Medya; “medya çağı”nın, “sol”dan bile tapınıcıları bolca bulunan tanrısı. Gerçek dünyanın ilişkilerinin tersine çevrilerek sunulması sanatının kumdan şatosu. Sunduğu “gerçeklik”, ancak TV ekranındaki kadar gerçek olan bir ışık ve ses gösterisi. Yaşamın, kalın sis tabakası içinde bir “şov” olarak sunulması. Milletlerin yeni afyonu… Benzer pek çok tanımı yapılabilir burjuva medyasının işlevinin.
CNN televizyonu, son yarım yüzyılın en büyük savaşı olarak adlandırılan Körfez Savaşı’nı ekrana getirerek, bu emperyalist vahşeti, bir uygarlık ve insanlık savaşı olarak sevimlileştirerek sundu. Bu “canlı yayın”, Oscar’a aday bir film izlencesine dönüştürüldüğünde medya hayranlarına daha bir cesaret geldi. Medyanın gücü, karşı çıkılmazlığı ilan edildi ve medyayı ele geçirenlerin yenilmezliğine iman tazelendi. Sosyalizmden çoktan umut kesmişlerin bir bölümü, zaten boş bir davayı terk etmiş olduklarını düşünerek, vicdan azabından iyice kurtuldu; diğer bölümü ise; medyanın gücü karşısına, burjuva medyası kadar büyük bir medya organizasyonu ile çıkılmadıkça burjuvazinin yenilemeyeceğinin teorisini yaptı. Sınıf savaşı; burjuvazi ile proletarya arasında ekonomik, siyasi, ideolojik alanda, süren bir savaş değil, karşıt medyalar arasında bir laf ve görüntü yarışıydı sanki. Kimine göre; medya, dünyanın bilgi bankalarını evlerdeki kişisel bilgisayarlara bağlayarak insanlığa sınırsız bir gelişme imkânı tanımıştı. Kimine göre ise; insanlık medya tarafından denetlenerek medyanın uysal köleleri haline getiriliyordu. Örneğin yıllardır işçi sorunlarına sırtını dönmüş Türk-İş ağaları, bir TV kanalı ve gazete çıkararak, bugün düştükleri açmazdan kurtulabileceklerini, kaybettikleri itibarı bu yolla sağlayacaklarını ciddi olarak umarken, 14 yıldır hangi ideolojiyi, hangi politik platformu benimseyeceğine karar verememiş bir zamanların devrimci örgütü DY çevresi, bir TV ve radyo istasyonuyla “devrim”in en önemli sorunlarına çözüm bulabileceğini “tartışıyor”.
Gerçi burjuva medyasının sanıldığından çok daha etkisiz, tıpkı her gün yenisini piyasaya sürdüğü “köpük diziler” gibi sürekli, anında etkileyen ama kısa bir süre sonra katı gerçekler karşısında sönüp giden bir etkiye sahip olduğu konusunda bilimsel araştırmalar vardı; ama medya hayranlığından budalalaşmış olanlar, bir uyuşturucu bağımlısı gibi, bu güce tapınmak, ondaki kusursuzluğa inanmak ihtiyacındaydı. Bulundukları konum ve ihtiyaçları, bu konumlanışı haklı çıkaracak bir gerekçeye dayanmalıydı; bu durumda, doğrusu, bu illüzyon ve imajlar dünyası fena bir gerekçe sayılmazdı.
İLLÜZYON VE GERÇEK
20. yüzyılın ikinci yarısında iletişim teknolojisindeki hızlı gelişme, önce radyonun sonra da TV’nin her eve giren bir araç olması, ülkeler ve halklar arasındaki iletişime büyük bir ivme kazandırdı. Yanı sıra telefon, telsiz gibi kişisel kullanıma açık araçların çok amaçlı olarak günlük yaşama girmesi, kişisel bilgisayarlar, modem bağlantısı ile uluslararası bilgi bankalarına bağlanması vb. gibi uygulamaların yaygınlaşması adeta dünyayı küçülttü. Özellikle TV’nin kitle iletişim aracı olarak gördüğü işlev, iletişim araçlarındaki gelişmenin toplum yaşamına nasıl bir etki yaptığını doğrudan bilim dünyasının dikkatine sunarken, propaganda odaklarının ideolojik kampanyalarının da doğrudan motifi haline geldi. Bu gelişme, özellikle, artık üretici güçleri geliştirerek, gerçek toplumsal ilerlemeler sonucu “çağ atlama” potansiyelini yitirmiş burjuvaziye bir “çağ atlama” vesilesi oldu. Artık “medya çağı” veya “iletişim çağı”nda yaşamaya başladık. Burjuva demokrasisi de, “bilgisayar demokrasisinden sonra “medya demokrasisine evrildi.
Çağlar, toplumsal ilerlemenin nitelik değiştirdiği sıçrama noktalarıdır. Kölecilik çağı, feodalizm çağı, kapitalizm çağı gibi. Ama 1950’lerden beri, gelişmeleri izleyen herkes, şöyle bir hafızasını yoklarsa, görecektir ki; “atom çağı”, “uzay çağı”, “bilgisayar çağı” veya “bilgi çağı”, “robot çağı” gibi en azından dört “çağ” yaşanmış olduğunu görecektir. Şimdi ise iletişim (medya) çağında yaşıyoruz! Yani insanlık bütün tarihi boyunca, sadece beş çağ yaşamışken, bir insan ömründen daha kısa zamanda dört-beş çağ birden yaşamış olduk. Ve her “çağ”, insanlık tarihinde “görülmemiş bir ilerleme” olarak sunuldu.
