“Dünya Devrimi” Kavramı Üzerine

1. BURJUVAZİNİN “DÜNYA DEVRİMİ”
Komünist Manifesto’da şunlar yazılıdır: “Modern sanayi, Amerika’nın keşfinin temellerini attığı dünya pazarını kurdu. Bu pazar, ticarete, gemiciliğe, kara ulaştırmacılığına büyük bir gelişme kazandırdı. Bu gelişme de, sanayinin yayılmasını etkiledi ve sanayinin, ticaretin, gemiciliğin, demiryollarının gelişmesine orantılı olarak, burjuvazi de aynı oranda gelişti, sermayesini artırdı ve ortaçağdan kalma bütün sınıflan geri plana itti…
Ürünleri için sürekli genişleyen bir pazar gereksinmesi, burjuvaziyi, yeryüzünün dört bir yanına kovalıyor. Her yerde barınmak, her yere yerleşmek, her yerde bağlantılar kurmak zorundadır.
Burjuvazi dünya pazarını sömürmekle, her ülkenin üretimine ve tüketimine kozmopolit bir nitelik verdi. Gericileri derin kedere boğarak, sanayinin ayakları altından üzerinde durmakta olduğu ulusal temeli çekip aldı. Eskiden kurulmuş bütün ulusal sanayiler yıkıldılar ve hâlâ da her gün yıkılıyorlar. Bunlar, kurulmaları bütün uygar uluslar için bir ölüm-kalım sorunu haline gelen yeni sanayiler tarafından, artık yerli hammaddeleri değil, en ücra bölgelerden getirilen hammaddeleri işleyen sanayiler, ürünleri yalnız ülke içinde değil, yeryüzünün her kesiminde tüketilen sanayiler tarafından yerlerinden ediliyorlar. O ülkenin üretimiyle karşılanan eski gereksinmelerin yerini, karşılanmaları uzak ülkelerin ve iklimlerin ürünlerini gerektiren yeni gereksinmeler alıyor. Eski yerel ve ulusal kapalılığın ve kendi kendine yeterliliğin yerini ulusların çok yönlü ilişkilerinin, çok yönlü karşılıklı bağımlılığının aldığını görüyoruz. Ve maddi üretimde olan, zihinsel üretimde de oluyor. Tek tek ulusların zihinsel yaratımları, ortak mülk haline geliyor. Ulusal tek yanlılık ve dar kafalılık giderek olanaksızlaşıyor ve sayısız ulusal ve yerel yazınlardan ortaya bir dünya yazım çıkıyor.” (Marx-Engels, Seçme Yapıtlar, c. 1, sf. 133-136)
Daha 1848’de, kapitalizm, kuşkusuz bir dünya pazarı yaratmış, tüm dünyayı demiryolları ve gemicilikle kopmazca birbirine bağlamıştı. Amerika yerleşime, dolayısıyla ticarete açılmış, dev Hindistan ve Çin pazarları, bir yandan sömürgeciliği teşvik ederken bir yandan da bir süreç içinde dünya pazarına bağlanmıştı. Burjuvaziye, ticarete ve ilk kapitalistleşen ülkelerde sanayiye yeni alanlar açıp, büyük bir atılımın nesnesi olarak rol oynayacak. Loncalar yetmeyince manifaktür, o da yetmeyince buhar gücü ve makineye dayanan büyük ölçekli üretimle modern sanayi peşi sıra sökün etmişti. Modern sanayi, burjuvazinin yalnızca ulusal gelişmesinin taçlanışı değildi, dünyaya yayılan ticaretin, değişim araçları ve metalardaki hızlı artışın, sömürgeciliğin çocuğuydu ve doğrudan dünya pazarının kuruluşuna götürdü.
Kapitalizm ilk ortaya çıktığı andan itibaren, feodalizmin birbirinden kopuk ve yerel kalmaya mahkûm ettiği kendi içine kapalı üretim birimleri ve coğrafyaları ilişkilendirme yönünde rol oynamış, feodal parçalanmışlık, imtiyaz ve engellere karşı mücadele içinde birleştirici olmuştur. Sonradan proletarya ve eyleminden duyduğu korkuyla aristokrasinin kollarına atılıp, hatta bir dizi ülkede iktidarı gönüllü olarak soylulara bıraksa da, siyaseti sapmalar oluştursa da, burjuvazi; üretim ve pazar sorununun dikte ettirdiği nesnel ihtiyaçlarını gerçekleştirmezlik etmemiştir. En başından itibaren kapitalizm, feodal parçalanmışlık karşısında, tek değişim ilkesi, tek pazar, alışverişi kolaylaştıracak tek dil ve temel olarak serbestçe rekabete dayanan ulusal üretimiyle ulusal pazar ve ulus devlete eğilim gösterirken, aynı anda ve giderek gelişmek ve kapitalist sanayi de geliştirmek üzere uluslar arasında çok yönlü ilişkiler kurulmasına ve uluslararasılaşmaya eğilim göstermiştir. Parçalı tek bir bütün oluşturan ulusal pazar ve dünya pazarı, kapitalizmin evrensel yasasını oluşturan bu çelişme halinde ancak birbirini tamamlayan iki eğilimin görünümlerinden ibarettir.
Modern sanayi, ürünleriyle gittiği ve hammaddelerini kullandığı her yeri kendi ilişkiler sistemine katarak bir dünya pazarı kurdu. Gittiği her yerde kapitalizmin gelişmesini teşvik eden modern sanayi, burjuvaziyi yarattı. Ama burjuvaziyle birlikte, tüm değerlerin üreticisi olan, öyleyse tüm değersizliğiyle burjuvazinin mezar kazıcısı olması kaçınılmaz olan proletaryayı da geliştirmezlik etmedi. Modern sanayi, ikili eğilimiyle bir burjuvazi ve kapitalizm var ederken, çıkarları, yerel ve ulusal hiçbir çit tarafından bölünmeyen, sadece, değerinden düşük kiraladığı işgücünün sahibi, bütün ülkelerde işi, işgücünü kiralamak ve burjuvazinin mülk edineceği değerler üretmek olan, öyleyse bütün ülkelerde çıkarı, çalışma koşullarını kolaylaştırmanın ötesinde, ulustan ulusa ve ülkeden ülkeye hiç değişmeden, mülk edinmenin kapitalist biçimine son verip kapitalizmin yerine sosyalizmi koymak olan modern proletaryayı da tarih ve dünya sahnesine fırlatıp atmıştı. Feodal soyluluğa karşı uzun süre kendisinin ve halkın tek temsilcisi olarak görünen burjuvazinin peşinde, elinde “ulusal ideoloji” bayrakları taşıyarak çıkarlarının bilincine varmadan yürüyen proletarya, kuşkusuz bir gün kapitalizmin kendi eline verdiği silahlan burjuvaziye karşı döndürecekti.
Proletarya, kuşkusuz mülk edinmenin özel kapitalist biçimi, üretimin toplumsal karakteri ile uyum sağlamaz olduğunda, bu üretimi gerçekleştiren ve onu toplumsallığıyla örgütleyebilecek tek sınıf olduğundan, üstün gelecektir. Ama proletarya aynı zamanda, toplumsal üretimin gerçekleştiği dünya pazarını kuran modern sanayinin bir yaratığı olarak, ufku, burjuvazinin bir türlü tümüyle kopamadığı bir eğilimi olan ulusallıkla sınırlandırılmamış olduğu içinde geleceği temsil etmektedir. Uluslararasılaşma eğilimi, gelişmiş ve olgunlaşmış, sosyalizme doğru yol almakta olan kapitalizmin ifadesidir. Onun geleceğini göstermekte, geleceğin kapitalist zarf içinde belirişine işaret etmektedir. Ukrayna ulusal sorununu tartışırken Lenin’in “dar görüşlü, alışkanlıklarına bağlı, içine kapanmış ve son derece bilisiz Rus ya da Ukraynalı köylünün yerine, yaşam koşulları, Rus olsun, Ukraynalı olsun, özgür ulusal sınırlılığı yıkan etkin proleteri koymakta” (UKKTH, S.-31) olduğunu söylediği kapitalizm, bunu yaparken şüphesiz ilerici bir rol oynamakta ama kendisini geliştirirken kaçınamayacağı geleceğinin gücünü ve kaçınılmaz yok oluşunun koşullarını geliştirmektedir aslında.
Tüm burjuva devrimleri kapitalizm için başlangıçta ulusal eğilim, ulusallaşma, ulusal pazar, ulus devlet eğilimini temsil ediyordu. Buna rağmen Manifesto’da söylendiği gibi, yerel ve ulusal özelliklere, ulusal kapanıklığa ve dar görüşlülüğe karşı bir savaş ilanının içinde, dar ulusallığın ötesinde bir anlam taşımıştı. Soyluluk karşısında ulusu derleyip toparladığı gibi, bir yandan ulusal boğazlamalar içine attığı ulusları, öte yandan birbirine yakınlaştırmıştı.
“1648 ve 1789 devrimleri İngiliz ve Fransız devrimleri değillerdi; bunlar Avrupa tarzında devrimlerdi. Bunlar toplumun belirli bir sınıfının eski siyasal düzen karşısındaki zaferi değillerdi; bunlar yeni Avrupa toplumu için siyasal düzen ilanlarıydılar. Burjuvazi bu devrimlerde galip geldi; ama burjuvazinin bu zaferi, o sıralar, yeni toplum düzeninin zaferi, burjuva mülkiyetinin feodal mülkiyet karşısındaki, milliyetin bölgecilik karşısındaki, rekabetin lonca karşısındaki, miras taksiminin büyük evlat hakkı karşısındaki, toprak sahibinin toprağın kendi sahibi üzerinde egemenlik kurması karşısındaki, aydınlığın hurafe karşısındaki, sanayinin kahramanca tembellik karşısındaki, medeni yasanın ortaçağ ayrıcalığı karşısındaki zaferiydi. 1648 Devrimi, 17. yüzyılın 16. yüzyıl karşısındaki zaferi, 1789 devrimi ise, 18. yüzyılın 17. yüzyıl karşısındaki zaferiydi. Bu devrimler, içinde yer aldıkları dünya kesiminin, İngiltere’nin ve Fransa’nın gereksinmelerinden çok, o günkü dünyanın gereksinmelerini ifade ediyorlardı.” (Marx-Engels, Seçme Yapıtlar, c. 1. s. 171)
Kuşkusuz İngiliz ve Fransız devrimleriydi 1648 ve 1789 devrimleri. Ama bundan daha çok, burjuva devrimleriydiler. Tüm dünyaya olmasa bile Avrupa’ya burjuvazinin yeni düzenini getiriyorlardı. Bu nitelikleriyle salt ulusal olmaktan uzaktılar. Olanca ulusallıklarına karşın henüz dünya pazarına doğru yol almakta olan burjuvazinin Avrupa’nın bağrına sapladığı hançerdiler. Ve örneğin 1789’un ardından tüm ulusalcılığıyla Avrupa’yı bir ulusal savaşlara ama ilerlemeye sürükleyen Napoleon, “eşitlik-özgürlük-kardeşlik” sloganlarının yayıcılığını yapmıştı. Bu sloganlar, tıpkı 1917 Ekim Devrimi’nin yükselttiği proletarya diktatörlüğü ve sosyalizm bayrağının dünya proletaryası ve ezilen halklarında bulduğu karşılık gibi, Avrupa’da yankılanmıştı. Tüm ulusallıklarına karşın, İngiliz ve özellikle Fransız burjuva devrimlerinin Avrupa’yı sarsan uluslararası etkileri, kapitalizmin, salt ulusallığın ötesinde, aslında Avrupa’nın ihtiyacını karşılayan düzen olarak, az çok uygar bütün ulusları ilgilendiriyor oluşundandı. Ve burjuva devrimleri, ulusal sınırlar içine, dışına taşmamak üzere tek tek ülkelerin sınırlarına hapsolup kalmadı. Tek tek ülkelerde soyluluğa karşı başkaldırılar olmanın ötesine geçerek bir ülkedeki diğerinden etkilendi. Hele az çok kendisinin farkına varmaya başlayan proletaryanın katılımıyla bir dünya devrimi olarak, Avrupa ülkelerinde biri diğerini takip ve teşvik eden devrimler olarak gelişti.

