıllarda görülmemiş ölçüde kadın yönetici işgaline uğradı. Bugün Kaliforniya’daki en büyük 8 şehirden 4’ünde kadın belediye başkam var.
Yeni Dünya Düzeni’nin mimarı ABD’de sadece kadınlar değil -buna dikkat edilmelidir- zenci kadınlar da keşfedildi. 1990’da 2000 siyah kadın üst kademelere yükseltildi, devlet görevlerine seçilen siyah kadınların sayısı son yirmi yılda yüzde 1400 oranında arttı.
Kadınların ve özellikle zenci kadınların ABD’de yerel yönetimler başta olmak üzere diğer kamu yönetim merkezlerinde daha sık yer almalarının ve bu eğilimin 90’h yıllarda giderek hız kazanmasının nedeni neydi? Megatrends yazarlarına göre kadınlar iki şeyin; birincisi 70’li yılların başlarında bir kez daha yükselen feminist dalganın; ikincisi de, körfez savaşı sırasında erkeklerle birlikte ve onlara göre hiç bir ayrıcalıkları olmadan savaşmalarının meyvelerini topluyorlardı.
Washington D.C’den, büyük bir ABD kentinin yöneticisi olan zenci Pratt Kelly ise bu soruyu “herkesin bir değişiklik istediği ortada” diye yanıtlıyordu.
Feminizm burjuva devrimleri çağında, “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” sloganlarının kadınlar cephesinde de yankısını bulmasıyla bir siyasal hak eşitliği talebi olarak doğmuştu. Burjuvazi insan haklarından dem vuruyordu ama burjuva insan tanımının içine kadın girmiyordu. İşte bu, kadınlar açısından eksik bırakılan eşitlik kavramı 150 yıl önce başlayan kadın eylemleriyle tamamlanmaya çalışılmıştı. Başlangıçta bu kadın hareketlerini dirençle karşılayan burjuvazi zaman içinde sistemi aşmayan, tersine onu güçlendirip yenileyen, kapitalizmin vitrininde yer alarak eşitliğe tamamlanmış bir görünüm kazandıran istemleri benimsedi, kazanından içselleştirdi. Siyasal hak eşitliği; kadın ve erkek arasındaki biçimsel eşitlik, mevcut üretim ilişkilerini ve aile kurumunu korumak kaydıyla burjuva dünyanın kadınlara sunabileceği son olanaktı.
ABD’de ve Yeni Dünya Düzeni’ne entegre olmuş ülkelerde kadınların burjuva devlet aygıtlarının karar mekanizmalarında yer almalarının reformist bir kadın hareketi olan ve sonuçta kapitalizmi ihya eden feminizmin etkisi olduğu iddiasında haklılık payı vardır ama sermayenin kendisini genişleterek yeniden üretirken duyduğu güncel ihtiyaçların bu taleplerle çakışmış olması gerekmektedir.
Yani burjuva kadınların yönetici mekanizmalarda yer alabilmelerinin koşulunu sadece feminizm sağlamamıştır. Burada, Zenci Pratt kelly’nin “herkesin bir değişiklik istediği ortada” sözcüğü açıklayıcı olacaktır. Ezilme, sömürülme ve aşağılanma gibi kavramlar olmaksızın düşünülemeyen ve dolayısıyla bu ilişkileri güvence altına alan devlet aygıtında yer almaları durumunda bir yanılsamaya yol açacakları kesin olan zencilerin ve kadınların, son yıllarda böylesine rağbet görmesinin nedeni olarak, kimilerince, dünyadaki genel bir demokratikleşme eğilimi gösterilecektir. Yeni Dünya Düzeni’nin doğuş nedeni olarak gösterilen, Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte artık barış çağına girildiği, çatışmaların ve sınıf çelişkilerinin sona erdiği iddiaları, görünüşte doğrulanır olmuştur.
Gelen, kapitalizmin ikinci baharıdır.
Eski ve yeni kıtalarda vaktiyle, burjuvaziyi kimi yeniliklere, sosyal reformlara ve iç organizasyonlara zorlayan sosyalizmden, Stalingrad’ın öcünün alınmasının zamanı gelmişti. 1980’Ii yıllardan sonra bütün dünyada, işçi sınıfı hareketinin ivmesindeki düşüklüğün de sağladığı bir olanakla, emekçilerin kendi ülkelerinde verdikleri mücadelelerin ürünleri ve sosyalizmin uluslararası kazanından birer birer budanmaya ve geri alınmaya başlandı.
Bu anlamda, Türkiye’de ve dünyada işçi ve emekçi sınıflar üzerinde pervasızca politik ve ekonomik saldırıların örgütlenmesi, sosyalist ” eleştirinin geçmişte hükümsüz kıldığı kimi burjuva değer yargılarının yeniden diriltilmesi ve ezilenlerin günlük yaşamları içinde bir davranış ve anlayış modeli olarak benimsedikleri kimi devrimci ahlak ve ilkelerin dejenere edilmesi gündeme geldi.
Burjuvazi, sınıf mücadelesinin bu evresinde, koşullara uygun yeni silahlar ve kavramlar üretti. Sosyalizme saldırıp yerine burjuvazinin bencilliği, bireyciliği, köşe dönmeciliği, ayak kaydırmacılığı ve her türlü kişiliksizliği öven “kitch” kavramlarını koyarken tabulara karşı olduğunu, sermayenin genişlemesinin önünde engel olarak gördüğü kimi sosyal hakları bu-darken, devletin küçültülmesi gerektiğini ve bunun gençleşmek demek olduğunu iddia ediyordu.
Emekçilerin kavramlarla fazla ilişkisi yoktu ama onlar başlarına gelen ve gelecek olan şeyi kendi günlük yaşamlarındaki yansımalarından kavramakta gecikmediler. Burjuvazi “daha fazla kar” hırsının karşılanmasında sosyal harcamaları ve kamu iktisadi teşebbüslerini ayak bağı gibi görüyor ama ezilenler de eskisi gibi yönetilmek istemiyorlardı. Zenci kadın yöneticinin dediği gibi: “herkes değişiklik istiyordu!”
Sınıflar arasındaki ilişkilerin yeni bir gerilim halkası oluşturduğu bu koşullarda burjuvazi daha önce hiç denemediği bir şeyi; kadın yöneticileri keşfetti.
Egemen sınıflara mensup kadınlar, daha önceleri, iktidarın bir aile kalıtı olarak babadan oğla aktarıldığı feodal dönemde oğullarına ya da kocalarına vekâleten tahta oturmuşlar ama daha çok perde arkasından, “kocalarını idare ederek” yönetimden paylarını almışlardı. Son yüzyılda da iki uzak doğu ülkesinde Hindistan ve Pakistan’da İndra Gandhi ve Benazir Butto, aynı veraset ilkesine göre ülke yönetimine gelmişlerdi. Bunlar ve uzun bir anti-nazi mücadele içinden gelen ve İsrail’i yöneten Golda Meir dışında yönetime getirilen kadınlar olmadı.
Şimdi burjuvazinin, Yeni Dünya Düzeninin gerektirdiği manevralar için kadınlara ihtiyacı var. Şimdi burjuvazinin, Margaret Thatcher’in İngiltere’de başlattığı işi devam ettirecek Tansu Çillerle hemen hemen aynı anda başbakan olan Kanadalı Kim Campbell’e, Sri Lankalı Sirimavo Bandaranaike’ye, Dominica’lı Mary Eugenia’ya ve ABD’de zenci kadınlara ihtiyacı var. Çünkü özelleştirme ve taşeronlaştırma gibi bir saldırı silahı; işsizlik ve sendikasızlaşma gibi sonuçlar vermek üzere bütün dünyanın işçilerine çevrilmiş durumda. Eskiden kimse asla böyle konuşamazdı ama artık medya, kendisini yönetemeyen ülkeler için sömürge ilişkilerinin kurulmasının doğal ve doğru olabileceğini tartışmaya başladı. Tarım ürünlerinden devlet sübvansiyonunun kesilmesi, eğitim ve sağlık hizmetlerindeki devlet desteğinin azaltılması, iki memurdan birinin kapının önüne konulması, KİT’lerin satışa çıkarılması, kömür ocaklarının kapatılması gibi ekonomik saldırılardan oluşan acı ilacın kusturmadan içirilmesi için gereken “anne şefkati” ve kadın yumuşaklığı fark edildi.
Kendisi de sermaye sahibi sınıfların gözde üyesi olan Tansu Çiller, sınıfının çıkarlarına uygun yukarıdaki önlemlerin alınmasını kolaylaştıracak bir manevraydı. Bu kadınla oluşturulan şaşkınlık ve rehavet ortamında ezilenlerin beklentileri yeniden düzen içi kanallara akıtıl-maya çalışılacak; medya, insanları onun giyimi, kuşamı “çelik gülümseyişi” ve kocasıyla oyalarken acı ilaç emekçilerin boğazından bir hamlede akıtılacaktı. Kuşkusuz göle çalınan mayanın tutup tutmayacağı burjuvazinin niyetine değil işçi sınıfı hareketinin seyrine bağlıdır. Bir kadın imajının bu hareketi duraklatmaya gücünün yetip yetmeyeceğini de zaman gösterecektir.

* * *
“Kadın hakları” savunucuları, reformcular, kadınlara devlet yönetiminde ve devletin uzantıları olan yerel aygıtlarda yer verilmesini, kota açılmasını ve kontenjan tanınmasını talep ederken kadın değerlerinin ve onların doğalarında kendiliğinden varsayılan kimi özelliklerinin yeryüzündeki bütün sertlikleri yumuşatacağını iddia ediyorlar; çatışmaların, dökülen kanların, sınıf çelişkilerinin ve kendilerince bütün diğer anlamsız savaşların nedeni olarak iktidarların erkeklerin ellerinde bulunmasını gösteriyorlardı. Oysa tarihsel gerçekler gösterdi ki kadınlarda kendiliğinden var olduğu sayılan özellikleri veri alan doğalcı teoriler savaşların önlenmesinde, istikrarın sağlanmasında, demokratik bir havanın solunmasında zerrece etkili olmadılar. Çünkü zaten kadınca özelliklerin çok büyük bir bölümü çoktan ideolojik işlemlerden geçmiş ve burjuvazinin düzeninin yeniden üretilmesinde statükonun korunmasında gereken işlevi yerine getirecek forma girmişlerdi; hiçbir şey doğal değildi.
Öte yandan; haklı ya da haksız bütün savaşların nedeni iktidarın erkekler tarafından zapt edilmiş ama kadınlardan yoksun bırakılmış olması değildi. Yağma ve talana dayanan savaşlar, emperyalist sermayenin daha rahat dolaşımının sağlanabilmesi için girilen pazar kavgalarının sonucuydu. Ve bunları hiç bir anne şefkati, sağduyu, anlayış, yumuşaklık gibi kadıncıl ve insancıl duygular önleyemezdi; şimdiye dek önleyemedi de. İngiltere’de işçi ve emekçi sınıflara yönelik saldırılar bu ülke bir kadın tarafından yönetilirken arttı. Kelle vergisi gibi orta çağ uygulamaları, kömür ocaklarının kapatılması, işsizlik ve sendikasızlaştırma gibi nedenlerle patlayan işçi eylemlerinin, Londra’da günlerce dinmeyen gösterilerin faili de bu kadındı, İngiliz donanmasını okyanus-aşırı Falkland adalarına göndererek güneş batmayan imparatorluğun sömürgeci, ilhakçı politikalarını kan dökerek sürdürmeye azmeden de bu kadındı; bir kadındı.
Tansu Çiller, başbakanlığa geldiğinden bir kaç gün sonra Kürt ulusal mücadelesini, önceli erkek başbakanlardan farklı bir üslup kullanmaya gerek duymaksızın, ama elbette “çelik tebessümü” eşliğinde terör olarak niteledi ve bu teröre karşı nasıl mücadele edeceklerini açıkladı. Yine aynı çelik tebessüm, ABD’nin toma-hawklarının dövdüğü Bağdat’ta olan bitenin kendisini ilgilendirmediğini söyledi. Kadın başbakanların savaşları önleyerek yumuşama sağlayamayacağı kesindi; bir o kadar kesin olan ise, kadın şefkati konusundaki safdil teorilerin gösterdiğinin tersine Kürdistan’da sürdürülen saldırılar ve ABD’nin Ortadoğu’daki kanlı politikaları böyle bir tebessümle daha az acıtıcı kılınmaya çalışılıyordu. Ama acı, aynı acıydı.
Tansu Çiller, Türkiye’de kadına verilen önemin ve değerin bir göstergesi olarak öne sürüldü ve onun taşıdığı özelliklerin nezdinde Türk kadınının gelişmişliğine, çağdaşlığına methiyeler yazıldı. Tansu, Türkiye’yi ve Türk kadınını dışarıda ele güne karşı mahcup etmeyecek, albenisiyle sempati uyandıracaktı.
Medya imaj pazarlarken, yine de, bu imajın ardındaki gerçek kadın görüntülerini örtemedi. Bu imaj perdesinin arkasından, alt sınıflara mensup kadınların hala yaşadıkları ve kadının kurtuluşunun yolunu açacak olan sosyal bir devrim gündeme gelmediği sürece de yaşayacak oldukları acılar olanca ağırlığıyla bel verdi. “Yılanlı yalı”nın hanım efendisi ile bu kadınlar arasında uçurumlar vardı, birisi şık pelerinlerini savurup Türkiyeli kadının simgesi olarak yukarılara tırmanırken, aşağıdakiler onun kendilerini temsil etmediğini ta içlerinden gelen bir öfkeyle hissediyorlardı. Burjuva devlet aygıtının direksiyonu bir kadının ya da bir erkeğin elinde olmuş fark etmezdi. Çünkü kadınların ezilmelerine ve sömürülmelerine dair tarihsel koşullar değişmiyordu. Bu bakımdan, devlet aynı burjuva devletken bir kadının iktidara gelmesi dünyanın kötülüklerini gidemiyor, üstelik bu kötülükleri gizleyerek, işçi ve emekçilerin hedefini şaşırtıyor, onları oyalıyordu. Başka da bir işe yaramıyordu… Burjuvazinin istediği değişiklik buydu.
Yeniden üretiminin koşullarını kadının ezilmesine bağlamış cinsiyetçi sermaye, kendine tapan ideologları aracılığıyla kadının erkek cinsi ile gerçek eşitliğe kavuştuğunu utanmazca savunadursun, kadınlar bu dünyada gerçek hak eşitliğinin ancak sosyalizmle mümkün olacağım Sovyetler Birliği deneyi ile görmüşlerdi.
Yönetme işinin, ancak, seçkin ve bu konuda yüksek eğitim almış kimselerin işi olduğuna dair o kökleşmiş burjuva inancını yerle bir ederek sıradan bir aşçı kadına bile karar mekanizmalarının kapılarının açıldığı bir sosyalizm deneyi gelip geçmişti bu dünyadan. Dolayısıyla hayal değildir. “Biz -diyordu Lenin- kadın işçinin sadece kanun önünde değil, gerçek hayatta da erkek işçiye eşit olmasını istiyoruz. Bunun için kadın işçiler, sosyalleştirilmiş işletmelerin ve devletin yönetiminde gittikçe artan bir yer almalıdırlar. Yönetimde yer alarak, kadınlar çabucak öğrenecek ve erkeklere yetişecekler. Sovyet’e hem komünist hem de partisiz daha fazla kadın seçin”.
Kadınların iktidar organlarında yer almalarını, karar mekanizmalarında etkin olabilmelerini bir genel kural olarak saptayan ve bunu garanti altına alan tek siyasal örgütlenme biçimi işçi sınıfı iktidarıdır, sosyalizmdir. Bu olmadan gerçek hak eşitliğinden, kadının kurtuluşundan ve emekçi kadınların gerçekten iktidarda temsil edilmesinden söz etmek mümkün değildir.
Tansu’nun başbakanlığının alt sınıflara mensup kadınlar için yine de azımsanmayacak bir önemi ve iyiliği vardır. İşte, ezilen sınıfların kadınlarının, kendilerini temsil ettiği iddia edilen Tansu’ya baktıklarında gördükleri uçurum, kadınların “sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitle” olduklarına dair mitin kırılmasına ve safları sıklaştırmaya yarayacaktır…

