Birinci Savaş’tan sonra çalışmak ya da öğrenim görmek üzere Almanya’ya gi¬den Türkler, bu ülkede kaldıkları yıllar boyunca politik bir formasyon edindiler ve 1919’daki Spartakist Ayaklanması’yla hare¬kete geçen komünistleri, işçileri, küçük bur¬juva devrimcilerini ve aydınları çok yakın¬dan gözleme olanağı elde ettiler. Almanya’daki Türkiyeli işçiler ve aydınlar; Spartakistler’in eyleminden, büyük çoğunlu¬ğunun Türkiye’ye dönme kararı verdikleri mayıs ayı başlarına kadar, emperyalist işgal altındaki ülkelerinin içinde bulunduğu du¬rumdan nasıl kurtarılacağı konusunda feyz aldılar. Almanya’da kurdukları milliyetçi örgütlerde sürdürdükleri tartışmalarda geliştir¬dikleri “sosyalist” görüşler Spartakistler’in politikalarıyla bire bir örtüşmüyordu ama Almanya’daki sınıf mücadelesine ağırlıkları¬nı koyan komünistler, bu gençlerin hayranlı¬ğını çekiyordu. Almanya’dayken ve Mustafa Kemal’in Samsun’a çıktığı günlerde kalaba¬lık bir ekip olarak Türkiye’ye döndükleri za¬man Spartakistler olarak anılmalarından bundan dolayı hoşnutluk duymuşlardı.
Bir gemiyle Türkiye’ye dönenler çok kısa bir süre önce Almanya’da İşçi ve Çiftçi Parti¬si adıyla bir örgüt kurmuş ve örgütün yayın organı olarak da “Kurtuluş” dergisini çıkar¬maya başlamışlardı. Bu örgüt ve yayın orga-nı vasıtasıyla Türkiyeli işçileri örgütlemeye çalışmışlar ve sendikal faaliyetlerde bulun¬muşlardı.
Bundan sonra da örgütlenme faaliyetini işgal koşullan altındaki İstanbul’da sürdüre¬ceklerdi: Bir kısmı Anadolu’ya geçmeye ka¬rar verdi ve milli kurtuluş savaşı yürüten, milli burjuvazinin örgütü Kuvay-ı Milliye saflarına katıldı.
ÇARPITILMIŞ “PROLETARYA” KAVRAMI
Kurtuluş dergisi ve daha önce Fransa’da yaşayan Şefik Hüsnü’nün başında bulundu¬ğu İşçi ve Çiftçi Partisi çevresinde bulunanlar, işçi sınıfının tarihsel rolü gibi bir kavra¬mı daha önce sık sık duymuş olmalarına karşın, entelektüalizmin etkisi altındaydılar ve işçi sınıfına yönelik cılız propaganda ça¬lışmaları da bu perspektifin etkisinden kurtulamıyordu. O dönem hazırlayıp dağıttıkla¬rı bildirilerde de işçi sınıfının somut ve acil sorunlarına açık ve kesin bir dille değinilmektense, ikincil sorunlar öne çıkarılıyor ve entelektüel bir dil kullanılmaya özen göste¬riliyordu.
Diğer yandan da partinin kadroları, kö¬ken itibariyle burjuva-aristokrat sınıftan gel¬mekteydiler. Bunların bir kısmı zaten daha sonra, TKP’nin sınıf uzlaşmacı politikaları¬nın yönlendirmesiyle, Kemalistlerle araların¬daki, o, daha önceki belli belirsiz olan sınırı kaldırıp atarak onlarla özdeşleşecek, devlet kademelerinde önemli görevlere gelecekler¬di. Bunlar, Kemalist kadro hareketine TKP’den yetişen unsurlar olarak katkıda bulunacaklardı.
Etkinliklerini göstermeye başladıkları Milli Kurtuluş Savaşı döneminden başlamak üzere yaklaşık ‘70 yıl boyunca politika sah¬nesinde kalan TKP, özellikle kurucusu Mus¬tafa Suphi’nin öldürülmesinden sonraki tari¬hi boyunca sınıf işbirlikçi bir politika yürüttü ve ’50’lerden sonra da Sovyetler Birliği’nde iktidara gelen revizyonist güruha endeksli olarak yürüttüğü politikalarının so¬nucunda giderek derinleşen bir krize girdi. Sonra da, bilindiği üzere, tasfiye oldu. TKP’nin bir örgüt olarak tasfiye olması, elbette ki, yarım yüzyıldan fazla bir süre propagandası yapılan revizyonist görüşlerin de etkisinin sona ermesi anlamına gelmiyordu ve bu görüşler çeşitli platformlarda dile geti¬rilme olanağı bularak, çeşitli kesimler tara¬fından şu veya bu ölçüde her zaman telaffuz edilir oldu ve edilmeye devam ediliyor. Mo¬dern revizyonist teorilerin içsel evriminin, son olarak ABD patentli Yeni Dünya Düzeni’nin yükselen değerleriyle birleşip, sınıf iş¬birlikçi tezlerin, başka hiçbir şeyle gizlemeye gerek görmeksizin apaçık savunulmaya baş¬landığı bir düzeye erişmesi kaçınılmazdı ve Türkiye’de bunun zemini Şefik Hüsnü TKP’sinin ta başlangıcında oluşturuldu.
İşçi ve Çiftçi Partisi’yle TKP’nin, Milli Kur¬tuluş Savaşı döneminde inşa edilen tezlerin¬de, o dönem kurulan çeşitli sol veya sosya¬list etiketli partilerde de olduğu gibi, işçi sınıfı ve köylülüğün sınıfsal çıkarları, anti-emperyalist savaşa önderlik eden milli bur¬juvazinin çıkarlarında eritiliyor; politika, burjuvazinin perspektifine uygun yürütülü¬yordu. İşçi ve emekçilerin Kurtuluş Savaşı’na örgütlü ve bağımsız bir siyasal güç olarak katılamamaları nedeniyle, Kurtuluş Savaşı, ağırlıklı olarak burjuva bir karakter taşımış olan bu hâkim ideolojik ortam, muhalif bir kimlikle ortaya çıkan sol kesimi ve örgütleri¬ni de etkilemişti. Ankara’da kurulan hükü¬mete önderlik eden aynı zamanda yürütülen savaşın kurmayları da olan burjuva politika¬cılarının ve ideologlarının söylemleri sol, “sosyalist” partilerin de rağbet ettiği söylem¬ler olmuştu.