2. PROLETER “DÜNYA DEVRİMİ” KAVRAMININ TEMELLERİ
Ama proletarya, bir modern sınıf olarak, bir kez büyük sanayi tarafından dünya sahnesine fırlatılıp atıldıktan sonra, çok uzun süre, önceleri feodalizme karşı kendisi de içinde olmak üzere tüm halkın temsilcisi olarak görünen burjuvazinin peşinden gitmedi. Kapitalizm, burjuvaziyi, proletaryanın karşısına bir sınıf düşmanı olarak koymaktaydı. Proletarya, modern sınıf olarak olgunlaştıkça önce ulusal sonra uluslararası bir hareket olarak kendi hareketini geliştirmeye ve giderek burjuvaziden kopmaya başladı. Kopuşu onun olgunlaşmasının ifadesi oldu. “1831 ‘de Lyon’da ilk işçi ayaklanması olmuştu; 1838’den 1842’ye, ilk ulusal işçi hareketi, İngiliz Çartistleri hareketi, en yüksek noktasına varıyordu. Proletarya ile burjuvazi arasındaki sınıf savaşımı bir yandan büyük sanayideki gelişme, bir yandan da burjuvazi tarafından ele geçirilmiş bulunan siyasal egemenlik ile doğru orantılı olarak, Avrupa’nın en ileri ülkelerinin tarihinde birinci plana geçiyordu. Burjuva iktisadının sermaye ile emek çıkarları arasındaki özdeşlik üzerindeki, özgür yarışma (serbest rekabet) sonucu evrensel uyum ve evrensel gönenç üzerindeki öğretileri, olgular tarafından gitgide daha sert bir biçimde yalanlanıyordu. Bütün bu olguları ve bütün eksikliklerine karşın teorik dışavurumu olan Fransız ve İngiliz sosyalizmini yalanlamak, artık olanaklı değildi.” (Engels, Anti Dühring, s. 77)
Babeuf’tan bu yana, başta Fourier olmak üzere, Saint Simon ve Robert Owen, Fransız ve İngiliz ütopik sosyalistleri, kapitalizmin kötülüklerinin bu yaman eleştiricileri, önce geldiler. Henüz tarihin burjuva idealist kavranışı püskürtülmemişti. Engels’in dediği gibi ne ortaya çıkan yeni proletarya hareketi olgusu ne de henüz olgunlaşmamış haliyle bu olguların “teorik dışa vurumu olan İngiliz ve Fransız sosyalizmi” artık yalanlanamıyordu; ama bütün bu sosyalizm, henüz, tarihin idealist anlayışından kopmadığı için, “maddi çıkarlara dayanan sınıf savaşımlarını, hatta genel olarak maddi çıkarları tanımıyordu.” Ama bir kez proletarya, ortaya koyduğu hareketiyle, kendi teorik silahlanmasına duyduğu ihtiyacı da dışa vurmuştu. Proleter hareket, kendi nesnel çıkarlarını yansıtan ve kendi yolunu açacak olan dünya görüşünü çağırmaktaydı; teori, pratik süreci izledi. Hegel’in idealist diyalektiğini ayaklan üzerine oturtan materyalist tarih anlayışıyla Marx, sonradan geldi ve onunla kapitalist üretimin gizemi, artı değer aracılığıyla açıklandı. Tarih, sınıf mücadeleleri tarihi olarak açıklandıktan ve iktisadın, burjuvazi ile proletaryayı ve onların uzlaşmaz karşıtlıklarını zorunlu olarak ortaya çıkaran tarihsel gelişmesinin incelenmesine girişildikten sonra, sıra, kapitalizmin kötülüklerinin dâhice eleştirisiyle yetinilmeyecek, zorunlu bir biçimde ortaya çıkmış ekonomik sistem içinde oluşmuş çatışmayı, burjuvazi ile proletarya arasındaki çatışmayı çözme araçlarının bulunup geliştirilmesine geldi.
Marx ve yoldaşı Engels, devrim teorilerini, proletaryanın devrimci hareketi ve ayaklanmalarının incelenmesi içinde geliştirdiler: Proletaryanın kaybedecek zincirlerinden başka şeyi yoktu, oysa kazanacağı bir dünya vardı. Proletarya, burjuvaziyi devirmekle tarihsel olarak yükümlendirilmişti; ihtiyaç halinde olan kapitalizme son verecek sosyalist devrimdi.
Bu devrim, proletaryanın ayaklanmalarının ortaya koyduğu gibi, sosyalizmin önkoşullarını en çok olgunlaştırmış en gelişkin ülkelerde gerçekleşecekti ve kapitalizm, Avrupa’nın gelişmiş ülkelerini yakından birbirine bağlayarak bir dünya pazarı çerçevesinde birleştirdiğinden, bir dünya (Avrupa) devrimi olabilirdi. Şimdiye dek burjuva devrimleri bile ulusal sınırlarına sıkışıp kalamamıştı ve çıkarları hiçbir ulusal çit tarafından bölünmeyen proletaryanın devrimi, kuşkusuz, tek bir ülke ile sınırlı kalamazdı. Kapitalizmin ülkeleri, birbirlerinden farklı gelişme aşamalarındaydılar. Kimisi daha ileri kimisi daha geriydi ve ekonomik, siyasal, kültürel vb. gelişmelerinin ulusal özellikleri kuşkusuz vardı; ama uluslararası ilişkileriyle kapitalizme karşı proletarya devrimi ulusal kalamazdı. Bir Avrupa devrimi olmak zorundaydı.
Uluslararası devrimin nesnel temeli, dünya pazarının yaratılmasının ötesinde, kapitalizmi devrimlere gebe kılan ve yaklaşık her on yılda bir tekrarlanma eğilimi göstererek sistemi çöküntüye uğratan genelleşen devrevi bunalımlardı. “Pazarların genişlemesi, üretimin genişlemesi ile birlikte gidemez. Çarpışma kaçınılmaz olur ve bu çarpışma, kapitalist üretim biçiminin kendisini parçalamadığı sürece bir çözüm yaratamayacağı için, devirli duruma gelir. Kapitalist üretim, yeni bir ‘kısır döngü’ doğurur. Gerçekten, ilk genel bunalımın patlak verdiği tarih olan 1825 yılından bu yana, sanayi ve ticaret dünyasının tümü, uygar halklar ve onların az ya da çok barbar uyduları topluluğunun üretim ve değişimi, her on yıl dolaylarında bir kez şirazesinden çıkar. Ticaret durur, pazarlar tıkanmıştır, ürünler sürümsüz oldukları ölçüde yığılır kalır, peşin para görünmez olur, kredi ortadan çekilir, fabrikalar kapanır, emekçi yığınlar fazla geçim gereci üretmiş olmaktan ötürü geçim gereçlerinden yoksun kalırlar, batkılar batkıları, zoraki satışlar zoraki satışları kovalar… İşte 1825’ten bu yana beş kereden az yaşamadığımız ve şu anda (1877) altına kez olarak yaşadığımız durum… Bu bunalımlarda toplumsal üretim ile kapitalist temellük arasındaki çelişkinin tam bir patlamaya vardığı görülüyor. Meta dolaşımı bir anda durmuştur; dolaşım aracı, para, dolaşıma engel olur; bütün meta üretimi ve dolaşımı yasaları altüst duruma gelir. Ekonomik çatışma doruğuna ulaşır. Üretim biçimi değişim biçimine karşı başkaldırır, üretim biçimi için çok büyük bir duruma gelmiş bulunan üretici güçler, üretim biçimine karşı başkaldırdılar.” (Engels, Anti Dühring, s. 436-437)
“Komünistler dikkatlerini Almanya’ya çeviriyor.”
Marx’la Engels, Ocak 1848’de Manifesto’nun yazımını tamamladıkları zaman dünyanın, kuşkusuz modem dünyanın, yani Avrupa’nın proleter devrime hazır hale geldiğini, dünyanın başlıca gelişmiş ülkelerinde kapitalizmin sosyalizm için olgunlaştığını düşünüyorlardı. Kapitalizm, hem İngiliz ve hem de Fransız burjuva devrimlerinin gerçekleştiği 17 ve 18. yüzyıl koşullarına göre çok fazla gelişmiş, bir dünya pazarı ve bir Avrupa uygarlığı yaratmış ve yanı sıra proletaryayı da ileri ölçülerde geliştirmişti. Ve Almanya, Prusya despotluğunun egemenliği altındaki yan feodal bir ülke olarak bir burjuva devrimin şanolarını çekmekteydi. Burjuva karakteriyle devrim, Almanya’ya kendini dayatmaktaydı. Bir de, aynı feodal parçalanmışlık içinde bulunan İtalya’ya. Ama Almanya’nın üstünlüğü, İtalya’dan daha ileri bir gelişme düzeyinde oluşu ve ciddi bir proleter, yarı-proleter nüfusa sahip bulunuşuydu. Dikkatlerini Almanya’ya çevirdiler, iki beklentileri vardı. Almanya’nın arifesinde olduğu burjuva devrimi, güçlü bir proletarya ile yapılmak durumunda olduğundan, onu izleyecek bir proleter devrimin başlangıcı olacaktı. Ve ikincisi, böyle bir devrim, yeni bir Avrupa (dünya) devrimi olarak bütün burjuva ülkelerde, proleter ve yarı-proleter yığınlarda yankısını bulacak, zaten sosyalizm için olgunlaşmış kapitalizmden Avrupa çapında kapitalizme geçişin yolunu açacaktı.
Bu beklentiler Komünist Manifesto’nun sonuç bölümünde yazıldı:
“Komünistler dikkatlerini esas olarak Almanya’ya çeviriyorlar, çünkü bu ülke 17. yüzyılda İngiltere’dekinden ve 18. yüzyılda Fransa’dakinden daha gelişkin bir Avrupa uygarlığı koşulları altında ve çok daha fazla gelişmiş bir proletarya ile yapılmak zorunda olan bir burjuva devrimi arifesindedir ve çünkü Almanya’daki burjuva devrimi, onu hemen izleyecek bir proleter devriminin başlangıcı olacaktır.”
Kuşkusuz hem İngiltere ve hem de Fransa, hem kapitalizmin hem de proletaryanın gelişme düzeyi bakımından Almanya’dan ileridirler. Ancak onlar burjuva devriminden geçmişlerdir. Fransa’da soyluluğun iktidarı bir restorasyon dönemiyle yeniden kurulsa ve İngiltere’de bir tür monarşi hüküm sürse de, burjuvazi bu ülkelerde kendisine belirli yerler ve mevkiler sağlamıştır. Yoksa Engels, “Almanya’da Devrim ve Karşı Devrim” adlı makalesinde, “Toplumsal ve siyasal gelişmesinde, işçi sınıfı, Almanya’da, Alman burjuvazisi o ülkeler burjuvazisinden ne kadar geriyse, İngiltere ve Fransa işçi sınıfından bir o kadar geridir.” (Almanya’da Burjuva Demokratik Devrim, sf. 276) demektir. Bu, Manifesto’da Manda Engels’in “Komünistler dikkatlerini esas olarak Almanya’ya çeviriyorlar” dedikleri göz önüne alınırsa, onlara atfedilen “en ileri kapitalist ülkede devrim beklentisi”nin yanlış bir yorumlamadan ibaret olduğunu ortaya koymaktadır. Hayır, Marx ve Engels “en gelişkin kapitalist” ülke açısından varsaymamışlardır sosyalist devrimi; gelişkinlerden birini düşünmüşlerdir proletaryanın devrimi için.
Ama bu ülke; en gelişkin kapitalist ülke olmadığı gibi, devrimin başlaması için en elverişli şartlara sahip ülke olarak tasarlanmıştır. Düşünülen elverişli koşul, burjuva devrimi diğerlerine göre Avrupa uygarlığının gelişkin koşullarında ve daha gelişmiş bir proletarya ile karşılayacak oluşun yanında, Prusya despotizminin yalnızca tarım proletaryası ve yarı proleter katmanları değil, köylülüğü proletarya ile birlik ve ittifaka yöneltecek zorbalığının, sadece burjuva devrimin değil, onu takip edecek proleter devrimin başlamasını kolaylaştıracak olmasıydı. İleride, Rusya’da Çarlığın baskısının proleter devrimin başlaması açısından sağladığı kolaylaştırıcı olanak üzerine Lenin’den aktaracaklarımız, aslında Almanya’ya ilişkin devrim beklentilerinde Marx ve Engels tarafından öncelenmişti.
Marx ve Engels, dikkatleri Almanya’ya, Almanya’da başlayacak bir burjuva devrimin proleter devrime dönüşme ihtimaline çekiyorlardı. Ancak devrimin merkezi hâlâ Fransa’ydı. Marx ve Engels, devrimin merkezinin Almanya’ya kaydığını ya da kaymakta olduğunu ileri sürmeden Almanya’da devrimin bir proleter devrimi olarak gelişme ihtimaline dikkat çekmişlerdi; Kuşkusuz beklendiği gibi bir devrim Almanya’da patlarsa ve proleter devrime dönüşerek ilerlerse, yalnız devrimin merkezi Almanya’ya kaymakla kalmayacak Alman işçi sınıfı da uluslararası proletaryanın öncülüğü görevini yerine getirmeye çalışacaktı. Ancak Alman proletaryası henüz böyle bir gelişme düzeyinde bulunmuyordu. Ve 1848 Devrimi, Fransa merkezli olarak patladığı gibi, Alman proletaryası da belirli bir ihtimal oluşturan uluslararası proletaryanın öncülüğünü yakalayamadı. Bunun için henüz gelişmesi ve olgunlaşması gerekiyordu.
Ama bizzat bu beklentinin kendisi ve devrim merkezinin henüz Fransa’dan Almanya’ya doğru kaymamış oluşu, Marx ve Engels’in proletarya devrimini tek bir ülke çapında, görece ulusal bir devrim olarak değil ama kıtasal bir devrim olarak tasarladıklarını kanıtlar. Alman proletaryası, başlangıç için sahip olduğu olanakları kullanarak “kendi ülkesi”nden daha gelişkin ülkeler ve proleterlerin sosyalist devrim yoluna girmesinin önünü açabilirdi. Olmadı.
