Kriz bir fırsattır: Kullanabilirse işçi sınıfı, emekçiler, düzenin tüm gerçek muhalifleri için; kullanılamazsa sermaye için fırsata dönüşür. Unutulmaması gereken budur.
Bir yıl, hatta altı ay önce, Türkiye’nin ekonomik krizin pençesine sürüklendi¬ğini söyleyip bugünkü yaşananlara ya¬kın tahminlerde bulunanlar, sadece siste¬min muhalifleri ve gelişmeleri yakından izleyen bazı ekonomi uzmanlarıydı. Bugün ise; hükümetten, büyük sermayenin sözcüle¬rine ve düzenin en iyimser propagandacıla¬rına kadar herkes, artık derin bir ekonomik krizin yaşandığını, “finans alanında başla¬yan krizin üretimi de vurduğunu” kabul edi¬yorlar. Gerçi Demirel gibi, krizin bir “yönetememe krizi”nin sonucu ortaya çıktığını, “Türkiye ekonomisinin hak etmediği”, “psi¬kolojik nedenli bir kriz” olduğunu iddia edenler varsa da; artık herkes yaşanan kri¬zin sistemin özünden kaynaklandığından, açıkça ya da üstü örtülü biçimde, hemfikir.
Çünkü kriz, kendisini sadece bazı olgular olarak değil, sistemi derinden sarsan sayısız olay ve olgular olarak da ortaya koyuyor. Burjuvazinin stratejistleri, artık, krizi önleye¬cek reçeteler değil, krizden yararlanacak ve krizden çıkışta kendileri için en kârlı olacak önerileri yaşama geçirmesi için hükümete baskı yapıyor, bu yönde taktikler geliştiri¬yorlar.
KRİZİ ANLAMAK NEDEN ÖNEMLİDİR?
Bir toplumsal sistem, toplumun yeni ihti¬yaçlarına cevap verdiği ölçüde var olmaya devam eder ve toplum tarafından benimse¬nir. Ve olağan koşullarda sistem, toplumun çoğunluğu tarafından herkesin çıkarına çalı¬şan bir mekanizma görünümündedir. Çünkü sistem, olağan koşullarda, çelişmelerini örtecek imkânları da yaratır. Hele söz konusu olan, kapitalist sistem gibi kendisini savuna¬cak mekanizmalar üretmekte oldukça geniş imkânlara sahip bir sistemse; çelişmelerin saklanması için pek çok olanağın bulunaca¬ğı çok daha tartışılmazdır. Ama kriz, kapita¬list sistemin çelişmelerinin üstünü örten bü¬tün örtüleri kaldırır ve sistemin çelişmelerinin açıkça görülmesini sağlar. Nitekim, 15-16. yüzyıllarda uç verip 17. ve 18. yüzyıllarda egemen üretim biçimi haline gelen kapitalizm, 19- yüzyılın ilk yansında patlayan ilk büyük buhranına kadar kendisi¬ni bütün özellikleriyle ortaya koymamış, bu yüzden ütopik sosyalizmin düşünürleri bü¬tün iyi niyet ve keskin zekalarına karşın ka-pitalizmin başlıca çelişmelerini anlamakta yetersiz kalmışlardır. Bu yüzden de teorile¬ri, “kapitalizmin yeterince gelişmemişliğinden” dolayı “yeterince gelişmemiş bir teori olarak” kalmıştır. Ancak, 1825-1826 krizi¬nin Marx ve Engels tarafından incelenmesiyledir ki; kapitalizmin başlıca çelişmeleri anlaşılabilmiş, sonradan Marksizm adını alacak olan bu bilimsel teori, işçi sınıfının kapitalizme karşı savaşında kılavuz olmuş¬tur.
Kuşkusuz ki; bir sistemin niteliğinin an¬laşılması için, başlıca çelişmelerinin belir¬ginleşmesi, başka bir söyleyişle sistemin ol¬gunlaşmış olması gerekir. Olgunlaşmak ise; bir anlamıyla, gelişimini tamamlamak, artık üretici güçlerin gelişmesi önünde engel ol¬maya başlamak demektir. Ancak, yukarıda da belirtildiği gibi, sistemin artık gelişmesi¬ni tamamladığı ve yerini daha ileri bir siste¬me bırakmasının koşullarının oluştuğunun anlaşılması için sistemin kriziyle ortaya çı¬kan olguların ve bu olguların üstünde boy verdiği çelişmelerin anlaşılması gerekir.
1825-1826 krizinden başlayarak, kapita¬lizm, girdiği her bunalım evresinden sonra, yaşanan krizin son kriz olduğunu, artık sis¬temin çelişkilerinin yine sistem tarafından aşılması için olanaklar doğduğunu, kendi hatalarından öğrenen kapitalizmin bir kez daha krize düşmeden ilerleyeceği propagan¬da edip durmuştur. Sadece bir-iki yıl önce dünya ölçüsündeki anti-komünist propagan¬da anımsanırsa; bu propagandanın merkezinde yer alan tez, artık kapitalizmin krize düşmeden ilerleyecek bir rotaya girdiği biçi¬mindeydi. Ama bu tezin öne sürüldüğü ko¬şullar önceki dönemlerden farklıydı.
Şöyle ki:
Genelde kapitalizmin ideologları ve poli¬tikacıları, her kriz döneminden çıkışta, top¬lumda; kriz döneminde, sistem hakkında uyanan kuşkulan gidermek için, krizden ge¬rekli dersin alındığına, krize neden olan çe¬lişmelerin artık ortadan kaldırıldığına, bu yüzden de krizlerin bir daha yaşanmayacağı¬na vurgu yapmaya özen göstermiştir. Ama 1980’lerin ikinci yansından itibaren, kapita¬lizmin ideologları, kapitalizmin sadece kriz¬lerini nasıl aşacağını öğrenmekle kalmayıp, aynı zamanda sosyalizmi de “kesin yenilgiye uğratarak” kendi seçeneğinin yine kendisi olduğu tezini öne sürmüştür. Bu teze göre kapitalizm, bilim ve teknolojide yaptığı an¬lımla hâlâ üretici güçleri geliştirme yeteneğinde olduğunu göstermiş ve bilimsel tekno¬lojik gelişme öyle bir aşamaya gelmiştir ki; artık işçinin kol gücü, üretimde vazgeçilmez bir unsur olmaktan çıkmış, giderek kalifiye işgücü ve örneğin mühendis vb. gibi tekno¬lojik güce bile ihtiyaç kalınmayacak bir yola girilmiştir. Kısacası kapitalizm, kendi mezar kazıcısı olarak yarattığı proletaryayı ortadan kaldırma yoluna girmiş, hatta kaldırmış, bunun yerine kapitalizmle olan çelişmesi uz¬laşmaz nitelikte olmayan, hatta gerçekte bir sınıf bile olmayan, bir çalışanlar kategorisi¬ni geçirmiştir. Böylece, Marksizm’in toplu¬mun ilerletici gücü olarak öne sürdüğü sınıf¬lar arası mücadele de ortadan kaldırılmış; toplumu ilerleten asıl gücün, bilim ve tekno¬loji olduğu yeni sürece girilmiştir. Bu ne¬denle de artık kapitalizmin krize sürüklen¬mesi halinde bile, geçmişte olduğu gibi işçi ve emekçileri tam karşısına alan ekonomik politikaları devreye sokması söz konusu olmayacaktır!
Bu tezler öylesi bir özgüvenle öne sürül¬müştür ki; sadece burjuva propagandacılar ve onların etkilediği sıradan insanlar değil, bir zamanların burnundan kıl aldırmayan “Marksistleri” bile bu tezlerin destekleyicisi, hatta geliştiricisi olmuşlardır. Daha da ileri gidilmiş, canlı emeğin yerini robotlar ve otomatların almasıyla sömürünün ortadan kalkacağı, böylece sosyalizmin kendiliğin¬den kurulacağı ya da teknolojinin insanı denetimine aldığı bir robot çağının yaşanacağı gibi ütopik görüşler bile yaygın bir kabul görmüştür. Ne var ki; kapitalizm, her za¬manki gibi gerçekçi ve acımasız bir biçimde çelişmelerini ortaya koymaya başlamış, san¬ki bu tezleri çürütmek için yapılmış özel bir plana bağlı olarak ortaya çıkmış gibi, kriz, öncelikle en gelişmiş kapitalist ülkelerde kendisini duyurmuş; ABD, Almanya, Japon¬ya, İngiltere, Fransa, İsveç gibi ülkelerin nezdinde, dünya kapitalizmini kalbinden vurmuştur. Bununla da kalmamış; kriz, kendisini en çok sistemi krizden koruyacak sanayi dallarından sayılan otomotiv ve elektronik sanayisinde duyurarak, son on yıl¬dır burjuvazinin oturtmaya çalıştığı “yeni” kuramı çökertmiştir.
Burjuvazi henüz “sosyalizm ebediyen öl¬dü!”, “kapitalizm sonsuzca yaşayacak!” tera¬nesini terk etmedi, ama “çatışmasız, barış içinde bir sistem” ya da “krizin olmadığı, re¬fahın herkes tarafından paylaşıldığı bir kapitalist gelişme yolu” propagandası inandırıcı¬lığını yitirdiği için, en azından şimdilik, terk edilmiştir.
GELİŞMİŞ KAPİTALİST ÜLKELERDE KRİZİN BELİRTİLERİ
Gelişmiş kapitalist ülkelerde kriz, kendi¬sini iki yıl önceden açıkça hissettirmeye baş¬ladı. Önce Amerika, arkasından Almanya ve Japonya sonra da Avrupa’nın diğer ülkele¬rinde kendisini hissettiren kriz, kendini öncelikle bütçe açıklarının aşırı büyümesi ve dış ticaret makasının açılması biçiminde or¬taya koydu. Bu parasal alandaki görüntüler, diğer alanlarda üretimde daralma, görülme¬miş boyutta işsizlik ve pazar daralması, stokların büyümesi vb. biçiminde kendisini ifade ederken, klasik kapitalist krizlerin bütün ana çizgilerini sergiliyordu.
Önce ABD ile Japonya arasında, bir tica¬ret savaşı kaygısı yaratacak boyutlara varan çekişme, Japonya’nın bir adım geri atmasıy¬la yatışır göründü, ama bu durum, hem ABD hem de Japonya’da büyük sanayi ve ticari kuruluşlarda kârların önemli ölçüde düşme¬sini önleyemedi. Özellikle bilgisayar ve oto¬motiv sanayisinde önce bir duraksama, sonra da gerileme baş gösterdi. Ve bu gelişme; ABD’de “liberal kapitalizmin simgesi haline gelen Reaganizmin gözden düşmesi ve 70’lerin krizinin Jimmy Carter’ı düşürmesi gibi, Bush’un ikinci kez seçilmesini önledi ve en azından yığınlar tarafından serbest pazar ekonomisine karşı olarak bilinen, “de¬mokrat” ve “reformcu” Clinton’ı, pek de beklenmedik bir biçimde, işbaşına getirdi. Amerikan tekellerine ve tarıma yönelik süb¬vansiyonlar yeniden başlatıldı, artan işsizlik “serbest rekabetin” kuralları çiğnenerek önlenmeye çalışıldı. Ama bütün bu çabaların sonucu; sadece gerilemenin yavaşlatılması, beklenen sarsıntıların zamana yayılması ol¬du.
Japonya’da ise, krizin olguları çok daha çarpıcı bir biçimde kendisini gösterdi. Son 40 yıldır hep yükselen bir trend gösteren Japonya, kapitalizmin geleceğinin simgesi ve seçkin bir vitrini olarak lanse ediliyordu. Yanmış yıkılmış bir ülkenin yeniden ve gör¬kemli bir biçimde ayağa kalkmış olması ba¬kımından geri ülkelere, teknolojik atılımı ve sürekli ileri gidişle de ileri ülkelere örnek gösterilen Japonya, Batı teknolojisiyle Doğu “geleneğini” birleştiren bir ülke olarak kapi¬talist propagandacılara pek değişik malze¬meler sunuyordu. Japonya ne kadar görkemliyse, krizden etkilenişi de o ölçüde derin oldu. Japonya, yolsuzlukların yıktığı bir hükümet değişikliği ile kurtulamadı kriz¬den. Geleneksel Japon sendikacılığının te¬mel ilkesi olan, kalite çemberlerinde yer alan kalifiye işçilerin işten çıkarılmasını ya¬saklayan “aile-işyeri ilkesi”ni de terk etmek zorunda kaldı. Dünya ölçüsünde nam yap¬mış Toyota, Sony, Mitsubishi gibi tekeller iş¬çi çıkararak üretimlerini yeniden gözden ge¬çirmek ihtiyacım duydu. Sosyal yardım ve ücretler önemli ölçüde düşerken; bu ülkede, ilk kez işsizlik sosyal bir sorun olarak gün¬demin ön sıralarına çıktı. ABD gibi Japonya da, en iddialı olduğu iki dalda; elektronik ve otomotiv dallarında, krizi çok daha derin yaşadı. Dahası, aradan geçen iki yıla karşın, gelişmiş kapitalist ülkelerde de krizden çıkı¬şın henüz bir belirtisi gözükmüyor.
Avrupa’nın gelişmiş ülkelerinde, krizin göstergeleri Japonya ve ABD’den çok farklı değildi, ama Avrupa ülkelerinin geleneksel farklılıkları ve “sosyal devlet” olarak daha ileri bir konuma sahip olmaları, bu ülkeler¬de krizin sonuçlarının daha gürültülü bir bi¬çimde yaşanmasını getirdi. Burjuvazi, krizin yükünü işçi ve emekçilerin üstüne yıkmak için sendika bürokrasisinin ihanetinden de yararlanarak, özelleştirme ve sosyal yardım¬ların önce kısıtlanıp sonra da tümden kaldırılması yolunu benimsedi. KİT’ler kontrollü bir biçimde özelleştirilirken, özellikle demir-çelik ve maden sanayisinde pek çok işletme kapatılarak işçiler sokağa atıldı. Haftada 4 gün çalışma gündeme alındı, sıfır zamlı söz¬leşmelerle işçilerin gerçek ücretlerinde önemli ölçüde düşüşler sağlandı. Ne var ki sendikaların ihanetine karşın bu önlemler işçilerden ve kamu çalışanlarından tepki gördü. Kimi ülkelerde genel grev ve sokak çatışmalarına kadar varan işçi eylemleri, sis¬teme karşı bir mücadeleye dönüşemediği için, kontrol edilir ve kabul edilebilir boyut¬larda kaldı.
