3 Temmuz 1908’de ittihat ve Terakki gizli örgütü’nün bir darbesiyle II. Meşrutiyet ilan edildi. II. Meşrutiyet, darbeye önderlik eden Jön Türklerin etkisi altında oldukları Fransız Devrimi’nin sloganlarının gerçekleştiği bir hareket olarak propaganda edildi. Oysa bir başka deyişle “Hürriyetin ilanı” olarak da adlandırılan 1908 devrimi, Jön Türklerin feodal mutlakıyetçi saray yönetimini devirme konusunda çekingenlik göstererek, feodalizmin içinde yeşeren kapitalist dinamiklerin gelişmesi için uygun koşullan oluşturacak siyasal kanalları sonuna kadar açma gereksinimi duymadan bazı reformlarla yetinmeyi tercih etmeleri ve feodalizmin kırdaki en önemli dayanağı olan feodal toprak mülkiyetini dağıtmaya teşebbüs etmemeleri yüzünden tamamlanamamıştır.
Oldukça değişik ve karmaşık boyutları olan 1908 devriminin, hangi sosyal, siyasal ve ekonomik zeminde doğduğu sorusuna değişik cephelerden yanıt veren birçok yapıt yazılmıştır. Burada, bu tarihsel sürecin bir dergi yazısının kapsamı içinde bütün yönleriyle incelenmesi mümkün olmadığı için, resmi tarih perspektifiyle ve bu yüzden işçi sınıfının bugünkü mücadelesine tarihsel dayanaklar göstererek katkı sağlayacak olan verilere ulaşmayı zorlaştırarak yazılmış kitaplarda dağınık ve önemsenmeden geçilen unsurlar halinde bulunan işçi sınıf eylemleri, Anadolu’daki isyanlar, kadın eylemleri gibi 1908’i hazırlayan sosyal olayların hatırlanmasıyla yetinilecektir. Meşrutiyeti, görünürdeki haliyle bir aydın-asker-sivil zümre eylemi olarak tanımlamak mümkündür. Bu çerçevede, yurtdışında ve yurtiçinde verdikleri mücadele nedeniyle popüler duruma gelmiş olan ve resmi tarih anlayışının da özel bir katkıyla bu popülerleşmeyi kışkırtarak öne çıkardığı ittihat ve Terakki’nin aydın kadrolarının çabaları teslim edilmelidir. Ancak, bu, tarihin tümüyle kavranmasına yetmeyecektir. Bu görünüşün ardında yatan derin sınıf çatışmalarını ve kitlelerin eylemlerini görmeksizin, bu sosyal harekete zemin hazırlayan dinamikleri kavramak mümkün olmayacaktır. Çünkü Jön Türk hareketi, bir avuç tıbbiyeli öğrencinin kurduğu ve sonradan gelişip genişleyen ittihat ve Terakki Cemiyeti mensuplarının birlikte ve tek tek yaptıkları propaganda ve örgütlenme faaliyetinin yanı sıra Jön Türklerin odaklandığı imparatorluk merkezlerinden, o zamanki iletişim ve ulaşım olanaklarıyla düşünüldüğünde, çok uzakta gelişen münferit halk isyanlarının, İstanbul’da tersane grevleriyle başlayan işçi eylemlerinin, ulusal hareketlerin, Sivas’ta, Erzurum’da, İstanbul’da ortaya çıkan kadın eylemlerinin hazırladığı bir sosyal zeminin ürünüdür. Ve bu eylemler, modern Türkiye’nin sınıf ilişkilerinin; çelişki ve çatışmaların embriyon halinde göründüğü ilk eylemlerdir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlar’dan Musul ve Kerkük’e; güneydeki Arap halklarının yaşadığı topraklardan Kafkasya’ya kadar olan sınırları içinde, Tanzimat dönemiyle başlayan, 1908’de Meşrutiyet’in ilanıyla doruğa çıkan Jön Türk hareketi, padişahla karakterize olan merkezi feodal, mutlakıyet rejimine muhalefet eden bütün sosyal sınıf ve tabakaları harekete geçiren bir sosyal hareketti.
Harekete katılanlar, siyasal beklentilerinin padişahlık rejimine dokunulmaksızın karşılanabileceğini ummak gibi bir safdilliğe kapılmış olsalar da, onların sübjektif niyetlerinden bağımsız olarak bu hareket; özünde, ulusal burjuvazinin gelişmesinin koşullarını oluşturmaya çalışan anti-feodal bir hareketti.
Hemen hepsi, saltanatın korunmasını, ancak, padişahın yetkilerinin yasalarla sınırlanmasını, seçilmiş temsilcilerden oluşan bir meclis aracılığıyla sarayın denetim altına alınmasını savunan birkaç meşrutiyetçi, örgütün içinde, değişik sosyal sınıf ve katmanların çıkar ve beklentilerini kendi hedefleri doğrultusunda kanalize etmişler ve bu bakımdan ittihat ve Terakki örgütü döneme damgasını basmıştır.
İttihat ve Terakki örgütü, homojen bir örgüt değildir ve bünyesinde, geniş bir yelpaze içinde, sarayın çok yakınlarında bulunan hoşnutsuz bürokratların, ordu mensuplarının, aydınların, esnaf ve eşrafın, zanaatkârların ve tüccarların, kozmopolit Osmanlı İmparatorluğu’nda gelişmekte olan milliyetçi eğilimlerin temsilcilerini barındırmıştır. Değişik sınıf ve katmanların çıkarlarını yansıtan ideolojik ayrılıklar yüzünden keskinleşen çelişkilerin, aynı örgüt çatısı altında barınmasının olanak dışı görülmesinden dolayı kimi zaman bölünen, kimi zaman da çevresinde küçük ve etkisi az bazı örgütlenmelerin doğmasına, neden olan İttihat ve Terakki örgütü, bu heterojen yapısına karşın bütün bu sosyal katmanların özlemlerini, o dönem palazlanmakta olan ticaret burjuvazisinin siyasal hedeflerine kanalize etmiş, bu istemlerin kendisinde cisimleştiği, denebilir ki; tek irade olmuştur.
Bu kapsayıcılığına karşın, İttihat ve Terakki’nin önemli bir parçası olduğu Jön Türk hareketinin siyasal çıkışına güç veren ve bir hoşnutsuzluğun ifadesi olduğu için onu meşrulaştıran, ama hiçbir zaman bu hareketin önemli ve etkili bir bileşeni olamayan, kendiliğinden parlayıp sönen Anadolu’daki köylü isyanlarını; ülkede kurulu az sayıdaki fabrika ve atölyelerde birbiri ardına patlak veren işçi grevlerini, “Osmanlı kadınlarının hak arayışları”nı siyasal olarak kapsayamadığı için, 1908 devrimi, bir halk devrimi olma özelliğinden yoksun kalmıştır.
Jön Türkler, saltanatı yıkmayı hiçbir zaman düşünmediler. Bu nedenle, büyük bir destekle iktidara gelmiş olmalarına karşın, doğrudan iktidar talebinde bulunmayarak; işlevlerini, gerçekleştirilmesini padişahtan bekledikleri reformları bir meclis aracılığıyla denetlemekle, Abdülhamit’in yetkilerini kısıtlamakla sınırladılar. İktidarla ilgili en radikal talepleri, padişahın değişmesiydi. Ancak bunu, dayanağını halktan almayan komplocu yöntemlerle gerçekleştirmeye çalıştılar. Bu yüzden, zaman zaman Abdülhamit’e karşı düzenlenen suikastlar ve saray darbeleri hem hedefine ulaşamadı, hem de sömürüldüklerinin farkına varan ama başlarına gelen bütün kötü şeylerin, İstanbul’da oturan Abdülhamit’in denetimi dışına çıkmış saray memurları, yerel idareler ve valiler yüzünden olduğunu düşünen ve bu yüzden saraya telgraf üstüne telgraf çekerek bağlılıklarını iletip memurların ve valilerin değiştirilmesini isteyen Anadolu halkının artmakta olan muhalefeti için bir önem taşımadı. Ne var ki, Jön Türk hareketinin kendi siyasal ufku kapsamında başarıya ulaşmasında, bütün imparatorluk sınırları içinde yakıcı hale gelmiş olan hoşnutsuzluğun ve muhalefet dalgasının önemli bir payı oldu. Nesnel olarak çürümekte ve çökmekte olan feodal mutlakıyetçi rejim, üretici güçlerin gelişmesinin önünde engel olmaya başlamış ve bir an önce kaldırıp atılması gereken bir statüko haline gelmişti. Devrime önderlik eden ticaret burjuvazisi ve aydınların yanı sıra, saray ve saraya çok yakın bürokratlar dışındaki diğer bütün halk kesimleri de kendi sezgileriyle bu durumu kavramışlar, kendiliğinden gelişen patlamalar, ayaklanmalar ve grevlerle mevcut devlet erkini zorlamaya başlamışlardı. 1908 devrimine katılan bütün güçlerin beklentileri, ufukta görünen devrimin ve iktidara yaklaşan İttihat ve Terakki Örgütü’nün bunları karşılayıp karşılayamayacağı sorunundan bağımsız olarak bu devrimci dalganın aktığı yöne kanalize edilmişti. Jön Türkler, Anadolu’dan, Balkanlar’dan, Trakya’dan ve Arap bölgelerinden gelen bu muhalefet selini kendi akışları içine alıp erittiler. Devrimin, İttihat ve Terakki Örgütü’nün programının gösterdiği sınırlardan daha uzağa taşınmasını hedefleyen kesim ve örgütlerin de olmasına karşın, içinde bulunulan sosyal ve ideolojik koşullarda, zaman zaman şiddete başvurma aşamasına gelseler de; eylemlerin kendiliğinden karakteri yüzünden saltanata yönelik radikal bir eleştiri yapabilme kapasitesine ulaşamayan halk kitleleri, bu güdük burjuva devrimini daha ileriye taşıyacak bir enerjiye ve perspektife sahip olamadılar.