Ama bütün çağ iddiaları sadece on yıl kadar dayandıktan sonra unutuldu, başına “görülmemiş yeni bir gelişme” ibaresi eklenerek durmadan “çağ atlandı”.
Eğer bu çağ hevesi iki yüzyıl önce başla-saydı, aynı gerekçelerle en azından şu çağları yaşayacaktı insanlık: 1750’lerin sonunda buhar makinesinin keşfi kesinlikle “buhar çağı”nı başlatacaktı; 1767 otomatik iplik eğirme makinesinin bulunuşu “makine çağı”nı başlatacaktı. Fransız ihtilali önemsenmeyip atlanacak, 1830 ve 1848 devrimleri talihsiz, toplumsal gelişmeyi saptıran hareketler olarak değerlendirilip, bu arada telgraf, telefon telsiz ve Edison çağı yaşanıp 19. yüzyıl sonunda patlarlı motorlar yeni bir çağ başlatacaktı. 1895, ilk otomobilin yapılması, önemli bir çağ başlangıcı olacak, aradan 10 yıl geçmeden uçak çağı, bir kaç yıl sonra elektrik motorlarının bulunması “elektrik çağını” başlatacak bir “görülmemiş gelişme” olacaktı: Ekim Devrimi dünyanın altıda birinin “uygar dünyadan koptuğu”, “talihsiz gelişmelerden” sayılıp, tank, obüs ya da uçak gemileri çağını yaşayıp, jet çağı ile atom çağma bağlanacaktı insanlık. Ama 18. ve 19. yüzyıllar, burjuvazinin topluma vereceği şeylerin olduğu yüzyıllardı ve bu yüzden de kendi devrimi olan Fransız Devrimi’ni çağ dönümü olarak almak ona yetiyordu henüz. Ama Ekim Devrimi, burjuva çağının sonunu ilan etmişti. Bu, aynı zamanda, burjuvazinin toplumsal ilerlemeye verecek bir şeyi kalmadığı anlamına da geliyordu. Bu yüzden de burjuvazi “yapma çağlar” bulmak zorundaydı. Ama çağ kriteri öyle basitti ki; teknolojideki her gelişmeyi bir “devrim”, “çağ atlama” olarak adlandırmak olanaklıydı. Öyle de yapıldı. Teknolojideki her gelişme bu gelişmenin gerçek boyutları bile incelenmeden “insanlık tarihindeki en büyük ilerleme”, “daha önce görülmemiş bir gelişme” eklemeleriyle “çağ” olarak nitelenip, üstünde fırtınalar koparıldı. Örneğin atom bombasının keşfi ve nükleer enerjiye öyle nitelikler atfedildi ve öyle bir kampanya yürütüldü ki; bu gelişmenin hem ekonomik ilişkilerde tarihsel önemde gelişmelere yol açacağı, hem de politika, diplomasi ve savaşlar alanında artık bütün eski ölçüleri değiştireceği iddia edildi. Uzaya fırlatılan ilk uydu ve uzaya insan gönderilmesiyle nükleer enerji atom bombasının kuracağı iddia edilen “yeni toplumsal ilişkiler”in ne olduğu anlaşılmadan “yeni çağın yeni ilişkileri”nden söz edilmeye başlandı. Bilgisayar ve robotların üretimde kullanılmaya başlanmasıyla, onların üretim ilişkilerini ve bütün toplumsal yaşamı yeniden biçimlendireceği bir kez daha iddia edildi. Ve bütün bu değişikliklere karşın sistemin değişmeyen temel çelişmesi olarak proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişkinin değişmediği gerçeği, ya bütünüyle gözlerden saklandı ya da bu ilişkinin de değişeceği, hatta değiştiği yollu tantanalı propagandalar yapıldı.
Daha önceki “çağ atlamaların” henüz mürekkebi kurumadan, son bir kaç yıldır da bir “medya çağı”ndan söz edilmeye başlandı. Kampanyanın yürütücüleri, bizzat kendilerinin açtığı çağı daha önceki “çağlardan” daha bir gayretle propaganda etmeye yöneldiler. Kimi olguları öne çıkararak, bunun öncekilerden farklı olarak gerçek bir çağ atlama olduğu imajını yerleştirmeye çalışıyorlar.