Bütün bu önlemlere ve krizin yükünün emekçilere yıkılmasında oldukça ileri adım¬lar atılmasına karşın, başlıca kapitalist ülke¬lerde krizden çıkışın belirtileri olmadığı gi¬bi, nasıl çıkılacağına dair de henüz genel kabul gören çözümlemeler yapılabilmiş de¬ğil. En radikal çözümcüler bile nihayet Keynes’e geri dönüşü savunmakla sınırlı “çö¬zümler” üzerinde tartışıyorlar.
Sistemin Keynes’e geri dönüp dönemeyeceği ya da Keynes’ten kalkarak bir çıkış yata bulunup bulunamayacağı tartışılırdı. Ama tartışılmaz olan bir şey varsa; o da, burjuvazinin krizin yarattığı olanaklardan yararlanarak işçi ve emekçi haklarına karşı tarihte görülmemiş en büyük saldırıyı başlattığıdır. Sınıfın 100-200 yıllık mücadelesiyle kazan¬dığı sosyal haklar ve resmen ya da fiilen ka¬zanılmış haklar, kriz bahane edilerek kaldı¬rılmak isteniyor. Genel eğitim ve sağlığın parasız olması, genel sigorta ve işsizlik si¬gortası, ücretli tatil izni ve hafta sonu tatili vb. gibi sosyal haklar ortadan kaldırılmakta¬dır. Olağan koşullarda kimsenin kaldırılma¬sı için teklife cesaret edemeyeceği ve uzun zamandır kullanılan bu haklar; toplu işten çıkarmalar, işyerlerinin kapatılması ve işsiz¬liğin çığ gibi büyümesinin yarattığı terör or¬tamında gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. Bunda da bir hayli başarılı olunmuş, refor¬mist sendika bürokrasisi kapitalist sistemin bekası için sınıfın çıkarlarını feda etmekten çekinmemiş; kamuoyuna yönelik olarak du¬rumdan yakınmasına karşın, sonunda masa başında bağıtladığı sözleşme ve anlaşmalar¬la, krizin derinleştirilmesi için değil, atlatılması için sınıfı fedakarlığa zorlayan bir tutumu benimsemiştir. Ancak, bütün bu çabalara karşın krizden çıkışta bir ışık görünmediğine göre, gelişmiş kapitalist ülke¬lerde burjuvazinin krizden yararlanmakta nereye kadar ilerleyeceği, ya da işçi ve emekçilerin daha ne kadar kontrol altında tutulabileceğini tahmin etmek bugünden olanaksızdır.
70’lerdeki krizi, Arap-İsrail savaşı sonra¬sında hızla artan petrol fiyatlarına, ’80’lerdeki krizi, ithal ikameci yapılanmanın aşılmaması ve KİT’lerin hantal yapısının ge¬lişmeye ayak uyduramaması gibi nedenlere bağlayan burjuva propagandacıların, bugün¬kü kriz için, kapitalizmin özünden kaynakla¬nan bir kriz olduğunu kabul etmenin ötesin¬de pek bir seçenekleri bulunmuyor. Krizin tam da “artık krizler olmayacak” kampanya¬sının en hararetli bir biçimde sürdüğü sıra¬da ortaya çıkması bu kabulü güçleştirmekte¬dir ama yine de başka seçenekleri yok gö¬rünüyor. Özellikle krizin “sosyalizm öldü, kapitalizm kendi çelişmelerini aşma yetene¬ğini kanıtladı” propagandasının arkasından patlak vermiş olması, yaşanan krizin niteli¬ğinin doğru tespit edilmesini daha da önem¬li kılıyor. Yaşanan kriz, bugün geldiği aşa¬mada, aşın üretim, işçilerin sokağa atılması, genel refah düzeyinde hızlı bir düşüş, işlet¬melerin iflas ederek, kapatılarak ya da daha güçlü sermaye gruplarının zayıfları yutuşuyla 1825’ten bu yana görülen bütün büyük krizlerin ortak olgularını sergilemektedir. Bu yüzden olacak, kapitalizmin ekonomicile¬ri, günümüz krizinin boyutlarını 1929 Bü¬yük Ekonomik Bunalımı’yla ölçüyorlar. Ve tabii gelişmiş ülkelerin burjuvazisi, krizin yükünü bir yandan kendi işçi ve emekçileri¬nin üstüne yıkmak için gerekli önlemleri alırken, öte yandan da geri kalmış ülkelerin üstüne yıkarak kendilerini krizin etkilerin¬den asgari bir zararla kurtarmaya çalışıyor¬lar. Dünya ekonomisi ve para musluklarının başını tutmuş olmaları, IMF ve Dünya Bankası’nın ellerinde olması; emperyalist ülkele¬re, krizin yükünün geri ülkelere yıkılmasın¬da önemli olanaklar sağlamaktadır. Örneğin sermaye fazlası, geri ülkelerdeki Kirlerin satın alınmasına kaydırılmakta, bölgesel savaşlar ve çatışmalar kışkırtılarak silah sana¬yi ve yan sanayi stokları eritilmek istenmek¬te, gümrük duvarlarının indirilmesi ve ülkelerdeki tarım ve özel desteklenen ürün¬lere yönelik sübvansiyonların ortadan kaldı¬rılması için baskı yapılarak geri ülkelerdeki tarımın ve gelişme şansı olan sanayilerin de ileri ülkelerin pazarı olması amaçlanmakta ve nihayet, serbest pazar ekonomisi ve bu sistemin özellikle geri ülkelerde mantıksal sonuçlarına kadar uygulama alanına sokul¬ması için baskı yapılarak uluslararası serma¬yenin bu ülkelerde sınırsızca dolaşmasının önü açılmaktadır.
Kısacası; gelişmiş kapitalist ülkelerden başlayan ve giderek diğer ülkeleri de etkisi¬ne alarak genişleyen bugünkü ekonomik kriz, kendisini bütün büyük krizlerin belirti¬leriyle ortaya koyarak derinleşmeye devam etmekte, kimi olgular zaman zaman bir iyi¬leşme alameti gibi yorumlansa da bir süre sonra bunun bir yanılgı olduğu ortaya çık¬makta.
TÜRKİYE’DE KRİZ GÖRÜNTÜLERİ
Bir yıl kadar önce; istatistikler ve özellik¬le de resmi veriler ekonomide pembe tablo¬lar çiziyordu. Kimi ekonomiciler bunun al¬datıcı olduğunu, ufukta karabulutların hızla biriktiğini söylüyordu, ama buna pek aldı¬ran yoktu. Her şey, önce yönetememe kri¬zi olarak göründü. Cumhurbaşkanlığından belediyelere kadar tüm yönetim kademele¬rinde, rüşvetten görev suiistimaline, yolsuz¬luktan seçim ve seçilme hilelerine kadar bü¬tün olgular bir çürümüşlüğü ve yozlaşmayı yansıtıyordu. Özal’ın ölümünden sonraki ge¬lişmeler adeta ekonomi kitaplarının kriz ta¬nımı tarafından biçimlendirilmiş olay ve ol¬gular gibiydi.
Birkaç ay içinde hükümetler, bakanlar, başbakanlar, parti başkanları değişti. Ama ne hükümet hükümet gibi, ne parlamento parlamento gibi, ne partiler iç bütünlüğe sa¬hip partiler gibi, ne de Genelkurmay Genel-kurmay gibi görünüyordu. Yasalarda yetkili görünenler fiiliyatta çökerek yetkisizleşmişken yönetim, ayakta ve bütünlüklü görünen tek bir kurumda birleşmiş görünüyordu; Ge¬nelkurmay ve onun etkin olarak içinde yer aldığı MGK.
Öte yandan, Kürtlere karşı yürütülen sa¬vaş tam bir topyekûn saldırıya dönüşürken, silahlı kuvvetler ve diğer güvenlik güçleri¬nin masrafları, zaten açık veren bütçenin ya¬rısını yutar oldu. Ve dahası, herkese özgürlük, demokrasi vaadiyle işbaşına gelen, “Kürt realitesini tanıyan” koalisyon hüküme¬ti yüzlerce, binlerce köyü yakarak, geniş alanları insansızlaştırarak “sükûnu” sağla¬maya çalıştı.
Yıllardır, enflasyonun yüzde 70’lerde seyretmesi ve döviz rezervlerinin hızla azal¬ması, ihracat ve ithalat makası açılırken bü¬yük sermaye kesimleri ve rantiyelerin dolçe vita bir yaşam sürmesi; kalkınmışlığın, çağdaşlaşmanın ve gelişmenin belirtisi sayıldı. Ve bu koşullarda dünya kapitalizminin krizi, Türkiye’ye, “ulusal motiflerle” bezenerek yansıdı. Bu yüzden de Türkiye’deki kapita¬lizmin dünya kapitalizminin bir parçası ol¬duğu konusunda bulanık düşüncelere sahip olanlar ya da Türkiye’deki kepazelikleri bir türlü kapitalizme yakıştıramayıp, böyle şey¬lerin sadece Türkiye gibi gelişmemiş bir ka¬pitalizmde olacağını sanan kapitalizm hayranları, krize değişik nedenler uyduruyor ve krizden çıkış için de ona uygun önerilerde bulunuyorlar.
Kimilerine göre yaşanan krizin asıl nede¬ni, bugüne kadar 700 trilyon harcanan, sa¬dece bu yıl 400 trilyon harcanacak olan Kürt savaşıdır ve Türkiye’nin krizden kurtul¬ması için bu savaşa son vermek yetecektir! Bir başka kesime göre ise; gerçekte bir kriz¬den söz edilemez, her şey yolunda değilse de ciddi bir kriz de yoktur. Sermaye cephesi kendi isteklerini yerine getirtmek için kriz yaygarası yapmakta, “solcular ise radikalizm adına sermayenin bu taktiğine dayanak olmakta”dır. Bir başka kesime göre ise; bir kriz vardır, para piyasaları altüst olmuştur, sanayi kötü durumdadır, ama her şeyin bir¬kaç ayda bu kadar kötü hale gelmesi olur şey değildir. Bu yüzden de hükümetin kötü, yönetimi işleri karıştırmış, kimsenin hükü¬mete güveni kalmadığı için sorun büyümüş¬tür, dolayısıyla yaşanan, bir sistem krizi de¬ğil; psikolojik bir kriz, yönetenlere yönelik bir güven bunalımıdır. Bu değerlendirmeyi yapanların iddiasına göre; “sürekli gelişen ekonomisi ve 60 milyon nüfusu ile Türkiye, bu krize layık değildir!”
Ancak, en yaygın olarak kabul gören ve ilk bakışta daha akılcı bir yaklaşım gibi gö¬rünen değerlendirme; Türkiye’nin, borç-faiz-borç kıskacına yakalandığı, iç ve dış borçların faiz ve anapara ödemelerinin büt¬çeyi sürekli yeni borç baskısı altına aldığı, hazinenin yeni borç bulabilmek için faizleri yükselttiği, ya da para bastığı, bu durumun bir yandan faizlerin yükselmesine ve öte yandan da enflasyonun artmasına yol açtığı ve sonuçta yatırımların yapılmadığı, üreti¬min gerektiği gibi artmadığı, işsizlik vb. be¬laların bu kıskaçtan kurtulamamanın sonu¬cu olduğu iddia” edilmektedir. Bu görüşe göre döviz krizi de aynı nedenle bağıntılı¬dır, ama bir de ek olarak krizin, lüks itha¬lat ve “israfın kışkırtılmasından azdığı ek¬lenmektedir.
Liberal ekonominin en “saf savunucula¬rına göre ise; Özal’ın başbakanlıktan ayrıl¬masından sonra serbest pazar ekonomisi “kumandalı ekonomi”ye döndüğü için piya¬sa kuralları işlememiş, bu yüzden ekonomik dengeler bozulmuş, KİT’lerin zararlarının büyümesi, özelleştirmenin yapılmamış olma¬sı, tarıma yapılan sübvansiyon ve Kürt sava¬şının harcamaları ekonomiyi bugün içinde bulunulan sorunların pençesine düşürmüş-tür.
Hükümet ve koalisyon partilerine göre ise; bugünkü krizin nedeni, 1988’den itibaren döviz fiyatlarının kaşıdı olarak düşük tutulmasıdır ve bu yapılmadığı için ihracat düşmüş, ithalat artmış, döviz rezervleri aza¬larak “Dövize hücum! “a kadar gelen geliş¬melere yol açmıştır.
İlk bakışta bütün bu tezlerin, en saçma görüneninin bile taraftarlarını haklı bulmak için pek çok neden gösterilebilir. Örneğin Kürt savaşına yapılan bir yıllık harcamanın bütçe açığına eşit olması, döviz fiyatlarının Merkez Bankası’nın müdahaleleri ile hükü¬met tarafından “piyasa kurallarına aykırı” olarak düşük tutulması, bütçenin borç-faiz-borç kıskacının pençesinde bulunması, KİT’lerin zararının giderek büyümesi, ihra¬catın güçleştirilip ithalatın kolaylaştırılması, sermayenin krizden işçi ve emekçilere sal¬dırmak için yararlanması, hatta çok saçma görülen psikolojik etken için bile pek çok gerekçe gösterilebilir. Ancak bunların hiçbi¬rinin tek başına ya da birkaçının bir araya gelmesiyle olup biteni açıkladığı söylene¬mez. Tersine bütün bu söylenenlerin kri¬zin nedeninden çok, sonucu olduğunu söylemek daha doğru olur.