Tefeci-ticaret burjuvazisinin çıkarlarını temsil eden Jön Türkler, esasında, eylemlerinin muhtevası bakımından kendi politik hareketlerini destekleyen bu sınıf ve katmanları, radikalleştikleri noktalarda ketlediler. İktidara geldiklerinde de, daha önce bulundukları hiçbir vaadi yerine getirmedikleri gibi özgürlük sloganıyla ayaklanan kitleleri yarı yolda bırakarak onların üzerinde baskı ve zorbalık uyguladılar.
Örneğin, o dönem henüz bağımsız bir sınıf karakterinden yoksun olan gizli “Osmanlı Amele Cemiyeti”ne gelinceye dek hiçbir örgütle tanışmamış olan, ancak ekonomik talepleri için mücadele etmeye başlayan işçi sınıfı, Jön Türkler tarafından görmezlikten gelinmiş, hazırlanan bazı bildirilerde “ameleler”e de toparlayıcı çağrılar yapılmış olunmasına karşın bu sınıfın istemlerine kulak verilmemiştir. Meşrutiyetin ilanından sonra çıkarılan Tatil-i Eşgal Kanunu’yla bütün grevler ve işçi örgütlenmeleri yasaklanmış, toplantı yapma özgürlüğüne sınırlar getirilmiştir.
Öte yandan, Osmanlı topraklarında cereyan eden özgürlükçü hareketin en önemli dinamiğini oluşturan milliyetçi eğilimler; Balkanlar’da, Arap topraklarında ve doğuda yaşayan Ermeniler arasında gelişen ulusal devletler halinde örgütlenme isteği, Jön Türkler tarafından çoğunlukla düşmanlıkla karşılanmış, kendi kaderlerini kendileri tayin etmek isteyen ulusların imparatorluktan ayrılma isteğine karşın, bu ulusların Osmanlı çatısı altında tutulması için uğraşılmıştır.
OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA DEVRİMİ HAZIRLAYAN EKONOMİK VE SOSYAL KOŞULLAR
Avrupa’da burjuvazinin, feodal siyasi kurumları, kapitalist üretim ilişkilerinin ortaya çıkmasına bağlı olarak tasfiye etmesi daha önce gerçekleşmiş olmasına karşın Osmanlı imparatorluğumda bu çelişki daha geç bir dönemde ortaya çıkarak bir sorun haline geldi. Bir tarım ülkesi olan Osmanlı İmparatorluğu’nda, 19. yüzyıla gelindiğinde, tarım arazilerinin üçte ikisi, imparatorluk memurları olan mültezimlerin elindedir. Mültezimler, tarım ürünlerinin büyük bir kısmına el koydukları gibi, bu topraklarda çalışan köylülerin üzerinde de her türlü hakka sahiptiler. Toprak ağalarına ait olan tarım arazilerinde çalışan köylüler ise ürünlerinin ağanın el koyduğu bölümü dışında ayrıca devlete aşar vergisi ödemektedirler. Bu vergiler devletin mali ihtiyaçları arttıkça, ekonomik olarak dar boğaza girildikçe arttırılıyor; başka başka adlar taşıyan yeni vergilerin yürürlüğe sokulmasıyla da köylülerin yaşam şartlarının gittikçe kötüleşmesine yol açıyordu. İmparatorluk bütçesinin en büyük gelir kalemini, dolaylı dolaysız olarak toplanan bu vergiler oluşturmaktaydı.
Kanuni Sultan Süleyman zamanından beri uygulanan ve yabancı ülkelere imparatorluk sınırları içinde ekonomik ayrıcalıklar tanınması anlamına gelen kapitülasyonlar, emperyalizmin Osmanlı İmparatorluğu’nu boyunduruk altına almasını kolaylaştırmıştı. Tarımsal üretim, yabancı sermayenin boyunduruğu altına girmiş yerli ekonomi, yabancı ürünlerin rekabetine dayanamaz hale gelmişti.
Kapitalist ülkelerde üretilen ticari mallar ülkenin dört bir yanındaki pazarlara dağılıyor, sarayın çıkardığı yasalarla emperyalistlerin her türlü ekonomik yatırımlarına olanak tanınırken pazardaki makine ürünü bol miktardaki metalarla rekabete dayanamayan küçük üretime dayalı yerli sanayi çözülüyordu.
“Saray adamlarının, devletin üst basamaklarına tünemiş paşaların, batı emperyalistlerinden komisyonlar alarak imtiyazlar verdikleri olağan işlerdendi. Mesela, bir nazırın, yabancı bir silah fabrikasının komisyoncusu ile işbirliği ettiği ve satın alınan her mavzer başına bir kuruş aldığı görülmüştür. Böylece Avrupa kapitalizminin ajanlarıyla rüşvetçi devlet adamlarını içinde toplayan bir sınıf meydana gelmişti. Bu sınıf, sermayesini emlak üzerine kapatan rantiye bir sınıftır” (Hüseyin Avni Şanda, Türkiye’de, 54 Yıl Önceki İşçi Hareketleri, Evren Yayınları, 1962, s.7)
Saray çevresinde kümelenmiş bu bürokratik kast, emperyalist pazar kavgasında, bazılarına ayrıcalıkların sağlanması karşılığında aldıkları komisyonlarla semirmişler ve ulusal ekonominin gelişmesinin önüne yasal barikatlar dikmişlerdi.
Tüketim mallarının tamamına yakın bir bölümü Avrupa’dan ithal ediliyordu. Kumaş, hırdavat, iş araç gereçleri, kimyasal ürünler, zırhlı gemiler ve matbaa malzemeleri yurtdışından alınıyordu. Bir zamanlar dokumacılık sektöründe önde olan Osmanlı imparatorluğu, emperyalist yayılmacılık yüzünden küçük üretimin zafiyet geçirmesi nedeniyle önemli bir maddi kaynaktan yoksun duruma düşmüştü.
İngiliz, Fransız, Rus ve Alman emperyalistlerinin gözlerini üstüne diktiği imparatorluk topraklarında yerli bir sanayinin gelişmesine, neredeyse izin verilmiyordu. Ülkede üretilen malların dolaşımı için uygulanan iç gümrük vergileri göze alınamayacak kadar yüksek ve yabancı mallarla rekabeti zayıflatacak ölçüde maliyet arttırıcıydı.
“İstanbul’daki fırıncılar yabancı unu yerli una göre daha ucuza satın alıyorlardı. Çünkü başkent değirmencileri aldıkları her çuval buğdaya iç gümrük vergisi ödemek zorundaydılar” (Y. A. Petrosyan, Sovyet Gözüyle Jön Türkler-sf. 22)
Aynı şekilde, yerli posta idaresine verildiğinde İstanbul’daki iki semt arasındaki mesafeyi birkaç haftada kat eden mektup veya yayınlar, yabancı posta servisleriyle ülkenin bir ucundan bir ucuna daha kısa zamanda ulaşabiliyordu. Gümrük vergileri yabancı sanayi ürünlerinin dolaşımını teşvik ediyor yerli mallara kendi pazarında yer vermiyordu.