Şöyle ki; atom, uzay, robot gibi önceki “çağ atlama”nın nesneleri toplumsal etkileri dolaylı olan şeylerdi ve bunlar, medya aracılığı ile toplum nezdinde meşrulaştırılmaya çalışılıyordu. Medya ise; dolaysız olarak toplum üstünde etkili olan bir aygıt olarak daha yaygın bir kabul görür oldu. Önceki sahte çağ atlamalarda olduğu gibi, medya çağının en samimi savunucuları da yine kapitalizme rücu etmiş eski solcu çevrelerden çıktı. Ve medya çağı, bütün savunucuları tarafından “ideolojilerden arınmış bir çağ” olarak propaganda edildi, ediliyor. Gerçek ise, bu propagandanın tam tersi. Medya ve iletişim araçlarının yoğunlaşması yeni bir çağ açmak yerine, gerçeğin, çürüyen kapitalizmin ve onun yarattığı yoz toplumsal ilişkilerin üstünü bir sis perdesiyle örtme görevini üstlenmiştir. Burjuvazi ve onun düzeninden yana açıkça tavır alarak burjuva ideolojisinin en saf haliyle somutlaşmış biçimi olarak rol oynamaktadır. Ve medya gerçeği, asıl gerçeğin ters çevrilmiş halinin göz kamaştırıcı bir atmosferde sunulmasıdır. Medya gerçeğinin asıl gerçek olmaması, gücünün yalana ve göz boyamaya dayanması, onun güçsüzlüğüdür de. Medya gerçeğinin ne olduğuna ilişkin en çarpıcı ve en yakın örnek Tansu Çiller’in DYP liderliğine getirilmesi ve bugünkü durumudur. Çiller, henüz iki yıllık politikacı ve DYP’li iken, yaşamında hiç bir kişisel başarı olmadığı halde DYP’nin başına getirilmiş, “yüzyılın lideri”, “DYP’yi 2000’li yıllara taşıyacak lider” olarak lanse edilmiş, ama ihtiyaca binaen “seçim kaybetmeyi göze alan lider” misyonuyla yükümlendirilmiştir. Belki kaderin bir cilvesi, ama Çiller medya tarafından en çok yaldızlanan lider iken, altı ayda bütün yaldızları dökülmüş, elindeki tek kozu “seçim kaybetmek” olan politik yaşamı en kısa liderler kategorisinde görülür olmuştur. Dahası Çiller örneği, medyanın illüzyona dayanan gücünün gerçekler karşısında nasıl güçsüzlüğe dönüştüğünün çarpıcı örneğidir.
NEDENLE SONUCUN KARIŞTIRILMASI, MEDYA FETİŞİZMİ
İletişim araçlarındaki hızlı gelişme ve hem en kârlı alanlardan birisi olması hem de sahip olduğu yığınları etkileme işlevi nedeniyle sermayenin, bu alana yaptığı yatırımın hızla büyümesi, burjuva dünyasının medya tarafından yönlendirilen bir dünya olduğu sanısına dayanak oldu. Özellikle burjuvazinin ortak çıkarı olan konularda medyanın ortak davranması, önceden olmaz görüneni “olur” yapması, “ideolojiler üstü bir medya” gerçeğinin varlığının iddia edilmesi, bu görüşün medya tarafından dalga dalga yayılarak tartışılamaz bir tez gibi sayısız kez yinelenmesi, öne sürülen teze inanılmasını kolaylaştırdı.
Özellikle Mesut Yılmaz, Tansu Çiller ve Murat Karayalçın’ın, parti örgütlerinde ciddi bir etkileri olmadan partilerinin başına getirilmelerinde medyanın rolü örnek gösterilerek, onun sınırsız gücü kanıtlanmaya çalışılıyor. İlk bakışta itiraz edilemez bir tez gibi görünür bu. Gerçekten de Mesut Yılmaz, Tansu Çiller ve Murat Karayalçın, uzun yıllar partilerine hizmet vermiş, parti içinde belirli otoriteye sahip adaylar karşısında neredeyse atanmış gibi tepeden inmişlerdir. Medya tarafından bu genel başkanlara adeta gizemli nitelikler yüklenmiş, “bu çağın genel başkanı ancak böyle olur” imajı işlenmiş, yerine göre “gençlik”, “dinamizm”, “güzellik”, “yakışıklılık”, “iş bitiricilik” gibi “nitelikler”, ülke ve parti yönetiminde özel, tanrı vergisi nitelikler olarak reklam edilmiştir. Kısacası, geleceklerinden programatik düzeyde iddialarını yitirmiş olan partilere ve partililere varlıklarının devamının ancak bu türden liderlerle sürdürülebileceği imajı yerleştirilerek delege çoğunluğunun bu adayları desteklemesi sağlanmıştır. Ama bunun, medya tarafından böyle gösterildiği için öyle olduğu yargısı, sadece bir illüzyondur.
Gelişmelere yakından bakıldığında, medyanın rolünün ne abartıldığı kadar büyük ne de belirleyici olduğu görülür.
Örgütle pek ilgileri olmayan birkaç yıllık üyelerin şimdiye kadar görülmedik bir biçimde partilerin başına gelmesinin, temellerini burjuva sisteminde bulan nedenleri vardır.
Bu nedenlerin birincisi; burjuva partilerinin, birbirinden az çok farklı bir programa sahip olmaktan ve bu programların uygulanmasıyla kamuoyunda itibar kazanan, belirli bir işleve sahip kuruluşlar olmaktan çıkarak, aynı programın en sadık uygulayıcısının kim olduğu konusunda yarışan organizasyonlara dönüşmesidir. Ki bu durum, lider adaylarının, liderlerin parti örgütü içinde uzunca bir süre çalışıp bir politik deneyim kazanmalarını zorunlu kılmadığı gibi, gerek parti gerek ülke yönetiminde özel bir deney birikimini de zorunlu olmaktan çıkarır. Ancak, sermayenin “paket programı”nı uluslararası burjuvazinin uzmanlarının yol göstericiliğinde uygulayacak liderin kamuoyunda ve parti tabanında kabul görebilmesi için, görüntüsünün, günlük davranışlarının “genç”, “dinamik”, “iş bitirici”, “yeterince aptal” ya da “yeterince zeki” olma gibi, Yeni Dünya Düzeninin “in” saydığı özelliklerden birine ya da birkaçına sahip olması yeter koşuldur.