Kuşkusuz Türkiye gibi ekonomisi ve siya¬seti diken üstünde olan ülkelerde bir ekono¬mik kriz için hiç de dünya kapitalizminin krize sürüklenmesi gerekmez. Örneğin, salt bir dış ticaret açığı başlıca sanayi alanlarındaki üretimi durdurabilir. Ya da Kürt savaşı gibi bir savaş, derin bir ekonomik bunalıma neden olabilir. Daha da basiti uzunca süre¬cek bir siyasal istikrarsızlık mali krize, mali kriz tam bir ekonomik krize dönüşebilir. Kısacası, yukarıda, bugünkü ekonomik kriz için söylenen saptamaların her biri ya da birkaçı birden, bir başka koşulda, krizin ger¬çek nedeni olabilir. Ve bu türden bir ülkeye has kriz durumunda, krizin o ülkedeki ne¬deni ortadan kalktığında kriz de ortadan kalkar. Ama kriz, dünya ekonomisinin bir krizi olarak ortaya çıkıp, birer birer ülkeleri pençesine almışsa, bu durumda krizin derin¬liği ve etkileri ülkeden ülkeye değişse de, nedenler dünya ölçüsünde ortadan kalkma¬dan birer birer ülkelerin krizin pençesinden kurtulması söz konusu olmaz. Şu anda Tür¬kiye’de yaşanan ve gün geçtikçe derinleşen kriz, sadece Türkiye’ye has bir durum değil, dünya kapitalizminin yaşadığı, başlıca geliş¬miş kapitalist ülkelerde başlayan krizin bir yansımasıdır. (Elbette Türkiye’nin Kürtlere karşı yürüttüğü savaşın masrafları, döviz darboğazı vb. gibi krizin daha yıkıcı olması¬nı kışkırtan etkenler vardır, ama bunlar kri-zin asıl nedeni değildir.) Ve krizin kendisini ortaya koyuş biçimi, aşırı üretim. Kısacası bir “aşırı üretim krizi” demek bugünkü krizi en yalın biçimde tanımlamış olmak olur. Aşırı üretim derken, kuşkusuz bunu ekonomi politik anlamda, talep azalması, yı¬ğınların alım gücünün düşmesi anlamında kullanıyoruz. Yoksa kapitalist ekonominin bütün toplumun ihtiyaçlarını karşılayacak düzeyde geliştiğinden, herkesin ihtiyacını karşıladıktan sonra bir artı üretimin olduğu¬nu söylemiyoruz elbette. Bu anlamıyla çok¬tan beridir kapitalist ülkelerde bir talep da¬ralması vardı ve ’90’lı yılların başında ABD, arkasından Avrupa, en son olarak da Japon¬ya’da görüldüğü gibi, tarım da dahil pek çok sektörde başlayan talep daralması, bir yandan kapitalist ülkelerin hem birbirinden hem de dünyanın geri kalan bölgelerinden bir ticaret serbestisi isteğini birlikte getir¬mişti. Örneğin ABD; Japonya ve Avrupa’dan korumacı önlemleri kaldırmasını isterken, kendisi tekstil, otomotiv ve elektronik gibi sanayi dallarında kotalar koyarak korumacı¬lık yapıyor, aynı şekilde tarımda anlaşmala¬ra aykırı olarak dampinge varacak önlemler alırken, özellikle Türkiye gibi ülkelerde tarı¬ma yönelik sübvansiyonları ve diğer koru¬macı önlemleri IMF ve Dünya Bankası’nın da girişimleriyle önlemeye çalışıyordu. Ve bu üç büyük kapitalist mihrak, Avrupa, AB; ABD, NAFTA; Japonya, Güney Pasifik Birliği ile kendi pazar alanlarında korumacılık ya¬parken, dünyanın geri kalan bölgelerinde gümrük duvarlarının indirilmesi ve ulusal ekonomilerin çökertilmesi ile kendi buna¬lımlarını bu ülkelere ihraç etmeyi amaçlıyor¬lar. Bunun için de “serbest pazar ekonomi¬si”, “piyasa kuralları öğretisi” bulunmaz bir dayanak oldu.
1993 yılı biterken, sistemin başlıca tem¬silcilerinin tek tesellisi, GATT’ın uygulanma¬sı ile dünya ticaret hacminde 100 milyar do¬larlık bir genişleme olacağı idi. Bu 100 milyar dolar sadece ABD’nin bir yıllık dış ti¬caret açığı idi, ama olsun, hiç yoktan iyidir diye düşünülüyor olmalıydı. Yine ’90’lı yıl¬larda ABD ve Avrupa, ABD ve Japonya iki kez ticaret savaşından son anda dönebildi.
Gelişmiş kapitalist ülkelerdeki aşırı üre¬tim krizinin sonucu, bu ülkelerin daha çok mal ve sermayenin başka ülkelere ihracını gerektirdiği için, gümrük duvarlarının indi¬rilmesi, geri ülkelerde özelleştirmeye hız verilmesi, ekonomi üstündeki kamu denetimle¬rinin azaltılması gibi sorunlar, birer doktrin sorunu olmaktan öte, sistemin ayakta dura¬bilmesi ve gelişmiş ülkelerdeki krizin geri ülkelere ihracı için alınması gereken zorunlu önlemlerden oldu. Türkiye’nin son yıllar¬da dış ticaret açığının hızla büyümesinde başlıca rolü, gelişmiş kapitalist ülkelerin bu doğrultudaki baskılan oynamıştır. İç üreti¬min önemli ölçüde ithalata dayanması, ana ve ara mallar ithalatının hızla artması bu baskılara eklenince, ihracatın ithalatı karşılama oranı yüzde 50’nin altına düşerek bu alanda bir rekor kırılmıştır.
Uluslararası tekellerin, gelişmiş kapitalist ülkeleri de arkalarına alarak giriştikleri bu kriz ihracatından, geri kalmış ülkelerin za¬ten güç durumda olan ekonomileri daha da bozulmuş, enflasyon, iç ve dış borç faizlerinin baskısıyla yığınların alım gücünün hızla düşmesi, sadece uluslararası alanda değil; ülke içinde de pazar daralmasına, başka bir söyleyişle otomotiv, tekstil, gıda, plastik, lastik, ilaç, demir-çelik, inşaat vb. belli başlı sanayi alanlarında aşırı üretime yol açmış¬tır. Ancak, bir yanda emekçi yığınlar sefalet içindeyken öte yandan mağazaların, market¬lerin her türden malla dolu olmasının sırrı da işte buradadır. Bugün otomotiv ve teks¬til başta olmak üzere pek çok sanayi dalın¬da fabrikaların kitlesel işçi çıkarmaları ve üretime sık sık ara vermelerinin nedeninin ellerindeki stoklar olduğunu, başka bir söy¬leyişle üretilen malların satılamaması sonu¬cu olduğunu söylemek, bilineni yinelemek¬ten öte bir şey değil. Ve bu durum, emekçilerin kapitalizmin niteliğini anlaması¬nı kolaylaştıracak, onları sisteme yabancılaştıracak bir pozisyona itmektedir. Çünkü bu durum, kapitalist sistemin temel çe¬lişmesi olan üretim araçlarının özel mülkiyeti ile üretimin toplumsal niteli¬ği arasındaki çelişmeyi en çarpıcı bir biçimde ortaya koymaktadır. Olağan ko¬şullarda kapitalizmin halkın ihtiyaçları için üretim yapan, özel mülkiyeti bu amaç için kullanan bir sistem olduğu demagojisine inandırıcılık sağlayacak gerekçeler bulunabi¬lir ama kriz dönemlerinde bu savın aşağılık bir demagoji olduğu bütün çıplaklığıyla orta¬ya çıkar.
Temel mal ve hizmetlere talepteki düşüş¬ler ekonominin içinde bulunduğu dununun iç açıcı ve kısa vadede düzelme imkânının olmadığını gösteriyor: Toplam sanayi üreti¬mi yüzde 10’un üzerinde düşerken, ekono¬milerde en önemli göstergelerden biri ola¬rak kabul edilen imalat sanayisinde kapasite kullanımı mayıs ayında yüzde 18,2 oranında geriledi. Mayıs ’93’te yüzde 82,4 olan kapa¬site kullanımı Mayıs ’94’te 64,2 olabildi.
İmalat sanayisinde en fazla gerileme yüz¬de 28,3 ile metal eşya, makine ve teçhizat imalatında oldu. Bu sektörde geçen yıl yüz¬de 82,6 olan kapasite kullanımı bu sene yüzde 54,3’e düştü.
Beyaz eşyada ise üretim ve satış düşer¬ken, ihracat küçük de olsa artmaya devam etti. ’94 yılının ilk 5 ayı itibariyle beyaz eş¬ya üretimi geçen yılın aynı dönemine oranla yüzde 9 gerileyerek 2 milyon adetten 1,8 milyon; tüketim, aynı dönem itibariyle yüz¬de 12 gerileyerek 1,7 milyon adetten 1,5 milyon âdete düştü.
Sanayiciler, sanayinin genelinde ve özel¬likle imalat sanayisinde kapasite kullanımı¬nın düşmeye devam edeceğini, işletmelerin stoka çalışmamak için işçi çıkarma, vardiya¬ların kaldırılması ve çalışma sürelerinin dü-şürülmesi, ücretlerde kesinti yapılması gibi önlemlere başvuracaklarını açıklıyorlar.
Krizin niteliğini açığa vuran bir diğer ol¬gu da; işsizliğin hızla artması, sendikalı ve kalifiye on binlerce işçinin işsizler ordusuna katılması. 1 Ocak 1994’ten 22 Haziran gününe kadar işten çıkardan işçi sayısının 600 bine yaklaştığı açıklandı. Krizin hangi işkol¬larında daha etkili olduğunu göstermesi ba¬kımından bir gösterge olacağı nedeniyle, iş¬kollarına göre işten çıkarılanların sayısını bir tablo olarak veriyoruz.
1 Ocak-22 Haziran 1994 arasında, çıkarılan işçi sayısı sektörlere göre şöyledir:
Tarım, orman, balık 9-575
Madencilik 11.570
Petro-Kimya 18.506
Gıda 29-997
Şeker 907
Tekstil 69.167
Deri 4.949
Ağaç 6.131
Kağıt 2.635
Basın-Yayın 2.281
Banka-Sigorta 7.727
Çimento-toprak-cam 16.286
Metal 64.750
Gemi 734
İnşaat 136.637
Enerji 14.545
Ticaret-Büro 95.483
Kara taşıma 11.619
Demiryolu 6.535
Deniz taşıma 5.330
Hava taşıma 2.149
Ardiye 348
Haberleşme 4.365
Sağlık 1.730
Konaklama, eğitim 30.968
Milli Savunma 849
Gazetecilik 1.154
Genel hizmetler 19-663
TOPLAM 577.180
İşten çıkarmalarda altı çizilmesi gereken bir olgu ise, atılan işçilerin içinde sendikalı işçi sayısının 150 bin civarında olması. Yılsonuna kadar özelleştirilecek veya kapatıla¬cak KİT’lerden çıkarılacak işçilerle, bu sayının 200 bini bulması bekleniyor.
Burada şunu belirtmeliyiz ki; bu rakam¬lar Çalışma Bakanlığı tarafından açıklanan işten çıkarmaları içermekte olup, işten çıka¬rılan geçici işçiler, “tasarruf gerekçesiyle işe başlatılmayan mevsimlik işçiler ve sigortasız olarak çalıştırılıp işten atılan on binlerce işçi bu rakamlara dahil değildir. Ve tabii ki, bu rakamlar sadece 22 Haziran gününe kadarki işten çıkarmalar için anlamlıdır ve bu rakama her gün yüzlerce, binlerce işçi eklenmeye devam etmektedir.
Sektör yetkililerinin açıklamalarında 1 milyonun üzerinde işçinin çalıştığı tekstil sektöründe krizin derinleşmesine paralel olarak işçilerin yüzde 25’inin işsiz kalacağı, sendikalı 110 bin işçinin de bu kervana katılmasıyla önümüzdeki günlerde işten çıkarı¬lan sendikalı sayısının 200 bine yaklaşacağı belirtiliyor.
Krizin ortaya çıkardığı diğer olgular da; ancak aşırı üretimle anlamlanır. Örneğin Türkiye’nin dış ticaret açığının hızla büyü¬mesi, ihracatın tıkanması, devletin iç ve dış borç açığının büyümesi, kitlesel işçi çıkarma¬ları ve işletmelerin geçici ya da sürekli ka¬panması, iflasların hızla artması vb. bütün bu olgular, bir aşırı üretim krizinin kendisi¬ni gösterme biçimleri olarak anlaşılırdır.
KRİZİN TARAFLARI VE TAKTİKLERİ
Kuşkusuz krizin, her ciddi toplumsal olayda olduğu gibi, başlıca iki tarafı var. Bir tarafta işçi sınıfı başta olmak üzere tüm emekçi sınıflar; öte yanda ise, burjuvazi ve onun hükümeti ve devletin çeşidi kurumlan var.
Bu genel saflaşmaya daha yakından bakıldığında, krizin de etkisiyle, gerek serma¬ye cephesinin kendi içinde gerekse işçi-emekçi cephesi ile sermaye cephesi arasın¬da ciddi bir mücadelenin varlığı açıkça gö¬rülüyor.
Sermaye cephesi içinde büyük sermaye ile orta ve küçük ölçekli kesimler, sanayi sermayesi ve banka sermayesi, ithalatçılarla sanayiciler, sanayinin şu ya da bu dalı ile diğer dalları, hükümetle sermayenin çeşidi kesimleri arasında zaman zaman sanki iki düşman kamp intibaı uyandıracak çatışma¬lar izlenmektedir. Örneğin, orta ve küçük ölçekli sanayiciler bankaları neredeyse halk düşmanı olarak suçlayacak kadar feveran ederken, yine sanayicilerin bir bölümü, ban¬ka faizleri ve borçlarını ödemeyeceklerini öne sürerek “bankaları batıracağız!” tehdidi¬ni savurabilmektedir. Örneğin ünlü tekstilci Halit Narin, “tekelcilik faşizmdir.” deyip, “ideolojik” bir saptama yaparak tartışmaları alevlendirmekten fayda ummaktadır.