Emperyalizmin egemenliği altına girmiş olan feodal iktidar, ülke içinde kapitalizmin gelişmesinin önünde engel oluşturmaktaydı. Emperyalist sermaye ve mal dolaşımının rahat bir trafik akışı içinde en ücra bölgelere dek ulaşabilmesi için karayolları, demiryolları, depo, acente, iskele vs. gibi alt yapıları da emperyalistler tarafından inşa ediliyor ama bu inşa faaliyeti de yeni bir sömürünün konusu haline geliyordu. Her bir kilometre demiryolu inşaatı için güzergâh üzerindeki tarım arazilerinden ve maden ocaklarından kilometre garantisi adı altında özel bir komisyon ücreti talep eden emperyalistler, halkı iliklerine kadar sömürüyor ve imparatorluk kasasının boşalmasına yol açıyorlardı. Yabancı sermaye, bazı tarımsal ürünlerin üretme ve ihracat ayrıcalığını da elde etmişti. 1883’te Fransızlar tarafından kurulan tütün rejisi, tütün üretme ve işletme hakkını kendinde toplayarak Anadolu köylüsünün acımasızca sömürülmesinin araçlarından biri oldu. Emperyalistler sahip oldukları ayrıcalıklar nedeniyle, kendilerine göbek bağıyla bağlanmış durumda olan Osmanlı İmparatorluğu’ndaki feodal ilişkilerin sürüp gitmesinden yanaydılar. Kapitalizm öncesi ilişkilerin korunmasına çalışırken, bir süre sonra elde ettikleri toprak sahibi olma imtiyazı nedeniyle de batı bölgelerinde kurdukları çiftliklerde ücretli tarım işçisi çalıştırır hale geldiler. Ücretli işçi kaynağını; toprak üzerindeki feodal mülkiyet yüzünden ve vergilerle zorlaştırılmış geçim koşullarından dolayı yoksullaşarak savrulmuş ya da o sıralarda çok sık görülen kıtlıklar yüzünden bölgelerinden göç etmek zorunda kalan köylüler ve ellerinde, emek güçleri dışında hiçbir şeyleri kalmamış olan ve yabancıların makine ürünü ucuz mallarıyla rekabet şansını yitirdiği için işliklerini dağıtmak zorunda kalan eski zanaatçılar oluşturuyordu.
Aynı işgücü kaynağını çalıştırmak üzere 19. yüzyılın son yıllarında maden ocaklarını işletme hakkı da yabancılara verildi. Fransızlar ve İngilizler çoktan beri işletilmedikleri için acınacak duruma gelmiş olan birçok ocağı paylaştılar.
Öte yandan durmadan borç alarak belini, doğrultmaya ve açıklarını yamamaya çalışan sultan, Avrupalıların ülke üzerinde kurdukları mali kontrol mekanizmasını güçlendirmekteydi. 1880 yılında kurulan ve İngiliz, Fransız, Alman, İtalyan, Avusturya Macaristan temsilcilerinden ve Osmanlı Bankası’nın temsilcisinden oluşan Düyunu Umumiye’yle, İmparatorluk gelirlerini denetleme yetkisi de emperyalistlere verilmiş oldu. Düyunu Umumiye, devlet gelirlerini ve vergileri toplayacaktı. Tütün ve tuz tekeli, ispirto vergisi, İstanbul’daki balık vergisi gelirleri ve ipek çiftliklerinin ondalık vergisi bu kurumun emrine verildi. Yüzyılın sonlarına doğru Düyunu Umumiye, başlıca imparatorluk gelirlerinin büyük bir çoğunluğunu denetimi altına almıştı bile.
Öte yandan, emperyalizmin ve feodal bürokrasinin müdahaleleriyle gelişmesinin önüne geciktirici engeller çıkarılan kapitalist iç dinamikler, kısmen emperyalist sermayenin dolaşımının ihtiyaçları doğrultusunda yapmak zorunda kalınan bazı girişimler ve sermayenin olağan dolaşım koşulları nedeniyle bir ölçüde gelişmekteydi.
Bu koşullarda gelişmeye başlayan ticaret burjuvazisinin başlıca temelleri, feodal koşullarda üretilen ürünün pazarlanmasının, ihraç edilmesinin ve ithal edilen sanayi mamullerinin Anadolu’ya dağıtılmasının zincirinde bulunuyordu. Ne var ki, bu zincirin başlangıcında komprador nitelikli Rum ve Ermeni ticaret burjuvazisi, finans kaynağında ise çoğunlukla Musevi asıllı tefeciler, bankerler bulunuyordu. Böylece Anadolu tüccarı, pazarladığı ürünün iki ayrı kaynağında bulunan, feodal ağalık kurumuna ve emperyalist metropole bağlanmış durumdaydı. Emperyalistler ülke içindeki acenteleri durumundaki bu Rum ve Ermeni tüccarlar vasıtasıyla sermayenin dolaşımını sağlarken Jön Türk hareketi de, örtük olarak, bölünmemiş ve içinde serbestçe dolaşılabilecek bir pazar talebinin ifadesi olan özgürlük, adalet ve eşitlik sloganıyla imparatorluk içindeki bütün milliyetleri Osmanlı bayrağı altında toplama eğilimindeydi. Ancak, tek tek emperyalist devletler, bir yandan pazarın bölünmesini istemiyorlar, öte yandan kontrol mekanizmasının ele geçirilmesi koşullarında diğer emperyalistlerle olan genel rekabet olanaklarının gelişeceği hesabıyla, milliyetçi eğilimleri desteklemekteydiler. Türk burjuvazisi de sermayenin ülke içindeki dolaşımı sırasında ellerine geçen komisyonlardan zenginleşen ve bu yüzden de dinsel yakınlık bahanesiyle emperyalistler tarafından korunan azınlık uluslardan tüccarlarla çelişki halindeydi. Ancak bu çelişki, 1908 devriminin genel hedefleri içinde bir uzlaşmanın doğmasına engel olmadı. İttihat ve Terakki de, bu uzlaşmayı Meşrutiyet’e kadar denetim halinde tutmaya çalışmıştır.
Emperyalizmin, imparatorluğa yerli endüstriyi sarsarak ve onu çökerterek müdahale etmesinin, iç pazarı tamamen ele geçirmesinin sonuçlarından en çok mağdur olan kesimler arasında bulunan, tefecilikten ve ticaretten edindikleri nakdi, yerli kapitalist işletmeler kurarak sermaye olarak yeniden üretemeyen burjuvazi ile esnaf ve zanaatkârlar, mevcut siyasal koşulların değişmesini istiyorlardı.
Esnaf ve zanaatkârlar, durumlarını düzelteceğini umarak 1864’te “Islahı Sanayi” komisyonunun kurulmasına ön ayak olmuşlar ama bu kuruluş, gelişen sosyal ve ekonomik koşullar içinde talihsiz bir girişim olarak kalmıştı.
“Bu komisyon el sanatlarının, batının fabrika endüstrisi karşısında yaşayamayacağını kavramış, el tezgâhlarının fabrikalaştırılmasını zorunlu bulmuştu. Yerli endüstrinin, batı kapitalizmine karşı durabilmesi için şu dört çareye başvurulması gerektiğini ileri sürmüştü: Gümrük resmini arttırmak; esnaf kümelerini birleştirip şirketler kurmak; sanat okulları açmak; sergiler düzenleyerek halka yerli malları tanıtmak” (Hüseyin Avni Şanda, age., s. 6)
Bu girişimin dışında, İstanbul Ticaret Odası, iç gümrüklerin kaldırılması için Ticaret ve Nafia nezaretlerine başvurmuştu. Dolayısıyla ülkede kapitalizmin gelişmesinin önüne siyasi iktidar tarafından, Avrupa kapitalizminin baskısıyla dikilen engellerin kaldırılması için harekete geçecek sınıfsal dinamikler çoktan oluşmuştu.
Çözülmeyi hızlandırarak devrimci duruma bir biçim verecek ideolojik koşullar da olgunlaşmıştık Osmanlı İmparatorluğu’nda ortaya çıkan özgürlük hareketinin ideolojik esinlenmesini Avrupa’da geçen yüzyılda yaşanan burjuva devrimleri sağlamıştır. Kapitalizmin evrensel ilişkilerinin Osmanlı topraklarına taşınmasını isteyen genç burjuva-aristokrat aydınlar, çok yakından tanık oldukları 1848 Fransız Devrimi ve komün günlerinde edindikleri burjuva düşünceleri ve İtalya’da gelişen milliyetçi fikirleri yurtlarına taşımışlar, bu arada 1905 Rus devriminin düşünsel dalgası da sınırlardan içeri girmiştir. Azınlık uluslara mensup radikal milliyetçi burjuvazinin milli bir devlet olarak örgütlenme istekleri de bu ideolojik ortamın motiflerini oluşturmuştur.