Temmuz 1993

1908 devriminin sosyal içeriği

3 Temmuz 1908’de ittihat ve Terakki gizli örgütü’nün bir darbesiyle II. Meşrutiyet ilan edildi. II. Meşrutiyet, darbeye önderlik eden Jön Türklerin etkisi altında oldukları Fransız Devrimi’nin sloganlarının gerçekleştiği bir hareket olarak propaganda edildi. Oysa bir başka deyişle “Hürriyetin ilanı” olarak da adlandırılan 1908 devrimi, Jön Türklerin feodal mutlakıyetçi saray yönetimini devirme konusunda çekingenlik göstererek, feodalizmin içinde yeşeren kapitalist dinamiklerin gelişmesi için uygun koşullan oluşturacak siyasal kanalları sonuna kadar açma gereksinimi duymadan bazı reformlarla yetinmeyi tercih etmeleri ve feodalizmin kırdaki en önemli dayanağı olan feodal toprak mülkiyetini dağıtmaya teşebbüs etmemeleri yüzünden tamamlanamamıştır.
Oldukça değişik ve karmaşık boyutları olan 1908 devriminin, hangi sosyal, siyasal ve ekonomik zeminde doğduğu sorusuna değişik cephelerden yanıt veren birçok yapıt yazılmıştır. Burada, bu tarihsel sürecin bir dergi yazısının kapsamı içinde bütün yönleriyle incelenmesi mümkün olmadığı için, resmi tarih perspektifiyle ve bu yüzden işçi sınıfının bugünkü mücadelesine tarihsel dayanaklar göstererek katkı sağlayacak olan verilere ulaşmayı zorlaştırarak yazılmış kitaplarda dağınık ve önemsenmeden geçilen unsurlar halinde bulunan işçi sınıf eylemleri, Anadolu’daki isyanlar, kadın eylemleri gibi 1908’i hazırlayan sosyal olayların hatırlanmasıyla yetinilecektir. Meşrutiyeti, görünürdeki haliyle bir aydın-asker-sivil zümre eylemi olarak tanımlamak mümkündür. Bu çerçevede, yurtdışında ve yurtiçinde verdikleri mücadele nedeniyle popüler duruma gelmiş olan ve resmi tarih anlayışının da özel bir katkıyla bu popülerleşmeyi kışkırtarak öne çıkardığı ittihat ve Terakki’nin aydın kadrolarının çabaları teslim edilmelidir. Ancak, bu, tarihin tümüyle kavranmasına yetmeyecektir. Bu görünüşün ardında yatan derin sınıf çatışmalarını ve kitlelerin eylemlerini görmeksizin, bu sosyal harekete zemin hazırlayan dinamikleri kavramak mümkün olmayacaktır. Çünkü Jön Türk hareketi, bir avuç tıbbiyeli öğrencinin kurduğu ve sonradan gelişip genişleyen ittihat ve Terakki Cemiyeti mensuplarının birlikte ve tek tek yaptıkları propaganda ve örgütlenme faaliyetinin yanı sıra Jön Türklerin odaklandığı imparatorluk merkezlerinden, o zamanki iletişim ve ulaşım olanaklarıyla düşünüldüğünde, çok uzakta gelişen münferit halk isyanlarının, İstanbul’da tersane grevleriyle başlayan işçi eylemlerinin, ulusal hareketlerin, Sivas’ta, Erzurum’da, İstanbul’da ortaya çıkan kadın eylemlerinin hazırladığı bir sosyal zeminin ürünüdür. Ve bu eylemler, modern Türkiye’nin sınıf ilişkilerinin; çelişki ve çatışmaların embriyon halinde göründüğü ilk eylemlerdir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlar’dan Musul ve Kerkük’e; güneydeki Arap halklarının yaşadığı topraklardan Kafkasya’ya kadar olan sınırları içinde, Tanzimat dönemiyle başlayan, 1908’de Meşrutiyet’in ilanıyla doruğa çıkan Jön Türk hareketi, padişahla karakterize olan merkezi feodal, mutlakıyet rejimine muhalefet eden bütün sosyal sınıf ve tabakaları harekete geçiren bir sosyal hareketti.
Harekete katılanlar, siyasal beklentilerinin padişahlık rejimine dokunulmaksızın karşılanabileceğini ummak gibi bir safdilliğe kapılmış olsalar da, onların sübjektif niyetlerinden bağımsız olarak bu hareket; özünde, ulusal burjuvazinin gelişmesinin koşullarını oluşturmaya çalışan anti-feodal bir hareketti.
Hemen hepsi, saltanatın korunmasını, ancak, padişahın yetkilerinin yasalarla sınırlanmasını, seçilmiş temsilcilerden oluşan bir meclis aracılığıyla sarayın denetim altına alınmasını savunan birkaç meşrutiyetçi, örgütün içinde, değişik sosyal sınıf ve katmanların çıkar ve beklentilerini kendi hedefleri doğrultusunda kanalize etmişler ve bu bakımdan ittihat ve Terakki örgütü döneme damgasını basmıştır.
İttihat ve Terakki örgütü, homojen bir örgüt değildir ve bünyesinde, geniş bir yelpaze içinde, sarayın çok yakınlarında bulunan hoşnutsuz bürokratların, ordu mensuplarının, aydınların, esnaf ve eşrafın, zanaatkârların ve tüccarların, kozmopolit Osmanlı İmparatorluğu’nda gelişmekte olan milliyetçi eğilimlerin temsilcilerini barındırmıştır. Değişik sınıf ve katmanların çıkarlarını yansıtan ideolojik ayrılıklar yüzünden keskinleşen çelişkilerin, aynı örgüt çatısı altında barınmasının olanak dışı görülmesinden dolayı kimi zaman bölünen, kimi zaman da çevresinde küçük ve etkisi az bazı örgütlenmelerin doğmasına, neden olan İttihat ve Terakki örgütü, bu heterojen yapısına karşın bütün bu sosyal katmanların özlemlerini, o dönem palazlanmakta olan ticaret burjuvazisinin siyasal hedeflerine kanalize etmiş, bu istemlerin kendisinde cisimleştiği, denebilir ki; tek irade olmuştur.
Bu kapsayıcılığına karşın, İttihat ve Terakki’nin önemli bir parçası olduğu Jön Türk hareketinin siyasal çıkışına güç veren ve bir hoşnutsuzluğun ifadesi olduğu için onu meşrulaştıran, ama hiçbir zaman bu hareketin önemli ve etkili bir bileşeni olamayan, kendiliğinden parlayıp sönen Anadolu’daki köylü isyanlarını; ülkede kurulu az sayıdaki fabrika ve atölyelerde birbiri ardına patlak veren işçi grevlerini, “Osmanlı kadınlarının hak arayışları”nı siyasal olarak kapsayamadığı için, 1908 devrimi, bir halk devrimi olma özelliğinden yoksun kalmıştır.
Jön Türkler, saltanatı yıkmayı hiçbir zaman düşünmediler. Bu nedenle, büyük bir destekle iktidara gelmiş olmalarına karşın, doğrudan iktidar talebinde bulunmayarak; işlevlerini, gerçekleştirilmesini padişahtan bekledikleri reformları bir meclis aracılığıyla denetlemekle, Abdülhamit’in yetkilerini kısıtlamakla sınırladılar. İktidarla ilgili en radikal talepleri, padişahın değişmesiydi. Ancak bunu, dayanağını halktan almayan komplocu yöntemlerle gerçekleştirmeye çalıştılar. Bu yüzden, zaman zaman Abdülhamit’e karşı düzenlenen suikastlar ve saray darbeleri hem hedefine ulaşamadı, hem de sömürüldüklerinin farkına varan ama başlarına gelen bütün kötü şeylerin, İstanbul’da oturan Abdülhamit’in denetimi dışına çıkmış saray memurları, yerel idareler ve valiler yüzünden olduğunu düşünen ve bu yüzden saraya telgraf üstüne telgraf çekerek bağlılıklarını iletip memurların ve valilerin değiştirilmesini isteyen Anadolu halkının artmakta olan muhalefeti için bir önem taşımadı. Ne var ki, Jön Türk hareketinin kendi siyasal ufku kapsamında başarıya ulaşmasında, bütün imparatorluk sınırları içinde yakıcı hale gelmiş olan hoşnutsuzluğun ve muhalefet dalgasının önemli bir payı oldu. Nesnel olarak çürümekte ve çökmekte olan feodal mutlakıyetçi rejim, üretici güçlerin gelişmesinin önünde engel olmaya başlamış ve bir an önce kaldırıp atılması gereken bir statüko haline gelmişti. Devrime önderlik eden ticaret burjuvazisi ve aydınların yanı sıra, saray ve saraya çok yakın bürokratlar dışındaki diğer bütün halk kesimleri de kendi sezgileriyle bu durumu kavramışlar, kendiliğinden gelişen patlamalar, ayaklanmalar ve grevlerle mevcut devlet erkini zorlamaya başlamışlardı. 1908 devrimine katılan bütün güçlerin beklentileri, ufukta görünen devrimin ve iktidara yaklaşan İttihat ve Terakki Örgütü’nün bunları karşılayıp karşılayamayacağı sorunundan bağımsız olarak bu devrimci dalganın aktığı yöne kanalize edilmişti. Jön Türkler, Anadolu’dan, Balkanlar’dan, Trakya’dan ve Arap bölgelerinden gelen bu muhalefet selini kendi akışları içine alıp erittiler. Devrimin, İttihat ve Terakki Örgütü’nün programının gösterdiği sınırlardan daha uzağa taşınmasını hedefleyen kesim ve örgütlerin de olmasına karşın, içinde bulunulan sosyal ve ideolojik koşullarda, zaman zaman şiddete başvurma aşamasına gelseler de; eylemlerin kendiliğinden karakteri yüzünden saltanata yönelik radikal bir eleştiri yapabilme kapasitesine ulaşamayan halk kitleleri, bu güdük burjuva devrimini daha ileriye taşıyacak bir enerjiye ve perspektife sahip olamadılar.
Tefeci-ticaret burjuvazisinin çıkarlarını temsil eden Jön Türkler, esasında, eylemlerinin muhtevası bakımından kendi politik hareketlerini destekleyen bu sınıf ve katmanları, radikalleştikleri noktalarda ketlediler. İktidara geldiklerinde de, daha önce bulundukları hiçbir vaadi yerine getirmedikleri gibi özgürlük sloganıyla ayaklanan kitleleri yarı yolda bırakarak onların üzerinde baskı ve zorbalık uyguladılar.
Örneğin, o dönem henüz bağımsız bir sınıf karakterinden yoksun olan gizli “Osmanlı Amele Cemiyeti”ne gelinceye dek hiçbir örgütle tanışmamış olan, ancak ekonomik talepleri için mücadele etmeye başlayan işçi sınıfı, Jön Türkler tarafından görmezlikten gelinmiş, hazırlanan bazı bildirilerde “ameleler”e de toparlayıcı çağrılar yapılmış olunmasına karşın bu sınıfın istemlerine kulak verilmemiştir. Meşrutiyetin ilanından sonra çıkarılan Tatil-i Eşgal Kanunu’yla bütün grevler ve işçi örgütlenmeleri yasaklanmış, toplantı yapma özgürlüğüne sınırlar getirilmiştir.
Öte yandan, Osmanlı topraklarında cereyan eden özgürlükçü hareketin en önemli dinamiğini oluşturan milliyetçi eğilimler; Balkanlar’da, Arap topraklarında ve doğuda yaşayan Ermeniler arasında gelişen ulusal devletler halinde örgütlenme isteği, Jön Türkler tarafından çoğunlukla düşmanlıkla karşılanmış, kendi kaderlerini kendileri tayin etmek isteyen ulusların imparatorluktan ayrılma isteğine karşın, bu ulusların Osmanlı çatısı altında tutulması için uğraşılmıştır.

OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA DEVRİMİ HAZIRLAYAN EKONOMİK VE SOSYAL KOŞULLAR

Avrupa’da burjuvazinin, feodal siyasi kurumları, kapitalist üretim ilişkilerinin ortaya çıkmasına bağlı olarak tasfiye etmesi daha önce gerçekleşmiş olmasına karşın Osmanlı imparatorluğumda bu çelişki daha geç bir dönemde ortaya çıkarak bir sorun haline geldi. Bir tarım ülkesi olan Osmanlı İmparatorluğu’nda, 19. yüzyıla gelindiğinde, tarım arazilerinin üçte ikisi, imparatorluk memurları olan mültezimlerin elindedir. Mültezimler, tarım ürünlerinin büyük bir kısmına el koydukları gibi, bu topraklarda çalışan köylülerin üzerinde de her türlü hakka sahiptiler. Toprak ağalarına ait olan tarım arazilerinde çalışan köylüler ise ürünlerinin ağanın el koyduğu bölümü dışında ayrıca devlete aşar vergisi ödemektedirler. Bu vergiler devletin mali ihtiyaçları arttıkça, ekonomik olarak dar boğaza girildikçe arttırılıyor; başka başka adlar taşıyan yeni vergilerin yürürlüğe sokulmasıyla da köylülerin yaşam şartlarının gittikçe kötüleşmesine yol açıyordu. İmparatorluk bütçesinin en büyük gelir kalemini, dolaylı dolaysız olarak toplanan bu vergiler oluşturmaktaydı.
Kanuni Sultan Süleyman zamanından beri uygulanan ve yabancı ülkelere imparatorluk sınırları içinde ekonomik ayrıcalıklar tanınması anlamına gelen kapitülasyonlar, emperyalizmin Osmanlı İmparatorluğu’nu boyunduruk altına almasını kolaylaştırmıştı. Tarımsal üretim, yabancı sermayenin boyunduruğu altına girmiş yerli ekonomi, yabancı ürünlerin rekabetine dayanamaz hale gelmişti.
Kapitalist ülkelerde üretilen ticari mallar ülkenin dört bir yanındaki pazarlara dağılıyor, sarayın çıkardığı yasalarla emperyalistlerin her türlü ekonomik yatırımlarına olanak tanınırken pazardaki makine ürünü bol miktardaki metalarla rekabete dayanamayan küçük üretime dayalı yerli sanayi çözülüyordu.
“Saray adamlarının, devletin üst basamaklarına tünemiş paşaların, batı emperyalistlerinden komisyonlar alarak imtiyazlar verdikleri olağan işlerdendi. Mesela, bir nazırın, yabancı bir silah fabrikasının komisyoncusu ile işbirliği ettiği ve satın alınan her mavzer başına bir kuruş aldığı görülmüştür. Böylece Avrupa kapitalizminin ajanlarıyla rüşvetçi devlet adamlarını içinde toplayan bir sınıf meydana gelmişti. Bu sınıf, sermayesini emlak üzerine kapatan rantiye bir sınıftır” (Hüseyin Avni Şanda, Türkiye’de, 54 Yıl Önceki İşçi Hareketleri, Evren Yayınları, 1962, s.7)
Saray çevresinde kümelenmiş bu bürokratik kast, emperyalist pazar kavgasında, bazılarına ayrıcalıkların sağlanması karşılığında aldıkları komisyonlarla semirmişler ve ulusal ekonominin gelişmesinin önüne yasal barikatlar dikmişlerdi.
Tüketim mallarının tamamına yakın bir bölümü Avrupa’dan ithal ediliyordu. Kumaş, hırdavat, iş araç gereçleri, kimyasal ürünler, zırhlı gemiler ve matbaa malzemeleri yurtdışından alınıyordu. Bir zamanlar dokumacılık sektöründe önde olan Osmanlı imparatorluğu, emperyalist yayılmacılık yüzünden küçük üretimin zafiyet geçirmesi nedeniyle önemli bir maddi kaynaktan yoksun duruma düşmüştü.
İngiliz, Fransız, Rus ve Alman emperyalistlerinin gözlerini üstüne diktiği imparatorluk topraklarında yerli bir sanayinin gelişmesine, neredeyse izin verilmiyordu. Ülkede üretilen malların dolaşımı için uygulanan iç gümrük vergileri göze alınamayacak kadar yüksek ve yabancı mallarla rekabeti zayıflatacak ölçüde maliyet arttırıcıydı.
“İstanbul’daki fırıncılar yabancı unu yerli una göre daha ucuza satın alıyorlardı. Çünkü başkent değirmencileri aldıkları her çuval buğdaya iç gümrük vergisi ödemek zorundaydılar” (Y. A. Petrosyan, Sovyet Gözüyle Jön Türkler-sf. 22)
Aynı şekilde, yerli posta idaresine verildiğinde İstanbul’daki iki semt arasındaki mesafeyi birkaç haftada kat eden mektup veya yayınlar, yabancı posta servisleriyle ülkenin bir ucundan bir ucuna daha kısa zamanda ulaşabiliyordu. Gümrük vergileri yabancı sanayi ürünlerinin dolaşımını teşvik ediyor yerli mallara kendi pazarında yer vermiyordu.
Emperyalizmin egemenliği altına girmiş olan feodal iktidar, ülke içinde kapitalizmin gelişmesinin önünde engel oluşturmaktaydı. Emperyalist sermaye ve mal dolaşımının rahat bir trafik akışı içinde en ücra bölgelere dek ulaşabilmesi için karayolları, demiryolları, depo, acente, iskele vs. gibi alt yapıları da emperyalistler tarafından inşa ediliyor ama bu inşa faaliyeti de yeni bir sömürünün konusu haline geliyordu. Her bir kilometre demiryolu inşaatı için güzergâh üzerindeki tarım arazilerinden ve maden ocaklarından kilometre garantisi adı altında özel bir komisyon ücreti talep eden emperyalistler, halkı iliklerine kadar sömürüyor ve imparatorluk kasasının boşalmasına yol açıyorlardı. Yabancı sermaye, bazı tarımsal ürünlerin üretme ve ihracat ayrıcalığını da elde etmişti. 1883’te Fransızlar tarafından kurulan tütün rejisi, tütün üretme ve işletme hakkını kendinde toplayarak Anadolu köylüsünün acımasızca sömürülmesinin araçlarından biri oldu. Emperyalistler sahip oldukları ayrıcalıklar nedeniyle, kendilerine göbek bağıyla bağlanmış durumda olan Osmanlı İmparatorluğu’ndaki feodal ilişkilerin sürüp gitmesinden yanaydılar. Kapitalizm öncesi ilişkilerin korunmasına çalışırken, bir süre sonra elde ettikleri toprak sahibi olma imtiyazı nedeniyle de batı bölgelerinde kurdukları çiftliklerde ücretli tarım işçisi çalıştırır hale geldiler. Ücretli işçi kaynağını; toprak üzerindeki feodal mülkiyet yüzünden ve vergilerle zorlaştırılmış geçim koşullarından dolayı yoksullaşarak savrulmuş ya da o sıralarda çok sık görülen kıtlıklar yüzünden bölgelerinden göç etmek zorunda kalan köylüler ve ellerinde, emek güçleri dışında hiçbir şeyleri kalmamış olan ve yabancıların makine ürünü ucuz mallarıyla rekabet şansını yitirdiği için işliklerini dağıtmak zorunda kalan eski zanaatçılar oluşturuyordu.
Aynı işgücü kaynağını çalıştırmak üzere 19. yüzyılın son yıllarında maden ocaklarını işletme hakkı da yabancılara verildi. Fransızlar ve İngilizler çoktan beri işletilmedikleri için acınacak duruma gelmiş olan birçok ocağı paylaştılar.
Öte yandan durmadan borç alarak belini, doğrultmaya ve açıklarını yamamaya çalışan sultan, Avrupalıların ülke üzerinde kurdukları mali kontrol mekanizmasını güçlendirmekteydi. 1880 yılında kurulan ve İngiliz, Fransız, Alman, İtalyan, Avusturya Macaristan temsilcilerinden ve Osmanlı Bankası’nın temsilcisinden oluşan Düyunu Umumiye’yle, İmparatorluk gelirlerini denetleme yetkisi de emperyalistlere verilmiş oldu. Düyunu Umumiye, devlet gelirlerini ve vergileri toplayacaktı. Tütün ve tuz tekeli, ispirto vergisi, İstanbul’daki balık vergisi gelirleri ve ipek çiftliklerinin ondalık vergisi bu kurumun emrine verildi. Yüzyılın sonlarına doğru Düyunu Umumiye, başlıca imparatorluk gelirlerinin büyük bir çoğunluğunu denetimi altına almıştı bile.
Öte yandan, emperyalizmin ve feodal bürokrasinin müdahaleleriyle gelişmesinin önüne geciktirici engeller çıkarılan kapitalist iç dinamikler, kısmen emperyalist sermayenin dolaşımının ihtiyaçları doğrultusunda yapmak zorunda kalınan bazı girişimler ve sermayenin olağan dolaşım koşulları nedeniyle bir ölçüde gelişmekteydi.
Bu koşullarda gelişmeye başlayan ticaret burjuvazisinin başlıca temelleri, feodal koşullarda üretilen ürünün pazarlanmasının, ihraç edilmesinin ve ithal edilen sanayi mamullerinin Anadolu’ya dağıtılmasının zincirinde bulunuyordu. Ne var ki, bu zincirin başlangıcında komprador nitelikli Rum ve Ermeni ticaret burjuvazisi, finans kaynağında ise çoğunlukla Musevi asıllı tefeciler, bankerler bulunuyordu. Böylece Anadolu tüccarı, pazarladığı ürünün iki ayrı kaynağında bulunan, feodal ağalık kurumuna ve emperyalist metropole bağlanmış durumdaydı. Emperyalistler ülke içindeki acenteleri durumundaki bu Rum ve Ermeni tüccarlar vasıtasıyla sermayenin dolaşımını sağlarken Jön Türk hareketi de, örtük olarak, bölünmemiş ve içinde serbestçe dolaşılabilecek bir pazar talebinin ifadesi olan özgürlük, adalet ve eşitlik sloganıyla imparatorluk içindeki bütün milliyetleri Osmanlı bayrağı altında toplama eğilimindeydi. Ancak, tek tek emperyalist devletler, bir yandan pazarın bölünmesini istemiyorlar, öte yandan kontrol mekanizmasının ele geçirilmesi koşullarında diğer emperyalistlerle olan genel rekabet olanaklarının gelişeceği hesabıyla, milliyetçi eğilimleri desteklemekteydiler. Türk burjuvazisi de sermayenin ülke içindeki dolaşımı sırasında ellerine geçen komisyonlardan zenginleşen ve bu yüzden de dinsel yakınlık bahanesiyle emperyalistler tarafından korunan azınlık uluslardan tüccarlarla çelişki halindeydi. Ancak bu çelişki, 1908 devriminin genel hedefleri içinde bir uzlaşmanın doğmasına engel olmadı. İttihat ve Terakki de, bu uzlaşmayı Meşrutiyet’e kadar denetim halinde tutmaya çalışmıştır.
Emperyalizmin, imparatorluğa yerli endüstriyi sarsarak ve onu çökerterek müdahale etmesinin, iç pazarı tamamen ele geçirmesinin sonuçlarından en çok mağdur olan kesimler arasında bulunan, tefecilikten ve ticaretten edindikleri nakdi, yerli kapitalist işletmeler kurarak sermaye olarak yeniden üretemeyen burjuvazi ile esnaf ve zanaatkârlar, mevcut siyasal koşulların değişmesini istiyorlardı.
Esnaf ve zanaatkârlar, durumlarını düzelteceğini umarak 1864’te “Islahı Sanayi” komisyonunun kurulmasına ön ayak olmuşlar ama bu kuruluş, gelişen sosyal ve ekonomik koşullar içinde talihsiz bir girişim olarak kalmıştı.
“Bu komisyon el sanatlarının, batının fabrika endüstrisi karşısında yaşayamayacağını kavramış, el tezgâhlarının fabrikalaştırılmasını zorunlu bulmuştu. Yerli endüstrinin, batı kapitalizmine karşı durabilmesi için şu dört çareye başvurulması gerektiğini ileri sürmüştü: Gümrük resmini arttırmak; esnaf kümelerini birleştirip şirketler kurmak; sanat okulları açmak; sergiler düzenleyerek halka yerli malları tanıtmak” (Hüseyin Avni Şanda, age., s. 6)
Bu girişimin dışında, İstanbul Ticaret Odası, iç gümrüklerin kaldırılması için Ticaret ve Nafia nezaretlerine başvurmuştu. Dolayısıyla ülkede kapitalizmin gelişmesinin önüne siyasi iktidar tarafından, Avrupa kapitalizminin baskısıyla dikilen engellerin kaldırılması için harekete geçecek sınıfsal dinamikler çoktan oluşmuştu.
Çözülmeyi hızlandırarak devrimci duruma bir biçim verecek ideolojik koşullar da olgunlaşmıştık Osmanlı İmparatorluğu’nda ortaya çıkan özgürlük hareketinin ideolojik esinlenmesini Avrupa’da geçen yüzyılda yaşanan burjuva devrimleri sağlamıştır. Kapitalizmin evrensel ilişkilerinin Osmanlı topraklarına taşınmasını isteyen genç burjuva-aristokrat aydınlar, çok yakından tanık oldukları 1848 Fransız Devrimi ve komün günlerinde edindikleri burjuva düşünceleri ve İtalya’da gelişen milliyetçi fikirleri yurtlarına taşımışlar, bu arada 1905 Rus devriminin düşünsel dalgası da sınırlardan içeri girmiştir. Azınlık uluslara mensup radikal milliyetçi burjuvazinin milli bir devlet olarak örgütlenme istekleri de bu ideolojik ortamın motiflerini oluşturmuştur.
Öte yandan mali ve ekonomik kriz içinde olan sarayın yanı sıra orduda da bir çözülme yaşanmaktadır. Alt rütbeli subay ve erler arasında da muhalefet gelişmekte ve yıllardır orduda tutularak terhis edilmeyen askerler arasında başkaldırılar görülmektedir. İmparatorluğun bağrında gelişen iki yeni sınıf, burjuvazi ve işçi sınıfı için artık mevcut feodal mutlakıyetçi devlet, yeni ilişkilerin kurulmasını geciktiren bir bariyer durumuna düşmüş, nesnel olarak çözülmekte olduğu halde direnen bu politik aygıtın engelleyici etkisinin giderilmesi ihtiyacı doğmuştur.
Bu durumun, gelişmekte olan her iki sınıfın mensuplarına yansıyışı farklıdır.

