Yaşanan Krizin Niteliği ve Olanaklar

Kriz bir fırsattır: Kullanabilirse işçi sınıfı, emekçiler, düzenin tüm gerçek muhalifleri için; kullanılamazsa sermaye için fırsata dönüşür. Unutulmaması gereken budur.

Bir yıl, hatta altı ay önce, Türkiye’nin ekonomik krizin pençesine sürüklendi¬ğini söyleyip bugünkü yaşananlara ya¬kın tahminlerde bulunanlar, sadece siste¬min muhalifleri ve gelişmeleri yakından izleyen bazı ekonomi uzmanlarıydı. Bugün ise; hükümetten, büyük sermayenin sözcüle¬rine ve düzenin en iyimser propagandacıla¬rına kadar herkes, artık derin bir ekonomik krizin yaşandığını, “finans alanında başla¬yan krizin üretimi de vurduğunu” kabul edi¬yorlar. Gerçi Demirel gibi, krizin bir “yönetememe krizi”nin sonucu ortaya çıktığını, “Türkiye ekonomisinin hak etmediği”, “psi¬kolojik nedenli bir kriz” olduğunu iddia edenler varsa da; artık herkes yaşanan kri¬zin sistemin özünden kaynaklandığından, açıkça ya da üstü örtülü biçimde, hemfikir.
Çünkü kriz, kendisini sadece bazı olgular olarak değil, sistemi derinden sarsan sayısız olay ve olgular olarak da ortaya koyuyor. Burjuvazinin stratejistleri, artık, krizi önleye¬cek reçeteler değil, krizden yararlanacak ve krizden çıkışta kendileri için en kârlı olacak önerileri yaşama geçirmesi için hükümete baskı yapıyor, bu yönde taktikler geliştiri¬yorlar.

KRİZİ ANLAMAK NEDEN ÖNEMLİDİR?
Bir toplumsal sistem, toplumun yeni ihti¬yaçlarına cevap verdiği ölçüde var olmaya devam eder ve toplum tarafından benimse¬nir. Ve olağan koşullarda sistem, toplumun çoğunluğu tarafından herkesin çıkarına çalı¬şan bir mekanizma görünümündedir. Çünkü sistem, olağan koşullarda, çelişmelerini örtecek imkânları da yaratır. Hele söz konusu olan, kapitalist sistem gibi kendisini savuna¬cak mekanizmalar üretmekte oldukça geniş imkânlara sahip bir sistemse; çelişmelerin saklanması için pek çok olanağın bulunaca¬ğı çok daha tartışılmazdır. Ama kriz, kapita¬list sistemin çelişmelerinin üstünü örten bü¬tün örtüleri kaldırır ve sistemin çelişmelerinin açıkça görülmesini sağlar. Nitekim, 15-16. yüzyıllarda uç verip 17. ve 18. yüzyıllarda egemen üretim biçimi haline gelen kapitalizm, 19- yüzyılın ilk yansında patlayan ilk büyük buhranına kadar kendisi¬ni bütün özellikleriyle ortaya koymamış, bu yüzden ütopik sosyalizmin düşünürleri bü¬tün iyi niyet ve keskin zekalarına karşın ka-pitalizmin başlıca çelişmelerini anlamakta yetersiz kalmışlardır. Bu yüzden de teorile¬ri, “kapitalizmin yeterince gelişmemişliğinden” dolayı “yeterince gelişmemiş bir teori olarak” kalmıştır. Ancak, 1825-1826 krizi¬nin Marx ve Engels tarafından incelenmesiyledir ki; kapitalizmin başlıca çelişmeleri anlaşılabilmiş, sonradan Marksizm adını alacak olan bu bilimsel teori, işçi sınıfının kapitalizme karşı savaşında kılavuz olmuş¬tur.
Kuşkusuz ki; bir sistemin niteliğinin an¬laşılması için, başlıca çelişmelerinin belir¬ginleşmesi, başka bir söyleyişle sistemin ol¬gunlaşmış olması gerekir. Olgunlaşmak ise; bir anlamıyla, gelişimini tamamlamak, artık üretici güçlerin gelişmesi önünde engel ol¬maya başlamak demektir. Ancak, yukarıda da belirtildiği gibi, sistemin artık gelişmesi¬ni tamamladığı ve yerini daha ileri bir siste¬me bırakmasının koşullarının oluştuğunun anlaşılması için sistemin kriziyle ortaya çı¬kan olguların ve bu olguların üstünde boy verdiği çelişmelerin anlaşılması gerekir.
1825-1826 krizinden başlayarak, kapita¬lizm, girdiği her bunalım evresinden sonra, yaşanan krizin son kriz olduğunu, artık sis¬temin çelişkilerinin yine sistem tarafından aşılması için olanaklar doğduğunu, kendi hatalarından öğrenen kapitalizmin bir kez daha krize düşmeden ilerleyeceği propagan¬da edip durmuştur. Sadece bir-iki yıl önce dünya ölçüsündeki anti-komünist propagan¬da anımsanırsa; bu propagandanın merkezinde yer alan tez, artık kapitalizmin krize düşmeden ilerleyecek bir rotaya girdiği biçi¬mindeydi. Ama bu tezin öne sürüldüğü ko¬şullar önceki dönemlerden farklıydı.
Şöyle ki:
Genelde kapitalizmin ideologları ve poli¬tikacıları, her kriz döneminden çıkışta, top¬lumda; kriz döneminde, sistem hakkında uyanan kuşkulan gidermek için, krizden ge¬rekli dersin alındığına, krize neden olan çe¬lişmelerin artık ortadan kaldırıldığına, bu yüzden de krizlerin bir daha yaşanmayacağı¬na vurgu yapmaya özen göstermiştir. Ama 1980’lerin ikinci yansından itibaren, kapita¬lizmin ideologları, kapitalizmin sadece kriz¬lerini nasıl aşacağını öğrenmekle kalmayıp, aynı zamanda sosyalizmi de “kesin yenilgiye uğratarak” kendi seçeneğinin yine kendisi olduğu tezini öne sürmüştür. Bu teze göre kapitalizm, bilim ve teknolojide yaptığı an¬lımla hâlâ üretici güçleri geliştirme yeteneğinde olduğunu göstermiş ve bilimsel tekno¬lojik gelişme öyle bir aşamaya gelmiştir ki; artık işçinin kol gücü, üretimde vazgeçilmez bir unsur olmaktan çıkmış, giderek kalifiye işgücü ve örneğin mühendis vb. gibi tekno¬lojik güce bile ihtiyaç kalınmayacak bir yola girilmiştir. Kısacası kapitalizm, kendi mezar kazıcısı olarak yarattığı proletaryayı ortadan kaldırma yoluna girmiş, hatta kaldırmış, bunun yerine kapitalizmle olan çelişmesi uz¬laşmaz nitelikte olmayan, hatta gerçekte bir sınıf bile olmayan, bir çalışanlar kategorisi¬ni geçirmiştir. Böylece, Marksizm’in toplu¬mun ilerletici gücü olarak öne sürdüğü sınıf¬lar arası mücadele de ortadan kaldırılmış; toplumu ilerleten asıl gücün, bilim ve tekno¬loji olduğu yeni sürece girilmiştir. Bu ne¬denle de artık kapitalizmin krize sürüklen¬mesi halinde bile, geçmişte olduğu gibi işçi ve emekçileri tam karşısına alan ekonomik politikaları devreye sokması söz konusu olmayacaktır!
Bu tezler öylesi bir özgüvenle öne sürül¬müştür ki; sadece burjuva propagandacılar ve onların etkilediği sıradan insanlar değil, bir zamanların burnundan kıl aldırmayan “Marksistleri” bile bu tezlerin destekleyicisi, hatta geliştiricisi olmuşlardır. Daha da ileri gidilmiş, canlı emeğin yerini robotlar ve otomatların almasıyla sömürünün ortadan kalkacağı, böylece sosyalizmin kendiliğin¬den kurulacağı ya da teknolojinin insanı denetimine aldığı bir robot çağının yaşanacağı gibi ütopik görüşler bile yaygın bir kabul görmüştür. Ne var ki; kapitalizm, her za¬manki gibi gerçekçi ve acımasız bir biçimde çelişmelerini ortaya koymaya başlamış, san¬ki bu tezleri çürütmek için yapılmış özel bir plana bağlı olarak ortaya çıkmış gibi, kriz, öncelikle en gelişmiş kapitalist ülkelerde kendisini duyurmuş; ABD, Almanya, Japon¬ya, İngiltere, Fransa, İsveç gibi ülkelerin nezdinde, dünya kapitalizmini kalbinden vurmuştur. Bununla da kalmamış; kriz, kendisini en çok sistemi krizden koruyacak sanayi dallarından sayılan otomotiv ve elektronik sanayisinde duyurarak, son on yıl¬dır burjuvazinin oturtmaya çalıştığı “yeni” kuramı çökertmiştir.
Burjuvazi henüz “sosyalizm ebediyen öl¬dü!”, “kapitalizm sonsuzca yaşayacak!” tera¬nesini terk etmedi, ama “çatışmasız, barış içinde bir sistem” ya da “krizin olmadığı, re¬fahın herkes tarafından paylaşıldığı bir kapitalist gelişme yolu” propagandası inandırıcı¬lığını yitirdiği için, en azından şimdilik, terk edilmiştir.

GELİŞMİŞ KAPİTALİST ÜLKELERDE KRİZİN BELİRTİLERİ
Gelişmiş kapitalist ülkelerde kriz, kendi¬sini iki yıl önceden açıkça hissettirmeye baş¬ladı. Önce Amerika, arkasından Almanya ve Japonya sonra da Avrupa’nın diğer ülkele¬rinde kendisini hissettiren kriz, kendini öncelikle bütçe açıklarının aşırı büyümesi ve dış ticaret makasının açılması biçiminde or¬taya koydu. Bu parasal alandaki görüntüler, diğer alanlarda üretimde daralma, görülme¬miş boyutta işsizlik ve pazar daralması, stokların büyümesi vb. biçiminde kendisini ifade ederken, klasik kapitalist krizlerin bütün ana çizgilerini sergiliyordu.
Önce ABD ile Japonya arasında, bir tica¬ret savaşı kaygısı yaratacak boyutlara varan çekişme, Japonya’nın bir adım geri atmasıy¬la yatışır göründü, ama bu durum, hem ABD hem de Japonya’da büyük sanayi ve ticari kuruluşlarda kârların önemli ölçüde düşme¬sini önleyemedi. Özellikle bilgisayar ve oto¬motiv sanayisinde önce bir duraksama, sonra da gerileme baş gösterdi. Ve bu gelişme; ABD’de “liberal kapitalizmin simgesi haline gelen Reaganizmin gözden düşmesi ve 70’lerin krizinin Jimmy Carter’ı düşürmesi gibi, Bush’un ikinci kez seçilmesini önledi ve en azından yığınlar tarafından serbest pazar ekonomisine karşı olarak bilinen, “de¬mokrat” ve “reformcu” Clinton’ı, pek de beklenmedik bir biçimde, işbaşına getirdi. Amerikan tekellerine ve tarıma yönelik süb¬vansiyonlar yeniden başlatıldı, artan işsizlik “serbest rekabetin” kuralları çiğnenerek önlenmeye çalışıldı. Ama bütün bu çabaların sonucu; sadece gerilemenin yavaşlatılması, beklenen sarsıntıların zamana yayılması ol¬du.
Japonya’da ise, krizin olguları çok daha çarpıcı bir biçimde kendisini gösterdi. Son 40 yıldır hep yükselen bir trend gösteren Japonya, kapitalizmin geleceğinin simgesi ve seçkin bir vitrini olarak lanse ediliyordu. Yanmış yıkılmış bir ülkenin yeniden ve gör¬kemli bir biçimde ayağa kalkmış olması ba¬kımından geri ülkelere, teknolojik atılımı ve sürekli ileri gidişle de ileri ülkelere örnek gösterilen Japonya, Batı teknolojisiyle Doğu “geleneğini” birleştiren bir ülke olarak kapi¬talist propagandacılara pek değişik malze¬meler sunuyordu. Japonya ne kadar görkemliyse, krizden etkilenişi de o ölçüde derin oldu. Japonya, yolsuzlukların yıktığı bir hükümet değişikliği ile kurtulamadı kriz¬den. Geleneksel Japon sendikacılığının te¬mel ilkesi olan, kalite çemberlerinde yer alan kalifiye işçilerin işten çıkarılmasını ya¬saklayan “aile-işyeri ilkesi”ni de terk etmek zorunda kaldı. Dünya ölçüsünde nam yap¬mış Toyota, Sony, Mitsubishi gibi tekeller iş¬çi çıkararak üretimlerini yeniden gözden ge¬çirmek ihtiyacım duydu. Sosyal yardım ve ücretler önemli ölçüde düşerken; bu ülkede, ilk kez işsizlik sosyal bir sorun olarak gün¬demin ön sıralarına çıktı. ABD gibi Japonya da, en iddialı olduğu iki dalda; elektronik ve otomotiv dallarında, krizi çok daha derin yaşadı. Dahası, aradan geçen iki yıla karşın, gelişmiş kapitalist ülkelerde de krizden çıkı¬şın henüz bir belirtisi gözükmüyor.
Avrupa’nın gelişmiş ülkelerinde, krizin göstergeleri Japonya ve ABD’den çok farklı değildi, ama Avrupa ülkelerinin geleneksel farklılıkları ve “sosyal devlet” olarak daha ileri bir konuma sahip olmaları, bu ülkeler¬de krizin sonuçlarının daha gürültülü bir bi¬çimde yaşanmasını getirdi. Burjuvazi, krizin yükünü işçi ve emekçilerin üstüne yıkmak için sendika bürokrasisinin ihanetinden de yararlanarak, özelleştirme ve sosyal yardım¬ların önce kısıtlanıp sonra da tümden kaldırılması yolunu benimsedi. KİT’ler kontrollü bir biçimde özelleştirilirken, özellikle demir-çelik ve maden sanayisinde pek çok işletme kapatılarak işçiler sokağa atıldı. Haftada 4 gün çalışma gündeme alındı, sıfır zamlı söz¬leşmelerle işçilerin gerçek ücretlerinde önemli ölçüde düşüşler sağlandı. Ne var ki sendikaların ihanetine karşın bu önlemler işçilerden ve kamu çalışanlarından tepki gördü. Kimi ülkelerde genel grev ve sokak çatışmalarına kadar varan işçi eylemleri, sis¬teme karşı bir mücadeleye dönüşemediği için, kontrol edilir ve kabul edilebilir boyut¬larda kaldı.
Bütün bu önlemlere ve krizin yükünün emekçilere yıkılmasında oldukça ileri adım¬lar atılmasına karşın, başlıca kapitalist ülke¬lerde krizden çıkışın belirtileri olmadığı gi¬bi, nasıl çıkılacağına dair de henüz genel kabul gören çözümlemeler yapılabilmiş de¬ğil. En radikal çözümcüler bile nihayet Keynes’e geri dönüşü savunmakla sınırlı “çö¬zümler” üzerinde tartışıyorlar.
Sistemin Keynes’e geri dönüp dönemeyeceği ya da Keynes’ten kalkarak bir çıkış yata bulunup bulunamayacağı tartışılırdı. Ama tartışılmaz olan bir şey varsa; o da, burjuvazinin krizin yarattığı olanaklardan yararlanarak işçi ve emekçi haklarına karşı tarihte görülmemiş en büyük saldırıyı başlattığıdır. Sınıfın 100-200 yıllık mücadelesiyle kazan¬dığı sosyal haklar ve resmen ya da fiilen ka¬zanılmış haklar, kriz bahane edilerek kaldı¬rılmak isteniyor. Genel eğitim ve sağlığın parasız olması, genel sigorta ve işsizlik si¬gortası, ücretli tatil izni ve hafta sonu tatili vb. gibi sosyal haklar ortadan kaldırılmakta¬dır. Olağan koşullarda kimsenin kaldırılma¬sı için teklife cesaret edemeyeceği ve uzun zamandır kullanılan bu haklar; toplu işten çıkarmalar, işyerlerinin kapatılması ve işsiz¬liğin çığ gibi büyümesinin yarattığı terör or¬tamında gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. Bunda da bir hayli başarılı olunmuş, refor¬mist sendika bürokrasisi kapitalist sistemin bekası için sınıfın çıkarlarını feda etmekten çekinmemiş; kamuoyuna yönelik olarak du¬rumdan yakınmasına karşın, sonunda masa başında bağıtladığı sözleşme ve anlaşmalar¬la, krizin derinleştirilmesi için değil, atlatılması için sınıfı fedakarlığa zorlayan bir tutumu benimsemiştir. Ancak, bütün bu çabalara karşın krizden çıkışta bir ışık görünmediğine göre, gelişmiş kapitalist ülke¬lerde burjuvazinin krizden yararlanmakta nereye kadar ilerleyeceği, ya da işçi ve emekçilerin daha ne kadar kontrol altında tutulabileceğini tahmin etmek bugünden olanaksızdır.
70’lerdeki krizi, Arap-İsrail savaşı sonra¬sında hızla artan petrol fiyatlarına, ’80’lerdeki krizi, ithal ikameci yapılanmanın aşılmaması ve KİT’lerin hantal yapısının ge¬lişmeye ayak uyduramaması gibi nedenlere bağlayan burjuva propagandacıların, bugün¬kü kriz için, kapitalizmin özünden kaynakla¬nan bir kriz olduğunu kabul etmenin ötesin¬de pek bir seçenekleri bulunmuyor. Krizin tam da “artık krizler olmayacak” kampanya¬sının en hararetli bir biçimde sürdüğü sıra¬da ortaya çıkması bu kabulü güçleştirmekte¬dir ama yine de başka seçenekleri yok gö¬rünüyor. Özellikle krizin “sosyalizm öldü, kapitalizm kendi çelişmelerini aşma yetene¬ğini kanıtladı” propagandasının arkasından patlak vermiş olması, yaşanan krizin niteli¬ğinin doğru tespit edilmesini daha da önem¬li kılıyor. Yaşanan kriz, bugün geldiği aşa¬mada, aşın üretim, işçilerin sokağa atılması, genel refah düzeyinde hızlı bir düşüş, işlet¬melerin iflas ederek, kapatılarak ya da daha güçlü sermaye gruplarının zayıfları yutuşuyla 1825’ten bu yana görülen bütün büyük krizlerin ortak olgularını sergilemektedir. Bu yüzden olacak, kapitalizmin ekonomicile¬ri, günümüz krizinin boyutlarını 1929 Bü¬yük Ekonomik Bunalımı’yla ölçüyorlar. Ve tabii gelişmiş ülkelerin burjuvazisi, krizin yükünü bir yandan kendi işçi ve emekçileri¬nin üstüne yıkmak için gerekli önlemleri alırken, öte yandan da geri kalmış ülkelerin üstüne yıkarak kendilerini krizin etkilerin¬den asgari bir zararla kurtarmaya çalışıyor¬lar. Dünya ekonomisi ve para musluklarının başını tutmuş olmaları, IMF ve Dünya Bankası’nın ellerinde olması; emperyalist ülkele¬re, krizin yükünün geri ülkelere yıkılmasın¬da önemli olanaklar sağlamaktadır. Örneğin sermaye fazlası, geri ülkelerdeki Kirlerin satın alınmasına kaydırılmakta, bölgesel savaşlar ve çatışmalar kışkırtılarak silah sana¬yi ve yan sanayi stokları eritilmek istenmek¬te, gümrük duvarlarının indirilmesi ve ülkelerdeki tarım ve özel desteklenen ürün¬lere yönelik sübvansiyonların ortadan kaldı¬rılması için baskı yapılarak geri ülkelerdeki tarımın ve gelişme şansı olan sanayilerin de ileri ülkelerin pazarı olması amaçlanmakta ve nihayet, serbest pazar ekonomisi ve bu sistemin özellikle geri ülkelerde mantıksal sonuçlarına kadar uygulama alanına sokul¬ması için baskı yapılarak uluslararası serma¬yenin bu ülkelerde sınırsızca dolaşmasının önü açılmaktadır.
Kısacası; gelişmiş kapitalist ülkelerden başlayan ve giderek diğer ülkeleri de etkisi¬ne alarak genişleyen bugünkü ekonomik kriz, kendisini bütün büyük krizlerin belirti¬leriyle ortaya koyarak derinleşmeye devam etmekte, kimi olgular zaman zaman bir iyi¬leşme alameti gibi yorumlansa da bir süre sonra bunun bir yanılgı olduğu ortaya çık¬makta.

TÜRKİYE’DE KRİZ GÖRÜNTÜLERİ
Bir yıl kadar önce; istatistikler ve özellik¬le de resmi veriler ekonomide pembe tablo¬lar çiziyordu. Kimi ekonomiciler bunun al¬datıcı olduğunu, ufukta karabulutların hızla biriktiğini söylüyordu, ama buna pek aldı¬ran yoktu. Her şey, önce yönetememe kri¬zi olarak göründü. Cumhurbaşkanlığından belediyelere kadar tüm yönetim kademele¬rinde, rüşvetten görev suiistimaline, yolsuz¬luktan seçim ve seçilme hilelerine kadar bü¬tün olgular bir çürümüşlüğü ve yozlaşmayı yansıtıyordu. Özal’ın ölümünden sonraki ge¬lişmeler adeta ekonomi kitaplarının kriz ta¬nımı tarafından biçimlendirilmiş olay ve ol¬gular gibiydi.
Birkaç ay içinde hükümetler, bakanlar, başbakanlar, parti başkanları değişti. Ama ne hükümet hükümet gibi, ne parlamento parlamento gibi, ne partiler iç bütünlüğe sa¬hip partiler gibi, ne de Genelkurmay Genel-kurmay gibi görünüyordu. Yasalarda yetkili görünenler fiiliyatta çökerek yetkisizleşmişken yönetim, ayakta ve bütünlüklü görünen tek bir kurumda birleşmiş görünüyordu; Ge¬nelkurmay ve onun etkin olarak içinde yer aldığı MGK.
Öte yandan, Kürtlere karşı yürütülen sa¬vaş tam bir topyekûn saldırıya dönüşürken, silahlı kuvvetler ve diğer güvenlik güçleri¬nin masrafları, zaten açık veren bütçenin ya¬rısını yutar oldu. Ve dahası, herkese özgürlük, demokrasi vaadiyle işbaşına gelen, “Kürt realitesini tanıyan” koalisyon hüküme¬ti yüzlerce, binlerce köyü yakarak, geniş alanları insansızlaştırarak “sükûnu” sağla¬maya çalıştı.
Yıllardır, enflasyonun yüzde 70’lerde seyretmesi ve döviz rezervlerinin hızla azal¬ması, ihracat ve ithalat makası açılırken bü¬yük sermaye kesimleri ve rantiyelerin dolçe vita bir yaşam sürmesi; kalkınmışlığın, çağdaşlaşmanın ve gelişmenin belirtisi sayıldı. Ve bu koşullarda dünya kapitalizminin krizi, Türkiye’ye, “ulusal motiflerle” bezenerek yansıdı. Bu yüzden de Türkiye’deki kapita¬lizmin dünya kapitalizminin bir parçası ol¬duğu konusunda bulanık düşüncelere sahip olanlar ya da Türkiye’deki kepazelikleri bir türlü kapitalizme yakıştıramayıp, böyle şey¬lerin sadece Türkiye gibi gelişmemiş bir ka¬pitalizmde olacağını sanan kapitalizm hayranları, krize değişik nedenler uyduruyor ve krizden çıkış için de ona uygun önerilerde bulunuyorlar.
Kimilerine göre yaşanan krizin asıl nede¬ni, bugüne kadar 700 trilyon harcanan, sa¬dece bu yıl 400 trilyon harcanacak olan Kürt savaşıdır ve Türkiye’nin krizden kurtul¬ması için bu savaşa son vermek yetecektir! Bir başka kesime göre ise; gerçekte bir kriz¬den söz edilemez, her şey yolunda değilse de ciddi bir kriz de yoktur. Sermaye cephesi kendi isteklerini yerine getirtmek için kriz yaygarası yapmakta, “solcular ise radikalizm adına sermayenin bu taktiğine dayanak olmakta”dır. Bir başka kesime göre ise; bir kriz vardır, para piyasaları altüst olmuştur, sanayi kötü durumdadır, ama her şeyin bir¬kaç ayda bu kadar kötü hale gelmesi olur şey değildir. Bu yüzden de hükümetin kötü, yönetimi işleri karıştırmış, kimsenin hükü¬mete güveni kalmadığı için sorun büyümüş¬tür, dolayısıyla yaşanan, bir sistem krizi de¬ğil; psikolojik bir kriz, yönetenlere yönelik bir güven bunalımıdır. Bu değerlendirmeyi yapanların iddiasına göre; “sürekli gelişen ekonomisi ve 60 milyon nüfusu ile Türkiye, bu krize layık değildir!”
Ancak, en yaygın olarak kabul gören ve ilk bakışta daha akılcı bir yaklaşım gibi gö¬rünen değerlendirme; Türkiye’nin, borç-faiz-borç kıskacına yakalandığı, iç ve dış borçların faiz ve anapara ödemelerinin büt¬çeyi sürekli yeni borç baskısı altına aldığı, hazinenin yeni borç bulabilmek için faizleri yükselttiği, ya da para bastığı, bu durumun bir yandan faizlerin yükselmesine ve öte yandan da enflasyonun artmasına yol açtığı ve sonuçta yatırımların yapılmadığı, üreti¬min gerektiği gibi artmadığı, işsizlik vb. be¬laların bu kıskaçtan kurtulamamanın sonu¬cu olduğu iddia” edilmektedir. Bu görüşe göre döviz krizi de aynı nedenle bağıntılı¬dır, ama bir de ek olarak krizin, lüks itha¬lat ve “israfın kışkırtılmasından azdığı ek¬lenmektedir.
Liberal ekonominin en “saf savunucula¬rına göre ise; Özal’ın başbakanlıktan ayrıl¬masından sonra serbest pazar ekonomisi “kumandalı ekonomi”ye döndüğü için piya¬sa kuralları işlememiş, bu yüzden ekonomik dengeler bozulmuş, KİT’lerin zararlarının büyümesi, özelleştirmenin yapılmamış olma¬sı, tarıma yapılan sübvansiyon ve Kürt sava¬şının harcamaları ekonomiyi bugün içinde bulunulan sorunların pençesine düşürmüş-tür.
Hükümet ve koalisyon partilerine göre ise; bugünkü krizin nedeni, 1988’den itibaren döviz fiyatlarının kaşıdı olarak düşük tutulmasıdır ve bu yapılmadığı için ihracat düşmüş, ithalat artmış, döviz rezervleri aza¬larak “Dövize hücum! “a kadar gelen geliş¬melere yol açmıştır.
İlk bakışta bütün bu tezlerin, en saçma görüneninin bile taraftarlarını haklı bulmak için pek çok neden gösterilebilir. Örneğin Kürt savaşına yapılan bir yıllık harcamanın bütçe açığına eşit olması, döviz fiyatlarının Merkez Bankası’nın müdahaleleri ile hükü¬met tarafından “piyasa kurallarına aykırı” olarak düşük tutulması, bütçenin borç-faiz-borç kıskacının pençesinde bulunması, KİT’lerin zararının giderek büyümesi, ihra¬catın güçleştirilip ithalatın kolaylaştırılması, sermayenin krizden işçi ve emekçilere sal¬dırmak için yararlanması, hatta çok saçma görülen psikolojik etken için bile pek çok gerekçe gösterilebilir. Ancak bunların hiçbi¬rinin tek başına ya da birkaçının bir araya gelmesiyle olup biteni açıkladığı söylene¬mez. Tersine bütün bu söylenenlerin kri¬zin nedeninden çok, sonucu olduğunu söylemek daha doğru olur.
Kuşkusuz Türkiye gibi ekonomisi ve siya¬seti diken üstünde olan ülkelerde bir ekono¬mik kriz için hiç de dünya kapitalizminin krize sürüklenmesi gerekmez. Örneğin, salt bir dış ticaret açığı başlıca sanayi alanlarındaki üretimi durdurabilir. Ya da Kürt savaşı gibi bir savaş, derin bir ekonomik bunalıma neden olabilir. Daha da basiti uzunca süre¬cek bir siyasal istikrarsızlık mali krize, mali kriz tam bir ekonomik krize dönüşebilir. Kısacası, yukarıda, bugünkü ekonomik kriz için söylenen saptamaların her biri ya da birkaçı birden, bir başka koşulda, krizin ger¬çek nedeni olabilir. Ve bu türden bir ülkeye has kriz durumunda, krizin o ülkedeki ne¬deni ortadan kalktığında kriz de ortadan kalkar. Ama kriz, dünya ekonomisinin bir krizi olarak ortaya çıkıp, birer birer ülkeleri pençesine almışsa, bu durumda krizin derin¬liği ve etkileri ülkeden ülkeye değişse de, nedenler dünya ölçüsünde ortadan kalkma¬dan birer birer ülkelerin krizin pençesinden kurtulması söz konusu olmaz. Şu anda Tür¬kiye’de yaşanan ve gün geçtikçe derinleşen kriz, sadece Türkiye’ye has bir durum değil, dünya kapitalizminin yaşadığı, başlıca geliş¬miş kapitalist ülkelerde başlayan krizin bir yansımasıdır. (Elbette Türkiye’nin Kürtlere karşı yürüttüğü savaşın masrafları, döviz darboğazı vb. gibi krizin daha yıkıcı olması¬nı kışkırtan etkenler vardır, ama bunlar kri-zin asıl nedeni değildir.) Ve krizin kendisini ortaya koyuş biçimi, aşırı üretim. Kısacası bir “aşırı üretim krizi” demek bugünkü krizi en yalın biçimde tanımlamış olmak olur. Aşırı üretim derken, kuşkusuz bunu ekonomi politik anlamda, talep azalması, yı¬ğınların alım gücünün düşmesi anlamında kullanıyoruz. Yoksa kapitalist ekonominin bütün toplumun ihtiyaçlarını karşılayacak düzeyde geliştiğinden, herkesin ihtiyacını karşıladıktan sonra bir artı üretimin olduğu¬nu söylemiyoruz elbette. Bu anlamıyla çok¬tan beridir kapitalist ülkelerde bir talep da¬ralması vardı ve ’90’lı yılların başında ABD, arkasından Avrupa, en son olarak da Japon¬ya’da görüldüğü gibi, tarım da dahil pek çok sektörde başlayan talep daralması, bir yandan kapitalist ülkelerin hem birbirinden hem de dünyanın geri kalan bölgelerinden bir ticaret serbestisi isteğini birlikte getir¬mişti. Örneğin ABD; Japonya ve Avrupa’dan korumacı önlemleri kaldırmasını isterken, kendisi tekstil, otomotiv ve elektronik gibi sanayi dallarında kotalar koyarak korumacı¬lık yapıyor, aynı şekilde tarımda anlaşmala¬ra aykırı olarak dampinge varacak önlemler alırken, özellikle Türkiye gibi ülkelerde tarı¬ma yönelik sübvansiyonları ve diğer koru¬macı önlemleri IMF ve Dünya Bankası’nın da girişimleriyle önlemeye çalışıyordu. Ve bu üç büyük kapitalist mihrak, Avrupa, AB; ABD, NAFTA; Japonya, Güney Pasifik Birliği ile kendi pazar alanlarında korumacılık ya¬parken, dünyanın geri kalan bölgelerinde gümrük duvarlarının indirilmesi ve ulusal ekonomilerin çökertilmesi ile kendi buna¬lımlarını bu ülkelere ihraç etmeyi amaçlıyor¬lar. Bunun için de “serbest pazar ekonomi¬si”, “piyasa kuralları öğretisi” bulunmaz bir dayanak oldu.
1993 yılı biterken, sistemin başlıca tem¬silcilerinin tek tesellisi, GATT’ın uygulanma¬sı ile dünya ticaret hacminde 100 milyar do¬larlık bir genişleme olacağı idi. Bu 100 milyar dolar sadece ABD’nin bir yıllık dış ti¬caret açığı idi, ama olsun, hiç yoktan iyidir diye düşünülüyor olmalıydı. Yine ’90’lı yıl¬larda ABD ve Avrupa, ABD ve Japonya iki kez ticaret savaşından son anda dönebildi.
Gelişmiş kapitalist ülkelerdeki aşırı üre¬tim krizinin sonucu, bu ülkelerin daha çok mal ve sermayenin başka ülkelere ihracını gerektirdiği için, gümrük duvarlarının indi¬rilmesi, geri ülkelerde özelleştirmeye hız verilmesi, ekonomi üstündeki kamu denetimle¬rinin azaltılması gibi sorunlar, birer doktrin sorunu olmaktan öte, sistemin ayakta dura¬bilmesi ve gelişmiş ülkelerdeki krizin geri ülkelere ihracı için alınması gereken zorunlu önlemlerden oldu. Türkiye’nin son yıllar¬da dış ticaret açığının hızla büyümesinde başlıca rolü, gelişmiş kapitalist ülkelerin bu doğrultudaki baskılan oynamıştır. İç üreti¬min önemli ölçüde ithalata dayanması, ana ve ara mallar ithalatının hızla artması bu baskılara eklenince, ihracatın ithalatı karşılama oranı yüzde 50’nin altına düşerek bu alanda bir rekor kırılmıştır.
Uluslararası tekellerin, gelişmiş kapitalist ülkeleri de arkalarına alarak giriştikleri bu kriz ihracatından, geri kalmış ülkelerin za¬ten güç durumda olan ekonomileri daha da bozulmuş, enflasyon, iç ve dış borç faizlerinin baskısıyla yığınların alım gücünün hızla düşmesi, sadece uluslararası alanda değil; ülke içinde de pazar daralmasına, başka bir söyleyişle otomotiv, tekstil, gıda, plastik, lastik, ilaç, demir-çelik, inşaat vb. belli başlı sanayi alanlarında aşırı üretime yol açmış¬tır. Ancak, bir yanda emekçi yığınlar sefalet içindeyken öte yandan mağazaların, market¬lerin her türden malla dolu olmasının sırrı da işte buradadır. Bugün otomotiv ve teks¬til başta olmak üzere pek çok sanayi dalın¬da fabrikaların kitlesel işçi çıkarmaları ve üretime sık sık ara vermelerinin nedeninin ellerindeki stoklar olduğunu, başka bir söy¬leyişle üretilen malların satılamaması sonu¬cu olduğunu söylemek, bilineni yinelemek¬ten öte bir şey değil. Ve bu durum, emekçilerin kapitalizmin niteliğini anlaması¬nı kolaylaştıracak, onları sisteme yabancılaştıracak bir pozisyona itmektedir. Çünkü bu durum, kapitalist sistemin temel çe¬lişmesi olan üretim araçlarının özel mülkiyeti ile üretimin toplumsal niteli¬ği arasındaki çelişmeyi en çarpıcı bir biçimde ortaya koymaktadır. Olağan ko¬şullarda kapitalizmin halkın ihtiyaçları için üretim yapan, özel mülkiyeti bu amaç için kullanan bir sistem olduğu demagojisine inandırıcılık sağlayacak gerekçeler bulunabi¬lir ama kriz dönemlerinde bu savın aşağılık bir demagoji olduğu bütün çıplaklığıyla orta¬ya çıkar.
Temel mal ve hizmetlere talepteki düşüş¬ler ekonominin içinde bulunduğu dununun iç açıcı ve kısa vadede düzelme imkânının olmadığını gösteriyor: Toplam sanayi üreti¬mi yüzde 10’un üzerinde düşerken, ekono¬milerde en önemli göstergelerden biri ola¬rak kabul edilen imalat sanayisinde kapasite kullanımı mayıs ayında yüzde 18,2 oranında geriledi. Mayıs ’93’te yüzde 82,4 olan kapa¬site kullanımı Mayıs ’94’te 64,2 olabildi.
İmalat sanayisinde en fazla gerileme yüz¬de 28,3 ile metal eşya, makine ve teçhizat imalatında oldu. Bu sektörde geçen yıl yüz¬de 82,6 olan kapasite kullanımı bu sene yüzde 54,3’e düştü.
Beyaz eşyada ise üretim ve satış düşer¬ken, ihracat küçük de olsa artmaya devam etti. ’94 yılının ilk 5 ayı itibariyle beyaz eş¬ya üretimi geçen yılın aynı dönemine oranla yüzde 9 gerileyerek 2 milyon adetten 1,8 milyon; tüketim, aynı dönem itibariyle yüz¬de 12 gerileyerek 1,7 milyon adetten 1,5 milyon âdete düştü.
Sanayiciler, sanayinin genelinde ve özel¬likle imalat sanayisinde kapasite kullanımı¬nın düşmeye devam edeceğini, işletmelerin stoka çalışmamak için işçi çıkarma, vardiya¬ların kaldırılması ve çalışma sürelerinin dü-şürülmesi, ücretlerde kesinti yapılması gibi önlemlere başvuracaklarını açıklıyorlar.
Krizin niteliğini açığa vuran bir diğer ol¬gu da; işsizliğin hızla artması, sendikalı ve kalifiye on binlerce işçinin işsizler ordusuna katılması. 1 Ocak 1994’ten 22 Haziran gününe kadar işten çıkardan işçi sayısının 600 bine yaklaştığı açıklandı. Krizin hangi işkol¬larında daha etkili olduğunu göstermesi ba¬kımından bir gösterge olacağı nedeniyle, iş¬kollarına göre işten çıkarılanların sayısını bir tablo olarak veriyoruz.