İkincisi; burjuvazinin günümüzde aradığı parti lideri tipinin asıl özelliği “serbest pazar ekonomisi”nin en tavizsiz savunucusu olmasıdır. Başka bir söyleyişle aranan lider tipi. uzun süre ülkeyi yönetmeye aday bir tip değil, “seçim kaybetmeyi göze almış” lider tipidir. Parti içinde emek vererek, bin bir çabayla parti üst kademelerine tırmanmış, parti tabanının taleplerini dikkate alma, yeniden seçilme, parti içi dengeleri gözetmek gibi “aut” kaygılar taşıyan geleneksel politikacılar içinde “seçim kaybetmek için” lider olacak aday bulmak oldukça güçtür. Çünkü seçim kaybetmenin karşılığı genellikle liderlik koltuğunu kaybetmek anlamına da gelmektedir. Bu yüzden de yıllarca parti içinde çalışarak parti liderliğine yükselenler, en azından “emekli oluncaya kadar” lider kalmak eğilimindedir. Bu koşullarda, seçim kaybetmeyi göze alanları, politikaya paraşütle inmiş, ne vurursam kârdır diyenlerden seçmek çok daha kolaydır. Hele bu, sermayenin kendisine hizmetleri karşılığında bir ödül gibi sunulmuşsa, liderin böylesi asıl sermaye için ödüldür.
Ancak bu “yeni lideri” parti tabanına ve genel olarak kamuoyuna lider olarak kabul ettirmek güçlüğü vardır. İşte bu noktada medyaya ihtiyaç ortaya çıkmakta, uluslararası ve yerli sermaye, dev bir aygıt olarak örgütlenmiş olan medyayı harekete geçirerek, kendi çıkarlarını en iyi savunacak adayları “tanıtmaya” girişmekte; bunları, partiler içindeki etkisiyle medya desteğini birleştirerek, partilerin başına ya da hükümetin başına getirmektedir.
Mesut Yılmaz, Tansu Çiller ve Murat Karayalçın’ın üç büyük burjuva partisinin başına getirilmesi olayında, açıktır ki, medyanın rolü olayın görünen yanına ilişkindir. Ama olayın tümü bu görünüşten ibaret değildir. Tersine bu partiler içinde büyük sermaye gruplarının “lobileri” sürekli bir faaliyet içindedir ve bu lobiler, en tepeden parti delege tabanına kadar örgütlenmiş olup, hem birbiriyle mücadele, hem de sermayenin global çıkarları etrafında partinin birliğini sağlayacak bir konsensüs içindedirler. Bu yüzden de büyük sermaye, düzen partileri içinde yapmak istediği operasyonları asıl olarak bu lobileri kullanarak gerçekleştirmektedir. Böyle bir operasyona karşı parti tabanından ya da geleneksel parti bürokrasisinden gelecek direnişe karşı medyanın koparacağı yaygara, parti içinde zaten oluşturulan güce artı bir güç ekleyerek dengeyi sermayenin yeni “lider adayından” yana bozmaktadır. Ne var ki; parti içi operasyon zamana yayılarak ya da el altından gerçekleştirildiği için kamuoyuna pek yansımamakta, bu da, partilerin lider değişikliğinde asıl rolü medyanın oynadığı gibi bir yanlış kanıyı kamuoyuna yerleşmektedir. Bu yanılsama, en çok sermayenin işine gelmektedir. Eğer lideri başarılı olursa, medya, kendi medyası olduğu için başarı kendisinin olmakta, yok eğer lider başarısız olursa, yanılmış olan “ideolojiler” ve “sınıflar-üstü” medya olacağından sermayenin kendisi aklanmaktadır. Kısacası medya bu durumda, sermayenin düzen partileri içindeki operasyonlarının hem destekçisi hem de örtüsü işlevini görmektedir.
Karmaşık görüntüdeki gerçeği yakalamak için soruyu şöyle soralım: Partilerin başına getirilen liderler; medya istediği, onları kendi yöntemleriyle, kişiyi canlı, yaşayan bir insan olarak değil, “unsurlarına ayırdığı” kimi özelliklerini bir “imaj”a dönüştürerek'”tanıttığı” için mi bu partilerin başına gelmiştir, yoksa büyük sermaye uygun gördüğü için mi? Elbette, sınıflar mücadelesinin var olmaya devam ettiğini az çok kabul eden herkes için, ikincisi doğrudur. Medya, sadece burjuvazinin propaganda aygıtı olarak işlev görmüştür.
Propaganda yöntemi olarak gerçek niteliklerin değil “imaj”ın öne çıkarılması, dönemin “yükselen değerleri” olarak adlandırılıp medya tarafından “in” kabul edilen değerler de medyanın kendi yaratısı değil, kapitalizmin krizinin ve dönemsel ihtiyacının ürünü olarak, burjuva ideologları tarafından üretilip piyasaya sürülmüş, bu değerlerin reklâm işini de medya üstlenmiştir.