İŞÇİ SINIFI EYLEMLERİ
Kapitalist ilişkilerin Osmanlı topraklarında ortaya çıkması sırasında, ülke içinde yatırım yapan yabancı sermayenin en çok ihtiyaç duyacağı ücretli emeğin koşullan, 19. yüzyılın ikinci yansından itibaren, çözülmekte olan feodal ilişkilerin içinde çoktan beri oluşmuş durumdaydı. Kentlerde kurulu endüstride kullanılan işgücünün kaynağı daha önce de sözü edildiği gibi, mültezimlerin sömürüsüne ve gelirlerini aşan vergilere dayanamayarak topraktan koparak kente yerleşen emekçilerden ve ekonomik yönden çöken eski küçük üreticilerden oluşuyordu. Ücretli çalışmaya hazır hale gelerek topraktan kopan bu emekçilerin istihdam edilecekleri fabrikalar ve atölyeler, bu tarihlerden itibaren Osmanlı topraklarında görülmeye başlanmıştır. Aslında, maden ocaklarında ve yüzyılın ilk çeyreğinde kurulan atölyelerde, hükümlülerin, erlerin ve köylülerin zorla çalıştırıldıkları bilinmektedir. Ancak, işgücünü bir kapitaliste kendi iradesiyle satmak durumunda olmadıkları, daha çok “angarya” bir iş yaptıkları için, çalışmaları karşılığında bir miktar para alsalar da, bu insanların emeğini, modern kapitalist anlamda ücretli emek kapsamında değerlendirmek mümkün olmayacaktır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun bütün bölgeleri atölyelerin ve fabrikaların ortaya çıkması bakımından birbirlerini eş zamanda takip etmezler. Anadolu bu bakımdan oldukça yoksul bir tablo çizerken Rumeli’de ve Balkanlar’da, oldukça erken tarihlerde kapitalist iktisadi işletmeler kurulmuştur. Ücretli emek, istihdam edilmeye başlandığı andan itibaren de işçilerin ekonomik içerikli eylemleri baş göstermiş, işçi sınıfının gelişmemiş dönemlerinde görülen makineleri tahrip etme olayları başlamıştır.
Daha 1835 yılında ki Tanzimat’ın ilan edilmesine dört yıl kalmıştır, devlet eliyle bir feshane atölyesi kurulmuş, İzmit ve İslimiye’de de çuha fabrikaları açılmıştır. Yine İzmit’te Küçükçekmece’ye kadar olan bölgelere irili ufaklı çok sayıda kapitalist işletmeler inşa edilmiştir. Kuşkusuz, devlet eliyle kurulan bu işletmeler, ordunun ve sarayın ihtiyaçlarının karşılanmasını amaçlıyordu ve bu işletmelerin başına Ermenilerin getirilmiş olması da ilginçti. Daha sonraları da yine devlet eliyle kâğıt, porselen, mensucat, aba, çuha, demir ve dokuma atölye ve fabrikaları açılmıştır.
Azınlıklar ve yabancı kapitalistler de Osmanlı topraklarında çok sayıda fabrika inşa etmişlerdir. 1838 ticaret anlaşmasının ve 1869’da yürürlüğe giren yabancıların Türkiye’de mülk ve toprak edinebilmelerini mümkün kılan yasanın sağladığı olanaklar nedeniyle Osmanlı topraklarında kapitalist işletmelerin sayısında artış görülmüştür.
1908’e gelindiğinde sadece Selanik’te 10 büyük fabrika vardır. Bursa’daki ipek fabrikalarının sayısı 65’e, imalathanelerin sayısı da 1300’e ulaşmıştır. Uşak, Gördes, Isparta, Tokat ve İzmir’de halı fabrikaları kurulmuş, Karaağaç fişekhanesinde olduğu gibi bazı işletmeler, bine yakın işçi çalıştırır olmuştur. Ulaşım, yapı endüstrisi, dokuma, maden, cam, kâğıt, gıda ve tütün sektörlerinde çalışan ücretli işçi sayısı artmıştır.
“Yalnız tersanelerde 1872’lerde 1000’i aşkın, 1876’da 3000 işçi vardır… 1891 ‘de Yedikule kumaş fabrikasında 350 işçinin, Zeytinburnu fabrikasında 800 işçinin varlığı bilinmektedir… Buna; karayollarında, demiryollarında, tramvay, gaz, su şirketlerinde çalışan işçiler, denizyolları işçileri, reji işçileri, haberleşme kesiminde çalışan işçiler ve diğer özel işyerlerindeki on binlerce işçi katılacak olursa; 1908 yılı başında yalnız İstanbul’da 50 bini aşan, bütün imparatorlukta ise milyonu bulan bir işçi kütlesinin varlığından söz edilebilir” (Stefan Velikov’dan aktaran Oya Sencer; Türkiye’de İşçi Sınıfı, s. 129)
Bu dönemde, bu türden ayrıcalıkların ve işletme açma izninin emperyalistler aracılığıyla azınlık kompradorlara verilmesi, Türkler arasından kapitalist işletme açma eğilimini, engelleyen bir faktör olmuştur. Bu yüzden, Türk ticaret burjuvazisinin devrim sırasında yükselttiği “eşitlik” talebinin içeriğini oluşturan unsurlardan birisi de, yabancı kompradorların sahip olduğu avantajlara sahip olma isteğidir. Devrim sonrasında çıkarılan yasalarla bu istem karşılanmış, güvence altına alınmıştır.
Tanzimat’ın ilanıyla başlayan özgürlük taleplerinin ve düzen değişikliği isteminin daha 1830’lu yıllarda makineleri kırarak sosyal ve ekonomik koşullara olan muhalefetini göstermeye başlayan işçileri de etkilemesi kaçınılmazdı. Öte yandan 1830 ve 1848 Fransız devrimine yakından tanık olan Osmanlı aydınları, bu devrimleri hazırlayan ideolojik tartışmaları Türkiye’ye taşımak gibi bir rol üstlendikleri için Avrupa’da cereyan eden siyasal olaylar hemen her kesimin ilgisini çekmiştir. 1845 tarihini taşıyan bir polis nizamnamesinde, işçilerin grev yapması, cemiyet kurmaları yasaklanıyor ve “ihtilal vukuunun önünün kesilmesi” için gerekenin yapılacağı belirtiliyordu, işçilerin, herhangi bir örgütsel disiplinden yoksun olmalarına ve henüz bu tarihte grevle tanışmamış olmalarına karşın, devlet, Avrupa’da gelişen ihtilalin Osmanlı topraklarına da sıçrama olasılığını göz önüne almaktaydı.
Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan işçilerin ilk grev eylemleri, 1870’li yıllarda başlar. 1872’nin şubat ayında telgrafhane işçileri greve giderler. Aynı yılın nisan ayında ise İzmit demiryolu inşaatında birtakım anlaşmazlıkların olduğu basına yansır. Anlaşmazlık, ücret yüzünden çıkmıştır. Ücretlerini tam olarak alamayan işçiler, işi bırakarak rayların üzerine çadır kurmuşlar ve malzeme getiren trenlerin geçişine izin vermemişlerdir. Bu işçilerden birisinin silahlı olması yüzünden çadıra yaklaşamayan şirket temsilcileri olayı mahkemeye intikal ettirmişlerdir.
Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde görülen en büyük grev eylemi ise tersane işçileri tarafından gerçekleştirildi. 1873 yılında yapılan bu grevin Türkiye işçi sınıfının tarihinde önemli bir yeri vardır. 11 aydır ücretlerini alamayan 600 işçi, Babıâli’ye yürüyerek sadrazama dilekçe verdiler. Onların Babıâli’ye geldikleri gün İstanbul halkı da yürüyüşçü işçilerin çevresinde toplanarak yapılan gösteriyi destekledi. Kalabalık, yolları kapattı ve sadrazamın ücretlerin dağıtılacağı vaadinde bulunmasını bekledi. O zamanın gazetelerinde tersane işçilerinin eylemi şu sözcüklerle yer aldı.
“Bazılarının zevce ve valideleri dahi beraberlerinde oldukları halde yine Babıâli pişegahına gelerek toplanmışlardır. Bilemeyiz ki mesireleri ishaf olundu mu? Biz de işittik ki, bunlar cuma günü selam mevkiine gidip arzuhal takdim etmek istemişlerse de, bulundukları yerden huruçlarına çıkmalarına askerler vasıtasıyla mümanaat olunmuş. Dün de gazete müvezzilerinden birinin eliyle ‘Tersane amele ve marangoz biçareleri’ imzalı bir varaka göndermişler. Münderecatı o derece feci o derece acıklı ki, okuyanlar elbette dilhun eyler.”
İşçiler, gazeteye gönderdikleri metinde, yiyecek ekmekleri olmadığını, çocukları olanların eve bir parça ekmek götürmek için dilenmek zorunda kaldıklarını ve durumlarının bütün millet tarafından bilinmesini istediklerini yazmışlardır.
İşçiler, ödenmeyen ücretlerini alabilmek için dilekçe vermek gibi barışçıl eylemlerin yanı sıra şiddete de başvurmuşlardır. Onların şiddet eylemleri basında şu ifadelerle yer alır,
“Geçen cuma günü, tersane amelesi, bahriye zabıtasının tayın ekmeklerini yağma etmiştir. O gün epeyce ehemmiyetli bir arbede olmuş, işçilerden birkaç kişi yaralanmış. Cuma günü tersane işçilerine bir aylık verilmiş, ayın 28’inde de bir aylık daha almışlar.”
Kısmen başarıyla sonuçlanmasına bağlı olarak durdurulan eylemlerin haziran ayında yeniden canlandığı görülür. Bu dönemde sadece tersane işçileri değil, başka birçok işçi de tersane işçilerinin başarılarından etkilenerek greve gider. Taksim’deki yapı işçileri, Sirkeci hamalları ve arabacılar ve fişekhane işçileri de iş durdurarak taleplerinin yerine getirilmesini isterler. Tersane işçilerinin başlattığı grev hareketi başka tersanelere de yayılır. 1876’da işçiler tekrar Babıâli’ye yürürler. Kendilerine, ancak iki aylık ücret verileceğini kabul etmeyenlerin paralarının tamamının ödenerek işten atılacağı söylenir. Bir kısım işçiler durumu kabullenirken bir kısmı greve devam etme kararı alır. Grevci işçilerle greve devam etmek istemeyen işçiler arasında başlayan kavga sırasında birçok işçi yaralanır. Bütün bunlar, işçilerin ücretlerinin tamamının ödenmesini sağlamadığı gibi birçoğu işten çıkarılır ve yerlerine zanaatkâr ocaklarına bağlı askerler alınır.
Bu tarihten sonra duvarcılar, ayakkabıcılar, terzi işçileri, Selanik’teki muhasebe bürosu elemanları, yapı işçileri, Şirket-i Hayriye’nin şantiye ve dökümhanelerindeki işçiler, Mahsuse gemileri işçileri, Haydarpaşa demiryolu işçileri, Tophane işçileri, Odunkapı’daki odun biçme işçileri de grev yaparlar.
1908, işçi eylemlerinin arttığı yıldır. Ağırlıklı olarak Fransız ve Alman sermayeli işletmelerde yaygınlaşan ve başka işletmelere de sıçrayan işçi eylemleri yabancılara karşı duyulan dinsel bir öfkeyle patlamışsa da özünde sermayeye yönelik bir tepkinin ifadesiydi. Anadolu-Bağdat demiryolu işçileri, Aydın-İzmir demiryolu işçileri, Beyrut-Şam-Hama demiryolu işçileri, İstanbul İzmir tramvay şirketleri işçileri, Selanik’te; sigara, tuğla, tütün, bira fabrikası işçileri ile telgraf idaresi memurları, ticarethane ve mağaza çalışanları, Kazlıçeşme deri atölyeleri işçileri, Kavala’da 12 bin tütün rejisi işçisi, Ereğli kömür ocağı işçileri, Ergani bakır madeni, Balya, Karaaydın Simli kurşun işletmesi işçileri, Hasköy tersanesi işçileri, otel ve lokanta garsonları, yazmacı esnafı, Adana pamuk fabrikası, Hereke dokuma fabrikası ve Varna ve Üsküp ticaret işletmeleri işçileri ittihat ve Terakki’nin iktidara geldiği 1908 yılında grevde olan işçiler arasındaydı. Üç ay içinde greve çıkan işçi sayısının yüz bin civarında olduğu görülmüştür.
Meşrutiyet öncesinden başlayan, Meşrutiyetin ilan edilmesinden sonra da devam eden işçi eylemlerinin mutlakıyetçi feodal rejime karşı artan hoşnutsuzluğun, imparatorluğun içine düştüğü mali ve siyasi kriz nedeniyle ücretlerini düzenli alamayan; giderek, bir lokma ekmek bulamayacak kadar yoksullaşan işçi gruplarının tepkisinin ifadesi olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Hiç kuşkusuz, bu eylemler ülkedeki genel muhalefet ortamını besleyerek özgürlük hareketine can verdi. Ancak herhangi bir örgütlenme olanağından yoksun olan, bu yüzden kendiliğinden gelişen işçi eylemleri, Jön Türk hareketinin başta İttihat ve Terakki olmak üzere değişik örgütlere yayılmış potansiyeliyle eşgüdüm oluşturacak ve bu eylemleri merkezileştirerek kışkırtacak bir itici güçten yoksundu. Çünkü Jön Türklerin sınıfsal karakteri devrimin halk güçlerine açılmasının önünde engel teşkil ediyordu. İşçilerin ya da diğer çalışanların duydukları hoşnutsuzluğu kendi siyasal ufuklarının en son noktası olan padişaha ricacılıkla sınırlamaya özel bir özen gösteriyor ve eylemcileri en fazla buna teşvik ediyorlardı. Bu nedenle işçi sınıfı eylemlerinin onca yaygınlaşmasına ve 1908’den önce birçok yerde ayaklanmalar çıkmasına karşın, devrim, çeşitli halk tabakalarına yayılma olanağı bulamadı. Lenin şöyle diyordu:
“Eğer 20. yüzyılın devrimlerini örnek alacak olursak Portekiz ve Türkiye’deki devrimleri burjuva devrimleri olarak kabul etmek gerekir. Ama bunlar bir halk devrimi değildir. Çünkü her iki devrimde de halk kitleleri, halkın büyük bir bölümü serbestçe, kendi ekonomik ve siyasi istekleriyle belirgin bir biçimde ortaya çıkamamışlardır.”
Yukarıda andığımız 1845 tarihini taşıyan polis belgesinde görüldüğü gibi, ihtilal kelimesini işçi sınıfından önce sultan kullanmıştır. Avrupa’da olup bitenlerden uykusu kaçan, işçilerin örgütlenmesinden henüz hiçbir örgütlenme girişiminin olmadığı bir zamanda yasaklama vesilesiyle de olsa söz eden, padişahtır. Ancak Osmanlı topraklarına dağılmış on binlerce işçi için örgütlenme, bir ihtiyaç olarak kendisini daha sonra gündeme getirecektir.
Belgelere göre, Türkiye’de sosyalizm hakkında yazılıp çizilmesine çok erken tarihlerde başlanmıştır. Elbette işçiler arasında değil. İttihat ve Terakki’nin aydın kadroları bir fikir akımı olarak sosyalizmi incelemiş, bazıları buna yakınlık da duymuştur. Zaten sonradan komünist partisini kuracak olan Mustafa Suphi ve arkadaşlarının örgüt deneyimi edindikleri ilk yer, İttihat ve Terakki Örgütü’dür. Yine İttihat ve Terakki Örgütü’nün kadroları arasında bulunan Ethem Nejat, Komünist Partisi’nin kuruluşundan çok önce, Osmanlı Amele Cemiyeti’nin kurucuları arasında yer almıştır. 1894 yılında kurulan bu örgüt, Abdülhamit döneminin yoğun baskısı altında, ancak bir yıl yaşayabilmiş, 1895’te dağıtılmıştır. Padişahın polisi tarafından dağıtılan örgütün mensuplarının bir kısmı yakalanmış bir kısmı da yurtdışına kaçmak zorunda kalmıştır. Faaliyet yürüttüğü bir yıllık dönem içinde Osmanlı Amele Cemiyeti’nin yurtdışındaki özgürlükçülerle yakın ilişki içinde olduğu bilinmektedir.
1908 yılında oluşturulan Osmanlı Mebusan Meclisi’nde Selanik’ten, Bulgaristan’dan ve Ermeniler arasından seçilen sosyalist mebuslar vardır. Şemsettin Sami’nin henüz 1878’de Tercümanı Şark gazetesinde yayınladığı bir makalesinde ki gazetenin yazı işleri müdürüdür,
“Sosyalizm, medeniyeti haziranın Avrupa’yı ve bir gün olur bütün küreyi arzı sarsacak ve cemiyeti beseriyenin heyet ve beşeriyetini değiştirecek bir büyük hareketi maneviye ve nev’i beşeri menzil-i refahi saadete ihsal edecek ve şehra-i azim olduğundan, bunun iştirak-ı emval töhmetiyle ithamı ve böyle yüzü kara olarak halkın enzarına arzı büyük bir gadir ve haksızlıktır” denilmektedir.
Bugünkü Türkçeyle özetleyecek olursak, Şemsettin Sami, şunları söylemektedir: Sosyalizm, bugünkü medeni Avrupa’yı ve gelecekte bir gün bütün dünyayı sarsacak ve insan toplumunun tümünü değiştirecek büyük bir manevi hareket ve insanlığın refah ve saadetini gerçekleştirecek bir büyük akım olduğundan, bunun, halkın gözünde malların ortaklığı olarak suçlanması ve karalanması, büyük bir haksızlıktır.
Sosyalizm düşüncesi ile; sık sık Avrupa’ya giden ya da Fransa’da sürgünde yaşayan Osmanlı aydınlarının Fransız komüncüleriyle girdikleri ilişkiler sırasında tanışılmıştır. Devrim günlerine yaklaşıldığında, Anadolu’da olmasa bile, Selanik ve Bulgaristan’da giderek siyasallaşan ortam içinde sosyalist düşünceler de filizlenmeye başlamıştır. Hiç kuşkusuz Rusya’daki 1905 devriminin de etkileri görülmüş ve Rus işçi ve köylülerinin ayaklanmaları Jön Türk hareketinin esin kaynakları arasında yer almıştır. Rus belgelerinde 1908 devriminin 1905 Rus devrimiyle ilişkisi üzerine şu ifadeler yer almıştır:
“1905 devriminin önemi, onun yalnız askeri feodal emperyalizmin zulmü altında bulunan milyonlarca Rus insanını uyandırmasından ibaret değildir. Bu hareket, aynı zamanda Asya’daki demokratik güçleri harekete geçirmiş… Türkiye, İran ve Çin’deki devrimler, güçlü 1905 ayaklanmasının derin izler bıraktığını kanıtlamıştır… Türkiye’deki hâkim sınıflar 1905 Rus devrimine nasıl bir tepki göstermişlerdir? 1905 yılının ocak ayında Petersburg’da meydana gelen olaylar, İstanbul’da telaş ve huzursuzluk yarattı” (H. Zafer Kars, Belgelerle 1908 ©evrimi Öncesinde Anadolu, Kaynak Yayınlan, 1984,,s. 97)
“Rusya’nın Karadeniz donanmasında başlayan ve 1905 yılının ikinci yarısının tümü boyunca devam eden ayaklanma, 1905 yılında Moskova’daki aralık ayı mücadeleleri ve Rus işçi ve köylülerinin çarlık yönetimine karşı sürdürdükleri mücadele, 1905 yılından itibaren Abdülhamit mutlakıyetine karşı taşradan başlatılan hareketi doğrudan etkilemiştir”. (H. Zafer Kars, age. s. 111)
Meşrutiyeti grevlerle karşılayan ama hem kendi siyasal taleplerinin bilincine varmadığı için, hem de Jön Türklerin temsil ettikleri sınıfın çıkarlarına uygun olarak işçi eylemlerine mesafeli olarak yaklaşmış olmaları nedeniyle devrimin etkili ve kimlikli bir bileşeni olamayan işçi sınıfı, meşrutiyetin ilan edilmesinden sonra da grevleri sürdürmeye devam etmiştir.
Meşrutiyetten hemen sonra Jön Türk iktidarının ilk yaptığı işlerden biri de işçi eylemlerini yasaklamak oldu.
“Milleti her alanda hürriyete kavuşturmak vaatleriyle adım adım iktidarı eline geçirdikten sonra, korkunç bir tek parti diktatörlüğü kuran İttihat ve Terakki Partisi, işçi ve esnaf derneklerini de sıkı bir cendere içine almıştı. Zaten, sendika kurulması, Alman kapitalistlerinin teşviki ve adliye nezaretinde müşavirlik eden Alman kontu Oztrorogun’un aracılığıyla kanunlarda yapılan değişiklikle önlenmişti. İşçilerin yardımlaşma dernekleri de, sendikaya benzetilerek ya kapatılıyor ya da başlarına İttihat ve Terakki Partisi’nin adamları getiriliyordu” (Hüseyin Avni Şanda, age. s.27)
Ancak bütün bu yasaklamalara karşın sınıf içindeki ilk örgütlenme ve sendikalaşma eğilimleri de Meşrutiyet’ten hemen sonraki yıllarda başlayacak; iki yıl içinde sendikalı işçi sayısı 150 bine ulaşacaktır. Arka arkaya kurulan işçi dernekleri, sosyalist adını alan siyasal kulüpler ve çevreler yaygınlaşarak geniş bir işçi kesiminin örgütlenme ihtiyacının ifadesi olacaktır. O zamanlarda çıkan İkdam gazetesinde grevlerin ekonomiye zarar verdiğini işleyen yazılar yayınlanır. Bu makalelerden birinde:
“Grevler adeta bir salgın hastalık halini aldı” saptamasında bulunulur, “Grev yalnızca şirketle amele arasında meydana gelen bir anlaşmazlık olmakla kalmaz, memleketin ekonomik durumu, üzerinde etki yapar. Bundan başka, memleketimizde mevcut büyük sanayi ecnebi sermayeleriyle vücuda gelmiştir. Demek ki, grevler dolayısıyla itibar-ı malimiz üzerinde tesir icra eder. Şirketlerin hisse senetleri düşer.”
Jön Türk Devrimi, “adalet, özgürlük ve müsavat” sloganıyla ayağa kalkan başta işçi sınıfı olmak üzere halk kitleleri için karşılanmamış bir özgürlük vaadi olarak gelir geçer. Devrim, bu kesimler için üstlendiğini söylediği hiçbir görevi yerine getiremeyen, ona önderlik edenlerin yarı yolda kalarak tıkandıkları, kısa soluklu bir serüven olarak yaşanır. Öte yandan, tek başına iktidar olarak örgütlenme gücünü tarihsel, ideolojik ve öteki sosyal koşullar nedeniyle kendinde bulamayan yeni sınıfın, yani burjuvazinin kendisi için de tamamlanmamış bir devrimdir bu. Ama feodal mutlakıyetçi iktidardan kurtulunması ve modern Türkiye’nin kurulması sürecinde hiç kuşkusuz önemli bir sıçramadır.
Feodal mutlakıyetçi rejime karşı kendiliğinden karakterli bir mücadele yürüten işçi sınıfı, ona kendisi için sınıf olma özelliği kazandıracak bilinçten ve örgütsel olanaklardan yoksun olsa da üretici güçlerin siyasal iktidar tarafından tıkanan yolunun açılmasını hedefleyen meşrutiyet eylemi sırasında direnen ve savaşan güçlerin arasında yer almıştır. Ama kapitalizmin iki sınıfının, işçi sınıfı ve burjuvazinin; ikincisinin önderlik ettiği devrim sırasında giriştikleri eylemler birbirinden uzakta ve ilişkisiz geçmiştir. Bu ilişkisizlik içinde, Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinde başlayan bu işçi eylemlerinin, modern sınıf ilişkilerinin ilk ifadesi olduğu ve günümüzde süren sınıf mücadelesinin tarihsel öncüllerini oluşturduğu görülür. Türkiye işçi sınıfının eylemleri, ücretli emeğin ortaya çıktığı ilk günden bu yana klasik eğilimini izleyerek ilkel bir sınıf içgüdüsünün ifadesi olan makine kırıcılığından örgütlü mücadeleye gelinceye değin çeşitlilik ve zenginlik göstermiştir. İlk işçi eylemleri, bu sınıfın hangi koşullarda ve nasıl doğrulmaya çalıştığını açıklaması bakımından önemlidir. Öte yandan, bu işçi eylemlerinin bilinmesi, Meşrutiyet’i sadece bir aydın hesaplaşması olarak tanıyan burjuvazinin resmi tarih yazımının görmek istemediği bir başka dinamiğin tanınması bakımından da; sadece önemli değil, şarttır.