Fransa’da 1848 devrimi başlıyor
1848 Devrimi, yine bir burjuva devrimi olarak Fransa’da başladı ve Fransız proletaryası, burjuvazinin kendisini ittiği haziran ayaklanmasından kaçınamadı. Sonuç kanlı bir yenilgiydi. Yalnızca devrim değil, bir zafer bekleyen Marx ve Engels yanılmışlardı. Burjuva devrim, kapitalizm ve proletaryanın gelişme düzeyi bakımından daha ileride olduğu Fransa’da başlayıp proleter devrim girişimi olarak ilerlemesine karşın, proletarya önemli müttefikleri etrafında toplayamamış, toplama olanağı bulamamış, yalnızca yenilmemiş, üstelik eylemi ezilmek üzere burjuvazi tarafından ayaklanmaya teşvik edilmiş, mecbur bırakılmıştı. 1848 ve 1849’da Avrupa’ya yayılan ayaklanmaların da sonu daha iyi olmamıştı. Almanya’da bir dizi ayaklanma, Viyana, Macar vb. ayaklanmaları da Paris’in ardından yenilmişler, ayaklanmacılar birkaç büyük kentin dışında kendilerine destekçi bulamamışlardı. Henüz Avrupa ve kuşkusuz dünya, sosyalizm için olgunlaşmamıştı çünkü.
Oysa kapitalizmin devrevi bunalımları gündemdeydi. 1848 Fransız Devrimi’ni inceleyen Marx, hemen ardından şöyle yazıyordu:
“1845 ve 1846 yıllarında görülen patates hastalığı ve kötü ürün alınması halk içindeki kaynaşmayı artırdı. 1847 yılında yaşamın yeniden pahalılaşması kıtanın bütün geri kalan kısmında olduğu gibi, Fransa’da da kanlı çatışmalara yol açtı…
“Devrimin patlak vermesini çabuklaştıran ikinci büyük ekonomik olay, İngiltere’deki, genel ticaret ve sanayi bunalımı oldu. Daha önce 1845 güzünde, demiryolu hisse senedi spekülatörlerinin kitle halinde yıkıma uğramalarıyla kendini belli eden, 1846 yılında, buğday üzerindeki gümrük vergilerinin pek yakında kaldırılacak olması gibi tartışma götürür önlemlerle durdurulan bu bunalım, sonunda, 1847 güzünde, hemen arkasından taşra bankalarının da iflas ettiği ve İngiliz sanayi bölgelerindeki fabrikaların kapandığı Londra’nın büyük sömürge tüccarlarının iflaslarıyla iyice ortaya çıktı. Bunalımın yankıları kıta üzerinde henüz kesilmemişti ki, Şubat Devrimi patlak veriyordu.” (Marx, Seçme Yapıtlar- 1 Fransa’da Sınıf Mücadeleleri, s. 254).
Önceleri İngiltere’de olan ve sonra Fransa’ya kayan devrimin merkezinde patlayan ve hem kapitalizmin hem de proletaryanın uluslararası oluşuna işaret ederek, büyük kentlerle sınırlı kalsa da, hemen tüm uygar ülkelere yayılan ve başlıca 1847 ticari ve sınaî bunalımının ürünü olan ayaklanmaların yenilgisi, evet proletaryanın bilinç ve örgütlülük düzeyi de oldukça geriydi, henüz Marksizm diğer sosyalizm türleri üzerinde zaferini gerçekleştirmemişti. Ancak yenilgiler, bu nedenlerden kaynaklanmadı. Henüz ne proletarya geniş yığınlarıyla Enternasyonal’in etrafında toplanmaya hazırdı -ve zaten Enternasyonal de yeni kurulmaktaydı-, ne de proletarya diğer emekçi kesimleri peşinde toplama olanağına sahip olabilmişti. Henüz, ancak burjuva devrimleri olanaklıydı ve üstelik Almanya örneğinin gösterdiği gibi, gelişmekte olan proletarya ve hareketinden korkan burjuvazi, kendisini çoktan soyluluğun kollarına atmaktaydı. Burjuva devrimleri, bu nedenle ancak kendisi önünde diz çökülen soyluluğun iktidar burçlarında kaldığı koşullarda üstten bir başkalaşım olarak gerçekleşiyor, bu nedenle kapitalizmin gelişmesi, olanca sancısı içinde ve türlü engellerle çevrilmiş halde, görece yavaş ilerleyebiliyordu. Kapitalizm, Avrupa’nın uygar ülkelerinde henüz ömrünü tüketmemiş, üretici güçlerin önünde tam bir köstek halini almamış ve dolayısıyla yerini sosyalizme bırakmaya hazır hale gelmemişti. Ve tersine, kapitalizm, örneğin Almanya’da, Maşinizm’e yönelerek, tam da 1848 karşı devriminden sonra, özellikle Bismarck’ın 1866 hükümet darbesi ile gelişme yoluna girdi. Bu gelişme, örneğin Fransız tarzında, aşağıdan gelerek, devrimci biçimde değildi, ama, yine de gelişmeydi ve Almanya’yı üç-beş on yılda dünyanın en ileri ülkeleri arasına soktu.
Çetin, inatçı bir savaşta yavaş yavaş ilerlemek…
Sözü edilen beklenti, Marx’la Engels’in sık sık atıfta bulunulan hatalarındandır. Sonradan Engels, soruna şöyle açıklık getirmiştir:
“… 1847’de dünya çapındaki ticari bunalım, Şubat ve Mart Devrimlerinin gerçek anası idi ve 1848’in ortalarında yavaş yavaş geri gelen ve 1849 ve 1850’de doruğuna varan sınaî refah, Avrupa gericiliğine yeni bir güç katan canlandırıcı bir kuvvet oldu…
“Şubat Devrimi patlak verdiği zaman biz hepimiz, koşullan ve devrimci hareketlerin gidişini kavrama bakımından, geçmiş tarihsel deneyim, özellikle de Fransa deneyinin büyülü etkisi altındaydık. Genel altüst oluş işareti 1789’dan bu yana bütün Avrupa’nın tarihine hükmetmiş olan Fransa’dan yola çıkmamışmıydı bir kez daha? Onun için Paris’te, 1848 Şubatı’nda ilan edilen ‘toplumsal’ devrimin proletarya devriminin niteliği ve gidişi hakkındaki fikirlerimizin 1789 ve 1830 modellerinin anılarının damgasını taşıması apaçık, aynı zamanda kaçınılmaz bir şeydi. Ve hele Paris ayaklanması, zafere ulaşan Viyana, Milano ve Berlin ayaklanmalarıyla yankılanınca, Rusya sınırına kadar bütün Avrupa, harekete sürüklenince, daha sonra haziran ayında Paris’te proletarya ile burjuvazi arasında iktidar uğruna ilk büyük savaş verilince, kendi sınıfının zaferi bile bütün ülkelerin burjuvazisini, yeniden, henüz az önce devrilmiş bulunan kralcı-feodal gericiliğin kollarına atılacak kadar sarsınca, biz, o günün koşulları içinde, büyük ve kesin kavganın başlamış olduğundan ve bu kavgayı uzun süreli ve seçeneklerle dolu bir tek devrimci dönemde vermek gerekeceğinden, ama bu kavganın ancak proletaryanın kesin zaferi ile sonuçlanabileceğinden artık hiçbir şekilde şüphe edemezdik.” (Engels, Seçme Yapıtlar 1, Fransa’da Sınıf Mücadeleleri’ne önsöz, sf. 230)
Evet, devamında Engels’ten okuyacağımız gibi hatalı bir saptama ve beklenti oluşmuştu. Ama, hiçbir şekilde mazur göstermeye yönelmeden Engels’in belirttiği gibi, böyle bir saptama ve beklenti oluşumunun neredeyse bütün koşulları bir araya gelmişti. Önce ’46 güzünde Palermo’da patlayıp ezilen ayaklanmayı Paris ayaklanması takip etmiş ve ayaklanma Kıta’nın tüm belli başlı kentlerine yayılmıştı. Hatta burjuvazi ile proletarya arasında kopuşma olmadığı sürece, soyluluğa karşı zaferler de kazanılmıştı. Ama proletarya kendi başına ve burjuva devrimini proletarya devrimine dönüştürmek üzere girişimde bulunduğunda yenilgi gelmişti. Ama bu bir yana, Marx ve Engels’in Kıtasal -uluslararası- devrim beklentilerinde bir yanlışlık yoktu. Hem burjuva ve hem de proleter devrimler kıtasal boyutta, bir ülke diğerini takip ederek ortaya çıkmış ve 1789 günlerinin proleter tarzda yineleneceği fikrini uyandırmıştı. Üstelik “devrimin anası” olan 1847 bunalımı, tek bir ülkeyle sınırlı kalmamış, tüm Avrupa’da yığınları sokağa dökücü etkide bulunarak devrimin uluslararası ilerleyişini düzenlemişti. Ne var ki, henüz aşılamaz bir bunalım değildi ve kapitalizm de onu atlatıp henüz gelişme dinamiklerine sahip olduğunun kanıtını ortaya koydu.
Uluslararası devrim ve onun koşulları, en uygun bir ülkeden başlayıp, proletarya devrimi olarak kapitalizme birbiri peşi sıra dünyada (Avrupa’da) son vermesi tezi yanlış değildi; hata, kapitalizmin sosyalizme dönüşmek üzere olgunlaşmış olmasının sanılmasında ortaya çıkmıştı. Engels devam ediyor:
Tarih bizi ve benzer düşüncede olanların hepsini haksız çıkardı. Tarih gösterdi ki, Kıta üzerindeki iktisadi gelişme durumu, o zaman, kapitalist üretimin kaldırılması için henüz yeterince olgunlaşmamıştır ve tarih, bunu, 1848Men bu yana bütün Kıtayı kaplamış olan ve Fransa’da, Avusturya’da, Macaristan’da, Polonya’da ve son olarak da Rusya’da büyük sanayiye ancak şimdi gerçekten söz hakkı veren ve Almanya’yı da birinci sınıf bir sanayi ülkesi durumuna getiren -bütün bunlar kapitalist bir temel üzerinde, yani 1848’de pekâlâ genişlemeye elverişli bir temel üzerinde olmak üzere- iktisadi devrim ile tanıtladı… Ama yalnız bu andadır ki, 1848’de İngiltere’nin dışında, ancak Paris’te ve olsa olsa birkaç büyük sanayi merkezinde kendini göstermiş olan bu iki büyük sınıf arasındaki savaşım, 1848’de henüz akıldan bile geçmeyen bir yeğinlik kazanarak, bütün Avrupa’ya yayıldı. O zamanlar, küçük küçük grupların her derde deva, bulanık, yedili indiler kümesi vardı; bugün savaşın son amaçlarını parlak bilgisiyle ve kesin bir şekilde formüle eden Marx’ın evrensel olarak kabul edilmiş tek teorisi var, o zamanlar yörelerine ve milletlerine göre birbirinden ayrılmış olan ve sadece ortak acı çekme duygularıyla birleşen, henüz az gelişmiş, coşku ile umutsuzluk arasında bocalayan yığınlar vardı; bugün durmadan ilerleyen, her gün sayıca, örgüt olarak, disiplin bakımından, ileriyi görme ve zafere inanç bakımından sosyalistlerin tek uluslararası büyük ordusu var. Bu güçlü proletarya ordusu, hâlâ amacı ulaşmamış olsa da, zaferi bir tek büyük darbe ile gerçekleştirmek olanaksız bulunduğuna göre, çetin, inatçı bir savaşta mevziden mevziiye yavaş yavaş ilerlemek zorunda bulunsa da, 1848’de toplumsal dönüşümü bir çırpıda sağlamanın olanaksız olduğu kesin olarak tanıtlanmış bulunmaktadır.” (Age, sf. 233-34)
Engels, bunları 1895’te yazıyordu. Peki, proletaryanın Marx’ın formüle ettiği tek teorisine ve dağınıklıktan kurtulmuş tek uluslararası ordusuna nasıl gelindi?
Önce ’48 Haziran’ında Paris barikatlarında ve sonra Avrupa’nın diğer belli başlı kentlerinde yaşananlar Marx’ın devrim teorisini doğrulamaktan başka bir şey yapmadı. Marksist devrim teorisi, işçilerin onca kanı pahasına ateş içinde sınandı. Yalnızca ütopik sosyalizm aşılmakla kalmadı; burjuva ve küçük burjuva sosyalizminin, örneğin bir tür belediye sosyalizmini savunan Fransız Louis Blanc’ın ve diğerlerinin proletaryayı hesaba katmakla birlikte ondan kaynaklanmayan ve onunla burjuvazi arasındaki uzlaşmaz karşıtlık ve hesaplaşma zorunluluğunun üzerinden atlayan, yalnızca ve tek başına proletaryanın sosyalizmin öznesi olduğunu kavramayıp burjuvazi ve devrimciliğinden ve radikal küçük burjuvaziden sosyalistlik uman, burjuvazinin soylulukla uzlaşmazlığı üzerine teoriler geliştiren sosyalizmlerini gösterişli biçimleri, ’48 Haziran’ı ile ölümcül bir darbe yedi. Sınıf esasına dayanmayan sosyalizm ve devrim teorilerinin tamamıyla saçmalık olduğu, ’48 ile ortaya çıkarıldı.
Marksizm, proletaryanın evrensel olarak kabul görecek tek teorisi olma yolunda, bir dizi sosyalizm akımları üzerinde zaferini sağlama yolunda temel bir adımını 1848 ile attı. Tek bir uluslararası ordu, düzenli, disiplinli, teori ile cihazlanmış bir ordu oluşturma yolunda proletaryaya düşen ise, yaralarını sarmaya ve öfkesini içine atıp bileyerek örgütlenmeye yönelmek oluyordu.