Ne var ki; medyayı yönlendiren egemen burjuvazi ve onun ideologları, bir yandan medyayı sınıflar-üstü, ideolojilerden arınmış bir aygıt gibi göstererek, hem kendi ürettikleri değerlere “tarafsız” medya tarafından üretilmiş görüntüsü vererek bu değerlerin kamunun ortak değerleri olduğu imajını yerleştirmekte, hem de medya, Göbelsçi yöntemlerle, bu “değerleri” propaganda ederek kendisinin sınırsız güce sahip bir kamu sesi olduğu imajını güçlendirmektedir. Burjuva ideologlarının bu yönlendirmesi medya tarafından daha yüksek perdeden seslendirilmekte, adeta kendi sesine hayran bir narsist gibi burjuva ideologlarının savını yinelemektedir: “Medya her şeye kadirdir”! Bu ses; politikacılar, burjuva aydınları, sendikacılar, sıradan insanlar tarafından yinelenmekte, kendisini ilerici, devrimci sayan çevrelerde bile yankı bulmaktadır. Bu yaklaşımla, savaşların çıkması ya da önlenmesinden hükümetlerin değişmesine, parti liderleri ve başbakanların seçilmesine kadar her durumda başrol medyaya veriliyor. Öyle ki; bugün aydın çevrelerce Doğu Avrupa ülkelerinde “sosyalizmin çöküş” nedeni Batı medyasının bu ülkelere yönelik yayınına bağlanabilmekte, sınır tanımayan uydu yayınlarıyla bu ülkelerin gençlik ve emekçi yığınlarının batı yaşam tarzına yöneltilmesi sonucu “sosyalizmin çöktüğü” öne sürülmekte, bu görüş ciddi bir tez olarak kabul görmektedir. Ya da örneğin, eski DY çevresinin, kendisinin ne olduğuna karar vermek için girdiği uzun “arayış” tartışmalarında, henüz kendisini bile tanımlamadan, nasıl bir sosyalizm savunacağına karar vermeden, medya konusunda kesin fikirler söylenebilmektedir: “… burjuvaziye karşı bir ideolojik mücadeleyi kotarabilecek ‘elverişli iletişim araçlarının’ yaratılabilmesi için çalışmak can alıcı bir sorun olarak durmaktadır. Bugün solun, önüne bir TV, bir radyo istasyonu koyması; bunu gerçekleştirmek için çaba sarf etmesi mutlak gereklidir. … sosyalistlerin ‘fikri bir çekim merkezi’ yaratabilmelerinin en önemli yanlarından biri budur.” (Tartışma Süreci Yazıları-1, s.66)
Elbette, burjuva medya karşısında, karşı medya rolünü oynayacak TV ve radyo istasyonlarının olması istenir, kurulması için çaba harcanması gereken bir şeydir. Ama bunun, henüz burjuvazi karşısında kendisine ideolojik bir çerçeve çizmemiş, üstelik bugün var olan ideolojik platformu da küçümseyip reddeden bir siyasi çevrenin, medya sorununu, burjuva ideolojisi karşısında “çekim merkezi olmasının en önemli yanlarından biri”, “can alıcı” bir sorun olarak alması, medyanın güç aldığı ideolojiden çok medyanın kendisinde güç görülmesinin kanıtlarından birisidir.
Medyaya kaynağı yine kendisinde olan bir güç yükleme eğilimi yukarıda örnek verdiğimiz olgularda da görüldüğü gibi, medyanın el attığı her sorunu, kendi doğrultusunda değiştireceği kanısını güçlendirmiş, medya adeta kerameti kendinden menkul bir fetiş düzeyine yükseltilmiştir. Fetiş düzeyine yükseltilen her şey ise; kendisinde gerçekte bulunmayan yeteneklerle donatılır ve akla gelen gelmeyen her sorunun çözümünde ondan rol beklenir. Nitekim medyadan da, yolsuzluk, mafya, enflasyon, “terör”, ekonomik kriz vb. gibi doğrudan sistemin özünden yansıyan sorunları çözmesi beklenmiştir. Doğrusu medya da “güç bende!” dercesine bir yalancı pehlivan edasıyla ortaya çıkmış, ama sonuçta bırakalım bu sorunları çözmeyi kendisi de boylu boyunca bu sorunların içinde olduğu gerçeğinin ortaya çıkmasıyla, başka “büyük sorunları çözmek” için önüne yeni hedefler koymak zorunda kalmıştır.
Kuşkusuz her üstyapı kurumu gibi medya da belirli bir özerkliğe sahiptir ve zaman zaman sınıflar-üstü bir görünüm kazanabilir. Ama bu özerk görünüm tamamen geçici ve rastlantısaldır, eninde sonunda tutumunu egemen sınıfın genel çıkarları doğrultusunda belirlemek zorunda kalır. Medya için de sorun çok farklı değildir. Nitekim önemli bir soruna el attığı; “habercilik kaygısıyla” kimi gerçekleri söylemeye kalktığı her seferinde kulağı çekilmiş, haddi bildirilmiştir. Kürt sorununda özel kanallar ve kimi gazetecilerin uyarılması, “Temiz toplum” kampanyasının “devlete zarar verir hale geldiği” gerekçesiyle sessiz sedasız bitirilmesi, “Halkı askerlikten soğuttuğu” gerekçesiyle iki TV muhabirinin tutuklanması ve en son medya tekeline sahip holdinglerin karşılıklı, birbirlerinin kirli çamaşırlarını dökmelerine son verilmesi için, genelkurmayın uyarısıyla basın ve TV kanalları arasında, uzlaşma deklarasyonu yayınlanması, basının ne kadar hür ve sermayeden bağımsız olabileceğinin küçük göstergeleridir.
Bütün bu yanılsamada, eğer işine gelme gibi bir art niyet yoksa, burjuva medyasının imajlar dünyasından saçılan pırıltıların yarattığı bir illüzyon, nedenlerle sonuçlar arasında tam bir karışıklık vardır. Bu kargaşayı, ya da neden sonuç ilişkisizliğini çok bilinen bir fıkrayla açıklamak aydınlatıcı olacaktır.