Kemalistler, bütün diğer sosyal sınıf ve katmanların, henüz bağımsız bir varlık gösterememelerinden dolayı, kendi çevrelerin¬de ve “ulusal mutabakat” çerçevesinde top¬lanmalarına özel bir önem veriyorlardı. Türkiye’de, Avrupa’daki gibi çıkarları birbiri¬ne karşıt sınıfların bulunmadığı iddiası en çok işledikleri konuydu. Ve bu tez, karşılığı¬nı, muhalif sol örgütlerin programlarında hemen hemen aynı üslupla bulmuştu.
Şefik Hüsnü ise, kimi zaman Türkiye’de sınıfların olmadığından dem vururken kimi zaman da, yaptığı sınıf tahlilleriyle sınıflar arasındaki sınırları bulanıklaştırdı ve bu da hemen hemen ilkiyle aynı sonuçları verdi.
1921’de şöyle diyordu. “Proletaryanın bir¬çok adı vardır. Biz burada Türkiye’de bir ad altında toplanabilecek olanları saymak¬la yetineceğiz. En başta hiç şüphesiz, fabri¬kalara, taşıt araçları şirketlerine, maden şirketlerine, kolunun işgücünü kiralayan işçi ve hizmetliler akla gelir. Bunlar ara¬sında hükümet dairelerinde, banka ve ti¬carethane gibi yerlerde yazıcılık vb. gibi iş¬ler yapan küçük ücretli memurları da saymak gerekir. Zira bunların gördüğü iş¬te beynin katkısı, usta bir işçininkinden fazla değildir ve asıl işleyen gerçekte kol kuvvetidir. Zekâ işçileri bu sınıfın ikinci zümresini teşkil eder. Serbest meslek sa¬hipleri burada önemli bir yer tutar… Ünlü olanları bir yana bırakılırsa şairler, edebi¬yatçılar, gazeteciler bütün güzel sanatlarla uğraşanlar hep aynı didinme içinde yaşar¬lar… Bir işçi ile sermayesi olmayan bir ga¬zeteci, bir hekim, bir avukat arasında fark bulmak zor olur… Tekmil eğitimciler ve öğretmenler de -gerek okullarda, gerek ev¬lerde çalışanlar- çeşitli nitelikleriyle prole¬tarya sınıfındandırlar.” (“Şefik Hüsnü; Ya¬şamı, Yazıları, Yoldaşları”, Sosyalist yayınlar, Hazırlayan: Hasan Basri Gürses, s.102)
Proletaryanın kapsamına hizmetlilerden sanatçılara kadar birçok toplumsal kesimi yerleştiren bu anlayışın, modern revizyonist¬lerin, son yıllarda bilimsel teknik bir devri¬min gerçekleşerek, artık, sınıflar arasındaki sınırların ve farklılıkların, dolayısıyla çıkar çelişkilerinin ortadan kalktığını, işçi sınıfının çözülerek beyaz yakalı tabir edilen hizmet sektörüne dâhil olduğunu iddia eden teziyle tersinden uygunluk içindedir. Hemen her iki tez de Marksist sınıf tanımının tahrif edile¬rek bulandırılması, işçi sınıfının tarihsel ro¬lünün inkâr edilmesi sonucunu verir. Bura¬da proletarya kavramı, yalnızca “çalışan insan” anlamında kullanılmıştır ve görüldü¬ğü gibi, küçük burjuvaziyi de kapsayacak şe¬kilde genişletilmiştir. Kuşkusuz bu yaklaşı¬mın, Türkiye’nin o günkü koşullarında sanayi proletaryasının nicelik ve nitelikçe gelişme düzeyinin büyük etkisi vardır; fakat bu durumun proletarya kavramının bozul¬masına yol açacak şekilde teorize edilmesi, partinin sınıf mücadelesi hakkındaki görüşle¬rinin, taktiklerinin ve stratejisinin sınıf uz¬laşmacı bir temele oturmasında belirleyici bir etki yapmıştır. “Proletarya” kavramına, aydınların, memurların, küçük esnafın dâhil edilmesi, yalnızca bir teorik yanlış olarak kalmamakta, bu ara sınıf ve tabakaların dün¬ya görüşlerinin, özlemlerinin ve burjuvazi karşısındaki uzlaşmacı tutumlarının proletar¬ya içine taşınmasına yol açmaktadır.
Şefik Hüsnü başka yerde devam eder: “Toplu proletarya ile toplu sermayenin aralarındaki engeli (kapitalist) kaldırarak birbirine kavuşmak istemesinden daha do¬ğal bir şey düşünülemez. Sınıflara bölün¬medeki haksızlığın ve insafsızlığın acısını ve kahrını çekmiş olanlar, çıkarları ve var¬lığı türlü sınıflara bölmeyi gerektiren bi¬reysel mülkiyetten yana olamazlar. Tek is¬tekleri sınıfsız bir topluma erişmektir.” (agy, s.113)
Gerçekte küçük burjuvaziye dâhil olan hizmetliler, memurlar, sanatçılar vs. eğer proletaryaya dâhil oluyorsa Şefik Hüsnü, kü¬çük mülk sahibi sınıflara mülkiyetin ortadan kaldırılması ve sınıfsız toplumun kurulmasında önemli bir rol tanıyor demektir. Ama sınıfsız toplum kavramı da muğlâktır ve aynı yerde, birkaç satır sonra, sınıfsız toplumun karşılığı “tek sınıflı toplum” oluverir.
Ama Şefik Hüsnü yine de kendi “proletarya”sına çok güvenmez. 1924’e kadar, tezle¬rinde sınıflar-üstü bir konuma yerleştirdiği ulusal burjuvazinin Kemalist kanadını, TKP’nin öngördüğü toplumsal dönüşümü gerçekleştireceğine dair umut bağlayarak destekler. Bu süreçte ve hatta 1924’ten son¬ra da, “proletarya”ya, Kemalistleri işçi ve köylüler lehine yapılacak birtakım iyileştir¬meleri zorlama görevini verir.