Fransa’da kurulan 1851 imparatorluğu ve Almanya’da yetkinleşen karşı devrim, henüz koşulların bir proleter devrim için olgunlaşmamış olduğunu kanıtlamanın ötesinde, bu koşullarla birlikte proletaryanın özlemlerinin de olgunlaşacağı uygun ortamdan kaçınamayacaktı, kaçınamadı. “İç huzur” sağlanmıştı, sanayinin gelişmesi için zemin elverişli hale gelmişti. Ama kapitalizmin gelişmesi hâlâ kuşkusuz devrimci akımları besliyordu ve üstelik orduya da, her iki ülkede rejimlerin temel bir dayanağını oluşturan imparatorluk ve Junker ordularına iş bulmak gerekiyordu. Dış düşmanlar arandı, ordular işsiz kalmaktan kurtarılıyor ve devrimci akımlar dışa yöneltiliyordu. Savaşlar dönemine girildi. Ama artık Napoleon 1’in ulusal savaşçılığına öykünmenin ötesine geçilemiyordu. III. Napoleon ve Bismarck “ulusallık ilkesi”ni geçerli ve üstün kılmak üzere küçük çaplı yayılmacılık peşine düştüler. 1866’ya gelindiğinde, Bismarck, hükümet darbesini yaptı, tepeden inme devrimine ciddi bir hız kattı. 1870’e kadar, Alman-Fransız savaşına kadar olan dönem Avrupa’da ulusal birliklerin kurulup yerleşmesi dönemi oldu. Doğu Avrupa, Rusya ve Polonya dışında ulusal sorun hemen tüm Avrupa’da halledildi. Artık proletarya ve hareketinin gelişme süreci ulusal kargaşalıklar tarafından ciddi ölçülerde engellenmeyecekti.
Bir yandan “Avrupa, iki Bonaparte (III. Napeleon ve Bismarck) için fazla küçüktü” ve öte yandan başlıca bu iki ülkede yenilginin yaralarını saran ve gelişen sanayi tarafından safları durmaksızın sıkılaştırılan, sayıca artırıldı gibi, örgütsel düzeyi de yükselmeye teşvik edilen proletarya, gelişen sanayinin koşullarını olgunlaştırdığı sosyalizm gibi olgunlaşmaktaydı. Dünya (yani Avrupa) yeni bir devrimler dönemine girmekteydi; iki ülke, Fransa ve Almanya yeni bir devrimin patlamasına aday ilk iki ülke gibi görünüyor, ikisi de soyluluğun önemli mevkiler işgal ettiği zorbalıklarıyla devrimci duygu ve özlemlerin bilenmesi yanında devrimin nesnel temelini güçlendirip yaygınlaştırıyor ve bir devrime katılacak tabakaları genişletiyordu. Bunlardan, Almanya’da genel oy hakkından yararlanarak, proletarya hızlı bir örgütlenme içine girmişti ve bilinç bakımından ilerlemesi dev boyutlardaydı. Ancak Fransa’da bilinç ve örgütlenme düzeyi görece düşük olmakla birlikte devrimci geleneklerin etkisi hâlâ çok yüksekti.
Ve 1870-71 Fransız-Alman savaşı, cumhuriyetçi ayaklanmayı kolaylaştırıp Bonaparte’ın sonunu getirirken, Alman yüklenmesinin sürmesi proletaryayı yeniden birinci plana çıkardı. Cumhuriyetçi ayaklanma içinde önemli bir yer tutan ve ulusal muhafızlar içinde özellikle Paris’te etkin olan, daha çok Blanqui ve Proudhon’un küçük aktif gruplarının etkisindeki proletarya, burjuvazinin dalavereciliği karşısında bir kez daha ayağa kalktı. Marx, bu kez, “yapmayın, yenileceksiniz” diye uyarmıştı, dinlenmedi. ’71 Paris’i, “Paris’te artık proletarya devriminden başka bir devrimin olanak dışı olduğu gerçeği”ni ortaya koyarken, Paris proletaryası, Komünarlar bir kez daha yenilgiyi tattılar. Fransa, yine devrimin merkeziydi, ama devrim, bir kez daha yeniliyordu. Sosyalizmin koşulları hâlâ yeterince olgun değildi.
Ama 1871 Komün deneyi, Marksizm dışı sosyalizmin kesinlikle ölümünü ilan ederek, Blankizm ve Proudhonculuk yanında örneğin Lasalcılığın da sonunu getirerek Marksizm’in zaferini ilan etti. Artık o, proletaryanın kesin ve tek teorisiydi. Ve yenilgiler içinden geçen proletarya, elinde Marksizm’i, artık tek bir uluslararası ordu oluşturma yolunda dev adımlar atacaktı. 1864’te kurulmuş I. Enternasyonal’in yanında, bağımsız proletarya partileri kurulup hızlı bir örgütlenme içine girdiler. En ileri gidecek olan, Alman Sosyal Demokrat Partisi olacaktı.

3. DEĞİŞEN KOŞULLAR VE YENİ MÜCADELE BİÇİMLERİ
Ama 1870 savaşı ve Komün’ün yenilgisi, bir başka sonuca daha yol açtı. Gelişme öyleydi ki, artık küçük çaplı savaşlar olanaksız hale gelmiş ve bir savaş ancak dünya savaşı olarak patlayabilir olmuştu. Bu barışı ve kapitalizmin, sonradan II. Enternasyonal’i olumsuz bir şekillenmeye yönelttiği anlaşılacak olan “barışçıl” bir gelişimini dayattı, ikinci olarak ise devrimin merkezinde bir kayma görüldü: Fransa’dan Almanya’ya. Proletarya devrim için hazırlık okulundan geçmeye yöneldi. Devrimler dönemi şimdilik kapanmış görünüyordu. Devrim sabırla hazırlanacaktı.
Engels’ten okuyalım:
“Paris Komünü ile birlikte, kavgacı proletaryanın da kesin olarak yere battığı sanıldı. Ama tam tersine, onun en yaman atılımı, Komün ve Fransız-Alman Savaşı günlerinden başlar. Eli silah tutan bütün nüfusun, artık ancak milyonlarla sayılan ordularda göreve alınmasıyla bütün savaş koşullarının baştan aşağı altüst oluşu, ateşli silahlar, obüsler ve o zamana kadar görülmemiş etkiye sahip patlayıcı maddeler, bir yandan Bonaparte’vari savaşlara birdenbire son verdi ve sonucu katiyen hesaplanamayacak ve duyulmamış bir kan dökücülük olan bir dünya savaşından başka her hangi bir savaşı olanak dışı kılarak, gürültüsüz patırtısız bir sınaî gelişme sağladı.”
(Kapitalizmin ulaştığı düzey artık savaşın da yalnızca tüm ulusları kucaklayacak bir dünya savaşı olarak patlamasını olanaklı kılıyordu. Bir yandan sınaî gelişme ve proletaryanın çoğalması ve nitel gelişmesi öte yandan dünya pazarı ve gelişen tekniklerin dünya savaşından başkasına imkan tanımaz oluşu. Tam uluslararasılaşma. Dünya çapında genel bir hesaplaşmaya gidiş.)
“1870-1871 Savaşı ve Komün’ün yenilgisi, Marx’ın önceden söylediği gibi, Avrupa işçi hareketinin ağırlık merkezini, bir zaman için, Fransa’dan Almanya’ya aktardı. Fransa’da kendiliğinden anlaşılır ki, 1871 Mayıs’ının yaralarını sarmak için yıllar gerekti. Buna karşılık, üstelik havadan gelen Fransız milyarları ile kolaylaşan sanayinin sıcak yerde büyüyen bir bitki gibi durmadan hızlanan bir ritimle gerçekten geliştiği Almanya’da, Sosyal-Demokrasi daha da büyük başarı ile ve çabuklukla büyüyordu. 1866’da kurumlaşan genel oy sistemini kullanmada Alman işçilerinin gösterdikleri zekâ sayesinde partinin şaşırtıcı büyümesi, tartışma götürmez sayılarla bütün dünyanın gözüne çarpıyordu. 1871’de 102 bin; 1874’te 352 bin; 1877’de 493 bin Sosyal-demokrat oy vardı…
“Genel oy, daha uzun zamandan beri Fransa’da vardı, ama Bonaparte’çı hükümetin kötüye kullanımı sonucu değerden düşmüş, tutulmaz olmuştu. Komün’den sonra genel oyu kullanacak bir işçi partisi yoktu, İspanya’da genel oy, Cumhuriyetten beri vardı, ama İspanya’da seçimlere katılmama, her zaman, bütün ciddi muhalefet partilerinde bir kural oldu. İsviçre’de genel oy ile yapılan denemeler, bir işçi partisi için hiç de yüreklendirici değildi. Latin ülkelerinin devrimci işçileri, oy hakkına bir tuzak, hükümetin bir dolap çevirme aracı gibi bakmaya alışmışlardı. Almanya’da başka türlü oldu.” (Age, sf. 237)
Yeni dönemin gereklerini karşılamaya, öyle görünüyordu ki, bir tek Alman işçileri hazırdılar. Kendisinden bir atılım beklenebilecek Fransız işçileri hem aşın yorgun düşmüştüler ve yaralıydılar, hem her türlü eylemin koşulu bir işçi partisinden yoksundular ve devrimci gelenekleri, kapitalizmin yeniden içine girdiği barışçıl dönemde, devrimler döneminin kapanmış göründüğü koşullarda ayaklanmaya götürmeyecek gibi görünüyordu. Hemen bir ayaklanmadan çok dönemsel olarak dayatılan ayaklanmanın hazırlanmasıydı ve buna uyum sağlayan, Alman işçileri oldu. Engels, devrim merkezinin Almanya’ya kayısıyla da bağlantılı olarak Alman işçilerinin bu öne geçişinin nedenlerini sayarken şunlara değiniyor:
“Daha 1870’te Alman işçileri çetin bir sınamadan geçtiler: Bonaparte’çı savaş kışkırtıcılığı ve bunun doğal sonucu: Almanya’daki genel ulusal coşku. Sosyalist Alman işçileri bir an bile şaşkınlığa kapılmadılar. En küçük bir ulusal şovenlik göstermediler. En çılgın zafer sarhoşlukları ortasında, ölçülü kaldılar, ‘Fransız Cumhuriyeti ile denk-sever ve ilhaksız bir barış’ istediler ve sıkıyönetim bile onları susturamadı. Ne savaşların övüncünden ne de ‘Alman İmparatorluğunun göz kamaştırıcılığı’ üzerindeki gevezeliklerden etkilendiler; tek erekleri tüm Avrupa proletaryasının kurtuluşu olarak kaldı. Başka hiçbir ülke işçilerinin, şimdiye kadar, bu kadar ağır, bu kadar parlak bir sınamadan geçmemiş oldukları söylenebilir…
“Ocak seçimlerinde sağlanan başarılar, modern işçi hareketi tarihinde, bugüne kadar eşine rastlanmayan başarılardır ve tüm Avrupa’da uyandırdıkları şaşkınlık tamamen yerindeydi.
“Alman işçilerinin, öbür Avrupa işçilerine göre, başlıca iki üstünlüğü var. Birincisi; Alman işçileri, Avrupa’nın en teorisyen halkına mensupturlar; üstelik sözüm ona ‘kültürlü’ Almanya’da iyiden iyiye yitip gitmiş olan teorik anlayışı korumuşlardır… İşçilerin teorik anlayışı olmasaydı, onlar bilimsel sosyalizmi hiçbir zaman özümlemiş oldukları derecede özümleyemezlerdi. Ve bu üstünlüğün ne kadar büyük bir üstünlük olduğunu, bir yandan, her türlü teoriye karşı, çeşitli sendikaların kusursuz örgütlenişine karşın, İngiliz işçi hareketinin pek bir ilerleme göstermemesinin başlıca nedenlerinden biri olan kayıtsızlık ve öte yandan da, Proudhonculuk tarafından, ilk biçimi içinde Fransızlar ve Belçikalılarda, sonradan, Bakunin eliyle karikatürleştirilmiş biçimi içinde, İspanyol ve İtalyanlarda yaratılan anlaşmazlık ve karışıklık tanıtlar.
İkinci üstünlük, Almanların, işçi hareketine, zaman bakımından aşağı yukarı en son gelmiş olmalarıdır. Tıpkı teorik Alman sosyalizminin öğretilerinin tüm fantezi ve ütopyalarına karşın, bütün zamanların en büyük kafaları arasında sayılan ve bugün doğruluklarını bilimsel olarak kanıtladığımız birçok fikirleri öncelemiş bulunan üç adamın; Saint-Simon, Fourier ye Owen’in omuzları üzerinde yükseldiğini hiçbir zaman unutmayacağı gibi, pratik Alman işçi hareketi de, İngiliz ve Fransız işçi hareketinin omuzlan üzerinde geliştiğini, onların pahalıya edinilmiş deneylerinden sadece yararlanıp, şimdi o zaman çoğu kaçınılmaz olan yanılgılarından kaçınılabildiğini hiçbir zaman unutmamalıdır, İngiliz trade-union’ları ile Fransız siyasal işçi mücadelelerinin geçmişi olmasaydı, hele Paris Komünü tarafından verilen devsel atılım olmasaydı, bugün hareketin neresinde olurduk?