1 Ocak-22 Haziran 1994 arasında, çıkarılan işçi sayısı sektörlere göre şöyledir:
Tarım, orman, balık    9-575
Madencilik        11.570
Petro-Kimya        18.506
Gıda            29-997
Şeker            907
Tekstil            69.167
Deri            4.949
Ağaç            6.131
Kağıt            2.635
Basın-Yayın        2.281
Banka-Sigorta        7.727
Çimento-toprak-cam    16.286
Metal            64.750
Gemi            734
İnşaat            136.637   
Enerji            14.545
Ticaret-Büro        95.483
Kara taşıma        11.619
Demiryolu        6.535
Deniz taşıma        5.330
Hava taşıma        2.149
Ardiye            348
Haberleşme        4.365
Sağlık            1.730
Konaklama, eğitim    30.968
Milli Savunma        849
Gazetecilik        1.154
Genel hizmetler    19-663       
TOPLAM        577.180

İşten çıkarmalarda altı çizilmesi gereken bir olgu ise, atılan işçilerin içinde sendikalı işçi sayısının 150 bin civarında olması. Yılsonuna kadar özelleştirilecek veya kapatıla¬cak KİT’lerden çıkarılacak işçilerle, bu sayının 200 bini bulması bekleniyor.
Burada şunu belirtmeliyiz ki; bu rakam¬lar Çalışma Bakanlığı tarafından açıklanan işten çıkarmaları içermekte olup, işten çıka¬rılan geçici işçiler, “tasarruf gerekçesiyle işe başlatılmayan mevsimlik işçiler ve sigortasız olarak çalıştırılıp işten atılan on binlerce işçi bu rakamlara dahil değildir. Ve tabii ki, bu rakamlar sadece 22 Haziran gününe kadarki işten çıkarmalar için anlamlıdır ve bu rakama her gün yüzlerce, binlerce işçi eklenmeye devam etmektedir.
Sektör yetkililerinin açıklamalarında 1 milyonun üzerinde işçinin çalıştığı tekstil sektöründe krizin derinleşmesine paralel olarak işçilerin yüzde 25’inin işsiz kalacağı, sendikalı 110 bin işçinin de bu kervana katılmasıyla önümüzdeki günlerde işten çıkarı¬lan sendikalı sayısının 200 bine yaklaşacağı belirtiliyor.
Krizin ortaya çıkardığı diğer olgular da; ancak aşırı üretimle anlamlanır. Örneğin Türkiye’nin dış ticaret açığının hızla büyü¬mesi, ihracatın tıkanması, devletin iç ve dış borç açığının büyümesi, kitlesel işçi çıkarma¬ları ve işletmelerin geçici ya da sürekli ka¬panması, iflasların hızla artması vb. bütün bu olgular, bir aşırı üretim krizinin kendisi¬ni gösterme biçimleri olarak anlaşılırdır.

KRİZİN TARAFLARI VE TAKTİKLERİ

Kuşkusuz krizin, her ciddi toplumsal olayda olduğu gibi, başlıca iki tarafı var. Bir tarafta işçi sınıfı başta olmak üzere tüm emekçi sınıflar; öte yanda ise, burjuvazi ve onun hükümeti ve devletin çeşidi kurumlan var.
Bu genel saflaşmaya daha yakından bakıldığında, krizin de etkisiyle, gerek serma¬ye cephesinin kendi içinde gerekse işçi-emekçi cephesi ile sermaye cephesi arasın¬da ciddi bir mücadelenin varlığı açıkça gö¬rülüyor.
Sermaye cephesi içinde büyük sermaye ile orta ve küçük ölçekli kesimler, sanayi sermayesi ve banka sermayesi, ithalatçılarla sanayiciler, sanayinin şu ya da bu dalı ile diğer dalları, hükümetle sermayenin çeşidi kesimleri arasında zaman zaman sanki iki düşman kamp intibaı uyandıracak çatışma¬lar izlenmektedir. Örneğin, orta ve küçük ölçekli sanayiciler bankaları neredeyse halk düşmanı olarak suçlayacak kadar feveran ederken, yine sanayicilerin bir bölümü, ban¬ka faizleri ve borçlarını ödemeyeceklerini öne sürerek “bankaları batıracağız!” tehdidi¬ni savurabilmektedir. Örneğin ünlü tekstilci Halit Narin, “tekelcilik faşizmdir.” deyip, “ideolojik” bir saptama yaparak tartışmaları alevlendirmekten fayda ummaktadır.
Ama çeşitli sermaye çevreleri ile hükü¬met arasındaki çatışma, daha gürültülü bir biçimde sürmektedir. 5 Nisan Kararları’yla sanki bütün sermaye kesimleri hükümetin arkasında yer almış, adeta bir “ulusal muta¬bakat” oluşmuş izlenimi ortaya çıkmıştı, ama bunun sadece, krizin yükünü emekçile¬rin sırtına yıkma operasyonunda ittifak ol¬duğu kısa bir sürede ortaya çıktı. Kararların arkasında sermaye çevreleri, “biz de fedakârlık edeceğiz, payımıza düşeni ödeyece¬ğiz” dediler. Zamlar hemen devreye sokul¬du, özelleştirme için önlemler hızla alınmaya başlandı, işten çıkarmalar iyice bir felaket haline geldi. Ama işçi ve emekçileri ilgilendiren önlemler devreye girdikten son¬ra büyük sermaye çevreleri, 5 Nisan Kararla¬rının sermaye çevrelerine getirdiği tek yük sayılacak “Net Aktif Vergisi”ni ödemeyeceği¬ni açıkladılar. Ve bu çevreler; vergi veren namuslu işadamını cezalandırdığı, servet düşmanlığı yaptığı şeklinde suçladığı hükü¬metle pazarlığa oturdular. Sonunda banka¬lar ve büyük sermaye için bu vergiyi üçte iki oranında düşürüp sonra da ödenip öden¬memesi pek fark etmeyecek bir uygulamaya dönüştürdüler. Küçük ve orta ölçekli sanayi¬cilerin feryadına ise, kimse aldırmadı.
Krizin yükünün her kesim tarafından paylaşılması adına çıkarılan “Net Aktif Vergisi”ni ödemeyen büyük patronlar, Gelir ve Kurumlar Vergisi’ni de ödemiyorlar. Hazine tarafından açıklanan ocak-nisan dönemine ait verilere göre kurumlar vergisinde tahsilât yüzde 10,5’te kaldı. 38.6 trilyon tahak¬kuk eden Kurumlar Vergisi’ne karşılık ancak 4 trilyon, Gelir Vergisi’nde ise 104 trilyona karşılık 44,9 trilyon toplanabildi.
Otomotivciler, beyaz eşya üreticileri, özellikle TÜSİAD’da örgütlenmiş büyük ser¬maye grupları hükümete karşı radikal bir muhalefet partisi gibi tutum aldılar. Basın, parlamento ve bürokrasideki yandaşlarını da harekete geçirerek başbakan ve bakanla¬rı tehdit ettiler, kirli çamaşırlarını ortaya dökmeye koyuldular. Çeşitli hükümet senaryolarıyla ortamı kendi lehlerine sıcak tuta¬rak, adeta hükümeti hizaya getirdiler. Önce büyük sermaye çevrelerinin tehditlerine pa¬buç bırakılmayacağını söyleyerek sermayeye karşı tutum almış havası vererek puan top¬lamaya çalışan hükümet, çok geçmeden yel¬kenleri indirdi. Hükümet, taviz vereceğini ortaya koyunca, ortalık biraz yumuşadı. Hü¬kümet arayışları en azından yaz sonuna kadar ertelendi. Hükümet ve sermaye çevrele¬ri tam bir dayanışma içerisinde görüntüsü çizmeye başladılar. Arkasından malum flört¬ler, görüşmeler geldi. Önce beyaz eşya üreti¬cileriyle görüşen hükümet, KDV’nin indiril¬mesi ve kimi diğer vergilerden muafiyet ile krediler konusunda prensipte anlaşıldı. Ar¬kasından otomotivciler ve diğer sanayi dallarındaki sermaye kesimleri ise yeni istek¬lerle hükümete başvurdular. Örneğin otomotivciler bir yandan emirlerindeki lobi¬ler ve basın, öte yandan doğrudan hükü¬mette görüşmelerde şu teklifleri sundular:
* Vergiler azaltılsın. KDV, ticari araçta % 5’e, otomobilde % 15’e, ek taşıt alım ver¬gisi % 6’ya düşürülsün.
* Bankalar uygun faizle tüketici kredi¬si versin.
* Yurtdışındaki işçilere yapılan satışta ihracat teşviki uygulansın.
* İkinci el satışlarda KDV % 1’e indiril¬sin. (İndirildi)
* 100 milyon dolar Eximbank kredisi sağlansın.
* Habur sınır kapısı açılsın.
* Özel finans kurumlarının açılmasına izin verilsin.
* Ziraat Bankası çiftçiye traktör, Halk-bank şoföre ticari araç kredisi açsın.
* Minibüsteki ek taşıt alım vergisi kalksın.
* Taksitli satışlarda, vade farkı üstün¬deki KDV kalksın.
* Kamu kurumları ve belediyeler yerli araç alsın.
* Komple araç ithalatı kısıtlansın.
Otomotivciler tarafından önerilen ve bi¬raz farklılıkla diğer sanayi kollarındaki bü¬yük sermaye kesimlerince de desteklenmesi beklenen bu istemler, büyük olasılıkla tem¬muz ayından itibaren uygulamaya sokula¬cak.
Bu programın ilginç bir iki noktasına dikkat çekmek gerekiyor. Birincisi, büyük sermaye çevreleri, son 10-15 yıldır, sürekli olarak; “Hükümet bize karışmasın, biz ken¬dimiz yolumuzu buluruz.” propagandası yap¬tılar, ama şimdi, “biz krize girdik, hükümet bizi kurtarsın!” diyorlar. İkincisi, “sübvansi¬yonlar bu memleketi batırdı, KİT’lere ve ta¬rıma sübvansiyona hayır!” diyen büyük ser¬maye, şimdi kendisine vergi indirimi ve yeni kredi kolaylıklarıyla sübvansiyon iste¬mektedir. En önemlisi de, tarım girdilerine her türden sübvansiyona karşı çıkanlar şim¬di çiftçiye traktör kredisi açılmasını istiyor¬lar. Ve elbette böylece “serbest ekonomi¬nin” bütün kurallarını çiğniyor, dolayısıyla son 15 yıldır kurdukları ve artık yıkılmaz di¬ye düşündükleri ekonomik doktrinin ve pra¬tiğin iflasını kabul etmiş oluyorlar.
Başta metal, özellikle otomotiv sektörü temsilcileri olmak üzere çeşitli tekelci grup¬ların, DYP-SHP Koalisyon Hükümeti’ne yö¬nelik eleştirileri, esas olarak, hükümetin al¬mış olduğu kararları geç aldığı ve alınan kararları uygulamada yeterince kararlı ve sert davranmadığı noktasında odaklaşıyor. Nitekim TÜSÎAD, ekonomik krizin bu boyut¬larda yaşanmasının nedenini “Alınması gere¬ken tedbirlerin siyasi kaygılarla geciktiril-miş” olmasına bağlıyor.
Çelişmelerin keskinleşmesinin sonucu olarak, çeşitli sektörler arasında da tam bir savaş hüküm sürüyor. Sanayicilerle bankacı¬lar zaman zaman birbirlerinin kirli çamaşır¬larını dökecek kadar ileri gidiyorlar.
Batan bankaların yanı sıra; sanayicilerin, zamanı gelen kredi faizlerini ödememeleri ya da ödemeyeceklerini açıklamaları birçok bankayı da zor duruma soktu. Bankalar Birliği’nin son açıkladığı rakamlara göre sanayi kesimine açılan toplam kredi, yaklaşık 500 trilyon civarında. İstanbul Sanayi Odası’nın, üyeleri arasında yaptığı bir araştırmaya gö¬re 31 Mart’ta biten üç aylık faiz döneminde sanayicilerin yüzde 46’sı bankalara olan fa¬iz borçlarını ödeyemedi veya ödemedi. Sa¬nayiciler haziran ve eylül aylarındaki dö¬nem faizlerinin de ödenemeyeceğini, hatta ödemek istemediklerini açıklıyorlar. Eğer is¬tekleri yerine getirilmezse 30 Haziran’da bir gün süreyle fabrikalarını kapatacakları teh¬didini savuruyorlar.
Yılın ikinci üç ayında, yani haziran ayın¬da ödenmesi gereken faiz tutarı 100 trilyon lira. Bu paraların geri dönmemesi, yılın üçüncü üç aylık ödemesi olan eylül ayına sarkması, “kalan bankalar sağlamdır” iddia¬sıyla güven tazelemeye çalışan bankaları da tam anlamıyla bir çıkmaza sokacak. Özellik¬le pek çok özel bankanın yılın ikinci yarısın¬da güç günler yaşayacağı, bazılarınınsa “ba¬tacağı” büyük bir olasılık olarak görülüyor.
Sanayide, özellikle imalat sanayisinde üretimin gerilemesi, stokların artması, işten çıkarmaların yoğunlaşıp işsizliğin artması, finans kesiminin kredilerinin geri dönme¬mesi gibi ekonomide durgunluk dönemlerinde sanayi kesiminden finans kesimine geri ödemelerin aksaması veya yapılmama¬sı, kaçınılmaz olarak finans kesimini batağa sürükleyecek. İşte Koç Holding üst düzey yöneticisi inan Kıraç’ın “bankaları biz batı¬racağız” demesi boş bir tehdit değil. Belki tehdit yanı daha çoktu ama bankaları bu tehdit bile paniğe düşürdü ve bankalar uz¬laşmaya yanaşarak ortamı yumuşatmayı çı¬karlarına uygun buldular. Ama bu uzlaşma girişiminin başarılı olacağı da çok kuşkulu¬dur. Çünkü sanayicilerin istemi ile bankala¬rın vereceği taviz arasında oldukça büyük bir fark var. Nitekim kredi faizlerinde yüz¬de 30’lara varan indirimden sonra İSO baş¬kanı; “çözülmüş bir şey yoktur, yüzde 20-30’luk faiz indirimi hiçbir şey çözmez.” diye değerlendiriyordu durumu.
Hükümetin pembe tablolar çizmesine, “ekonomiyi düzlüğe çıkaracağız” edebiyatı¬na karşın, tekelci sermaye sözcüleri bu ko¬nuda ihtiyatlı. Kürtlere karşı yürütülen sa¬vaşla birleşen ekonomik krizin kısa vadede atlatılmasını olanaklı görmüyorlar. TÜSİAD başkanına göre; “birkaç yıllık dur¬gunluk dönemine giren ekonominin” düzlü¬ğe çıkabilmesi için “orta ve uzun vadeli ye¬ni bir istikrar paketi, taviz verilmeden uygulanmalıdır. Hükümetin, krizden çıkıyo¬ruz doğrultusundaki açıklamaları, hükümet ve istikrar programını uygulamaktan caydı¬ran baskılan artırmaktan başka bir işe yaramamakta”dır.
Hükümet cephesinde ise; yönetememe krizinin de kışkırttığı bir kargaşa egemen¬dir. Herkese özgürlük, demokrasi ve refah vaat ederek işbaşına gelen koalisyon hükü¬meti, ne özgürlük ve demokrasi ne de her¬kese refah getiren bir uygulamaya yöneldi. Tersine, sermayenin derinleşen krizine çare aramak uğruna bütün “bilmen” reçeteleri uygulamak için elinden geleni yaptı. Serma¬ye, “bir kez daha seçim kazanma kaygısı olmayan başbakan”, “yarı deli bir başbakan” aradığını duyurduğu ölçüde bu role soyu¬nan başbakan, gözü kara bir sermaye yanlı¬sı olduğunu göstermek için her çareye baş¬vurdu. Elindeki her olanağı sermayenin hizmetine sundu, ama sermayenin ihtiyacı çok fazla, hükümetin verebileceği ise çok az¬dı. Bu yüzden de, bütün sermaye yanlılığına karşın, bu hükümetin büyük sermayenin ih¬tiyaç duyduğu hükümet olmadığını söyle¬mek doğru olur. Çünkü son yıllarda sıkça ifade edildiği gibi, bugünkü koşullarda ihti¬yaç duyulan hükümet, toplumdaki “çeşidi” kesimleri bir “kurtuluş” programı etrafında birleştirecek ve sermayenin krizden çıkma¬sından başka hiçbir kaygı gütmeyecek bir hükümettir. Ve zaman içinde bunun, meclis¬teki tüm partilerin, hatta sendikalar ve işve¬ren kuruluşlarının da desteğini alacak, par¬lamentodan güvenoyu almış ama tümü parlamenter olması da gerekmeyen bakan¬ların bakan olduğu, konunun uzmanı oldu¬ğu bir “teknisyenler hükümeti”dir. Bu hükü¬met herhangi bir siyasi parti ya da partiler grubuna bağlanmayacak, ama önüne konan programı uygulamada da tam yetkili bir hü¬kümet olacak. Çiller Hükümeti, sermayenin bu isteğini anlamaya başladığında, tarife uy¬gun bir tutum takınıp 5 Nisan İstikrar Paketi’ni uygulamaya sokarak aranan hükümet olduğunu göstermeye çalışmıştı ve 5 Nisan Kararları’na sermayenin desteği, bir an için böyle bir şeyin sermaye için de kabul edildi¬ği sanısını uyandırmışsa da, kısa süre sonra, büyük sermaye çevrelerinin, “bu hükümetle bir yere gidilmez” tutumunda ısrar ettikleri anlaşıldı. TÜSİAD Başkanı Halis Komili ve Koç’un son bir iki ay içinde hükümete yöne¬lik sert eleştirilerinin arkasında işte bu, “bu hükümetle bu krizden çıkılamaz” düşüncesi yatmaktadır.
Ne var ki; 27 Mart seçimlerinin parla¬mentoda tüm partilerin bir program etrafın¬da birleşmesini kolaylaştıracak bir sonucu getirmemesi, bir ulusal birlik hükümeti ku¬rulmasını zorlaştırmış, en azından bu çaba-nın zamana yayılmasını gerekli kılmıştır. Bu yüzden de bir süre daha bu hükümette yü¬rümek gerektiği gerçeğini kabul eden büyük sermaye, bazen hükümeti tehdit ederek, ba¬zen de yumuşayıp hükümetin sırtını sıvazla¬yarak, hükümeti, büyük sermayenin istemle¬rini yapmaktan başka bir çaresi olmadığına ikna etmeye çalışmaktadır. Nitekim Çiller; “Ne zaman birilerinin ayağına bassam ba¬şıma inanılmaz şeyler geliyor” diyerek, biraz tepkisel de olsa, verilen mesajı anladığı¬nı göstermiştir.
Şimdi hükümet, bir yandan borsa, döviz ve bankalarda istikrar sağlamaya çalışarak, öte yandan da büyük sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda kararlar alarak ömrünü uzat¬maya çalışmaktadır. Örneğin hükümet, Haziran’da ödemesi gereken 58 trilyonu bulmak ve dolan frenlemek için aynen Arjantin’de olduğu gibi yüzde 406 faizle para topluyor. Böylece dövizde istikrar sağlamayı amaçlı¬yor; ama bu, hazinenin eylül ayının ilk haftasında 120 trilyon ödeme yapmak duru¬muyla karşı karşıya geleceği anlamına geliyor. Yani kriz büyütülerek ertelenmeye çalışılıyor ve hükümet; haftayı, ayı kurtar¬mayı kâr sayıyor. Bu paraların nasıl ve han¬gi yolla ödeneceğini kimse açıklayamıyor, ama hükümet, herkesin parası zamanında ve “gerçek para” olarak ödenecek vaadinde bulunmaya devam ediyor. Yaygın kanı, karşılığında daha düşük faizli ve uzun vadeli hazine Bonosu verileceği. Böylece yeni za¬man kazanılacağıdır; Nitekim bu kulislerde-ki söylentiyi Rahmi Koç, “vatan hainliği” “suçlamasını.da göze alarak, açıkça hüküme¬te, “iç ve dış borçların ertelenerek bir nefes alma imkanı sağlanması gerektiği” biçimin¬de önerdi. Hükümet, “böyle şey olmaz” de¬diyse de, bunun bile borçlandırmayı sürdür¬mek için yapılmış bir kararlılık gösterisinden ibaret olduğu iddia ediliyor.
Bu nedenlerledir ki; en iyimser burjuva eko¬nomistleri dahi hükümetin borç- faiz- borç kıskacından kurtulabileceğine inanmıyor ve hükümetin eylül ayında gidici olduğunu, en azından gelen hükümete “enkaz” bırakacağı değerlendirmesini yapıyorlar.
Burjuvazi ve hükümetler, hem diğer ül¬kelerde hem de Türkiye’de, krizin yarattığı ortamdan yararlanarak, sendikalarla da do¬laylı ya da dolaysız işbirliği içinde, krizin yükünü işçi ve emekçilerin üstüne yıkarken, uzun vadede kendilerini rahatlatacak ön¬lemler almaya özen gösteriyorlar. Kısacası krizi bir fırsat bilerek, bu fırsattan yararlan¬mayı amaçlıyorlar. Fırsattan yararlanmanın boyudan, sadece emekçilerle sermaye ara¬sında değil, sermaye kesimleri arasında da bir fırsattan yararlanma taktiğini gündeme getirmiş bulunuyor.
Savaşların en karmaşığı olarak sınıflar mücadelesinde taraflar arasında fırsattan yararlanma olağandır ve bunu taraflardan birinin ötekine karşı “ihaneti”, “kalleşliği” saymak, sadece sıradan ahlakçıların yaklaşı¬mı olabilir. Bu yüzden de hem devlet hem de sınıf örgütleri olarak tepeden tırnağa örgütlü ve kendi sınıf çıkarına sımsıkı sarılan sermaye kesimi, krizin yarattığı olanakları kendi lehlerine kullanmak için bütün imkânlarını seferber etmiş durumda. Bu yazı¬nın son bölümünde değineceğimiz sendikaların konum ve tutumlarından da yararlanan sermaye, işçi ve emekçilerin içinde bulunduğu örgütsüzlük ve örgütleri¬nin zapt edilmişliğinden yararlanarak, hem kazanılmış haklar hem de krizin yükünü emekçilerin üstüne yıkacak önlemler konu¬sunda “topyekûn” bir tutumu benimsemiş bulunuyor. Her konuda çatışan sermaye ke¬simlerinin, gazete sayfalarına yansıyan ara¬larındaki savaşa karşın, krizin yükünü emekçilerin sırtına yıkmak söz konusu oldu¬ğunda, aralarından su sızmıyor.
Son bir yıl içinde kitlesel işten atmaların yarattığı baskı ve 5 Nisan Kararları’yla öne sürülen kimi KİT’lerin kapatılması, pek çok özel sektör işletmesinde kitlesel işçi kıyımları, ücret ve maaşların dondurulması ve gele-ceğe yönelik çizilen kara tabloların yarattığı belirsizlikten yararlanan sermayenin temsil¬cileri ve sözcüleri, ellerindeki bütün propa¬ganda imkanları ile; “KİT’lerin kapatılmasındansa özelleştirilmesi iyidir; işten atılmaktansa sıfır sözleşmeye, hatta bir süre için ücretsiz çalışmaya razı olmak tercih edilmelidir” tezini işliyorlar. Yarat¬tıkları işsizlik korkusuyla amaçlarını gerçek¬leştirmeye uğraşırken, sosyal hakların tüm¬den kaldırılması, toplusözleşmelerin ihlalinin olağanlaştırılması, hatta emeklilik süresinin 5000’den 9000 güne çıkarılması için son girişimleri yapıyorlar. Özelleştirme için henüz ciddi adımlar atılabilmiş değil ama özel sektörde son altı ayda, resmi ra¬kamlara göre bile atılan işçi sayısının 600 bini aştığı ortamda, tam bir işsizlik terörü estiriliyor. İşçi ve emekçilerin hareketsizli¬ğinden yararlanan sermaye, bütün kazanıl¬mış haklara karşı bir haçlı seferine girişmiş durumda. Öyle ki; sermayenin basındaki sözcüleri, bir yandan işsizliğin böylesi bü¬yük boyutlarda artması karşısında bir “sos¬yal patlama” ihtimalinden söz ederken, öte yandan kamudan az işçi çıkarılmasını eleşti¬riyor, daha çok işçi ve memurun çıkarılması için pervasız saldırıya “haklı gerekçeler” uydurmaya çalışıyorlar. Sermaye, bütün kesim¬leriyle, işsizliğin yarattığı ortamdan yararla¬nıyor ve işçilerin toplusözleşmeden doğan haklarını; ücret artışı, ikramiye ve sosyal haklarını ödemiyor. Ve ya işten çıkarmayı kabul edin ya da benim dediğim koşullarda çalışmaya razı olun diyor patronlar. Tabii ki; bir kez bu koşullara evet diyeni de iflah etmiyorlar. Örneğin TÜRK METAL’in işçi düşmanı ağalarının TOFAŞ’ta ücretsiz ve ya¬rım ücretle çalışma istemi bile kabul edilme¬di; 3000’e yakın işçi işten çıkarılırken, fabri¬ka da iki ay süreyle kapatıldı. Benzer şey Almanya Volkswagen fabrikalarında da göz¬lendi. Patronlar, 4 günlük çalışma sözleşme¬sine bile uymadı, hem ücretleri düşürdü hem de işçi çıkışlarını sürdürdü.
Öyle anlaşılmaktadır ki, büyük sermaye¬nin çeşitli kesimleri hem kendi aralarındaki hesaplaşmada hem de küçük ve orta boy sa¬nayi yutmada krizin yarattığı ortamdan fay¬dalanma yoluna girmiştir. Koç Holding ve Sabancı Holding arasında, henüz söz düello¬su aşamasındaki çatışma, bankalar ve sana¬yiciler arasında, birden “bankaları biz batı¬racağız” aşamasına gelip, ama bankacıların geri adım atmasıyla biraz yumuşamış gibi görünen gelişmeler, sureti haktan görüne¬rek büyük sermaye çevrelerinin, “küçük ve orta boy sanayinin bu krizden sağ salim çı¬kamayacağı” iddiası ve nihayet büyük ser¬mayenin; hükümeti ve partileri hizaya getir¬mek için adeta gerilla savaşı taktikleri uygulayarak istemlerini bir bir gerçekleştir¬me çizgisi izlemesi vb. büyük sermaye çev¬relerinin krizi, sadece emekle sermaye ara¬sında değil, kendi aralarındaki hesaplaşma için de tam bir fırsat olarak değerlendirmek istemesinin belirtileridir.