ANADOLU’DAKİ HALK HAREKETLERİ

Jön Türk Devrimi’ni hazırlayan sosyal ve siyasal koşullar içinde, Anadolu’da ortaya çıkan halk isyanlarının özel bir önemi vardır. Bu hareketler, İttihat ve Terakki Örgütü’nün faaliyetlerini ağırlıklı olarak yürüttüğü Selanik ve İstanbul gibi kentlerden uzakta ortaya çıkmışlar, eylemlerin örgütlenmesinde Abdülhamit tarafından sürgüne gönderilen bazı Jön Türk kadrolarının katkısı olmasına karşın, genellikle yerel idarelere, uzun süreli olanlarda da, saraya yönelik, kendiliğinden patlamalar halinde gerçekleşmişlerdir. Bu hareketlerin kaynağında, son tahlilde, ticaret burjuvazisinin ekonomik ve politik talepleriyle, geniş halk kitlelerinin kendilerine özgü taleplerin yarattığı akımın birleşmesi bulunmaktadır. Halk hareketlerinin bir kısmı, toprak ağalarının zulmüne ve padişahın durmadan artırdığı vergilere dayanamayan halkın birtakım iyileştirilmelerin yapılması isteği yüzünden, bir kısmı, Abdülhamit’in Hamidiye Alayları’nın doğuda estirdiği terörden, bir kısmı da en önce bölgede yaşayan Ermenileri etkilemiş olan, giderek değişik sınıf ve tabakadan kitleleri saran meşrutiyet özlemlerinden dolayı çıkmıştır. Bu isyanların her biri tek tek uzun erimli siyasal hedeflere sahip olmasalar da ülkede zaman içinde olgunlaşan devrimci ortamı bir başka kanaldan besleyen ve akıp giden sürece eklenen etkenler olmuştur. Kuşkusuz devrimin asıl kaderi, batı bölgelerinde belirlenmiştir. Ancak doğuda, Ermenilerin milliyetçi kalkışmasının yanı başında, birikmiş hoşnutsuzluklarını ve muhalefetlerini ifade edecek yollar bulan “Müslüman-Türk ahali”nin ve Kürt’lerin ayaklanmaları da, çözülmekte ve acz içinde olan imparatorluğun yıkılışını kolaylaştırmıştır.
Devrime iki yıl kala Kastamonu, Sinop, Kayseri, Trabzon, Erzurum, Bitlis, Diyarbakır, Dersim, Van ve İzmir’de yaşayan halk ayaklanmıştır. Bunlardan bir kısmı padişah tarafından silahlı olarak müdahale edilerek, hapis cezası ve önderlerinin idam edilmesi suretiyle cezalandırılmıştır. 1906’dan başlayarak yaklaşık bir yıl boyunca aralıklı olarak süren Erzurum isyanı, halk isyanlarının en kapsamlı ve etkili olanıdır. Öte yandan bu ayaklanma, hareket sırasında bir yerel örgütlenmenin oluşturulması bakımından da ilginçtir, isyancıları galeyana getiren etkenler, her bir kesim ve değişik sınıflara mensup insanlar için farklı olmuştur. Ama bölgede de palazlanmakta olan yerel ticaret burjuvazisinin imparatorluk içindeki genel çıkarlarına ve ihtiyaçlarına göre şekillenen bir seyir izlemiştir. Tefeci-ticaret burjuvazisi, ticaretin rantını rüşvet, iltimas ve komisyon talep ederek yiyen yerel idare eliyle, etkisi bir kez daha arttırılan saray bürokrasisi ve vali çevresinde kümeleşen yerel bürokrasiden bezmiş; hareketleri kısıtlanır olmuştur. Öte yandan halk kitleleri, sarayın koyduğu yeni vergilerden şikâyetçidir. Özellikle hayvan tüccarları ile tarımla geçinen ve ellerinde üç beş evcil hayvan bulunan köylüler için evcil hayvanlardan talep edilen “hayvanatı ehliye rüsumu” adını taşıyan vergi ve ordunun ihtiyaçlarının karşılanması için konulan “rüsumu şahsiye” vergisi herkesi canından bezdirmiştir. Rusya’da patlak veren 1905 devriminin Türkiye içine yayılmasından endişe eden Abdülhamit tarafından sınırların kapatılması, para kazanmak ya da ticaret yapmak için Rusya’ya gidip gelen emekçi zanaatkâr ve tüccarlar için, bardağı taşıran son damla olmuştur. Bütün bu etkenlerle başlayan Erzurum isyanında halk, kısa zamanda ekonomik talepleri aşmış; padişahın istibdadına karşı olmak, hareketin esas dinamiği haline gelmiştir. Kentin yönetimi de bir süre isyancıların eline geçmiştir.
Ayaklanmanın başlangıcında seçilen yöntem oldukça barışçıldır. Telgrafhaneyi işgal eden halk, saraya telgraf çekerek içinde bulunduğu sefaleti anlatmış, valinin yolsuzlukları ve baskısı konusunda Abdülhamit’i uyararak kendisinden yardım istemiştir. Abdülhamit’in yanıt vermekte gecikmesi üzerine hayvan vergisini ödememeye karar veren halk, önce postaneyi işgal etmiştir. Vali, postaneyi işgal edenlerin üzerine alayının ikinci taburunu sürmüştür. Ne var ki, askerlerin, halka ateş etmeyi reddetmesi o sıralarda sık görülen bir durumdur. Ordu içinde alt rütbeli subaylar arasında da hoşnutsuzluk gelişmiş; arka arkaya yapılan savaşlarda yorulmuş binlerce er, terhis edilmeleri gerekirken memleketlerine dönmelerine izin verilmeyerek silâhaltında tutulmaya devam edilmiş ve kendilerine ödenmesi gereken maaşlar aylarca ödenmemiştir. Bu yüzden ordu içinde de isyanlar çıkmakta, askerler çoğu kere bastırmak üzere gönderildikleri ayaklanma bölgelerinde halka ateş açmayı ya reddetmekte ya da onlara katılmaktadırlar. O tarihlerde Erzurum’da bulunan Rus Konsolosu Skryabin, hazırladığı raporda eylemcilerin hükümetin baskısından korkmadıklarını çünkü askerlerin de kendilerini destekleyeceklerinden emin olduklarını yazar.
Erzurum’da bu sıralarda ortaya çıkan Can-veren Örgütü bir çağrı yaparak esnafın kepenk kapatmasını ve halkın yeniden postaneyi işgal etmesini ister. Postaneler, taşrada bulunan halkın merkezi idareyle iletişim kurabilecekleri tek mekândır ve bu nedenle sadece Erzurum’daki değil, diğer illerdeki bütün ayaklanmalar postane işgalleri ve saraya telgraf çekilmesiyle başlar. Erzurum’da yerel idare inisiyatifini tamamen yitirmiştir. Halkı sükûnete çağırması için görevlendirilen müftünün de ayaklananları desteklemeye karar vermesi valiyi ve padişahı iyice çaresiz duruma düşürür. Halk bir süre sonra hükümet konağını basarak kapana sıkışmış ve acz içinde bulunan valiyi ele geçirmek ister. Ancak vali, kaçmıştır.
Erzurum halkının ayaklanması yenilgiyle sonuçlanır. Osmanlı hükümeti saldırılarını arttırır ve bunun sonucunda eyleme önderlik ettiği tespit edilen 90 kişi, Canveren Örgütü’nün dağıttığı siyasi içerikli bildiri bahane edilerek tutuklanır. Bunların 80’i tüccardır. Tutuklananlar ağır işkencelerden geçirilir. Ama mahkemeler devam ederken Meşrutiyet ilan edilir.
Erzurum’daki ticaret burjuvazisinin önderliğinde kurulan yerel Canveren Örgütü, Jön Türklerin İttihat ve Terakki’den ayrılmış bir kanadı olan Prens Sabahattin’in Teşebbüsü Şahsi ve Âdemi Merkeziyet Cemiyeti Erzurum şubesiyle ilişki içinde olan bir örgüttür. 1907 yılında yayınladığı bildiride sultan rejiminin despotluğuna ve yüksek bürokrasinin baskılarına, yabancıların ülkede giderek artan ağırlıklarına karşı çıkmış; halkın dikkatini Rusya ve İran’daki devrimlere çekerek, “Müslüman-Hıristiyan tüm yurtseverler”i despot rejime karşı Meşrutiyet için mücadele etmeye çağırmıştır. Anadolu’da herhangi bir örgütlenme çabası içinde olmak gibi bir eğilimi olmayan Jön Türklerin Erzurum isyanı sırasında Rusya sınırından bu bölgeye yayın gönderdikleri, bir zaman da, hareketin içinde yer almak ve ayaklanmayı yönlendirmek üzere kadrolarından bazılarını seferber ettikleri bilinmektedir. Bunların bir kısmı Erzurum isyanının bastırılması sırasında tutuklananlar arasında yer almaktadır.
1906’da ayaklanan Kastamonu halkının isyana kalkışma nedenleri de Erzurum halkının nedenlerine benzemektedir.
Onlar da vergilerin kaldırılmasını ve valinin görevden alınmasını isterler. Postaneyi işgal ederek saraya telgraf çeker ve belediye seçimlerine katılmayı reddederler. Yeni çıkan özel verginin zenginlerle fakirler arasında bir ayırım gözetmediğini söyleyerek bir çırağın patronu kadar vergi ödemek zorunda kalmasına tepki göstermektedirler. Abdülhamit ise, bu verginin ordu için toplanacağını belirterek halkın fedakârlık yapması gerektiğinde diretir.
Jön Türkler tarafından Kahire’de yayınlanan Türk gazetesinde Kastamonu olayları ile ilgili olarak şu satırlar kaydedilir
“Kumandan paşaya istirhamlarından sonra 5-6 gün geçtiği halde hiçbir netice hasıl olmadığını gören halk toplanarak dört beş yüz raddesinde bir cemmi garir suretinde telgrafhaneye yürüdüler. Telgrafhaneyi muhasara ile memurlarını kaffeten dışarı çıkardılar. İstanbul ile muhabereye koyuldular. Odalar lebaleb ahaliyle dolmuştu… Bu esnada polis komiseri Rifat Efendi ile diğer komiser Çerkeş Rıza Efendi ellerinde bir kâğıt olarak telgrafhaneye gelmişlerdi. Halk yaka paça bunları tutup ellerindeki kâğıdı yırttılar. Rıza Efendi dar kaçtı… Vali hastayım diye korkusundan hükümete gelemediğinden meclisi evinde akdettirmiştir, defterdar da hasta, o da evinden çıkmıyor…” (Aktaran, H. Zafer Kars, age. s. 65-67)
Aynı yıl, Karadeniz Bölgesinin diğer illeri de harekete geçmiştir. Trabzon, Bayburt ve Sinop halkı da ayaklanır. Bunlar da da postaneyi işgal ederek mutasarrıfın görevden alınmasını talep ederler. Eylemler, sultanın mutasarrıfı görevden azletmesi ile biter.
Diyarbakır’daki halk isyanının nedeni ise, bölgedeki Hamidiye Alayı’nın halk üzerinde uyguladığı baskı, zulüm ve alay mensuplarının yolsuzluklarıdır. Kürt İbrahim’in başında bulunduğu Hamidiye Alayı’nın despotluğundan yılan halkın İbrahim’in bölgeden uzaklaştırılması talebiyle giriştikleri isyan hareketi,     padişahın İbrahim’i kollayarak ödüllendirmesi üzerine genişleyerek büyür ve Diyarbakır halkı valiliğe yürür. Ayaklanma, zaten ateş üstünde oturan Harput halkı arasında ve Bitlis’te de yankılanır, isyanlar birbirinin peşi sıra patlamaktadır. Bitlis valisi linç edilmekten zor kurtulmuştur.
Bütün bu eylemler sırasında yoksul halkın karaborsacı esnafa saldırdığı ve dükkânlarını yağma ettiği görülmüştür. Erzurum ve Bayburt isyancılarının fırınları basarak un tüccarlarını tartaklamaları karakteristiktir. Köylülerin, devlete ve toprak ağalarına ürün karşılığında ödedikleri vergilerden sonra ellerinde hiçbir şey kalmadığı için başvurmak zorunda kaldıkları ama halkın bu durumundan yararlanarak onları soyan tefeci tüccarlara ve yine tefecilik yapan toprak ağalarına saldırdıkları görülmüştür.
Kentlerde başlayan ama orada kalmayarak kasabalara ve köylere dek yayılan yerel ayaklanmalar sırasında radikalleşen köylülerin, toprak talep ettiklerine ama bunda ısrar etmeyerek yerel idarecilerin değişmesiyle sönen kent ayaklanmalarına tabi olarak yatıştıklarına tanık olunmuştur.
Bu dönemde Makedonya ve Balkanlar’da görülen köylü ayaklanmaları ise, milliyetçilikle beslenen ideolojik bir ortam içinde yerel burjuvazinin imparatorluktan ayrılma ve ulus devlet olarak örgütlenme isteğinin bir parçası olarak gelişmektedir.
Jön Türkleri hükümet olarak iktidara getiren 1908 devrimi sonrasında, köylülerin toprak taleplerinin karşılanması için hiçbir girişimde bulunulmamış, zaten devrim öncesinde hazırlanan programda da bu konuya yer verilmemiştir. Bir ayağı tefeci toprak ağalarına dayanan Jön Türklerin, devletin mültezimler aracılığıyla topladığı aşar vergisini tartışma konusu ederek bu vergiyi kaldıracaklarını taahhüt etmiş olmalarına karşın devrimden sonra bu vaadi tutmak bir yana, aşarı zorla toplamaya devam ettikleri görülür. Ancak o dönemde kurulan bazı radikal örgütler programlarını hazırlarken köylülerin bu isteklerini dikkate almışlardır. Müslüman Federasyonu örgütünün programında topraksız köylülerin beş yıl içinde toprak sahibi kılınması, az topraklı köylülere ek toprak verilmesi gündeme alınmıştır. Ancak burjuvazinin radikal kanadını temsil eden bu küçük örgütlerin hiçbir etkisi olamayacaktır. Sonuç olarak, 1908’den az önce çıkan yerel isyanların önemli bir bileşeni olan köylülüğün devrimci soluğu, Jön Türklerin programında ancak yerine getirilmeyecek vaatlerin yer almasına yetmiştir. Devrimden sonra da huzursuzluğu devam eden halkın, yer yer ülkenin değişik bölgelerinde yeniden ayaklandıkları görülür. Ama bunlar iktidardaki Jön Türkler tarafından bastırılır. Aydın’daki köylü isyanı bunlardan biridir.
Devrimden önce ortaya çıkan, doğudaki birçok halk isyanının kıvılcımı Türk ve Ermeni tüccarlar tarafından yakılmıştır. Küçük üreticileri, kent esnafını ve köylü kitlelerini de saran bu isyan dalgası sırasında halk giderek şiddet yöntemlerine rağbet etmiş, ayaklanmaların bir aşamasında ise, çoğu kere sarayla bir uzlaşmaya varılmıştır. Uzlaşmalardan sonra olaylar yatışmış, Erzurum dışında, eylemlere yönelik örgütlenmelerin oluşmadığı isyancı bölgeler, bu ayaklanmaları merkezi düzeyde birleştirecek herhangi bir örgütlenme olanağından yoksun oldukları için diğer isyan bölgeleriyle birleşememişlerdir. Dahası, bütün bu olup bitenlerin, kimi yerlerde İttihat ve Terakki önderlerinin ayaklanmalar içinde yer almış olmalarına karşın, Jön Türk hareketiyle politik ve örgütsel düzeyde organik bir ilişkisi olamamıştır. Kaldı ki, bu eylemlere önderlik ettiklerinin iddia edildiği her durumda Jön Türkler, eylemlerin radikal bir muhteva kazanarak saraydan ideolojik olarak kopmalarına engel olmuşlar, eylemcilerin ufkunu saraydan gelecek reformlara bel bağlamakla sınırlandırmışlardır. Ayaklananlar da despotluğun, baskı ve zulmün sorumlusunun İstanbul’daki siyasal iktidar değil, halkı sultandan habersiz olarak soyup soğana çevirdiğini sandıkları yerel idareciler olduğunu düşünmüşlerdir. Bu durumuyla Anadolu’daki halk ayaklanmaları Jön Türklerin, saray bürokrasisinin ve Abdülhamit’in yetkilerini kısıtlayarak denetim altına alacak bir meclis kurulmasıyla sınırlı siyasal hedefleriyle uygunluk içindedir. Her ikisine de aynı sınıfın politik ve ideolojik çıkarları yön verir. Bu, feodal bağları güçlü ticaret burjuvazisinin, düzenden gerçek anlamıyla kopamayarak oluşturduğu ideolojik hegemonya içinde, Jön Türk aydınlarının eylemleri, işçi eylemleri ve halk hareketlerine teğet geçerek, aynı devrimci eylemin parçalan olarak, dönemin panoraması içindeki yerlerini alırlar.
Özgürlük Dünyası’nın gelecek sayısında 1908 burjuva devrimini hazırlayan diğer katmanların hareketlerine değinilecektir. Devrimin hazırlandığı koşullarda eylem halinde olan aydınların, imparatorluk mozaiğinde yer almaktan vazgeçerek kendi ulusal devletlerini kurmak isteyen diğer ulusal toplulukların, kadınların ve askerlerin hareketlerinden bu bağlam içinde söz edilecektir.