Şefik Hüsnü için kapitalizm, Türkiye’de henüz olmayan bir şeydir ve sınıf mücadele¬si dendiğinde, o, ulusal güçlerin Avrupalı emperyalistlere karşı verdiği mücadeleyi an¬lar. Yine ona göre “sırf kapitalist görüşünü güden yerli zengin hiç şüphesiz samimi değildir, kendi de varlığına güvenmiyor, ilerde cahil halkımızı batı kapitalisti adı¬na soymak, sömürmek suretiyle kendisi de palazlanmayı tasarlıyor.” (agy, s. 129) Kav¬ramların içeriği keyfi olarak doldurulduğun¬da yerli zenginin, yani ulusal burjuvazinin palazlanma, emperyalizme eklemlenme eğili¬mi Şefik Hüsnü için anlaşılmaz olur. Çünkü o. bu eğilimi iradi bir tercih olarak görmek¬tedir ve ulusal burjuva, bütün sınıfsal çıkar¬larım bir yana bırakarak, kendisine çekidü¬zen verip “kapitalist görüşü gütme”mek, “cahil halkımızı batı kapitalisti adına soyma¬mak” gibi bir tercihten yana olabilir ve bu¬nu bütün sınıfsal eğilimlerini inkâr ederek yapabilme istencine sahiptir!
İktidara gelen ulusal burjuvaziyle ilgili beklentilerin dile getirildiği alıntıları kere¬lerce çoğaltmak mümkün, sonuçta görülecek olan odur ki, Şefik Hüsnü ve partisi, aymazlıkla ulusal burjuvazinin temsilcisi olan Kemalistleri sınıflar-üstü bir yerde görmüşler ve kendi rollerini de burjuvaziye seçenek sunmakla sınırlı tutmuşlardır. 1923’e gelin¬diğinde hükümetin sınıfsal yapısı hâlâ tahlil edilememekte, bu yüzden, “meclisin çoğun¬luğu, işçi ve köylü geniş halk kitlelerine dayanılarak mı, yoksa bazı imtiyazlı züm¬re çıkarları adına mı faaliyette bulunmak niyetinde olduğunu gösterecektir” denile¬bilmekte ya da “sınıf mücadelesi yabancı kapitalist ve bunların uyduları durumun¬da olan yerli eşraf ve servet sahibi arasın¬da olur ve çoğu halde bir ulusal mücadele şeklini alır… Bundan sonra iktidar gücünü ulusal egemenlikten alan halk hükümeti emeğin yani ulusun tarafına geçmeli ve bir iş ve işçi hükümeti olmalıdır” ifadeleri kullanılabilmektedir.
Bu tezlerin ardında yatan perspektif, bur¬juvazinin, 1908’de yarım bıraktığı demokra¬tik devrimi bundan böyle tamamlayacağına duyulan inançla beslenir. Ona göre, Kurtuluş Savaşı sırasında kurulan “sınıflar-üstü hükü¬met”, burjuva devrimi sonuna kadar götüre¬cek, siyasal demokrasiyi sağlayarak yoksul köylülerin toprak talebini karşılayacaktır! Oysa Kemalistler işçi sınıfının siyasi temsilci¬leri olan komünistleri hükümeti kurmadan bir süre önce katletmişler, birçoğunu da İs¬tiklâl Mahkemeleri’nde yargılamaya başla¬mışlardı. İşçiler ye köylüler, ezilenleri örgütleyip etkin bir sınıf mücadelesi yürütecek bir örgütsel olanaktan yoksun oldukları için Kemalistlerle karşı karşıya gelmeden ve ulusal burjuvazinin örgütlerinde, şekilsiz bir yığın olarak ulusal çıkarlar için dövüşüyorlardı. Ancak bu durumda yapılacak şey, ezilen halk sınıflarının bu pozisyonda kalmasına göz yummak, onları buna rıza gösterir halde tutmak, bunu öğütlemek değildi. Ama Şefik Hüsnü, toplumsal devrime önderlik etme ro¬lünü burjuvaziye bırakmakta ısrar etti ve bu tavrı son tahlilde, şimdi artık, burjuvazi ta¬rihsel olarak gericileştiği için demokratik devrimi sonuna kadar götürmeye muktedir tek sınıf işçi sınıfı olduğu halde, bu sınıfı ve müttefiki köylülüğü Kemalistlerin yedeği ol¬maya zorladı. Aynı şeyi yoksul köylüler için de yaptı. Onların toprak talebinin karşılan¬masını Kemalist iktidardan beklediğini açık¬layarak, geniş köylü kitlelerini burjuva feodal diktatörlüğün yedeğine sürükledi. İşçi sı¬nıfının ve köylülüğün devrimci inisiyatifinin gelişmesinin önüne TKP barikatını çıkarmış oldu.
KEMALİ STLERDEN BEKLENEN DEMOKRATİK DEVRİM
Şefik Hüsnü’nün sözlerinde dikkat çeken bir başka özellik, ulus ve işçi sözcüklerini eşitlemesidir: “emeğin yani ulusun …” söz¬leri, ulus kavramının sınıfları içermediği an¬layışını göstermektedir. Zaten Kemalistler de bütün egemen sınıflar gibi, kendi çıkarla¬rını genel olarak bütün ulusun çıkarları ola¬rak lanse ediyorlardı. TKP’nin ve Ankara hü¬kümetinin politikası iki ayrı yerden kalkarak aynı yerde buluştu. Şefik Hüsnü, dışarıdan zorlamak kaydıyla, siyasal ve toplumsal dö¬nüşümleri Kemalist hükümete bırakırken bu¬nun pratik sonucu TKP’nin, faaliyetini eko¬nomik alanla sınırlaması oldu. Komünist partinin işlevi, işçi sınıfının günlük çıkarları içinde boğularak, üstelik günlük ve kısa va¬deli çıkarları genel devrimci bir politikanın parçası kılmak gibi bir derde de düşmeksi¬zin birkaç sendika içinde faaliyet yürütmeye indirgendi. Şefik Hüsnü bunlarla uğraşırken, burjuva hükümet “iş ve işçi hükümeti”ne dö¬nüşme sürecine girecekti! Politika, işçi ve emekçi sınıfların uğraş alanlarından çıkarıl¬mış, burjuvaziye devredilmişti. Çünkü burju¬vazi, TKP’nin denetimi altında toplumsal dö-nüşümleri gerçekleştirecek, demokratik devrimi sonuna kadar ilerletecek hatta belki bir gün sosyalizme bile geçebilecekti. Şefik Hüsnü’nün bakış açısının pratik sonuçlan bundan ibaretti.