Öte yandan mali ve ekonomik kriz içinde olan sarayın yanı sıra orduda da bir çözülme yaşanmaktadır. Alt rütbeli subay ve erler arasında da muhalefet gelişmekte ve yıllardır orduda tutularak terhis edilmeyen askerler arasında başkaldırılar görülmektedir. İmparatorluğun bağrında gelişen iki yeni sınıf, burjuvazi ve işçi sınıfı için artık mevcut feodal mutlakıyetçi devlet, yeni ilişkilerin kurulmasını geciktiren bir bariyer durumuna düşmüş, nesnel olarak çözülmekte olduğu halde direnen bu politik aygıtın engelleyici etkisinin giderilmesi ihtiyacı doğmuştur.
Bu durumun, gelişmekte olan her iki sınıfın mensuplarına yansıyışı farklıdır.
İŞÇİ SINIFI EYLEMLERİ
Kapitalist ilişkilerin Osmanlı topraklarında ortaya çıkması sırasında, ülke içinde yatırım yapan yabancı sermayenin en çok ihtiyaç duyacağı ücretli emeğin koşullan, 19. yüzyılın ikinci yansından itibaren, çözülmekte olan feodal ilişkilerin içinde çoktan beri oluşmuş durumdaydı. Kentlerde kurulu endüstride kullanılan işgücünün kaynağı daha önce de sözü edildiği gibi, mültezimlerin sömürüsüne ve gelirlerini aşan vergilere dayanamayarak topraktan koparak kente yerleşen emekçilerden ve ekonomik yönden çöken eski küçük üreticilerden oluşuyordu. Ücretli çalışmaya hazır hale gelerek topraktan kopan bu emekçilerin istihdam edilecekleri fabrikalar ve atölyeler, bu tarihlerden itibaren Osmanlı topraklarında görülmeye başlanmıştır. Aslında, maden ocaklarında ve yüzyılın ilk çeyreğinde kurulan atölyelerde, hükümlülerin, erlerin ve köylülerin zorla çalıştırıldıkları bilinmektedir. Ancak, işgücünü bir kapitaliste kendi iradesiyle satmak durumunda olmadıkları, daha çok “angarya” bir iş yaptıkları için, çalışmaları karşılığında bir miktar para alsalar da, bu insanların emeğini, modern kapitalist anlamda ücretli emek kapsamında değerlendirmek mümkün olmayacaktır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun bütün bölgeleri atölyelerin ve fabrikaların ortaya çıkması bakımından birbirlerini eş zamanda takip etmezler. Anadolu bu bakımdan oldukça yoksul bir tablo çizerken Rumeli’de ve Balkanlar’da, oldukça erken tarihlerde kapitalist iktisadi işletmeler kurulmuştur. Ücretli emek, istihdam edilmeye başlandığı andan itibaren de işçilerin ekonomik içerikli eylemleri baş göstermiş, işçi sınıfının gelişmemiş dönemlerinde görülen makineleri tahrip etme olayları başlamıştır.
Daha 1835 yılında ki Tanzimat’ın ilan edilmesine dört yıl kalmıştır, devlet eliyle bir feshane atölyesi kurulmuş, İzmit ve İslimiye’de de çuha fabrikaları açılmıştır. Yine İzmit’te Küçükçekmece’ye kadar olan bölgelere irili ufaklı çok sayıda kapitalist işletmeler inşa edilmiştir. Kuşkusuz, devlet eliyle kurulan bu işletmeler, ordunun ve sarayın ihtiyaçlarının karşılanmasını amaçlıyordu ve bu işletmelerin başına Ermenilerin getirilmiş olması da ilginçti. Daha sonraları da yine devlet eliyle kâğıt, porselen, mensucat, aba, çuha, demir ve dokuma atölye ve fabrikaları açılmıştır.
Azınlıklar ve yabancı kapitalistler de Osmanlı topraklarında çok sayıda fabrika inşa etmişlerdir. 1838 ticaret anlaşmasının ve 1869’da yürürlüğe giren yabancıların Türkiye’de mülk ve toprak edinebilmelerini mümkün kılan yasanın sağladığı olanaklar nedeniyle Osmanlı topraklarında kapitalist işletmelerin sayısında artış görülmüştür.
1908’e gelindiğinde sadece Selanik’te 10 büyük fabrika vardır. Bursa’daki ipek fabrikalarının sayısı 65’e, imalathanelerin sayısı da 1300’e ulaşmıştır. Uşak, Gördes, Isparta, Tokat ve İzmir’de halı fabrikaları kurulmuş, Karaağaç fişekhanesinde olduğu gibi bazı işletmeler, bine yakın işçi çalıştırır olmuştur. Ulaşım, yapı endüstrisi, dokuma, maden, cam, kâğıt, gıda ve tütün sektörlerinde çalışan ücretli işçi sayısı artmıştır.
“Yalnız tersanelerde 1872’lerde 1000’i aşkın, 1876’da 3000 işçi vardır… 1891 ‘de Yedikule kumaş fabrikasında 350 işçinin, Zeytinburnu fabrikasında 800 işçinin varlığı bilinmektedir… Buna; karayollarında, demiryollarında, tramvay, gaz, su şirketlerinde çalışan işçiler, denizyolları işçileri, reji işçileri, haberleşme kesiminde çalışan işçiler ve diğer özel işyerlerindeki on binlerce işçi katılacak olursa; 1908 yılı başında yalnız İstanbul’da 50 bini aşan, bütün imparatorlukta ise milyonu bulan bir işçi kütlesinin varlığından söz edilebilir” (Stefan Velikov’dan aktaran Oya Sencer; Türkiye’de İşçi Sınıfı, s. 129)
Bu dönemde, bu türden ayrıcalıkların ve işletme açma izninin emperyalistler aracılığıyla azınlık kompradorlara verilmesi, Türkler arasından kapitalist işletme açma eğilimini, engelleyen bir faktör olmuştur. Bu yüzden, Türk ticaret burjuvazisinin devrim sırasında yükselttiği “eşitlik” talebinin içeriğini oluşturan unsurlardan birisi de, yabancı kompradorların sahip olduğu avantajlara sahip olma isteğidir. Devrim sonrasında çıkarılan yasalarla bu istem karşılanmış, güvence altına alınmıştır.
Tanzimat’ın ilanıyla başlayan özgürlük taleplerinin ve düzen değişikliği isteminin daha 1830’lu yıllarda makineleri kırarak sosyal ve ekonomik koşullara olan muhalefetini göstermeye başlayan işçileri de etkilemesi kaçınılmazdı. Öte yandan 1830 ve 1848 Fransız devrimine yakından tanık olan Osmanlı aydınları, bu devrimleri hazırlayan ideolojik tartışmaları Türkiye’ye taşımak gibi bir rol üstlendikleri için Avrupa’da cereyan eden siyasal olaylar hemen her kesimin ilgisini çekmiştir. 1845 tarihini taşıyan bir polis nizamnamesinde, işçilerin grev yapması, cemiyet kurmaları yasaklanıyor ve “ihtilal vukuunun önünün kesilmesi” için gerekenin yapılacağı belirtiliyordu, işçilerin, herhangi bir örgütsel disiplinden yoksun olmalarına ve henüz bu tarihte grevle tanışmamış olmalarına karşın, devlet, Avrupa’da gelişen ihtilalin Osmanlı topraklarına da sıçrama olasılığını göz önüne almaktaydı.
Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan işçilerin ilk grev eylemleri, 1870’li yıllarda başlar. 1872’nin şubat ayında telgrafhane işçileri greve giderler. Aynı yılın nisan ayında ise İzmit demiryolu inşaatında birtakım anlaşmazlıkların olduğu basına yansır. Anlaşmazlık, ücret yüzünden çıkmıştır. Ücretlerini tam olarak alamayan işçiler, işi bırakarak rayların üzerine çadır kurmuşlar ve malzeme getiren trenlerin geçişine izin vermemişlerdir. Bu işçilerden birisinin silahlı olması yüzünden çadıra yaklaşamayan şirket temsilcileri olayı mahkemeye intikal ettirmişlerdir.
Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde görülen en büyük grev eylemi ise tersane işçileri tarafından gerçekleştirildi. 1873 yılında yapılan bu grevin Türkiye işçi sınıfının tarihinde önemli bir yeri vardır. 11 aydır ücretlerini alamayan 600 işçi, Babıâli’ye yürüyerek sadrazama dilekçe verdiler. Onların Babıâli’ye geldikleri gün İstanbul halkı da yürüyüşçü işçilerin çevresinde toplanarak yapılan gösteriyi destekledi. Kalabalık, yolları kapattı ve sadrazamın ücretlerin dağıtılacağı vaadinde bulunmasını bekledi. O zamanın gazetelerinde tersane işçilerinin eylemi şu sözcüklerle yer aldı.