Ama çeşitli sermaye çevreleri ile hükü¬met arasındaki çatışma, daha gürültülü bir biçimde sürmektedir. 5 Nisan Kararları’yla sanki bütün sermaye kesimleri hükümetin arkasında yer almış, adeta bir “ulusal muta¬bakat” oluşmuş izlenimi ortaya çıkmıştı, ama bunun sadece, krizin yükünü emekçile¬rin sırtına yıkma operasyonunda ittifak ol¬duğu kısa bir sürede ortaya çıktı. Kararların arkasında sermaye çevreleri, “biz de fedakârlık edeceğiz, payımıza düşeni ödeyece¬ğiz” dediler. Zamlar hemen devreye sokul¬du, özelleştirme için önlemler hızla alınmaya başlandı, işten çıkarmalar iyice bir felaket haline geldi. Ama işçi ve emekçileri ilgilendiren önlemler devreye girdikten son¬ra büyük sermaye çevreleri, 5 Nisan Kararla¬rının sermaye çevrelerine getirdiği tek yük sayılacak “Net Aktif Vergisi”ni ödemeyeceği¬ni açıkladılar. Ve bu çevreler; vergi veren namuslu işadamını cezalandırdığı, servet düşmanlığı yaptığı şeklinde suçladığı hükü¬metle pazarlığa oturdular. Sonunda banka¬lar ve büyük sermaye için bu vergiyi üçte iki oranında düşürüp sonra da ödenip öden¬memesi pek fark etmeyecek bir uygulamaya dönüştürdüler. Küçük ve orta ölçekli sanayi¬cilerin feryadına ise, kimse aldırmadı.
Krizin yükünün her kesim tarafından paylaşılması adına çıkarılan “Net Aktif Vergisi”ni ödemeyen büyük patronlar, Gelir ve Kurumlar Vergisi’ni de ödemiyorlar. Hazine tarafından açıklanan ocak-nisan dönemine ait verilere göre kurumlar vergisinde tahsilât yüzde 10,5’te kaldı. 38.6 trilyon tahak¬kuk eden Kurumlar Vergisi’ne karşılık ancak 4 trilyon, Gelir Vergisi’nde ise 104 trilyona karşılık 44,9 trilyon toplanabildi.
Otomotivciler, beyaz eşya üreticileri, özellikle TÜSİAD’da örgütlenmiş büyük ser¬maye grupları hükümete karşı radikal bir muhalefet partisi gibi tutum aldılar. Basın, parlamento ve bürokrasideki yandaşlarını da harekete geçirerek başbakan ve bakanla¬rı tehdit ettiler, kirli çamaşırlarını ortaya dökmeye koyuldular. Çeşitli hükümet senaryolarıyla ortamı kendi lehlerine sıcak tuta¬rak, adeta hükümeti hizaya getirdiler. Önce büyük sermaye çevrelerinin tehditlerine pa¬buç bırakılmayacağını söyleyerek sermayeye karşı tutum almış havası vererek puan top¬lamaya çalışan hükümet, çok geçmeden yel¬kenleri indirdi. Hükümet, taviz vereceğini ortaya koyunca, ortalık biraz yumuşadı. Hü¬kümet arayışları en azından yaz sonuna kadar ertelendi. Hükümet ve sermaye çevrele¬ri tam bir dayanışma içerisinde görüntüsü çizmeye başladılar. Arkasından malum flört¬ler, görüşmeler geldi. Önce beyaz eşya üreti¬cileriyle görüşen hükümet, KDV’nin indiril¬mesi ve kimi diğer vergilerden muafiyet ile krediler konusunda prensipte anlaşıldı. Ar¬kasından otomotivciler ve diğer sanayi dallarındaki sermaye kesimleri ise yeni istek¬lerle hükümete başvurdular. Örneğin otomotivciler bir yandan emirlerindeki lobi¬ler ve basın, öte yandan doğrudan hükü¬mette görüşmelerde şu teklifleri sundular:
* Vergiler azaltılsın. KDV, ticari araçta % 5’e, otomobilde % 15’e, ek taşıt alım ver¬gisi % 6’ya düşürülsün.
* Bankalar uygun faizle tüketici kredi¬si versin.
* Yurtdışındaki işçilere yapılan satışta ihracat teşviki uygulansın.
* İkinci el satışlarda KDV % 1’e indiril¬sin. (İndirildi)
* 100 milyon dolar Eximbank kredisi sağlansın.
* Habur sınır kapısı açılsın.
* Özel finans kurumlarının açılmasına izin verilsin.
* Ziraat Bankası çiftçiye traktör, Halk-bank şoföre ticari araç kredisi açsın.
* Minibüsteki ek taşıt alım vergisi kalksın.
* Taksitli satışlarda, vade farkı üstün¬deki KDV kalksın.
* Kamu kurumları ve belediyeler yerli araç alsın.
* Komple araç ithalatı kısıtlansın.
Otomotivciler tarafından önerilen ve bi¬raz farklılıkla diğer sanayi kollarındaki bü¬yük sermaye kesimlerince de desteklenmesi beklenen bu istemler, büyük olasılıkla tem¬muz ayından itibaren uygulamaya sokula¬cak.
Bu programın ilginç bir iki noktasına dikkat çekmek gerekiyor. Birincisi, büyük sermaye çevreleri, son 10-15 yıldır, sürekli olarak; “Hükümet bize karışmasın, biz ken¬dimiz yolumuzu buluruz.” propagandası yap¬tılar, ama şimdi, “biz krize girdik, hükümet bizi kurtarsın!” diyorlar. İkincisi, “sübvansi¬yonlar bu memleketi batırdı, KİT’lere ve ta¬rıma sübvansiyona hayır!” diyen büyük ser¬maye, şimdi kendisine vergi indirimi ve yeni kredi kolaylıklarıyla sübvansiyon iste¬mektedir. En önemlisi de, tarım girdilerine her türden sübvansiyona karşı çıkanlar şim¬di çiftçiye traktör kredisi açılmasını istiyor¬lar. Ve elbette böylece “serbest ekonomi¬nin” bütün kurallarını çiğniyor, dolayısıyla son 15 yıldır kurdukları ve artık yıkılmaz di¬ye düşündükleri ekonomik doktrinin ve pra¬tiğin iflasını kabul etmiş oluyorlar.
Başta metal, özellikle otomotiv sektörü temsilcileri olmak üzere çeşitli tekelci grup¬ların, DYP-SHP Koalisyon Hükümeti’ne yö¬nelik eleştirileri, esas olarak, hükümetin al¬mış olduğu kararları geç aldığı ve alınan kararları uygulamada yeterince kararlı ve sert davranmadığı noktasında odaklaşıyor. Nitekim TÜSÎAD, ekonomik krizin bu boyut¬larda yaşanmasının nedenini “Alınması gere¬ken tedbirlerin siyasi kaygılarla geciktiril-miş” olmasına bağlıyor.
Çelişmelerin keskinleşmesinin sonucu olarak, çeşitli sektörler arasında da tam bir savaş hüküm sürüyor. Sanayicilerle bankacı¬lar zaman zaman birbirlerinin kirli çamaşır¬larını dökecek kadar ileri gidiyorlar.
Batan bankaların yanı sıra; sanayicilerin, zamanı gelen kredi faizlerini ödememeleri ya da ödemeyeceklerini açıklamaları birçok bankayı da zor duruma soktu. Bankalar Birliği’nin son açıkladığı rakamlara göre sanayi kesimine açılan toplam kredi, yaklaşık 500 trilyon civarında. İstanbul Sanayi Odası’nın, üyeleri arasında yaptığı bir araştırmaya gö¬re 31 Mart’ta biten üç aylık faiz döneminde sanayicilerin yüzde 46’sı bankalara olan fa¬iz borçlarını ödeyemedi veya ödemedi. Sa¬nayiciler haziran ve eylül aylarındaki dö¬nem faizlerinin de ödenemeyeceğini, hatta ödemek istemediklerini açıklıyorlar. Eğer is¬tekleri yerine getirilmezse 30 Haziran’da bir gün süreyle fabrikalarını kapatacakları teh¬didini savuruyorlar.
Yılın ikinci üç ayında, yani haziran ayın¬da ödenmesi gereken faiz tutarı 100 trilyon lira. Bu paraların geri dönmemesi, yılın üçüncü üç aylık ödemesi olan eylül ayına sarkması, “kalan bankalar sağlamdır” iddia¬sıyla güven tazelemeye çalışan bankaları da tam anlamıyla bir çıkmaza sokacak. Özellik¬le pek çok özel bankanın yılın ikinci yarısın¬da güç günler yaşayacağı, bazılarınınsa “ba¬tacağı” büyük bir olasılık olarak görülüyor.
Sanayide, özellikle imalat sanayisinde üretimin gerilemesi, stokların artması, işten çıkarmaların yoğunlaşıp işsizliğin artması, finans kesiminin kredilerinin geri dönme¬mesi gibi ekonomide durgunluk dönemlerinde sanayi kesiminden finans kesimine geri ödemelerin aksaması veya yapılmama¬sı, kaçınılmaz olarak finans kesimini batağa sürükleyecek. İşte Koç Holding üst düzey yöneticisi inan Kıraç’ın “bankaları biz batı¬racağız” demesi boş bir tehdit değil. Belki tehdit yanı daha çoktu ama bankaları bu tehdit bile paniğe düşürdü ve bankalar uz¬laşmaya yanaşarak ortamı yumuşatmayı çı¬karlarına uygun buldular. Ama bu uzlaşma girişiminin başarılı olacağı da çok kuşkulu¬dur. Çünkü sanayicilerin istemi ile bankala¬rın vereceği taviz arasında oldukça büyük bir fark var. Nitekim kredi faizlerinde yüz¬de 30’lara varan indirimden sonra İSO baş¬kanı; “çözülmüş bir şey yoktur, yüzde 20-30’luk faiz indirimi hiçbir şey çözmez.” diye değerlendiriyordu durumu.
Hükümetin pembe tablolar çizmesine, “ekonomiyi düzlüğe çıkaracağız” edebiyatı¬na karşın, tekelci sermaye sözcüleri bu ko¬nuda ihtiyatlı. Kürtlere karşı yürütülen sa¬vaşla birleşen ekonomik krizin kısa vadede atlatılmasını olanaklı görmüyorlar. TÜSİAD başkanına göre; “birkaç yıllık dur¬gunluk dönemine giren ekonominin” düzlü¬ğe çıkabilmesi için “orta ve uzun vadeli ye¬ni bir istikrar paketi, taviz verilmeden uygulanmalıdır. Hükümetin, krizden çıkıyo¬ruz doğrultusundaki açıklamaları, hükümet ve istikrar programını uygulamaktan caydı¬ran baskılan artırmaktan başka bir işe yaramamakta”dır.
Hükümet cephesinde ise; yönetememe krizinin de kışkırttığı bir kargaşa egemen¬dir. Herkese özgürlük, demokrasi ve refah vaat ederek işbaşına gelen koalisyon hükü¬meti, ne özgürlük ve demokrasi ne de her¬kese refah getiren bir uygulamaya yöneldi. Tersine, sermayenin derinleşen krizine çare aramak uğruna bütün “bilmen” reçeteleri uygulamak için elinden geleni yaptı. Serma¬ye, “bir kez daha seçim kazanma kaygısı olmayan başbakan”, “yarı deli bir başbakan” aradığını duyurduğu ölçüde bu role soyu¬nan başbakan, gözü kara bir sermaye yanlı¬sı olduğunu göstermek için her çareye baş¬vurdu. Elindeki her olanağı sermayenin hizmetine sundu, ama sermayenin ihtiyacı çok fazla, hükümetin verebileceği ise çok az¬dı. Bu yüzden de, bütün sermaye yanlılığına karşın, bu hükümetin büyük sermayenin ih¬tiyaç duyduğu hükümet olmadığını söyle¬mek doğru olur. Çünkü son yıllarda sıkça ifade edildiği gibi, bugünkü koşullarda ihti¬yaç duyulan hükümet, toplumdaki “çeşidi” kesimleri bir “kurtuluş” programı etrafında birleştirecek ve sermayenin krizden çıkma¬sından başka hiçbir kaygı gütmeyecek bir hükümettir. Ve zaman içinde bunun, meclis¬teki tüm partilerin, hatta sendikalar ve işve¬ren kuruluşlarının da desteğini alacak, par¬lamentodan güvenoyu almış ama tümü parlamenter olması da gerekmeyen bakan¬ların bakan olduğu, konunun uzmanı oldu¬ğu bir “teknisyenler hükümeti”dir. Bu hükü¬met herhangi bir siyasi parti ya da partiler grubuna bağlanmayacak, ama önüne konan programı uygulamada da tam yetkili bir hü¬kümet olacak. Çiller Hükümeti, sermayenin bu isteğini anlamaya başladığında, tarife uy¬gun bir tutum takınıp 5 Nisan İstikrar Paketi’ni uygulamaya sokarak aranan hükümet olduğunu göstermeye çalışmıştı ve 5 Nisan Kararları’na sermayenin desteği, bir an için böyle bir şeyin sermaye için de kabul edildi¬ği sanısını uyandırmışsa da, kısa süre sonra, büyük sermaye çevrelerinin, “bu hükümetle bir yere gidilmez” tutumunda ısrar ettikleri anlaşıldı. TÜSİAD Başkanı Halis Komili ve Koç’un son bir iki ay içinde hükümete yöne¬lik sert eleştirilerinin arkasında işte bu, “bu hükümetle bu krizden çıkılamaz” düşüncesi yatmaktadır.
Ne var ki; 27 Mart seçimlerinin parla¬mentoda tüm partilerin bir program etrafın¬da birleşmesini kolaylaştıracak bir sonucu getirmemesi, bir ulusal birlik hükümeti ku¬rulmasını zorlaştırmış, en azından bu çaba-nın zamana yayılmasını gerekli kılmıştır. Bu yüzden de bir süre daha bu hükümette yü¬rümek gerektiği gerçeğini kabul eden büyük sermaye, bazen hükümeti tehdit ederek, ba¬zen de yumuşayıp hükümetin sırtını sıvazla¬yarak, hükümeti, büyük sermayenin istemle¬rini yapmaktan başka bir çaresi olmadığına ikna etmeye çalışmaktadır. Nitekim Çiller; “Ne zaman birilerinin ayağına bassam ba¬şıma inanılmaz şeyler geliyor” diyerek, biraz tepkisel de olsa, verilen mesajı anladığı¬nı göstermiştir.