Fıkra şöyle: Muhtemelen YÖK’teki karmaşık ilişkilerin sonucu profesör olmuş bir “bilim adamı” bir deney yapmaktadır. Deney, pirelerin duyularıyla hareketleri arasındaki ilişkiyi araştırmayı amaçlamaktadır. Profesör iki elini birbirine vurarak pireye “uç!” komutu verir. Pire zıplar. Birkaç kez aynı hareketi yapar. Pire her seferinde zıplar. Profesörümüz, pirenin ayaklarını koparır. Komutu yineler: “Uç!”. Ama pire uçamaz. Profesörümüz raporuna kısaca yazar: “Pirenin ayaklarını koparmanız kulakları duymaz!” Günümüz aydınları ve “solcuları” da; kaldırılan toz duman içinde, sık sık değişen, burjuva medyasının düşünce kalıbına dönüşmüş, “in’ler ve “aut”larını izleyerek, YÖK torpillisi profesör gibi, büyük bir rüzgâra dönüşen burjuva karşı-devrimdi rüzgarı görmeyip, bunun medyanın “ideolojiler-dışı” gücünden kaynaklandığını sanarak, medyanın gücü karşısında teslim oluyorlar; en iyi niyetlileri bile bu “ideolojiler-dışı” güce karşı “ideolojiler-dışı” bir “karşı medyayla”, onun alanında ve onun yöntemleriyle savaşılabileceği üstüne plan ve projeler geliştirmeye çalışıyor.
MEDYA VE SINIFLAR MÜCADELESİ
Toplumun sınıflara ayrılması ve bir grubun çıkarı ile öteki grubun çıkarlarının ayrılması ile iletişim de kişisel olmaktan çıkıp toplumsal, yanlı bir olgu haline gelmişti. Başlangıçta bu iletişim dini metinler, devletin kimi organizasyonları ile yürürken, teknolojinin gelişmesine bağlı olarak iletişim araçları çeşitlendi. Matbaanın bulunmasıyla birlikte yazılı iletişim toplumsal bir aracı olma durumuna geldi. Kapitalizm çağında ise basın başlıca toplumsal iletişim aracı olurken, gazeteler, dergiler, öteki türden yazılı iletişim araçları az çok pazar buldukları her yerde toplumun olup bitenlerden haberdar edilmesinde başlıca rol oynamaya başladılar. Ama bu olup bitenin aktarılması, her zaman, bu basın kuruluşlarının yönetimini elinde tutanların çıkarları doğrultusunda oldu. Dolayısıyla gazeteler, dergiler vb. sadece olup biteni aktarmadılar, savunucusu oldukları sınıfın ideolojisini de taşıdılar yığınlara. Burjuvazinin ideolojisi tarafından çarpıtılan olay ve olguları, işçiler, bildirilerle, çıkardıkları gazetelerle karşılamaya çalıştılar. Ama egemen sınıf olarak örgütlenmiş burjuvazi, her zaman iletişim araçlarını daha yoğun bir biçimde kullandı. İşçiler, ancak kendi “kaba” güçlerini kullanarak burjuvazinin saldırılarını püskürtmeye yöneldiler. Özellikle işçi eylemleri ve talepleri konusunda burjuva medyanın çarpıtmaları, ara sınıfların kafalarını bulandırma faaliyeti sürdü geldi. İşçiler burjuvazinin saldırılarını püskürtmede her zaman kendi usulleriyle- savaştıkları ölçüde başarılı oldular. Devrimci komünist partiler de, her zaman bütün olanakları kullanarak karşı bir medya örgütlediler. Dergiler ve gazetelerle burjuva medyasının çarpıtmalarını teşhir ettiler. Ama asıl olarak savaş, partinin üretim birimlerinde sistemin teşhiri temeline dayanan, ajitasyon ve propaganda araçlarıyla sürdürüldü. Burjuva medyasının çarpıtmaları gündelik çalışma içinde teşhir edildi.
Kısacası medya, tarih boyunca, özellikle de kapitalizm çağı boyunca hep bir ideolojinin taşıyıcısı oldu; eğer burjuvazinin yönetimindeyse burjuva ideolojisinin, proletaryanın denetimindeyse proletaryanın ideolojisinin. Olay ve olguları taşıdığı ideolojiyle biçimlendirdi, yeniden üretti ve yığınlara aktardı. Yani bugün burjuva basını ve diğer iletişim aygıtlarının başında bulunanların iddialarının aksine, tarih boyunca, sınıf ideolojilerinden bağımsız, ideolojiler-üstü bir medya olmadı. Bugün de yok. Haberde, yorumda sınıflardan bağımsız bir nesnellik iddiası tümüyle bir demagojiden ibaret olageldi. Bu yüzden de her iletişim organı, çıkarlarını savunduğu sınıfın çıkarları doğrultusunda davranıyor.