TKP’ye göre, demokratik devrimi, siyasal ve toplumsal dönüşümleri gerçekleştirmeye muktedir olduğu için devlet aygıtı desteklen¬meliydi. Şefik Hüsnü, 1922’de, bir keresinde şöyle demişti: “Başlanılan işi sonuna ka-dar götürmek için yeni fedakârlıklara razı olmak gerekecek. İşçi ve köylülerimiz bu ihtimali şimdiden göz önünde tutmakta ve milletin bir bütün olarak olayların gelişmesini izlemesi gereğini takdir etmekte… Emekçi sınıfı her zamandan daha uyanık bulunmak zorunda olduğunu iyice bilmektedir… Yeni devlet makinesinin eksikliklerini tamamlamak ve gelişmesini sağlamak amacıyla eleştirilerde bulunması, yalnız açık bir hak değil, aynı zamanda ulusal gelişme bakımından gerekli bir haktır.” (Şefik Hüsnü, Seçme Yazılar, s. 19)
Şefik Hüsnü’nün her zaman izleyici locasında görmek istediği işçi ve emekçi sınıflar, kendilerinin iktidara gelme gibi bir perspektifleri olmaksızın Kemalist burjuvaziyi desteklemeli, burjuva feodal devlet aygıtının eksikliklerini tamamlayarak yardımcı olmalıydı.
Ama burada, iktidar perspektifine sahip olmadığını söyleyerek Şefik Hüsnü’ye haksız¬lık etmemek de gerekiyor! Çünkü o, işçilere, 1923’te feshedilen ve yeniden kurulacak olan meclise seçilecek olan mebuslar arasın¬da tercih yapmalarını da salık verdi. Çünkü ne kadar çok işçi ve emekçi kökenli milletve¬kili olursa hükümetin o kadar “iş ve işçi hü¬kümeti” olacağına inanıyordu. Burjuva-feodal devlet aygıtının öğelerinden biri olan hükümetin sınıfsal özelliğinin tek tek millet¬vekillerine bağlı olarak değişebileceği ve Kurtuluş Savaşı’na önderlik eden Kemalist burjuvazinin bu milletvekilleri tarafından temsil edilen kitlelerle birlikte el ele, gerekli değişiklikleri yapacağına inanmak gibi bir gaflete kapıldı; demokratik devrimin bu meclis eliyle tamamlanacağına kanaat getir¬di. Kemalist burjuvazinin bir ayağı feodal ayrıcalıklara ve toprak ağalarına bağlıydı ama, Şefik Hüsnü, bunu anlayamadığı için, Kema¬listlerin merkezi feodal otoritenin devrilmesinde gösterdikleri “kararlılığı” feodal iktisa¬di ilişkilerin tasfiye edilmesinde de göstere¬ceklerini düşünüyordu. Şefik Hüsnü bu dü-şüncelerini 1923’te şöyle ifade etmişti:
“Zaten bu ülkede bundan sonra üç tür¬lü siyasal akım düşünülebilir. 1) Bugünkü devrimi yapan ve yaşatmaya uğraşanların temsil ettiği siyasal akım. 2) Derebeylik kalıntısı olan geleneklere ve Osmanoğlu hanedanına bağlı olanları çevresinde to¬parlayan karşıdevrimci akım. 3) Fakir işçi ve köylü kitleleri ve orta halli sınıflar lehi¬ne devrimimizi derinleştirmek, geliştirmek ve onu kolektif mülkiyete dayalı bir top¬lumsal devrimle sonuçlandırmak amacını güden sosyalist akım. Kazanılmış hakları eylem ve uygulama alanına aktarmak için birinci ve üçüncü siyaset uzun süre el ele hareket edebilecek.” (“Şefik Hüsnü; Yaşamı, Yazıları, Yoldaşları”, s. 139)
Ama burjuva feodal devlet aygıtını elin¬de bulunduran Kemalist burjuvazi Şefik Hüs¬nü’nün bütün temennilerine rağmen “üçün¬cü siyaset”le el ele hareket etmedi. Sınıfsal çıkarları gereği edemezdi de zaten; burjuva feodal diktatörlüğünü inşa ederek, “derebey¬lik kalıntısı olan geleneklere” yaslanmayı iktidarının garantisi olarak gördü. Ezilenlere karşı, toprak ağalarıyla olan ittifakını güç¬lendirdi. Şefik Hüsnü ise, 1926’da yazdığı yazılarında Kemalistlerin feodalizmi sonuna kadar tasfiye ettiklerini yazıyordu. Merkezi feodal iktidarın devrilmesini feodalizmin tasfiyesi olarak görüyordu ama o yıllarda hâlâ başat halde bulunan feodal toprak ilişkilerini nedense fark etmiyordu. Kemalist burjuvazinin, iktidarı, toprak ağalarıyla pay¬laşarak, feodal toprak mülkiyetini köylülü¬ğün üzerinde bir demokles kılıcı gibi tutma¬ya devam ettiğini de anlamamıştı.
Bu arada, Şefik Hüsnü’nün pekâlâ fark ederek dile getirme gereği duyduğu gibi, bir¬çok yerde ortaya çıkan grevler bastırıldı. Ya¬bancı kumpanyaların işletmelerinde gerçek¬leşen grevler, hükümetin emperyalistlere ta¬nıdığı olanaklar nedeniyle çok kolay ezilebildi. Bu, ulusal ekonominin kurulması için Kemalistlerle iş ve elbirliği yapılması önerilen işçi sınıfının elini uzatacağı sınıfın, ulusal duygulardan çok, sınıfsal çıkarları doğrultusunda hareket ettiğini gösterdi. Yi¬ne de, burjuva feodal diktatörlüğün sınıfsal yapısını ortaya koyan bu duranı, hükümet-ten işçi lehine kararlar almasını “rica eden” eğer öyle davranılmazsa işçilerin hükümete duyduğu güvenin sarsılacağını söyleyerek burjuvazi adına endişe duyan, burjuvaziden de bu endişeyi duymasını isteyen “sosyalist¬lerde, kendini gözden geçirme ihtiyacı ya¬ratmadı.