“Bazılarının zevce ve valideleri dahi beraberlerinde oldukları halde yine Babıâli pişegahına gelerek toplanmışlardır. Bilemeyiz ki mesireleri ishaf olundu mu? Biz de işittik ki, bunlar cuma günü selam mevkiine gidip arzuhal takdim etmek istemişlerse de, bulundukları yerden huruçlarına çıkmalarına askerler vasıtasıyla mümanaat olunmuş. Dün de gazete müvezzilerinden birinin eliyle ‘Tersane amele ve marangoz biçareleri’ imzalı bir varaka göndermişler. Münderecatı o derece feci o derece acıklı ki, okuyanlar elbette dilhun eyler.”
İşçiler, gazeteye gönderdikleri metinde, yiyecek ekmekleri olmadığını, çocukları olanların eve bir parça ekmek götürmek için dilenmek zorunda kaldıklarını ve durumlarının bütün millet tarafından bilinmesini istediklerini yazmışlardır.
İşçiler, ödenmeyen ücretlerini alabilmek için dilekçe vermek gibi barışçıl eylemlerin yanı sıra şiddete de başvurmuşlardır. Onların şiddet eylemleri basında şu ifadelerle yer alır,
“Geçen cuma günü, tersane amelesi, bahriye zabıtasının tayın ekmeklerini yağma etmiştir. O gün epeyce ehemmiyetli bir arbede olmuş, işçilerden birkaç kişi yaralanmış. Cuma günü tersane işçilerine bir aylık verilmiş, ayın 28’inde de bir aylık daha almışlar.”
Kısmen başarıyla sonuçlanmasına bağlı olarak durdurulan eylemlerin haziran ayında yeniden canlandığı görülür. Bu dönemde sadece tersane işçileri değil, başka birçok işçi de tersane işçilerinin başarılarından etkilenerek greve gider. Taksim’deki yapı işçileri, Sirkeci hamalları ve arabacılar ve fişekhane işçileri de iş durdurarak taleplerinin yerine getirilmesini isterler. Tersane işçilerinin başlattığı grev hareketi başka tersanelere de yayılır. 1876’da işçiler tekrar Babıâli’ye yürürler. Kendilerine, ancak iki aylık ücret verileceğini kabul etmeyenlerin paralarının tamamının ödenerek işten atılacağı söylenir. Bir kısım işçiler durumu kabullenirken bir kısmı greve devam etme kararı alır. Grevci işçilerle greve devam etmek istemeyen işçiler arasında başlayan kavga sırasında birçok işçi yaralanır. Bütün bunlar, işçilerin ücretlerinin tamamının ödenmesini sağlamadığı gibi birçoğu işten çıkarılır ve yerlerine zanaatkâr ocaklarına bağlı askerler alınır.
Bu tarihten sonra duvarcılar, ayakkabıcılar, terzi işçileri, Selanik’teki muhasebe bürosu elemanları, yapı işçileri, Şirket-i Hayriye’nin şantiye ve dökümhanelerindeki işçiler, Mahsuse gemileri işçileri, Haydarpaşa demiryolu işçileri, Tophane işçileri, Odunkapı’daki odun biçme işçileri de grev yaparlar.
1908, işçi eylemlerinin arttığı yıldır. Ağırlıklı olarak Fransız ve Alman sermayeli işletmelerde yaygınlaşan ve başka işletmelere de sıçrayan işçi eylemleri yabancılara karşı duyulan dinsel bir öfkeyle patlamışsa da özünde sermayeye yönelik bir tepkinin ifadesiydi. Anadolu-Bağdat demiryolu işçileri, Aydın-İzmir demiryolu işçileri, Beyrut-Şam-Hama demiryolu işçileri, İstanbul İzmir tramvay şirketleri işçileri, Selanik’te; sigara, tuğla, tütün, bira fabrikası işçileri ile telgraf idaresi memurları, ticarethane ve mağaza çalışanları, Kazlıçeşme deri atölyeleri işçileri, Kavala’da 12 bin tütün rejisi işçisi, Ereğli kömür ocağı işçileri, Ergani bakır madeni, Balya, Karaaydın Simli kurşun işletmesi işçileri, Hasköy tersanesi işçileri, otel ve lokanta garsonları, yazmacı esnafı, Adana pamuk fabrikası, Hereke dokuma fabrikası ve Varna ve Üsküp ticaret işletmeleri işçileri ittihat ve Terakki’nin iktidara geldiği 1908 yılında grevde olan işçiler arasındaydı. Üç ay içinde greve çıkan işçi sayısının yüz bin civarında olduğu görülmüştür.
Meşrutiyet öncesinden başlayan, Meşrutiyetin ilan edilmesinden sonra da devam eden işçi eylemlerinin mutlakıyetçi feodal rejime karşı artan hoşnutsuzluğun, imparatorluğun içine düştüğü mali ve siyasi kriz nedeniyle ücretlerini düzenli alamayan; giderek, bir lokma ekmek bulamayacak kadar yoksullaşan işçi gruplarının tepkisinin ifadesi olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Hiç kuşkusuz, bu eylemler ülkedeki genel muhalefet ortamını besleyerek özgürlük hareketine can verdi. Ancak herhangi bir örgütlenme olanağından yoksun olan, bu yüzden kendiliğinden gelişen işçi eylemleri, Jön Türk hareketinin başta İttihat ve Terakki olmak üzere değişik örgütlere yayılmış potansiyeliyle eşgüdüm oluşturacak ve bu eylemleri merkezileştirerek kışkırtacak bir itici güçten yoksundu. Çünkü Jön Türklerin sınıfsal karakteri devrimin halk güçlerine açılmasının önünde engel teşkil ediyordu. İşçilerin ya da diğer çalışanların duydukları hoşnutsuzluğu kendi siyasal ufuklarının en son noktası olan padişaha ricacılıkla sınırlamaya özel bir özen gösteriyor ve eylemcileri en fazla buna teşvik ediyorlardı. Bu nedenle işçi sınıfı eylemlerinin onca yaygınlaşmasına ve 1908’den önce birçok yerde ayaklanmalar çıkmasına karşın, devrim, çeşitli halk tabakalarına yayılma olanağı bulamadı. Lenin şöyle diyordu:
“Eğer 20. yüzyılın devrimlerini örnek alacak olursak Portekiz ve Türkiye’deki devrimleri burjuva devrimleri olarak kabul etmek gerekir. Ama bunlar bir halk devrimi değildir. Çünkü her iki devrimde de halk kitleleri, halkın büyük bir bölümü serbestçe, kendi ekonomik ve siyasi istekleriyle belirgin bir biçimde ortaya çıkamamışlardır.”
Yukarıda andığımız 1845 tarihini taşıyan polis belgesinde görüldüğü gibi, ihtilal kelimesini işçi sınıfından önce sultan kullanmıştır. Avrupa’da olup bitenlerden uykusu kaçan, işçilerin örgütlenmesinden henüz hiçbir örgütlenme girişiminin olmadığı bir zamanda yasaklama vesilesiyle de olsa söz eden, padişahtır. Ancak Osmanlı topraklarına dağılmış on binlerce işçi için örgütlenme, bir ihtiyaç olarak kendisini daha sonra gündeme getirecektir.
Belgelere göre, Türkiye’de sosyalizm hakkında yazılıp çizilmesine çok erken tarihlerde başlanmıştır. Elbette işçiler arasında değil. İttihat ve Terakki’nin aydın kadroları bir fikir akımı olarak sosyalizmi incelemiş, bazıları buna yakınlık da duymuştur. Zaten sonradan komünist partisini kuracak olan Mustafa Suphi ve arkadaşlarının örgüt deneyimi edindikleri ilk yer, İttihat ve Terakki Örgütü’dür. Yine İttihat ve Terakki Örgütü’nün kadroları arasında bulunan Ethem Nejat, Komünist Partisi’nin kuruluşundan çok önce, Osmanlı Amele Cemiyeti’nin kurucuları arasında yer almıştır. 1894 yılında kurulan bu örgüt, Abdülhamit döneminin yoğun baskısı altında, ancak bir yıl yaşayabilmiş, 1895’te dağıtılmıştır. Padişahın polisi tarafından dağıtılan örgütün mensuplarının bir kısmı yakalanmış bir kısmı da yurtdışına kaçmak zorunda kalmıştır. Faaliyet yürüttüğü bir yıllık dönem içinde Osmanlı Amele Cemiyeti’nin yurtdışındaki özgürlükçülerle yakın ilişki içinde olduğu bilinmektedir.