Alman  işçilerinin durumlarını üstünlüklerinden az görülür bir zeka ile yararlandıklarını kabul etmek gerek. Bir işçi hareket var olalı beri, mücadele, ilk kez olarak, teorik, siyasal ve pratik-iktisadi üç yönü içinde, uyum, bağlantı ve yöntem ile yürütülmüştür. Alman hareketinin yenilmez gücü, işte, deyim yerindeyse, bu tek merkezli saldırıdadır.
“Bir yandan, elverişli konumlan nedeniyle, öte yandan İngiliz hareketinin adasal özellikleri ve Fransız hareketinin zorla bastırılması sonucu, Alman işçileri, şimdilik proleter mücadelenin ön safında yer almış bulunuyorlar. Olayların bu şeref yerini ne kadar zaman onlara bırakacağı önceden söylenemez. …Ocak ayında verilen sosyalist oylar, her ne kadar daha şimdiden oldukça güzel bir orduyu temsil ediyorlarsa da, henüz Alman işçi sınıfının çoğunluğunu oluşturmaktan çok uzaktırlar ve lor nüfusu arasındaki propagandanın başarıları ne kadar yüreklendirici olursa olsun, özellikle bu alanda yapılacak daha çok şey kalıyor. Yani savaşmayı gevşetmek söz konusu değil; tersine, bir kent arkasından bir başka kenti, bir seçim çevresi arkasından bir başka seçim çevresini düşmanın elinden söküp almak gerek; ama, her şeyden önce, hiçbir yurtsever şovenlik kabul etmeyen ve hangi ulustan gelirse gelsin, proleter hareketin her yeni ilerleyişini sevinçle selamlayan gerçek enternasyonal anlayışı korumak söz konusu. Eğer Alman işçileri böyle davranmakta devam ederlerse, hareketin başında yürüyeceklerdir demiyorum, -sadece herhangi bir ulus işçilerinin hareketin başında yürümeleri, hareketin yararına değildir- ama savaş çizgisi üzerinde şerefli bir yer tutacaklar ve, hesapta olmayan ağır sınavlar ya da büyük olaylar, onlardan daha çok cesaret daha çok karar ve daha çok güç istediği zaman pusatlanmış ve hazır olacaklar.”
Komün sonrasını öncesinden ayıran özellik, söylendiği gibi, dönemin “barışçı” niteliği ve devrimlerin yokluğuydu. Batı Avrupa’da burjuva devrimler dönemi kapanmış, burjuva devrimleri olarak başlayan devrimlerin proleter devrimine dönüşerek gelişmesinin yolu da tıkanmıştı. Orada artık uzun hazırlıklar ve koşulların olgunlaşmasına bağlı olarak doğrudan proleter devrimleri gündeme gelebilecekti. Doğu ise, henüz burjuva devrimleri dönemine bile ulaşmamıştı. Batı’da her yerde kurulan ve “barışçı” hazırlık döneminin koşullarının gereğini yapmaya yönelen proletarya partileri, başta Almanya partisi olmak üzere önemli basanlar kazandılar; proletarya, bu dönemde, burjuva parlamentosundan yararlanmayı, kendi basınını, eğitim kurumlarını, sendikalarını, derneklerini vb. yaratmayı öğrendi.

4. DEVRİMİN YENİ MERKEZİ: RUSYA
1871 Komünü ve yenilgisi, Marksizm’in türlü sosyalizmler üzerindeki zaferini bütünüyle kesinleştirdi. Artık Marksizm dışı akımlar kendilerini Marksizm kılığında ortaya koymak zorunda kaldılar. Marksizm’i cepheden eleştiren sosyalizm kalmadı. Ama Marksizm içinden çıkan bir sapma olarak Bernstein’le başlayan revizyonizm ve oportünist akımlar da, tarihin diyalektiğinin örneğini sunmak üzere dönemin “barışçı” koşullarından beslendiler. Bu, en çok çürüme yolunda 1848 ve 1871’de temel adımlar atan ve uzlaşmacılığın çıkar yol olmadığı, tarihin sınıf mücadeleleri tarihi olarak gerçekleştiği görüldükçe, ikna edici olmaktan da çıkan ve ama hâlâ burjuva devrimci olarak görünme ihtiyacı duyan liberalizm, bundan böyle kendisini sosyalist oportünizm olarak ortaya koymaya başladı. Proletaryanın “barışçı” koşullarda devrim için hazırlığı, bu oportünizm ve revizyonizm tarafından bozulmaya ve proletaryanın partileri işe yaramaz parlamentarist, barışçıl partilere dönüştürülmeye girişildi. Burjuvazi de kuvvetin ve cellât rolünün yanında reformların ve papazın rolüne ağırlık vermişti ve işçi patilerinin çoğunda bozulmanın önüne geçilemedi. Gelişen kapitalizm kazançlarından “kırıntılar” vererek, önce sömürge tekeline bağlı olarak İngiltere’de ve bu tekelin kırılmasıyla diğer kapitalist büyük devletlerde işçi sınıfı içinde aristokrat ve bürokrat bir tabakanın oluşumuna yol açtı, bir burjuva işçi partisini besledi ve geliştirdi.
Oportünizm ve burjuva sosyalizmi “sosyal barış” ve bir devrim ihtimaline gerek bırakmayan “demokrasiler”in sağlamlığı dolayısıyla kutlamacılığa yönelmişlerdi ki Rusya’dan ilk sinyaller gelmeye başladı. Devrim fırtınalarının yeni bir kaynağı açılıyor ve devrim merkezi Doğu’ya, Rusya’ya kayıyordu. Üstelik Rus Devrimi (1905), yenilmesine rağmen, öylesine patladı ki, Asya’da burjuva devrimlerin dönemini başlatan tahrik edici unsur oldu. 1905’i, Türkiye, Iran ve Çin’de patlak veren devrimler izledi. Oportünizm ise, bunlara yarı sahip çıkarak tepeden bakıcı, burun kıvırıcı bir tutum aldı.
Gelişme, öngörüldüğü gibi olmuştu. Daha Komünist Manifesto’nun 1882’de çıkan Rusça baskısına yazdıkları önsözde Marx ve Engels, hem de daha Narodnik eylemleri gözleyerek, Rusya’ya, Manifesto’da 1848 Almanyası’na yükledikleri rolü yüklemeye başlamışlardı bile, öncülüğün de Rusya’ya geçtiğini söyleyerek:
“Proleter hareketin o sıralar (Aralık 1847) hâlâ ne denli sınırlı bir alanı kapsadığını, Manifesto’nun son kesimi en açık bir biçimde gösteriyor. Burada özellikle yer almayanlar Rusya ve Birleşik Devletler’dir. Bu, Rusya’nın tüm Avrupa gericiliğinin son büyük yedeğini oluşturduğu, Birleşik Devletler’in göç yoluyla Avrupa’nın proleter güç fazlasını emdiği sıralardı… O sıralar, her ikisi de, bu nedenle, şu ya da bu şekilde, mevcut Avrupa düzeninin temel dayanaklarıydılar.
“Ama durum bugün ne kadar da farklı!
“Ya Rusya! 1848-49 Devrimi sırasında, yalnızca Avrupalı hükümdarlar değil, Avrupa burjuvazisi de, henüz uyanmaya başlayan proletarya karşısında tek kurtuluşlarını Rus müdahalesinde buldular. Çar Avrupa gericiliğinin başı ilan edildi. Bugün ise, Gaçina’da devrimin savaş tutsağıdır ve Rusya ise, Avrupa’daki devrimci eylemin öncüsü durumundadır.” (Seçme Yapıtlar 1, s. 120)
Bu, büyük bir öngörüydü ve üstelik henüz kesin bir bilgilenme üzerinde yükseldiği de söylenemezdi, Rusya’da proleter hareket, henüz yeni emeklemeye başlamıştı, ama bir yandan toprak düzeni de, reformlar gereksinecek denli altüst oluşlar içine girmiş bulunuyordu. Rusya’nın asıl hamlesi sonradan geldi. Rusya 20. yüzyılı yaygın grevler ve 1902’de baş gösteren köylülerin malikaneleri ateşe verişleriyle karşılıyordu. 1905 gürültüyle yaklaşmaktaydı.
1901 sonunda “Ne Yapmalı”yı yazmakta olan Lenin, Engels’in aktardığımız 1871 sonrasının “barışçı” koşulları ve Alman işçilerine devrimin öncülüğünü veren üstünlüklerinin gereğini yerine getirerek bu koşulları karşılamadaki başarılarını aktardıktan sonra, şöyle sürdürmekteydi:
“Engels’in sözlerinin kâhince sözler olduğu görüldü. Alman işçileri birkaç yıl sonra, ansızın sosyalistlere karşı aynm yasasının o çetin sınavıyla yüz yüze geldiler. Ve Alman işçileri bu sınavdan başarıyla çıkmak için gerçekten yeterince donanımlıydılar.
Rus proletaryası çok daha çetin sınavlardan geçmek, bir devle dövüşmek zorundadır. Anayasaya bağlı bir ülke de ayrım yasası, bu devin yanında cüce gibi kalır. Tarih şimdi bize başka herhangi bir ülkenin proletaryasının tüm ivedi görevlerinin en devrimcisi olan ivedi bir görev vermektedir. Bu görevin yerine getirilmesi, yalnız Avrupa gericiliğinin değil, aynı zamanda Asya gericiliğinin de en güçlü kalesinin yıkılması, Rus proletaryasını uluslararası devrimci proletaryanın öncüsü haline getirecektir. Eğer biz, bin kez daha geniş ve derin hareketimizi aynı azim ve aynı alt edilmez güçle canlandırmayı bilirsek, öncellerimizin, yani 1870-1880 devrimcilerinin çoktan hak ettiği bu onurlu sanı elde edeceğimizi umut etmekte haklıyız.” (Ne Yapmalı, sf. 29)
Aynı gerçeği, henüz bir devrimciyken ve ama sanki 3-5 yıl sonra başına gelecekleri öngörmüş gibi, Avrupa’da “barışçı” kapitalizm döneminin olumsuz etkilerinin bilincinde olarak ve daha o zamanlar Rus devrimci eylemine bu olumsuzlukların, başlıca küçük burjuva uyuşukluğun üstesinden gelecek bir atılganlık olarak varılma görüntüsü veren Kautsky de 1902’de dile getirmişti:
“Bugün (1848’den farklı olarak) Slavların sadece devrimci halklar safına katıldıklarını değil, aynı zamanda, devrimci fikir ve eylemin ağırlık merkezinin gittikçe Slavlara doğru yer değiştirdiğini düşünebiliriz. Devrimin merkezi, Batı’dan Doğu’ya doğru kaymaktadır. 19. yüzyılın ilk yarısında bu merkez, Fransa’da ve zaman zaman İngiltere’deydi. 1848’de Almanya, devrimci uluslar safına katıldı. Yeni yüzyıl öyle olaylarla başladı ki, bunlar, devrim merkezinin yeniden bir yer değiştirmesiyle, Rusya’ya doğru yer değiştirmesiyle karşı karşıya olduğumuzu bize düşündürmektedir. Batıdan bunca devrimci inisiyatif edinmiş olan Rusya, belki şimdi artık, bu Batı için bir devrimci enerji kaynağı olmak yolundadır. Alev alev yanan Rus devrim hareketi, belki de saflarımıza yayılmaya başlayan o küçük burjuva uyuşukluğunu ve küçük politikacılığı defetmek için yararlanabileceğimiz en güçlü araç olacaktır; bu devrimci hareket, savaşa susamışlığımızı ve büyük ülkülerimize tutkulu bağlılığımızı yeniden alevlendirecektir. Rusya, Batı Avrupa için irticaın ve mutlakıyetin basit bir kalesi olmaktan çoktan çıkmıştır.” (“Sol” Komünizm, S. 9)
Lenin ve devrimci Kautsky’de aynı iki tez göze çarpmaktadır. Ve bu ikisi bir temel tezden türemektedir. Türetici tez, proleter devrimin uluslararası bir devrim, bir dünya devrimi olduğuna ilişkindir. Artık literatürde 1848 öncesi gibi ulusal işçi ayaklanmaları ve devrimlerden söz açıldığı görülmemekte, proletaryanın hareketi kesinlikle uluslararası bir hareket olarak kavranmaktadır. Kuşkusuz ulusal özellikleriyle ve belirli ulusal dürtülerin rol oynayışıyla gelişen, biçim olarak ulusal ama uluslararası nitelikte, en temel özelliği olarak dünya proleter devriminin bir parçası olan bir hareket. Hem Lenin ve hem de Kautsky, bu niteliğiyle ele aldıkları proletarya hareketinin ağırlık merkezinin Doğu’ya, Rusya’ya kaymakta olduğunu, dünya devriminin merkezinin Batı’dan Doğu’ya, Almanya’dan Rusya’ya doğru yer değiştirmekte olduğunu saptamaktadırlar. Alman proletaryasının olduğu gibi, Rus proletaryasının görevleri de ulusal hedeflerle sınırlı değildir. Ağırlık merkezinin kaymasına bağlı olarak, proletarya hareketinde öncülükte kendisini devrimci eylemiyle ve kuşkusuz bununla kopmazcasına bağlı ideolojik ve kültürel zenginliği ile ortaya koyan Rusya proletaryasına geçmektedir. Sonuncu bir tez kendiliğinden ortaya çıkmaktadır: Öncü proletaryaya düşen ek görevler vardır ve onun da ötesinde, proletaryanın bir ülkedeki devrimci hareketi diğer ülkelerdeki hareketini de etkilemektedir ve bir ülkede gerçekleşecek proleter devrim, diğer ülkelerde devrimi kaçınılmazlıkla teşvik edecek, üstelik onun desteklenmesi için görevler üstlenecektir.