Şimdi hükümet, bir yandan borsa, döviz ve bankalarda istikrar sağlamaya çalışarak, öte yandan da büyük sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda kararlar alarak ömrünü uzat¬maya çalışmaktadır. Örneğin hükümet, Haziran’da ödemesi gereken 58 trilyonu bulmak ve dolan frenlemek için aynen Arjantin’de olduğu gibi yüzde 406 faizle para topluyor. Böylece dövizde istikrar sağlamayı amaçlı¬yor; ama bu, hazinenin eylül ayının ilk haftasında 120 trilyon ödeme yapmak duru¬muyla karşı karşıya geleceği anlamına geliyor. Yani kriz büyütülerek ertelenmeye çalışılıyor ve hükümet; haftayı, ayı kurtar¬mayı kâr sayıyor. Bu paraların nasıl ve han¬gi yolla ödeneceğini kimse açıklayamıyor, ama hükümet, herkesin parası zamanında ve “gerçek para” olarak ödenecek vaadinde bulunmaya devam ediyor. Yaygın kanı, karşılığında daha düşük faizli ve uzun vadeli hazine Bonosu verileceği. Böylece yeni za¬man kazanılacağıdır; Nitekim bu kulislerde-ki söylentiyi Rahmi Koç, “vatan hainliği” “suçlamasını.da göze alarak, açıkça hüküme¬te, “iç ve dış borçların ertelenerek bir nefes alma imkanı sağlanması gerektiği” biçimin¬de önerdi. Hükümet, “böyle şey olmaz” de¬diyse de, bunun bile borçlandırmayı sürdür¬mek için yapılmış bir kararlılık gösterisinden ibaret olduğu iddia ediliyor.
Bu nedenlerledir ki; en iyimser burjuva eko¬nomistleri dahi hükümetin borç- faiz- borç kıskacından kurtulabileceğine inanmıyor ve hükümetin eylül ayında gidici olduğunu, en azından gelen hükümete “enkaz” bırakacağı değerlendirmesini yapıyorlar.
Burjuvazi ve hükümetler, hem diğer ül¬kelerde hem de Türkiye’de, krizin yarattığı ortamdan yararlanarak, sendikalarla da do¬laylı ya da dolaysız işbirliği içinde, krizin yükünü işçi ve emekçilerin üstüne yıkarken, uzun vadede kendilerini rahatlatacak ön¬lemler almaya özen gösteriyorlar. Kısacası krizi bir fırsat bilerek, bu fırsattan yararlan¬mayı amaçlıyorlar. Fırsattan yararlanmanın boyudan, sadece emekçilerle sermaye ara¬sında değil, sermaye kesimleri arasında da bir fırsattan yararlanma taktiğini gündeme getirmiş bulunuyor.
Savaşların en karmaşığı olarak sınıflar mücadelesinde taraflar arasında fırsattan yararlanma olağandır ve bunu taraflardan birinin ötekine karşı “ihaneti”, “kalleşliği” saymak, sadece sıradan ahlakçıların yaklaşı¬mı olabilir. Bu yüzden de hem devlet hem de sınıf örgütleri olarak tepeden tırnağa örgütlü ve kendi sınıf çıkarına sımsıkı sarılan sermaye kesimi, krizin yarattığı olanakları kendi lehlerine kullanmak için bütün imkânlarını seferber etmiş durumda. Bu yazı¬nın son bölümünde değineceğimiz sendikaların konum ve tutumlarından da yararlanan sermaye, işçi ve emekçilerin içinde bulunduğu örgütsüzlük ve örgütleri¬nin zapt edilmişliğinden yararlanarak, hem kazanılmış haklar hem de krizin yükünü emekçilerin üstüne yıkacak önlemler konu¬sunda “topyekûn” bir tutumu benimsemiş bulunuyor. Her konuda çatışan sermaye ke¬simlerinin, gazete sayfalarına yansıyan ara¬larındaki savaşa karşın, krizin yükünü emekçilerin sırtına yıkmak söz konusu oldu¬ğunda, aralarından su sızmıyor.
Son bir yıl içinde kitlesel işten atmaların yarattığı baskı ve 5 Nisan Kararları’yla öne sürülen kimi KİT’lerin kapatılması, pek çok özel sektör işletmesinde kitlesel işçi kıyımları, ücret ve maaşların dondurulması ve gele-ceğe yönelik çizilen kara tabloların yarattığı belirsizlikten yararlanan sermayenin temsil¬cileri ve sözcüleri, ellerindeki bütün propa¬ganda imkanları ile; “KİT’lerin kapatılmasındansa özelleştirilmesi iyidir; işten atılmaktansa sıfır sözleşmeye, hatta bir süre için ücretsiz çalışmaya razı olmak tercih edilmelidir” tezini işliyorlar. Yarat¬tıkları işsizlik korkusuyla amaçlarını gerçek¬leştirmeye uğraşırken, sosyal hakların tüm¬den kaldırılması, toplusözleşmelerin ihlalinin olağanlaştırılması, hatta emeklilik süresinin 5000’den 9000 güne çıkarılması için son girişimleri yapıyorlar. Özelleştirme için henüz ciddi adımlar atılabilmiş değil ama özel sektörde son altı ayda, resmi ra¬kamlara göre bile atılan işçi sayısının 600 bini aştığı ortamda, tam bir işsizlik terörü estiriliyor. İşçi ve emekçilerin hareketsizli¬ğinden yararlanan sermaye, bütün kazanıl¬mış haklara karşı bir haçlı seferine girişmiş durumda. Öyle ki; sermayenin basındaki sözcüleri, bir yandan işsizliğin böylesi bü¬yük boyutlarda artması karşısında bir “sos¬yal patlama” ihtimalinden söz ederken, öte yandan kamudan az işçi çıkarılmasını eleşti¬riyor, daha çok işçi ve memurun çıkarılması için pervasız saldırıya “haklı gerekçeler” uydurmaya çalışıyorlar. Sermaye, bütün kesim¬leriyle, işsizliğin yarattığı ortamdan yararla¬nıyor ve işçilerin toplusözleşmeden doğan haklarını; ücret artışı, ikramiye ve sosyal haklarını ödemiyor. Ve ya işten çıkarmayı kabul edin ya da benim dediğim koşullarda çalışmaya razı olun diyor patronlar. Tabii ki; bir kez bu koşullara evet diyeni de iflah etmiyorlar. Örneğin TÜRK METAL’in işçi düşmanı ağalarının TOFAŞ’ta ücretsiz ve ya¬rım ücretle çalışma istemi bile kabul edilme¬di; 3000’e yakın işçi işten çıkarılırken, fabri¬ka da iki ay süreyle kapatıldı. Benzer şey Almanya Volkswagen fabrikalarında da göz¬lendi. Patronlar, 4 günlük çalışma sözleşme¬sine bile uymadı, hem ücretleri düşürdü hem de işçi çıkışlarını sürdürdü.
Öyle anlaşılmaktadır ki, büyük sermaye¬nin çeşitli kesimleri hem kendi aralarındaki hesaplaşmada hem de küçük ve orta boy sa¬nayi yutmada krizin yarattığı ortamdan fay¬dalanma yoluna girmiştir. Koç Holding ve Sabancı Holding arasında, henüz söz düello¬su aşamasındaki çatışma, bankalar ve sana¬yiciler arasında, birden “bankaları biz batı¬racağız” aşamasına gelip, ama bankacıların geri adım atmasıyla biraz yumuşamış gibi görünen gelişmeler, sureti haktan görüne¬rek büyük sermaye çevrelerinin, “küçük ve orta boy sanayinin bu krizden sağ salim çı¬kamayacağı” iddiası ve nihayet büyük ser¬mayenin; hükümeti ve partileri hizaya getir¬mek için adeta gerilla savaşı taktikleri uygulayarak istemlerini bir bir gerçekleştir¬me çizgisi izlemesi vb. büyük sermaye çev¬relerinin krizi, sadece emekle sermaye ara¬sında değil, kendi aralarındaki hesaplaşma için de tam bir fırsat olarak değerlendirmek istemesinin belirtileridir.
KRİZ VE SENDİKA BÜROKRASİSİ
Kriz, bütün dünyada sermayenin, kapita¬list sistemin krizidir. Bunun anlamı ise; sis¬temin egemenleri ve savunucularının da krizde olduğu ama sisteme karşı olanların avantajlarının hızla çoğaldığıdır.
Sendikalar ise; işçilerin kitle örgütleri olarak sistemin krizinden yararlanarak po¬zisyonlarını güçlendiren, üyelerinin çıkarla¬rını savunmakta yeni adımlar atan ve mev¬zilerini güçlendiren merkezler olması gereken örgütlerdir. Ne var ki, bugün geliş¬meler tam tersini gösteriyor. Sistemin krizi derinleştikçe sendikaların da krizi derinleşi¬yor, çözümsüzlükleri artıyor. Sendikalar sa¬dece işçiler adına sahneye çıkıp sermayeyle alçakça uzlaşmalar yapmakla kalmıyor, aynı zamanda önemli ölçüde üye de kaybediyor¬lar.
Kriz, kapitalist sistemin çelişmelerinin üstündeki örtüyü kaldırıp onun gerçek nite¬liğini açığa vururken, sistemle bütünleşip sı¬nıfa yabancılaşmış sendikaların niteliğini de pek çarpıcı bir biçimde açığa çıkarıyor. Özellikle de geleneksel sendikacılık anlayışının sermaye yanlısı niteliğini, sendikacıların bü¬tün atıp tutmalarına karşın var olan sendi¬kacılık anlayışının işçilerin çıkarlarını koru¬maktan aciz olduğunu ortaya koyuyor. Çünkü geleneksel burjuva sendikacılık anla¬yışına göre; kapitalistin kazancı ile işçi üc¬retleri arasında doğrudan bir ilişki vardır. Kapitalist çok kâr ediyorsa sendikalar yük¬sek ücret istemeli, ama kapitalist az kâr edi¬yor ya da zarar ediyorsa sendikalar az ücret artışı ya da sıfır ücret artışına razı olmalıdır. Bu yüzden de sistem krize girdiğinde, kârlar ve üretim düşüş göstereceğinden işçilerin ücret artışlarının yavaş ya da hiç olmaması, hatta günümüzdeki gibi gerçek ücretlerin bir anda yarıdan fazla düşmesi normal kar¬şılanmaktadır. Bu durumlarda normal karşı-lanan diğer bir şey de, işçilerin kitleler ha¬linde sokağa atılmasıdır. Öyle ya; üretim düşüyor, bunun sonucu olarak da istihdam¬da bir daralma gerekiyorsa, patronun işçi çı¬karması da doğal karşılanmalıdır. Bu durumda geleneksel sendikacı için yapılabilecek en iyi şey, işçi çıkarmamanın karşılığı olarak, ücretlerin düşürülerek, hat-ta hiç ücret bile alınmadan işçilerin çalışma¬ya zorlanması oluyor. Ve krizin yükünün sırtlanılarak işçi çıkarılmaması bir başarı olarak sunuluyor. Böylesi koşulların ortaya çıktığı dönemlerde patronlar ve sendikacı¬lar, genellikle el altından anlaşarak, ücret artışı gündeme geldiğinde “işçi çıkarmama karşılığı ücret artışı istememe”yi gündeme getiriyor, sonra da sözleşmeye uymayarak işçiler yine de sokağa atılıyor.
Geleneksel sendikacılık anlayışının en utanmaz temsilcisi, kuşkusuz TÜRK METAL Genel Başkanı Mustafa Özbek’tir ve onun metal işkolu için işverenlerle girdiği ilişki¬ler, konunun anlaşılması için tipik bir örnek teşkil eder. Özbek, otomotiv patronlarına, krizden çıkış için, “siz işçi atmayın, ama işçi¬ler de iki ay ücretsiz, iki ay da yarım ücretle çalışıp’ işletmeyi düze çıkarsın” önerisiyle, Türk-lş ve öteki konfederasyonların tutum¬larını ortaya koydu. Ve Özbek’in bu tutumu, büyük patronlar ve onların medyasından övgüler aldı, ama teklifin muhatabı TOFAŞ işvereni Koç Holding, 3000 dolayında işçiyi kapının önüne koymakta tereddüt göster¬medi. Özbek’in önerisi, işçilerde uyandırdığı gevşeklik ve kafa karışıklığıyla kaldı. Başka türlü de olamazdı; kendisini sisteme ve sis¬temin devamına bağlamış bir sendikacılık anlayışının mantıksal sonucudur bu. Çünkü bu sendikacılık anlayışında asıl gözetilen; iş¬letmelerin krize rağmen ayakta kalması ve krizden çıkması için herkesin elbirliği yap¬masının gerektiğidir. İşte bu anlayışın sonu¬cudur ki; bütün sendikalar krizden kurtuluş için patronlarla aynı şeyi savunuyor; sistemi ya da üyelerini savunmada iki arada kaldık¬larından sendikalar çözümsüzlüğe itilmiş du¬rumda.
Bugün sendikaların tutumundaki anlam¬sızlığı göstermek için şöyle bir varsayım üs¬tünde durulabilir: Ekonominin iyileşme için¬de olduğu bir dönemde, işveren sendikalarının, işçilerden ve sendikaların¬dan bir talep gelmeden, işçi ücretlerini artır¬ması, çalışma saatlerini azaltması, çalışma koşullarını iyileştirip emeklilik süresini azaltmasını beklemek ne kadar abes ve ol¬maz bir şeyse; işçi sendikalarının bugünkü tavrı da sendikalara ve sendikacıya, sınıftan yana, içinde küçük bir duygu taşıyan hiç kimseye yakışmayan bir davranıştır. Ama sendikacılar bugün ellerindeki imkânlarla krizin işçi ve emekçilerin üstüne yıkılması için çalışıyorlar. Tek endişeleri bu yıkma işi¬ni fazlaca gürültü çıkarmadan yapmak.
Oysa işçi sınıfının mücadele tarihi göste¬riyor ki; kriz dönemlerinde gerçek sendika¬ların tutumu; krizden kurtuluş için burjuva¬ziye reçeteler önermek, krizin yükünü işçi ve emekçilere yıkılmasına yarayacak uzlaş¬ma yolları aramak değildir. Tersine, krizi de¬rinleştirecek talepler etrafında yığınları bir¬leştirerek, krizin yarattığı imkanları kullanarak işçi ve emekçilerin yeni kaza¬nımlar elde etmesini ve kapitalist sistemi çö¬kertecek bir çizgiye çekilmelerini amaçla¬maktır.