Ancak, bünyesinde yer aldığı Komintern’in Beşinci Kongre’sinde, TKP, Kemalist politikaları desteklediği gerekçesiyle eleştiril¬di: “İkinci kongrede genç komünist kesim¬lerin, iktidar yolunda yürüyen burjuvazi¬nin önderliği altındaki ulusal kurtuluş hareketleri karşısında alacakları tutumu belirledik. Fakat o zamandan beri doğu ül¬kelerinde yeni bir durumla karşılaştık. İk¬tidarı ele geçirmiş burjuvalara karşı ne yapacağız? … Durumun apaçıklığına karşın Türk yoldaşlarımız ciddi taktik hatalar iş¬lemişlerdir. Örneğin TKP’nin yayın organı olan Aydınlık’ta komünist partisini yaban¬cı kapitalizme karşı ulusal kapitalizmin gelişmesini desteklemeye çağıran bazı ma¬kaleler çıktı. Türk yoldaşlarımızdan bazıla¬rı da önceleri üretici güçlerin gelişmesinin çıkarlarını, kapitalizmin gelişmesinin çı¬karlarıyla karıştırmak yönsemesinde göründüler”. (Aktaran Mete Tuncay, Türkiye’de Sol Akımlar, Bilgi Yayınevi, 1978, s. 350) Komintern’de, Şefik Hüsnü TKP’sinin izlediği politika, Rusya’da demokratik devrimin öncülüğünü burjuvaziye bırakarak sos¬yalizme barışçıl bir evrim sonucunda ulaşıl¬ması gerektiğini savunan Struvecilikle bir tu¬tulmuştu.
Bu eleştirilerin de etkisiyle TKP’nin poli¬tikalarında 1924’ten sonra bazı değişiklikler gündeme geldi. Daha önce sınıflar-üstü ol¬dukları kabul ve ilan edilen Kemalistlerin küçük burjuva sınıfsal bir konuma ait oldukları saptandı. Şefik Hüsnü, artık, burjuvazi¬nin demokratik devrimi tamamlayacağına “pek” inanmıyordu; daha doğrusu çok “zayıf bir ihtimal” veriyordu.
Siyasal iktidarı elinde bulunduran sınıfın küçük burjuva olarak tahlil edilmesi, TKP’nin politikalarının radikal bir değişime tabi tutulmuş olduğu anlamına gelmiyordu. Kemalist iktidara artık güvenilmediği vurgu¬lansa da iktidarın küçük burjuvazinin elinde olduğunun söylenmesi örtük olarak, TKP’nin, bir beklenti halinde olduğunu gös¬teriyordu. Gerçekten de Şefik Hüsnü, bu beklentiyi dile getiren sayısız yazı yazdı ve TKP’nin yayın organlarında burjuvazi teşvik edilmeye devam edildi.
Şefik Hüsnü’nün burjuva feodal diktatör¬lüğe duyduğu güvensizliğin nedeni, Kema¬listlerin toplumsal dönüşümleri yapamaya¬caklarına kanaat getirmesinden kaynaklanmıyordu. Tersine, şimdi onların yalpalama halinde olduklarını düşündüğü için, demokratik devrimi sonuna kadar gö¬türmeye muktedir olmadıklarına dair bir açık kapı bırakmakla yetiniyordu; eski teori¬ye sadece birazcık kuşku eklenmişti. Devlet, desteklenmeye devam edilecekti. “İşçi mese¬lesinin hallini ve toplumsal devrimin ger¬çekleşmesini yeni hükümet adamlarının iyi niyetinden beklemek, bu amaçlardan vazgeçmekle birdir. Bu bir iyi niyet mesele¬si değildir. Çünkü bugün iktidarda bulu¬nanlar işçininkinden ayrı ve onlarınkine zıt belirli çıkarlara sahip bir sınıfın temsil¬cileridir” (Şefik Hüsnü, Yaşamı. … s. 48) der¬ken, Şefik Hüsnü, doğru bir saptamada bulu¬nuyordu ve özeleştiri veriyordu: “Bizim gibi, halkı yoksul ve orta hallilerden ibaret olan bir ulusun yabancı kapitalizmin sö¬mürü ve tahakkümünden uzak kalması¬nın, ancak ulusun çoğunluğunu temsil eden işçi ve köylü sınıflardan güç alan, kolektif yaşayışa dayanan ekonomik kuru¬luşlarla mümkün olabileceğini ileri sür¬dük… Devrimimizi derinleştirmesini hükü-metimizden temenni ediyorduk… Bazı kökten tedbirlere başvurma zorunluluğu¬nun duyulacağını mümkün görmüştük. Olaylar bunun da olamayacağını gösterdi.” (agy, s.149)
Bu sözlerden öyle anlaşılabilirdi ki, TKP ve Şefik Hüsnü, süreç içinde, baştan boş bir hayale kapılmış olduklarının farkına varıp, önceki saptama ve tahlillerin yanlış olduğu¬nu görmüşler ve politikalarını değiştirmeye karar vermişlerdi. Ama bunun böyle olmadı¬ğı daha aynı yazıda ortaya çıkıyordu. Çünkü Şefik Hüsnü, devlet aygıtıyla hükümeti bir ve aynı şey olarak görmüştü. Siyasal iktidar¬dan anladığı hükümetti. Hükümet ise, küçük burjuva kökenli milletvekillerinden oluştuğu için yalpalama halindeydi. Yani sonuç olarak TKP’nin güvenmediği “makine” burjuva feo¬dal devlet aygıtı değil de hükümetti. Tered¬düt halinde olan “cumhuriyet hükümetini ileri atılmaya teşvik etmek ve zorlamak da” işçi sınıfına “ihmal edilmeyecek bir görev” olarak düşüyordu. Böylece TKP, “henüz sona ermeyen burjuva devrimini” geliştirme ilke¬sine. 1924’ten sonraki dönemde de sadık kal¬dı. Bu, TKP’nin “arındığı” yeni dönemde de, demokratik devrimin önderliği sorununda işçi sınıfını tanımamak, demokratik devrim¬den kesintisiz olarak sosyalizme geçiş prog¬ramını inkâr etmek sonuçlarını veriyordu.