KRİZ VE SENDİKA BÜROKRASİSİ
Kriz, bütün dünyada sermayenin, kapita¬list sistemin krizidir. Bunun anlamı ise; sis¬temin egemenleri ve savunucularının da krizde olduğu ama sisteme karşı olanların avantajlarının hızla çoğaldığıdır.
Sendikalar ise; işçilerin kitle örgütleri olarak sistemin krizinden yararlanarak po¬zisyonlarını güçlendiren, üyelerinin çıkarla¬rını savunmakta yeni adımlar atan ve mev¬zilerini güçlendiren merkezler olması gereken örgütlerdir. Ne var ki, bugün geliş¬meler tam tersini gösteriyor. Sistemin krizi derinleştikçe sendikaların da krizi derinleşi¬yor, çözümsüzlükleri artıyor. Sendikalar sa¬dece işçiler adına sahneye çıkıp sermayeyle alçakça uzlaşmalar yapmakla kalmıyor, aynı zamanda önemli ölçüde üye de kaybediyor¬lar.
Kriz, kapitalist sistemin çelişmelerinin üstündeki örtüyü kaldırıp onun gerçek nite¬liğini açığa vururken, sistemle bütünleşip sı¬nıfa yabancılaşmış sendikaların niteliğini de pek çarpıcı bir biçimde açığa çıkarıyor. Özellikle de geleneksel sendikacılık anlayışının sermaye yanlısı niteliğini, sendikacıların bü¬tün atıp tutmalarına karşın var olan sendi¬kacılık anlayışının işçilerin çıkarlarını koru¬maktan aciz olduğunu ortaya koyuyor. Çünkü geleneksel burjuva sendikacılık anla¬yışına göre; kapitalistin kazancı ile işçi üc¬retleri arasında doğrudan bir ilişki vardır. Kapitalist çok kâr ediyorsa sendikalar yük¬sek ücret istemeli, ama kapitalist az kâr edi¬yor ya da zarar ediyorsa sendikalar az ücret artışı ya da sıfır ücret artışına razı olmalıdır. Bu yüzden de sistem krize girdiğinde, kârlar ve üretim düşüş göstereceğinden işçilerin ücret artışlarının yavaş ya da hiç olmaması, hatta günümüzdeki gibi gerçek ücretlerin bir anda yarıdan fazla düşmesi normal kar¬şılanmaktadır. Bu durumlarda normal karşı-lanan diğer bir şey de, işçilerin kitleler ha¬linde sokağa atılmasıdır. Öyle ya; üretim düşüyor, bunun sonucu olarak da istihdam¬da bir daralma gerekiyorsa, patronun işçi çı¬karması da doğal karşılanmalıdır. Bu durumda geleneksel sendikacı için yapılabilecek en iyi şey, işçi çıkarmamanın karşılığı olarak, ücretlerin düşürülerek, hat-ta hiç ücret bile alınmadan işçilerin çalışma¬ya zorlanması oluyor. Ve krizin yükünün sırtlanılarak işçi çıkarılmaması bir başarı olarak sunuluyor. Böylesi koşulların ortaya çıktığı dönemlerde patronlar ve sendikacı¬lar, genellikle el altından anlaşarak, ücret artışı gündeme geldiğinde “işçi çıkarmama karşılığı ücret artışı istememe”yi gündeme getiriyor, sonra da sözleşmeye uymayarak işçiler yine de sokağa atılıyor.
Geleneksel sendikacılık anlayışının en utanmaz temsilcisi, kuşkusuz TÜRK METAL Genel Başkanı Mustafa Özbek’tir ve onun metal işkolu için işverenlerle girdiği ilişki¬ler, konunun anlaşılması için tipik bir örnek teşkil eder. Özbek, otomotiv patronlarına, krizden çıkış için, “siz işçi atmayın, ama işçi¬ler de iki ay ücretsiz, iki ay da yarım ücretle çalışıp’ işletmeyi düze çıkarsın” önerisiyle, Türk-lş ve öteki konfederasyonların tutum¬larını ortaya koydu. Ve Özbek’in bu tutumu, büyük patronlar ve onların medyasından övgüler aldı, ama teklifin muhatabı TOFAŞ işvereni Koç Holding, 3000 dolayında işçiyi kapının önüne koymakta tereddüt göster¬medi. Özbek’in önerisi, işçilerde uyandırdığı gevşeklik ve kafa karışıklığıyla kaldı. Başka türlü de olamazdı; kendisini sisteme ve sis¬temin devamına bağlamış bir sendikacılık anlayışının mantıksal sonucudur bu. Çünkü bu sendikacılık anlayışında asıl gözetilen; iş¬letmelerin krize rağmen ayakta kalması ve krizden çıkması için herkesin elbirliği yap¬masının gerektiğidir. İşte bu anlayışın sonu¬cudur ki; bütün sendikalar krizden kurtuluş için patronlarla aynı şeyi savunuyor; sistemi ya da üyelerini savunmada iki arada kaldık¬larından sendikalar çözümsüzlüğe itilmiş du¬rumda.
Bugün sendikaların tutumundaki anlam¬sızlığı göstermek için şöyle bir varsayım üs¬tünde durulabilir: Ekonominin iyileşme için¬de olduğu bir dönemde, işveren sendikalarının, işçilerden ve sendikaların¬dan bir talep gelmeden, işçi ücretlerini artır¬ması, çalışma saatlerini azaltması, çalışma koşullarını iyileştirip emeklilik süresini azaltmasını beklemek ne kadar abes ve ol¬maz bir şeyse; işçi sendikalarının bugünkü tavrı da sendikalara ve sendikacıya, sınıftan yana, içinde küçük bir duygu taşıyan hiç kimseye yakışmayan bir davranıştır. Ama sendikacılar bugün ellerindeki imkânlarla krizin işçi ve emekçilerin üstüne yıkılması için çalışıyorlar. Tek endişeleri bu yıkma işi¬ni fazlaca gürültü çıkarmadan yapmak.
Oysa işçi sınıfının mücadele tarihi göste¬riyor ki; kriz dönemlerinde gerçek sendika¬ların tutumu; krizden kurtuluş için burjuva¬ziye reçeteler önermek, krizin yükünü işçi ve emekçilere yıkılmasına yarayacak uzlaş¬ma yolları aramak değildir. Tersine, krizi de¬rinleştirecek talepler etrafında yığınları bir¬leştirerek, krizin yarattığı imkanları kullanarak işçi ve emekçilerin yeni kaza¬nımlar elde etmesini ve kapitalist sistemi çö¬kertecek bir çizgiye çekilmelerini amaçla¬maktır.
Krize işçi ve emekçilerin çıkarları açısın¬dan yaklaşıldığında şunları hemen söylemek gerekir. Burjuvazi, nedeni kendi sistemi ol¬duğu halde krizden kendi lehine yararlan¬mak istiyorsa, işçi sınıfı da kendi çıkarları için krizden yararlanmalıdır. Üstelik bu hak herkesten çok, işçi sınıfınındır. Bu yüzden de burjuvazinin krizden kurtuluş programı¬nın tersine, işçi sindi için asıl olan, krizin yükünü burjuvazinin üstüne yıkmaktır ve krizin yarattığı imkânları sonuna kadar gö¬türerek kapitalizmi yıkmak için bu olanakla¬rı kullanmaktır. Yaklaşım böyle olunca, sen¬dikaların istekleri kapitalistlerle uzlaşarak ücretleri düşürmek ya da işçi çıkarmak ara¬sında “kırk katır mı, kırk satır mı” seçene¬ğinden birini tercih etmek değil, burjuvazi¬nin içine düştüğü sıkıntıdan yararlanarak kazanılmış haklarını artırmak, çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirecek önlemlerde ısrar etmek, sınıf hareketinin düzeyine göre taleplerini sistem içinde mümkün olmayan taleplere doğru genişletmektir.
Örneğin günümüz koşullarında sendika¬ların yapması gereken; işçilerin işten çıkarıl¬masına son verdirmek ve atılan işçilerin ge¬ri alınması için kesin bir tutum almak, toplusözleşmelerin tavizsiz uygulanmasını sağlamak, ücretlerin ve maaşların değil fiyatların dondurulması talebini öne sürmek, döviz ve TL üstündeki spekülasyona son ve¬rilmesini istemek, zamların geri alınması ve IMF ile yapılan anlaşmanın iptal edilmesini savunmak, “özelleştirmeye hayır”da ısrar et¬mek ve bu doğrultuda yığınların organize edilerek sermayenin saldırısını püskürtmek¬tir. Böyle bir perspektife sahip olmayan sendikacıların, sınıf adına konuşmaları her za¬man burjuvazinin çıkarlarıyla birleşti; bugün bu, dünkünden daha geçerli gibi gö¬rünüyor.

TALEP VE EYLEM
Büyük burjuvazinin her kesimi, uzunca bir zamandan beri, hükümetin önüne neler yapması gerektiği konusunda bir talepler ya da şikâyetler demeti sürüyordu. Ve bu şikâyetler başlıca olarak; ücret artışlarının fazla¬lığı, faizlerin aşırılığı (ya da serbest bırakılmamasının yanlışlığı), döviz fiyatlarının Merkez Bankası baskısı altında tutulması ne¬deniyle gerçek değerinde olmaması, KİT’lerin ekonominin kamburu olması, işçi¬lerin sosyal haklarının fazlalığı, üretim mali¬yeti içinde işçi payıma yüksekliği, enflasyo¬nun yüksekliği (ya da düşürülmeye çalışılmasının yanlışlığı), ihracattaki düşme eğiliminin sürmesinin önlenmesi, kamu açıklarının kabul edilemez boyutlara varma¬sı, hazinenin iç borçlanma yoluyla piyasa¬dan para çekmesi sonucu kredi faizlerinin olağanüstü yükselmiş olması vb. idi.
Çeşitli sermaye kesimlerinin çıkarlarının çatıştığı noktada, bunların birbirlerine zıt is¬tekleri olsa da, böyle durumlarda sermaye çevrelerinin çıkarları arasında dengeyi sağ¬lamak hükümetlere düşerdi. Hükümet de bunu gözetti. Böylece büyük sermaye çevre¬lerinin bu talepleri 5 Nisan Kararları olarak resmileştirilip yürürlüğe sokuldu. Bu yüz¬dendir ki; sermaye çevreleri, aralarındaki çatışmayı ve kararlarda ucu kendilerine de dokunan “net aktif vergisi”ni görmezden ge¬lip kararların arkasında topyekûn yer aldı¬lar. Ve hükümetin, başlıca tüketim ve temel sanayi girdilerine yüzde 100’e varan zamla¬rı kararlılıkla uygulayacağı, para piyasaların¬da kontrol sağlayacağı şeklindeki kararlan kolayca uygulaması için gereken desteği ver¬diler.
Bütün bunlar olurken işçi ve emekçi sı¬nıfların örgütleri hala, burjuva ideologları¬nın öne sürdüğü ve medya tarafından alla¬nıp pullanarak propaganda edilen “herkesten fedakârlık istiyoruz”, “mademki bu ülkede hep birlikte yaşıyoruz, fedakârlığı da hep birlikte yapacağız” sloganını gevele¬yip, kendi üstlerine düşeni nasıl yerine ge¬tirme gayreti içinde olduklarını tekrar et¬mekle meşguldüler. “Üç ekmeğimiz varsa ikisini verelim, ama hepsini almalarına izin vermeyiz” diyen Bayram Meral, aslında hü¬kümete ne yaparsanız destekleriz mesajını veriyordu. Patronlar da görünüşte aynı laf¬ları ediyorlardı: “Hepimiz aynı gemideyiz, gerekirse vatanımız için her şeyimizi veri¬riz. Nasıl atalarımız savaşlarda canlarını ver¬diyse biz de malımızın bir bölümünü bu ka¬ranlıktan kurtulmak için feda ederiz. Anamız bizi bugünler için doğurdu.” vs. vs. Büyük sermayenin ünlü patronları da “Biz de varlığımızın bir bölümünü vergi olarak veririz. Zaten bu memleketten kazandık bu mülkü, mezara mı götüreceğiz.” vb. doku¬naklı açıklamalar yapıyorlardı; ama öte yan¬dan kulislerde, “bu kararlar iyi de, şu net aktif vergi meselesi biraz karışık, acaba ye¬niden görüşülüp makul bir düzeye çekile¬mez mi?” tartışması başlatılmıştı ve hükü¬met, zamları uygulamaya sokup özelleştirme ile ilgili gözü kara kararlar al¬dıktan sonra, “Biz zaten krizdeyiz, bir de bu ek vergiyi ödeyemeyiz.” yakınmaları, “er¬kekseniz alın”a kadar geldi. Ve sonunda “net aktif vergisi”; ne olduğu tam belli ol¬madan, önce büyük sermaye için üçte bir oranına kadar indirildi, sonra da itirazlar ve ödenip ödenmeme tartışmaları arasında, gündemden ve önlemler paketinden düştü. Şimdi “şu net aktif vergisi bir yıl ertelenirse ödenebilir” propagandası yapılıyor. Ama bu bile sadece propaganda. Gerçekte ise; bü-yük sermaye bırakalım vergi vermeyi devle¬tin topladığı vergileri nakit olarak almakta. Otomotiv ve beyaz eşya patronları başta ol¬mak üzere hemen bütün büyük sermaye çevreleri, taşıt alım, KDV ve benzeri indirim¬ler ile devletten sübvansiyon almaya başla¬mışlar, bütün batıyoruz yaygaralarına karşın krizden bile kar etmenin yolunu bulmuş du¬rumdalar.
Büyük sermayenin fedakârlık derken sa¬dece işçi ve emekçilerin fedakârlığından söz ettiği çok kısa zamanda anlaşıldı. Dönemin neyi gerektirdiği ve fedakârlıktan ne kaste¬dildiği yine sermayenin medyadaki uşakları tarafından pek veciz bir biçimde dile getiril¬di: “Evet işçilerin ve memurların üç ekme¬ğinden birisini alalım, ama patronlarımız da fedakârlık yapmalı, artık Sakıp bey (ya da Koç) de tasarrufa özen göstermeli, yalısında¬ki üç aşçıdan birisinin işine son vermelidir.” Ve fedakârlık denen şeyin açlık, işsizlik, se¬falet olduğu en geri işçilerce de anlaşılın¬ca sendikacılar bu tutumda ısrar etmenin pek akıllıca olmadığını fark edip, hükümet ve yetkililerle görüşüp sınıf adına talepler öne sürmeye başladılar. Ama bu talepler için ortaya konan ilk eylemler yaygın pro¬testoların başlangıcı gibi göründü. Kararlar açıklanır açıklanmaz Kırşehir, Zonguldak, Karabük, Ankara ve İstanbul gibi kentlerde kendiliğinden kitlesel eylemler gelişti. An¬cak sendikacılar bu gelişmenin önünü kes¬me ustalığını gösterdiler. Hükümete “sert eleştiriler” yöneltip, “işçi sınıfının, üretim¬den gelen gücünü kullanacağı” demagojisiyle, 15-20 gün sonrası için mitingler yapma kararı alıp lokal ve genişleme eğilim göste-ren gösterilerin önünü aldılar. Bu aşamada Karabük’ün kapatılacağı haberine karşı 10-15 bin kişinin her gün sokağa dökülüp gös¬teri yapmasının önünü almak isteyen Öz Çelik-İş Sendikası ilginç ama bütün sendika bü-rokrasisinin sınıf hareketi karşısındaki tutumuna örnek olacak bir gerekçeyle eylemlere son verdi. Bu komik ama eylemlere son verecek kadar ciddiye alınan gerekçe şöyleydi: “Her gün Karabük içinde binlerce işçinin gösteri yapması artık bıkkınlık ver¬miştir. 20 gün süreyle eylemlere ara verece¬ğiz ama 20 gün sonra işçi sınıfı mücadelesi¬nin tarihinde görülmemiş eylemler yapacağız.” Ama aradan geçen 20 gün ya da 20 günlerde hiç bir eylem olmadı Kara¬bük’te. Ve bu “görülmemiş” eylemin ne ol¬duğu da hiç bir zaman öğrenilemedi. Ama sendikacılar duruma el koymayı başarmış, hareketin genişlemesi önlenmiş, önceden düzenlenen ve protokole uygun mitinglere indirilmişti.
Türk İş ve öteki sendika konfederasyon¬larının aldıkları miting kararları, belki ola¬ğan koşullarda gerçekleştiğinde anlamlı ola¬bilecek, ama sermayenin kriz durumunda uyguladığı politikalar ve önlemler karşısın-da fazlaca kıymeti harbiyesi olmayan eylem¬lerdi. Örneğin zamların geri alınması talebi¬nin gerçekleşmesi için “sert demeçler” verip kuru tehditler savurmanın hiç bir anlamı yoktu. Çünkü sınıflar mücadelesi taleplerin niteliği ile eylem biçimlerinin sıkı bir ilişki içinde olduğun gösteriyordu. Nasıl sivrisineklerle savaşmak için tabanca kullanmak pek akıl karı değilse, bir kurt sürüsüne de kuş saçmasıyla doldurulmuş av tüfeği ile karşı konamazdı. Eylemle talep arasında bir uygunluk olmalıydı.
Söylenenlerin daha iyi anlaşılması için soruna biraz daha yakından bakmakta yarar var.
Talep ya da istem kavramı gündelik dil¬de de sıkça kullanılır ve önemli ya da önemsiz her istek bu kavramla ifade edilir. Ama Marksist terminolojide talep, sınıflar mücadelesinin asıl itici etkeni olarak rol oy¬nar. Ve talepler ve bu taleplerin sınıflar mü¬cadelesi bakımından anlamı, Marksizm’le bütün öteki küçük burjuva sosyalizmlerini, sınıf sendikacılığı ile bütün öteki sendikacılık anlayışlarını ayıran başlıca ayıraçtır. Çünkü yığınlar, ilk bakışta değişik nedenlerle aya¬ğa kalkıyor gibi görünse de olayların özüne inildiğinde, bütün yığın hareketinin aslında şu ya da bu talep ya da talepler için eyleme geçmiş kalabalıkların hareketi olduğu orta¬ya çıkar. Bu yüzden de ne zaman hangi tale¬bin öne sürüleceği, bu talebin etrafında bir¬leşen yığınların nasıl hareket ettikleri ya da etmesi gerektikleri mücadelenin geleceği ba¬kımından da belirleyicidir.
Zaman zaman tersi görünse bile, yığınlar ancak kendi öz talepleri etrafında birleşip hareket ederler. Bu yüzden de yığınların mücadeleye çekilmesi ve mücadelenin nasıl bir hatta ilerleyeceği, taleplerin içeriği ile doğrudan ilgilidir. Örneğin işçi sınıfının ta¬lepleri başlıca iki kategoride toplanabilir Bu kategorilerin birisi düzen içinde gerçek¬leşebilir talepler kategorisiyken diğeri düzen içi gerçekleşemez olan talepler kategorisi¬dir. Örneğin haftalık çalışma süresinin 40 saatten 38 ya da 35 saate indirilmesi düzen içi, kapitalizm koşullarında gerçekleşebilir bir talep iken, sömürünün tümden ortadan kaldırılması talebi kapitalizm koşullarında gerçekleşemez bir taleptir. Ama işçiler bu ta¬lepleri, yani her iki kategoriden talepleri de haykırırlar. Ne var ki; iş taleplerin burjuva¬ziyle tartışılmasına gelince, iş günü ya da iş haftasının kaç gün olması gerektiği burjuva¬ziyle bir tartışma, bir pazarlık konusudur; ama sömürünün kaldırılması burjuvaziyle tartışılacak bir talep değildir. Mantıksal ba¬kımdan talepler arasında böyle kesin bir ayırım mümkün olmasına karşın gerçek yaşamda talepleri böyle net bir biçimde ayır¬mak çoğu zaman mümkün olmaz. Tersine, bazen çok sıradan bir talep için uzun ve çok sert mücadele biçimlerini içeren karmaşık bir süreç yaşanabilir ve sonuçta o basit ta¬lep etrafında birleşen yığınların daha komp¬like talepler için harekete geçtiği fark edilir. İşte 8 saatlik işgünü için ABD ve Avrupa’da verilen mücadeleler on yılları almıştır, ama bu talep gerçekleşirken başka pek çok hak da sınıfın kalıcı kazanından arasına girmiş¬tir. Sınıfın uluslararası birliğinin güçlenmesi ve dayanışma bilincinin gelişmesi, burjuvazi tarafından işçilerin bir işgücü taşıyıcısı ol¬maktan fazla bir şey olduğunun kabul edil¬mesi vb gibi kazanımlar, 8 saatlik işgünü mücadelesinin yan kazanından olarak orta¬ya çıkmıştır.
İşçilerin birer birer işyerlerine ilişkin, ör¬neğin çalışma koşullarının iyileştirilmesi, ik¬ramiye ve ücretlerin artırılması, işyerine ilişkin çalışma saatlerinin küçük miktarlar¬da düşürülmesi gibi istemler nispeten kolay elde edilen talepler olmuş, bunlar, sadece bir işyeri ya da bir kaç işyerindeki işçilerin birleşip uzunca ya da kısa bir süre mücade¬le etmeleriyle elde edilen talepler olmuştur. Ancak bu türden, işyeriyle ilgili taleplerin elde edilmesindeki başarılar genellikle geçi¬ci olmuş, ancak bütün sınıf tarafından kaza¬nıldığı ölçüde kalıcı haklara dönüşebilmiştir. Bir talep, ne kadar basit olursa olsun, bütün sınıfın burjuva sınıfından ya da onun hükümetinden bir istemiyse mücadele de is¬ter istemez sındın sınıfa karşı mücadelesi, siyasi bir mücadele haline gelmektedir. Bunun anlamı ise; mücadelenin işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki bir mücadeleye dönüştüğü, işçilerin pek çok mücadele biçimini bir arada kullanmasının alanına girildiğidir.
Bir başka söyleyişle, eğer talep egemen sını¬fa ya da hükümete yönelik işçi sınıfı ya da tüm emekçilerin talebiyse, aynı zamanda bu talebin işçi sınıfını ya da emekçi sınıflan birleştirebilen bir talep olduğu anlamına ge-lir.
Kriz dönemlerinde, sermayenin, krizin yükünü işçi ve emekçilerin üstüne yıkmak için aldığı önemler, genellikle sınıfın bütü¬nünü ya da tüm emekçi sınıfları doğrudan ilgilendirir. Ve bu yüzden de egemen sınıfların krizden çıkış programına karşı emekçi sı¬nıfların mücadelesi, emekçi sınıfların tümü¬nü birleştirecek özellikler taşırlar.
Örneğin 5 Nisan kararlarıyla gündeme gelen işçi ikramiyelerinin ödenmemesi ve iş¬ten çıkarmalar ve KİT’lerin kapatılması işçi¬leri doğrudan ilgilendiren ve sınıfı etrafında birleştirecek bir talepken, işçi ve memur maaşlarının dondurulması ve emeklilik süre¬sinin uzatılmasına karşı mücadele işçilerle memurları birleştiren bir taleptir. Taban fi¬yatlarının düşük tutulması ve tarım girdileri¬ne yönelik sübvansiyonların kaldırılmasına karşı mücadele küçük ve orta üreticileri bir¬leştiren bir talepken, KDV’nin artırılması ve temel tüketim mallarına ve sanayi girdileri¬ne yapılan zamların geri alınması köylü ve kentli tüm emekçileri ilgilendiren dolayısıy¬la tüm emekçileri etrafında birleştirebilecek taleplerdir.
Demek ki; bir bütün olarak, “5 Nisan İs¬tikrar Paketi” ve sonrasında alınan “önlem¬ler” göz önüne alındığında, ilk bakışta birbi¬rinden ayrı sınıflara yönelik olduğu sanısı bırakan “önlemler” de bir iç bağlantıya sa-hiptir, ama bu iç bağlantı fark edilmese bile “İstikrar paketi”nin ayrı ayrı önlemleri bile tüm emekçi sınıfları birleştirecek bir özelli¬ğe sahiptir, Dolayısıyla da, sınıf hareketinin ileri atılışı ve krizin yükünü reddetmeye yönelik tutum alınmasının örgütlenmesinde dikkati en çok çekecek yön budur kuşkusuz. Kısacası kriz, olağan dönemlerde sınıfın ya da emekçi sınıfların bir bölümünü birleştire¬bilecek talepleri çok daha geniş emekçi kesimleri birleştirecek biçimde genişletmiştir.
Örneğin bir kaç yıl önce, Körfez Savaşı’ndan hemen sonra, yoğun ve kitlesel işçi kıyımları yaşanmıştı. Bırakalım Körfez Sava¬şı sonrasını, bu yılın başlarına, hatta 5 Ni¬san kararlan öncesinde bile yoğun işten çıkarmalar ve bu işten çıkarmalara karşı direnişler, protestolar vardı. Ama bunlar, daha çok işten çıkarmalara hedef olan, ya da hedef olma ihtimali olan işçilerle, en faz¬la bu işyerlerinde çalışan işçilerle patronlar arasında bir sorun olarak gündemdeydi. El¬bette ileri işçiler, komünistler, devrimciler sorunun bir sistem sorunu olarak ele alın¬masını ve tüm sınıfın işten çıkarmalara kar¬şı tavır alması gerektiğini savunuyorlardı, ama pratikte sorun patronla işçi kıyımına sahne olan işyerinin işçileri arasında bir olay olarak cereyan ediyordu.
Krizin yükünün işçi ve emekçi sınıfların sırtına yıkılmasının programı olan 5 Nisan Kararları sonrasında ise, işçi çıkarmaların niteliği değişmiştir. Körfez Savaşı sonrası iş¬ten çıkarmaların yaygınlığı ve kitleselliği elbette birer birer işyerlerinden bir kaç işçi¬nin işten çıkarılmasından farklı bir görünüm arz ediyordu, hatta işçi atımı sıra-sında Bahar Eylemleri ve sonrasında yetişen işçi önderlerini işyerlerinden tasfiye et¬mek gibi ideolojik politik niyetler de güdülüyordu, ama sonuçta olan patronların işyerlerinde işçi azaltarak, ya da yüksek üc¬retli işçiyi çıkarıp yerine asgari ücretten işçi almak için giriştikleri bir saldırıydı. 5 Nisan kararları öncesinde de belki kitlesellik açı¬sından bir fark vardı ama sonuçta her işyeri ve işveren kendi kararını kendisi vererek iş¬çi çıkartıyordu. Ama 5 Nisan İstikrar Paketi’nin açılmasıyla birlikte işten çıkarma ar¬tık, sermaye ve hükümetin politik bir tutumu niteliğini kazanmıştır. Zamlar, toplu sözleşmelerin uygulanmaması, MESS, Kamu-Sen ya da TİSK’in toplu sözleşmelere gelir¬ken yanlarında getirdikleri “ilke kararları” da artık birer işveren sendikasının değil doğrudan hükümet tarafından, ya da işve¬ren kuruluşlarınca alınsa bile hükümet tara¬fından deklare edilen tüm işveren sendika¬ları için genel geçer kararlardır. Bu yüzden de işçi sendikalarının birer birer işverenler ya da işkollarındaki işveren sendikalarıyla çözebilecekleri çok şey yoktur. Kısacası ser¬maye, sadece ekonomik bir tavır değil politik-ideolojik bir tavır koymaktadır. Bu yüz¬den de bugün işçiler (ve tabii diğer emekçiler de); krizin yükünü reddetmek isti¬yorlarsa, bütün emekçiler olarak bütün bur¬juva sınıfına ve onların hükümetlerine karşı bir mücadeleye başvurmayı göze almak du¬rumundadırlar. Bunu yapmadan da ciddi ve kalıcı başarıların kazanılamayacağını bilmek zorundadırlar.
İşçi ve memur sendikaları başta olmak üzere bütün emekçi yığın örgütleri, devrim¬ciler, demokratlar, komünistler; bu en temel gelişmeyi, bugünü dünden ayıran bu özelliği görmezden gelerek mücadelenin ilerletilme¬si için üstlerine düşeni yapamazlar. Dün, iş¬yerleri ve işkollarında çıkan sorunlar karşı¬sında, işçi sınıfının ve emekçilerin çıkarlarıyla tam uygun düşmese de günü kurtarabilecek sendikacılık tutumunun bu¬gün de “idare edeceğini” düşünenler kısa sü¬rede akamete uğrayacaklardır. Türk Metal Genel Başkanı’nın Tofaş işçileri karşısında düştüğü aşağılık durum, Türk-İş Genel Başkanı’nın bir gün önce söylediğini ertesi gün yalanlamak zorunda kalması, mücadeleden yana gözüküp yüksekten atan ama ertesi gün işten çıkarılan işçilerin karşısına çıkma¬ya yüzü kalmayan sendikacılar daha bugün¬den çok sayıda vardır ve; eski yöntemler ve tutumlarla devam edilirse, kısa bir süre son¬ra, burjuva sendikacılık temsilcilerinin rezil¬liği iyice ortaya çıkacak, işçilerin karşısına tümden çıkamaz olacaklardır.
Elbette ki sendika bürokrasisi dünkü ta¬vırların ve mücadele yöntemlerinin bugün pek bir geçerliliğinin kalmadığını biliyor. Ama amaç ve niyetleri sınıfın mücadelesini ilerletmek değil günü kurtarmak olduğu için eski yöntemlerde ısrar ediyorlar. “Hele bir görüşelim, olmazsa vizite eylemi yapa¬rız, yoksa miting kararı alırız, yine de sesi¬mizi duyuramazsak, üretimden gelen gücü¬müzü kullanma yönünde karar çıkarırız! Başka bir mücadele yöntemi tanımıyor sen¬dika bürokrasisi.
Örneğin olağan koşullarda, basın açıkla¬maları, hükümet ve işveren sendikalarıyla görüşme, üç aşağı beş yukarı uzlaşmalar ya¬parak günü kurtarmak olanaklıydı, ama bu¬gün için bu yöntemlerin bir tek anlamı var, o da sınıfı uyutmak. Çünkü bugünkü saldırı sermayenin bir kesiminin ya da belirli ke¬simlerinin değil tüm sermaye sınıfının saldı¬rısı olarak gündeme gelmiştir. Yerli büyük sermaye ve uluslararası sermayenin çıkarla¬rı, hükümet eliyle bir saldırı programına dö¬nüşmüş bulunuyor. Ve aralarındaki tüm çe¬lişme ve anlaşmazlıklara karşın sermaye, 5 Nisan Kararları ve büyük olasılıkla buna ek¬lenecek ikinci bir istikrar paketiyle, “kriz¬den çıkış programı”nı gündeme getirmiş, bu programın tavizsiz uygulanmasını istemekte, bu programı hayata geçirmek için elindeki her olanağı kullanacağını göstermiştir.
Burada, “programın tavizsiz uygulanma¬sı” saptamasına karşı çıkılabilir ve hüküme¬tin programı uygulamakta, özellikle “net ak¬tif vergisi” konusundaki tutarsızlıkları örnek gösterilebilir. Ancak, gelişmeler göstermek¬tedir ki; hükümetin “net aktif vergisi” konu¬sunda baştan beri ciddi tutum içinde olma¬dığı, tersine emekçilerin zamlar ve krizin yükünün kendi üstlerine yıkılması karşısın¬daki öfkelerini, “bak zenginlerden de vergi alıyoruz” diye yatıştırmak için konmuş bir maddedir. Bu yüzden de gürültüyle, “serma¬yenin anasını ağlatıyoruz, tarihin en büyük vergisini alacağız” vb. denmiş, ama yukarıda da belirtildiği gibi, bu vergi uyumaya bıra¬kılmıştır. Bu yüzden burada bir tutarsızlık yoktur. Çünkü hükümet ve sermaye krizden çıkış için yükün emekçilerin sırtına yıkılma¬sını esas alan bir program üstünde yürü¬mektedir; bu nedenle de büyük sermayeye de yük getiren “net aktif vergisi”nde ısrarlı olması, felsefesine, varlık nedenine aykırı olurdu.
Kısacası sermaye, elindeki bütün imkânlarla krizin yükünü işçi ve emekçilerin üstü¬ne yıkacak politikaları hayata geçirmeye ça¬lışmaktadır.
Bu topyekûn saldırı karşısında emekçile¬rin direnebilmesi için, aynı radikallikte bir “krizin yükünü ret” programı ile bütün po¬tansiyel güçleri saldırının önüne dikecek bir örgütlenmeye ihtiyacı vardır, işçi ve memur sendikaları, bu sendikaların şubelerinin en mücadelecilerinden kurulan ve son yılların mücadelesi içinde oldukça önemli bir yer tu¬tan çeşitli türden platformlar, ziraat odaları, çeşitli türden üretici kooperatifleri, odalar, birlikler ve her türden emekçi dernekleri, kültürel örgütlenmeler ve kurumlar vb.nin krizin yükünü reddeden cephede birleştiril¬mesi amaçlanmalıdır. Bu amaçla; emekçile¬rin az çok örgütlü olduğu her örgütün bir mücadele merkezine dönüştürülmesi, bu ör¬gütlerin hantallıktan, düzene uyum sağlama hastalığından kurtulması için uygun politi¬kaların geliştirilmesi, devrimcilerin, komü¬nistlerin, sınıftan yana sendikacıların, kitle önderlerinin başlıca görevleri arasındadır. Buralarda ve bu örgütlenmelerin otorite ve saygınlığı da kullanılarak uyuşturulmuş ve uyutulmuş potansiyelin ayağa kalkması yolu açılırsa, kuşkusuz işçi ve emekçi hareketi hem ileri atılarak burjuvazinin saldırısını kı¬rıp geri püskürtme imkanına sahip olacak, hem de varolan örgütlerin düzenle uyuşma-sından gelen atalet, yozlaşma, temsil ettikle¬re yığınlara yabancılaşma gibi hastalıkları¬nın yok olmasının yolu açılmış olacaktır.
Kuşkusuz ki bu yığın örgütlerinde top¬lanmış ama bir türlü harekete geçmeyen, geçemeyen potansiyelin harekete geçmesi için öncelikle bu örgütlerin varolan zaafları¬nı aşmasının gerektiği akla uygun görünür¬se de, varolan kısır döngünün aşılmasında asıl devrimci dinamik yığınların hareket geçmesinde saklı olduğu düşünüldüğünde, bu örgütlerin dönüşümünün anahtarının yı¬ğın hareketinin yükselmesinde olduğu daha iyi anlaşılır. Aksini, yani önce bu örgütlerin değişmesini, sonra yığın hareketinde olum¬lu rol oynamasını beklemek tamamen hayaldir. Yaşanan pratik, önce bu merkezlerde örgütlü yığınların bir vesileyle harekete geç¬mesiyle, harekete geçen yığınların yıkıcı ve “kaba” gücünün sadece burjuvazinin bari-kadarını değil, kendi örgütlerindeki bürok¬ratik engelleri de temizlemesi, belki biraz da kırıp dökerek yeniden kurması biçimin¬dedir. Bugün de bütün ipuçları benzer bir sürecin işlemesi için koşulların uygunlaştığı doğrultusundadır.
Elbette ki; bugün Türkiye’de hangi talebi en öne koyarak yığınların ayağa kalkacağı ve hareketin bir yandan burjuvazinin saldırı¬sını püskürtüp bir yandan da kendi içindeki burjuvazinin uzantısı sendika bürokrasisini sendikaların tepesinden alaşağı edeceğini şimdiden söylemek olanaksızdır. Ama işçi ve emekçilerin krizin yükünü reddetme mü¬cadelesi içinde son derece radikal biçimler alması için koşulların oldukça elverişli oldu-ğunu söylemek ve böyle radikalleşecek bir işçi emekçi hareketinin düzenle bu ölçüde uzlaşmış olan işçi ve emekçi yığın örgütlerindeki bürokrasiyle hesaplaşmasını bekle¬mek bir kehanet sayılmaz. Büyük olasılıkla Türkiye işçi ve emekçi sınıflar hareketi böy¬le bir süreci krizin yükünü reddetme müca¬delesi içinde yaşayacaktır.
Burada son yıllarda her açıklamada sıkça vurgu yapılarak artık sendikacıların ağzında inandırıcılığını yitiren ve adeta hiç bir şey yapmamanın patenti haline gelen “üretim¬den gelen gücün kullanılması” sorununa gelinir. Yani, sınıf üretimden gelen gücünü kullanarak bunları aşabilir, sermayenin sal¬dırısını püskürtebilir denmek istenir bunun¬la. Eğer bu, “üretimden gelen güç” kavramı, sınıfın üretimden gelen gücünün siyasi so-nuçlarını da kapsasaydı, buna kimse bir şey demezdi. Ama üretimden gelen güç dendi¬ğinde, geleneksel reformcu sendikacılıkta, işçinin çalışmaması, grev ya da direniş yap¬ması anlaşılmaktadır. Örneğin “3 Ocak eyle¬mi”.
Kuşkusuz, iş bırakma, üretimi durdurma biçimindeki grev ve direnişler işçi sınıfının hemen her dönem ve her koşulda en etkili eylem biçimlerindendir. Hele bu eylem bü¬tün sınıfın katıldığı bir eylemse; bir genel grev ya da direnişse, bu, sadece üretimin durmasından gelen bir ekonomik etki ola¬rak kalmaz, kendiliğinden politik bir içerik kazanır. Ancak, bu kendiliğinden durum, bu¬günkü koşullarda, sadece iş bırakmak ola¬rak kaldığı sürece, sınıfın ihtiyacına yanıt veremez, yeterince anlamlı olamaz. Çünkü burjuvazi zaten fabrikaları kapatmakta, işçi-lerin işine son vermektedir. Bu yüzden de iş bırakma tehdidi, kendi başına, olağan za¬mandaki kadar bile etkili olamaz. Üstelik bu “3 Ocak” gibi bir ya da bir kaç günlük bir eylemse burjuvaziyi, belki kitleselliği, bakı¬mından rahatsız eder ama bunun caydırıcı bir etki yaratamayacağı, burjuvazinin saldı¬rısını geri püskürtecek nitelikler taşımayaca¬ğı açıktır.
Öte yandan 5 Nisan kararlarıyla bir hü¬kümet programına da dönüşen saldırının hedefi sadece işçi ve memurlar da değildir. Tersine bütün emekçilerdir. Ama “üretim¬den” ve “hizmetten” gelen gücün kullanıl¬ması sadece işçi ve memurlar için bir eylem biçimi olarak algılanmaktadır. Oysa sorun, bu yazı içinde çeşidi vesilelerle değinildiği gibi, tüm emekçi sınıfların, burjuvazi ve ge¬riciliğin saldırısını püskürtecek, ortak bir ge¬nel direniş hattının yaratılmasıdır. Bu hat¬tın yaratılmasıyladır ki, işçi sınıfı başta olmak üzere tüm emekçi sınıflar kendi ola¬naklarıyla mücadeleye katılabilirler.
Kuşkusuz ki, mücadelenin böyle bir aşa¬maya varması bir anda olmayacak, tersine daha basit biçimlerden geçerek, büyük olası¬lıkla değişik sınıf ve tabakaların ayrı müca¬delelerinin belirli bir aşamadan sonra bir¬leşmesiyle olanaklı olacak görünmektedir.
Yukarıdan beri söylenenler göz önüne alındığında, sendikacıların Başbakanlığa yü¬rümesi ve 20 Temmuz’da uygulamaya soku¬lacak bir genel eylem, kararı alanların niyet¬lerini aşan bir eyleme dönüşme dinamiklerini de taşımaktadır. Gerçi sendi¬kacılar, Başbakanlığa “çay içmek” için gide¬ceklerini söylemektedirler, ama bu eylem, eğer gerçekleşebilirse, ülkenin her yanından bu yürüyüşe katılacak şube yöneticileri, temsilciler, doğal işçi önderleri ve Ankara’nın iş¬çilerinin de katılımıyla büyük bir gösteriye dönüşme imkanını taşımaktadır.
20 Temmuz “genel eylemi” ise; Türk-îş’in gerici sendikacılarına rağmen alınmış, belki içeriği doldurulmamış ve “3 Ocak” gibi ye¬tersiz bir deneyi çağrıştırmak gibi bir zaaf taşısa bile, daha şimdiden, önceden 16 Tem¬muz’da iş bırakma karan alan memurların da eylemlerini 20 Temmuz’a almasıyla, yani kentlerdeki en örgütlü iki gücün eylemleri¬nin aynı gün yaşama geçiyor olmasıyla, sa¬dece sermaye ve onun hükümeti için değil sendika bürokrasisi için de şimdiden korku¬lan bir direniş haline gelmiştir.
Hak-İş ve DİSK’in önümüzdeki günler için henüz bir kararları yoktur. Ama koşul¬lar öylesine zorlayıcıdır ki, açıkça işçi düş¬manı olduklarını kabul etmeden, bu iki kon¬federasyonun da 20 Temmuz’a katılmaktan başka çareleri yoktur.
Ancak sermayenin krizden çıkış progra¬mının hedefi sadece sendikalı işçiler ve me¬murlar değildir. Tersine, onlardan da çok sendikasız milyonlarca işçi, kent yoksulları, kırların yarı proleterleri, yoksul köylüler, orta ve küçük üreticiler, geniş kent küçük burjuvazisi de krizin yükünü taşımak iste¬meyecektir. Bu yüzden de bu kesimlerin mü¬cadeleye çekilmesi gerekmektedir ki; bu kesimlerin mücadeleye çekilmesini sendikalar ve benzeri kuruluşlardan beklemek elbette abestir. Burada asıl görev devrimcilere, komünistlere düşmekte; semtlerde, çeşitli emekçi örgütleri, emekçilerin bulunduğu her yerde yığınların 20 Temmuz eylemine katılması için çaba harcamak gerekmektedir. Elbette en önemlisi de 20 Temmuz’un bir deşarj eylemi değil, daha güçlü eylemler için güç toplamanın basamağı olmasıdır. Bu¬nun için ise; 20 Temmuz’un “genel işe git¬meme eylemi” olmaktan çıkarılıp sokakları fetheden, yarattığı rüzgârla eylemsizlikten ve belirsizliklerden oluşan sis perdesini par¬çalayan bir eylem olması gerekmektedir. Bu ise; ancak dericilerin, devrimcilerin komü¬nistlerin, sınıftan yana sendikacıların ve do¬ğal önderlerin ellerindeki bütün imkânları usta bir biçimde kullanmalarıyla olanaklı¬dır. Ancak böylece 20 Temmuz, genel grev ve genel direnişlerin ilk halkası olma özelli¬ğine sahip olabilir.