Krize işçi ve emekçilerin çıkarları açısın¬dan yaklaşıldığında şunları hemen söylemek gerekir. Burjuvazi, nedeni kendi sistemi ol¬duğu halde krizden kendi lehine yararlan¬mak istiyorsa, işçi sınıfı da kendi çıkarları için krizden yararlanmalıdır. Üstelik bu hak herkesten çok, işçi sınıfınındır. Bu yüzden de burjuvazinin krizden kurtuluş programı¬nın tersine, işçi sindi için asıl olan, krizin yükünü burjuvazinin üstüne yıkmaktır ve krizin yarattığı imkânları sonuna kadar gö¬türerek kapitalizmi yıkmak için bu olanakla¬rı kullanmaktır. Yaklaşım böyle olunca, sen¬dikaların istekleri kapitalistlerle uzlaşarak ücretleri düşürmek ya da işçi çıkarmak ara¬sında “kırk katır mı, kırk satır mı” seçene¬ğinden birini tercih etmek değil, burjuvazi¬nin içine düştüğü sıkıntıdan yararlanarak kazanılmış haklarını artırmak, çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirecek önlemlerde ısrar etmek, sınıf hareketinin düzeyine göre taleplerini sistem içinde mümkün olmayan taleplere doğru genişletmektir.
Örneğin günümüz koşullarında sendika¬ların yapması gereken; işçilerin işten çıkarıl¬masına son verdirmek ve atılan işçilerin ge¬ri alınması için kesin bir tutum almak, toplusözleşmelerin tavizsiz uygulanmasını sağlamak, ücretlerin ve maaşların değil fiyatların dondurulması talebini öne sürmek, döviz ve TL üstündeki spekülasyona son ve¬rilmesini istemek, zamların geri alınması ve IMF ile yapılan anlaşmanın iptal edilmesini savunmak, “özelleştirmeye hayır”da ısrar et¬mek ve bu doğrultuda yığınların organize edilerek sermayenin saldırısını püskürtmek¬tir. Böyle bir perspektife sahip olmayan sendikacıların, sınıf adına konuşmaları her za¬man burjuvazinin çıkarlarıyla birleşti; bugün bu, dünkünden daha geçerli gibi gö¬rünüyor.
TALEP VE EYLEM
Büyük burjuvazinin her kesimi, uzunca bir zamandan beri, hükümetin önüne neler yapması gerektiği konusunda bir talepler ya da şikâyetler demeti sürüyordu. Ve bu şikâyetler başlıca olarak; ücret artışlarının fazla¬lığı, faizlerin aşırılığı (ya da serbest bırakılmamasının yanlışlığı), döviz fiyatlarının Merkez Bankası baskısı altında tutulması ne¬deniyle gerçek değerinde olmaması, KİT’lerin ekonominin kamburu olması, işçi¬lerin sosyal haklarının fazlalığı, üretim mali¬yeti içinde işçi payıma yüksekliği, enflasyo¬nun yüksekliği (ya da düşürülmeye çalışılmasının yanlışlığı), ihracattaki düşme eğiliminin sürmesinin önlenmesi, kamu açıklarının kabul edilemez boyutlara varma¬sı, hazinenin iç borçlanma yoluyla piyasa¬dan para çekmesi sonucu kredi faizlerinin olağanüstü yükselmiş olması vb. idi.
Çeşitli sermaye kesimlerinin çıkarlarının çatıştığı noktada, bunların birbirlerine zıt is¬tekleri olsa da, böyle durumlarda sermaye çevrelerinin çıkarları arasında dengeyi sağ¬lamak hükümetlere düşerdi. Hükümet de bunu gözetti. Böylece büyük sermaye çevre¬lerinin bu talepleri 5 Nisan Kararları olarak resmileştirilip yürürlüğe sokuldu. Bu yüz¬dendir ki; sermaye çevreleri, aralarındaki çatışmayı ve kararlarda ucu kendilerine de dokunan “net aktif vergisi”ni görmezden ge¬lip kararların arkasında topyekûn yer aldı¬lar. Ve hükümetin, başlıca tüketim ve temel sanayi girdilerine yüzde 100’e varan zamla¬rı kararlılıkla uygulayacağı, para piyasaların¬da kontrol sağlayacağı şeklindeki kararlan kolayca uygulaması için gereken desteği ver¬diler.
Bütün bunlar olurken işçi ve emekçi sı¬nıfların örgütleri hala, burjuva ideologları¬nın öne sürdüğü ve medya tarafından alla¬nıp pullanarak propaganda edilen “herkesten fedakârlık istiyoruz”, “mademki bu ülkede hep birlikte yaşıyoruz, fedakârlığı da hep birlikte yapacağız” sloganını gevele¬yip, kendi üstlerine düşeni nasıl yerine ge¬tirme gayreti içinde olduklarını tekrar et¬mekle meşguldüler. “Üç ekmeğimiz varsa ikisini verelim, ama hepsini almalarına izin vermeyiz” diyen Bayram Meral, aslında hü¬kümete ne yaparsanız destekleriz mesajını veriyordu. Patronlar da görünüşte aynı laf¬ları ediyorlardı: “Hepimiz aynı gemideyiz, gerekirse vatanımız için her şeyimizi veri¬riz. Nasıl atalarımız savaşlarda canlarını ver¬diyse biz de malımızın bir bölümünü bu ka¬ranlıktan kurtulmak için feda ederiz. Anamız bizi bugünler için doğurdu.” vs. vs. Büyük sermayenin ünlü patronları da “Biz de varlığımızın bir bölümünü vergi olarak veririz. Zaten bu memleketten kazandık bu mülkü, mezara mı götüreceğiz.” vb. doku¬naklı açıklamalar yapıyorlardı; ama öte yan¬dan kulislerde, “bu kararlar iyi de, şu net aktif vergi meselesi biraz karışık, acaba ye¬niden görüşülüp makul bir düzeye çekile¬mez mi?” tartışması başlatılmıştı ve hükü¬met, zamları uygulamaya sokup özelleştirme ile ilgili gözü kara kararlar al¬dıktan sonra, “Biz zaten krizdeyiz, bir de bu ek vergiyi ödeyemeyiz.” yakınmaları, “er¬kekseniz alın”a kadar geldi. Ve sonunda “net aktif vergisi”; ne olduğu tam belli ol¬madan, önce büyük sermaye için üçte bir oranına kadar indirildi, sonra da itirazlar ve ödenip ödenmeme tartışmaları arasında, gündemden ve önlemler paketinden düştü. Şimdi “şu net aktif vergisi bir yıl ertelenirse ödenebilir” propagandası yapılıyor. Ama bu bile sadece propaganda. Gerçekte ise; bü-yük sermaye bırakalım vergi vermeyi devle¬tin topladığı vergileri nakit olarak almakta. Otomotiv ve beyaz eşya patronları başta ol¬mak üzere hemen bütün büyük sermaye çevreleri, taşıt alım, KDV ve benzeri indirim¬ler ile devletten sübvansiyon almaya başla¬mışlar, bütün batıyoruz yaygaralarına karşın krizden bile kar etmenin yolunu bulmuş du¬rumdalar.
Büyük sermayenin fedakârlık derken sa¬dece işçi ve emekçilerin fedakârlığından söz ettiği çok kısa zamanda anlaşıldı. Dönemin neyi gerektirdiği ve fedakârlıktan ne kaste¬dildiği yine sermayenin medyadaki uşakları tarafından pek veciz bir biçimde dile getiril¬di: “Evet işçilerin ve memurların üç ekme¬ğinden birisini alalım, ama patronlarımız da fedakârlık yapmalı, artık Sakıp bey (ya da Koç) de tasarrufa özen göstermeli, yalısında¬ki üç aşçıdan birisinin işine son vermelidir.” Ve fedakârlık denen şeyin açlık, işsizlik, se¬falet olduğu en geri işçilerce de anlaşılın¬ca sendikacılar bu tutumda ısrar etmenin pek akıllıca olmadığını fark edip, hükümet ve yetkililerle görüşüp sınıf adına talepler öne sürmeye başladılar. Ama bu talepler için ortaya konan ilk eylemler yaygın pro¬testoların başlangıcı gibi göründü. Kararlar açıklanır açıklanmaz Kırşehir, Zonguldak, Karabük, Ankara ve İstanbul gibi kentlerde kendiliğinden kitlesel eylemler gelişti. An¬cak sendikacılar bu gelişmenin önünü kes¬me ustalığını gösterdiler. Hükümete “sert eleştiriler” yöneltip, “işçi sınıfının, üretim¬den gelen gücünü kullanacağı” demagojisiyle, 15-20 gün sonrası için mitingler yapma kararı alıp lokal ve genişleme eğilim göste-ren gösterilerin önünü aldılar. Bu aşamada Karabük’ün kapatılacağı haberine karşı 10-15 bin kişinin her gün sokağa dökülüp gös¬teri yapmasının önünü almak isteyen Öz Çelik-İş Sendikası ilginç ama bütün sendika bü-rokrasisinin sınıf hareketi karşısındaki tutumuna örnek olacak bir gerekçeyle eylemlere son verdi. Bu komik ama eylemlere son verecek kadar ciddiye alınan gerekçe şöyleydi: “Her gün Karabük içinde binlerce işçinin gösteri yapması artık bıkkınlık ver¬miştir. 20 gün süreyle eylemlere ara verece¬ğiz ama 20 gün sonra işçi sınıfı mücadelesi¬nin tarihinde görülmemiş eylemler yapacağız.” Ama aradan geçen 20 gün ya da 20 günlerde hiç bir eylem olmadı Kara¬bük’te. Ve bu “görülmemiş” eylemin ne ol¬duğu da hiç bir zaman öğrenilemedi. Ama sendikacılar duruma el koymayı başarmış, hareketin genişlemesi önlenmiş, önceden düzenlenen ve protokole uygun mitinglere indirilmişti.
Türk İş ve öteki sendika konfederasyon¬larının aldıkları miting kararları, belki ola¬ğan koşullarda gerçekleştiğinde anlamlı ola¬bilecek, ama sermayenin kriz durumunda uyguladığı politikalar ve önlemler karşısın-da fazlaca kıymeti harbiyesi olmayan eylem¬lerdi. Örneğin zamların geri alınması talebi¬nin gerçekleşmesi için “sert demeçler” verip kuru tehditler savurmanın hiç bir anlamı yoktu. Çünkü sınıflar mücadelesi taleplerin niteliği ile eylem biçimlerinin sıkı bir ilişki içinde olduğun gösteriyordu. Nasıl sivrisineklerle savaşmak için tabanca kullanmak pek akıl karı değilse, bir kurt sürüsüne de kuş saçmasıyla doldurulmuş av tüfeği ile karşı konamazdı. Eylemle talep arasında bir uygunluk olmalıydı.
Söylenenlerin daha iyi anlaşılması için soruna biraz daha yakından bakmakta yarar var.
Talep ya da istem kavramı gündelik dil¬de de sıkça kullanılır ve önemli ya da önemsiz her istek bu kavramla ifade edilir. Ama Marksist terminolojide talep, sınıflar mücadelesinin asıl itici etkeni olarak rol oy¬nar. Ve talepler ve bu taleplerin sınıflar mü¬cadelesi bakımından anlamı, Marksizm’le bütün öteki küçük burjuva sosyalizmlerini, sınıf sendikacılığı ile bütün öteki sendikacılık anlayışlarını ayıran başlıca ayıraçtır. Çünkü yığınlar, ilk bakışta değişik nedenlerle aya¬ğa kalkıyor gibi görünse de olayların özüne inildiğinde, bütün yığın hareketinin aslında şu ya da bu talep ya da talepler için eyleme geçmiş kalabalıkların hareketi olduğu orta¬ya çıkar. Bu yüzden de ne zaman hangi tale¬bin öne sürüleceği, bu talebin etrafında bir¬leşen yığınların nasıl hareket ettikleri ya da etmesi gerektikleri mücadelenin geleceği ba¬kımından da belirleyicidir.
Zaman zaman tersi görünse bile, yığınlar ancak kendi öz talepleri etrafında birleşip hareket ederler. Bu yüzden de yığınların mücadeleye çekilmesi ve mücadelenin nasıl bir hatta ilerleyeceği, taleplerin içeriği ile doğrudan ilgilidir. Örneğin işçi sınıfının ta¬lepleri başlıca iki kategoride toplanabilir Bu kategorilerin birisi düzen içinde gerçek¬leşebilir talepler kategorisiyken diğeri düzen içi gerçekleşemez olan talepler kategorisi¬dir. Örneğin haftalık çalışma süresinin 40 saatten 38 ya da 35 saate indirilmesi düzen içi, kapitalizm koşullarında gerçekleşebilir bir talep iken, sömürünün tümden ortadan kaldırılması talebi kapitalizm koşullarında gerçekleşemez bir taleptir. Ama işçiler bu ta¬lepleri, yani her iki kategoriden talepleri de haykırırlar. Ne var ki; iş taleplerin burjuva¬ziyle tartışılmasına gelince, iş günü ya da iş haftasının kaç gün olması gerektiği burjuva¬ziyle bir tartışma, bir pazarlık konusudur; ama sömürünün kaldırılması burjuvaziyle tartışılacak bir talep değildir. Mantıksal ba¬kımdan talepler arasında böyle kesin bir ayırım mümkün olmasına karşın gerçek yaşamda talepleri böyle net bir biçimde ayır¬mak çoğu zaman mümkün olmaz. Tersine, bazen çok sıradan bir talep için uzun ve çok sert mücadele biçimlerini içeren karmaşık bir süreç yaşanabilir ve sonuçta o basit ta¬lep etrafında birleşen yığınların daha komp¬like talepler için harekete geçtiği fark edilir. İşte 8 saatlik işgünü için ABD ve Avrupa’da verilen mücadeleler on yılları almıştır, ama bu talep gerçekleşirken başka pek çok hak da sınıfın kalıcı kazanından arasına girmiş¬tir. Sınıfın uluslararası birliğinin güçlenmesi ve dayanışma bilincinin gelişmesi, burjuvazi tarafından işçilerin bir işgücü taşıyıcısı ol¬maktan fazla bir şey olduğunun kabul edil¬mesi vb gibi kazanımlar, 8 saatlik işgünü mücadelesinin yan kazanından olarak orta¬ya çıkmıştır.