Siyasal iktidarını sağlamlaştırması için işçi sınıfı burjuvaziye yardım edecek, onun yede¬ğinde kalarak, “çıkarlarını serbestçe savun¬mayı mümkün kılacak yasalar yapması” kar¬şılığında, cumhuriyeti savunacaktı.
Şefik Hüsnü, sınıf işbirlikçisi tezlerini burjuvazinin çeşitli klikleri arasında tercih yapmaya kadar götürdü. Yerli burjuvazinin kompradorlaşmaya başlayan kanadıyla, alt kesimleri arasında bir çelişkinin doğmaya başladığını fark ediyor, cumhuriyetin korun¬ması ve kollanmasında, devrimin kazanımlarının derinleştirilmesinde işçi sınıfının, Şefik Hüsnü’nün Anadolu burjuvazisi olarak ta¬nımladığı ulusal burjuvazinin alt kesimleri¬nin önderliğini tanımasını istiyordu. Şefik Hüsnü bu görüşlerini “Bütün geri ülkelerde burjuva halkçılığını eylem alanına çıkarmak ve derebeylik artık ve döküntülerini silip süpürme işini henüz kapitalistleşmemiş genç burjuvazinin üstüne alacağı de¬neyle sabit olmuştur” (agy, s. 156) şimdiki saptamasında bulunarak ifade ederken yan¬lış bir öncülden yola çıkmamıştı ama bir şe¬yi karıştırıyordu. Türkiye’de olup bitenler emperyalizm çağma tekabül ediyordu ve burjuvazi, tekel öncesi döneminde, feodal iktidarları ve iktisadi ilişkileri ortadan kaldı¬rırken sahip olduğu devrimci özelliğini em¬peryalizm döneminde çoktan yitirmişti. Ar¬ak demokratik devrim, işçi sınıfının önderliği sorununa bağlıydı. Emperyalist ka¬pitalizm, süreç içinde, sermayenin genişletil¬me yeniden üretimine gereken koşulları ha¬mlamak için feodal iktisadi ilişkileri giderek önemli ölçüde dumura uğratacaktı ama, Şe¬fik Hüsnü’nün iddia ettiği gibi bu, demokra¬tik devrim değildi. Artık, ondan çok başka bir şeydi.
Ama Şefik Hüsnü için bunun önemi yok¬tu. Asgari isteklerinin gerçekleşmesi karşılı¬ğında, o, işçi sınıfının acil sorunu olarak
“Anadolu’nun genç burjuvazisiyle birlikte devrimin sonuçlarını savunma”yı saptamıştı.
Bu nedenle, tramvay kumpanyasında çı¬kan grev sırasında hükümetin onayıyla işçi¬ler süngüden geçirildiğinde Şefik Hüsnü, bu¬nun burjuva feodal diktatörlüğün, sınıfsal yönelimlerine uygun bir davranış olduğunu düşünmekten imtina etmeye devam etti. “Cebir ve şiddet vesaitine müracaat edil¬meseydi, mesele kemal-i sükûnetle halledi¬lecekti… Şirketin arkasında hükümet bu¬lunduğu hissi alakadarlarda hâsıl olmayacaktı. Bunun için şirket bütün kuv¬vetlerini seferber hale vazetti. Ehemmiyet¬siz mahalli bir patron ve işçi kavgası masum kanı akıtmakla halledilen bir asayiş meselesi halini aldı” diye yazdı, (agy, s.164) Şefik Hüsnü yangın söndürücü bir rol oynamaya devam ediyordu. Ona göre sorun “amele ve patron münasebetlerini ve iş şartlarını tespit eden bir kanun bulunma¬masından” kaynaklanmıştı; yoksa çıkarları uzlaşmaz olan iki sınıfın, burjuvazinin ve iş¬çi sınıfının, kaçınılmaz olarak karşı karşıya geleceklerini, bunun toplumsal bir gerçek ol¬duğunu düşünmüyordu. Bütün derdi, bu tür¬den olayların büyümesini önlemekti. Ama iş¬çiler ve devlet, nedense, sınıf mücadelesini “ehemmiyetsiz patron işçi kavgası olarak” gören Şefik Hüsnü’yü dinlemiyordu. Hükü¬met, emperyalist kumpanya yöneticilerinin işçilere saldırmaları için start vermişti.
Emperyalist işgale karşı ve emperyalistle¬rin maşası olan Yunan gericiliğinin Anadolu topraklarında yürüttüğü harekâta karşı Milli Kurtuluş Savaşı’nın önderliğini üstlenen mil¬li burjuvazinin, emperyalistlerle işbirliği ya¬pan gerici İstanbul hükümetini devirerek kendi siyasal iktidarını kurmasından sonra, emperyalistlerle tüm bağlarını kopararak, onlarla hiçbir bağımlılık içinde olmaksızın ulusal bir sanayi kuracağına dair inanç, Şefik Hüsnü ve TKP saflarında oldukça güçlüy¬dü. Türkiye için de, tekel öncesinde Avrupa’daki gibi kapitalist bir gelişme öngörmüş¬lerdi. Oysa Kemalistler daha mütareke döneminde, bir yandan Sovyetler Birliği’ne yakınlaşırken diğer yandan da diğer emper¬yalistlerle anlaşmanın yollarını aramaya baş¬lamışlar; emperyalist tekellerle ilişki içinde, eski azınlık (Rum, Ermeni, Yahudi) kompra¬dorların yerini dolduracak bir burjuvazi ge-lişmeye başlamıştı.
Kemalistler, iktidara geldikten sonra da emperyalistlerle ekonomik ilişkilerini geliş¬tirdiler ve onlara daha önce tanınmış ayrıca¬lıklar, kısmen yeniden düzenlenerek işleme¬ye devam etti. 1923, İktisat Kongresi’nde de yabancı sermayeye ülkenin bütün kapıları¬nın açık tutulduğu duyuruldu ve emperya¬listler yatırım yapmak üzere Türkiye’ye çağı¬rıldı.