VE OLASI GELİŞMELER
Sermaye cephesinin içine sürüklendiği kriz, önceden yapılan bütün tahminleri aşan bir biçimde derinleşmeye devam etmekte¬dir. Büyük sermayenin sözcüleri bu krizin öyle birkaç ayda üstesinden gelinemeyeceği¬ni ve orta ve küçük ölçekli sanayinin büyük ölçüde iflasa sürükleneceğini kabul ediyor¬lar. Öte yandan büyük işletmeler de uzunca zaman aralıklarıyla kapalı tutularak ya da büyük miktarda işçinin işine son vererek ve’ giderek daha büyük bir baskıyla hükümet¬ten sübvansiyon isteyerek kârlarını muhafa¬za etmeye, krizden kârlı çıkan taraf olmaya çalışmaktadır. Hükümet ise; büyük sermaye¬nin bu istemlerini önemli ölçüde kabul et¬miş, giderek tüm istekleri kabul edeceğini belli eden bir tutumu benimsediğini, kimi sektörlerde KDV oranlarını düşürerek ve sa¬tış vergisinden vazgeçerek ortaya koymuş bulunmaktadır. Giderek de, 5 Nisan Kararla¬rı ve IMF’ye verilen niyet mektubuna aykırı olmasına karşın, bu yolda ilerleyeceği anla¬şılmaktadır. Bunun işçiler ve emekçiler için anlamı ise; sermayeye sadece krediler bazın¬da değil, vergiden de dolaysız pay verilerek krizin yükünün emekçilerin sırtına yıkılaca¬ğıdır. Ne var ki; bu sübvansiyonların da bu¬gün için krize çare olmayacağını herkes bil¬mektedir, ama büyük sermaye için bu kriz rüşveti yine de verilecektir! Kısacası büyük sermaye krizden gördüğü ve göreceği zararı devlet iktidarını elinde tutma ve sendikaları zapt etme avantajını kullanarak, belki de üretim yaptığı dönemlerden daha çok kâr ederek kapatacaktır. Ve bu arada orta ve kü¬çük boy sermayeli işletmelerin tekeller tara¬fından yutulacağını söylemeye hiç gerek yok. Bütün bu gelişmelerin sınıflar arasında¬ki çatışma düzeyinde anlamı, büyük serma¬ye ile toplumun geri kalan yığınları arasın¬da çelişmenin hızla derinleşmeye devam edeceği, olası bir çatışmanın son derece sert olacağı koşulların hazırlandığıdır.
Burjuvazi, saldırılarını her alanda açıkça sürdürmesine karşın işçilerin direnişleri lo¬kal ve dönemin koşulları göz önüne alındı¬ğında, en geri mücadele biçimleri düzeyinde kalmakta, bu durum hem burjuvaziyi ve hü¬kümeti krizin yükünü işçilerin ve emekçile¬rin üstüne yıkmakta cesaretlendirmekte, hem de sendika bürokrasisini işçilerin müca¬dele istemediği konusunda demagojisine inandırıcılık kazandırmaktadır. Ne var ki; saldırıların doğrudan hedefi olan işyerlerin¬de, Haziran başlarından itibaren tepkilerin yoğunlaştığı gözlenmekte, bir işyeri ya da işkolunda gelişecek eylemlerin genelleşebileceği izlenimini uyandıran küçük ama geliş¬meye müsait kıpırdanmalar izlenmektedir. Yılın ikinci dönem sözleşmelerinin uygulan¬maması, özelleştirmeye ilişkin hükümetin atacağı adımlar, memur maaşlarında artış olmamasıyla birleştiğinde, kentlerde birle¬şik bir tepkinin kıvılcımı olabilecek gelişme¬lerin ortaya çıkacağını söylemek abartı ol¬maz.
Saldırının boyutları her zamankinden hem derin hem de geniştir. Örneğin geniş, küçük ve orta üreticiler de hem yerli hem de uluslararası burjuvazinin saldırı hedefi¬dir. Pancar, tütün, pamuk, buğday ve tüm öteki ürünlerin girdilerine, son bir yılda yüzde 200’e varan zamlar yapılmış olması¬na karşın taban fiyatlarda yapılan küçük ar¬tışlar ve tarıma yapılan sübvansiyonların sıfırlanmaya yöneleceğine dair IMF’ye verilen sözler düşünüldüğünde; tarım ala¬nında, yaz ve sonbahar aylarında büyük tepkilerin ortaya çıkması, kentlerde yoğunlaşacak işçi ve kamu emekçisi merkezli ey¬lemlerin kırlarda kendisine ciddi bir mütte¬fik bulmasını Ziraat Odaları’nın ihaneti bile önleyemeyebilir.
Ülke çapında sınıflar arasındaki ilişki gi¬derek gerilen ve sert çatışmalara yol vere¬cek etkenlerle beslenmektedir. Sistem, bu¬günkünü aratacak sarsıntılara gebedir ve onun bu badireden kazasız belasız çıkması¬nın tek şansı işçi ve emekçilerin bugünkü sessizliklerini korumaya önümüzdeki aylar¬da ve yılda da devam etmesidir. Burjuvazi, hükümet ve onların sınıf içindeki uzantısı sendika bürokrasisi de bunun farkındadır ve bütün oyun bu sessizliğe oynanmaktadır. Ne var ki; yaşanan koşullar ve yığınlarda bi¬riken hoşnutsuzluk, küçük müdahalelerin bi¬le büyük tepkilerin gündeme gelmesinin ko¬şullarını yarattığı da günümüzün bir gerçeğidir. Ve burada her zamanki gibi asıl rol, sınıftan yana sendikacılara ve ileri işçi kesimlerine düşmektedir. Sendika bürokrasi¬si elbette parmağını kıpırdatmayacaktır, ya da yasak savmak için kıpırdatacaktır. Ama işçilerin hareketlenmesi, birleşip mücadele etmesi karşısında da ayak direyemeyecektir. Çünkü bu koşullarda böyle bir şeyin kendi sonunu getireceğini bilecek kadar kurnaz¬dır. Bu yüzden de; ileri işçiler, devrimciler, komünistler ve sınıfın tümü, krizi bir fırsat olarak değerlendirme; sendika bürokrasisini sendikaların başından atma ve sermayeye geri adım attırma, en önemlisi de yeni bir sendikal örgütlenme anlayışını yerleştirme becerisini gösterdikleri ölçüde üstlerine dü¬şeni yapmış olacaktır.
Kriz bir fırsattır: Kullanabilirse işçi sınıfı, emekçiler, düzenin tüm gerçek muhalifleri için; kullanılamazsa sermaye için fırsata dö¬nüşür. Unutulmaması gereken budur.

Temmuz 1994

Gizli Pazarlıkların Legal Görüntüsü: İstanbul’da NATO Toplantısı

NATO, kuruluşundan bu yana geçen zaman içinde, kuruluş yasasının uygulandığı herhangi bir askeri müdahaleye girişmemiştir. Fakat bu onun askeri ve siyasi bir güç olarak, illegal kurum ve ilişkiler geliştirmediği anlamına gelmemektedir. Yasal organlarının bağlayıcılığının sınırları bellidir ve NATO, gerçekte tümüyle bu organlar dışında faaliyet gösteren bir savaş ve karşıdevrim örgütü olma özelliği taşımaktadır.

NATO NEDİR?
NATO, ikinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında, esas olarak Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ne karşı, kapitalist-emperyalist dünyanın askeri gücünü merkezileştirmek ve ortak bir strateji ekseninde seferber edebilecek mekanizmaları geliştirmek ve dünya çapında yaygınlaştırmak amacıyla kuruldu.
NATO, görünüşte, Birleşmiş Milletler Anayasasının saldırıya uğrayan üye ülkelerin meşru müdafaasını öngören 51. maddesine dayanıyordu; ne var ki, NATO, hem Birleşmiş Milletler üyesi ülkelerin hepsini kapsamıyordu, hem de, Birleşmiş Milletler’le organik bir bağıntısı yoktu. Kendine özgü yönetim ay¬gıtı ve kendine özgü prensipleriyle, NATO daima BM’den farklı ve onun iç çelişkilerinde, başta ABD olmak üzere, büyük emperya¬list güçlerin tehdit gücü olarak işlev yüklendi.
Bugün NATO’nun 16 üyesi bulunuyor ABD, Kanada, Belçika, Danimarka, Fransa, Al¬manya, Türkiye, Yunanistan, İzlanda, İtalya, Lüksemburg, Hollanda, Norveç, Portekiz, İs¬panya ve İngiltere.
Bu Üste, NATO’nun, temel bir emperyalist stratejiyi gözeten bir üye tablosu çizdiğini göstermektedir. Bu strateji, esas olarak, Kuzey Atlantik olarak tanımlanan bölgenin Sovyetlere karşı savunulması gibi tanıtılsa da. Örneğin Türkiye ve Yunanistan gibi ülkelerin NATO’nun daha ilk kurulduğu yıllarda (1952) örgüte girmiş olmaları, bu stratejinin ileri sürülen gerekçeyle ilişkisi olmadığının başlıca kanıtlarındandır. Türkiye ve Yunanistan, ’50’li yıllarda, emperyalist hegemonya¬nın iki önemli halkasını oluşturuyordu. Tür¬kiye, doğrudan doğruya Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ile denizden ve kara¬dan sınır komşusuydu ve kapitalizmin en sancılı bir biçimde gelişmesinin koşullarını temsil ediyordu; Yunanistan ise, çetin bir iç savaştan komünizmin büyük bir direniş son¬rasında yenilgiye uğratılmasıyla çıkmıştı ve rejimin siyasi ve ekonomik istikrarsızlığının sonuçları, yeni bir devrime yol açabilirdi. Bu¬nun yanı sıra, Yunanistan, gerek Akdeniz ge¬rekse Ege Denizi’nin kontrolü için önemli bir stratejik yer tutuyordu ve bölgede hâkimiyetin tamamlanabilmesi için, Türkiye ile birlik¬te aynı ittifak içinde bulunması, özellikle ABD için büyük önem taşıyordu. NATO’nun kuruluşunu açıklayan başlıca prensip, anlaş¬manın 5. maddesinde şöyle açıklanmaktadır: “Üye ülkelerden birine karşı saldırı, tüm üyelere yapılmış sayılır ve NATO, saldırıya uğrayan üyesinin yardımına koşar.” Söz konusu tarihsel koşullarda, “saldırıya uğramak” kavramı, doğrudan doğruya, bir ülkede dev¬rim tehlikesinin baş göstermesi anlamına geliyordu. Çünkü SSCB’nin (ya da bir başka devletin), herhangi bir üye ülkeye askeri amaçlarla saldırması için en azından o günkü koşullarda bir neden de yoktu, olanak da. Fakat özellikle Türkiye, Yunanistan gibi ülke¬ler, kendi nesnel koşulları bakımından devri¬me yakın ülkeler olarak değerlendiriliyor ve devrim de, SSCB’nin bir saldırısı olarak ta¬nımlanıyordu. Emperyalizm, buna dayana¬rak, “DOLAYLI SALDIRI” kavramını geliştirdi. “Dolaylı Saldırı”, üye ülkelerden birinin doğ¬rudan silahlı bir saldırıya maruz kalmış olma¬sa bile, iç savaş, devrim, ayaklanma gibi olay¬lar karşısında da saldırıya uğramış olarak ka¬bul edileceği anlamına geliyordu. Böylece NATO, yalnızca üye ülkelerin “dış tehlikele¬re” karşı korunması amacının ötesinde, “iç tehlikelere” karşı da savunulması gerektiğini kabul ediyor ve asıl ağırlığını da bu noktada yoğunlaştırıyordu. Dolayısıyla, NATO, açık bir karşıdevrim örgütü olarak anlam kazanıyor¬du.
Kuruluş gerekçesinde ve sonraki yıllarda, NATO’nun başlıca hedefini, Sovyetler Birliği’nin varlığı teşkil etmişti. Görünüşte üye ül¬kelerin tümünün askeri bir paktı olsa da, NA¬TO’nun başlıca hedefini, gerçekte, daima ABD’nin genel çıkarlarının savunulması oluş¬turmuştu. Bu açık hegemonya, diğer emper¬yalistlerin zaman zaman sert karşı koymaları¬na yol açmışsa da, sonuçta, SSCB’nin yeni bir emperyalist güç olarak ağırlığını hissettirdiği koşullarda, uzlaşmayı zorunlu kılmıştır.
NATO, kuruluşundan bu yana geçen za¬man içinde, kuruluş yasasının uygulandığı herhangi bir askeri müdahaleye girişmemiş¬tir. Fakat bu onun askeri ve siyasi bir güç olarak, illegal kurum ve ilişkiler geliştirmedi¬ği anlamına gelmemektedir. Yasal organları¬nın bağlayıcılığının sınırları bellidir ve NATO, gerçekte tümüyle bu organlar dışında faaliyet gösteren bir savaş ve karşıdevrim örgütü ol¬ma özelliği taşımaktadır. Nitekim açığa çıkan en büyük skandal, NATO’nun yasalar ve antlaşmalarda görünmeyen bir gizli örgüt ku¬rucusu olduğunu göstermiştir. İtalya’da bir tür “kontrgerilla” örgütü olan GLADlO’nun kuruluşunda, NATO’nun belirleyici rolü oldu-ğu belirlenmiştir. Bunun gibi, NATO, özellikle çelişmeleri derin olan ya da derinleşme eğili¬mi güçlü olan ülkelerde, benzer örgütlerin kurulması ve belli başlı askeri, siyasi karar¬larda etkin hale gelmesi için kanallar açmış, olanaklarını kullanmıştır. Türkiye’de kontrgerillanın, bir “Sovyet işgaline karşı” gerilla sa¬vaşı vermek gerekçesiyle geliştirilip sonra da bütün siyasi hayata egemen hale gelen bir karşıdevrim örgütü olarak ağırlık kazanması¬nın da kaynağında, NATO ile ilişkilerin yeri önemlidir.
Bugün NATO’nun “düşmanını kaybeden it¬tifak” olduğu ve bu yüzden “kimlik arayışına girdiği” yazılabiliyor. Bunu egemen sınıf söz¬cüsü yazarların yanı sıra, demokrat çevreler de söyleyebiliyor, (bkz. Özgür Ülke, 10 Hazi¬ran 1994, “NATO Rusya’ya Mesafeli” başlıklı haber-yazı.)
Bu değerlendirme, NATO’nun kendi kuru¬luş gerekçesi olarak ileri sürdüğü, “Sovyet tehdidine karşı üye ülkelerin savunulması” sloganının ciddiye alınmasından doğan bir yanlışı içermektedir. Zira NATO’nun esas düş-manı, özellikle revizyonizmin hâkimiyetinden sonra, SSCB değildi; her ülkede, özellikle de, Yunanistan, Türkiye, İtalya gibi devrime yakın duran ülkelerdeki devrimci hareketler¬di ve SSCB, ancak devrimlerin arkasında sos-yalist bir ülke olarak durduğu sürece NA¬TO’nun düşmanı olma özelliği taşıyordu. Bugün de, her ülkedeki devrimci gelişmeler, NATO’nun asıl hedefi olmaya devam etmekte¬dir ve bu bakımdan NATO’nun bir karşıdev-rim örgütü olarak kimliği son derece açıktır.
Kaldı ki, SSCB’nin bir nükleer süper güç olmaktan çıkması, şu anda konvansiyonel si¬lâhlar bakımından taşıdığı üstünlüğü de kay¬bettiği anlamına gelmemektedir ve bugün için, özellikle de Avrupa toprakları üzerinde gerçekleşecek olası bir savaşın belirleyici gü¬cünü konvansiyonel silahlar oluşturmaktadır. Fakat aşağıdaki paragraflarda inceleyeceği¬miz üzere, konvansiyonel silahlar konusunda NATO’nun bütününü ilgilendiren bir sorun ol¬madığı yolunda bir izlenim vardır ve bu ko¬nuyla, en çok, özel konumu dolayısıyla Türki¬ye ilgilenmektedir.
Son İstanbul toplantısı, bu bakımdan bir “kimlik arayışı” toplantısı olma özelliği taşı¬mamaktadır. SSCB yönetiminin sosyalizmden açıkça vazgeçmiş olduğunu açıklamasını izle¬yen ilk dönemde, bu tartışma, NATO üyesi Avrupa ülkeleri içinde başlatılmış ve ABD’nin artan hegemonyasını kırmak için bir gerekçe olarak kullanılmıştır. Ancak, her iki kıtanın emperyalistleri arasındaki pazarlık, şu anda böyle bir tartışmayı güncel olmaktan çıkar¬mıştır.

TÜRKİYE VE NATO
Türkiye, NATO üyeliğinin başından beri ilk kez, bu üyelik pozisyonunu, kendi özel avantajlarının ağır bastığı bir girişim için kul¬lanmaya hazırlanmaktadır. Son dönemde, So¬mali ve Bosna’ya NATO üyeliği kimliği altın¬da birlik gönderen Türkiye, yakın zamanda Azerbaycan’a da asker göndermek için aynı kanalı kullanabileceğine dair işaretler almış bulunmaktadır. Gürcistan’da kışkırttığı iç sa¬vaşı kullanarak bölgeye asker yığınağı yapan Rusya, şimdi, daha önceleri kışkırttığı Ermeni-Azeri çatışmasını bahane ederek, bir tam¬pon bölge oluşturmak ve buraya da asker yığmak niyetindedir. Böylece SSCB dönemin¬de hegemonyası altında tuttuğu fakat “çöküş”ten sonra bu durumunu önemli ölçüde yitirdiği Kafkasya’da, yeniden askeri bir güç oluşturmak ve bölgeyi siyasi ve ekonomik olarak kontrolü altında tutmak istemektedir. Bu durum karşısında AGİK, Bosna’da olduğu gibi, NATO müdahalesinin gerçekleştirilmesi için devreye girmiş ve Türkiye’ye de bu çerçevede bir görev düşeceği belirtilmiştir. Tür¬kiye, böylece uzun zamandır propagandasını yaptığı ve kamuoyu hazırlamaya çalıştığı bir konuda, fırsat yakalamış gibi görünmektedir. Kuşkusuz, bunun gerçekleşmesi, iç politika alanında da bir dizi yeni düzenlemeyi gerek¬tirecektir.
Geçen iki yıl içinde, gerek Kafkasya gerek¬se Türkî Cumhuriyetler konusunda, Türki¬ye’nin “Adriyatik’ten Çin Şeddine Kadar” slo¬ganıyla uygulamaya çalıştığı ve “kontrgerilla diplomasisi” olarak adlandırdığımız, aslında ABD’nin ve bir kısım Avrupalı emperyalistin planlarının taşeronluğundan başka bir şey ol¬mayan girişimi, Rusya’nın tepkisi ile karşılaş¬mıştı. Rusya, elbette tek başına Türkiye’nin böyle bir planı hayata geçiremeyeceğini ve planın asıl sahiplerinin kimler olduğunu bil¬mektedir. Dolayısıyla, Türkiye’nin şimdi NA¬TO şemsiyesi altında Balkanlar ve Kafkas¬ya’da belli bir plan çerçevesinde hareket edeceği de bilinmektedir. Bu ilişkiler ve giri¬şimler, Türkiye ile NATO arasındaki ilişkileri daha sistemli bir biçimde “vurucu güç” pozis¬yonuna oturtmaktadır. Ne var ki, Türkiye, ge¬rek siyasi yapısındaki derin istikrarsızlık do¬layısıyla, gerekse içinde bulunduğu ve sürekli bir hal alan derin ekonomik kriz dolayısıyla, böyle bir işlevin şu andan başlayarak esas faktörü olamamaktadır. NATO kılıfı altında sürdürülen, uzun vadeli emperyalist yayılma planlarının içinde, belli bir güç olarak yer al¬manın koşullarını, Türkiye hiçbir zaman tam olarak elde edemeyecektir. Esasen, böyle bir gelişme, emperyalist şeflerin de istediği bir şey değildir. Emperyalistler açısından önemli olan, Türkiye’nin sürekli bir tehdit altında ve kendilerine olan ihtiyaçlarının artarak de¬vam ettiği koşullarda böyle bir misyonu yüklenmesidir. Dolayısıyla, tıpkı Körfez Savaşı sı¬rasında olduğu gibi, “bir koyup üç almak” ha¬yaliyle gireceği bütün taşeronluk ilişkilerin¬de Türkiye, eskisinden daha muhtaç, daha yoksul ve bunların sonucu olarak da, emper¬yalistlere daha bağımlı olarak çıkacaktır. Ba¬ğımlılığın artması, her durumda, sömürünün artması anlamına gelmektedir, işçi ve emekçi-leri ilgilendiren en önemli konu, kuşkusuz, üzerlerindeki ekonomik yükün artmasından daha çok, kendilerinin bundan tam olarak kurtulmalarını sağlayacak bir devrimci giri¬şim karşısında, emperyalistlerin zor kullanma olanaklarının artmasıdır. Dolayısıyla, emper¬yalizmle olan ilişkilerin artan bağımlılık ilişki¬lerine ve dolaysız müdahale biçimine dönüş¬mesi, NATO’nun önde gelen hedeflerinin tam olarak gerçekleşmesi anlamına gelecektir.