İşçilerin birer birer işyerlerine ilişkin, ör¬neğin çalışma koşullarının iyileştirilmesi, ik¬ramiye ve ücretlerin artırılması, işyerine ilişkin çalışma saatlerinin küçük miktarlar¬da düşürülmesi gibi istemler nispeten kolay elde edilen talepler olmuş, bunlar, sadece bir işyeri ya da bir kaç işyerindeki işçilerin birleşip uzunca ya da kısa bir süre mücade¬le etmeleriyle elde edilen talepler olmuştur. Ancak bu türden, işyeriyle ilgili taleplerin elde edilmesindeki başarılar genellikle geçi¬ci olmuş, ancak bütün sınıf tarafından kaza¬nıldığı ölçüde kalıcı haklara dönüşebilmiştir. Bir talep, ne kadar basit olursa olsun, bütün sınıfın burjuva sınıfından ya da onun hükümetinden bir istemiyse mücadele de is¬ter istemez sındın sınıfa karşı mücadelesi, siyasi bir mücadele haline gelmektedir. Bunun anlamı ise; mücadelenin işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki bir mücadeleye dönüştüğü, işçilerin pek çok mücadele biçimini bir arada kullanmasının alanına girildiğidir.
Bir başka söyleyişle, eğer talep egemen sını¬fa ya da hükümete yönelik işçi sınıfı ya da tüm emekçilerin talebiyse, aynı zamanda bu talebin işçi sınıfını ya da emekçi sınıflan birleştirebilen bir talep olduğu anlamına ge-lir.
Kriz dönemlerinde, sermayenin, krizin yükünü işçi ve emekçilerin üstüne yıkmak için aldığı önemler, genellikle sınıfın bütü¬nünü ya da tüm emekçi sınıfları doğrudan ilgilendirir. Ve bu yüzden de egemen sınıfların krizden çıkış programına karşı emekçi sı¬nıfların mücadelesi, emekçi sınıfların tümü¬nü birleştirecek özellikler taşırlar.
Örneğin 5 Nisan kararlarıyla gündeme gelen işçi ikramiyelerinin ödenmemesi ve iş¬ten çıkarmalar ve KİT’lerin kapatılması işçi¬leri doğrudan ilgilendiren ve sınıfı etrafında birleştirecek bir talepken, işçi ve memur maaşlarının dondurulması ve emeklilik süre¬sinin uzatılmasına karşı mücadele işçilerle memurları birleştiren bir taleptir. Taban fi¬yatlarının düşük tutulması ve tarım girdileri¬ne yönelik sübvansiyonların kaldırılmasına karşı mücadele küçük ve orta üreticileri bir¬leştiren bir talepken, KDV’nin artırılması ve temel tüketim mallarına ve sanayi girdileri¬ne yapılan zamların geri alınması köylü ve kentli tüm emekçileri ilgilendiren dolayısıy¬la tüm emekçileri etrafında birleştirebilecek taleplerdir.
Demek ki; bir bütün olarak, “5 Nisan İs¬tikrar Paketi” ve sonrasında alınan “önlem¬ler” göz önüne alındığında, ilk bakışta birbi¬rinden ayrı sınıflara yönelik olduğu sanısı bırakan “önlemler” de bir iç bağlantıya sa-hiptir, ama bu iç bağlantı fark edilmese bile “İstikrar paketi”nin ayrı ayrı önlemleri bile tüm emekçi sınıfları birleştirecek bir özelli¬ğe sahiptir, Dolayısıyla da, sınıf hareketinin ileri atılışı ve krizin yükünü reddetmeye yönelik tutum alınmasının örgütlenmesinde dikkati en çok çekecek yön budur kuşkusuz. Kısacası kriz, olağan dönemlerde sınıfın ya da emekçi sınıfların bir bölümünü birleştire¬bilecek talepleri çok daha geniş emekçi kesimleri birleştirecek biçimde genişletmiştir.
Örneğin bir kaç yıl önce, Körfez Savaşı’ndan hemen sonra, yoğun ve kitlesel işçi kıyımları yaşanmıştı. Bırakalım Körfez Sava¬şı sonrasını, bu yılın başlarına, hatta 5 Ni¬san kararlan öncesinde bile yoğun işten çıkarmalar ve bu işten çıkarmalara karşı direnişler, protestolar vardı. Ama bunlar, daha çok işten çıkarmalara hedef olan, ya da hedef olma ihtimali olan işçilerle, en faz¬la bu işyerlerinde çalışan işçilerle patronlar arasında bir sorun olarak gündemdeydi. El¬bette ileri işçiler, komünistler, devrimciler sorunun bir sistem sorunu olarak ele alın¬masını ve tüm sınıfın işten çıkarmalara kar¬şı tavır alması gerektiğini savunuyorlardı, ama pratikte sorun patronla işçi kıyımına sahne olan işyerinin işçileri arasında bir olay olarak cereyan ediyordu.
Krizin yükünün işçi ve emekçi sınıfların sırtına yıkılmasının programı olan 5 Nisan Kararları sonrasında ise, işçi çıkarmaların niteliği değişmiştir. Körfez Savaşı sonrası iş¬ten çıkarmaların yaygınlığı ve kitleselliği elbette birer birer işyerlerinden bir kaç işçi¬nin işten çıkarılmasından farklı bir görünüm arz ediyordu, hatta işçi atımı sıra-sında Bahar Eylemleri ve sonrasında yetişen işçi önderlerini işyerlerinden tasfiye et¬mek gibi ideolojik politik niyetler de güdülüyordu, ama sonuçta olan patronların işyerlerinde işçi azaltarak, ya da yüksek üc¬retli işçiyi çıkarıp yerine asgari ücretten işçi almak için giriştikleri bir saldırıydı. 5 Nisan kararları öncesinde de belki kitlesellik açı¬sından bir fark vardı ama sonuçta her işyeri ve işveren kendi kararını kendisi vererek iş¬çi çıkartıyordu. Ama 5 Nisan İstikrar Paketi’nin açılmasıyla birlikte işten çıkarma ar¬tık, sermaye ve hükümetin politik bir tutumu niteliğini kazanmıştır. Zamlar, toplu sözleşmelerin uygulanmaması, MESS, Kamu-Sen ya da TİSK’in toplu sözleşmelere gelir¬ken yanlarında getirdikleri “ilke kararları” da artık birer işveren sendikasının değil doğrudan hükümet tarafından, ya da işve¬ren kuruluşlarınca alınsa bile hükümet tara¬fından deklare edilen tüm işveren sendika¬ları için genel geçer kararlardır. Bu yüzden de işçi sendikalarının birer birer işverenler ya da işkollarındaki işveren sendikalarıyla çözebilecekleri çok şey yoktur. Kısacası ser¬maye, sadece ekonomik bir tavır değil politik-ideolojik bir tavır koymaktadır. Bu yüz¬den de bugün işçiler (ve tabii diğer emekçiler de); krizin yükünü reddetmek isti¬yorlarsa, bütün emekçiler olarak bütün bur¬juva sınıfına ve onların hükümetlerine karşı bir mücadeleye başvurmayı göze almak du¬rumundadırlar. Bunu yapmadan da ciddi ve kalıcı başarıların kazanılamayacağını bilmek zorundadırlar.
İşçi ve memur sendikaları başta olmak üzere bütün emekçi yığın örgütleri, devrim¬ciler, demokratlar, komünistler; bu en temel gelişmeyi, bugünü dünden ayıran bu özelliği görmezden gelerek mücadelenin ilerletilme¬si için üstlerine düşeni yapamazlar. Dün, iş¬yerleri ve işkollarında çıkan sorunlar karşı¬sında, işçi sınıfının ve emekçilerin çıkarlarıyla tam uygun düşmese de günü kurtarabilecek sendikacılık tutumunun bu¬gün de “idare edeceğini” düşünenler kısa sü¬rede akamete uğrayacaklardır. Türk Metal Genel Başkanı’nın Tofaş işçileri karşısında düştüğü aşağılık durum, Türk-İş Genel Başkanı’nın bir gün önce söylediğini ertesi gün yalanlamak zorunda kalması, mücadeleden yana gözüküp yüksekten atan ama ertesi gün işten çıkarılan işçilerin karşısına çıkma¬ya yüzü kalmayan sendikacılar daha bugün¬den çok sayıda vardır ve; eski yöntemler ve tutumlarla devam edilirse, kısa bir süre son¬ra, burjuva sendikacılık temsilcilerinin rezil¬liği iyice ortaya çıkacak, işçilerin karşısına tümden çıkamaz olacaklardır.
Elbette ki sendika bürokrasisi dünkü ta¬vırların ve mücadele yöntemlerinin bugün pek bir geçerliliğinin kalmadığını biliyor. Ama amaç ve niyetleri sınıfın mücadelesini ilerletmek değil günü kurtarmak olduğu için eski yöntemlerde ısrar ediyorlar. “Hele bir görüşelim, olmazsa vizite eylemi yapa¬rız, yoksa miting kararı alırız, yine de sesi¬mizi duyuramazsak, üretimden gelen gücü¬müzü kullanma yönünde karar çıkarırız! Başka bir mücadele yöntemi tanımıyor sen¬dika bürokrasisi.
Örneğin olağan koşullarda, basın açıkla¬maları, hükümet ve işveren sendikalarıyla görüşme, üç aşağı beş yukarı uzlaşmalar ya¬parak günü kurtarmak olanaklıydı, ama bu¬gün için bu yöntemlerin bir tek anlamı var, o da sınıfı uyutmak. Çünkü bugünkü saldırı sermayenin bir kesiminin ya da belirli ke¬simlerinin değil tüm sermaye sınıfının saldı¬rısı olarak gündeme gelmiştir. Yerli büyük sermaye ve uluslararası sermayenin çıkarla¬rı, hükümet eliyle bir saldırı programına dö¬nüşmüş bulunuyor. Ve aralarındaki tüm çe¬lişme ve anlaşmazlıklara karşın sermaye, 5 Nisan Kararları ve büyük olasılıkla buna ek¬lenecek ikinci bir istikrar paketiyle, “kriz¬den çıkış programı”nı gündeme getirmiş, bu programın tavizsiz uygulanmasını istemekte, bu programı hayata geçirmek için elindeki her olanağı kullanacağını göstermiştir.
Burada, “programın tavizsiz uygulanma¬sı” saptamasına karşı çıkılabilir ve hüküme¬tin programı uygulamakta, özellikle “net ak¬tif vergisi” konusundaki tutarsızlıkları örnek gösterilebilir. Ancak, gelişmeler göstermek¬tedir ki; hükümetin “net aktif vergisi” konu¬sunda baştan beri ciddi tutum içinde olma¬dığı, tersine emekçilerin zamlar ve krizin yükünün kendi üstlerine yıkılması karşısın¬daki öfkelerini, “bak zenginlerden de vergi alıyoruz” diye yatıştırmak için konmuş bir maddedir. Bu yüzden de gürültüyle, “serma¬yenin anasını ağlatıyoruz, tarihin en büyük vergisini alacağız” vb. denmiş, ama yukarıda da belirtildiği gibi, bu vergi uyumaya bıra¬kılmıştır. Bu yüzden burada bir tutarsızlık yoktur. Çünkü hükümet ve sermaye krizden çıkış için yükün emekçilerin sırtına yıkılma¬sını esas alan bir program üstünde yürü¬mektedir; bu nedenle de büyük sermayeye de yük getiren “net aktif vergisi”nde ısrarlı olması, felsefesine, varlık nedenine aykırı olurdu.
Kısacası sermaye, elindeki bütün imkânlarla krizin yükünü işçi ve emekçilerin üstü¬ne yıkacak politikaları hayata geçirmeye ça¬lışmaktadır.
Bu topyekûn saldırı karşısında emekçile¬rin direnebilmesi için, aynı radikallikte bir “krizin yükünü ret” programı ile bütün po¬tansiyel güçleri saldırının önüne dikecek bir örgütlenmeye ihtiyacı vardır, işçi ve memur sendikaları, bu sendikaların şubelerinin en mücadelecilerinden kurulan ve son yılların mücadelesi içinde oldukça önemli bir yer tu¬tan çeşitli türden platformlar, ziraat odaları, çeşitli türden üretici kooperatifleri, odalar, birlikler ve her türden emekçi dernekleri, kültürel örgütlenmeler ve kurumlar vb.nin krizin yükünü reddeden cephede birleştiril¬mesi amaçlanmalıdır. Bu amaçla; emekçile¬rin az çok örgütlü olduğu her örgütün bir mücadele merkezine dönüştürülmesi, bu ör¬gütlerin hantallıktan, düzene uyum sağlama hastalığından kurtulması için uygun politi¬kaların geliştirilmesi, devrimcilerin, komü¬nistlerin, sınıftan yana sendikacıların, kitle önderlerinin başlıca görevleri arasındadır. Buralarda ve bu örgütlenmelerin otorite ve saygınlığı da kullanılarak uyuşturulmuş ve uyutulmuş potansiyelin ayağa kalkması yolu açılırsa, kuşkusuz işçi ve emekçi hareketi hem ileri atılarak burjuvazinin saldırısını kı¬rıp geri püskürtme imkanına sahip olacak, hem de varolan örgütlerin düzenle uyuşma-sından gelen atalet, yozlaşma, temsil ettikle¬re yığınlara yabancılaşma gibi hastalıkları¬nın yok olmasının yolu açılmış olacaktır.
Kuşkusuz ki bu yığın örgütlerinde top¬lanmış ama bir türlü harekete geçmeyen, geçemeyen potansiyelin harekete geçmesi için öncelikle bu örgütlerin varolan zaafları¬nı aşmasının gerektiği akla uygun görünür¬se de, varolan kısır döngünün aşılmasında asıl devrimci dinamik yığınların hareket geçmesinde saklı olduğu düşünüldüğünde, bu örgütlerin dönüşümünün anahtarının yı¬ğın hareketinin yükselmesinde olduğu daha iyi anlaşılır. Aksini, yani önce bu örgütlerin değişmesini, sonra yığın hareketinde olum¬lu rol oynamasını beklemek tamamen hayaldir. Yaşanan pratik, önce bu merkezlerde örgütlü yığınların bir vesileyle harekete geç¬mesiyle, harekete geçen yığınların yıkıcı ve “kaba” gücünün sadece burjuvazinin bari-kadarını değil, kendi örgütlerindeki bürok¬ratik engelleri de temizlemesi, belki biraz da kırıp dökerek yeniden kurması biçimin¬dedir. Bugün de bütün ipuçları benzer bir sürecin işlemesi için koşulların uygunlaştığı doğrultusundadır.