Aralık 1993

1908 Devriminde Ordu, Milliyetçi Hareketler Ve Aydınlar

Karadeniz donanması erlerinin Odessa ve Sivastopol limanlarında başlattıkları isyanlarla hızlanan 1905 Rus devrimi, olgunlaşmakta olan Türkiye, İran ve Çin devrimlerini de etkilemişti. Donanma askerlerinin ayaklanması 1905 yılının ikinci yansı boyunca sürdü. Ve bu, hiç kuşkusuz, Rusya’nın güneydeki komşusunun topraklarında bir süredir mayalanmakta olan Jön Türk devrimine katılacak olan asker ve subaylar için de bir esin kaynağı oldu,
Fransız devriminden duyduğu ürküntü yüzünden daha 1845’te, ihtilali ve ihtilalci örgütleri yasaklayan kanunlar çıkaran Osmanlı devleti, Rusya’da gelişen devrimci ayaklanmaların, şu anda zaten çok tekin olmayan sosyal ve politik ilişkileri etkileyeceğini görmüştü. Gerçekten de, Osmanlı aydınlarının gözü kulağı o şualarda Rusya’daydı; Petersburg ve Moskova’dan gelen haber ve söylentiler hakkında durmadan yorumlar yapılıyordu. Jön Türk hareketinin en önemli örgütü İttihat ve Terakki, ordu içinde propaganda ve ajitasyon faaliyetlerini hızlandırma kararı almıştı. Abdülhamit ise, Tanzimat hareketinin ürünü olan iktidarını korumak için bu hareketi ve bundan doğmakta olan devrimci eylemi boğma yolunu seçmişti. Abdülhamit’in, Tanzimat liderlerini katlederek, ilerici aydınları hapsederek, birçoğunu sürgün hayatına zorlayarak Yıldız Sarayı’ndan yönettiği istibdat dönemi uzun sürmemiş, muhalefet alttan alta gelişmeye ve örgütlenmeye başlamıştı. İhtilal paranoyası içinde bütün toplumsal kesimlere, kurum ve kuruluşlara, okullara ve orduya yerleştirdiği ajanlara karşın Abdülhamit, saltanatının güven içinde olmadığını görüyordu.
Ordu ve donanma, Jön Türklerin propagandalarının etkisinde kalarak mevcut muhalefet hareketinde huzursuzluklarını ifade edebilme olanağı bulan subay ve erlerin çoğalması yüzünden sultanın en büyük korkusu olmuştu. Büyük servetler verilerek alınmış gemiler, önemli savaş aksamı sökülerek Haliç’te bekletiliyordu. Askerlerin sahici mermilerle nişan eğitimi yapmaları ve Türk donanmasına ait gemilere cephane sokulması yasaklanmıştı. Sultanın özel sekreteri Tahsin Paşa, anılarında, “Bir sefinei harbiye mürettebatının isyanı Sultan Hamit’in bilhassa endişe ettiği mesaildendi. Asi bir geminin kendi tayfaları marifetiyle kaldırılıp hotbehot yola çıkarılması İstanbul’da şüyu bulursa bunun bize de sirayet etmesi ve İstanbul askerlerinde de isyan hislerini uyandırması ihtimali velev pek cüz’i dahi olsa Sultan Hamid’in uykusunu kaçırmaya kâfi idi” diye yazmıştı. (Tahsin Paşa, Abdülhamit ve Yıldız hatıraları, 1931. sf 174 aktaran; H. Zafer Kars)
İşte bu korku yüzünden, 1905’te Karadeniz donanması ayaklanmasını bastırmak için öteden beri kanlı bıçaklı olduğu Türk Padişahından yardım isteyen Rus Çarına olumlu yanıt verildi. Sultan, bu donanmanın Türk karasularına girmesi durumunda müdahale edeceğine dair teminat verdi ve sözünü tuttu. Rusya’dan turist olarak gelenlerin bile peşine hafiyeler takıldı, sahil güvenlik önlemleri arttırıldı, Karadeniz’den gelecek devrim heyulası için Türk karasularında barikatlar kuruldu. Potemkin Zırhlısı’nın bahriyelileri, sadece Rus Çarını değil Osmanlı Sultanını da ürkütmüştü.
Lenin, “Rus Çarı kendi halkına karşı Türk Sultanından yardım istiyor” başlıklı makalesinde şöyle yazıyordu: “Çar hükümetinin ayaklanan denizcilere karşı Romanya ve Türkiye’den polis yardımı talebinde bulunması kadar utanç verici bir şey olamaz! Türk Sultanı, çar mutlakıyetini Rus halkından korumaya zorunludur; -Çar, Rus silahlı kuvvetlerine güvenemez- o yabancı güçlere yardımları için yalvarmaktadır”
Lenin devam ediyordu: “Şimdiye kadar denizcilerin isyanının Türk yetkililerine etkisi açısından doğurduğu biricik sonuç, bu isyanın onları her zamankinden daha sert bir denetime itmiş olmasıdır. Bu sıkılığın ilk kurbanı, cumartesi günü Rus elçisinin akşam karanlığında Boğaz’ı gezdiği Rus sahil koruma gemisi olmuştur. Türkler, bu gemiye manevra mermisiyle ateş açmışlardır. Türklerin bir yıl önce denetimlerini bu biçimde gerçekleştirmeye yönelebilmeleri şüphe götürürdü.”
Türk Sultanı, bir süre önce Kırım’da kapıştığı Rus Çarının iktidarını korumak için devrimci donanma askerlerine saldırmaya hazırlanıyordu. Rus Çarı ise, Rus devrimcilerinin etkisi altında kalan askerlere artık güvenemez olmuş, çevresindeki gerici devletlerden çare ummaya başlamıştı.
Osmanlı imparatorluğu, Avrupa’da ye 1820’lerdeki Yunan ayaklanmasında hezimete uğrayan yeniçeri ordusunu, Sultan 2. Mahmut zamanında dağıtmış, 18. yüzyılın ilk başlarında düzenli ordu kurma girişimlerine başlamıştı. Osmanlı İmparatorluğu, giderek kötüleyen durumunu düzeltmek için 3. Selim döneminden başlayarak bazı önlemler almıştı. Düzenlenecek ilk kurum elbette orduydu. Sultanın önünde, Mısırdaki Kölemen devletinin burjuva demokratik bir hareketle yıkılmasından sonra kurulan devlet ve ordu modeli vardı. Mısır’da da düzenli ordu kurulmuş ve bu ordudaki subayların eğitimi yabancı askerlere bırakılmıştı.
Osmanlı imparatorluğu’nda yeni ve düzenli bir ordunun kurulması karan alındığında, feodal rantın önemli bir bölümünü yiyen yeniçeri ağalarının ve saray çevresinde kümelenmiş ve önemli bir toplumsal kast haline gelmiş olan ulemanın olası direncinin kırılması için de girişimlerde bulunuldu. Vakayı Hayriye adıyla anılan yeniçeri ocağının kaldırılması operasyonu, bu direnç nedeniyle kanlı bir operasyon oldu; binlerce yeniçeri öldürüldü.
Osmanlı devleti, bir yandan, artık işine yaramayan mevcut militer aygıtı tasfiye ederek imparatorluğun çözülme sürecini geriye döndürmeye; diğer yandan da, emperyalist yayılma siyaseti güderek kendine bağladığı ülkelerde evrensel sistemini kurmaya çalışan yeni emperyalist devletlerin de, Osmanlı topraklarında serbestçe faaliyette bulunmalarını kolaylaştıracak kurumları inşa etmeye başladı. Devletin, içeride gelişen dinamiklerin ve sosyal ilişkilerin dayattığı yenileşme ihtiyacına verdiği cevap, uluslararası sermayenin dolaşım ihtiyaçlarını da karşılamaya uygundu, ancak bir süre sonra yeterli olmadığı da görülecekti. Yerli komprador burjuvazinin ve emperyalist kapitalizmin son tahlilde, siyasal iktidar talebi vardı ve feodal üstyapı kurumları, önemli sayılacak iyileştirmelerle sermayeye geçici manevra alanı sağlasa da eninde sonunda ayağa takılacaktı.
Osmanlı topraklarında doğmakta olan kapitalist ilişkilerin gündeme getirdiği, mevcut ekonomik koşullara ve sınıfsal konumlanışa uygun siyasal iktidarla ilgili talepler, değişik istemleri olan diğer bütün toplumsal tabakaları; ulusal güçleri etkilerken, burjuva ideolojisiyle donanmış ordu mensuplarını da harekete geçirecekti. Böylece, 2. Mahmut’un, devleti kurtarmak için kurduğu yeni tipte ordu, bu iktidarı sarsan kurumlar arasında yer alacak; ama öte yandan, devletin önemli bir teminatı olan bu kurumun devrimci düşüncelerin peşinde sonuna kadar gitmesinin ‘”eşyanın tabiatına” aykırı olmasından dolayı -ve tabi, Jön Türk hareketinin ufku siyasal iktidarın radikal bir biçimde ele geçirilmesine elvermediği için- kurulmasındaki sonal amaca uygun olarak devleti kurtarmış da sayılacaktı.
1839’da ilan edilen Tanzimat, halk kitlelerinin taleplerini karşılayamamıştı, bir siyasal güç olarak doğmakta olan burjuvazinin de o günkü cılız istemlerini bile karşılamaktan uzaktı, ama ülkede kötüye giden her şeyin çözümünün eğitimle sağlanabileceğine dair yaygın bir kanının oluşmasını sağlayarak, ülkede Avrupai tarzda yüksek öğrenim kurumlarının açılmasına olanak sağlamıştı. Bu eğitim kurumlan ve okullar, Jön Türklerin ideolojik donanımlarını tamamlayacakları kurumlar oldu. Tanzimat’tan sonra, ordu mensuplarının yetiştirilmesi için açılan Harp Okullarına Avrupa’dan getirtilen hocalar, öğrencilerine burjuva demokratik devrimler döneminin Avrupa’sında oluşan yeni yaşam tarzını, oradaki ideolojik atmosferi de taşıyorlardı. Harp Okulu öğrencileri arasında bazı gizli cemiyetler kurulmaya başlamış, Harbiye, diğer iki okul; Tıbbiye ve Mülkiye gibi Jön Türk devriminin ideolojik kaynaklarından biri haline gelmişti.
Harbiye’de kurulan gizli cemiyetlerin mensupları Abdülhamit’in hafiye ve muhbir ağından korunmaya çalışmak zorundaydılar. Bir keresinde, Avrupa’daki devrimcilerle yazışma halinde bulunan gizli Harbiye örgütü ortaya çıkarılmış, örgüt mensupları Taşkışla’da kurulan Harp Divan’ında yargılanmış, birçoğu idam cezasına mahkûm edilmişti. Bu cezaların bir kısmı hapse çevrildi ve öğrenciler Trablusgarp’taki askeri hapishaneye sevk edildiler. Harbiye’deki iki sınıf olduğu gibi tard edildi. 1903 yılında Kuleli Askeri Lisesi öğrencileri de “ihtilalci askerler” adını taşıyan bir örgüt kurmuştu. Bunlar, o yıllarda Avrupa’da sürgünde yaşayan Jön Türklerin eylemleri hakkında ayrıntılı bilgiden yoksundular ama Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın kitaplarını ve yabancı posta servisi kanalıyla yurda sokulan Jön Türk yayınlarını okuyorlardı. Devrim günleri yaklaştığında askeri okulların hepsinde Jön Türk komiteleri kurulmuştu. Bu komiteler, illegal yayınların dağıtımını ve meşrutiyetin propagandasını yapmayı üstlenmişlerdi.
20. yüzyılın ilk yıllarında Makedonya’da başlayan bunalım üzerine, beş büyük devlet bu bölgeye daha önce Osmanlı imparatorluğu ile yapılmış anlaşmalara dayanarak asker ve subay gözlemciler göndererek müdahale etmişti. Bu askerlerle ilişki içinde olan Osmanlı subaylarının batılı düşüncelerden etkilenmeleri kaçınılmazdı. Makedonya’da konuşlandırılan 3. Ordu, devrim günlerinde en önemli ayaklanmalara sahne oldu. Makedonya, ayrıca Jön Türk örgütlerinin en güçlü olduğu merkezlerden biriydi. Kozmopolit bir nüfus özelliğine sahip olan imparatorluğun bu bölgesi, ulusal hareketlerin ve toprak isteyen köylü eylemlerinin cereyan ettiği bir platformdu ve Türk subaylarının ulusal duyguları, gözlerinin önünde cereyan eden Bulgar ve Yunan milli mücadelesinden etkilenerek gelişiyordu. Sultanın zulmü altında ezilen, giderek artan vergileri ödeyemez duruma düşen Makedonya köylüleri, kendi ulusal burjuvalarının milli devlet halinde örgütlenme talebine paralel olarak toprak istemiyle isyan ediyordu.
Diğer yandan, emperyalist müdahalelerin uluslararası anlaşmalara koyulan koşullarla ciddi bir tehdit haline gelmesi, ulusal duyguları tahrik edilen Harbiyeli genç subaylarda devletin acz içinde kaldığı düşüncesini olgunlaştırıyordu.
Ordunun kendi iç sorunları da vardı. Ordu içinde, alaylı olarak tabir edilen subaylarla eğitilmiş subaylar arasında çelişkiler yaşanıyordu. İstanbul’daki, Hassa Ordusu’nun subaylarına tayin ve terfi işlerinde ayrıcalıklar tanınırken taşrada görev yapanların bir türlü tayinleri yapılmıyordu. Erler, imparatorluk sathında meydana gelen ulusal mücadelelerin ve halk ayaklanmalarının bastırılması için oradan oraya sevk edilmekten bıkmıştı. Terhis zamanları geldiği halde çoğu asker orduda tutulmaya devam ediliyor, izin teskereleri verilmiyordu. Aylardır maaşlarını alamayan subaylar vardı.
Orduda ilk ayaklanmalar 1906 yılında görüldü. 400 kadar denizci, Merkez Komutanlığı Amiri’nin dairesine baskın düzenleyerek paşayı ve üç adamını yaraladı. Görev süresi dolan askerlerin yedeğe ayrılmasını ve birikmiş aylıklarının ödenmesini istiyorlardı. Bu eylem, aylıkların ödenmesi, süresi dolanların terhis edilmesi ve savunma bakanı Celal Paşa’nın istifasıyla sonuçlandı. Bir kaç gün sonra da 2. Hassa Tümeni erleri, denizcilerle aynı olan talepleri yüzünden ayaklandı. Bu tümen, Abdülhamit’in en güvendiği askerlerinin bulunduğu tümendi ve mensupları aylıklarının kısmen daha düzenli ödeniyor olmasından dolayı diğer askerler tarafından kıskandırdı.
1908 devriminin az öncesinde başlayan asker ve subay isyanlarına katılanlar, mevcut siyasal rejimle öze ilişkin bir çelişki yaşamıyorlardı. Saltanata ve sultana bağlıydılar ama Abdülhamit’in çevresinde toplanan kötü niyetli ve vurguncu bürokratların padişahı kandırdığına inanıyorlardı. Eylemlerinden sonra taleplerinin karşılanması bu düşüncelerini pekiştiriyordu. 2. Hassa Tümeni’nin ayaklanmasına katılan askerler terhis hakkını elde ettiklerinde Abdülhamit iki yaverini görevlendirerek onları uğurlamıştı.
1906’da Arap ulusal mücadelesinin bastırılması üzerine, Yemen’e gönderilen askerlerin ayaklanması kuşkusuz ordu içinde baş gösteren en önemli ayaklanmaydı. Yemen çölleri daha önce gönderilen binlerce askerin cesediyle dolup taşmıştı. Gidenlerin yarısından çoğu dönmüyordu. Son olarak, Trabzon’dan, Yemen’e gönderilmek üzere yola çıkarılan 1600 askerin gemide isyan çıkararak firar ettiğinin haberinin alınması, imparatorluğu karıştırdı. Askerlerin bazılarının Arap askerlerinin yanına geçtiği söyleniyordu. İstanbul’a sık sık, asker firarları haberleri geliyordu. Bulgaristan’da tutulan 2. Kolorduya mensup subaylar ve askerler son derece ağır koşullarda görev yaptıklarını ileri sürerek firar etmişlerdi.
1906’daki Erzurum isyanını bastırmak için bölgeye gönderilen askerler de halka ateş açmayı reddetmişlerdi. Bu durum defalarca tekrarlandı, ülkede gelişen özgürlük hareketinden dehşete düşen Abdülhamit, isyanları bastırmak için emirleri sadakatle dinleyecek asker bulamıyordu. Erzurum isyanı sırasında dağıttığı bildirilerde, orduya bir çağrı yapan Erzurum Müslüman Komitesi, “Biz sizin ana babalarınız ve kardeşleriniziz. Maaş alamadığınız için bizim, yani sizin baba, kardeş ve akrabalarınız olan bizlerin, size para yollamak amacıyla ineğimizi, öküzümüzü ve toprağımızı satmak zorunda kaldığımızı biliyorsunuz. Sizi askerde beslerken biz 8-9 yıl içinde yıkılıyor, iflas ediyoruz… Size vur emri verdiklerinde subay ve amirlerinize itaat etmeyiniz. Vatanımızın, dinimizin ve şerefimizin kurtulmasını istediğimiz için bize yardımı reddetmeyiniz” diyordu. .Askerlere buna benzer birçok çağrı yapılmış ve üstlerine itaat etmemelerini isteyen bildiriler hazırlanmıştır.
Üsküp’te bulunan askerler 1907 Mayıs’ında ayaklandılar ve telgrafhaneyi bastılar. Devrimden iki ay kadar önce ise, denizciler tamamen hareket halindeydiler. Karavanaları   fırlatıp   atıyorlar,   görev   emrini dinlemiyorlar ve ayaklanıyorlardı. Terhis edilme istemleri kabul edilen denizci ve karacılar ise ordudan ayrılırken gösteriler düzenliyordu.
Makedonya’da başlayan devrimci ayaklanma bu koşullarda başladı. Bulgar çetecilerle sürekli savaş halinde olmaya zorlanma, yarı aç yarı tok sürdürülen kışla hayatı ve yabancı subayların emri altında çalışma, buradaki asker ve subaylar için artık çekilir gibi değildi. Makedonya’nın özel konumu ile askerlerin içinde bulunduğu koşullar, buradaki asker ve subayları, ülkenin diğer bölgelerinde bulunan birliklerde olduğundan çok daha fazla Jön Türk propagandasının etkisine açık hale getirmişti. O yıllarda Makedonya’da bulunan Grajdanskiy Ajansı yöneticisi Petryayef şöyle yazıyordu: “Devrim hareketi hemen tüm subayları kaplamış durumda. Gerek kendi aralarında, gerekse yabancılarla konuşurken şimdiki yönetimi hiç çekinmeden sert bir şekilde eleştiriyorlar. Garnizon bulunan taşra kentlerinin çoğunda, aydın subaylar polis gözetiminde ve sansür engeline rağmen, politik çevrelerle ve yurt dışındaki Jön Türk yöneticileriyle canlı bir ilişki içindeler.” (Aktaran Y.A. Petrosyan, Sovyet Gözüyle Jön Türkler, Bilgi yayınevi, 1974, s. 303.)
1908 yılı geldiğinde Jön Türk subaylarının silahlı ayaklanması başladı. Bu dönemde, Resne Garnizonu subaylarından Niyazi Bey’in, ülke halkının çektiği tüm acıların despotik rejimden ve yabancı devletlerin bölge halklarını kışkırtmalarından kaynaklandığını, belirttiği bir bildiriyi yazarak, maiyetiyle birlikte, alayın silahlarını ve kasasını ele geçirerek dağa çıkması, daha sonra Meşrutiyetin sembolik eylemlerinden biri olarak anılacaktır. Başlangıçta, Niyazi ile birlikte dağa çıkanların sayısı elli civarındayken daha sonra artarak üç bine ulaşmıştır. Bir süre sonra Manastır’ı işgal eden Resneli Niyazi ve arkadaşlarını daha sonra başkaları da takip etti. Tikveş bölgesinde iki bölükten oluşan bir isyancı birliği oluşturuldu. Binbaşı Enver’le birlikte dağa çıkan subaylar, Tikveş Dağları’nda eylemlerini sürdürmeye başladılar.
Üçüncü Ordu, tamamen sarayın denetiminden çıkmış ve Jön Türk devrim dalgasının önüne geçmişti. Bu dalgayı bastırmak için İzmir’den gönderilen 27 tabur asker, daha gemilere bindirilmeden önce Jön Türklerin propagandasından etkilenmiş bulunuyorlardı, isyanı bastırmak için gönderildikleri yere geldiklerinde, askerler saf değiştirip isyancı birliklerin safına katıldılar.
İsyancılar birer birer kentleri ele geçiriyorlardı. Selanik, Manastır ve Üsküp’te iktidar devrimcilerin eline geçmişti. Her yerde mitingler yapılıyor, asker ve sivil Jön Türkler yaptıkları ateşli konuşmalarla halka özgürlük ve eşitlik vaatlerinde bulunuyorlardı.
Makedonya’daki ayaklanmayı, önemli bir olay tetiklemişti. Bu sıralarda Rus ve İngiliz emperyalistleri, bölge üzerine pazarlık yapmak için Makedonya’da bir araya gelmişlerdi. Bu, Jön Türklerin Pan-Osmanlıcı ideallerinin etkisi altındaki genç subay ve askerlerin duygularını kışkırtmış, imparatorluk topraklarının Abdülhamit’in inisiyatif gösterememesi yüzünden elden gider hale gelmesine içerlemişlerdi. Ama bir şey daha vardı; Avrupalı emperyalistler, Osmanlının kapitalist sisteme entegre olmasını sağlayacak olan siyasi değişiklikleri destekliyorlardı. Abdülhamit, içeride gelişen muhalefetin baskısına daha fazla dayanamayarak, Reval’de alındığı kıskacı mevcut koşullarda kıramayacağını da düşünerek, İstanbul’da, Meşrutiyeti ilan ettiğini açıkladı. Makedonya’da fiilen gerçekleştirilen Meşrutiyet böylece İstanbul’dan da teyit edilmiş oldu.