TÜRKİYE VE RUSYA
Toplantının ağırlıklı gündem maddesi, Rusya ve eski VARŞOVA PAKTI üyesi Doğu Avrupa ülkelerinin NATO ile ilişkilerinin hangi çerçeveye oturacağı sorunuydu. Bu ül¬keler, hâlâ durulmamış olan iç çelişkilerinin yeniden devrimci bir dönüşüm yoluna girme¬si olasılığını, NATO üyeliği ile atlatmaya çalı¬şıyorlar ve kuşkusuz, emperyalistler tarafın¬dan bu talep, ilgiye değer görülüyor. Küçük Doğu Avrupa ülkelerinin üyelik talepleriyle ilgili olarak teknik sorunlar dışında ciddi en¬geller görünmüyor. Ne var ki, Rusya, NATO’ya üye olma talebini, “özel ve ayrıcalıklı üye” statüsü kazanmak koşuluyla birlikte ileri sürmektedir ve NATO’nun şefleri bu isteğe karşı direnmektedir.
Rusya’nın NATO ile ilişkilerinin düğüm noktasını AKKA (Avrupa Konvansiyonel Kuv¬vetler Anlaşması) oluşturuyor. Rusya, bir yan¬dan NATO’ya girmeyi istiyor, diğer yandan, it¬tifak içinde güçlü bir yer işgal edebilmek için, konvansiyonel silah üstünlüğünün sürmesi¬nin koşullarını arıyor. Buna karşılık, şimdiki NATO egemenleri; Rusya için de, daha önce Doğu Avrupa ülkeleri ile sağlanmış bulundu¬ğu BİO (Barış İçin İşbirliği Anlaşması) hü¬kümleri dışında bir anlaşmaya yanaşma eğili¬mi göstermiyor. BİO anlaşmasına göre, eski “Sosyalist Blok” ülkeleri, NATO’ya tam üye olmamakla birlikte, askeri tatbikatlar düzen¬lemek, sorunlu bölgelere ortak “barış gücü” göndermek gibi çeşitli askeri alanlarda işbir¬liği yapabilecekler. Rusya, henüz bu çerçeve¬de yer almıyor. Türkiye, özellikle bu noktada Rusya’nın taleplerine karşı duran başlıca üye olarak göründü.
Bunun başlıca nedeni, Rusya’nın Kafkas¬ya’da oluşturmakta bulunduğu yeni durum¬dur. Rusya, Kafkasya’daki çatışmaların kendi sınırlarına yansımasından endişe ettiğini be¬lirterek, bölgede ağır bir askeri yığınak oluşt¬urmaktadır. Kuşkusuz, bu tümüyle kendi se¬naryosunun sonucudur. Kafkasya’daki çatışmaları kızıştıran ve gittikçe daha ağır an¬laşmazlıkların doğmasına yol açan Rusya’nın kendisidir. Şimdi, bu durumu bahane ederek, planının ikinci aşamasını uygulamaktadır. Fakat bu planın son NATO toplamışını ilgilen¬diren bir bölümü, Türkiye’nin tepkisini gös¬termesine fırsat yaratmıştır. Rusya, söz konusu durumu ileri sürerek, AKKA anlaşma¬sında değişiklik yapılmasını, en azından Kaf¬kasya’daki özel durum nedeniyle, kendisinin bazı esnekliklere sahip olmasına olanak ta¬nınmasını önermektedir. Bunun açık anlamı şudur: AKKA, Atlantik’ten Urallar’a kadar olan bölgede, konvansiyonel silahlarda kesin¬ti yapmayı ve bir sınır koymayı önermekte¬dir ve bu, NATO üyesi ülkelerle Rusya’yı ilgi¬lendirmektedir. Rusya, kendi elindeki konvansiyonel silahları, dağılan cumhuriyet¬ler arasında bölüştürerek silah indirimini ger¬çekleştirmiş görünmektedir. Bir tür “kılıfına uydurma” olarak da nitelenebilecek bu uygu¬lamadan sonra, Rusya, AKKA hükümlerine, şu ana kadar esaslı bir itiraz yöneltmemiştir. An¬cak, Kafkasya gibi hassas bir bölgedeki geliş¬meleri gerekçe göstererek, şimdi kendisine özel bir statü tanınmasını istemektedir. NATO’nun egemenleri, bu talebi şiddetle reddet¬tiler. Türkiye, Kafkasya’yı kendi hayat alanı olarak gördüğü için, “AKKA’yı deldirmemek” konusunda, hepsinden daha ısrarlı ve daha ajitatif davrandı. Fakat bu arada, Rusya; Gür¬cistan ve Ermenistan’ın sahip olduğu konten¬janın bir bölümünü bu ülkelerin onayıyla kendi gücüne katmayı becerdi. Rusya’nın bu manevrası en çok Azerbaycan’ı rahatsız etti ve Aliyev yönetimi, bunun karşısında kendisi¬ni tekrar Türkiye ile işbirliğine yakın göster¬meye başladı. Ne var ki, NATO toplantısının hemen öncesinde, Rus savunma bakanının Azerbaycan’ın “Rus barış gücü”nü kabul etti¬ğini açıklaması, Türkiye’nin planlarında bir gedik açılmasına neden oldu. Türkiye, Rus¬ya’nın girişimleri karşısında bir set çekebil¬mek için uluslararası planda umduğu desteği göremedi; özellikle ABD’nin bu konudaki tu¬tumunun “umursamaz” diye nitelenebilecek bir düzeyde kalması Türkiye’yi güç durumda bıraktı. Bu yüzden Türkiye, Kafkasya’daki Rus varlığını “kabul edilebilir” sınırlara çeke¬bilmek için AKKA’yı öne çıkaran bir yol izle¬meye koyuldu. Şu anda, Rusya, Azerbaycan’ı ikna etme girişimini sonuçlandırmaya çalış¬maktadır ve bu gerçekleşirse, Kafkasya’daki Rus yığınağı, 1800 tank gibi yüksek bir güce ulaşabilecektir.
NATO toplantısının basına yansıyan sonu¬cu, NATO’ya üye ülkelerle Rusya arasında, “sı¬cak ve samimi” ilişkilerin devam etmesi için bir irade belirtildiği idi. Rusya küstürülmeye¬cek, ilişkilerin geliştirilmesi için olanaklar zorlanacaktı. Fakat bütün bu sonuç cümlele¬rinin ortaya çıkabilmesi için, toplantı boyun¬ca, Rusya’nın özellikle Türkiye’nin “endişele¬nen adam” rolünü oynadığı konulardaki tutumu karşısında, NATO’nun kararlı bir tutu¬munun bulunduğu hissettirilmişti. Kafkasya’daki durum hakkındaki bildiride şunlar söylendi: “Toprak kazanımı için güç kulla¬nımını kınıyoruz. Ermenistan, Azerbaycan ve Gürcistan’ın egemenlik, bağımsızlık ve toprak bütünlüğüne saygı, bölgede barış, is¬tikrar ve işbirliğinin sağlanması esastır. Bölgede devam eden çatışmalarda barışçı, adil çözümlere ancak, BM ve AGİK çerçeve¬sinde yürütülen çabalarla ulaşılabilir.”
Bildirinin alışılmış diplomasi terimlerinin ardındaki mesajı, Rusya’nın kendi adına inisi¬yatif kullanmasının hoş karşılanmayacağıdır.
Fakat bu bildirinin içeriği, Rusya ile ABD arasında “Kafkasya’nın Rus hegemonyasına bırakılması” biçiminde gizli bir anlaşma ya¬pıldığı söylentilerini açıklamaktan uzaktır. El¬bette diplomasinin diliyle genel geçer sözleri tekrarlayan bir bildirinin, gerçek güç ilişkile¬ri karşısında herhangi bir geçerliliği olmaya¬caktır. Bu söylentiler karşısında, ABD çevrele¬ri, özellikle vurgulayarak, İstanbul’un “yeni bir Yalta olmayacağını” bildirmek zorunda kaldılar. Yani, İstanbul’da, nüfuz bölgeleri an¬laşması yapılmamıştı ve böyle bir girişim söz konusu bile değildi!
Artık, Rusya ile ilişkilerin tanımlanması bakımından’ NATO çerçevesinde dile getiri¬len görüşlerin ışığında, denilebilir ki, Türki¬ye’nin Kafkasya ve Orta Asya serüvenleri içindeki yeri netleştirilmiştir. Bu, “BM ve AGİK programlarına uygun olarak” diye ta¬nımlanan NATO askerliğidir. Bu askerlik, an¬cak ABD’nin izin verdiği ölçülerde ve zaman¬da, ABD’nin planlan uyarınca yapılacaktır. Es¬kiden “komünizme karşı hür dünyanın en sağlam kalesi” diye pohpohlanarak SSCB kar¬şısında cepheye sürülmeye hazır tutulan Tür¬kiye, şimdi, kendi “emperyal vizyonuna sahip bir ülke olarak, Rusya ile çelişkileri bulunan bir dünya devleti” mertebesine yükseltilmiş¬tir. Pozisyonun adı değişse de, içeriğinde de¬ğişen bir şey yoktur. Türkiye, o zaman da, emperyalist organizasyonların koçbaşı rolünü üstleniyordu, şimdi de.

TÜRKİYE VE YUNANİSTAN
NATO toplantısı boyunca, Türkiye, Yuna¬nistan’la olan ve geçen ay birdenbire alevlen¬dirilen sorunlarını da masaya getirmeye gay¬ret gösterdi. Türkiye’nin komşusu ile sorunları, gerek NATO içinde, gerekse ABD ile olan doğrudan ilişkilerinde, daima önemli bir koz olarak kullanılıyor. Bu kozların gün¬delik anlamını deşifre edersek, şu sonuç çıka¬caktır: Yunanistan ve Türkiye, birbirlerini tehlike gibi göstererek, hem iç kamuoyunda siyasi avantajlar elde etmeye çalışıyorlar, hem de ABD’nin kendilerine olan yardım ve desteğini bir diğeri aleyhine artırmak için bunu bir baskı unsuruna dönüştürmek isti¬yorlar. Aynı ittifak içinde de, gene birbirleri hakkındaki politikaları, kendilerinin yeni ve ötekine üstün bir yer edinmesinin aracı ola¬rak düzenlenmektedir. Bu yüzden, özellikle uluslararası ilişkiler bazında, gerek AT ve ge¬rekse NATO çerçevesindeki her önemli top¬lantı öncesinde, birbirlerine karşı düşmanca tutumlar sergilemektedirler. Türkiye, toplantı¬nın hemen öncesinde, Tansu Çiller’in ağzın¬dan, “adalara çıkılabileceği” tehdidini savura¬rak, ABD ve NATO çevrelerine toplantı süresince asılmak istediği esas sorun hakkında mesajını verdi. Aylar öncesinden yapılmış bir röportaj olmasına rağmen, toplantının he¬men öncesinde açıklanan bu tutumun hedefi, durumu olduğundan daha gergin göstererek kendi problemlerine yönelik süreçleri hızlan¬dırmaktı.
Türkiye’nin NATO içindeki müttefiki Yu¬nanistan’la olan çatışma konuları, başlıca iki kategoride toplanabilir:
Birincisi, doğrudan doğruya her iki ülke¬nin karşılıklı dış politikalarının doğurduğu sorunlar: Ege Kıta Sahanlığı ve Kıbrıs sorun¬larında düğümlenen geleneksel rekabet ve çelişmeler.
İkincisi, ana çatışma konularını beslemek için, karşılıklı olarak kullanılmaya çalışılan si¬yasi sınırlar içi çelişmeler: Yunanistan’da Ma¬kedonya sorunu, Türk-Müslüman azınlıklar sorunu; Türkiye’de Kürt sorunu, Rum ve Er¬meni azınlığın sorunları…
Yunanistan, özellikle Kürt sonunu açısın¬dan Türkiye’nin son derece zayıf bir konum¬da bulunduğunu görüyor ve bu konuyu hem uluslararası platformlarda Türkiye aleyhine gelişmelerin dinamiği haline getirmeye çalışı¬yor, hem de doğrudan doğruya PKK’ye yar¬dım ederek, baskı gücü taşıyan bir koz ola¬rak bu ilişkiyi elinde tutmaya çalışıyor.
Türkiye de, “Batı Trakya” olarak adlandır¬dığı bölgedeki Müslüman halkın varlığını, kendi politikalarının aracı olarak kullanmaya çalışıyor ve Yunanistan’ın bölge halkı üzerin¬deki siyasi ve kültürel baskısını bu amaçla bir sıçrama tahtasına çevirmek istiyor. Make¬donya konusundaki tutumu da, tamamen “kontrgerilla diplomasisinin bir yansıması¬dır ve tıpkı, Yunanistan’ın Kürt sorunundaki tavrı gibi, Makedon halkının özgül talepleriy¬le ilişkisi olmayan bir fırsatçılığı temsil et¬mektedir.
Kıbrıs sorunu, Türkiye’nin bütün dış ilişki¬lerini kilitleyen bir etki yapmaya devam et¬mektedir. Yunanistan, bu konuda, dünya ka¬muoyunda “haklı taraf olarak görünmeyi başarmış ve Türkiye’nin Kıbrıs’taki askeri varlığını, onun, AT, BM, NATO vb. organizas¬yonlar çerçevesinde yeni pozisyonlar sağla¬masının önüne engel olarak dikmiştir. Türki¬ye, açıkça Kıbrıs’tan kurtulmak istemekte fakat özellikle iç kamuoyu bakımından bu adımı atamamaktadır. Diğer yandan bu adımı atması için girişimde bulunduğu her durum¬da, sorunun sürüncemede kalmasında çıkarı olan Yunanistan tarafından da engellenmek¬tedir.
Sürüp giden anlaşmazlıklar, NATO toplan¬tısı sırasında, gündem dışı görüşmelerin de başlıca konusu olmaya devam etti. Türk Dışiş¬leri Bakanı Hikmet Çetin ile, Yunanistan Dı¬şişleri Bakanı Papoulias’ın görüşmesinin baş¬lıca içeriğini, Yunanistan ile PKK arasındaki ilişkiler oluşturuyordu. Fakat basına yansı¬yan, bunun bir sağırlar diyalogu biçiminde sonuçlandığıydı. Papoulias ve Çetin, “genel olarak hiçbir ülkenin terörizme destek ver¬memesi” hakkında görüş birliğine ulaşmışlar¬dı. Bu genelleme içinde, Papoulias’ın PKK’yi “terörist” olarak görüp görmediği, Yunanis¬tan tarafından açıklığa kavuşturulmadı; Türk tarafı ise, sonradan Yunanistan tarafından ya¬lanlanan, Yunanistan’ın PKK konusunda gü¬vence verdiği yorumunu yaptı. Bu sorunun “görüşmeler yoluyla” çözülmesi olanağının bulunmadığı açıktır. Yunanistan, PKK gibi bir güce verdiği taktik desteğini, Türkiye’nin sı¬kıştırılması ihtiyacı devam ettikçe sürdürecek¬tir. Türkiye de, umutsuz bir biçimde, Yunanis¬tan’ı, terör destekçisi ülke olarak tecrit etmeye çalışacaktır.

Temmuz 1994

Gümrük Birliğine Giderken

Türkiye bir girdaba kapılmış yuvarlanı¬yor. Tarihinde karşılaşmadığı bir kriz bu. Siyasal alan dahil, etkilerini toplum¬sal yaşamın bütün alanlarında derinlemesi¬ne gösteriyor. Çok yönlü bir kriz ve alabildi¬ğine derin.
Egemen sınıflar, cumhuriyet tarihinde, hatta Türkiye’de kapitalizmin ortaya çıkma¬sından bu yana geçen sürede böylesine de¬rin krizlere pek nadir yakalanmışlardı. Belki siyasal alanda oluşmuş önceki krizlerle bugünkü kıyaslanabilir ve belki bugünkü siya¬sal krizin bir önceki ya da ondan öncekiyle karşılaştırıldığında henüz yeterince derin ol¬madığı ileri sürülebilir. Ancak şu kesindir ki, siyasal alanda da tam bir karmaşa oluşmuş-tur ve belki de, öncekileri misliyle geride bı¬rakacak birikimiyle, kulakları sağır edecek bir gürültüyle derinleşmekte olan bir kriz, herkesin gözleri önünde gelişmektedir. Fab¬rikaların en büyükleri kapatılmaktadır. Bir¬kaç banka şimdiden çökmüştür. Borsanın en büyük patronları iflas etmekte ya da iflas tehlikesiyle karşı karşıya gelmektedir. Ticari yaşam neredeyse durmuştur. Mal, para ve iş piyasası dumura uğramıştır. Milyonlarca işsiz sokakları doldurmaktadır. Olanca destek ve teşviklerle zar zor ayakta durabilen ekono¬minin belli başlı sektörleri, şimdiden enkaz halini almıştır. Otomotivden beyaz eşyaya, kömürden çimentoya, inşaata, artık yaşanan durgunluk değildir. Tam bir çöküş havası so¬lunmaktadır.
Sorunun can alıcı noktalarından biri, sınaî, ticari ve mali krizin ve ekonomik yaşamı hallaç pamuğu gibi atan bugünkü buhranın, uluslararası bağlantılı oluşudur. Hemen tüm dev ekonomiler; ABD, Japonya, Almanya ve diğerleri çok farklı bir konumda değiller. Kriz, oralardan geri ülkelere dalga dalga ak¬tarılmış; bu ülke ekonomilerinin ekonomik ve sınıfsal çelişkileriyle birleşerek hem bura¬larda derinleşen kriz öğelerini biriktirmiş; hem de tersine dönerek emperyalist ülkeler¬de başlayan krizin daha üst düzeylerde yaşa¬nır hale gelmesine yol açmıştır. Türkiye’nin son yıllarda yaşamaya başladığı ve bugün artık dayanılamaz hale gelen krizi de bu çerçevede oluşmuştur. Tedbir tedbiri, paket pa¬keti davet etmekte, uygulananlar bir yenisi¬ne ihtiyaç göstermekte; ama her bir yenisi, hem eskisini aratmakta hem de durumu iyi¬ce içinden çıkılmaz hale sokmaktadır.
Türkiye ekonomisinin başlıca sektörleri dış bağlantılıdır. Ezici çoğunlukla ithalata dayalıdır. Burada iki faktör fonksiyonel ol¬maktadır. Birincisi emperyalist ülkelerden kriz de ithal edilmektedir. Üstelik olanca yükleriyle birlikte. İkincisi ise, uluslararası sermaye açısından Türk iç pazarının önemli olduğu kadarıyla işçi ücretlerinin görece dü¬şük oluşu da önemli olmuş ve otomotiv, be¬yaz eşya gibi ekonominin birçok dalında, yatırımlara, dolayısıyla iç pazarın korunmasına ses çıkarılmamıştır. Düşük işçi ücretlerinin yanı sıra, bu ses çıkarmayışta en temel etkenler, düşük ücretlerle kıyaslan¬dığında doğrudan emtia ihracatının getirişi açısından Türk iç pazarının uzun bir süre gözden çıkarılabilir bir öneme sahip olması ve Türkiye’nin emperyalistlere sunduğu pa¬zar olanaklarından daha çok, hammadde kaynağı ve stratejik-siyasal ilişkiler içindeki yeri açısından öne çıkmış olmasıdır.
İhracata gelindiğinde ise, hemen tüm sektörlerde çok ciddi oranda destek ve teş¬vikler gerekli olmuştur. Yalnızca yatırımların ölçeği ve yatırılmış sermayenin yapısının, fabrikasyon ve hatta otomasyon üretimle rekabet edebilmeyi olanaksızlaştıran özellikle¬ri nedeniyle değil; ekonomik ve onun yol aç¬tığı siyasal bağımlılık nedeniyle, paylaşılmış ve fiyatların dikte ettirildiği uluslararası pa¬zarlarda zararına satışlar dışında “rekabet olanağı” yakalanamaz olmuştur. En övünü¬len sektör olan tekstilde dahi, ihracatı sınır¬layan kota çıkmazları ve teşviklerin zorunlu büyüklüğü, buna yeterli göstergelerdir. Or¬tadoğu ülkelerine satılan birkaç yüz oto ya da beyaz eşya ise, ürünlerin iç ve dış fiyatla¬rı karşılaştırıldığında, pek pahalı bir gösteriş unsuru olarak kalmaktadır.
Sonuç odur ki; hem ithalat ve hem de ih¬racat, ekonomik yaşamı zora sokan faktörler olarak rol oynamakta; bağımlılığı, zararı ve yıkımı öngörmekte ve örgütlemekte; kriz dö¬nemlerinde aşırı yüklere neden olmaktadır.
Krizlerin yıkıcı etkilerini şiddetlendirdiği ve ayan beyan ortaya koyduğu geri ve ba¬ğımlı sömürge türü ekonominin tam uluslararasılaşması yolunda çabalar ise, her şeye rağmen yıllardır sürdürülmektedir. Egemen sınıflar kendi güçlerinin ötesinde güç ve kı¬rıntılarından yararlanacakları büyük bir sof¬ra arayışındadır. Böyle bir sofranın etrafın¬da dolanmak, şimdiye dek biriktirdikleri sermayelerini böyle bir sofrada değerlendir¬mek peşindedir. Bir ucundan tuttukları bir Avrupa ve oradan giderek dünya pazarında daha korunaklı olacaklarını düşünmüşlerdir yıllardır. Bu şekilde çözümsüz bazı dertler¬den kurtulacakları umudu da bunda etkili ol¬muştur. Örneğin, serbest işçi dolaşımı yoluy¬la olağanüstü bir düzeye ulaşmış işsizlik sorunu en azından yalnızca kendi sorunları olmaktan çıkacak sanılmıştı. Belki Avrupa’nın sebze-meyve bahçesi olunmak umul-muştu. Belki tekstilde söz sahibi olunabilece¬ği düşünülmüştü.
Uzun yıllar bir türlü Avrupa pazarına or¬taklık ve Avrupa Birliği’ne üyelik şansı yakalanamamış ve yavaş yavaş ayaklar suya er¬meye başlamıştır. Yunan engellemesi, Kıbrıs sorunu, Hıristiyan-Müslüman çatışması vb. gibi nedenlerle izah edilmeye çalışılan Avru¬pa Topluluğu’nun yanına bir türlü yaklaşamama, kuşkusuz en başta Avrupa’nın, en çok da Türkiye ekonomisinin eksiklerini en fazla karşılama durumunda kalacak Alman¬ya gibi AT ve AB’nin önde gelen sürükleyici¬lerinin işine gelmektedir. Avrupa’nın ileri ül¬keleri, hem kendilerine bir ortak, hem de geriliği, ilkellikleri ve dertleriyle gider kay¬nağı aramamaktadır kuşkusuz. Kalkınmasına destek verip yardım edecekleri bir ülke ara¬yışında ise hiç olmamışlardır. Uluslararası sermaye ve onun emperyalist çıkarları yal¬nızca yeni yağlı lokmalar peşinde olmuştur. Türkiye ve onunla ilişkilere yaklaşımları da budur ve hep böyle olmuştur.
Kendi çıkarlarına geldiği kadarıyla ve çı¬karlarına uygun olduğu ölçüde bir “ortak”. Söz konusu çıkarların, emperyalist çıkarlar olduğu ise kanıta gerek göstermeyecek ka¬dar kesindir.
Türkiye, sömürgelere özgü bir itilip kakıl¬mayla Avrupa Birliği’ne üyelik ve Avrupa Topluluğu’na katılmaktan hep uzak tutul¬muştur. Ama emperyalist çıkarların gereğini yapmaktan geri durmayan Avrupalı ortakla¬rın işine geldiğinde, dertleri katiyen üstlenil¬meyen ekonomisinin tam bir sömürge eko¬nomisine dönüşmesi anlamına gelecek bir açık pazar oluşuna yol açacak Avrupa Güm¬rük Birliği’ne üyeliğin kapısına sürüklenmiş¬tir. 1995, Türkiye’nin Avrupa ülkeleri ile olan tüm gümrük sınırlamalarından “kurtul¬duğu” yıl olacaktır. Engelsiz ve sınırsız ulus¬lararası yağma ve sömürünün başlayacağı yıl ’95’tir.
Nereye gidemiyor Türkiye ve nereye gidi¬yor? Neler alamıyor ve neler kaybediyor?

AVRUPA TOPLULUĞUNUN DOĞUŞU
13 Eylül 1946’da İngiliz Başbakanı mu¬zaffer Churchill, İsviçre’nin Zürich kentinde yaptığı konuşmada, Fransa ile Almanya’nın bir “Avrupa Birleşik Devletleri” içinde uyuş¬malarını önerdi. Bu konuşma, Avrupa’yı ateşe veren bir savaşın hemen ertesinde yapıl¬dığı için ilgiyle karşılandı.
Avrupa, önceleri Churchill’in bu konuş¬masını savaşın yıkıntıları üzerinde söylen¬miş, pek geçerliliği olmayan, duygusal ve belki de “iyi niyetli” olmaktan öteye gitme¬yen sözler olarak yorumladı. Ama ardından Marshall’ınki geldi. 5 Haziran 1947’de ABD Dışişleri Bakanı George Marshall, ABD’nin çok taraflı bir program çerçevesinde Avru¬pa’ya yardım yapmaya hazır olduğunu dün¬yaya ilan etti. Ve Marshall Planı uyarınca, gelişmesi içinde Türkiye’ye yönelik olarak da uygulamaya konulan, Türkiye’de çok iyi bile¬nen ve ABD’nin sosyal dayanaklarını gelişti¬ren “Marshall Yardımı” gündeme getirildi. Avrupa, ABD’nin ekonomik desteğinden ya¬rarlanmaya başladı.
Paris’te imzalanan “Avrupa Ekonomik İş¬birliği Örgütü” Antlaşması’na göre bu örgüt (OECD), Avrupa’ya yönelik Marshall Planı’nın yönetimiyle görevlendirildi. Örgüt, kı¬sa sürede etkinliğine kavuştu. Ardından, 5 Mayıs 1949’da Avrupa Konseyi Antlaşması imzalandı. Açıklanan amaç, Avrupa ülkeleri¬nin ortak kalkınması ve onun gereklerini ye¬rine getirmektir. Avrupa ülkeleri arasındaki bu yakınlaşmanın altında yatan esas neden ise, kapitalist emperyalist dünya içinde sa¬vaşta yıkıntıya uğramamış, tersine, savaş ka¬zançlarının katkısıyla da gelişmiş ve tek dev emperyalist ekonomik güç ve tek patron du¬rumuna yükselmiş ABD’nin, her halükârda yeniden inşa olunacak Avrupa üzerindeki yönlendiriciliğini, ya da başka bir deyişle ilerlemeye geçecek kapitalist Avrupa ekono¬misi üzerindeki Amerikan çıkarlarını garanti altına almaktır. İkinci olarak, dünyayı sarmakta olan komünizm “heyulasına” karşı Amerikan patronajındaki kapitalist dünyayı yeniden düzenlemektir. Avrupa, Sosyalist Sovyetler Birliği karşısında dayanıklı bir ka¬pitalist mevzi olarak yeniden kurulacaktır ve bu kuruluş, yeni dünya jandarmalığına soyunmuş ABD’nin etkinliğinde gerçekleşe¬cektir.
Avrupa, 2. Dünya Savaşı sonrasında yeni¬den örgütlenirken birkaç birlik birden ger¬çekleşmiştir. Birincisi, Avrupa ülkeleri ara¬sında bir birlik. Bunda kuşkusuz savaştan galip çıkmış ve ekonomisi görece güçlü ülke¬ler lehine bir birlik söz konusu olmuştur. Bu noktada yan bir amaç gözetildiğini söyle¬mek de gerekir. Almanya, iki dünya savaşı sabıkalısı olarak, bu yolla diğer Avrupa ülke¬lerince gözetim altında tutulacak, yeniden ve tek başına diğerlerinin ve ABD’nin başı¬na “bela” olması engellenmeye çalışılacaktır. Bu engelleme çabasının olduğu kadar Avru¬pa’nın birikimleri ve gelecekteki gelişmesin¬den ABD’nin yararlanmasının yolunu açacak olan ise, Avrupa ile ABD arasındaki birliktir. ABD, Avrupa’yı ve onun gelecekteki gelişme¬sini, ekonomik ve siyasi gücüyle kendi lehi¬ne yönlendirmeye çalışmış, bu gelişmeden çıkar sağlamaya yönelmiştir. Ancak bu yakınlaşmadan özellikle tek tek gelişme potan¬siyeli güçlü ülkelerin ve onların lehine ol¬mak üzere Avrupa’nın kendi ekonomik ve giderek siyasal güçlerini geliştirmek üzere yararlanmaya yönelmelerinden doğalı da olamazdı. Nitekim Avrupa Birliği, tek tek Avrupa ülkelerinin birbirleriyle olduğu ka¬dar, tek tek ve bir arada Avrupa ülkelerinin ABD ve diğer ülkelerle sürtüşme, çelişme ve çekişmeleri olarak gerçekleşmiştir. Avrupa Birliği’nin gelişme süreci, Avrupa ülkelerinin kendi aralarında olduğu kadar ABD ile de birlik içinde rekabet ya da rekabet içindeki birliğin belirmesi olarak şekillenmiş, belirli bir uyum, sonu gelmez didişmelerle birlikte yaşana-gelmiştir.
Avrupa ülkeleri arasındaki yakınlaşma, ilk somut meyvesini kömür ve çelik sektörü¬nün reorganizasyonu alanında verdi ve 18 Nisan 1951’de Avrupa Kömür ve Çelik Top¬luluğunu kuran antlaşma imzalandı.
Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun ilk or¬ganizasyonu olan Avrupa Kömür ve Çelik Birliği’nin kuruluşundan sonra, 1955 ve 1956 yıllarında Altılar dışişleri bakanlarının bir araya gelmesiyle bir yanıyla siyasal bir¬lik, diğer yanıyla da ekonomik entegrasyon sağlanması amacıyla ön çalışmalara başlan¬dı.
Bu çalışmalar, ürün vermekte gecikmedi ve 25 Mart 1957’de Roma’da Avrupa Ekono¬mik Topluluğu ve Avrupa Atom Enerjisi Birliği’ni kuran antlaşmalar imzalandı. Antlaş¬maların hükümleri, 1 Ocak 1958’de yürürlüğe girdi.
Böylece Avrupa Birliği, üç topluluk yaratılmasıyla somutlanmış oldu: Avrupa Kömür ve Çelik Birliği (1952), Avrupa Ekonomik Topluluğu (1958) ve Avrupa Atom Enerjisi Birliği (1958).
AET Antlaşması uyarınca ilk gümrük indirimleri 1 Ocak 1959’da uygulanmaya başlan¬dı. Bunu, 3 Mayıs 1960’da Avrupa Serbest Mübadele Bölgesi (EFTA) sözleşmesinin yü¬rürlüğe girmesi izledi.
Bu antlaşmaların, 2. Dünya Savaşı’nda yenilgiye uğrayan Almanya ve İtalya yanın¬da neredeyse onlar kadar ekonomisi tahrip olan Fransa gibi ülkelerin kendilerini topar¬lamalarını kolaylaştırdığı; aralarındaki rekabet son bulmasa da Avrupa ülkeleri arasın¬daki yakınlaşmanın tek tek Avrupa ülkelerine kendi işçi sınıfları karşısında eski¬sinden güçlü olanaklar sunduğu; tökezlemiş Avrupalı emperyalistlerin önünde yeni pa¬zar olanaklarının açılmasına katkıda bulun¬duğu ve ama bu arada Avrupa’ya akan mil¬yarlarca dolarlık Amerikan sermayesi aracılığıyla Avrupa’da Amerikan çıkarlarının ve patronajının lehine bir durum da yarattı¬ğı söylenmelidir. Bu, yalnızca Avrupa’yı ilgi¬lendirmeyen, ABD’nin de bir ucundan içinde olduğu birlikle; ne Avrupa ülkelerinin kendi aralarındaki ne de onlarla ABD arasındaki rekabet sona ermiş, Avrupa ülkeleri kimi da¬ha az, kimi daha çok olmak üzere bir güç toplama süreci yaşarken Amerikan emperya¬lizmi de güç toplamıştır. Bu birlik, bir yö¬nüyle ciddi bir ekonomik savaş anlamına gelmiştir. Özellikle Almanya, son yıllarda Av¬rupa’da sivrilirken, onun etrafında toplan¬ma eğilimine giren Avrupa ülkeleri ile ABD arasındaki ekonomik çekişme, siyasal boyut¬lar da kazanmaya başlayarak gelişmiştir. An¬cak, ABD’nin henüz Avrupa’daki ekonomik dayanaklarını yitirmekten uzak olduğunu da belirtmek gerekiyor. Onun Avrupa’daki var¬lığı ve tek tek ve birlikte Avrupa ülkeleri üzerindeki ekonomik ve siyasal etkinliği, hâlâ önemli ölçüde devam etmektedir. Güm¬rük Birliği antlaşmasının tüm hükümleriyle uygulanmaya başlanmasının Avrupa ile ABD arasındaki ekonomik kavgayı daha bir şid-detlendireceği ama Avrupa’daki Amerikan varlığı aracılığı ile ABD’ye yeni olanaklar da sunacağı şimdiden görülmektedir.