1905 devriminin derin izleri…
Ve 1905, Rusya proletaryasının, en geri yığınlarını bile etkileyip harekete geçiren derin ve yaygın devrimci eylemi, yenilmesine rağmen, üzerine düşeni yapmıştır. “Coğrafya, ekonomi ve tarih bakımından Rusya yalnız bir Avrupa ülkesi değil, aynı zamanda bir Asya ülkesidir. Bunun içindir ki, Rus devriminin başarısı, Avrupa’nın en büyük ve en geri ülkesini nihayet uyandırmış ve devrimci bir proletaryanın önderliğinde devrimci bir halk yaratmış olmasında değildir sadece. Rus devrimi bundan fazlasını da başarmıştır. Bütün Asya’da bir hareket doğmuştur. Türkiye, İran ve Çin devrimleri 1905’teki yaman ayaklanmanın derin izler bıraktığını, yüz milyonlarca insanın ileriye doğru hareketinde göze çarpan etkisinin silinmez olduğunu ispat etmektedir.” (Lenin, Doğuda Ulusal Kurtuluş Hareketleri, Sf. 263)
1905 de ortaya koymuştur ki, proleter devrimi ve proletaryanın hareketi uluslararası bir harekettir; artık yalnızca ulusal özellikler taşımak ve gerçekleştiği ülkenin dışına taşmamak, uluslararası sonuçlara yol açmamak ve kısacası proletaryanın uluslararası hareketinin bir parçası olmamak durumunda olamazdı. Proletarya devrimi uluslararası bir devrimdi ve dünya proleter devrimi, proletaryanın çeşitli ülkelerdeki hareketlerinden bileşen tek bir süreç oluşturuyordu. Bir ya da birkaç ülkede başlayıp diğer ülkelere yayılacak, devrimi gerçekleştiren ülkelere uluslararası görevler yükleyen ve o ülkeleri dünya proleter devriminin merkez üssü kılan tek bir devrim süreci. Burada, kuşkusuz Trotskizme ve onun Brest benzeri zorlamalarına (geri çekilmeyi reddedip hatta Polonya’ya saldırarak devrimi bir tür “sürekli” kılma iradeciliğine) yer yoktur.

5. “PROLETER DÜNYA DEVRİMİ” İÇİN YENİ OLANAKLAR
Kapitalizm, daha 18. yüzyıl içinde yaratmaya başlayıp 19. yüzyılda paylaşılmamış pazar bırakmamacasına geliştirdiği ve temelleri Amerika’nın keşfinde olan tek bir dünya pazarını yaratmakla kalmamıştı. Özellikle 1871 sonrası “barışçı” koşullarda gelişen kapitalizm, ülkeleri, proletaryanın kendisine karşı hareketini de tek bir uluslararası süreç kılan, tek bir dünya pazarı etrafında birleştirmekle yetinmemiş, tekellere yol açarak zıddına dönüşen serbest rekabet, sonunda ülkeleri ekonomik olarak da birbirlerine bağlamıştı. Üretimin artık ticaret dolayımıyla uluslararasılaşmasının ötesine geçilmiş, bizzat üretimin kendisi uluslararasılaşmıştı. Temel dürtü, büyük ülkelerde ortaya çıkan sermaye fazlasının daha kârlı başka ülkelere taşınmasıydı. Sermaye ihracı yoluyla bizzat sermaye, yalnızca borçlar ve krediler yoluyla değil üretken sermaye olarak da, gittiği bütün ülkeleri ve giderek tüm dünyayı tek bir dünya ekonomisinin parçaları haline getirerek uluslararasılaşmıştı. Artık Marx zamanından, 1848’lerden çok dahi ötelerde bir uluslararasılaşma eğilimi içindeydi kapitalizm. Tüm dünya kapitalist ilişkiler temelinde birbirine bağlanmıştı. Artık sadece proletaryanın uluslararası hareketinin nesnel temel genişleyip sağlamlaşmakla kalmamış, kapitalizm çürüme ve can çekişme dönemine girerek sosyalizm için bütünüyle olgunlaşmıştı. Tüm dünyada sosyalizmin, proleter bir devrimin ön koşulları bulunuyordu. Proleter devrim ihtimali, ileri ülkelere özgü bir beklenti olmaktan çıktı. Az çok proletaryaya sahip ülkeler dünya proleter devrimini başlatma şansını yakaladılar. Bundan böyle dünya devrimi görece geri ülkelerde başlayabilirdi. Uluslararası sermaye cephesi emperyalist zincirin en zayıf olduğu yerden yarılabilirdi. 1905 Devrimi bunun örneğini sundu:
“Rusya’da 1905 burjuva devrimi, dünya tarihinin son derece özgün bir dönüm noktasını oluşturur; kapitalist ülkelerin en gerilerinden, birinde, grev hareketi, dünyada eşi görülmemiş bir genişlik ve güce ulaşmıştı… Pek özel bazı tarihsel etkenlerin etkisi altında, geri kalmış bir ülke olan Rusya, dünyaya, devrim sonrasında, ezilen yığınların kendiliğinden gelme eyleminin sıçrayışlar halinde güçlenmesi örneğini (bütün büyük devrimlerde bu böyle olmuştu) vermekle kalmadı, ama üstelik Rus devrimi, dünyaya, nüfus içindeki sayıca öneminden çok daha üstün rol oynayabilen bir proletarya örneğini de verdi…”(Lenin, “Sol” Komünizm, sf.96)
Devrim görece geri ülkelerden başlayacak denli dünya ekonomisi birleşik ve uluslararası bir duruma yükselmişti, bir ülkedeki devrimin diğer ülkeleri harekete geçirmesi için koşullar çok olgunlaşmış ve uluslararası proletarya hareketi birbirine çok daha yakından bağlanmıştı, tek bir dünya partisi vardı, ama onun da ötesinde, birbirine bağlanan sermaye ve sanayiler ve üstelik kapitalizmin girmekte olduğu genel bunalım ve kapitalist krizin artık bütün ülkeleri etkileyerek gelişmekte oluşu uluslararası proletaryayı ve hareketini nesnel olarak da tekleştirme yönünde rol oynuyordu. Uluslararası devrimin koşulları, bu nedenle de ileri ölçüde olgunlaşma durumundaydı. Artık dünya proleter devrimi ele tutulur bir gelecek halindeydi.
Ama yine de şurada burada, çeşitli ülkelerde ortaya çıkıp yenilen proleter eylemlere rastlandı; sadece bilinç ve örgüt eksikliği nedeniyle değil, uluslararası proleter devrimi başlatmaya güç yetiremediği için yenilen bu eylemler, kuşkusuz ki, proleter hareketin genişlemesine yol açtı ve paha biçilmez örnekler olarak rol oynadılar. 1905 Devriminde olduğu gibi. Bu durum, Trotskist “sürekli devrim” tezinin, topyekûn dünya devrimi beklentilerinin gerçekleşme şansı olmadığını da gösterdi.
Devrim merkezinin yer değiştirmesinin anlamı
Dünya devriminin merkezinin ülkeden ülkeye yer değiştirmesinin anlamı da aslında, devrimin, çeşitli ülkelerde kapitalizminin gelişmesinin ekonomik ve siyasal özelliklerinin farklı oluşundan kaynaklanmak üzere, farklı ülkelerde farklı gelişme çizgileri izlemekte olduğunun kanıtıydı. Bir dönem ileri giden Fransız proletarya hareketinin yerini Alman ve sonra da Rusya proletaryasının hareketi alabiliyorsa, bu en başta bu ülkelerin nesnel ekonomik ve siyasal koşullarındaki gelişme farklılığından geliyordu. Şu kesindi; uluslararası proletarya hareketi ileriye doğru dev adımlar atmaktaydı. Devrim artık kapıdaydı. Ama yine tek ve topyekûn bir devrim olarak belirmeyecek, çeşitli ülkelerde farklı yollardan gelişen ve farklı gelişme aşamalarında olan proletarya hareketlerinden bileşecek, bunlardan, hep olduğu gibi, kimi ileri giderken kimi geri kalacak ve dünya proleter devrimi de hiç yenilgiler ya da duraklamalar içermeyen tek düze bir süreç olarak gelişmeyecekti.
Lenin, “Proletaryanın milletlerarası devrimci hareketi, ayrı ayrı ülkelerde hep bir çizgide ve özdeş biçimlerde gelişemez, gelişmemektedir de. Her bir faaliyet alanında bütün fırsatlardan sonuna kadar ve tastamam yararlanılması, çeşitli ülkelerde proletaryanın sınıf kavgasının sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Her ülke kendi değerli ve kendine has özellikleriyle ortak akıma katkıda bulunuyor; ama her bir belirli ülkede hareket kendi tek yanlılığının, sosyalist partilerin kendi teorik ve pratik kusurlarının acısını çekmektedir. Genel olarak milletlerarası sosyalizmin yaman bir ileri adım attığını, proletaryanın milyonluk ordularının düşmanla bir dizi pratik çarpışma süreci içinde bir araya geldiğini ve burjuvaziyle kesin savaşın yaklaşmakta olduğunu ayan beyan görmekteyiz, işçi sınıfı, bu mücadeleye Komün günlerinde, o son büyük proleter ayaklanmasında olduğundan çok daha hazır bir durumdadır.” (Doğu’da Ulusal Kurtuluş Hareketleri, s.38) diyordu. Ve sonra dünya devriminin uluslararası yönüyle olgunlaşmış koşullarında Almanya ve Macaristan’la Finlandiya’nın benzeri başına gelecek İrlanda ayaklanmasının yenilgisi üzerine ise şunları yazıyordu:
“İrlandalıların talihsizliği, vaktinden önce, proletaryanın Avrupa ayaklanması henüz olgunlaşmaya vakit bulamadan baş kaldırmış olmalarıdır. Kapitalizm, çeşitli başkaldırı yuvalarının kendiliklerinden derhal -geri dönüşler, yenilgiler olmaksızın- birleşmelerine elverecek kadar ahenkli bir yapıya sahip değildir. Beri yandan, ayaklanmaların farklı zamanlarda, farklı yerlerde ve çeşit çeşit olması da genel harekete yaygınlık ve derinlik sağlamaktadır. Ne var ki, yığınlar ancak böyle vakitsiz, münferit, dağınık ve o yüzden de başarısız devrim hareketlerinde tecrübe ve bilgilerini artırırlar, güç kazanır, gerçek önderleri olan proleterleri tanırlar ve bu yoldan giderek genel saldırıya hazırlanırlar.” (Age, sf. 246)
1917 sonrası Alman ve diğer proleter ayaklanmaların yenilgi nedeni, “vaktinden önce” patlamaları değildi kuşkusuz. Vakitsiz oluş, ancak, ülke içi koşullar açısından söz konusu edilebilirdi. Ama anlaşılması gerekiyordu ki, uluslararası proleter devrimin, bir parçası olan Alman devrimi ve diğerlerinin proleter ayaklanmaları kendi ulusal tarihsel ekonomik, siyasal vb. koşulları sonucu ortaya çıkmıştı. Ekim Devrimi’nin onlar üzerindeki harekete getirici etkisi, başarıyı garanti etmek için yeterli olamazdı.
Sorun kapitalizmin dengesiz gelişme yasasından kaynaklanıyordu ki, bu mutlak bir yasaydı. Marx tarafından ortaya konan bu yasa üzerine Lenin şunları yazmıştı:
“Ekonomide ve siyasette çarpık gelişme, kapitalizmin mutlak kanunudur. Dolayısıyla, sosyalizm önce birkaç, hatta sadece bir tek kapitalist ülkede zafere ulaşabilir pekâlâ. O ülkenin zaferi elde eden proletaryası, kapitalistleri mülksüzleştirip kendi sosyalist üretimini örgütledikten sonra dünyanın -kapitalist dünyanın- geri kalan kısmına karşı ayaklanacak, diğer ülkelerin ezilen sınıflarını kendi davasına katacak, o ülkelerde kapitalistlere karşı ayaklanmaları kışkırtacak, gerekli hallerde sömürücü sınıflara ve onların devletlerine karşı silah zoruna dahi başvuracaktır.” (Age, sf.148)
Lenin’in, temel öneme sahip bu saptaması, Trotskizmi yerle bir ediyor, iktidarı alan proletaryaya, kesin olarak, sosyalist üretimini örgütleme şansını veriyor. Devrimi sözde “sürekli” kılmak üzere başka ülkelere hemen bir saldırıyı gereksiz görüyor. Yanlış olduğu için gereksiz. Ele geçirilen iktidarı tehlikeye atacağı ve devrim ihracı, devrimlerin yolu olmadığı için gereksiz ve yanlış. Ama çok açık olarak iktidarı ele geçiren, yani dünya proleter devrimini başlatan proletaryanın, öncü proletaryanın önüne görevler konuyor. Kim bu görevlerin harfi harfine Sovyet iktidarı tarafından yerine getirilmediğini iddia edebilir?