1908 yılında oluşturulan Osmanlı Mebusan Meclisi’nde Selanik’ten, Bulgaristan’dan ve Ermeniler arasından seçilen sosyalist mebuslar vardır. Şemsettin Sami’nin henüz 1878’de Tercümanı Şark gazetesinde yayınladığı bir makalesinde ki gazetenin yazı işleri müdürüdür,
“Sosyalizm, medeniyeti haziranın Avrupa’yı ve bir gün olur bütün küreyi arzı sarsacak ve cemiyeti beseriyenin heyet ve beşeriyetini değiştirecek bir büyük hareketi maneviye ve nev’i beşeri menzil-i refahi saadete ihsal edecek ve şehra-i azim olduğundan, bunun iştirak-ı emval töhmetiyle ithamı ve böyle yüzü kara olarak halkın enzarına arzı büyük bir gadir ve haksızlıktır” denilmektedir.
Bugünkü Türkçeyle özetleyecek olursak, Şemsettin Sami, şunları söylemektedir: Sosyalizm, bugünkü medeni Avrupa’yı ve gelecekte bir gün bütün dünyayı sarsacak ve insan toplumunun tümünü değiştirecek büyük bir manevi hareket ve insanlığın refah ve saadetini gerçekleştirecek bir büyük akım olduğundan, bunun, halkın gözünde malların ortaklığı olarak suçlanması ve karalanması, büyük bir haksızlıktır.
Sosyalizm düşüncesi ile; sık sık Avrupa’ya giden ya da Fransa’da sürgünde yaşayan Osmanlı aydınlarının Fransız komüncüleriyle girdikleri ilişkiler sırasında tanışılmıştır. Devrim günlerine yaklaşıldığında, Anadolu’da olmasa bile, Selanik ve Bulgaristan’da giderek siyasallaşan ortam içinde sosyalist düşünceler de filizlenmeye başlamıştır. Hiç kuşkusuz Rusya’daki 1905 devriminin de etkileri görülmüş ve Rus işçi ve köylülerinin ayaklanmaları Jön Türk hareketinin esin kaynakları arasında yer almıştır. Rus belgelerinde 1908 devriminin 1905 Rus devrimiyle ilişkisi üzerine şu ifadeler yer almıştır:
“1905 devriminin önemi, onun yalnız askeri feodal emperyalizmin zulmü altında bulunan milyonlarca Rus insanını uyandırmasından ibaret değildir. Bu hareket, aynı zamanda Asya’daki demokratik güçleri harekete geçirmiş… Türkiye, İran ve Çin’deki devrimler, güçlü 1905 ayaklanmasının derin izler bıraktığını kanıtlamıştır… Türkiye’deki hâkim sınıflar 1905 Rus devrimine nasıl bir tepki göstermişlerdir? 1905 yılının ocak ayında Petersburg’da meydana gelen olaylar, İstanbul’da telaş ve huzursuzluk yarattı” (H. Zafer Kars, Belgelerle 1908 ©evrimi Öncesinde Anadolu, Kaynak Yayınlan, 1984,,s. 97)
“Rusya’nın Karadeniz donanmasında başlayan ve 1905 yılının ikinci yarısının tümü boyunca devam eden ayaklanma, 1905 yılında Moskova’daki aralık ayı mücadeleleri ve Rus işçi ve köylülerinin çarlık yönetimine karşı sürdürdükleri mücadele, 1905 yılından itibaren Abdülhamit mutlakıyetine karşı taşradan başlatılan hareketi doğrudan etkilemiştir”. (H. Zafer Kars, age. s. 111)
Meşrutiyeti grevlerle karşılayan ama hem kendi siyasal taleplerinin bilincine varmadığı için, hem de Jön Türklerin temsil ettikleri sınıfın çıkarlarına uygun olarak işçi eylemlerine mesafeli olarak yaklaşmış olmaları nedeniyle devrimin etkili ve kimlikli bir bileşeni olamayan işçi sınıfı, meşrutiyetin ilan edilmesinden sonra da grevleri sürdürmeye devam etmiştir.
Meşrutiyetten hemen sonra Jön Türk iktidarının ilk yaptığı işlerden biri de işçi eylemlerini yasaklamak oldu.
“Milleti her alanda hürriyete kavuşturmak vaatleriyle adım adım iktidarı eline geçirdikten sonra, korkunç bir tek parti diktatörlüğü kuran İttihat ve Terakki Partisi, işçi ve esnaf derneklerini de sıkı bir cendere içine almıştı. Zaten, sendika kurulması, Alman kapitalistlerinin teşviki ve adliye nezaretinde müşavirlik eden Alman kontu Oztrorogun’un aracılığıyla kanunlarda yapılan değişiklikle önlenmişti. İşçilerin yardımlaşma dernekleri de, sendikaya benzetilerek ya kapatılıyor ya da başlarına İttihat ve Terakki Partisi’nin adamları getiriliyordu” (Hüseyin Avni Şanda, age. s.27)
Ancak bütün bu yasaklamalara karşın sınıf içindeki ilk örgütlenme ve sendikalaşma eğilimleri de Meşrutiyet’ten hemen sonraki yıllarda başlayacak; iki yıl içinde sendikalı işçi sayısı 150 bine ulaşacaktır. Arka arkaya kurulan işçi dernekleri, sosyalist adını alan siyasal kulüpler ve çevreler yaygınlaşarak geniş bir işçi kesiminin örgütlenme ihtiyacının ifadesi olacaktır. O zamanlarda çıkan İkdam gazetesinde grevlerin ekonomiye zarar verdiğini işleyen yazılar yayınlanır. Bu makalelerden birinde:
“Grevler adeta bir salgın hastalık halini aldı” saptamasında bulunulur, “Grev yalnızca şirketle amele arasında meydana gelen bir anlaşmazlık olmakla kalmaz, memleketin ekonomik durumu, üzerinde etki yapar. Bundan başka, memleketimizde mevcut büyük sanayi ecnebi sermayeleriyle vücuda gelmiştir. Demek ki, grevler dolayısıyla itibar-ı malimiz üzerinde tesir icra eder. Şirketlerin hisse senetleri düşer.”
Jön Türk Devrimi, “adalet, özgürlük ve müsavat” sloganıyla ayağa kalkan başta işçi sınıfı olmak üzere halk kitleleri için karşılanmamış bir özgürlük vaadi olarak gelir geçer. Devrim, bu kesimler için üstlendiğini söylediği hiçbir görevi yerine getiremeyen, ona önderlik edenlerin yarı yolda kalarak tıkandıkları, kısa soluklu bir serüven olarak yaşanır. Öte yandan, tek başına iktidar olarak örgütlenme gücünü tarihsel, ideolojik ve öteki sosyal koşullar nedeniyle kendinde bulamayan yeni sınıfın, yani burjuvazinin kendisi için de tamamlanmamış bir devrimdir bu. Ama feodal mutlakıyetçi iktidardan kurtulunması ve modern Türkiye’nin kurulması sürecinde hiç kuşkusuz önemli bir sıçramadır.
Feodal mutlakıyetçi rejime karşı kendiliğinden karakterli bir mücadele yürüten işçi sınıfı, ona kendisi için sınıf olma özelliği kazandıracak bilinçten ve örgütsel olanaklardan yoksun olsa da üretici güçlerin siyasal iktidar tarafından tıkanan yolunun açılmasını hedefleyen meşrutiyet eylemi sırasında direnen ve savaşan güçlerin arasında yer almıştır. Ama kapitalizmin iki sınıfının, işçi sınıfı ve burjuvazinin; ikincisinin önderlik ettiği devrim sırasında giriştikleri eylemler birbirinden uzakta ve ilişkisiz geçmiştir. Bu ilişkisizlik içinde, Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinde başlayan bu işçi eylemlerinin, modern sınıf ilişkilerinin ilk ifadesi olduğu ve günümüzde süren sınıf mücadelesinin tarihsel öncüllerini oluşturduğu görülür. Türkiye işçi sınıfının eylemleri, ücretli emeğin ortaya çıktığı ilk günden bu yana klasik eğilimini izleyerek ilkel bir sınıf içgüdüsünün ifadesi olan makine kırıcılığından örgütlü mücadeleye gelinceye değin çeşitlilik ve zenginlik göstermiştir. İlk işçi eylemleri, bu sınıfın hangi koşullarda ve nasıl doğrulmaya çalıştığını açıklaması bakımından önemlidir. Öte yandan, bu işçi eylemlerinin bilinmesi, Meşrutiyet’i sadece bir aydın hesaplaşması olarak tanıyan burjuvazinin resmi tarih yazımının görmek istemediği bir başka dinamiğin tanınması bakımından da; sadece önemli değil, şarttır.