Diktatörlüğün, yabancı sermayeye uzak durmak gibi bir derdi de yoktu zaten. Ama Şefik Hüsnü, mütareke döneminde cılız bir antiemperyalist yönelime sahip olan, daha sonra bu yönelimini terk eden Kemalist bur¬juvazinin bu özelliğini korumaya devam etti¬ğine inandı. Kemalistlerin özel teşebbüsü ge¬liştirme gayretlerine tepki gösterip, tekelci devlet kapitalizminin emperyalist müdahale¬lere olanak vermeyeceğini, ulusal bir kapita-lizmi geliştireceğini iddia ederek devletin her türlü ekonomik girişimini destekledi. Ona göre, özel teşebbüs sadece yerli burju¬vazinin emperyalistlerle ilişki içinde olan ke¬siminin tercihiydi. Ve bu, eninde sonunda Türkiye’yi emperyalizmin kucağına atacaktı. Devlet tekelciliği ise Türkiye’yi emperyalizm¬den koruyacak yegâne yöntemdi.
Şefik Hüsnü 1925’te, “Özel teşebbüsçü-lük önemli bir rol oynayabilmek için mut¬lak bir tarzda yabancı sermaye’ ile işbirli¬ğine gider. Bu durumda olan yerli kapitalistin ihtiyaçları, temennileri, istekle¬ri yabancı kapitalistinki ile birleşir. Hükü¬met kendi taraftarlarının baskısıyla karşı¬laşır. Tekelcilikten vazgeçmekte, emperyalist devletlerle, milletin zararına olarak birleşmek zorunda kalır” diyordu, (agy, s.175)
Ekonomiye devlet müdahalesinin yabancı sermayenin sömürüsünden ülkeyi kurtaraca¬ğını iddia eden Şefik Hüsnü, devletin hangi sınıfın elinde olduğuna bakmaksızın özel te¬şebbüsün karşısına devlet tekelini çıkarıyor ve bunu destekliyordu. Hükümetin sınıfsal tahlilini kendince yapmıştı ama aynı şeyi ya¬pamadığı için sınıflar-üstü gördüğü devlet hakkında boş hayaller kurmaya devam edi¬yor, işçi sınıfı ve köylülüğü de, burjuva feo¬dal diktatörlük hakkında böyle hayaller kur¬maya zorluyordu.
TKP, tekelciliği geliştirecek olan devlete her türlü desteği vermeye hazırdı ama işçi¬lerin de buna hazır olması gerekiyordu. Şe¬fik Hüsnü çok haklı olarak, Kemalistlerin ekonomik politikalarının işçi ve emekçilere kesilecek bir yığın yüklü faturayı gündeme getireceğini sezmişti. Ama işçiler bu fedakârlığı yapacaktı, onlara şöyle seslendi: “Türki¬ye’deki devlet aygıtının her alandaki kesin hâkimiyeti, bu bağımsız gelişmeyi kolaylaştırmaktadır” ve burjuvaziye güven verdi: “Emekçi kitleler Kemalist burjuvazinin ik¬tisadi çabalarının emperyalist kapitaliz¬min girmesine etkili bir şekilde set çektiği¬ni ve dolayısıyla ilerici bir nitelik taşıdığını görmekle beraber, bu iktisadi ge¬lişmelerin iç mekanizmasının kendi sırtla¬rına bindiğini ve bu mekanizmanın işleyi¬şinin bedelini kendilerinin ödediğini kavramak zorundadır. Milliyetçi burjuvazi¬nin uyguladığı sistem, antiemperyalist bir rol oynadığı sürece, emekçi kitleler tarafın¬dan esas olarak kabul edilebilir.” (agy, 5.190)
TKP; bütün bu devlet destekçisi sınıf iş¬birlikçi çizgisine karşın, işçi ve emekçi kitle¬leri iktidardaki Kemalist burjuvazinin yedeği ve eklentisi haline getirmek konusunda har¬cadığı çabaya karşın burjuvazinin, muhalefe¬ti sindirme operasyonlarının konusu olmak¬tan kurtulamadı. Şefik Hüsnü’nün yukarıdaki satırları yazdığı 1925 yılında bir¬çok TKP’li tutuklandı, işkence gördü. İ922’de Mustafa Suphi TKP’sinin geleneğini sürdüren legal Halk İştirakiyun Fırkası’nın, Kemalistlere hitap eden tehdit dolu bir mek¬tup yazmasını eleştiren ve partinin bu tavrı¬nı, partinin kapatılması ve “en faal savaşçıla¬rının zindanlara atılması”na vesile yarattığı gerekçesiyle hatalı bulan Şefik Hüsnü, başın¬da bulunduğu TKP’nin asla böyle bir tavrı olmadığı halde kovuşturmaya uğramasına elbette çok şaşırdı ve Komünist Enternasyonal’in dergisine yazdığı bir yazıda, “hükü¬metin bu çalışmalara son vermek için en küçük bir fırsatı kullanacağı herkes tarafından biliniyordu. Fakat bütün komünist yayınların çıkmasını bir anda yasaklayan bakanlık genelgesi gene de beklenmiyor¬du” dedi. TKP’nin uğradığı “Kemalist te¬rörün sorumlusunun devlet olduğu yine an¬laşılamamış, yine hükümet eleştirilmişti.
TKP, devleti anlamamaya her zaman de¬vim etti. Demokratik devrimi tamamlayacak olan burjuvaziye o kadar çok avans tanıdı ki sonunda sosyalizm fi tarihine ertelenmiş oldu. Demokratik devrimle sosyalist devrim arasındaki ilişkiyi; işçi sınıfının önderliğinde gerçekleştirilecek olan birincisiyle ikincisi arasındaki kesintisiz geçiş olanağını kavraya¬madı. Ama buna karşın, 1926’da hazırlanan Çalışma Programı’nda tesadüfen bazı olum¬lu saptamalar da yer almıştır:
‘TKP, köylünün belli başlı kitlelerini proletaryanın önderliği altında toplar.