Sovyet proletaryası daha ilk günden uluslararası kapitalizme karşı ayaklanma halinde olmuştur. Üçüncü Enternasyonal’i kuran en başta Sovyet proletaryasıdır. Olanca “içişlere karışma” suçlamalarına karşı bütün ülkelerde, onun örgütlenmesine yardım eden, dünyanın hiçbir yerindeki devrimci hareketler karşısında ilgisiz kalmayan, ayaklanmalara doğrudan destek veren, yine odur. Üstelik yalnızca destekle kalmamış, sosyalizmin merkez üssü ve desteği olarak bütün ülkelerden proleterlere, eğitimden lojistiğe kadar destek sağlamanın ötesinde ayaklanmaları kışkırtan da Sovyet proletaryası ve partisi olmuştur. Bütün bir Doğuyu ayaklandıran odur ve üstelik ikinci savaşta iş, kapitalizmin koçbaşına karşı silah zoruna başvurmaya kadar varmıştır.
1905 Devrimi, Marksizm’in II. Enternasyonalce yozlaştırılmasına önemli bir darbe vurdu. Ancak “barışçı” gelişme koşullarının bir ürünü olarak gelişmesi içinde sosyal şovenizme ve tam bir ihanete dönüşen II. Enternasyonal oportünizmine ölümcül darbeyi vuracak olan Ekim Devrimiydi.

6. SOVYET DEVRİMİ VE “DÜNYA DEVRİMİ”
Dünyanın ilk muzaffer proleter devrimi, tüm dünyayı, kapitalizmi, konumlanışıyla burjuvaziyi ve proletaryanın mücadele koşullarını değiştirerek dünyanın görece geri bir ülkesinde patlak verdi. Marx’ın Almanya için öngördüğünü, burjuva devrimi proleter devrime dönüştürme sorununu Rusya çözmüştü. Ve artık Rusya, tüm dünya proletaryasının gözünü diktiği, destek sağladığı ve hareketini Rusya proletaryasının hareketiyle koordine etmeye yöneldiği, proletarya devriminin bir ileri karakolu ve merkezi haline gelmişti. Lenin, III. Enternasyonal 2. Kongresi için kaleme aldığı “Milletler ve Sömürgeler Sorunu Üzerine Tezlerin ilk Taslakları”nda buna değindi. 5. tez şöyleydi:
“Dünyanın siyasi durumu şu anda proletarya diktatörlüğünü gündeme koymuştur. Dünyada siyasi gelişmeler zorunlu olarak tek bir odak noktasında toplanmaktadır: Dünya burjuvazisinin Sovyet Rus Cumhuriyeti’ne karşı mücadelesi. Bu mücadelede bir yandan bütün ülkelerin ileri işçilerinin şura hareketleri, öbür yandan tek kurtuluşlarının sisteminin dünya emperyalizmine karşı zafer kazanmasına bağlı olduğunu acı tecrübeler sonucunda öğrenen sömürgelerdeki ve ezilen milliyetler arasındaki bütün milli kurtuluş hareketleri, zorunlu olarak Sovyet Rus Cumhuriyeti çevresinde toplanmaktadır.”(Age, sf. 341)
Bu tez, Trotskistlere göre, saf ulusalcılıktır; diğer ülkelerin proleter ve milli kurtuluş hareketlerini Sovyet devletin çıkarının koşmak üzere ona bağımlı kılmaktır! Ama tez, gerçeği yansıtmaktan başka bir şey yapmamaktadır. Ve henüz “reel sosyalizm”e çok vardır! Bu gerçek, onun reelliğini değil, dünyanın gerçeğini yansıtmaktadır. Tek bir ülkede zafer kazanan ve önceden öngörüldüğü gibi sosyalist ekonomisini örgütlemek zorunda olan, bunun için olduğu kadar dünya proleter devrimine bir destek üssü olarak hizmet edebilmek için de varlığını korumak durumunda olan ve varlığı koşullarında kaçınılmazlıkla bütün ülkelerin devrimci hareketlerini emperyalizme karşı etrafında toparlamadan edemeyecek olan sosyalizmin, kapitalist dünya ile çatışma halindeki gerçeği budur. Proletarya diktatörlüğüne tüm burjuvazinin saldıracağı, dünya proleter devrimini üssüz ve örneksiz bırakmak isteyeceği ve ama tüm dünya proletaryası ve ezilen halklarının kendi gelecekleri olan onun etrafında birleşmeye yöneleceği ve böyle olduğu, yalnızca katı gerçektir.
İlk Sovyet devrimi dünyanın görece geri bir ülkesinde gerçekleşmiştir. Özellikle 1905’in dersleriyle olgunlaşmış, deneyli, ama sayıca örneğin Almanya’dan az bir proleter nüfus tarafından gerçekleştirilmiştir. Neden?
Önderlik Bir Süre İçin Ruslara Geçiyor
Lenin’den uzunca bir alıntı ile, kapitalizmin ve proleter hareketin dengeli olmayan gelişmesi, devrim merkezinin kayması ve geri ülkede zaferin nedenleri üzerine bir özet yapmak yerinde olacak.
“Proletarya diktatörlüğünün kurulmasının, esas olarak, Rusya’nın geriliği ile onun burjuva demokrasisinin üzerinden ‘sıçraması’ arasındaki ‘çelişkiyi doğurmuş olması şaşırtıcı değil midir?” diye soran ve “hayır” diye yanıtlayan Lenin şöyle devam ediyor:
“Modern bilime ilişkin genel bilgisi olan herhangi bir Marksist’e ya da herhangi bir kişiye, gerçekten de, değişik kapitalist ülkelerin proletarya diktatörlüğüne geçişinin, aynı yolda ya da ona uyumlu bir simetri içinde olup olmayacağı sorulsaydı, hiç kuşkusuz yanıtı olumsuz olacaktı. Kapitalist dünyada uyumlu, ya da simetrik bir gelişme hiçbir zaman olmamıştır, olamazdı da. Her ülke kapitalizmin ve işçi hareketinin önce bir, sonra da bir başka yönünü ya da özelliğini ya da özellikler grubunu daha güçlü olarak geliştirmiştir. Bu gelişme süreci eşit olmayan bir yolda oluştu.
“Fransa büyük burjuva devrimini gerçekleştirdiği ve bütün Avrupa kıtasını tarihsel olarak yeni bir yaşama gözlerini açmaya zorladığı zaman, İngiltere, aynı zamanda, Fransa’dan kapitalist yönde daha çok geliştiği halde, karşı devrimci koalisyonun başında bulunuyordu. Ne var ki, bu dönemin İngiliz işçi sınıfı hareketi, geleceğin Marksizm’ini içerdiği şeylerin çoğunu daha o zamanlar parlak bir biçimde yaşamıştı.
“…(Ama) Birkaç on yıldan beri bu gelişmiş kapitalist ülke (İngiltere), proletaryanın devrimci mücadelesinde geride kalmıştı. Fransa, dünya tarihi gelişmesine son derece önemli katkıları olan, burjuvaziye karşı 1848 ve 1871’deki işçi sınıfının iki kahramanca başkaldırısında proletaryanın kuvvetini tüketmiş görünüyordu. O zaman işçi sınıfı hareketinin enternasyonalinde önderlik Almanya’ya geçti; bu Almanya’nın iktisadi yönden İngiltere ve Fransa’nın gerisinde kaldığı 19. yüzyılın yetmişlerinde oldu. Ama Almanya, bu iki ülkeyi ekonomik yönden geride bırakınca, yani 20. yüzyılın ikinci on yılma doğru, Almanya’nın Marksist işçi partisi, bütün dünya için bir örnek olan bu parti, bir avuç alçağın alçağını… kendilerini kapitalistlere satan, monarşinin ve karşı devrimci burjuvazinin hizmetinde bulunan iğrenç cellatları başında buldu.
“Dünya tarihi, yolundan sapmadan proletarya diktatörlüğüne doğru gidiyor, ama bunu, pürüzsüz, yalın ve dosdoğru olmayan bir yolda yapıyor.
“… Ve öyle oldu. Devrimci proleter enternasyonalinde, önderlik, bir süre için -hiç söylemeye gerek yok ki kısa bir süre için- Ruslara geçmiş bulunmaktadır, tıpkı 19. yüzyılın çeşitli dönemlerinde, önce İngilizlerin, sonra Fransızların, soma da Almanların eline geçmesi gibi.”
Bu, olabilirliğine ve olmak zorunda olduğuna ilişkin. Kapitalizm koşullarında proletarya hareketinin ekonomik gelişme ile tam uyumlu olmayışının kaçınılmazlığına ilişkin.
Dünya proleter devriminin Rusya’da başlamasının nedenleri
Peki, geri bir ülkede proleter devriminin ortaya çıkışının ve dünya proleter devriminin böyle bir ülkede başlamasının nedenleri ne? Lenin devam ediyor:
“Başlamak bizim için daha kolaydı, birincisi, çünkü -20. yüzyıl Avrupa’sı için- Çar monarşisinin eşi görülmedik siyasal geriliği, yığınların devrimci hücumlarına eşi görülmedik bir güç vermiştir. İkincisi, Rusya’nın geriliği, proletaryanın, burjuvaziye karşı devrimini, toprak beylerine karşı köylü devrimi ile kendine özgü bir yolda birleştirmiştir. Ekim 1917’de hareket noktamız budur ve eğer oradan başlamamış olsaydık zaferi böyle kolay gerçekleştiremezdik. Daha 1856’da Marx, Prusya ile ilgili olarak proleter devrimi ile köylü savaşının özel bir bileşimi olasılığından söz etmiştir. 1905’in başından itibaren Bolşevikler, proletaryanın ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğü düşüncesini savunmuşlardır. Üçüncüsü, 1905 devriminin işçi ve köylü yığınlarının siyasal eğitimine çok büyük katkıları olmuştur, çünkü bu devrim, yığınların öncüsünü Batı’daki sosyalizmin ‘son sözü’ ile ve gene çünkü yığınların devrimci eylemi ile tanışık hale getirmiştir… Dördüncüsü, Rusya’nın coğrafi koşulları, onu, öteki ülkelerden daha uzun süre kapitalistlerin, gelişmiş ülkelerin üstün askeri gücüne karşı direnme olanağını sağladı. Beşincisi, proletaryanın köylülüğe karşı özgül tutumu, burjuva devriminden sosyalist devrime geçişi kolaylaştırmış ve kent proletaryasının kırsal kesimdeki çalışan halkın yarı-proleter ve yoksul kesimlerini etkilemesini kolaylaştırmıştı. Altıncısı, grev eylemlerindeki uzun süreli eğitim ve Avrupa’nın yığınsal işçi sınıfı hareketinin deneyimleri, Sovyetler gibi proletaryanın devrimci örgütünün böyle biricik bir biçiminin -derin ve hızla yığınlaşan devrimci bir durumdan- çıkmasını kolaylaştırmıştır.” (Marx-Engels Marksizm, s. 678-281)
Proleter devrimin ilk olarak Rusya’da ortaya çıkışının nedenleri ya da Rus devriminin olanakları bunlardır.
“Kapitalizmi ilk yere vurmak Rusların kısmetine düştü”
Ve ilginç olan, aktardığımız pasajda Lenin’in “Devrimci proleter enternasyonalinde, önderlik, bir süre için -hiç söylemeye gerek yok ki kısa bir süre için- Ruslara geçmiş bulunmaktadır…” demesidir.
Lenin Rusya’nın geriliğinin yalnızca başlamayı kolaylaştırdığını biliyordu. Başlamak, aynıyla sürdürmek demek değildi, tamamlamak hiç değildi; ama başlangıç vuruşunu yapma tarihsel göreviyle karşı karşıya kalan bu vuruşu yapacaktı. Dünya proleter devrimi bir süreçti ve bileşenleri olan proletarya devrimlerini, hiç kuşkusuz, en başta, en ileri ülkelerdekilerin katkısına ihtiyaç duyacaktı. Sosyalizm için en olgun koşulların, kapitalizmin en ileri düzeylerde geliştiği ülkelerde bulunduğu şüphesizdi ve sosyalist devrim uluslararası bir devrim olarak bu ülkelerde devrimle kucaklaşacaktı. Lenin’in kavrayışı böyleydi ve o Rus proletaryasına tarihsel siyasal koşullar tarafından dayatılan önderliğin, bu nedenle geçici olduğunu düşünüyor, daha gelişkin ve sosyalizm için daha çok olgunlaşmış bir ülkenin daha ileriye gidecek proletarya hareketi ve devrimine görevi devretmek üzere, geçici olduğu bilinciyle dört elle sarılıyordu. Biliyordu ki, olaylar içinde Rus proletaryasının elde ettiği “üstünlük”, yani ileri mevzilerde savaşma görevi başlama kolaylığı nedeniyleydi. Gelişmiş kapitalist ülkelerde ise, başlamak zordu, ama bir kez başladıktan sonra sürdürmek kolaydı. Lenin, oralarda devrim patlak verdiğinde, sürdürme kolaylığı nedeniyle görevin devredilmesini öngörüyordu. Ve Lenin Almanya’da Spartaküslerin yenilgisine karşın Avrupa’da devrim beklentisini korudu.