ANADOLU’DAKİ HALK HAREKETLERİ
Jön Türk Devrimi’ni hazırlayan sosyal ve siyasal koşullar içinde, Anadolu’da ortaya çıkan halk isyanlarının özel bir önemi vardır. Bu hareketler, İttihat ve Terakki Örgütü’nün faaliyetlerini ağırlıklı olarak yürüttüğü Selanik ve İstanbul gibi kentlerden uzakta ortaya çıkmışlar, eylemlerin örgütlenmesinde Abdülhamit tarafından sürgüne gönderilen bazı Jön Türk kadrolarının katkısı olmasına karşın, genellikle yerel idarelere, uzun süreli olanlarda da, saraya yönelik, kendiliğinden patlamalar halinde gerçekleşmişlerdir. Bu hareketlerin kaynağında, son tahlilde, ticaret burjuvazisinin ekonomik ve politik talepleriyle, geniş halk kitlelerinin kendilerine özgü taleplerin yarattığı akımın birleşmesi bulunmaktadır. Halk hareketlerinin bir kısmı, toprak ağalarının zulmüne ve padişahın durmadan artırdığı vergilere dayanamayan halkın birtakım iyileştirilmelerin yapılması isteği yüzünden, bir kısmı, Abdülhamit’in Hamidiye Alayları’nın doğuda estirdiği terörden, bir kısmı da en önce bölgede yaşayan Ermenileri etkilemiş olan, giderek değişik sınıf ve tabakadan kitleleri saran meşrutiyet özlemlerinden dolayı çıkmıştır. Bu isyanların her biri tek tek uzun erimli siyasal hedeflere sahip olmasalar da ülkede zaman içinde olgunlaşan devrimci ortamı bir başka kanaldan besleyen ve akıp giden sürece eklenen etkenler olmuştur. Kuşkusuz devrimin asıl kaderi, batı bölgelerinde belirlenmiştir. Ancak doğuda, Ermenilerin milliyetçi kalkışmasının yanı başında, birikmiş hoşnutsuzluklarını ve muhalefetlerini ifade edecek yollar bulan “Müslüman-Türk ahali”nin ve Kürt’lerin ayaklanmaları da, çözülmekte ve acz içinde olan imparatorluğun yıkılışını kolaylaştırmıştır.
Devrime iki yıl kala Kastamonu, Sinop, Kayseri, Trabzon, Erzurum, Bitlis, Diyarbakır, Dersim, Van ve İzmir’de yaşayan halk ayaklanmıştır. Bunlardan bir kısmı padişah tarafından silahlı olarak müdahale edilerek, hapis cezası ve önderlerinin idam edilmesi suretiyle cezalandırılmıştır. 1906’dan başlayarak yaklaşık bir yıl boyunca aralıklı olarak süren Erzurum isyanı, halk isyanlarının en kapsamlı ve etkili olanıdır. Öte yandan bu ayaklanma, hareket sırasında bir yerel örgütlenmenin oluşturulması bakımından da ilginçtir, isyancıları galeyana getiren etkenler, her bir kesim ve değişik sınıflara mensup insanlar için farklı olmuştur. Ama bölgede de palazlanmakta olan yerel ticaret burjuvazisinin imparatorluk içindeki genel çıkarlarına ve ihtiyaçlarına göre şekillenen bir seyir izlemiştir. Tefeci-ticaret burjuvazisi, ticaretin rantını rüşvet, iltimas ve komisyon talep ederek yiyen yerel idare eliyle, etkisi bir kez daha arttırılan saray bürokrasisi ve vali çevresinde kümeleşen yerel bürokrasiden bezmiş; hareketleri kısıtlanır olmuştur. Öte yandan halk kitleleri, sarayın koyduğu yeni vergilerden şikâyetçidir. Özellikle hayvan tüccarları ile tarımla geçinen ve ellerinde üç beş evcil hayvan bulunan köylüler için evcil hayvanlardan talep edilen “hayvanatı ehliye rüsumu” adını taşıyan vergi ve ordunun ihtiyaçlarının karşılanması için konulan “rüsumu şahsiye” vergisi herkesi canından bezdirmiştir. Rusya’da patlak veren 1905 devriminin Türkiye içine yayılmasından endişe eden Abdülhamit tarafından sınırların kapatılması, para kazanmak ya da ticaret yapmak için Rusya’ya gidip gelen emekçi zanaatkâr ve tüccarlar için, bardağı taşıran son damla olmuştur. Bütün bu etkenlerle başlayan Erzurum isyanında halk, kısa zamanda ekonomik talepleri aşmış; padişahın istibdadına karşı olmak, hareketin esas dinamiği haline gelmiştir. Kentin yönetimi de bir süre isyancıların eline geçmiştir.
Ayaklanmanın başlangıcında seçilen yöntem oldukça barışçıldır. Telgrafhaneyi işgal eden halk, saraya telgraf çekerek içinde bulunduğu sefaleti anlatmış, valinin yolsuzlukları ve baskısı konusunda Abdülhamit’i uyararak kendisinden yardım istemiştir. Abdülhamit’in yanıt vermekte gecikmesi üzerine hayvan vergisini ödememeye karar veren halk, önce postaneyi işgal etmiştir. Vali, postaneyi işgal edenlerin üzerine alayının ikinci taburunu sürmüştür. Ne var ki, askerlerin, halka ateş etmeyi reddetmesi o sıralarda sık görülen bir durumdur. Ordu içinde alt rütbeli subaylar arasında da hoşnutsuzluk gelişmiş; arka arkaya yapılan savaşlarda yorulmuş binlerce er, terhis edilmeleri gerekirken memleketlerine dönmelerine izin verilmeyerek silâhaltında tutulmaya devam edilmiş ve kendilerine ödenmesi gereken maaşlar aylarca ödenmemiştir. Bu yüzden ordu içinde de isyanlar çıkmakta, askerler çoğu kere bastırmak üzere gönderildikleri ayaklanma bölgelerinde halka ateş açmayı ya reddetmekte ya da onlara katılmaktadırlar. O tarihlerde Erzurum’da bulunan Rus Konsolosu Skryabin, hazırladığı raporda eylemcilerin hükümetin baskısından korkmadıklarını çünkü askerlerin de kendilerini destekleyeceklerinden emin olduklarını yazar.
Erzurum’da bu sıralarda ortaya çıkan Can-veren Örgütü bir çağrı yaparak esnafın kepenk kapatmasını ve halkın yeniden postaneyi işgal etmesini ister. Postaneler, taşrada bulunan halkın merkezi idareyle iletişim kurabilecekleri tek mekândır ve bu nedenle sadece Erzurum’daki değil, diğer illerdeki bütün ayaklanmalar postane işgalleri ve saraya telgraf çekilmesiyle başlar. Erzurum’da yerel idare inisiyatifini tamamen yitirmiştir. Halkı sükûnete çağırması için görevlendirilen müftünün de ayaklananları desteklemeye karar vermesi valiyi ve padişahı iyice çaresiz duruma düşürür. Halk bir süre sonra hükümet konağını basarak kapana sıkışmış ve acz içinde bulunan valiyi ele geçirmek ister. Ancak vali, kaçmıştır.
Erzurum halkının ayaklanması yenilgiyle sonuçlanır. Osmanlı hükümeti saldırılarını arttırır ve bunun sonucunda eyleme önderlik ettiği tespit edilen 90 kişi, Canveren Örgütü’nün dağıttığı siyasi içerikli bildiri bahane edilerek tutuklanır. Bunların 80’i tüccardır. Tutuklananlar ağır işkencelerden geçirilir. Ama mahkemeler devam ederken Meşrutiyet ilan edilir.
Erzurum’daki ticaret burjuvazisinin önderliğinde kurulan yerel Canveren Örgütü, Jön Türklerin İttihat ve Terakki’den ayrılmış bir kanadı olan Prens Sabahattin’in Teşebbüsü Şahsi ve Âdemi Merkeziyet Cemiyeti Erzurum şubesiyle ilişki içinde olan bir örgüttür. 1907 yılında yayınladığı bildiride sultan rejiminin despotluğuna ve yüksek bürokrasinin baskılarına, yabancıların ülkede giderek artan ağırlıklarına karşı çıkmış; halkın dikkatini Rusya ve İran’daki devrimlere çekerek, “Müslüman-Hıristiyan tüm yurtseverler”i despot rejime karşı Meşrutiyet için mücadele etmeye çağırmıştır. Anadolu’da herhangi bir örgütlenme çabası içinde olmak gibi bir eğilimi olmayan Jön Türklerin Erzurum isyanı sırasında Rusya sınırından bu bölgeye yayın gönderdikleri, bir zaman da, hareketin içinde yer almak ve ayaklanmayı yönlendirmek üzere kadrolarından bazılarını seferber ettikleri bilinmektedir. Bunların bir kısmı Erzurum isyanının bastırılması sırasında tutuklananlar arasında yer almaktadır.