Elbette ki; bugün Türkiye’de hangi talebi en öne koyarak yığınların ayağa kalkacağı ve hareketin bir yandan burjuvazinin saldırı¬sını püskürtüp bir yandan da kendi içindeki burjuvazinin uzantısı sendika bürokrasisini sendikaların tepesinden alaşağı edeceğini şimdiden söylemek olanaksızdır. Ama işçi ve emekçilerin krizin yükünü reddetme mü¬cadelesi içinde son derece radikal biçimler alması için koşulların oldukça elverişli oldu-ğunu söylemek ve böyle radikalleşecek bir işçi emekçi hareketinin düzenle bu ölçüde uzlaşmış olan işçi ve emekçi yığın örgütlerindeki bürokrasiyle hesaplaşmasını bekle¬mek bir kehanet sayılmaz. Büyük olasılıkla Türkiye işçi ve emekçi sınıflar hareketi böy¬le bir süreci krizin yükünü reddetme müca¬delesi içinde yaşayacaktır.
Burada son yıllarda her açıklamada sıkça vurgu yapılarak artık sendikacıların ağzında inandırıcılığını yitiren ve adeta hiç bir şey yapmamanın patenti haline gelen “üretim¬den gelen gücün kullanılması” sorununa gelinir. Yani, sınıf üretimden gelen gücünü kullanarak bunları aşabilir, sermayenin sal¬dırısını püskürtebilir denmek istenir bunun¬la. Eğer bu, “üretimden gelen güç” kavramı, sınıfın üretimden gelen gücünün siyasi so-nuçlarını da kapsasaydı, buna kimse bir şey demezdi. Ama üretimden gelen güç dendi¬ğinde, geleneksel reformcu sendikacılıkta, işçinin çalışmaması, grev ya da direniş yap¬ması anlaşılmaktadır. Örneğin “3 Ocak eyle¬mi”.
Kuşkusuz, iş bırakma, üretimi durdurma biçimindeki grev ve direnişler işçi sınıfının hemen her dönem ve her koşulda en etkili eylem biçimlerindendir. Hele bu eylem bü¬tün sınıfın katıldığı bir eylemse; bir genel grev ya da direnişse, bu, sadece üretimin durmasından gelen bir ekonomik etki ola¬rak kalmaz, kendiliğinden politik bir içerik kazanır. Ancak, bu kendiliğinden durum, bu¬günkü koşullarda, sadece iş bırakmak ola¬rak kaldığı sürece, sınıfın ihtiyacına yanıt veremez, yeterince anlamlı olamaz. Çünkü burjuvazi zaten fabrikaları kapatmakta, işçi-lerin işine son vermektedir. Bu yüzden de iş bırakma tehdidi, kendi başına, olağan za¬mandaki kadar bile etkili olamaz. Üstelik bu “3 Ocak” gibi bir ya da bir kaç günlük bir eylemse burjuvaziyi, belki kitleselliği, bakı¬mından rahatsız eder ama bunun caydırıcı bir etki yaratamayacağı, burjuvazinin saldı¬rısını geri püskürtecek nitelikler taşımayaca¬ğı açıktır.
Öte yandan 5 Nisan kararlarıyla bir hü¬kümet programına da dönüşen saldırının hedefi sadece işçi ve memurlar da değildir. Tersine bütün emekçilerdir. Ama “üretim¬den” ve “hizmetten” gelen gücün kullanıl¬ması sadece işçi ve memurlar için bir eylem biçimi olarak algılanmaktadır. Oysa sorun, bu yazı içinde çeşidi vesilelerle değinildiği gibi, tüm emekçi sınıfların, burjuvazi ve ge¬riciliğin saldırısını püskürtecek, ortak bir ge¬nel direniş hattının yaratılmasıdır. Bu hat¬tın yaratılmasıyladır ki, işçi sınıfı başta olmak üzere tüm emekçi sınıflar kendi ola¬naklarıyla mücadeleye katılabilirler.
Kuşkusuz ki, mücadelenin böyle bir aşa¬maya varması bir anda olmayacak, tersine daha basit biçimlerden geçerek, büyük olası¬lıkla değişik sınıf ve tabakaların ayrı müca¬delelerinin belirli bir aşamadan sonra bir¬leşmesiyle olanaklı olacak görünmektedir.
Yukarıdan beri söylenenler göz önüne alındığında, sendikacıların Başbakanlığa yü¬rümesi ve 20 Temmuz’da uygulamaya soku¬lacak bir genel eylem, kararı alanların niyet¬lerini aşan bir eyleme dönüşme dinamiklerini de taşımaktadır. Gerçi sendi¬kacılar, Başbakanlığa “çay içmek” için gide¬ceklerini söylemektedirler, ama bu eylem, eğer gerçekleşebilirse, ülkenin her yanından bu yürüyüşe katılacak şube yöneticileri, temsilciler, doğal işçi önderleri ve Ankara’nın iş¬çilerinin de katılımıyla büyük bir gösteriye dönüşme imkanını taşımaktadır.
20 Temmuz “genel eylemi” ise; Türk-îş’in gerici sendikacılarına rağmen alınmış, belki içeriği doldurulmamış ve “3 Ocak” gibi ye¬tersiz bir deneyi çağrıştırmak gibi bir zaaf taşısa bile, daha şimdiden, önceden 16 Tem¬muz’da iş bırakma karan alan memurların da eylemlerini 20 Temmuz’a almasıyla, yani kentlerdeki en örgütlü iki gücün eylemleri¬nin aynı gün yaşama geçiyor olmasıyla, sa¬dece sermaye ve onun hükümeti için değil sendika bürokrasisi için de şimdiden korku¬lan bir direniş haline gelmiştir.
Hak-İş ve DİSK’in önümüzdeki günler için henüz bir kararları yoktur. Ama koşul¬lar öylesine zorlayıcıdır ki, açıkça işçi düş¬manı olduklarını kabul etmeden, bu iki kon¬federasyonun da 20 Temmuz’a katılmaktan başka çareleri yoktur.
Ancak sermayenin krizden çıkış progra¬mının hedefi sadece sendikalı işçiler ve me¬murlar değildir. Tersine, onlardan da çok sendikasız milyonlarca işçi, kent yoksulları, kırların yarı proleterleri, yoksul köylüler, orta ve küçük üreticiler, geniş kent küçük burjuvazisi de krizin yükünü taşımak iste¬meyecektir. Bu yüzden de bu kesimlerin mü¬cadeleye çekilmesi gerekmektedir ki; bu kesimlerin mücadeleye çekilmesini sendikalar ve benzeri kuruluşlardan beklemek elbette abestir. Burada asıl görev devrimcilere, komünistlere düşmekte; semtlerde, çeşitli emekçi örgütleri, emekçilerin bulunduğu her yerde yığınların 20 Temmuz eylemine katılması için çaba harcamak gerekmektedir. Elbette en önemlisi de 20 Temmuz’un bir deşarj eylemi değil, daha güçlü eylemler için güç toplamanın basamağı olmasıdır. Bu¬nun için ise; 20 Temmuz’un “genel işe git¬meme eylemi” olmaktan çıkarılıp sokakları fetheden, yarattığı rüzgârla eylemsizlikten ve belirsizliklerden oluşan sis perdesini par¬çalayan bir eylem olması gerekmektedir. Bu ise; ancak dericilerin, devrimcilerin komü¬nistlerin, sınıftan yana sendikacıların ve do¬ğal önderlerin ellerindeki bütün imkânları usta bir biçimde kullanmalarıyla olanaklı¬dır. Ancak böylece 20 Temmuz, genel grev ve genel direnişlerin ilk halkası olma özelli¬ğine sahip olabilir.
VE OLASI GELİŞMELER
Sermaye cephesinin içine sürüklendiği kriz, önceden yapılan bütün tahminleri aşan bir biçimde derinleşmeye devam etmekte¬dir. Büyük sermayenin sözcüleri bu krizin öyle birkaç ayda üstesinden gelinemeyeceği¬ni ve orta ve küçük ölçekli sanayinin büyük ölçüde iflasa sürükleneceğini kabul ediyor¬lar. Öte yandan büyük işletmeler de uzunca zaman aralıklarıyla kapalı tutularak ya da büyük miktarda işçinin işine son vererek ve’ giderek daha büyük bir baskıyla hükümet¬ten sübvansiyon isteyerek kârlarını muhafa¬za etmeye, krizden kârlı çıkan taraf olmaya çalışmaktadır. Hükümet ise; büyük sermaye¬nin bu istemlerini önemli ölçüde kabul et¬miş, giderek tüm istekleri kabul edeceğini belli eden bir tutumu benimsediğini, kimi sektörlerde KDV oranlarını düşürerek ve sa¬tış vergisinden vazgeçerek ortaya koymuş bulunmaktadır. Giderek de, 5 Nisan Kararla¬rı ve IMF’ye verilen niyet mektubuna aykırı olmasına karşın, bu yolda ilerleyeceği anla¬şılmaktadır. Bunun işçiler ve emekçiler için anlamı ise; sermayeye sadece krediler bazın¬da değil, vergiden de dolaysız pay verilerek krizin yükünün emekçilerin sırtına yıkılaca¬ğıdır. Ne var ki; bu sübvansiyonların da bu¬gün için krize çare olmayacağını herkes bil¬mektedir, ama büyük sermaye için bu kriz rüşveti yine de verilecektir! Kısacası büyük sermaye krizden gördüğü ve göreceği zararı devlet iktidarını elinde tutma ve sendikaları zapt etme avantajını kullanarak, belki de üretim yaptığı dönemlerden daha çok kâr ederek kapatacaktır. Ve bu arada orta ve kü¬çük boy sermayeli işletmelerin tekeller tara¬fından yutulacağını söylemeye hiç gerek yok. Bütün bu gelişmelerin sınıflar arasında¬ki çatışma düzeyinde anlamı, büyük serma¬ye ile toplumun geri kalan yığınları arasın¬da çelişmenin hızla derinleşmeye devam edeceği, olası bir çatışmanın son derece sert olacağı koşulların hazırlandığıdır.
Burjuvazi, saldırılarını her alanda açıkça sürdürmesine karşın işçilerin direnişleri lo¬kal ve dönemin koşulları göz önüne alındı¬ğında, en geri mücadele biçimleri düzeyinde kalmakta, bu durum hem burjuvaziyi ve hü¬kümeti krizin yükünü işçilerin ve emekçile¬rin üstüne yıkmakta cesaretlendirmekte, hem de sendika bürokrasisini işçilerin müca¬dele istemediği konusunda demagojisine inandırıcılık kazandırmaktadır. Ne var ki; saldırıların doğrudan hedefi olan işyerlerin¬de, Haziran başlarından itibaren tepkilerin yoğunlaştığı gözlenmekte, bir işyeri ya da işkolunda gelişecek eylemlerin genelleşebileceği izlenimini uyandıran küçük ama geliş¬meye müsait kıpırdanmalar izlenmektedir. Yılın ikinci dönem sözleşmelerinin uygulan¬maması, özelleştirmeye ilişkin hükümetin atacağı adımlar, memur maaşlarında artış olmamasıyla birleştiğinde, kentlerde birle¬şik bir tepkinin kıvılcımı olabilecek gelişme¬lerin ortaya çıkacağını söylemek abartı ol¬maz.
Saldırının boyutları her zamankinden hem derin hem de geniştir. Örneğin geniş, küçük ve orta üreticiler de hem yerli hem de uluslararası burjuvazinin saldırı hedefi¬dir. Pancar, tütün, pamuk, buğday ve tüm öteki ürünlerin girdilerine, son bir yılda yüzde 200’e varan zamlar yapılmış olması¬na karşın taban fiyatlarda yapılan küçük ar¬tışlar ve tarıma yapılan sübvansiyonların sıfırlanmaya yöneleceğine dair IMF’ye verilen sözler düşünüldüğünde; tarım ala¬nında, yaz ve sonbahar aylarında büyük tepkilerin ortaya çıkması, kentlerde yoğunlaşacak işçi ve kamu emekçisi merkezli ey¬lemlerin kırlarda kendisine ciddi bir mütte¬fik bulmasını Ziraat Odaları’nın ihaneti bile önleyemeyebilir.
Ülke çapında sınıflar arasındaki ilişki gi¬derek gerilen ve sert çatışmalara yol vere¬cek etkenlerle beslenmektedir. Sistem, bu¬günkünü aratacak sarsıntılara gebedir ve onun bu badireden kazasız belasız çıkması¬nın tek şansı işçi ve emekçilerin bugünkü sessizliklerini korumaya önümüzdeki aylar¬da ve yılda da devam etmesidir. Burjuvazi, hükümet ve onların sınıf içindeki uzantısı sendika bürokrasisi de bunun farkındadır ve bütün oyun bu sessizliğe oynanmaktadır. Ne var ki; yaşanan koşullar ve yığınlarda bi¬riken hoşnutsuzluk, küçük müdahalelerin bi¬le büyük tepkilerin gündeme gelmesinin ko¬şullarını yarattığı da günümüzün bir gerçeğidir. Ve burada her zamanki gibi asıl rol, sınıftan yana sendikacılara ve ileri işçi kesimlerine düşmektedir. Sendika bürokrasi¬si elbette parmağını kıpırdatmayacaktır, ya da yasak savmak için kıpırdatacaktır. Ama işçilerin hareketlenmesi, birleşip mücadele etmesi karşısında da ayak direyemeyecektir. Çünkü bu koşullarda böyle bir şeyin kendi sonunu getireceğini bilecek kadar kurnaz¬dır. Bu yüzden de; ileri işçiler, devrimciler, komünistler ve sınıfın tümü, krizi bir fırsat olarak değerlendirme; sendika bürokrasisini sendikaların başından atma ve sermayeye geri adım attırma, en önemlisi de yeni bir sendikal örgütlenme anlayışını yerleştirme becerisini gösterdikleri ölçüde üstlerine dü¬şeni yapmış olacaktır.
Kriz bir fırsattır: Kullanabilirse işçi sınıfı, emekçiler, düzenin tüm gerçek muhalifleri için; kullanılamazsa sermaye için fırsata dö¬nüşür. Unutulmaması gereken budur.
Temmuz 1994