AVRUPA TOPLULUKLARININ ÖRGÜTLENMESİ
Avrupa Toplulukları üyesi ülkeler, yalnız¬ca kendi ülkelerinin ekonomik bakımdan to¬parlanmalarını sağlamak amacıyla değil, sa¬hip oldukları ekonomik güç oranında başka ülkelere yönelik yayılmalarını da gerçekleşti¬rebilmek ve bu yayılmayı birlik halinde ko¬laylaştırmak üzere çeşitli organlar kurarak örgütlenmelerini ilerlettiler. Kendi başlarına yapmaya güç yetiremediklerini, birlik halin¬de ve pastadan pay almak üzere yapmak için kurulan bu organlar etrafında birlikleri¬ni örgütlemek, yalnızca kendi ülkeleri söz konusu olduğunda değil, başka ülkelerle iliş¬kiler açısından da ABD ve gelişme yoluna gi¬ren Japonya karşısında, onlara üstünlükler sağlayacaktı. Başta ABD ve sonra Japonya karşısında aralarındaki çelişmeleri en aza in¬dirgemek ve yayılmalarını kolaylaştırmak üzere, uluslararası tröst ve kartellerin gereği olan ve giderek siyasal içerik de kazanan bağlayıcı yaptırımları da olan, üst yönetim organları oluşturuldu. Önceleri etkileri az, çünkü bağlayıcılıkları sınırlı ve karar konusu dışındaki istisna alanların bol olduğu durum¬dan, etki alanlarının genişlediği istisna alan¬larının azalıp sınırlandığı koşulların oluşma¬sına doğru bir gelişme görüldü. Topluluğun örgütlenmesi giderek sıkılaştı, organlar daha fonksiyonel oldular.
Avrupa Topluluğu’nun kurumsal yapılan¬ması, geleneksel uluslararası örgütlenmeler¬den görece farklı olmuştur. Bunda yalnızca geçiş sürecinin uzunluğu etkili olmamıştır. Avrupa ülkelerinin aralarındaki çelişmeleri mümkün olan yumuşaklıkla çözmeyi önleri¬ne koyan; güç oluşturma ve yayılmacı çıkar¬ları gerçekleştirebilmeyi esas alan; tekelci, emperyalist emellerin hayat bulması yaklaşı¬mından kaynaklanan tutumları ve araların¬da Fransa ve Almanya gibi birbirlerine ko¬laylıkla diş geçiremeyecek ülkelerin bulunması gibi nedenler, bugünkü örgüt bi¬çimlerinin orijinalitesini şekillendirmişti. İl¬hak vb. yollarla dayatılmış birlik ya da eko¬nomik ilhak ve yutma vb. yollarla kendine bağlamanın gerekli kılacağı türden biçimler görülmediği gibi; henüz tam birlik örgütlen¬mesi ve onun organları da mümkün olma¬makta ve bu durum, Avrupa Topluluğu ör¬gütlenmesinin “demokratik” görünümünü oluşturmaktadır.
Birlik, kaçınılmazlıkla şu Avrupa ülkesi¬nin daha çok, diğerinin daha az çıkarına, hatta bazen çıkarına olmayarak, ama görece zararlı çıkan ülke tekelci burjuvazisinin olmazlayamayacağı çünkü başka türlü davranmasının daha çok çıkarlarına aykırı olacağı dayatılmış güç ilişkileri, kuşkusuz ekonomik güç ilişkileri temelinde gerçekleşmekte ve birliğin örgüt biçimleri de bu çerçevede oluşmaktadır. Ancak şu var ki durum ve so¬nuçları, her ülke tekelci burjuvazisi tarafın¬dan olabilecek en lehte durum olarak içselleştirilmekte ve mevcut güç dengeleri, rekabet içinde bulunulan ABD ve Japonya gibi rakipler ve pazar kazanmaya yönelik emeller, bunlarla farklı güçler arasındaki çok yönlü ilişki, bugünkü demokratik görü¬nümlü içselleştirmelerin temel nedenini oluşturmaktadır. Doğal ki, bu, bugünkü du¬rumdur. Yarın, farklı şekillenmeler olasıdır. Farklı güç ilişkileri ve dengeleri farklı sonuç¬lara kuşkusuz yol açabilir. Ve zaten her ülke¬nin tekelci burjuvazisi, tamamen güç ilişkile¬rinin oluşturduğu bugünkü güçler dengesin¬de gerçekleştirmeye çalıştığı kendi çıkarlarının gereğini yapmaktadır.
Bugüne gelen süreçte Avrupa ülkelerinin tekelci burjuvazileri, dişe diş çekişmeler, kendi aralarında dikte etmeler, dayatmalar, hatta güç gösterileriyle uzun tartışmalar ara¬cılığıyla ve hâlâ çeşitli istisna kayıtlarını kap-sayarak ortak
-gümrük birliği politikası,
-sanayi politikası,
-tarım politikası,
-ticaret politikası,
-taşıma politikası,
-para politikası,
-azgelişmiş topluluk yöreleri politikası,
-rekabet kuralları politikası,
-vergi politikası,
-vatandaşlık politikası; saptamışlardır.
Her şey bir yana, bu politikaların yürütü¬lebilmesi ve bu alanlarda girişimlerde bulunulabilmesi; birbirleriyle ilişki halindeki ulusal organları, onların karşılıklı olarak ala¬cakları kararlar ve bunların uyumunun göze¬tilmesini yeterli olmaktan çıkarmıştır. Önce¬leri yalnızca denetsel işlevle çalışsa ve bir arada alınan kararlar çok dar alanları kapsa¬sa da; giderek doğrudan icrai organlar ve karar alanlarının genişlemesi yönünde ilerlemelerin gerçekleşmesiyle ve belki de uluslar-üstü nitelikte kurumsal bir yapılanma or¬ganlarıyla birlikte her geçen gün daha bir zorunlu hale gelmiş, üye ülkeler şimdiden bazı konularda ulusal yetkilerini topluluk organlarına devretmişlerdir. Kuşkusuz, henüz geri dönülmez bir süreç oluşmamıştır ve hâlâ her ülke kendi devlet örgütüne sahiptir ve ortak kararlar hâlâ bu devlet örgütlerinin denetimi altında, onayıyla ve aracılığıyla uy¬gulanmaktadır. Üyeler, çeşitli gerekçelerle ortaklıktan ayrılabilme hakkına sahiptir ama bir yandan da üyelerin tümünü kapsa-yan ortak bir devlet örgütünün kuruluşuna doğru da gidilmekte, böyle bir örgüt çeşitli organlarıyla inşa edilmekte ve organizasyon ilerledikçe işlevselleşmektedir. Bugünden bir ortak Avrupa bürokrasisi sadece doğma¬mış, üstelik epey serpilip gelişmiştir de. He¬nüz karar yetkileri ve sıklet merkezi ortaklı¬ğa ait olmasa bile, ortak bir ordu kuruluşuna da başlanmıştır. Birlik örgütlen¬mesinin, temel örgütsel alanlara da yöneldi¬ği görülmektedir.
Böyle örgütsel bir varoluşa geçişin, Avru¬pa ülkeleri burjuvazileri arasında belli başlı temel konu ve alanlarda, rekabeti ve sürtüş¬meleri dışlamayan, ama giderek de güçlenen bir yakınlaşmanın, ortak çıkarlar ve uyumun sonucu olabileceği ve olduğu tahmin edilebi¬lir. Ama özellikle sürecin belirli bir anından itibaren bizzat bu kurumlar ve izledikleri ortaklaştırılmış politikaların varlığının, birliği giderek daha fazla koşullandırdığını; çıkar ortaklığının alanını genişletme, uyumu pe¬kiştirme, aradaki çelişmeleri yumuşatıp gi¬derme yönünde rol oynayacağını ve oynadı¬ğını söylemek doğru olacaktır.
“Birleşmiş Avrupa”, böylelikle bugünden diğer ülkeler emperyalist burjuvazisiyle eko¬nomik ve siyasal kavgasında zırhını kuşan¬maktadır; onlarla kavga şimdiden tek tek Avrupa ülkelerinin kavgası olmaktan çıkıp Avrupa dayanışmasının kavgası olmaya dö¬nüşmekte, bu, Avrupa Birliği’nin organları¬nın zorunluluğunu artırıcı bir faktör olma¬nın yanında, dayanışma ve birlik geliştikçe kavga daha zorlu ve sert bir türüne doğru gelişmektedir. Bizatihi bu kavga, “Avrupa Birliği”nin itici güçlerinden biridir.
“Birleşmiş Avrupa”, bugünden işçi sınıfı¬na karşı zırhını kuşanmaktadır. Tek tek her Avrupa ülkesinde, burjuvazi ile işçi sınıfı ara¬sındaki zaten uluslararası niteliğe sahip kav¬galar, şimdiden birliğin artırdığı burjuva ola-naklar çerçevesinde gelişmeye başlamıştır. İşçi sınıfı, tek tek her ülkede, karşısında yal¬nızca “kendi” burjuvazisini değil, olanakları¬nı dayanışmanın ötesinde birleştirerek uluslararasılaşmasını ekonomik alandan, giderek siyasal alana da yaymaya yönelmiş bir burju¬vaziyi bulmaya başlamıştır. Savaş alam, her geçen gün ülke sınırlarını aşmakta, işçi sınıfı için uluslararası dayanışmanın ötesinde sıkı örgütsel yapılar zorunlu hale gelmektedir. “Avrupa Birleşik Devletleri”, gerçekleşme ışıkları yandıkça, Lenin’in yüzyılın başında belirttiği gibi sosyalizme karşı bir birlik ola¬rak gündeme gelmektedir.
“Birleşmiş Avrupa”, bugünden diğer ülke¬lere, özellikle geri ülkelere yöneltilmiş bir tehdit ve sömürgen emperyalist, yağmacı bir Avrupa olarak var olmaktadır. “Birleşmiş Av¬rupa”, bugünden geri ülkeler karşısında ya¬yılmacı bir güç olarak yer alırken, yayılma ve bu yayılma içinde diğer emperyalist ülke¬lerle hesaplaşma, birliğin temel itici güçle¬rinden birini oluşturmaktadır. Birlik; yayıl¬macılığı ve koşullarını kolaylaştırıp elverişli hale getirmekte, Avrupalı burjuvazinin ola¬naklarını bu yönüyle de artırmaktadır. Türki¬ye gibi ülkelere başından beri dikte ettirilen eşit olmayan sömürgeci ortaklık ve Balkan¬lar, eski Sovyet Asya’sı ve Afrika’ya yönelik sömürgeci yönelim ve ataklar, şimdiden bel¬li başlı göstergeler olarak gözler önündedir.
Topluluk organlarının geleneksel ulusla¬rarası örgütlenmelerden farklılığını açık olarak belirleyebilmek için, her birinin kuruluş gerekçeleri ve görevlerine bir göz atmak ye¬rinde olacaktır.

AVRUPA TOPLULUĞUNUN ORGANLARI

Başlangıçta daha çok denetim ağırlıklı olarak hayata geçen topluluk organları, gi¬derek icra organlarına da dönüşmüştür ve genel olarak icrai ve denetim organları ola¬rak iki grupta toplanmaktadır. Bunlardan Avrupa Konseyi ve Avrupa Parlamentosu ic¬rai karar organları olup, Avrupa Adalet Divanı ise denetleyici bir fonksiyona sahiptir.
Avrupa Konseyi:
Avrupa Topluluğu kurucuları “Avrupa Konseyi” adını alan bir üst siyasal organ kurmuşlardır. Konsey, kendisine Avrupa Ko¬misyonu tarafından sunulan genel kapsama sahip bir memorandum veya belirli bir so¬run etrafında yoğunlaşan bir öneri aldığı za¬man; bu konuda yapacağı görüşmelerin ha¬zırlanması, raporların vb. düzenlenmesi görevini Daimi Temsilciler Komitesi’ne ver¬mektedir. Daimi Temsilciler Komitesi ise, ba¬zıları daimi nitelikte olan çok sayıda komite ve çalışma gruplarına dayanarak çalışmaları¬nı yürütmektedir.
Konsey, her üye devletin hükümet üyele¬rinden birinin katılımıyla oluşmaktadır. Bu¬gün Konsey’in 12 üyesi vardır ve üyeler ge¬nellikle Dışişleri, Maliye, Tarım, Ulaştırma ve Enerji bakanlarından teşkil olmaktadır.
Bu bileşim, henüz üye devletlerin, tek tek örgütlenmelerinin belirleyici olan fonksi¬yonuna işaret etmektedir. Konsey’in kararla¬rı, hâlâ, tek tek hükümetler temel birim ola¬rak, onların kararlarına dayanılarak ve bu kararların uyum hali aranarak alınmakta ve yine tek tek bu hükümetler tarafından uygu¬lanmaktadır. Esas icrai organlar bugün de tek tek hükümetlerdir; ancak Konsey’de de ) kararlar alınmakta ve genellikle bunlar hükümetlerin politikaları ile çelişki içinde ol¬mayan ama uyum gözetilerek tek tek hükümetlere ait olmaktan çıkarılarak, birliği kapsamak üzere geliştirilmiş kararlar olmak¬tadır. Kararlar, çoğunlukla çelişkilerin geçer¬li olduğu konularda alınmakta, belirli bir kavgayı gereksinmekte ve uzlaşmayı ifade¬lendirmektedir. Uzlaşmaysa; kuşkusuz, güce ve olanaklara sahip ülke lehine gerçekleş¬mekte, ama daha az güç ve olanaklara sahip olanların dışlanması yoluna gidilmemek ve belirli bir noktada uyum, karşılıklı emperya¬list çıkarlar gereği öngörülmektedir.
Konseyin, uzlaştırma amaçlı icrai bir or¬gan olarak başlıca iki görevi vardır: İlki, Topluluk kurucu antlaşmalarında öngörülen birliğe yönelik amaçları gerçekleştirmek ve üye devletlerin genel ekonomik politikaları¬nın eşgüdümünü sağlamaktır. Konsey’in bel¬li başlı tartışma ve kararlarında şimdiye ka¬dar ekonomik politikalar ağırlıklı olmuştur. Başlıca ekonomik politikalardaki farklılıkları ve altında yatan çıkar farklılıklarının belirli bir uzlaşma sağlanması ve bunun için karşı¬lıklı tavizler verilmesi’ aracılığı ile aşılması, Konsey gündeminin büyük bir bölümünü doldurmuştur.
Konsey’in ikinci görevi ise, Topluluk üye¬leri arasındaki ekonomik ve sosyal dayanış¬mayı güçlendirmek, bunun için ülkelerin bir¬birlerine gerekli destekleri sunmasını organize etmek ve dayanışmayı siyasal işbir¬liğine ve birliğe dönüştürmektir.
Avrupa Konseyi toplantıları ve Avrupa Parlamentosu’nun tek dereceli olarak doğru¬dan seçilmesi gibi gelişmeler ve kuşkusuz bunların temelini oluşturan başlıca ekono¬mik konularda, farklı ülke sermayeleri arasında sağlanan çıkar yakınlaşması, hükümet başkanlarının 1972’de yaptıkları toplantıda Topluluk’a üye ülkeler arasındaki ilişkilerin bir “Avrupa Birliği”ne dönüştürülmesi kara¬rının alınmasını gündeme getirmiştir. Avru¬pa Birliği süreci, bu tarihten itibaren daha bir hızlanarak ilerlemektedir.
Avrupa Topluluğu Komisyonu:
Avrupa Topluluğu Komisyonu, yine bir anlamda topluluğun eşgüdümünü sağlayan bir üst kuruluştur. Komisyon, fonksiyonel olarak, antlaşmaların uygulanmasının yanı sıra, Topluluk politikalarına yön veren ve hatta Topluluk’un çıkarlarını uzun vadeli olarak gözeten yetkilerle donatılmıştır. Kon¬sey gibi komisyon da, bir uzlaştırma organı olarak şekillenmiştir. Uzlaşma ise, yalnızca çıkar çelişme ve çatışmalarının ortaya çıktığı konularda değil, saptanmış ortak politikala¬ra uygun olarak uzun vadeli gelişme pers¬pektifleri açısından da söz konusu olmakta¬dır.
Komisyonun birinci görevi, Topluluk ku¬rallarını koyan, tek tek ülkelerin hukuklarıyla uyumlu bir topluluk hukuku geliştiren ol¬dukça pratik bir tür yasa kuyuculuktur.
İkinci görevi, Topluluk’un yürütme orga¬nı işlevini görmektir.
Komisyon’un üçüncü görevi ise, üye dev¬letlerin Topluluk’un kurucu antlaşmalarına uygun davranıp davranmadıklarını izlemek, gerekli olduğu durumlarda üye devletlerin antlaşmalara uymaları bakımından dikkatle¬rini çekmektir. Komisyon, uyarılarına uyma¬yan üye devletler üzerinde doğrudan bir yaptırım uygulama gücüne sahip olmadığı gibi, kendi başına politikalar saptayıp uygu¬lama yetkisine de sahip değildir. Ancak, uyarılarına uymayan tek tek üye ülkelere karşı
Avrupa Topluluğu Adalet Divanı önünde da¬va açma yetkisi vardır.
Konsey, bunlardan başka, Konsey kararlarının taslağını hazırlama görevini yüklen¬miştir ve ayrıca Konsey’e tavsiye ve görüşle¬rini bildirme yükümlülüğü vardır.
Avrupa Parlamentosu:
Avrupa Parlamentosu bugün 518 millet¬vekilinden oluşmaktadır. Başlangıçtan farklı olarak, her üye ülkede Avrupa Parlamentosu milletvekilleri ayrı bir seçimle doğrudan se¬çilmektedir. Ama genel olarak olduğu gibi son Avrupa Parlamentosu seçimlerine katı¬lım oranlarının düşüklüğünün de gösterdiği gibi, bu organ, pek fonksiyonel bir organ ol¬madığı gibi, yönetsel bir organ da değildir. Bu durumuyla tek tek ülkelerin parlamentolarının yönetsel mekanizmalar içinde sahip olduğu fonksiyonu aynıyla yansıtmaktadır. Tek tek ülkeler yönetsel organlarından baş¬layarak başka organlarda alınmış kararlan onaylayan Avrupa işçi sınıfı ve emekçilerini, “Avrupa Birliği” lehinde avutmaya yönelik gürültü çıkana ,”moral” ağırlıklı bir organ¬dır. Yine de tek tek ülkelerde verilmeye çalı¬şılan görüntüye benzer göstermelik görevler¬le donatılmıştır. Avrupa Konsey ve Komisyonu’nu denetlemek ve Topluluk büt¬çesinin oluşturulmasına katılıp onaylamak gibi. Üye ülkelerin “Meclis Komisyonları”na benzer çeşitli uzmanlık komiteleri vardır. Parlamento “görevlerini” bu uzmanlık komi¬telerine havale etmek aracılığı ile yerine ge¬tirmektedir ve bugün bu komitelerin sayısı 18’dir. Bunlar; siyasal, sosyal, ekonomik, tarım, balıkçılık, gıda vb. konularda çalışmalar yürütmektedirler.
Avrupa Parlamentosu’nda parlamenter¬ler, Avrupa Birliği eğilimini de yansıtmak üzere kendi ülkelerine göre değil, sahip ol¬dukları siyasal eğilimlere göre gruplaşmakta¬dırlar. Sosyalistler (sosyal demokratlar), Av¬rupa Halkçı Parti grubu (Hıristiyan demokratlar), komünistler (revizyonistler), liberaller vb. gibi.
Adalet Divanı:
Avrupa Topluluğu bağımsız yargı organı olarak nitelendirilen, ama kuşkusuz burjuva göstermelik “bağımsızlığa” sahip olmanın ötesinde, gücünü; kendi yaptırım olanakla¬rından değil, -çünkü bir mahkeme olarak parçası olduğu silahlı ordu ve polis güçleriy¬le, hapishane vb. kurumlara sahip bir birlik devleti henüz bulunmuyor- üyelerin gönül¬lü katılımından ve daha da çok, sahip oldu¬ğu uluslar ötesi prestijden alan Adalet Diva¬nı, yine başlıca bir moral kuruluşudur. 13 yargıcın yanında, savcı ve Divan’ın kalem iş¬lerini yürüten bir mahkeme başkâtibinden oluşmaktadır.
Adalet Divanı, üye ülkelerden birine yö¬neltilen kurucu antlaşmalara ve topluluk hu¬kuku kurallarına uygun davranmama iddia¬ları, Roma Antlaşması’nın yorumu, topluluk yönetimi ile personeli arasında çıkan anlaş-mazlıkların çözümü gibi konulan ele alıp in¬celer ve karara bağlar. Adalet Divanı karar¬ları kesindir, temyiz edilemez; ancak, tüm üyeler için bağlayıcı ve uyulması zorunlu ol¬makla birlikte uygulanma şansı, karara konu olan üye devletlerin kabulüne bağlıdır. Kuş¬kusuz kararlara uymama, üyeliğin düşmesine varacak bir sürecin başlangıcını oluştura¬bilir, ama genel olarak uzlaşma üzerine kurulu topluluk, üyelerin temel yönelimini oluşturan yakınlaşma, birliğe gidiş ve bunun unsuru olan uzlaşma eğilimini tarih yapacak dönemeçler söz konusu olmadıkça, bu tür gelişmelerden kaçınacak ve kuşkusuz Adalet Divanı da bu durumu gözeterek uzlaşmayı imkânsızlaştıracak kararlardan kaçınacaktır, bugüne dek de kaçınmıştır. Topluluğun tüm organlarına yön veren temel yaklaşım, bu¬gün için dağılma değil; uyum, uzlaşma ve birliğe yönelmedir. Divan kararlarının bağla-yıcılığından önce ortaya çıkışı da bu çerçeve¬de, ulusal çıkarların görmezden gelinmeden olmaktadır.
Topluluğun, Avrupa Yatının Bankası ve Sayıştay gibi ek organları da vardır.

TOPLULUK’UN FİNANSMANI

Avrupa Topluluğu’nun cari giderleri oldu¬ğu kadar hedefleri ve işleyişi için gerekli olan harcamaları, vergi karakterli kaynakla¬ra dayandırılmıştır. Özellikle tarım ürünleri ithalatından alınan fonlar ve gümrük ve kat¬ma değer vergilerinden alınan paylar temel öneme sahip kaynaklardır. Topluluğun belli başlı finans kaynakları, ortak gümrük tarife hâsılatı, tarımsal vergiler ve katma değer vergisinden alınan paylardır.
Ortak Gümrük Tarifesi Hâsılatı, Topluluk’un “Gümrük Birliği” temeli üzerinde ku¬rulmuş olması ve izlediği ortak dış ticaret politikasının bir sonucu olarak ortaya çık¬maktadır. Bu gelirleri, üye ülkelerin gümrük idareleri, topluluk adına tahsil ederler.
Tarımsal Vergiler, Topluluk’un uyguladığı ortak tarım politikasının bir sonucu olarak elde edilir. Tarımsal vergiler, Topluluk’a üye olmayan üçüncü ülkelerden ithal edilen ta¬rım ürünlerinin fiyatlarının üzerine konulur ve ölçüsü, her ürün için topluluk destekleme fiyatı ile uluslararası piyasa fiyatı arasındaki farka eşit olarak saptanan miktardır. Bu ver¬giler de, topluluk adına üye ülkelerin mali idareleri tarafından tahsil edilir ve Topluluk
Bütçesi içinde yer alan Avrupa Tarım Garan¬ti ve Yönlendirme Fonu’nda toplanır.
Bu vergilendirme, açıkça anlaşıldığı üze¬re topluluk üyesi tarım ürünleri üreticisi ül¬keleri, onların tarımını ya da genel olarak çıkarlarını korumak üzere, onlara verilmiş tavizler olarak alınmış önlemlerdir. Bu yolla hayvansal ürünler sektöründe başlıca Hollanda ve örneğin tarımsal ürünler sektörün¬de şarapçılığı gelişkin Fransa gibi ülkeler, açıktan gümrük vergilendirilmesi yoluyla, yalnızca üçüncü ülkeler aleyhine değil, ta¬rımsal üretici olmayan Avrupa ülkeleri aley¬hine de korunmaktadır. Tarım üreticilerine sunulan bu destek, belki uzun vadeli ekono¬mik, belki de siyasal-stratejik nedenlerle di¬ğerleri tarafından birlik amacıyla kabullenil¬miştir.
Topluluk, katma değer vergisi üzerinden de bir pay almaktadır. Tüm üye ülkelerde matrahları uyumlandırılmış katma değer vergisinin yüzde birlik bölümü, topluluğa ayrılmıştır.
Tüm bu gelir kaynakları, topluluğun fi¬nansmanı için bir fonda toplanmaktadır.
Bu fonun kullanımında da üye ülkeler açı¬sından eşitsizlikler ortaya çıkmakta bu eşit¬sizliklere, birlik yaklaşımıyla ve ülkeler ara¬sındaki fiili eşitsizliklerin giderilmesine katkı amacıyla katlanılmaktadır. Bazı üye ülkeler, bu fona ek katkılarda bulunurken di¬ğer bazıları ise fondan önemli miktarlarda yardımlar almışlar ve almaktadırlar.
Örneğin İtalya, Portekiz ve İspanya, top¬luluğa üye olurken fondan büyük destekler almışlar ve bu, ekonomilerini ve belli başlı sektörlerini diğer ülkelerin standardına ulaş¬tırmaya yardım amacıyla açıklanmıştır.
Kuşkusuz, hiçbir kapitalist ülke çıkarı ol¬madıkça bir başkasına yardım etmez. Karşı¬lıksız yardım, kapitalizmin doğasına aykırı¬dır. Birliğin pazar olanakları, başka pazarla¬ra yönelmede olumlu rolü, siyasal-stratejik önemi ve sağlayacaktan vb. gibi unsurlar, Topluluk içinde geri ve daha az gelişkin ko¬numda bulunan ülkelere çeşitli ekonomik ta¬vizler veren ve sözde onların ekonomileri¬nin gelişmesine katkıda bulunan daha ileri ülkelerin bu destekler için “ikna olmalarını” sağlayan başlıca nedenler arasındadır. Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmemekte, an¬cak bunun hesapları da inceden inceye yapıl¬maktadır.
Örneğin Türkiye, yıllar öncesinden Topluluk’a üyelik antlaşmasını imzalamasına kar¬şın, bu “ince” hesaplar yapıldığında kârlı bu¬lunmadığı için özenle topluluğun dışında ve uzağında tutulduğu gibi, şimdiye kadar fon¬dan hiçbir destek de görmemiştir. Gerekçe ise hazırdır. Yunanistan, daima neden göste¬rilerek tercih ondan yana kullanılmıştır. Bir başka gerekçe Türkiye’nin “askeri demokra¬sisi”dir. Bunlar kuşkusuz gerçek gerekçe ya da nedenler değillerdir. “İnce hesap” tut¬mamaktadır.
Türkiye’ye biçilen, sömürgelik statüsü¬dür. Tam üyelik başvuruları Roma Antlaşma¬sından bu yana reddedilen Türkiye’ye yeşil ışık, Topluluk üyeliği dışı Gümrük Birliği üyeliği açısından yakılmış, Türkiye, bugüne dek attığı imzaların zorunlu bir sonucu ola¬rak Gümrük Birliği’nin kapısına dayanmıştır. Topluluğa yine de üye olamayacak, ama Gümrük Birliği’ne katılacaktır.
Bunun anlamı açıktır. Türkiye, Topluluk üyeliğinin haklarından yararlanamayacak, örneğin işçileri için serbest dolaşım hakkın¬dan ve ekonomisini “Avrupa standardına ulaştırmak için gerekli destekler”den faydalanamayacak; ama pazarını Avrupa ülkelerinin sermayesine ardına kadar açacak, onlar¬la tüm alışverişlerini gümrüksüz yapacaktır. Koruma ile zor ayakta duran sanayinin, gümrük duvarlarının korumasından yoksun kaldığında, içine düşeceği yok oluş batağı, herkesçe görülebilir durumdadır. Rekabet olanaklarına sahip olmayan Türk sanayisi, Avrupa sanayi ürünleri karşısında çökecek¬tir. Ülkenin yeraltı ve yerüstü zenginlikleri, gümrük koruması tümüyle kaldırılacağından tam bir yağma konusu olacaktır. Üstelik ül¬ke ekonomisi, üçüncü ülkelere transit taşı¬macılıktan bugün almakta olduğu ayakbastı parası vb. türünden harçlardan da yoksun kalarak hemen bütün gelir kaynakları tüke¬tilmiş ve tamamen ilhak edilmiş bir sömür¬ge görünümü alacaktır.
Avrupa Topluluğu üyeliğinin yol açacağı sömürgeleşmede farklı boyutlar kazanma sü¬reci, yalnızca Gümrük Birliği üyeliği yoluyla olağanüstü hızlandırılmış olmaktadır.
Türkiye, bu süreci kesintiye uğratabilme olanağına da sahip değildir. Belki gösterece¬ği isteksizliğin kırılması amacıyla, “karşılaşa¬cağı zararların giderilmesi” gerekçe gösteri¬lerek sağlanacak birtakım “yardımlara” mazhar olacaktır. Hepsi bu.

TOPLULUK’A KATILMADA TÜRKİYE’NİN ÜSTLENDİĞİ YÜKÜMLÜLÜKLER

Topluluk’a üye olmak, ekonomik olduğu kadar siyasal bir tercihtir de. Bu bakımdan üyelik için gerekli ve üstlenilmesi zorunlu yükümlülükler, salt ekonomik çerçeve ile sınırlandırılmamıştır.
Öncelikle Türkiye’ye üyelik karşılığında vaat edilenler üzerinde durulmalıdır. Toplu¬luğun da Türkiye’ye karşı yükümlülüklerinin sözü edilmektedir.
Buna göre; Türkiye’nin lehine olarak Toplulukla arasında Gümrük Birliği tam ola¬rak gerçekleştirilecektir. Türk mallarının top¬luluğa üye ülkelere girişinde gümrük muafi¬yeti ve tam liberasyon uygulanacaktır. Türk tarım ürünlerinin, örneğin Topluluk’a itha¬linde, herhangi bir prelevman, hiçbir harç vb. alınmayacaktır. Ve her türlü miktar kısıt¬laması ve kota kaldırılacaktır. Bu yükümlü¬lükler, Türkiye, Gümrük Birliği’ne üye oldu¬ğunda uygulanacaktır. Ama Türkiye, Avrupa Topluluğu’na üye olmadığı için örneğin üye ülkelerin üçüncü ülkeler karşısında yararlan¬dığı tarım korumasından yararlanamayacak¬tır. Örneğin tekstilde de, Türkiye, Avrupa ülkeleriyle rekabet koşullarını yakalasa bile, üçüncü ülkeler karşısında korunmasız olaca¬ğı için, emek-gücünün olağanüstü ucuz oldu¬ğu Bangladeş, Pakistan, Çin gibi ülkelerin re¬kabetine dayanamayacaktır.
Üye olacak Türkiye’ye vaat edilen diğer tüm özendirici görülebilecek yükümlülükler, bu durumda, uygulanabilir olmayacaktır. Bunlara bugüne kadar hiç uymayan topluluk üyesi ülkelerin ve Topluluk’un, bundan son¬ra uyması için hiçbir neden yoktur.
Yükümlülükler arasında sayılan Türki¬ye’nin emek-gücü pazarına serbestçe girebil¬mesi, AT ülkelerinde serbest dolaşımı ger¬çekleşmeyecektir. Türkiyeli işçilerin, Topluluk ülkelerinde serbestçe ve ücretler ve sosyal güvenlik vb. yönleriyle eşit koşul¬larda çalışmalarına izin verilmeyecektir.
TC vatandaşlarının AT ülkelerine serbest¬çe yerleşmeleri ve serbestçe işyeri açıp çalış¬malarına müsaade edilmeyecektir.
Türkiye, Topluluk’un mali yardım ve des¬tekleme olanaklarından, vaat edilmesine karşın bugüne kadar yararlanamamıştır; bundan sonra da yararlanamayacaktır. Avru¬pa Yatırım Bankası, Bölgesel Fon, Sosyal Fon ve Tarımsal Fon (FEOGA-Avrupa Tarım¬sal Yönlendirme ve Garanti Fonu)’dan eşit şartlarla yararlanamamıştır, yararlanamaya¬caktır.
Vaatlere göre Türkiye, Topluluk Organla¬rında diğer ülkelerle eşit şartlarla yer alıp temsil olunacak, Topluluk yönetiminde hak sahibi olmanın yanında Topluluk kuruluşla¬rında Türkiyeli memurlar için de kontenjan ayrılacaktı. Bu yükümlülük de karşılanma¬mıştır ve bundan sonra karşılanması ise ola¬naksız olacaktır.
Topluluk, hiçbir yükümlülüğüne uyma¬mıştır. Geriye, kala kala tam köleleştirici ve hemen hiçbir şey “vermeden” köleleştirici Gümrük Birliği üyeliği kalmıştır. ’95’de gün¬demde olan budur.
Türkiye’nin uyamadığı yükümlülükler de olmamış değildir. Örneğin Gümrüklerde tak¬vime bağlanan indirimlere uyamamıştır Tür¬kiye. Şimdiyse gümrükleri sıfırlamaya boyun eğmek durumundadır. Nasıl yapacaktır bunu ve sonuçlarına nasıl katlanacaktır? Türk te¬kelci burjuvazisinin satamayacağı hiçbir şey kuşkusuz yoktur. Peki ya işçi sınıfı? O, bu¬günden gündeme getirilmiş özelleştirmelere karşı savaş bayraklarını yükseltmektedir. Gümrük Birliği üyeliği ile yakından bağlantı¬lı özelleştirmeye karşı, ülkenin sağlam tek gücü durumundadır. KİT’lerin bugünden özellikle yabancı sermayeye satışında olanca özendirici önlemler getirilmesi boşuna değil¬dir. Gümrükler sıfırlandığında beş para et¬meyecek yüklerden bugün para karşılığı kurtulmak pek akıllıca sanılmaktadır.