Burjuva toplumunda iletişim araçlarının büyük bir çoğunluğu burjuvazinin mülkü, egemen ideoloji de burjuva ideolojisi olduğu için, genel olarak burjuva medyası, burjuvazinin çıkarları doğrultusunda bir etki yaratmak için faaliyet gösterir. Ama düzene muhalif sınıf ve tabakalar da boş durmaz, karşı bir medyayla burjuva medyasına karşı savaşmak için çaba harcar. Burjuva medyasının görmezden geldiği olay ve olguları açığa çıkaran, çarpıtılan olguları gerçek yönleriyle yığınların gözleri önüne sermeye çalışan, burjuva ideolojisinin, ahlakının, kültürünün sanatının çürümüşlüğünü deşifre eden bir çizgiden burjuva medyasıyla savaşır. Ama burjuva ideolojisine, medyasına savaş bu çerçevede kaldığı sürece sınıflar mücadelesi açısından ciddi bir önem taşımaz. Çünkü burjuva toplumunda medyanın platformu burjuvazinin alanıdır. Sermaye, elindeki sınırsız imkânlarla muhalif medyayı etkisiz hale getirir. Sayısızca TV kanalı, milyonlarca basan gazete ve dergiler, değişik kültür ve sanat etkinliğinin sunulduğu kurumlar, sinema, tiyatro vb. gibi kültürel iletişim araçlarıyla burjuva medya dünyası karşısında muhalif medyanın nicel büyüklüğünden söz edilemez bile. Bu yüzden de proletarya başta olmak üzere muhalif sınıflar, seslerini duyurmak, burjuvazinin ters çevirdiği gerçekleri yığınlara göstermek için sadece medyayı değil, hatta asıl olarak medyayı değil, bizzat kendi yığınsal gücünü kullanır. Ve bu güçle burjuva medyasının gücünü ters çevirerek, burjuvaziye karşı kullanma olanağını da yakalar. Yığınların devrimci eylemi, bir yandan burjuva düzeninin ipliğinin pazara çıkmasını sağlarken öte yandan da, burjuva medyasının gerçekleri nasıl çarpıttığını gözler önüne serer, işçi ve emekçilerin görkemli ayağa kalkışı, devrimci yığın hareketinin istemleri ve amaçlarını burjuva medyasının gündemine sokar.
Bizim ülkemizde de bunun sayısız örnekleri vardır. 1967-1971 arasında, yükselen işçi ve gençlik hareketi, sadece muhalif medya organlarında değil, doğrudan burjuva medyasında yer alıyordu. Ne zaman ki devrimci dalga gerileyen bir trend izlemeye başladı, ancak o zaman burjuva medya karşı saldırıya geçerek devrimci hareketin istemlerini ters çevirme cesareti gösterdi. Yakın geçmişte Zonguldak madencilerinin eylemi yığın hareketi karşısında burjuva medyasının işlevsizleştiğine başka bir örnektir. Madencilerin Ankara’ya, yüz binlik bir kitleyle yürüyüşe başlamasıyla burjuva basın ve TV kurumlan, işçilerin istemlerini ve görkemli yürüyüşünü bütün dünyaya duyurmak zorunda kaldı. Sonuçta, işçilerin istemlerinin haksızlığını propaganda etse bile, ayağa kalkan kitlenin inanılmazı gerçekleştirerek yürüyüşü sürdürmesi, burjuvazinin demagojik hesaplarını altüst etti. Bütün ülkede, hatta dünyada devrimci bir coşkuya kaynaklık etti. Hükümet ve burjuva ekonomistlerin “akılcı” tahlillerine kimse aldırmadı. Herkesin aklı bu görkemli yürüyüşün nereye kadar süreceği, yeni bir mücadele döneminin habercisi olup olamayacağında idi. Bu arada burjuva ideologlarının işçinin kaba gücünü hor gören, istemlerini aşırı bulan, yürüyüşün yasalara aykırılığı, kışkırtıldığı vb. konusundaki yaygaraları madencinin ayak sesleri arasında bir sinek vızıltısı gibi etkisiz kaldı.
Yine 1960’lı ve nispeten 70’li yıllarda, burjuva medyasının anti-emperyalist mücadeleyi kötülemesine karşın, dünyada esen antiemperyalist fırtına ve sosyalizmin kazanımlarının etkisiyle burjuva medya, bu kötülemeden beklediğinin tersi sonuçlar elde etti. Emperyalizm yanlısı ve anti-sosyalist propaganda, devrimci anti-emperyalist eylemler karşısında tuzla buz oldu. Öyle ki; burjuvazinin en sadık uşakları bile emperyalist ülke yönetimleriyle bir ilgileri olmadığını gösteren “belgeler” yayınlatmak zorunda kaldılar. Örneğin Demirel, 1962 yılında AP’ye genel başkan olabilmek için, delegelere dönemin ABD Başkan Yardımcısı Johnson ile birlikte çekilmiş fotoğraflarını dağıtırken, 1969’da her vesile ile Amerikancı olmadığını kanıtlamaya çalışıyordu. Yani burjuva medyasının halkları emperyalizm lehine koşullandırma çabası halkların anti-emperyalist eylemleriyle parçalanmış, milyonlarca basan gazetelerin dergilerin, TV ve radyo kanallarının yürüttüğü dev kampanya, nicelik olarak burjuva medyasıyla kıyaslanamayacak sayıda az olan devrimci, sosyalist gazete ve elden ele dolaşan bildirilerin etkisi karşısında duyulmaz olmuştu.