HALKLAR HAPİSHANESİNDE İSYAN
Makedonya’da Jön Türklerin fiilen ilan ettiği Meşrutiyet, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı Balkanlar’da uzun zamandan beri milli mücadele veren, ayrılıp kendi ulusal devletlerini kurmak isteyen ulusları sevindirmişti. Çünkü Jön Türkler ülkede yaşayan bütün halklar için özgürlük ve eşitlik vaat ediyorlardı. Gerçekte ise, Türk komprador burjuvazisinin çıkarlarını gözeten yerli bir hareket olarak Jön Türk hareketinin eşitlik vaadi, ayrılma eğilimine girmiş bulunan ulusları, Osmanlı şemsiyesi altında tutmayı amaçlıyordu. Kuşkusuz bu, boşuna bir çabaydı. Çünkü ok yaydan çıkmıştı; ittihat ve Terakki örgütünün bünyesinde diğer uluslara mensup çok sayıda üye olmasına karşın, Ermeni, Arap, Yunan, Arnavut, Bulgar ulusları kendi öz ve ulusal örgütlerini kurmuşlar ve saraya karşı ayrılıkçı muhalefetlerini sürdürmekteydiler. Bu uluslar, ulusal ayrımları tanımaya ve Pan-Osmanlıcı bir ideolojiyle donanmış olan mevcut Jön Türk örgütlerinde ve bu örgütlerin en kapsayıcı ve kitlesel olanı İttihat ve Terakki örgütünde, kendi ulusal taleplerini ifade edebilecek bir potansiyel göremiyorlardı.
Öte yandan, Jön Türk, bağımsızlık istemiyle ortaya çıkan milli hareketlere karşı hep uzak durmuş olsalar da 1908’e yaklaşırken ve özellikle, 1907’de yapılan Osmanlı Liberalleri İkinci Kongresi sonrasında, ulusal mücadele veren örgütlerle ortak politik hedef doğrultusunda eylem birliği yapma kararı almaya yanaşmışlardı. Ulusal devletlerini kurma hedefi güden değişik uluslara mensup burjuvalar, devrime çok az bir zaman kala ortak düşmana karşı ortak mücadele vermek gerektiğine az çok ikna olmuşlardı. Dolayısıyla, Jön Türk devrimi, imparatorluk topraklarında yaşayan bütün ulusların, toplamı alındığında etkili ve zorlayıcı bir güç oluşturduğu görülecek olan, ayrı ayrı çabalarının ve aynı düşmana vuran farklı örgütlerin ortak ürünüdür. Ayrı örgütlerin ortak ürünü olmasının bütün handikaplarını da taşıyacaktır.
Makedonya’da patlayan devrim sırasında Jön Türkler, Bulgar, Yunan ve Sırp milliyetçilerine, Meşrutiyet için ortak mücadele etme çağrısında bulunmuşlardı. Bu çağrı, coşkulu devrim günlerinde çağrı yöneltilen kesim tarafından ilgiyle karşılandı ve olumlu yanıt verildi. Ama her iki kesimin birbirinden beklentisi farklıydı. Meşrutiyetin ilanından sonra Jön Türkler, ayrılıkçıların silahlarını bırakmalarını istediklerinde, milliyetçiler silahlarını Türk yetkililere değil, ancak kendi ulusal komitelerine bırakmayı kabul ettiler.
Meşrutiyet, ulusal mücadele yürüten kesimler için gerçekleşip gerçekleşmeyeceği kesin olmayan bazı talepler için umut durumuna gelmişti. Ancak, azınlıklarda gelişen ulusal bilinç şimdiye dek Pan-Osmanlıcı görüşleri savunan Jön Türk eylemcileriyle girilen ilişkiden, çıkan sonuçlara bakılarak kuşkulu davranmayı gerektiriyordu. Mevcut siyasi iktidarın geçen yüzyılın sonlarında Ermenilere uyguladığı kırım politikası, Mora ve Girit’te ayaklanan Rumlara ve Bulgar isyancılara yönelik saldırılar ve son olarak da Yemen’de olanlar unutulmamıştı ve üstelik İttihat ve Terakki örgütü, bu siyasi iktidarın radikal tasfiyesini öngörmüyordu.
Yine de Meşrutiyet, Yunanistan’da, Arnavutluk’ta, Suriye’de ve diğer bölgelerde Müslüman ve Hıristiyan bütün halklar tarafından coşkuyla kutlandı.
Azınlıkların, İttihat ve Terakki örgütünün nasıl bir ulusal politika izleyeceğini görmek için fazla beklemeleri gerekmedi. Devrimi izleyen günlerde, Üsküp’te ayaklanarak Arnavutluk’a özerklik isteyen köylü kitlelerine gözdağı verildi. Üsküp tepelerine Türk topçuları ve piyadeleri yerleştirildi. Abdülhamit’in Ermeni politikası aynı şekilde sürdürüldü.
Osmanlı İmparatorluğu içindeki ulusların bağımsızlık ve özerklik taleplerinin ortaya çıktığı zamanlar, Avrupa’da da milli mücadelelerin ve ulusal birleşme kavgalarının sürdüğü yıllardı. İtalyan Birlikçileri’nin girdiği mücadele yeni bitmiş, Avusturya-Macaristan ve Prusya’da da ulusal savaşlar verilmişti. Avrasya haritasındaki eski sınırlar siliniyor ve şimdi, başka sınıfsal ve ulusal dengeleri ifade etmek üzere yeni sınırlar çiziliyordu.
Osmanlı topraklarının yanı başında gelişen bu ilişkiler, imparatorluk sınırlan içinde ortaya çıkan yeni ulusal ve sınıfsal dinamiklerin, olgunlaşmasını, biçimlenmesini ve bir dünya sistemi haline gelmeye başlayan kapitalizme entegrasyonun hızlandırılmasını dışarıdan etkileyen bir unsur olarak tezahür ederken; içeride de ayrı ayrı milliyetlere mensup ticaret burjuvazisinin kendi ulusal devletlerini kurma potansiyelleri de açığa çıkmaktaydı. Kuşkusuz emperyalistler için Osmanlı toprakları, yeterince değerlendirilmemiş bakir bir pazardı. Her biri, bu topraklarda yaşayan halkların lokalize oldukları bölgenin kültürel ve ulusal özelliklerini dikkate alarak, bu uluslarla değişik düzeylerde ilişkilere girmişlerdi. Örneğin Balkanlar’da yaşayan Slav halklar, hem ulusal köken bakımından hem de yerleşim bölgelerinin Rusya için Avrupa’ya bir geçit ve tampon oluşturma özelliği taşıması bakımından Çarın ilgi sahasına giriyordu. Rusya bu nedenle Yunan, Sırp ve Bulgar ulusal hareketlerini desteklemekte yarar görüyordu.
Diğer yandan, ticaret ve tefecilikten bir servet biriktirmiş olan ve emperyalist sermayenin yurt içindeki acenteliğini yapan Rum ve Ermeni tüccarlar, kapitalist iç dinamiklerin gelişmesinin önünde engel oluşturan feodal bürokrasiyi tasfiye etmek ya da üzerinde denetim kurabilmek istiyorlardı. Türk ve Müslüman tebaa sarayın gözdesi durumundayken -ideolojik düzeyde böyleydi bu, gerçekte Türk uyruklu tebaa da sultanın zulmü altındaydı- Rum, Yahudi ve Ermeniler ikinci dereceden uyruk olarak değerlendiriliyordu. Teokratik bir devlet olan Osmanlı İmparatorluğu’nda başka dinlerden olan kesimler ideolojik olarak dışlanıyor üvey evlat muamelesi görüyorlardı. Azınlıklar, son yüzyılda ekonomik ilişkilerin kendileriyle bağlantı halinde sürdürülebileceğini fark eden ve bu ilişkileri kuran batılı emperyalistler aracılığıyla kısa zamanda güçlenmişler ve bu güçlenmeyle doğru orantılı olarak eski devlet mekanizması içinde kendilerini ifade etmeleri olanaksız hale gelmişti. İdeolojik ve ekonomik ihtiyaçları onlara, ulus devlet halinde örgütlenme talebini dayatmıştı. İç bölgelerdeki ticareti, elinde tutan Türk tüccarlar da gelişmekte böylece azınlıkların yanı sıra bir yerli burjuvazi de oluşmaktaydı.
Değişik ulusların kendi milli burjuvalarını yaratarak imparatorluktan ayrılma istekleri, Osmanlı’nın terörüne maruz kaldı.
Azınlıkları bir yandan dışlarken diğer yandan kendilerini ulusal kimlikleriyle ifade etmelerini engelleyen Osmanlı sultanları ülkeyi bir halklar hapishanesine çevirmişti. Ancak, 1800’lü yılların başlarında ortaya çıkan ulusal ayaklanmaları tamamen bastırma gücünden yoksun olan ve bu konuda büyük devletleri kendi karşısına almaya cesaret edemeyen padişahlar, halkları birbirine kırdırma yolunu da seçerek bu hapishane içindeki yaşamı, uluslar için daha da katlanılmaz hale getirdiler. Doğudaki Ermeni mücadelesinin üzerine sürülen silahlandırılmış Kürt birlikleri; Hamidiye Alayları bunun en iyi örneğidir. Ermeniler, sultanın terörüyle katledilirken içeriden hiçbir tepkinin gelmemesi de ilginçtir. Ama öte yandan, doğuda uygulanan soykırım sonucunda ticaretin Türk ve Müslüman ahalinin eline geçtiği düşünülürse bu durum çok da şaşırtıcı değildir.
Ticaret burjuvazisinin önderliğinde verilen anti-feodal ve ulusal mücadelenin en önemli müttefiki köylülüktü. Balkan ülkelerinde, ayaklanma nedenlerinden birisini de toprak talebinin oluşturduğu köylüler, kendi yazgılarını bağladıkları ulusal mücadelenin, içinde bulundukları yoksulluğu def edeceğini düşünüyorlardı. 1908’de güç birliği yapan değişik uluslardan eylemcilerin, Meşrutiyet hedefine yönelmiş ilgilerini bu köylü kitleleri de benimsemişti. Meşrutiyetin hiç değilse, ağırlaşan vergileri kaldıracağını umuyorlardı. En acil sorunları buydu. Ancak Meşrutiyetin ilanından sonra vergi vermeyi reddeden Makedonyalı köylülerin vergileri Jön Türkler tarafından, silahlı askerler tarafından zorla toplandı. Çünkü zaten Jön Türklerin bir ayağı feodal mutlakıyetçi iktidarla, toprak ağalarına dayanıyordu.
Ulusal mücadeleler, feodalizmden ve saltanattan kurtulma isteğinin bir ifadesi olarak hemen bütün ulusları harekete geçirmiş olsa da ve bu milliyetçi çabalar 1908 devrimine yaklaşılan son aylarda Jön Türk programına kendilerini kanalize ederek eylem birliği içine girmiş olsalar da, feodal iktidara yönelik tepki çevresinde ortak ve koordine edilmiş bir işbirliğine girme eğilimini, baştan beri göstermediler. Jön Türk devrimi, ülke içindeki ayrılıkçı eğilimlerin oluşturduğu sosyal durum ve ilişkileri bir bakıma içererek, ama daha ilk tahlilde bunları tanımayarak gerçekleşti. Sadece ulusal değil, dinsel olarak da bölünmüş ve bu ayrılıkları saray tarafından kışkırtılmış olan halklar arasında, son yıllara gelindiğinde derin uçurumlar oluşmuştu. Bir tek, Meşrutiyetin ilan edildiği hafta boyunca Sırp, Yunan, Bulgar milliyetçileriyle Türk meşrutiyetçiler arasında bir yakınlaşma doğdu. Ama bu kesimler birbirlerine sarılıp “kardeşleşirken” herkesin kafasından başka bir şey geçiyordu. Jön Türkler, Meşrutiyetin ulusların huzursuzluklarına son vereceğini ve Pan-Osmanlıcılık ideali altında bütün ulusların toplanmaya rıza gösterebileceğini düşünüyor, milliyetçiler ise Meşrutiyetin ulusal özerklik taleplerinin gerçekleşmesi için bir olanak sağlayacağını, bir sıçrama taşı olabileceğini sanıyordu.
Jön Türkler ulusal mücadelelerin radikal kopma eğiliminden etkilenmişler, bu eğilimler onları yer yer radikal kararlar almaya zorlamıştır. Bu konuda Ermeni Taşnak örgütünün önemi oldukça fazladır.
1894 yılında, Ermeni ayaklanmasının kanla bastırılması üzerine İstanbul’daki Ermeniler Babıâli’ye yürümüşler, Osmanlı Bankası’nı basmışlardı. Bu hareket, Ermenilere pahalıya mal olmuş, Abdülhamit, Ermenilere İstanbul’da da savaş açmıştı. İttihat ve Terakki örgütü ise kendi inisiyatifi dışında gelişen Babıâli gösterisi karşısında, paniğe kapılmıştı. Örgütün kurucusu İbrahim Temo’nun hazırladığı bildiride, Ermeniler hem kınandı hem de bu mücadeleye ittihat ve Terakki örgütü adına sahip çıkıldı. Babıali’ye baskın düzenlenecekse bu, Jön Türkler tarafından veya onların bilgisi dâhilinde yapılacaktır; saraya saldırılacaksa bu da onların işidir! Temo şunları yazmıştı: “Müslüman ve yurtsever Türkler! … Ermeniler öylesine yüz buldular ki, tüm yabancılara saygıdeğer devletimizin en yüksek katı olan Babıâli’yi basıyorlar… Bu küstah hareketler, yurtsever ordumuzun üzüntü nedeni olmaktadır. Ancak, bu meydan okurcasına bu acı ve üzüntü veren hareketler despotların, pis yöneticilerin ezgi ve baskı yapmalarına neden olmaktadır. Biz Türkler, tüm Osmanlılar gibi, bu despotik yönetimden kurtulmak istiyoruz. Örgütümüz bu amaç uğruna eylem yapıyor. Gelin bugün Babıâli’ye yürüyelim ve Ermenileri kınayalım. Ezginin, kıyıcılığın merkezi olan şeyhülislamın konağına ve Yıldız sarayına saldıralım despotları ortadan kaldıralım, yok edelim.” (Y. A. Petrosyan age, sf.180)
Ermeni milliyetçi hareketi ve sarayın bu hareketi bastırmak için uyguladığı mezalim, Jön Türk devrimcileri için iki bakımdan uyarıcı oldu. Muhalefetlerinin içeriği, kıyım, Abdülhamit rejiminin gerçek yüzünü görmelerine olanak sağladığı için giderek belirlendi, diğer yandan da radikal Ermeni örgütleriyle ittifak yapmaları kaçınılmaz hale geldi. Bu oldukça tartışmalı ve gevşek bir birlikti ama iki Jön Türk örgütünün Ermenilerle birlikte yaptıkları İkinci Osmanlı Liberalleri Kongresi’nde, alman kararlar bir ölçüde Ermeni radikalizminin izdüşümü oldu. Elbette uzlaşmanın kapsamı belliydi; Meşrutiyet perspektifi fazla zorlanamadı, Abdülhamit üzerinde konuşulmaması kararı alındı ama mücadele yöntemlerinde silahlı ayaklanmanın örgütlenmesi gibi bir madde kabul edildi. Ama zaten ülke içindeki koşullar da bunun için olgunlaşmıştı.