GÜMRÜK BİRLİĞİ (ROMA ANTLAŞMASININ HÜKÜMLERİ)

Uygulama zamanı yaklaştıkça medyatik tartışmalarda kapladığı yeri de genişleyen
Gümrük Birliği, hemen önündeki, kaçınılma¬sı neredeyse olanaksız bir adım olarak Tür¬kiye’yi yakından ilgilendirmektedir.
Roma Antlaşması’nın 9. maddesine göre, “Topluluk, mal alışverişlerinin tümünü kap¬sayan ve üye devletlerarasında ithalat ve ih¬racatta alınan gümrük vergileri ile eş etkili bütün yükümlülükleri yasaklayan ve üçüncü ülkelerle ilişkilerde ortak bir gümrük tarife¬sinin uygulanmasına dayanan bir gümrük birliği üzerine kurulmuştur.”
Bu maddeyle, Topluluk içinde malların serbest dolaşımını olumsuz yönde etkileyen gümrük vergileri ve onlarla eş etkili, onların yerine üstü kapalı olarak ikame edilecek di¬ğer yükümlülüklerin kaldırılması amaçlanmaktadır. Türkiye de şimdiden kurtuluş ola¬rak gümrük vergilerinin yerine yeni vergi ya da harçlar icat edilmesi çabası içine giril¬miş ve bu yönde tartışmalar başlamıştır. An¬cak eş etkili hiçbir yükümlülük kalmaması gerektiği açıkça belirlenmiştir. Ve Roma Ant¬laşması’nın serbest dolaşım kuralı, yalnızca üye devlet menşeli mallar açısından ve yal¬nızca topluluk içi ticareti ilgilendirerek ge¬çerli değildir. Örneğin Türkiye’den üçüncü ülkelere çıkış yapan Alman mallan açısın¬dan, Almanya ile Türkiye arasında gümrük tarifesi sıfır olduğu gibi, üçüncü ülkelerden topluluğa giren ve ithal işlemleri üye ülkele¬rin herhangi birinde tamamlanmış mallar açısından da aynı kural geçerlidir. Örneğin Türkiye, Gümrük Birliği içinde yer aldığı du¬rumda, yalnızca ihracat yapabildiğinde kaza¬nacaktır. Doğal ki, bu ihracatı zararına yap¬mazsa!
Roma Antlaşması, ekonomik birliğe geçişi belirli bir kategori içinde değerlendirmekte¬dir ve gümrük birliği açık bir biçimde toplu¬luğa üye ülkelerin ekonomilerinin bütün yönleriyle entegrasyonunun ihtiyaçları arasında söz konusu olmaktadır. Öncelikle ön¬görülen ise; mal, hizmet ve kişi dolaşımını engelleyen sınırlamalar kaldırılarak dolaşı¬mı etkin kılmak için serbest rekabet koşulla¬rı çerçevesinde uyumlu bir mali politika oluşturmaktır.
Kelaynak gibi, Avrupa Topluluğu’na alın¬mazken Gümrük Birliği’ne zorlanan tek ülke olan Türkiye’nin “orijinalitesi”ni bir yana bı¬rakalım. Gümrük Birliği’nin özü, Avrupa Topluluğu içinde birleşmeye yönelmiş kapitalist ülkelerin tekelci sermayelerine, Avru¬pa çaplı uluslararası entegrasyonda hız ka¬zandırma ve böylelikle üçüncü ülkelere yönelik avantajlar sağlama amacına dayan¬maktadır. Tek pazar, tek para, tek devlet ve tek bir sömürü mekanizması. Hepsinin adım¬ları atılan bu tekelleştirmeci tröstçü yakla¬şım, kuşkusuz ancak Gümrük Birliği uygula¬ması ile anlam kazanmaktadır.
Topluluk üyesi ülkeler, gümrük vergileri¬ni kendi aralarında kaldırırken üçüncü ülke¬lere karşı ortak bir gümrük tarife ve politi¬kası uygulayarak kendi dışlarında rekabet olanaklarını diri tutup geliştirmeyi, hege¬monya ve saldırganlığın gücünü bilemeyi amaçlamaktadırlar.
Türkiye’de ’95’te Gümrük Birliği’ne dâhil olurken, zaten olağanüstü cılız, kolu kanadı iyice budanarak bu rekabetin girdabına ka¬pılacaktır.
Burada güç kazanacaklar olduğu gibi kaybedecekler de olacaktır. Tekelci sermayenin kaybedeceği bir şey yoktur, kazanından da olacaktır. Türk tekelci sermayesi, şimdiye dek biriktirdiklerini aracılıkta, ya da örneğin faiz ve spekülasyon alanlarında değer¬lendirerek kazançlı çıkma olanağını kullanmaya yönelecektir.   Başlıca Amerikan işbirliği yolunu tutmuş olanlar da taraf de¬ğiştirerek bu olanaktan yararlanabilirler; an¬cak ülkeyi kendilerinin ve efendilerinin iste¬diği gibi yönetme alışkanlığından vazgeçme¬yi zül sayarlarsa, ABD’ye dayanarak bu sürecin gelişmesini torpilleme yoluna sapabi¬lirler. Gümrük Birliği’ne girmemenin kısa za¬manda gerçekleştirmesinin tek yolu, bugün için bu olarak görülüyor.
İşçiler, emekçiler ve ülkenin yeraltı ve yerüstü kaynaklan ise yağmalanacakların ba¬şında gelmektedir. Derme çatma sanayinin hemen tümüyle çöküşü, milyonlara milyon¬lar katmasıyla çığ gibi büyüyecek yedek işçi ordusu, tarım üretiminden bile uzak durmak zorunda kalıp dev gibi büyüyen sefalet karşı¬sında ölmek ya da savaşmak seçimini yap¬maya itilecek milyonlarca köylü ve yeraltı zenginliklerinin hunharca yağmalanıp tüketilme yoluna girilmesi… İşte bunlar, tekelci sermaye ve toprak sahipleri bir yana, ülke emekçi halkının zararına yazılacaktır. Ve kaybeden, bütün bir Türkiye halkı olacaktır.
Olanaklı olmayan en iyi durum gerçekleş¬se ve Avrupalı vaizler tüm eski vaatlerini ye¬rine getirseler de, bu durum değişmeyecek¬tir.
Hele bugünkü derin kriz koşullarında Gümrük Birliği’ne balıklama dalmak, işken¬ceyle öldürülmek demektir.
Ancak Gümrük Birliği’nin gerekleri ve da¬yanaklarından biri olan AT’ye katılmak, en iyi durumda “eşit ortak” olarak Topluluk’un “sunduğu olanaklar”dan yararlanmak “lüksü”ne “kavuşmak” da yine ölümdür. Rekabet olanaklarına sahip olmayan bir ekonomiyi, yine tüm zenginlik ve değerleriyle birlikte Avrupa’nın emperyalist ülkelerine peşkeş çekmektir.
Diyelim ki serbest işçi dolaşımı da bahşedilecek Türkiye’ye. Bu durumda Türkiye işçi sı¬nıfı, Almanya ya da Fransa’ya taşındırılacak de¬ğildir.
Üstelik krizin, yıkımı iyice belirgin kıldığı Avrupa’nın kapitalist ülkelerinin son yularda uygulamaya koyduğu politikalar, Türkiye’de yaşana-gelenlerden pek de farklı değildir. Tür¬kiye’de kulakların duymaya alıştığı kemer sık¬ma politikalarının yanında; devlet sübvansi¬yonlarının kaldırılması; eğitim, sağlık, konut, işsizlik yardımları gibi yardımlarda büyük kısıt¬lamalar; özelleştirme, erken emeklilik, çocuk yardımlarının azaltılması, çalışma saatlerinin uzatılıp ücretlerin düşürülmesi vb. vb. tüm Av¬rupa ülkelerinde gündemde olan ekonomik ve sosyal politika ve uygulamalardır.
Avrupa Birliği, Avrupalı tekelci sermayedar¬ların hedefidir. Onların kârlarının artırılma ve dünyadaki etkinliklerinin geliştirilme yoludur. Sermaye, meta ve emek-gücü dolaşımının ser¬bestleşmesi, üretimde kontrollerin azaltılması, emek-gücünün ucuz olduğu ülkelere yatırımla¬rın kolaylaşması, vergi yükünün hafiflemesi gi¬bi “Avrupa Birliği” getirileri, kapitalistlerin tat¬lı rüyalarıdır ve bu “cenneti” onlara “Avrupa Birliği” sunacaktır. Ama bütün bunlar, sınıf üzerindeki sömürü ağlarının güçlenmesi ve sö¬mürünün yoğunlaşması demektir. İşçi ve emekçilerin ülkeden ülkeye serbestçe dolaşa¬bilmeleri ise, kendi özgürlüklerinden çok, sermayenin kârlarının gerçekleştirilmesinin unsu¬ru olacak, işçiler yine her zamanki gibi, iş buldukları yerde çalışma yoksa ölme özgürlük¬lerini kullanabilir olarak kalacaklardır.
Bütün bunlara karşın İçeriğini açıklamaya çalışmış bulunduğumuz “Avrupa Birliği” çeşitli çelişkiler ve gelişim yasaları tarafından baltalanmaktadır. Bu çelişkiler esas olarak şöyle açıklanabilir:
“Avrupa Birliği”, en genel anlamıyla birlik süreci içerisinde yer alan önemli güçlerin (bun¬lar başlıca olarak Almanya, İngiltere ve Fran¬sa’dır) dünya pazarında ortak hareket etmeleri¬nin aracı olarak ortaya çıkmaktadır. Diğer yandan, göreceği bir işlev de, başlıca olarak Amerikan ve Japon tekellerine karşı korunma ve bunlar karşısında kendi durumlarım güçlen¬dirmektir. Ancak, Avrupa Birliği sürecinde yer alan önemli emperyalist güçlerin böylesi ortak amaçlan ve çıkar birliklerinin yanında, her bi¬risinin kendi ayrı çıkarları ve bu doğrultuda gi-riştikleri ekonomik ve politik yönelimleri de vardır. Bu açıdan bakıldığında Avrupa Birliği’nin çelişkili bir birlik oluğu görülecektir. Bü¬tün bu çelişkilerin bugün kazanmış olduğu boyutlar bile, Avrupa Birliği’nin geleceğinin belirsiz ve tehdit altında olduğunu göstermektedir.(Bu konuda ayrıntılı bilgi için, Özgürlük Dünyası’nın 66. sayısında yer alan, “Emperyalizmin Sertleşen Çelişkileri ve …” başlıklıyazıya bakınız.)
“Avrupa Birliği”, Türkiye işçi sınıfı ve emek¬çileri için ölüm ve Türkiye’nin iyiden iyiye soy¬suzlaşması anlamına geldiği gibi, Avrupa işçi sı¬nıfı açısından da sömürü ve kapitalist baskının yoğunlaşmasından başka anlam taşımamakta¬dır.
Avrupa işçi sınıfı olsun Türkiyeli sınıf kar¬deşleri olsun, uluslararası işçi sınıfına düşen, “Avrupa Birliği’ adı takılan emperyalist yağma ve saldırganlık ittifakına karşı mücadele etmek ve her ülkede kapitalizmi devirmek ve prole¬ter devrim için çalışmaktır.

Temmuz 1994

Şefik Hüsnü ve TKP’si

Birinci Savaş’tan sonra çalışmak ya da öğrenim görmek üzere Almanya’ya gi¬den Türkler, bu ülkede kaldıkları yıllar boyunca politik bir formasyon edindiler ve 1919’daki Spartakist Ayaklanması’yla hare¬kete geçen komünistleri, işçileri, küçük bur¬juva devrimcilerini ve aydınları çok yakın¬dan gözleme olanağı elde ettiler. Almanya’daki Türkiyeli işçiler ve aydınlar; Spartakistler’in eyleminden, büyük çoğunlu¬ğunun Türkiye’ye dönme kararı verdikleri mayıs ayı başlarına kadar, emperyalist işgal altındaki ülkelerinin içinde bulunduğu du¬rumdan nasıl kurtarılacağı konusunda feyz aldılar. Almanya’da kurdukları milliyetçi örgütlerde sürdürdükleri tartışmalarda geliştir¬dikleri “sosyalist” görüşler Spartakistler’in politikalarıyla bire bir örtüşmüyordu ama Almanya’daki sınıf mücadelesine ağırlıkları¬nı koyan komünistler, bu gençlerin hayranlı¬ğını çekiyordu. Almanya’dayken ve Mustafa Kemal’in Samsun’a çıktığı günlerde kalaba¬lık bir ekip olarak Türkiye’ye döndükleri za¬man Spartakistler olarak anılmalarından bundan dolayı hoşnutluk duymuşlardı.
Bir gemiyle Türkiye’ye dönenler çok kısa bir süre önce Almanya’da İşçi ve Çiftçi Parti¬si adıyla bir örgüt kurmuş ve örgütün yayın organı olarak da “Kurtuluş” dergisini çıkar¬maya başlamışlardı. Bu örgüt ve yayın orga-nı vasıtasıyla Türkiyeli işçileri örgütlemeye çalışmışlar ve sendikal faaliyetlerde bulun¬muşlardı.
Bundan sonra da örgütlenme faaliyetini işgal koşullan altındaki İstanbul’da sürdüre¬ceklerdi: Bir kısmı Anadolu’ya geçmeye ka¬rar verdi ve milli kurtuluş savaşı yürüten, milli burjuvazinin örgütü Kuvay-ı Milliye saflarına katıldı.

ÇARPITILMIŞ “PROLETARYA” KAVRAMI
Kurtuluş dergisi ve daha önce Fransa’da yaşayan Şefik Hüsnü’nün başında bulundu¬ğu İşçi ve Çiftçi Partisi çevresinde bulunanlar, işçi sınıfının tarihsel rolü gibi bir kavra¬mı daha önce sık sık duymuş olmalarına karşın, entelektüalizmin etkisi altındaydılar ve işçi sınıfına yönelik cılız propaganda ça¬lışmaları da bu perspektifin etkisinden kurtulamıyordu. O dönem hazırlayıp dağıttıkla¬rı bildirilerde de işçi sınıfının somut ve acil sorunlarına açık ve kesin bir dille değinilmektense, ikincil sorunlar öne çıkarılıyor ve entelektüel bir dil kullanılmaya özen göste¬riliyordu.
Diğer yandan da partinin kadroları, kö¬ken itibariyle burjuva-aristokrat sınıftan gel¬mekteydiler. Bunların bir kısmı zaten daha sonra, TKP’nin sınıf uzlaşmacı politikaları¬nın yönlendirmesiyle, Kemalistlerle araların¬daki, o, daha önceki belli belirsiz olan sınırı kaldırıp atarak onlarla özdeşleşecek, devlet kademelerinde önemli görevlere gelecekler¬di. Bunlar, Kemalist kadro hareketine TKP’den yetişen unsurlar olarak katkıda bulunacaklardı.
Etkinliklerini göstermeye başladıkları Milli Kurtuluş Savaşı döneminden başlamak üzere yaklaşık ‘70 yıl boyunca politika sah¬nesinde kalan TKP, özellikle kurucusu Mus¬tafa Suphi’nin öldürülmesinden sonraki tari¬hi boyunca sınıf işbirlikçi bir politika yürüttü ve ’50’lerden sonra da Sovyetler Birliği’nde iktidara gelen revizyonist güruha endeksli olarak yürüttüğü politikalarının so¬nucunda giderek derinleşen bir krize girdi. Sonra da, bilindiği üzere, tasfiye oldu. TKP’nin bir örgüt olarak tasfiye olması, elbette ki, yarım yüzyıldan fazla bir süre propagandası yapılan revizyonist görüşlerin de etkisinin sona ermesi anlamına gelmiyordu ve bu görüşler çeşitli platformlarda dile geti¬rilme olanağı bularak, çeşitli kesimler tara¬fından şu veya bu ölçüde her zaman telaffuz edilir oldu ve edilmeye devam ediliyor. Mo¬dern revizyonist teorilerin içsel evriminin, son olarak ABD patentli Yeni Dünya Düzeni’nin yükselen değerleriyle birleşip, sınıf iş¬birlikçi tezlerin, başka hiçbir şeyle gizlemeye gerek görmeksizin apaçık savunulmaya baş¬landığı bir düzeye erişmesi kaçınılmazdı ve Türkiye’de bunun zemini Şefik Hüsnü TKP’sinin ta başlangıcında oluşturuldu.
İşçi ve Çiftçi Partisi’yle TKP’nin, Milli Kur¬tuluş Savaşı döneminde inşa edilen tezlerin¬de, o dönem kurulan çeşitli sol veya sosya¬list etiketli partilerde de olduğu gibi, işçi sınıfı ve köylülüğün sınıfsal çıkarları, anti-emperyalist savaşa önderlik eden milli bur¬juvazinin çıkarlarında eritiliyor; politika, burjuvazinin perspektifine uygun yürütülü¬yordu. İşçi ve emekçilerin Kurtuluş Savaşı’na örgütlü ve bağımsız bir siyasal güç olarak katılamamaları nedeniyle, Kurtuluş Savaşı, ağırlıklı olarak burjuva bir karakter taşımış olan bu hâkim ideolojik ortam, muhalif bir kimlikle ortaya çıkan sol kesimi ve örgütleri¬ni de etkilemişti. Ankara’da kurulan hükü¬mete önderlik eden aynı zamanda yürütülen savaşın kurmayları da olan burjuva politika¬cılarının ve ideologlarının söylemleri sol, “sosyalist” partilerin de rağbet ettiği söylem¬ler olmuştu.
Kemalistler, bütün diğer sosyal sınıf ve katmanların, henüz bağımsız bir varlık gösterememelerinden dolayı, kendi çevrelerin¬de ve “ulusal mutabakat” çerçevesinde top¬lanmalarına özel bir önem veriyorlardı. Türkiye’de, Avrupa’daki gibi çıkarları birbiri¬ne karşıt sınıfların bulunmadığı iddiası en çok işledikleri konuydu. Ve bu tez, karşılığı¬nı, muhalif sol örgütlerin programlarında hemen hemen aynı üslupla bulmuştu.
Şefik Hüsnü ise, kimi zaman Türkiye’de sınıfların olmadığından dem vururken kimi zaman da, yaptığı sınıf tahlilleriyle sınıflar arasındaki sınırları bulanıklaştırdı ve bu da hemen hemen ilkiyle aynı sonuçları verdi.
1921’de şöyle diyordu. “Proletaryanın bir¬çok adı vardır. Biz burada Türkiye’de bir ad altında toplanabilecek olanları saymak¬la yetineceğiz. En başta hiç şüphesiz, fabri¬kalara, taşıt araçları şirketlerine, maden şirketlerine, kolunun işgücünü kiralayan işçi ve hizmetliler akla gelir. Bunlar ara¬sında hükümet dairelerinde, banka ve ti¬carethane gibi yerlerde yazıcılık vb. gibi iş¬ler yapan küçük ücretli memurları da saymak gerekir. Zira bunların gördüğü iş¬te beynin katkısı, usta bir işçininkinden fazla değildir ve asıl işleyen gerçekte kol kuvvetidir. Zekâ işçileri bu sınıfın ikinci zümresini teşkil eder. Serbest meslek sa¬hipleri burada önemli bir yer tutar… Ünlü olanları bir yana bırakılırsa şairler, edebi¬yatçılar, gazeteciler bütün güzel sanatlarla uğraşanlar hep aynı didinme içinde yaşar¬lar… Bir işçi ile sermayesi olmayan bir ga¬zeteci, bir hekim, bir avukat arasında fark bulmak zor olur… Tekmil eğitimciler ve öğretmenler de -gerek okullarda, gerek ev¬lerde çalışanlar- çeşitli nitelikleriyle prole¬tarya sınıfındandırlar.” (“Şefik Hüsnü; Ya¬şamı, Yazıları, Yoldaşları”, Sosyalist yayınlar, Hazırlayan: Hasan Basri Gürses, s.102)
Proletaryanın kapsamına hizmetlilerden sanatçılara kadar birçok toplumsal kesimi yerleştiren bu anlayışın, modern revizyonist¬lerin, son yıllarda bilimsel teknik bir devri¬min gerçekleşerek, artık, sınıflar arasındaki sınırların ve farklılıkların, dolayısıyla çıkar çelişkilerinin ortadan kalktığını, işçi sınıfının çözülerek beyaz yakalı tabir edilen hizmet sektörüne dâhil olduğunu iddia eden teziyle tersinden uygunluk içindedir. Hemen her iki tez de Marksist sınıf tanımının tahrif edile¬rek bulandırılması, işçi sınıfının tarihsel ro¬lünün inkâr edilmesi sonucunu verir. Bura¬da proletarya kavramı, yalnızca “çalışan insan” anlamında kullanılmıştır ve görüldü¬ğü gibi, küçük burjuvaziyi de kapsayacak şe¬kilde genişletilmiştir. Kuşkusuz bu yaklaşı¬mın, Türkiye’nin o günkü koşullarında sanayi proletaryasının nicelik ve nitelikçe gelişme düzeyinin büyük etkisi vardır; fakat bu durumun proletarya kavramının bozul¬masına yol açacak şekilde teorize edilmesi, partinin sınıf mücadelesi hakkındaki görüşle¬rinin, taktiklerinin ve stratejisinin sınıf uz¬laşmacı bir temele oturmasında belirleyici bir etki yapmıştır. “Proletarya” kavramına, aydınların, memurların, küçük esnafın dâhil edilmesi, yalnızca bir teorik yanlış olarak kalmamakta, bu ara sınıf ve tabakaların dün¬ya görüşlerinin, özlemlerinin ve burjuvazi karşısındaki uzlaşmacı tutumlarının proletar¬ya içine taşınmasına yol açmaktadır.
Şefik Hüsnü başka yerde devam eder: “Toplu proletarya ile toplu sermayenin aralarındaki engeli (kapitalist) kaldırarak birbirine kavuşmak istemesinden daha do¬ğal bir şey düşünülemez. Sınıflara bölün¬medeki haksızlığın ve insafsızlığın acısını ve kahrını çekmiş olanlar, çıkarları ve var¬lığı türlü sınıflara bölmeyi gerektiren bi¬reysel mülkiyetten yana olamazlar. Tek is¬tekleri sınıfsız bir topluma erişmektir.” (agy, s.113)
Gerçekte küçük burjuvaziye dâhil olan hizmetliler, memurlar, sanatçılar vs. eğer proletaryaya dâhil oluyorsa Şefik Hüsnü, kü¬çük mülk sahibi sınıflara mülkiyetin ortadan kaldırılması ve sınıfsız toplumun kurulmasında önemli bir rol tanıyor demektir. Ama sınıfsız toplum kavramı da muğlâktır ve aynı yerde, birkaç satır sonra, sınıfsız toplumun karşılığı “tek sınıflı toplum” oluverir.
Ama Şefik Hüsnü yine de kendi “proletarya”sına çok güvenmez. 1924’e kadar, tezle¬rinde sınıflar-üstü bir konuma yerleştirdiği ulusal burjuvazinin Kemalist kanadını, TKP’nin öngördüğü toplumsal dönüşümü gerçekleştireceğine dair umut bağlayarak destekler. Bu süreçte ve hatta 1924’ten son¬ra da, “proletarya”ya, Kemalistleri işçi ve köylüler lehine yapılacak birtakım iyileştir¬meleri zorlama görevini verir.
Şefik Hüsnü için kapitalizm, Türkiye’de henüz olmayan bir şeydir ve sınıf mücadele¬si dendiğinde, o, ulusal güçlerin Avrupalı emperyalistlere karşı verdiği mücadeleyi an¬lar. Yine ona göre “sırf kapitalist görüşünü güden yerli zengin hiç şüphesiz samimi değildir, kendi de varlığına güvenmiyor, ilerde cahil halkımızı batı kapitalisti adı¬na soymak, sömürmek suretiyle kendisi de palazlanmayı tasarlıyor.” (agy, s. 129) Kav¬ramların içeriği keyfi olarak doldurulduğun¬da yerli zenginin, yani ulusal burjuvazinin palazlanma, emperyalizme eklemlenme eğili¬mi Şefik Hüsnü için anlaşılmaz olur. Çünkü o. bu eğilimi iradi bir tercih olarak görmek¬tedir ve ulusal burjuva, bütün sınıfsal çıkar¬larım bir yana bırakarak, kendisine çekidü¬zen verip “kapitalist görüşü gütme”mek, “cahil halkımızı batı kapitalisti adına soyma¬mak” gibi bir tercihten yana olabilir ve bu¬nu bütün sınıfsal eğilimlerini inkâr ederek yapabilme istencine sahiptir!
İktidara gelen ulusal burjuvaziyle ilgili beklentilerin dile getirildiği alıntıları kere¬lerce çoğaltmak mümkün, sonuçta görülecek olan odur ki, Şefik Hüsnü ve partisi, aymazlıkla ulusal burjuvazinin temsilcisi olan Kemalistleri sınıflar-üstü bir yerde görmüşler ve kendi rollerini de burjuvaziye seçenek sunmakla sınırlı tutmuşlardır. 1923’e gelin¬diğinde hükümetin sınıfsal yapısı hâlâ tahlil edilememekte, bu yüzden, “meclisin çoğun¬luğu, işçi ve köylü geniş halk kitlelerine dayanılarak mı, yoksa bazı imtiyazlı züm¬re çıkarları adına mı faaliyette bulunmak niyetinde olduğunu gösterecektir” denile¬bilmekte ya da “sınıf mücadelesi yabancı kapitalist ve bunların uyduları durumun¬da olan yerli eşraf ve servet sahibi arasın¬da olur ve çoğu halde bir ulusal mücadele şeklini alır… Bundan sonra iktidar gücünü ulusal egemenlikten alan halk hükümeti emeğin yani ulusun tarafına geçmeli ve bir iş ve işçi hükümeti olmalıdır” ifadeleri kullanılabilmektedir.
Bu tezlerin ardında yatan perspektif, bur¬juvazinin, 1908’de yarım bıraktığı demokra¬tik devrimi bundan böyle tamamlayacağına duyulan inançla beslenir. Ona göre, Kurtuluş Savaşı sırasında kurulan “sınıflar-üstü hükü¬met”, burjuva devrimi sonuna kadar götüre¬cek, siyasal demokrasiyi sağlayarak yoksul köylülerin toprak talebini karşılayacaktır! Oysa Kemalistler işçi sınıfının siyasi temsilci¬leri olan komünistleri hükümeti kurmadan bir süre önce katletmişler, birçoğunu da İs¬tiklâl Mahkemeleri’nde yargılamaya başla¬mışlardı. İşçiler ye köylüler, ezilenleri örgütleyip etkin bir sınıf mücadelesi yürütecek bir örgütsel olanaktan yoksun oldukları için Kemalistlerle karşı karşıya gelmeden ve ulusal burjuvazinin örgütlerinde, şekilsiz bir yığın olarak ulusal çıkarlar için dövüşüyorlardı. Ancak bu durumda yapılacak şey, ezilen halk sınıflarının bu pozisyonda kalmasına göz yummak, onları buna rıza gösterir halde tutmak, bunu öğütlemek değildi. Ama Şefik Hüsnü, toplumsal devrime önderlik etme ro¬lünü burjuvaziye bırakmakta ısrar etti ve bu tavrı son tahlilde, şimdi artık, burjuvazi ta¬rihsel olarak gericileştiği için demokratik devrimi sonuna kadar götürmeye muktedir tek sınıf işçi sınıfı olduğu halde, bu sınıfı ve müttefiki köylülüğü Kemalistlerin yedeği ol¬maya zorladı. Aynı şeyi yoksul köylüler için de yaptı. Onların toprak talebinin karşılan¬masını Kemalist iktidardan beklediğini açık¬layarak, geniş köylü kitlelerini burjuva feodal diktatörlüğün yedeğine sürükledi. İşçi sı¬nıfının ve köylülüğün devrimci inisiyatifinin gelişmesinin önüne TKP barikatını çıkarmış oldu.