1906’da ayaklanan Kastamonu halkının isyana kalkışma nedenleri de Erzurum halkının nedenlerine benzemektedir.
Onlar da vergilerin kaldırılmasını ve valinin görevden alınmasını isterler. Postaneyi işgal ederek saraya telgraf çeker ve belediye seçimlerine katılmayı reddederler. Yeni çıkan özel verginin zenginlerle fakirler arasında bir ayırım gözetmediğini söyleyerek bir çırağın patronu kadar vergi ödemek zorunda kalmasına tepki göstermektedirler. Abdülhamit ise, bu verginin ordu için toplanacağını belirterek halkın fedakârlık yapması gerektiğinde diretir.
Jön Türkler tarafından Kahire’de yayınlanan Türk gazetesinde Kastamonu olayları ile ilgili olarak şu satırlar kaydedilir
“Kumandan paşaya istirhamlarından sonra 5-6 gün geçtiği halde hiçbir netice hasıl olmadığını gören halk toplanarak dört beş yüz raddesinde bir cemmi garir suretinde telgrafhaneye yürüdüler. Telgrafhaneyi muhasara ile memurlarını kaffeten dışarı çıkardılar. İstanbul ile muhabereye koyuldular. Odalar lebaleb ahaliyle dolmuştu… Bu esnada polis komiseri Rifat Efendi ile diğer komiser Çerkeş Rıza Efendi ellerinde bir kâğıt olarak telgrafhaneye gelmişlerdi. Halk yaka paça bunları tutup ellerindeki kâğıdı yırttılar. Rıza Efendi dar kaçtı… Vali hastayım diye korkusundan hükümete gelemediğinden meclisi evinde akdettirmiştir, defterdar da hasta, o da evinden çıkmıyor…” (Aktaran, H. Zafer Kars, age. s. 65-67)
Aynı yıl, Karadeniz Bölgesinin diğer illeri de harekete geçmiştir. Trabzon, Bayburt ve Sinop halkı da ayaklanır. Bunlar da da postaneyi işgal ederek mutasarrıfın görevden alınmasını talep ederler. Eylemler, sultanın mutasarrıfı görevden azletmesi ile biter.
Diyarbakır’daki halk isyanının nedeni ise, bölgedeki Hamidiye Alayı’nın halk üzerinde uyguladığı baskı, zulüm ve alay mensuplarının yolsuzluklarıdır. Kürt İbrahim’in başında bulunduğu Hamidiye Alayı’nın despotluğundan yılan halkın İbrahim’in bölgeden uzaklaştırılması talebiyle giriştikleri isyan hareketi, padişahın İbrahim’i kollayarak ödüllendirmesi üzerine genişleyerek büyür ve Diyarbakır halkı valiliğe yürür. Ayaklanma, zaten ateş üstünde oturan Harput halkı arasında ve Bitlis’te de yankılanır, isyanlar birbirinin peşi sıra patlamaktadır. Bitlis valisi linç edilmekten zor kurtulmuştur.
Bütün bu eylemler sırasında yoksul halkın karaborsacı esnafa saldırdığı ve dükkânlarını yağma ettiği görülmüştür. Erzurum ve Bayburt isyancılarının fırınları basarak un tüccarlarını tartaklamaları karakteristiktir. Köylülerin, devlete ve toprak ağalarına ürün karşılığında ödedikleri vergilerden sonra ellerinde hiçbir şey kalmadığı için başvurmak zorunda kaldıkları ama halkın bu durumundan yararlanarak onları soyan tefeci tüccarlara ve yine tefecilik yapan toprak ağalarına saldırdıkları görülmüştür.
Kentlerde başlayan ama orada kalmayarak kasabalara ve köylere dek yayılan yerel ayaklanmalar sırasında radikalleşen köylülerin, toprak talep ettiklerine ama bunda ısrar etmeyerek yerel idarecilerin değişmesiyle sönen kent ayaklanmalarına tabi olarak yatıştıklarına tanık olunmuştur.
Bu dönemde Makedonya ve Balkanlar’da görülen köylü ayaklanmaları ise, milliyetçilikle beslenen ideolojik bir ortam içinde yerel burjuvazinin imparatorluktan ayrılma ve ulus devlet olarak örgütlenme isteğinin bir parçası olarak gelişmektedir.
Jön Türkleri hükümet olarak iktidara getiren 1908 devrimi sonrasında, köylülerin toprak taleplerinin karşılanması için hiçbir girişimde bulunulmamış, zaten devrim öncesinde hazırlanan programda da bu konuya yer verilmemiştir. Bir ayağı tefeci toprak ağalarına dayanan Jön Türklerin, devletin mültezimler aracılığıyla topladığı aşar vergisini tartışma konusu ederek bu vergiyi kaldıracaklarını taahhüt etmiş olmalarına karşın devrimden sonra bu vaadi tutmak bir yana, aşarı zorla toplamaya devam ettikleri görülür. Ancak o dönemde kurulan bazı radikal örgütler programlarını hazırlarken köylülerin bu isteklerini dikkate almışlardır. Müslüman Federasyonu örgütünün programında topraksız köylülerin beş yıl içinde toprak sahibi kılınması, az topraklı köylülere ek toprak verilmesi gündeme alınmıştır. Ancak burjuvazinin radikal kanadını temsil eden bu küçük örgütlerin hiçbir etkisi olamayacaktır. Sonuç olarak, 1908’den az önce çıkan yerel isyanların önemli bir bileşeni olan köylülüğün devrimci soluğu, Jön Türklerin programında ancak yerine getirilmeyecek vaatlerin yer almasına yetmiştir. Devrimden sonra da huzursuzluğu devam eden halkın, yer yer ülkenin değişik bölgelerinde yeniden ayaklandıkları görülür. Ama bunlar iktidardaki Jön Türkler tarafından bastırılır. Aydın’daki köylü isyanı bunlardan biridir.
Devrimden önce ortaya çıkan, doğudaki birçok halk isyanının kıvılcımı Türk ve Ermeni tüccarlar tarafından yakılmıştır. Küçük üreticileri, kent esnafını ve köylü kitlelerini de saran bu isyan dalgası sırasında halk giderek şiddet yöntemlerine rağbet etmiş, ayaklanmaların bir aşamasında ise, çoğu kere sarayla bir uzlaşmaya varılmıştır. Uzlaşmalardan sonra olaylar yatışmış, Erzurum dışında, eylemlere yönelik örgütlenmelerin oluşmadığı isyancı bölgeler, bu ayaklanmaları merkezi düzeyde birleştirecek herhangi bir örgütlenme olanağından yoksun oldukları için diğer isyan bölgeleriyle birleşememişlerdir. Dahası, bütün bu olup bitenlerin, kimi yerlerde İttihat ve Terakki önderlerinin ayaklanmalar içinde yer almış olmalarına karşın, Jön Türk hareketiyle politik ve örgütsel düzeyde organik bir ilişkisi olamamıştır. Kaldı ki, bu eylemlere önderlik ettiklerinin iddia edildiği her durumda Jön Türkler, eylemlerin radikal bir muhteva kazanarak saraydan ideolojik olarak kopmalarına engel olmuşlar, eylemcilerin ufkunu saraydan gelecek reformlara bel bağlamakla sınırlandırmışlardır. Ayaklananlar da despotluğun, baskı ve zulmün sorumlusunun İstanbul’daki siyasal iktidar değil, halkı sultandan habersiz olarak soyup soğana çevirdiğini sandıkları yerel idareciler olduğunu düşünmüşlerdir. Bu durumuyla Anadolu’daki halk ayaklanmaları Jön Türklerin, saray bürokrasisinin ve Abdülhamit’in yetkilerini kısıtlayarak denetim altına alacak bir meclis kurulmasıyla sınırlı siyasal hedefleriyle uygunluk içindedir. Her ikisine de aynı sınıfın politik ve ideolojik çıkarları yön verir. Bu, feodal bağları güçlü ticaret burjuvazisinin, düzenden gerçek anlamıyla kopamayarak oluşturduğu ideolojik hegemonya içinde, Jön Türk aydınlarının eylemleri, işçi eylemleri ve halk hareketlerine teğet geçerek, aynı devrimci eylemin parçalan olarak, dönemin panoraması içindeki yerlerini alırlar.
Özgürlük Dünyası’nın gelecek sayısında 1908 burjuva devrimini hazırlayan diğer katmanların hareketlerine değinilecektir. Devrimin hazırlandığı koşullarda eylem halinde olan aydınların, imparatorluk mozaiğinde yer almaktan vazgeçerek kendi ulusal devletlerini kurmak isteyen diğer ulusal toplulukların, kadınların ve askerlerin hareketlerinden bu bağlam içinde söz edilecektir.
Aralık 1993