“Başka ülkelerde bu iş, elbette daha zor” diyordu ama inancını da ifadelendirmekten geri durmuyordu:
“Oralarda Nikola gibi, Rasputin gibi yarı-deliler yok. Oralarda sınıflarının en seçkinleri hükümetlerin başında. Otokrasiye karşı bir devrimin koşulları oralarda eksik. Kapitalist sınıfın hükümetleri var başlarında. Bu sınıfın en yetenekli temsilcileri, uzun süredir yönetimi ellerinde tutuyor. İşte gene aynı nedenlerle buralarda da, bugün olmasa yarın devrim olacak; Friedrich Adler gibiler, Kari Liebknecht gibiler, bu yolda ölseler de. Gelecek onların, bütün ülkelerin işçileri onları izliyor. Dünya işçileri mutlaka zafere ulaşacak.” (Sosyalizm ve Savaş, sf. 132
Lenin, “olayların gelişmesiyle sosyalist devrimin ileri karakollarına doğru geçici olarak götürülen” (M-E-Marksizm, sf. 274) Rusya’da ilk “doğum sancıları”nın yaşanmakta olduğunu düşünüyor, ama bu sancı ve zorlukların, temelde Rusya’nın geri ülke oluşundan kaynaklanan zorlukların aşılacağına güveniyordu. Çünkü dünya kapitalizminin sosyalizm için hazır halde olduğunu görüyor, sosyalist devrimin yeni zaferlerini bekliyordu: “Geleceğe tam bir güvenceyle ve kesin bir inançla bakmamız için her türlü neden var, çünkü bize yeni müttefikler Ve bir sürü daha gelişmiş ülkede sosyalist devrimin yeni zaferlerini hazırlıyor.” (Age) Ve ekliyordu: “…kısa zamanda mahvolacak olan bu vahşi canavarı, kapitalizmi ilk yere vurmak bizim kısmetimize düştüğü için gurur duyma ve kendimizi şanslı sayma hakkına sahibiz.” (Age)
Lenin, Sovyetlerin yardımına gelecek Avrupa’da bir devrim bekliyordu. Rusya proletaryasının devrimci taktiğini bu devrimin kolaylaştırmasına yöneltti. Bunun için bir ülkenin, üstelik geri bir ülkenin yapabileceği her şeyi yaptı. Bu, tek enternasyonalist ve devrimci taktik yaklaşımdı.
Sovyet Devrimi’ne yönelik eleştiriler ve Bolşeviklerin tutumu
Ve Lenin, yaşarken, Rus devriminin uluslararası yönelim; konum ve tutumlarına ilişkin olarak iki yönden suçlandı. Proletarya devriminin taktiğini Avrupa’da belirli bir devrim beklentisi üzerine kurmakla, sanki pek devrimciymiş, proletaryanın ve proletarya diktatörlüğünün çıkarlarını pek gözetirmiş gibi, Kautsky tarafından suçlanırken, Brest uzlaşması, Polonya’ya saldırmayı kabullenmemesi ve “devrimi sürekli kılmaması” dolayısıyla Trotsky tarafından Lenin’e suçlamalar yöneltildi.
Evet, Lenin bir Avrupa devrimi bekliyordu, çünkü Avrupa’da devrimci bir durum yaşanmaktaydı ve bunun hesaba katılmaması körlük olurdu.
Sovyet Rusya’nın böyle bir devrimle dünya proleter devriminin geliştirilişine çok da ihtiyacı vardı kuşkusuz. Ancak taktik, bu ihtiyaç ve istek üzerine kurulamazdı, kurulmadı, somut nesnel koşullara dayandırıldı: Avrupa’daki devrimci duruma.
Evet, Lenin’in Avrupa devrimi beklentisi vardı. Örneğin, “Proleter ve köylü Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, dünyada ilk kalıcı sosyalist cumhuriyet olduğunu tanıtladı. Yeni bir devlet biçimi olarak yok olması olanaksızdır. Bu devlet bundan böyle tek başına olmayacaktır “Age, sf. 281) diyor ve/ ikinci, üçüncü vb. Sovyet cumhuriyetlerini öngörüyordu. Öngördüğü, proletaryanın uluslararası diktatörlüğü idi: “Proletarya diktatörlüğü milli bir diktatörlükten (yani, tek bir, ülkede var olan ve dünya siyasetini etkileme gücünden yoksun bir diktatörlükten) milletlerarası bir diktatörlüğe (yani, en azından birkaç ileri ülkeyi kapsayan ve genel olarak dünya siyaseti üzerinde etkisini gösterebilen bir diktatörlüğe) dönüştürme görevi gittikçe daha büyük bir zorunluluk olarak belirdikçe…” (D.U.K. Hareketleri, sf,344) diyordu. Ve üstelik şunları da söylüyordu: ,
“… Biz diyoruz ki, ‘Emperyalist yağmacılara lanet, kapitalizme lanet, kapitalizme ölüm’ ve aynı zamanda ‘Almanlardan öğren! Alman işçileriyle kardeşçe ittifaka bağlı kal. Onlar yardımımıza gelmekte geciktiler biz zaman kazanacağız, onların geldiği günleri göreceğiz ve onlar mutlaka yardımımıza gelecekler.’ ” (Sosyalizm ve Savaş, sf.146)
Bunlardan yola çıkan dönek Kautsky, fetvayı vermişti. Lenin, Bolşevik İhtilali’nin başarısını Avrupa’da teşvik edilip ayaklandırılacak yığınların gerçekleştireceği bir devrime, bir Avrupa devrimine bağlamıştı. Dünya proleter devrimini teorik olarak da reddetmek üzere, -başka türlü ihtilalci olmak gereğinden kaçamazdı-, suçlamasını yöneltti:
“Bolşevik ihtilali, genel bir Avrupa ihtilalinin başlangıç noktası olacağı, Rusya’nın cesur inisiyatifinin bütün Avrupa’nın proleterlerini ayaklanmaya götüreceği sanısına dayanmıştı… Yalnız asıl sanı, yani Rus ihtilali’nin bir Avrupa ihtilalini mutlaka boşandırması ihtimali gerçekleşirse… Peki, bu olmazsa? Şimdiye kadar bu sanının doğruluğu ortaya çıkmamıştır.” (Aktaran Lenin, Proletarya İhtilali ve Dönek Kautsky, sf. 169)
Lenin yanıtlıyordu:
“Kautsky, Marx, Engels ve Bebel’in beklenen ihtilalin başlangıcı konusunda birkaç defa yanıldıklarını, ama taktiklerini hiçbir zaman ‘belli bir günde’ bekledikleri bir ihtilale göre ayarlamadıklarını uzun uzun anlatmaya çalışıyor; buna karşılık kendisi de, Bolşeviklerin ‘her şeyi bir tek koza, genel bir Avrupa ihtilaline bağladıklarını’ söylüyor.
“… Bolşevikler taktiklerim başka ülkelerde belli bir güne kadar beklenen bir ihtilale dayandırsalardı, reddedilemeyecek bir saçmalığa düşmüş olurlardı… Kautsky, beli bir tarihle olması beklenen bir Avrupa ihtilaline dayalı taktiklerle, belli bir tarihte değil, uzak ya da yakın gelecekte beklenen bir Avrupa İhtilaline dayalı taktikleri birbirine karıştırmıştır. Belli bir tarihte ihtilal çıkacağı umuduna dayalı taktikler saçmadır. Fakat belli olmayan tarihteki ihtilale dayalı taktikler bir Marksist için zorunludur; her devrimci proleter ve enternasyonalist için zorunludur. Çünkü bütün Avrupa ülkelerinde savaşın meydana getirdiği belirgin durumu tam Marksist bir biçimde ancak bunlar hesaba katar ve ancak bunlar, proletaryanın uluslararası görevlerine uygun düşer… İhtilal durumu varsa, bir Avrupa ihtilalini hesaba katmak, bir Marksist için zorunludur. İhtilal durumunun olması ile olmaması hallerinde, sosyalist proletarya taktiklerinin aynı olmayacağı, Marksizm’in alfabesidir.” (Age, sf. 170-171)
Trotsky’nin suçlaması ise hâlâ sürdürülüyor. En çok da Stalin’e suç yükleyerek. Bu Kautsky ile tam aksi yönden yöneltilen suçlama, Sovyet Devrimi’nin çıkarları için, diğer ülkelerin proleter hareket ve devrimlerine yardım edilmediği, devrimin oralara yönelik olarak sürdürülmediği ve tersine diğer ülkelerin proletaryası ve hareketlerinin Sovyet devletinin güçlendirilmesine, ulusalcı bir tarzda tabi kılınarak bu ülkeler proletaryası ve hareketlerinin kullanıldığı şeklindedir. Koşulları İkinci Dünya Savaşı’ndaki gibi ortaya çıkan ve sorunu “ihracat” sorunu olmaktan çıkaran durumlar dışında “devrim ihracı” sorunu ele alınmaya değmez. Yalnızca Lenin’in diğer ülkeler devrimlerinin dünya proleter devriminin gelişmesi açısından nasıl desteklendiğine ve sorunu nasıl ele aldığına ilişkin düşüncelerini aktarmakla yetineceğiz.
“Nihai zaferin ancak dünyanın bütün ileri ülkelerinin proletaryası tarafından kazanılabileceği muhakkaktır; ve biz, Ruslar, İngiliz, Fransız ve Alman proletaryasının sağlama bağlayacağı işi başlatıyoruz.. Fakat en başta doğu milletleri olmak üzere bütün ezilen sömürge milletlerin emekçi halklarının yardımı olmaksızın ileri ülkeler proletaryasının zafere ulaşamayacağını da görüyoruz. Komünizme geçişin yalnız öncü tarafından gerçekleştirilemeyeceğini anlamalıyız. Görev, hangi düzeye varmış olursa olsunlar, emekçi halkları devrimci eyleme, bağımsız harekete ve örgütlenmeye kazanmaktır.” (Doğu’da Ulusal Kurtuluş Hareketi, sf.224)
“Proletarya diktatörlüğünü milli bir diktatörlükten… Milletlerarası bir diktatörlüğe… dönüştürme görevi gittikçe daha büyük bir zorunluluk olarak belirdikçe… kökleri çok derine giden küçük burjuva milli önyargılara karşı mücadele etme zorunluluğu da artar. Küçük burjuva milliyetçiliği, salt milletlerin eşitliğinin tanınmasını enternasyonalcilik olarak ilan eder ve oradan bir adım ileri gitmez. Bu tanımanın sadece lafta kalması bir yana, küçük burjuva milliyetçiliği milli bencil çıkara hiç dokunmaz; oysa proleter enternasyonalciliği, önce her bir ülkedeki proleter mücadelesinin çıkarlarının dünya çapındaki proleter mücadelesinin çıkarlarına bağımlı kılınmasını, sonra da burjuvaziye karşı zafer kazanmakta olan milletin, milletlerarası sermayenin alaşağı edilmesi yolunda en büyük milli fedakarlıklara katlanmaya razı olmasını ve bu fedakarlıklara katlanmasını şart koşar.” (Age, sf. 344)
Ve Lenin’den dünya proleter devrimi ve sosyalizmin zaferi üzerine sonsöz:
“Yalnız genel Avrupa ihtilali değil, dünya proleter ihtilali, herkesin gözü önünde olgunlaşıyor ve proletaryanın Rusya’daki zaferinden yardım görüyor, onun tarafından itiliyor ve destekleniyor. Bütün bunlar; sosyalizmin tam zaferi İçirt yeterli değil mi diyorsunuz? Elbette değil. Ama bir ülke daha fazlasını yapamaz. Fakat bir ülke, Sovyet Hükümeti sayesinde, öyle çok şey yapmıştır ki, diyelim ki yarın, Alman ve İngiliz-Fransız emperyalizmi arasında bir anlaşmanın sonucu olarak, böylesine kötü bir ihtimalle, Rusya’da Sovyet hükümeti yıkılsa bile, Bolşevik taktiklerinin sosyalizme büyük yararlar sağladığı, henüz patlamamış dünya ihtilalinin gelişmesine yardım ettiği anlaşılır.” (Proletarya ihtilali ve Dönek Kautsky, sf. 177)
Stalin’den Sovyetler Birliği’nde sosyalist kuruluş ile enternasyonalizm bağlantısı üzerine bir paragrafla bitirelim.
“Henüz kısa bir süre önce, Zinovyev ile Kamanev, uluslararası devrim bizi kurtarmazsa, tekniğimizin ve ekonomimizin geriliğinden dolayı iç güçlüklerin üstesinden gelemeyeceğimiz görüşünü, Politbüro önünde savunuyorlardı. Oysa biz, Merkez Komitesi çoğunluğu ile birlikte, teknik geriliğimize karşın, sosyalizmi kurabileceğimiz, onu kurmakta olduğumuz ve sonuna kadar kuracağımız görüşündeyiz.” (SBKP Moskova Komitesi mektubundan)
“Zinovyev, inançsızlığı enternasyonalizm olarak yorumlamaktan zevk duyuyor.
“Buradan enternasyonalizme ve dünya devrimine karşı günah işleyenin parti olmadığı, tersine, Zinovyev olduğunu söylemek daha doğru olmaz mı? Çünkü ‘kuruluş halinde sosyalizm’ ülkesi olan ülkemiz, dünya devrimi için bir temel değil de nedir? Ama bu ülke, sosyalist toplumu kurma yeteneğinden. yoksun ise, dünya devrimi için gerçek bir temel olabilir mi? Kendi içinde, ekonomimizdeki kapitalist unsurlara karşı zafer kazanma yeteneğinden, sosyalizmin kuruluşunu başarma yeteneğinden yoksun ise, bugün olduğu gibi, bütün ülkelerin işçileri için güçlü bir çekim merkezi olarak kalabilir mi?” (Leninizm’in İlkeleri, s. 173-174)

Ocak 1994

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