MEŞRUTİYET’E DOĞRU AYDINLAR
İkinci Osmanlı Liberalleri Kongresi’nde, üzerinde mutabık kalınan mücadele yöntemleri şunlardı: Baskıya karşı silahlı direnme, hükümet görevlileri ve polis görevlileri de dâhil olmak üzere politik ve ekonomik grevlerle silahsız direnme, askerin halk ve devrimci gruplar üzerine yürümesini engelleyecek gibi ordu içinde propaganda, gerekirse toptan ayaklanma, durum ve koşullara göre diğer eylem biçimleri. Bu kararlar 1907 yılının Aralık ayında alınmıştır ve temmuz ayında ilan edilecek olan meşrutiyete daha yedi ay vardır. Dört Tıbbiyeli öğrencinin kurduğu İttihat ve Terakki örgütü, süreç içinde gelişip genişleyerek, bir halk ayaklanmasını organize etme kararının altına imza atabilecek duruma gelmiştir. Ama örgüt, bütün bu ayaklanma ve silahlı eylem kararlarına; genel olarak eylem ve harekât planlarındaki radikalleşmeye karşın siyasal taleplerin ileri götürülmesini sağlayamamıştır. Jön Türkler başlangıçta, örgütsel faaliyetlerine yön veren politik ilkelerini onca silah şakırtısına karşın geri bir noktada tutmuşlar; üç beş aydın kadronun düzenleyeceği bir komployla padişahın değiştirilmesi düşüncesini, devrimin arifesinde, halk ayaklanması fikriyle değiştirmelerine karşın, yine de feodal siyasi gücün radikal olarak tasfiye edilmesi gerekliliğine ikna olamamışlardı.
Örgütün doğum tarihi 1889’dur. Ama meşrutiyet idealleri ile örgütün faaliyetlerine yön verecek olan ideoloji, bu tarihten daha önce doğmuştur.
1839’da Tanzimat’ın ilanından sonra başlayan eğitim hamlesi sırasında açılan yüksek okullar, ittihat ve Terakki örgütünün ilk kadrolarının kaynağı olmuştur. Bu okullarda, şimdiye dek olduğu gibi din eğitimi değil, batılı eğitmenlerin gözetiminde meslek eğitimi verilmektedir. Bir de, 1821’de Yunan ayaklanmasına kadar Rumların tekelinde tutulan ve Osmanlı İmparatorluğu’nun dış yazışmalarını yöneten tercüme bürosunun, Yunan ayaklanmasından sonra güvenlik nedeniyle boşaltılmasından sonra bu büroya yerleştirilerek, yabancı dil öğretilen aristokrat genç aydınlar bu hareketin ideolojik öncüleri oldular. Tanzimat aydınlan Namık Kemal, Şinasi ve Ziya, tercüme bürosunda eğitim görmüşlerdir. Bu aydınların bazıları, en başta Şinasi, 1848 Fransız ihtilalinin tanığı olmuş, Namık Kemal, Avrupa’daki fikir hareketlerinin ve sosyal çalkantıların yerinde tanığı olmuş, diğerleri de basın yoluyla Avrupa’da olup bitenleri izlemiştir. Fransa’da esen özgürlük rüzgârları, Fransızca bilen, iyi eğitim görmüş, “batılı” değerleri içselleştirmiş olan bu ayrıcalıklı sınıflara mensup aydınlar tarafından ülkeye taşınmıştır. Çıkardıkları gazeteler, yazdıktan makaleler ve tiyatro oyunlarıyla, Rousseau, Moliere ve Voltaire’den çevirdikleri eserlerle, yeni toplumsal değerleri, çağdaş ahlaki normları savunan aydınlar bu çabalarının bedelini, sürgünde uzun yıllar kalarak ödemek zorunda bırakılmışlardır.
Oysa siyasi olarak talep ettikleri fazla bir şey yoktur. Bir anayasanın hazırlanması ve padişahın yetkilerinin azaltılmasıyla yetineceklerdir. Şeriat hükümlerini, Fransız devriminin ilkelerine uydurmaya uğraşarak düşüncelerini ve eylemlerini meşrulaştırmaya çalışmaktadırlar. Dindardırlar ve süreç içinde “vatan” kavramını idrak ederek önce Osmanlıcı sonra da milliyetçi olacaklardır. Bir iki komplo yaparak padişahları değiştirmişler; arkadaşlarından biri, Ali Suavi, 5. Murat’ı tahta çıkarmak için Çırağan Sarayı’na düzenlediği bir saldırı sırasında öldürülmüştür.
Tanzimat aydınlarının istekleri, 1876’da padişahın anayasayı yürürlüğe koymasıyla az çok karşılanmış, 1. Meşrutiyet dönemi başlamıştır. Ancak çok geçmeden, Abdülhamit, Genç Osmanlıların bütün kazanımlarını ortadan kaldırarak koyu bir baskı dönemini getirecektir.
1. Meşrutiyet’in karşılayamadığı taleplerin gerçekleştirilmesi, anayasaya konulması, başarılamayan kimi hükümlerin gündeme getirilmesi ve kısa zamanda tırpanlanan kazanımların geri alınması bu karanlık istibdat döneminde örgütlenmeye başlayan Genç Osmanlı aydınlarının, temel sorunu olacaktır.
Bu amaçla okullarda başlayan örgütlenme faaliyeti, Abdülhamit’in muhbir ve ajanları tarafından sık sık gammazlandığı için öğrenci önderlerinin çoğu, başlangıçta yayın etkinliği olarak devam eden mücadelelerini yurtdışından sürdürmek zorunda kaldılar. Taşkışla’da sürekli oturum halinde olan Divan-ı Harp, okullarda en küçük bir kıpırtı göstermeye yeltenen öğrencilerin yakalanıp yargılanmak üzere getirildiği bir kurumdur. 1908’e dek birçok öğrenci Taşkışla’da yargılanır, okullarından uzaklaştırılır. Yine de, bu tarihe gelinceye dek birçok yüksek okulda bu baskılan göğüsleyen öğrencilerin düzenlediği boykotlar yapılır ve kurulan gizli cemiyetlerin üye sayısı durmadan artar. Mülkiye, Harbiye, Tıbbiye dışındaki diğer okullarda da; bahriye ve topçu mektepleriyle Darüşşafaka Lisesi’nin öğrencileri de örgütlenmişlerdir. Bu öğrenciler vasıtasıyla Jön Türk yayınları elden ele dolaşır, yenilikçi fikirler yayılır.
Jön Türk hareketinin en önemli örgütü olan İttihat ve Terakki, ulusal ve sınıfsal bakımdan homojen olmayan bir kadro yapısına sahiptir. Bu yüzden, örgüt mensupları arasında ortak bir irade oluşamamıştır. Aydınların, Avrupa’da gelişen burjuva düşünce akımlarını şeriat ilkeleriyle harmanlamaya çalışmaları, onların bir ayaklarının batıda gelişen çağdaş sınıf ilişkilerinin bulunduğu platformda bulunduğunu gösterirken diğer yandan da saltanatla ilişkilerinden ve feodal bürokrasi ve toprak düzeninden kopmak istemediklerinin göstergesi olmuştur. Yine aynı nedenden, örgüt, 1871’de Paris Komüncüleri’nin yanıbaşında savaşacak kadar, o zamanlarda çekim merkezi olmaya başlayan bilimsel sosyalizmden etkilenen unsurlardan, reformcu ılımlı aydınlara kadar geniş bir yelpaze içinde bulunan aydınları bünyesinde içerebilmiştir. Aydınlar arasında dönemin bütün fikir akımları temsil edilebilmektedir. Jön Türklerin, bu siyasal ve sınıfsal heterojenliği örgütün kararsızlığının ve tutarsızlığının en büyük nedeni olmuş ve son tahlilde ülkede cereyan eden eğilimler ticaret burjuvazisinin politik hedeflerine doğru akmıştır.
Örgütün kurucuları, İtalya birliği için mücadele eden Mazzini’lerden esinlenmiş, Macar devrimini incelemiş, Polonyalı devrimcilerle ilişkiye geçmişler, yurtdışında bulundukları süre içinde de 1. Enternasyonalin faaliyetlerini yakından takip etmişlerdi, ittihat ve Terakki örgütünün programını hazırlarken İtalyan Carbonari örgütüne öykünmüşler; bütün bunlarla da Avrupa’daki ulusal ve devrimci mücadelelerin mirasına, bunları, elbette Osmanlıcaya çevirerek sahip çıkmışlardı. Bazı Jön Türk liderleri, Lenin’le tanıştıklarını söyleyerek gururlanıyorlardı.
Jön Türk hareketi, bir dönem Kahire’de Mizan adını taşıyan bir dergiyi çıkardığı için Mizancı Murat olarak tanınan bir Jön Türk’le, Fransa’da Meşveret dergisinin başında bulunan Ahmet Rıza arasında iki merkeze bölünmüştü. Bu iki odak çevresinde toplanan Jön Türklerin, politik olarak birbirlerinden hiçbir farkı yoktu. Ama Mizancı Murat, padişahın bir takım vaatlerine kanarak yurda dönmeyi kabul edince kendi siyasi hayatını bitirecek, bundan sonra meydan, Jön Türkler arasında pozitivist görüşleri nedeniyle sevilmeyen Ahmet Rıza’ya kalacaktır. Dolayısıyla, Jön Türkler, Ahmet Rıza’nın da etkisiyle “düzen içinde ilerleme”yi savunan pozitivist görüşlerin etkisine girecekler, ideolojik biçimlenmelerini pozitivizm belirleyecektir.
Ahmet Rıza’nın, sonradan meydana çıkan ve aykırı fikirler savunan Prens Sabahattin ile olan çelişkisi de, Sabahattin’in fazla sebat gösterememesi yüzünden Rıza’nın inisiyatifinin güçlenmesine yol açmış; Prens Sabahattin, giderek meşveretçiler için tehdit edici bir unsur olmaktan çıkmıştır. Prens Sabahattin, sarayla doğrudan doğruya bağlantısı olan bir Jön Türk’tür ve Ahmet Rıza gibi Pan-Osmanlıcılığı savunmakla birlikte onu az çok Ermeni yandaşı kılan, azınlıklara ademi merkeziyetçi bir yönetim hakkı tanınması yönünde görüşleri vardır. Diğer yandan, sarayla göbek bağını koparmaya hiçbir zaman yanaşmasa da, Ahmet Rıza’nın bütün ekonomik manevraların devletin himayesinde yapılmasını savunmasına karşın o, serbest piyasayı ve “teşebbüs-i şahsi”yi yüceltmektedir. Sabahattin bu görüşleri yüzünden, Jön Türklerin Ahmet Rıza’cı kanadıyla bir arada bulunmasının olanağı kalmayınca, arkadaşlarıyla birlikte İttihat ve Terakki örgütünden ayrılarak Teşebbüs-i Şahsi ve Âdemi Merkeziyet adında bir örgüt kurmuştur ve bu örgüt, ittihat ve Terakki’den sonra en büyük Jön Türk örgütüdür. İşte, 1907’de toplanan İkinci Osmanlı Liberalleri Kongresi’nde, İttihat ve Terakki örgütü ve Ermeni örgütleriyle birlikte güç birliği yapma kararına ve yukarıda saydığımız eylem biçimlerine imza atan üçüncü örgüt, Prens Sabahattin’in örgütüdür; Osmanlı aydınlarının bir kısmı, köken olarak feodal aristokrasiye mensup olan bu saraylı aydının peşinden gitmiştir.
İster Ahmet Rıza’nın grubunda, ister Sabahattin yanlısı olsunlar ya da mevcut diğer Jön Türk örgütleri içinde mücadele etsinler dönemin Osmanlı aydınları, Tanzimat’la saraya  kabul ettirilen ve 1876 Anayasası’nda ifade edilen ama her seferinde rafa kaldırılan anayasal ilkelerin tanınması için mücadele etmekteydiler.
1876 Anayasası, kişisel özgürlüğü, din ayrımı olmaksızın imparatorluğun tüm uyruklarının yasalar önündeki eşitliğini, menkul ve gayrimenkullerin güvenliğini, mesken dokunulmazlığını, vergilerin ve yasalara dayanan haraçların orantılı dağılımını, angaryanın, el koymanın ve baskının kesinlikle yasaklanmasını, basın özgürlüğünü, ilköğrenimin zorunluluğunu, imparatorluğun bütün uyruklarına imparatorluğun resmi dili olan Türk dilini bilmek koşuluyla, devlet görevinde çalışma hakkını hükme bağlamıştı.
Mithat Paşa’nın, hazırlanmasında katkıda bulunduğu anayasanın ilk taslağında bulunan ve burjuvazinin saray üzerindeki denetimini ve egemenliğini arttıracak olan “Osmanlı uyruğunda olanlar, özel bir yasaya göre vatana yararlı olacak her tür ticaret ve endüstri şirketi kurma hakkına sahiptir, bu işte hükümet her türlü kolaylığı sağlayacaktır” maddesindeki ilk bölüm kabul edilirken ikinci bölüm yani hükümetin ticaret ve endüstriye her türlü kolaylığı sağlayacağı garantisini formüle eden kısım, çıkarıldı. Bu anayasa sayesinde, işgücünün özgürleşmesini ve piyasaya çıkmasını engelleyen feodal angaryanın ortadan kaldırılmasını, ticaret ve endüstri tesislerinin kurulmasını, can ve mal güvenliğinin sağlanmasını güvence altına almış olmak önemli bir gelişme olmuştur. Ancak anayasanın tanınıp tanınmaması, ekonomik düzenlemenin yapılıp yapılmaması tamamen sultanın keyfine bırakıldığı ve kurulması öngörülen meclis, ağırlığı olan politik bir denetim organı olarak hiçbir zaman çalıştırılamadığı için ve zaten sultan tarafından her an feshedilebilir durumda olduğu için; ayrıca 1908’e kadar, enerji, sadece anayasanın tanınması perspektifine akıtılmak suretiyle heba edildiği için aydınların 1839’dan beri sürdürdükleri mücadele oldukça sancılı geçmiştir ve her seferinde iktidarı almaktan vazgeçerek, daha doğrusu bunu hiç düşünmeyerek saray seçkinlerine bel bağlamışlardır. Karl Marx, şubat 1878’de, 1. Meşrutiyetten ve Anayasanın ilanından iki yıl sonra, V. Liebknecht’e  Türklerin, Rusya karşısında büyük bir hezimete uğradıkları Kırım savaşının ertesinde yazdığı bir mektupta Türkleri, … devrimi zamanında yapmamış olmakla ve rejimin yönetimini tekrar saray içindeki seçkinlere bırakmakla eleştirir. Marx, bunu, “Rus kabinesinin bizzat kendisine karşı savaş yönetmesi gibi bir şey” olarak nitelemektedir.
Jön Türk aydınlarının sarayla ilişkilerini kesememesi, hareketin önüne geçen ticaret burjuvazisinin nesnel durumuyla, ülke içinde Osmanlı İmparatorluğu’nun 600 yıllık iktidarı döneminde, yerleştirilmiş olan dinsel-ideolojik hegemonyanın, biçimlendirilmesindee rol oynadığı sosyal ilişkilerin düzeyi ile ilişkilidir.
Ancak, aydınlar, ideolojik tutarsızlıkları ve kararsızlıkları yüzünden ellerine geçen fırsatları değerlendirmediler ve Jön Türk devriminin ideolojik atmosferi bu yalpalamalar bedeniyle karartıldı. Her zaman geç kalmışlardı; sahneye çıktıkları zaman da her şeyi yarım bırakmayı tercih ettiler. Onların 1839’da, komplocu-radikal Ali Suavi ile başlayan serüvenleri 1908’de silahlı ayaklanmacı Resneli Niyazi’nin dağa çıkmasına evrilinceye kadar, ayaklarını epey sürüdüler ama dipten gelen dalga onları 1907’de İkinci Osmanlı Liberalleri Kongresi’nde ayaklanmayı planlama, silahlı direnme, politik ve ekonomik grev yapma kararları almaya zorladı.
1908’de iktidara geldiklerinde ise, sonra halklar üzerinde kullanmak üzere Abdülhamit istibdadını devraldılar. Ama onlar tarihi yaparken, sübjektif niyetlerinden bağımsız olarak toprağa düşen özgürlük tohumları, onlara rağmen yeşerecek; özgürlük hareketinin Jön Türk etkilerinden kurtulması süreci ise sancılı geçecektir.
Modern Türkiye’nin aydınlan, uzun süre, 1970’lere gelindiğinde bile, Jön Türklerin önlerine koydukları meseleleri tartışmaya devam ederek büyüdüler. Bu nedenle 1970’lerde YÖN ve MDD hareketinin devraldığı kimi ideolojik unsurları, gelişen radikal devrimci hareketin temizlemesi zaman aldı. Jön Türklerin devletten bağını bir türlü kesemeyen muhalefetlerinin içeriği, aynı ilkel biçimiyle uzun süre devrimci-komünist hareketi önceleyen sürece egemen oldu. Jön Türk devriminde o zamanki koşullara uygun olarak önemli bir rol üstelenen ordu, 1960 darbesi karşısında küçük burjuvaziyi, kökeni tarihsel olan bir beklentiye yöneltmişti. Jön Türklerin tamamlayamayarak yarıda bıraktıkları demokratik devrimin, tekelci burjuvazinin devletinin, militarist aygıtının iyi unsurları tarafından gerçekleştirileceği yanılsaması, kimilerinde 1980’e kadar bile sürdü.
Oysa demokratik devrim sorununu çözecek ve sonuna kadar götürecek tek sınıf, Türkiye’de burjuvaziyle birlikte tarih sahnesine çıkan proletaryaydı. Burjuvazinin, onun ufkunu Jön Türk-Kemalist devletçi bir perspektifle sınırlama konusundaki girişimleri şimdi, artık boşa çıkarıldı.

* * *
Özgürlük Dünyası’nın gelecek sayısında, Jön Türk devriminin sosyal içeriği içinde önemli bir yer tutan kadın eylemlerine ve bu dönemi, oluşturdukları literatürle ideolojik bakımdan etkileyen burjuva aristokrat kadınların, entelektüel faaliyetlerine değinilecektir.

Ocak 1994

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