Böylece ve aynı zamanda amele ve köylü¬lüğün bir Sovyet idaresi şeklinde kendi dik¬tatörlüklerini gerçekleştirmek için gerekli şartları hazırlar. Ancak böyle bir diktatör¬lük halkçı burjuva inkılâbını yerine getire-bilir. Ancak böyle bir inkılap Sovyet Sosya¬list Cumhuriyetleri Birliği ile ittifak halinde sosyalizmin kuruluşuna geçişi sağ¬layabilir ve hızlandırabilir” (Şefik Hüsnü, Yaşamı. s. 256) Ancak, 1930’da hazırlanan faaliyet raporunda, köylülüğün proletarya¬nın önderliği altında toparlanarak gerçekleş¬tireceği “halkçı burjuva inkılabın” Halk Fır¬kası hükümetinin yıkılmasından ibaret olduğu görülür. “Türkiye’nin devlet olarak istiklalini tehdit etmeye ve hatta onu büs¬bütün istiklalinden mahrum etmeye uğra¬şan emperyalizme aleyhtar mücadeleyi an¬cak ve ancak amele sınıfı sevki idare edebilir ve onu bizzat halk fırkası hüküme¬tini yıkmak suretiyle sonuna kadar devam ettirebilir.” (agy, s.276) Her iki alıntı birlik¬te okunduğunda anlaşılacağı üzere, işçi ve köylülerin kuracakları diktatörlük, Şefik Hüsnü’ye göre burjuva devlet aygıtının bünye¬sinde gerçekleştirilebilir bir şeydi ve basit bir hükümet değişikliğinden ibaretti.
TKP’nin, demokratik dönüşümleri hükü¬met değişikliklerine bağlaması, partinin bü¬tün siyasal yaşamı boyunca devam etti. Bu nedenle, mevcut devlet aygıtı baki kalmak üzere, her zaman bir hükümete, ya da bir burjuva partiye karşı, en ya da daha “de¬mokrat” olan diğerini destekledi; dolayısıyla burjuva klikler arasında tercih yaptı. Parti¬nin bütün politikası bu tercihler, teşvikler ve destekler üzerine kuruldu.
Emperyalist klikler ve onların yerli uzan¬tıları konusunda da tercihleri vardı. 1940’lı yıllarda da, Alman faşistlerine karşı “Anglo-sakson demokrasileri”ni, İngiltere ve ABD’yi destekledi. Alman yanlısı Saraçoğlu hükümetinin devrilmesini ve yerine ABD veya İngil¬tere yanlısı bir burjuva kliğini temsil eden hükümetin iktidara gelmesini talep ediyor¬du. Ona göre devlet mekanizmasının, hükü¬met değişiklikleri vasıtasıyla demokratikleştirilmesi mümkündü ve bu anlayışın pratik sonucu da faşist diktatörlüğün varlığını ko¬rumak, onun devamına çanak tutmaktı.
Mart 1978’de yayınlanmaya başlayan Parti Bayrağı dergisinin Temmuz 1978 tarih¬li 5. sayısında Şefik Hüsnü’nün bu tavrı şu sözlerle eleştirilmekteydi: “Şefik Hüsnü, ABD ve İngiltere’nin Alman yanlısı Sara¬çoğlu hükümetine karşı olmalarının, onla¬rı faşist diktatörlüğü tasfiye etmeye zorla¬dığını ileri sürmekle faşizmi devrim ve karşıdevrim arasındaki çatışmanın bir ürünü olarak değil, emperyalist klikler arasındaki çatışmanın bir ürünü olarak ele almaktadır.”
Bu klik çatışmasında TKP, burjuva de¬mokrat olduğunu ileri sürdüğü Refik Say¬dam hükümetini destekledi. Bu hükümetin desteklenmesi, TKP’nin kuruluşundan beri geliştirdiği, “yalpalayan hükümeti” demokra¬siyi ve inkılâbı geliştirmesi için zorlama poli¬tikasının doğal sonucuydu. Bu da o yıllarda faşizmin karakterinin gizlenmesine yol açı¬yor, faşizme karşı verilecek mücadeleyi hü¬kümet değişikliklerine ve faşist kamp dışın¬da kalan emperyalistler arasındaki tercihe indirgiyordu.
Şefik Hüsnü ve TKP’si bunu hep yaptı. Çok partili döneme geçildiğinde, önceden beri eleştirdiği CHP hükümetinin karşısında yer alan DP’yi demokrasi getireceği iddiasıy¬la destekledi. Şefik Hüsnü, arkasında ya da yanında duracağı bir burjuva partiyi her za¬man buldu ve işçi ve köylü kitlelerini faşist parlamentonun her şeye kadir olduğu konu¬sunda yanılttı. Onların düzen dışı eğilimleri¬nin törpülenip yatıştırılmasında, kitlelerin beklentilerini parlamentonun sınırına hepse-den TKP’nin büyük katkısı oldu.
Sovyetler Birliği’ndeki revizyonist deği¬şimlere de derhal ayak uydurarak, bu ülke¬nin emperyalist çıkarlarını korudu. Bu ülke¬nin sosyalist olduğunu iddia ederek kitleleri uyuttu, revizyonizmin günahlarının sosyaliz¬me fatura edilmesinde etkin bir rol oynadı ve soğuk savaşta kapitalizmin cephe gerisini tahkim etti. Rusya’daki çözülmenin gizlene¬mez hale gelerek gerçeğin apaçık ortaya çık¬tığı sıralarda da, TKP’nin örgütsel misyonu bitti.
Ama yaklaşık 70 yıldan beri enjekte etti¬ği sınıf işbirlikçi tezleri, bundan sonra da, sendika ağalarında, kimi kitle örgütlerinde ve siyasal örgütlerin kuram ve pratiklerinde bir biçimde yaşamaya devam ederek tahrip edici etkilerini sürdürdü, sürdürüyor.
Modern revizyonizmin, esnek ve herhan¬gi bir alandaki tahribatı ortaya çıkarılıp teş¬hir edildiğinde hemen başka bir formülasyonu piyasaya sürüp, kılık değiştirme yeteneğine sahip karakteri devrimci hareke¬tin gelişimini olumsuz yönde etkileyen fak¬törlerden oldu. İflas etmiş TKP’nin tezleri, bugün de Amerikan emperyalizmi kaynaklı teorilerin Türkiye’de geliştirilip taraftar top¬lamasına yataklık ediyor. Aradaki küçük fark o kadar silinmiştir ki, TKP’nin eski şef¬leri, tarihin artık bittiğini söyleyerek prole¬taryaya elveda diyen CIA ideologlarıyla aynı platformda çoktan buluşmuşlar birinin nere¬de bittiği diğerinin nerede başladığı anlaşıl¬maz olmuştur. Şimdi onlar, bilimsel teknik devrimin tamamlanarak komünizme kendili¬ğinden geçişin gerçekleşmesini beklemekte¬dirler. Bu durumda daha çok bekleyecekleri de kesindir.
Temmuz ’94