Ne var ki; ’80’li yıllarda dünya ölçüsünde esen liberal, karşı devrimci rüzgarlar; sosyalizm ve antiemperyalizmi, devrimci değerleri “gözden düşürdü”. Yığınların eyleminin gücüne tapan küçük burjuva aydın, eski demokrat devrimci çevrelerde kapitalizmin’ ölümsüzlüğüne inancın yaygınlaşmasına paralel olarak burjuva ideologlarının yaratıp medya aracılığı ile piyasaya sürdüğü “yükselen değerler”, “ölümsüz değerler” ya da aynı anlama gelmek üzere, her gün değişen bir anda parlayıp sönen imaj parıltıları olan değerler genel kabul görür oldu. Ve bu gerçekliğin ters yüz edilmesiyle medya tarafından asıl gerçek gibi propaganda edilen bu “değerlerin” dünyayı yönlendirdiği kanısı yaygınlaştırıldı. Tıpkı ortaçağ skolastiğinin kavramlar üstüne kurduğu “asıl gerçek dünya” gibi, günümüz kapitalizmi de bir çelişmeler ve çatışmalar dünyası olan gerçek dünyasını gizlemek için “yükselen değerler”den kurduğu bir “imaj dünyası” yarattı. Medya, bu imaj dünyasını nesnel dünyanın yerine geçirerek, bir yanılsama yaratma görevini üstlenmiş bulunuyor. Dünyada esen karşı-devrimci cereyanın etkisiyle sadece sıradan insanlar değil devrimci demokrat çevreler de bu imaj dünyasını “çağın gerçeği” olarak benimsenip, karşılığında alternatif bir imaj dünyası öneriyor. Devrimci, sosyalist muhalif medya organlarının burjuva medya karşısında daha az okuyucu, izleyici bulmasının nedeni olarak da asıl olarak devrimci dalganın düşüklüğü değil de burjuva düzenini teşhirde kullandığı “geleneksel söylem” gösteriliyor. Örneğin DY çevresinin Tartışma Süreci Yazıları’nda soruna şöyle yaklaşılıyor:
“Türkiye’de kişisel bilgisayar satışlarının buzdolabı satışlarına yaklaştığı koşullarda sol dergilerin hiçbirinde bilgisayarların yaratacakları üzerine bir tek yazıya bile rastlanmamakta, bunun yerine bilmem ne mahallesinde ya da cezaevinde yapılan eylemler üzerine onlarca sayı süren tefrikalar yayınlanmaktadır. Sol, teoriyi ideolojiye dönüştüren ve doğrultusunu test etmek için ‘yine bu ideolojiye başvuran bir kısır döngü içinde yer aldıkça hiç bir zaman toplumun bütününe seslenen bir konuma ulaşamayacaktır. Bu ideolojik ve teorik geri kalmışlık aynen solun dili ve kavramları için de geçerlidir. … Dil ve içerik açısından geçerli olanlar biçim ve görsellik açısından da geçerlidir. …” (Tartışma Süreci Yazıları-1, s. 71)
Yazarın, en azından gerçek sol dergileri okumadığı, burjuva medyasının sol hakkında oluşturduğu imajın etkisiyle bu dergiler için atıp tuttuğu bir yana bırakılırsa; yazar Caner Soylu, sol yayınlara nicel olarak azalan ilgiyi asıl olarak bu dergilerin kullandığı kavramlara, kullandığı dilin “klişe dil” oluşuna bağlamakta, tersini iddia etmesine karşın “yeni değerler sistemine”, “yeni dil” ve “kavramlar” önermekte, ama bu dil ve kavramların ne olduğunu açıklamamaktadır. Bu “eksik”, aynı tartışma sürecine katılan DY’ci Kemal tarafından kapatılmakta, aynı anlayışla bu dilin nasıl olması gerektiği anlatılmaktadır:
“Sosyalistler olarak en geniş kitle ile iletişim bozukluğumuz olduğunu kabul ediyorum. Bunun kodlama uyuşmazlığından kaynaklandığını düşünüyorum. Bizim, olguları, kavramları, düşünce sistematiğimizde yaptığımız kodlamayı ilettiğimizde çözecek alıcı bulamıyoruz. …12 kanal karşısında kodlama düzeyi farklı olan radyo, TV kanalıyla savaşma Don Kişot’un savaşıyla özdeştir. Burjuva ideolojisinin kitlelerce kabul görmesinin en önemli nedeni maddi yaşamda da karşılıklarının olmasıdır. Sokakta, fabrikada, ailede bunun karşılıklarını buluyor….” (Tartışma Süreci Yazıları-2, s.220)
Demek ki; devrimciler ve sosyalistler, sınıflar mücadelesinde karşılığı olan o klasik devrimci kavramları terk edip, “kodlama”,
“çözücü”, “düşünce sistematiği” gibi genetik ve sibernetiğin kavramlarıyla yığınlarla “frekansa” girecekler; böylece devrimci medya burjuva medyası karşısında başarı kazanacak!
Kuşkusuz medya alanı, burjuvazinin en örgütlü bulunduğu bir alandır ve bu alanda burjuvaziyle savaşmak, devrim ve sosyalizm mücadelesi için vazgeçilmezdir. Ama bundan burjuvaziyle medya alanında aynı imkânlara sahip olarak savaşılabileceği çıkarılamaz. Tersine, devrimci muhalif basın imkân ve izlenme niceliği bakımından her zaman “geride” olacaktır. Ama niteliğini yükselterek ve işçi ve emekçi sınıfların hayatı değiştirme gücünden yararlanarak burjuva medyasını işlevsiz hale getirecektir. Bunu yaparken; bir yandan en son teknolojinin ürünlerinden gereği gibi yararlanacak, aynı zamanda işçi ve emekçilerle dolaysız iletişimini toplumun en ücra köşelerine kadar yayarak, yığınların devrimci kalkışmasının rüzgârını da arkasına alarak, buralarda yürütülen canlı ajitasyonla burjuva medyasını etkisizleştirerek yapacaktır. Bu, devrim ve sosyalizm mücadelesinde asla gözden kaçırılmaması gereken, burjuvaziyle yürütülen savaşın ön siperleri olduğu bilinciyle yapılacak bir savaştır ancak. Çünkü burjuvazi en rafine temsilcilerini, en yetkin ideologlarını, en yüzsüz yardakçılarını bu cepheye sürmüştür. Bu yüzden de bu alandaki savaşta devrimci medya, dil, bilgi, haber unsurları vb. bakımından burjuva medyayı aşma görevini bugün başlıca amaçlarından birisi yapmak durumundadır.
Mart 1994