KEMALİ STLERDEN BEKLENEN DEMOKRATİK DEVRİM

Şefik Hüsnü’nün sözlerinde dikkat çeken bir başka özellik, ulus ve işçi sözcüklerini eşitlemesidir: “emeğin yani ulusun …” söz¬leri, ulus kavramının sınıfları içermediği an¬layışını göstermektedir. Zaten Kemalistler de bütün egemen sınıflar gibi, kendi çıkarla¬rını genel olarak bütün ulusun çıkarları ola¬rak lanse ediyorlardı. TKP’nin ve Ankara hü¬kümetinin politikası iki ayrı yerden kalkarak aynı yerde buluştu. Şefik Hüsnü, dışarıdan zorlamak kaydıyla, siyasal ve toplumsal dö¬nüşümleri Kemalist hükümete bırakırken bu¬nun pratik sonucu TKP’nin, faaliyetini eko¬nomik alanla sınırlaması oldu. Komünist partinin işlevi, işçi sınıfının günlük çıkarları içinde boğularak, üstelik günlük ve kısa va¬deli çıkarları genel devrimci bir politikanın parçası kılmak gibi bir derde de düşmeksi¬zin birkaç sendika içinde faaliyet yürütmeye indirgendi. Şefik Hüsnü bunlarla uğraşırken, burjuva hükümet “iş ve işçi hükümeti”ne dö¬nüşme sürecine girecekti! Politika, işçi ve emekçi sınıfların uğraş alanlarından çıkarıl¬mış, burjuvaziye devredilmişti. Çünkü burju¬vazi, TKP’nin denetimi altında toplumsal dö-nüşümleri gerçekleştirecek, demokratik devrimi sonuna kadar ilerletecek hatta belki bir gün sosyalizme bile geçebilecekti. Şefik Hüsnü’nün bakış açısının pratik sonuçlan bundan ibaretti.
TKP’ye göre, demokratik devrimi, siyasal ve toplumsal dönüşümleri gerçekleştirmeye muktedir olduğu için devlet aygıtı desteklen¬meliydi. Şefik Hüsnü, 1922’de, bir keresinde şöyle demişti: “Başlanılan işi sonuna ka-dar götürmek için yeni fedakârlıklara razı olmak gerekecek. İşçi ve köylülerimiz bu ihtimali şimdiden göz önünde tutmakta ve milletin bir bütün olarak olayların gelişmesini izlemesi gereğini takdir etmekte… Emekçi sınıfı her zamandan daha uyanık bulunmak zorunda olduğunu iyice bilmektedir… Yeni devlet makinesinin eksikliklerini tamamlamak ve gelişmesini sağlamak amacıyla eleştirilerde bulunması, yalnız açık bir hak değil, aynı zamanda ulusal gelişme bakımından gerekli bir haktır.” (Şefik Hüsnü, Seçme Yazılar, s. 19)
Şefik Hüsnü’nün her zaman izleyici locasında görmek istediği işçi ve emekçi sınıflar, kendilerinin iktidara gelme gibi bir perspektifleri olmaksızın Kemalist burjuvaziyi desteklemeli, burjuva feodal devlet aygıtının eksikliklerini tamamlayarak yardımcı olmalıydı.
Ama burada, iktidar perspektifine sahip olmadığını söyleyerek Şefik Hüsnü’ye haksız¬lık etmemek de gerekiyor! Çünkü o, işçilere, 1923’te feshedilen ve yeniden kurulacak olan meclise seçilecek olan mebuslar arasın¬da tercih yapmalarını da salık verdi. Çünkü ne kadar çok işçi ve emekçi kökenli milletve¬kili olursa hükümetin o kadar “iş ve işçi hü¬kümeti” olacağına inanıyordu. Burjuva-feodal devlet aygıtının öğelerinden biri olan hükümetin sınıfsal özelliğinin tek tek millet¬vekillerine bağlı olarak değişebileceği ve Kurtuluş Savaşı’na önderlik eden Kemalist burjuvazinin bu milletvekilleri tarafından temsil edilen kitlelerle birlikte el ele, gerekli değişiklikleri yapacağına inanmak gibi bir gaflete kapıldı; demokratik devrimin bu meclis eliyle tamamlanacağına kanaat getir¬di. Kemalist burjuvazinin bir ayağı feodal ayrıcalıklara ve toprak ağalarına bağlıydı ama, Şefik Hüsnü, bunu anlayamadığı için, Kema¬listlerin merkezi feodal otoritenin devrilmesinde gösterdikleri “kararlılığı” feodal iktisa¬di ilişkilerin tasfiye edilmesinde de göstere¬ceklerini düşünüyordu. Şefik Hüsnü bu dü-şüncelerini 1923’te şöyle ifade etmişti:
“Zaten bu ülkede bundan sonra üç tür¬lü siyasal akım düşünülebilir. 1) Bugünkü devrimi yapan ve yaşatmaya uğraşanların temsil ettiği siyasal akım. 2) Derebeylik kalıntısı olan geleneklere ve Osmanoğlu hanedanına bağlı olanları çevresinde to¬parlayan karşıdevrimci akım. 3) Fakir işçi ve köylü kitleleri ve orta halli sınıflar lehi¬ne devrimimizi derinleştirmek, geliştirmek ve onu kolektif mülkiyete dayalı bir top¬lumsal devrimle sonuçlandırmak amacını güden sosyalist akım. Kazanılmış hakları eylem ve uygulama alanına aktarmak için birinci ve üçüncü siyaset uzun süre el ele hareket edebilecek.” (“Şefik Hüsnü; Yaşamı, Yazıları, Yoldaşları”, s. 139)
Ama burjuva feodal devlet aygıtını elin¬de bulunduran Kemalist burjuvazi Şefik Hüs¬nü’nün bütün temennilerine rağmen “üçün¬cü siyaset”le el ele hareket etmedi. Sınıfsal çıkarları gereği edemezdi de zaten; burjuva feodal diktatörlüğünü inşa ederek, “derebey¬lik kalıntısı olan geleneklere” yaslanmayı iktidarının garantisi olarak gördü. Ezilenlere karşı, toprak ağalarıyla olan ittifakını güç¬lendirdi. Şefik Hüsnü ise, 1926’da yazdığı yazılarında Kemalistlerin feodalizmi sonuna kadar tasfiye ettiklerini yazıyordu. Merkezi feodal iktidarın devrilmesini feodalizmin tasfiyesi olarak görüyordu ama o yıllarda hâlâ başat halde bulunan feodal toprak ilişkilerini nedense fark etmiyordu. Kemalist burjuvazinin, iktidarı, toprak ağalarıyla pay¬laşarak, feodal toprak mülkiyetini köylülü¬ğün üzerinde bir demokles kılıcı gibi tutma¬ya devam ettiğini de anlamamıştı.
Bu arada, Şefik Hüsnü’nün pekâlâ fark ederek dile getirme gereği duyduğu gibi, bir¬çok yerde ortaya çıkan grevler bastırıldı. Ya¬bancı kumpanyaların işletmelerinde gerçek¬leşen grevler, hükümetin emperyalistlere ta¬nıdığı olanaklar nedeniyle çok kolay ezilebildi. Bu, ulusal ekonominin kurulması için Kemalistlerle iş ve elbirliği yapılması önerilen işçi sınıfının elini uzatacağı sınıfın, ulusal duygulardan çok, sınıfsal çıkarları doğrultusunda hareket ettiğini gösterdi. Yi¬ne de, burjuva feodal diktatörlüğün sınıfsal yapısını ortaya koyan bu duranı, hükümet-ten işçi lehine kararlar almasını “rica eden” eğer öyle davranılmazsa işçilerin hükümete duyduğu güvenin sarsılacağını söyleyerek burjuvazi adına endişe duyan, burjuvaziden de bu endişeyi duymasını isteyen “sosyalist¬lerde, kendini gözden geçirme ihtiyacı ya¬ratmadı.
Ancak, bünyesinde yer aldığı Komintern’in Beşinci Kongre’sinde, TKP, Kemalist politikaları desteklediği gerekçesiyle eleştiril¬di: “İkinci kongrede genç komünist kesim¬lerin, iktidar yolunda yürüyen burjuvazi¬nin önderliği altındaki ulusal kurtuluş hareketleri karşısında alacakları tutumu belirledik. Fakat o zamandan beri doğu ül¬kelerinde yeni bir durumla karşılaştık. İk¬tidarı ele geçirmiş burjuvalara karşı ne yapacağız? … Durumun apaçıklığına karşın Türk yoldaşlarımız ciddi taktik hatalar iş¬lemişlerdir. Örneğin TKP’nin yayın organı olan Aydınlık’ta komünist partisini yaban¬cı kapitalizme karşı ulusal kapitalizmin gelişmesini desteklemeye çağıran bazı ma¬kaleler çıktı. Türk yoldaşlarımızdan bazıla¬rı da önceleri üretici güçlerin gelişmesinin çıkarlarını, kapitalizmin gelişmesinin çı¬karlarıyla karıştırmak yönsemesinde göründüler”. (Aktaran Mete Tuncay, Türkiye’de Sol Akımlar, Bilgi Yayınevi, 1978, s. 350) Komintern’de, Şefik Hüsnü TKP’sinin izlediği politika, Rusya’da demokratik devrimin öncülüğünü burjuvaziye bırakarak sos¬yalizme barışçıl bir evrim sonucunda ulaşıl¬ması gerektiğini savunan Struvecilikle bir tu¬tulmuştu.
Bu eleştirilerin de etkisiyle TKP’nin poli¬tikalarında 1924’ten sonra bazı değişiklikler gündeme geldi. Daha önce sınıflar-üstü ol¬dukları kabul ve ilan edilen Kemalistlerin küçük burjuva sınıfsal bir konuma ait oldukları saptandı. Şefik Hüsnü, artık, burjuvazi¬nin demokratik devrimi tamamlayacağına “pek” inanmıyordu; daha doğrusu çok “zayıf bir ihtimal” veriyordu.
Siyasal iktidarı elinde bulunduran sınıfın küçük burjuva olarak tahlil edilmesi, TKP’nin politikalarının radikal bir değişime tabi tutulmuş olduğu anlamına gelmiyordu. Kemalist iktidara artık güvenilmediği vurgu¬lansa da iktidarın küçük burjuvazinin elinde olduğunun söylenmesi örtük olarak, TKP’nin, bir beklenti halinde olduğunu gös¬teriyordu. Gerçekten de Şefik Hüsnü, bu beklentiyi dile getiren sayısız yazı yazdı ve TKP’nin yayın organlarında burjuvazi teşvik edilmeye devam edildi.
Şefik Hüsnü’nün burjuva feodal diktatör¬lüğe duyduğu güvensizliğin nedeni, Kema¬listlerin toplumsal dönüşümleri yapamaya¬caklarına kanaat getirmesinden kaynaklanmıyordu. Tersine, şimdi onların yalpalama halinde olduklarını düşündüğü için, demokratik devrimi sonuna kadar gö¬türmeye muktedir olmadıklarına dair bir açık kapı bırakmakla yetiniyordu; eski teori¬ye sadece birazcık kuşku eklenmişti. Devlet, desteklenmeye devam edilecekti. “İşçi mese¬lesinin hallini ve toplumsal devrimin ger¬çekleşmesini yeni hükümet adamlarının iyi niyetinden beklemek, bu amaçlardan vazgeçmekle birdir. Bu bir iyi niyet mesele¬si değildir. Çünkü bugün iktidarda bulu¬nanlar işçininkinden ayrı ve onlarınkine zıt belirli çıkarlara sahip bir sınıfın temsil¬cileridir” (Şefik Hüsnü, Yaşamı. … s. 48) der¬ken, Şefik Hüsnü, doğru bir saptamada bulu¬nuyordu ve özeleştiri veriyordu: “Bizim gibi, halkı yoksul ve orta hallilerden ibaret olan bir ulusun yabancı kapitalizmin sö¬mürü ve tahakkümünden uzak kalması¬nın, ancak ulusun çoğunluğunu temsil eden işçi ve köylü sınıflardan güç alan, kolektif yaşayışa dayanan ekonomik kuru¬luşlarla mümkün olabileceğini ileri sür¬dük… Devrimimizi derinleştirmesini hükü-metimizden temenni ediyorduk… Bazı kökten tedbirlere başvurma zorunluluğu¬nun duyulacağını mümkün görmüştük. Olaylar bunun da olamayacağını gösterdi.” (agy, s.149)
Bu sözlerden öyle anlaşılabilirdi ki, TKP ve Şefik Hüsnü, süreç içinde, baştan boş bir hayale kapılmış olduklarının farkına varıp, önceki saptama ve tahlillerin yanlış olduğu¬nu görmüşler ve politikalarını değiştirmeye karar vermişlerdi. Ama bunun böyle olmadı¬ğı daha aynı yazıda ortaya çıkıyordu. Çünkü Şefik Hüsnü, devlet aygıtıyla hükümeti bir ve aynı şey olarak görmüştü. Siyasal iktidar¬dan anladığı hükümetti. Hükümet ise, küçük burjuva kökenli milletvekillerinden oluştuğu için yalpalama halindeydi. Yani sonuç olarak TKP’nin güvenmediği “makine” burjuva feo¬dal devlet aygıtı değil de hükümetti. Tered¬düt halinde olan “cumhuriyet hükümetini ileri atılmaya teşvik etmek ve zorlamak da” işçi sınıfına “ihmal edilmeyecek bir görev” olarak düşüyordu. Böylece TKP, “henüz sona ermeyen burjuva devrimini” geliştirme ilke¬sine. 1924’ten sonraki dönemde de sadık kal¬dı. Bu, TKP’nin “arındığı” yeni dönemde de, demokratik devrimin önderliği sorununda işçi sınıfını tanımamak, demokratik devrim¬den kesintisiz olarak sosyalizme geçiş prog¬ramını inkâr etmek sonuçlarını veriyordu.
Siyasal iktidarını sağlamlaştırması için işçi sınıfı burjuvaziye yardım edecek, onun yede¬ğinde kalarak, “çıkarlarını serbestçe savun¬mayı mümkün kılacak yasalar yapması” kar¬şılığında, cumhuriyeti savunacaktı.
Şefik Hüsnü, sınıf işbirlikçisi tezlerini burjuvazinin çeşitli klikleri arasında tercih yapmaya kadar götürdü. Yerli burjuvazinin kompradorlaşmaya başlayan kanadıyla, alt kesimleri arasında bir çelişkinin doğmaya başladığını fark ediyor, cumhuriyetin korun¬ması ve kollanmasında, devrimin kazanımlarının derinleştirilmesinde işçi sınıfının, Şefik Hüsnü’nün Anadolu burjuvazisi olarak ta¬nımladığı ulusal burjuvazinin alt kesimleri¬nin önderliğini tanımasını istiyordu. Şefik Hüsnü bu görüşlerini “Bütün geri ülkelerde burjuva halkçılığını eylem alanına çıkarmak ve derebeylik artık ve döküntülerini silip süpürme işini henüz kapitalistleşmemiş genç burjuvazinin üstüne alacağı de¬neyle sabit olmuştur” (agy, s. 156) şimdiki saptamasında bulunarak ifade ederken yan¬lış bir öncülden yola çıkmamıştı ama bir şe¬yi karıştırıyordu. Türkiye’de olup bitenler emperyalizm çağma tekabül ediyordu ve burjuvazi, tekel öncesi döneminde, feodal iktidarları ve iktisadi ilişkileri ortadan kaldı¬rırken sahip olduğu devrimci özelliğini em¬peryalizm döneminde çoktan yitirmişti. Ar¬ak demokratik devrim, işçi sınıfının önderliği sorununa bağlıydı. Emperyalist ka¬pitalizm, süreç içinde, sermayenin genişletil¬me yeniden üretimine gereken koşulları ha¬mlamak için feodal iktisadi ilişkileri giderek önemli ölçüde dumura uğratacaktı ama, Şe¬fik Hüsnü’nün iddia ettiği gibi bu, demokra¬tik devrim değildi. Artık, ondan çok başka bir şeydi.
Ama Şefik Hüsnü için bunun önemi yok¬tu. Asgari isteklerinin gerçekleşmesi karşılı¬ğında, o, işçi sınıfının acil sorunu olarak
“Anadolu’nun genç burjuvazisiyle birlikte devrimin sonuçlarını savunma”yı saptamıştı.
Bu nedenle, tramvay kumpanyasında çı¬kan grev sırasında hükümetin onayıyla işçi¬ler süngüden geçirildiğinde Şefik Hüsnü, bu¬nun burjuva feodal diktatörlüğün, sınıfsal yönelimlerine uygun bir davranış olduğunu düşünmekten imtina etmeye devam etti. “Cebir ve şiddet vesaitine müracaat edil¬meseydi, mesele kemal-i sükûnetle halledi¬lecekti… Şirketin arkasında hükümet bu¬lunduğu hissi alakadarlarda hâsıl olmayacaktı. Bunun için şirket bütün kuv¬vetlerini seferber hale vazetti. Ehemmiyet¬siz mahalli bir patron ve işçi kavgası masum kanı akıtmakla halledilen bir asayiş meselesi halini aldı” diye yazdı, (agy, s.164) Şefik Hüsnü yangın söndürücü bir rol oynamaya devam ediyordu. Ona göre sorun “amele ve patron münasebetlerini ve iş şartlarını tespit eden bir kanun bulunma¬masından” kaynaklanmıştı; yoksa çıkarları uzlaşmaz olan iki sınıfın, burjuvazinin ve iş¬çi sınıfının, kaçınılmaz olarak karşı karşıya geleceklerini, bunun toplumsal bir gerçek ol¬duğunu düşünmüyordu. Bütün derdi, bu tür¬den olayların büyümesini önlemekti. Ama iş¬çiler ve devlet, nedense, sınıf mücadelesini “ehemmiyetsiz patron işçi kavgası olarak” gören Şefik Hüsnü’yü dinlemiyordu. Hükü¬met, emperyalist kumpanya yöneticilerinin işçilere saldırmaları için start vermişti.
Emperyalist işgale karşı ve emperyalistle¬rin maşası olan Yunan gericiliğinin Anadolu topraklarında yürüttüğü harekâta karşı Milli Kurtuluş Savaşı’nın önderliğini üstlenen mil¬li burjuvazinin, emperyalistlerle işbirliği ya¬pan gerici İstanbul hükümetini devirerek kendi siyasal iktidarını kurmasından sonra, emperyalistlerle tüm bağlarını kopararak, onlarla hiçbir bağımlılık içinde olmaksızın ulusal bir sanayi kuracağına dair inanç, Şefik Hüsnü ve TKP saflarında oldukça güçlüy¬dü. Türkiye için de, tekel öncesinde Avrupa’daki gibi kapitalist bir gelişme öngörmüş¬lerdi. Oysa Kemalistler daha mütareke döneminde, bir yandan Sovyetler Birliği’ne yakınlaşırken diğer yandan da diğer emper¬yalistlerle anlaşmanın yollarını aramaya baş¬lamışlar; emperyalist tekellerle ilişki içinde, eski azınlık (Rum, Ermeni, Yahudi) kompra¬dorların yerini dolduracak bir burjuvazi ge-lişmeye başlamıştı.
Kemalistler, iktidara geldikten sonra da emperyalistlerle ekonomik ilişkilerini geliş¬tirdiler ve onlara daha önce tanınmış ayrıca¬lıklar, kısmen yeniden düzenlenerek işleme¬ye devam etti. 1923, İktisat Kongresi’nde de yabancı sermayeye ülkenin bütün kapıları¬nın açık tutulduğu duyuruldu ve emperya¬listler yatırım yapmak üzere Türkiye’ye çağı¬rıldı.
Diktatörlüğün, yabancı sermayeye uzak durmak gibi bir derdi de yoktu zaten. Ama Şefik Hüsnü, mütareke döneminde cılız bir antiemperyalist yönelime sahip olan, daha sonra bu yönelimini terk eden Kemalist bur¬juvazinin bu özelliğini korumaya devam etti¬ğine inandı. Kemalistlerin özel teşebbüsü ge¬liştirme gayretlerine tepki gösterip, tekelci devlet kapitalizminin emperyalist müdahale¬lere olanak vermeyeceğini, ulusal bir kapita-lizmi geliştireceğini iddia ederek devletin her türlü ekonomik girişimini destekledi. Ona göre, özel teşebbüs sadece yerli burju¬vazinin emperyalistlerle ilişki içinde olan ke¬siminin tercihiydi. Ve bu, eninde sonunda Türkiye’yi emperyalizmin kucağına atacaktı. Devlet tekelciliği ise Türkiye’yi emperyalizm¬den koruyacak yegâne yöntemdi.
Şefik Hüsnü 1925’te, “Özel teşebbüsçü-lük önemli bir rol oynayabilmek için mut¬lak bir tarzda yabancı sermaye’ ile işbirli¬ğine gider.  Bu durumda olan yerli kapitalistin ihtiyaçları, temennileri, istekle¬ri yabancı kapitalistinki ile birleşir. Hükü¬met kendi taraftarlarının baskısıyla karşı¬laşır. Tekelcilikten vazgeçmekte, emperyalist devletlerle, milletin zararına olarak birleşmek zorunda kalır” diyordu, (agy, s.175)
Ekonomiye devlet müdahalesinin yabancı sermayenin sömürüsünden ülkeyi kurtaraca¬ğını iddia eden Şefik Hüsnü, devletin hangi sınıfın elinde olduğuna bakmaksızın özel te¬şebbüsün karşısına devlet tekelini çıkarıyor ve bunu destekliyordu. Hükümetin sınıfsal tahlilini kendince yapmıştı ama aynı şeyi ya¬pamadığı için sınıflar-üstü gördüğü devlet hakkında boş hayaller kurmaya devam edi¬yor, işçi sınıfı ve köylülüğü de, burjuva feo¬dal diktatörlük hakkında böyle hayaller kur¬maya zorluyordu.
TKP, tekelciliği geliştirecek olan devlete her türlü desteği vermeye hazırdı ama işçi¬lerin de buna hazır olması gerekiyordu. Şe¬fik Hüsnü çok haklı olarak, Kemalistlerin ekonomik politikalarının işçi ve emekçilere kesilecek bir yığın yüklü faturayı gündeme getireceğini sezmişti. Ama işçiler bu fedakârlığı yapacaktı, onlara şöyle seslendi: “Türki¬ye’deki devlet aygıtının her alandaki kesin hâkimiyeti, bu bağımsız gelişmeyi kolaylaştırmaktadır” ve burjuvaziye güven verdi: “Emekçi kitleler Kemalist burjuvazinin ik¬tisadi çabalarının emperyalist kapitaliz¬min girmesine etkili bir şekilde set çektiği¬ni ve dolayısıyla ilerici bir nitelik taşıdığını görmekle beraber, bu iktisadi ge¬lişmelerin iç mekanizmasının kendi sırtla¬rına bindiğini ve bu mekanizmanın işleyi¬şinin bedelini kendilerinin ödediğini kavramak zorundadır. Milliyetçi burjuvazi¬nin uyguladığı sistem, antiemperyalist bir rol oynadığı sürece, emekçi kitleler tarafın¬dan esas olarak kabul edilebilir.” (agy, 5.190)
TKP; bütün bu devlet destekçisi sınıf iş¬birlikçi çizgisine karşın, işçi ve emekçi kitle¬leri iktidardaki Kemalist burjuvazinin yedeği ve eklentisi haline getirmek konusunda har¬cadığı çabaya karşın burjuvazinin, muhalefe¬ti sindirme operasyonlarının konusu olmak¬tan kurtulamadı. Şefik Hüsnü’nün yukarıdaki satırları yazdığı 1925 yılında bir¬çok TKP’li tutuklandı, işkence gördü. İ922’de Mustafa Suphi TKP’sinin geleneğini sürdüren legal Halk İştirakiyun Fırkası’nın, Kemalistlere hitap eden tehdit dolu bir mek¬tup yazmasını eleştiren ve partinin bu tavrı¬nı, partinin kapatılması ve “en faal savaşçıla¬rının zindanlara atılması”na vesile yarattığı gerekçesiyle hatalı bulan Şefik Hüsnü, başın¬da bulunduğu TKP’nin asla böyle bir tavrı olmadığı halde kovuşturmaya uğramasına elbette çok şaşırdı ve Komünist Enternasyonal’in dergisine yazdığı bir yazıda, “hükü¬metin bu çalışmalara son vermek için en küçük bir fırsatı kullanacağı herkes tarafından biliniyordu. Fakat bütün komünist yayınların çıkmasını bir anda yasaklayan bakanlık genelgesi gene de beklenmiyor¬du” dedi. TKP’nin uğradığı “Kemalist te¬rörün sorumlusunun devlet olduğu yine an¬laşılamamış, yine hükümet eleştirilmişti.
TKP, devleti anlamamaya her zaman de¬vim etti. Demokratik devrimi tamamlayacak olan burjuvaziye o kadar çok avans tanıdı ki sonunda sosyalizm fi tarihine ertelenmiş oldu. Demokratik devrimle sosyalist devrim arasındaki ilişkiyi; işçi sınıfının önderliğinde gerçekleştirilecek olan birincisiyle ikincisi arasındaki kesintisiz geçiş olanağını kavraya¬madı. Ama buna karşın, 1926’da hazırlanan Çalışma Programı’nda tesadüfen bazı olum¬lu saptamalar da yer almıştır:
‘TKP, köylünün belli başlı kitlelerini proletaryanın önderliği altında toplar.
Böylece ve aynı zamanda amele ve köylü¬lüğün bir Sovyet idaresi şeklinde kendi dik¬tatörlüklerini gerçekleştirmek için gerekli şartları hazırlar. Ancak böyle bir diktatör¬lük halkçı burjuva inkılâbını yerine getire-bilir. Ancak böyle bir inkılap Sovyet Sosya¬list Cumhuriyetleri Birliği ile ittifak halinde sosyalizmin kuruluşuna geçişi sağ¬layabilir ve hızlandırabilir” (Şefik Hüsnü, Yaşamı. s. 256) Ancak, 1930’da hazırlanan faaliyet raporunda, köylülüğün proletarya¬nın önderliği altında toparlanarak gerçekleş¬tireceği “halkçı burjuva inkılabın” Halk Fır¬kası hükümetinin yıkılmasından ibaret olduğu görülür. “Türkiye’nin devlet olarak istiklalini tehdit etmeye ve hatta onu büs¬bütün istiklalinden mahrum etmeye uğra¬şan emperyalizme aleyhtar mücadeleyi an¬cak ve ancak amele sınıfı sevki idare edebilir ve onu bizzat halk fırkası hüküme¬tini yıkmak suretiyle sonuna kadar devam ettirebilir.” (agy, s.276) Her iki alıntı birlik¬te okunduğunda anlaşılacağı üzere, işçi ve köylülerin kuracakları diktatörlük, Şefik Hüsnü’ye göre burjuva devlet aygıtının bünye¬sinde gerçekleştirilebilir bir şeydi ve basit bir hükümet değişikliğinden ibaretti.
TKP’nin, demokratik dönüşümleri hükü¬met değişikliklerine bağlaması, partinin bü¬tün siyasal yaşamı boyunca devam etti. Bu nedenle, mevcut devlet aygıtı baki kalmak üzere, her zaman bir hükümete, ya da bir burjuva partiye karşı, en ya da daha “de¬mokrat” olan diğerini destekledi; dolayısıyla burjuva klikler arasında tercih yaptı. Parti¬nin bütün politikası bu tercihler, teşvikler ve destekler üzerine kuruldu.
Emperyalist klikler ve onların yerli uzan¬tıları konusunda da tercihleri vardı. 1940’lı yıllarda da, Alman faşistlerine karşı “Anglo-sakson demokrasileri”ni, İngiltere ve ABD’yi destekledi. Alman yanlısı Saraçoğlu hükümetinin devrilmesini ve yerine ABD veya İngil¬tere yanlısı bir burjuva kliğini temsil eden hükümetin iktidara gelmesini talep ediyor¬du. Ona göre devlet mekanizmasının, hükü¬met değişiklikleri vasıtasıyla demokratikleştirilmesi mümkündü ve bu anlayışın pratik sonucu da faşist diktatörlüğün varlığını ko¬rumak, onun devamına çanak tutmaktı.
Mart 1978’de yayınlanmaya başlayan Parti Bayrağı dergisinin Temmuz 1978 tarih¬li 5. sayısında Şefik Hüsnü’nün bu tavrı şu sözlerle eleştirilmekteydi: “Şefik Hüsnü, ABD ve İngiltere’nin Alman yanlısı Sara¬çoğlu hükümetine karşı olmalarının, onla¬rı faşist diktatörlüğü tasfiye etmeye zorla¬dığını ileri sürmekle faşizmi devrim ve karşıdevrim arasındaki çatışmanın bir ürünü olarak değil, emperyalist klikler arasındaki çatışmanın bir ürünü olarak ele almaktadır.”
Bu klik çatışmasında TKP, burjuva de¬mokrat olduğunu ileri sürdüğü Refik Say¬dam hükümetini destekledi. Bu hükümetin desteklenmesi, TKP’nin kuruluşundan beri geliştirdiği, “yalpalayan hükümeti” demokra¬siyi ve inkılâbı geliştirmesi için zorlama poli¬tikasının doğal sonucuydu. Bu da o yıllarda faşizmin karakterinin gizlenmesine yol açı¬yor, faşizme karşı verilecek mücadeleyi hü¬kümet değişikliklerine ve faşist kamp dışın¬da kalan emperyalistler arasındaki tercihe indirgiyordu.
Şefik Hüsnü ve TKP’si bunu hep yaptı. Çok partili döneme geçildiğinde, önceden beri eleştirdiği CHP hükümetinin karşısında yer alan DP’yi demokrasi getireceği iddiasıy¬la destekledi. Şefik Hüsnü, arkasında ya da yanında duracağı bir burjuva partiyi her za¬man buldu ve işçi ve köylü kitlelerini faşist parlamentonun her şeye kadir olduğu konu¬sunda yanılttı. Onların düzen dışı eğilimleri¬nin törpülenip yatıştırılmasında, kitlelerin beklentilerini parlamentonun sınırına hepse-den TKP’nin büyük katkısı oldu.
Sovyetler Birliği’ndeki revizyonist deği¬şimlere de derhal ayak uydurarak, bu ülke¬nin emperyalist çıkarlarını korudu. Bu ülke¬nin sosyalist olduğunu iddia ederek kitleleri uyuttu, revizyonizmin günahlarının sosyaliz¬me fatura edilmesinde etkin bir rol oynadı ve soğuk savaşta kapitalizmin cephe gerisini tahkim etti.     Rusya’daki çözülmenin gizlene¬mez hale gelerek gerçeğin apaçık ortaya çık¬tığı sıralarda da, TKP’nin örgütsel misyonu bitti.
Ama yaklaşık 70 yıldan beri enjekte etti¬ği sınıf işbirlikçi tezleri, bundan sonra da, sendika ağalarında, kimi kitle örgütlerinde ve siyasal örgütlerin kuram ve pratiklerinde bir biçimde yaşamaya devam ederek tahrip edici etkilerini sürdürdü, sürdürüyor.
Modern revizyonizmin, esnek ve herhan¬gi bir alandaki tahribatı ortaya çıkarılıp teş¬hir edildiğinde hemen başka bir formülasyonu piyasaya sürüp, kılık değiştirme yeteneğine sahip karakteri devrimci hareke¬tin gelişimini olumsuz yönde etkileyen fak¬törlerden oldu. İflas etmiş TKP’nin tezleri, bugün de Amerikan emperyalizmi kaynaklı teorilerin Türkiye’de geliştirilip taraftar top¬lamasına yataklık ediyor. Aradaki küçük fark o kadar silinmiştir ki, TKP’nin eski şef¬leri, tarihin artık bittiğini söyleyerek prole¬taryaya elveda diyen CIA ideologlarıyla aynı platformda çoktan buluşmuşlar birinin nere¬de bittiği diğerinin nerede başladığı anlaşıl¬maz olmuştur. Şimdi onlar, bilimsel teknik devrimin tamamlanarak komünizme kendili¬ğinden geçişin gerçekleşmesini beklemekte¬dirler. Bu durumda daha çok bekleyecekleri de kesindir.

Temmuz ’94

Tarih Çarpıtıcılarının İkinci Normandiya Çıkarması ve Gerçekler

Bu yazı, Yurtdışındaki Türkiyeli emekçilere yönelik olarak yayınlanan EMEĞİN SESİ gazetesinin 15 Haziran 1994 tarihli 233- sayısından alınmıştır.

6 Haziran 1944’de esas olarak Anglo-Amerikan güçlerinin gerçekleştirdiği Normandiya çıkarmasının 50. yıldönü¬münde, kamuoyunun günlerce medyadan da izlediği üzere, adeta ikinci bir çıkarma yapıl¬dı. Ancak, tam bir emperyalist şov olmasına karşın, bu ikinci çıkarma hiçbir şekilde an¬lamsız bir gösteri değildi. Burjuva propagan¬da. Normandiya çıkarmasının kendisinden bugüne anlamlar çıkartıyordu. Bunu yapmak için de ister istemez tarihi çarpıtmak zorun¬da kalıyordu.
Oysa olay tam tersinden ele alındığında, gerçek anlamını kazanmaktaydı. Sorun, tarih¬sel bir olgu olan Normandiya çıkarmasının kendisinde değil, tersine, bugünün emperya¬list dünyasının, onun içinde bulunduğu ko-şulların, bu koşullar tarafından belirlenmiş ilişkilerin hâlihazırdaki niteliğinin ve seyri¬nin Normandiya çıkarmasını oturtmak istedi¬ği yerdi.
Günlerce basın ve televizyondan izlediği¬miz ve binlerce “orijinal” askerlerle, silah ve araçlarla galip devletlerinin tam bir gövde gösterisine dönüştürülen ikinci Normandiya çıkarmasının aslında iki önemli yönü vardı: Birincisi; günümüz emperyalist devletlerinin kendi aralarındaki güncel çelişki ve rekabe¬tiyle olan ilişkisi, ikincisi; batılı emperyalist güçlerin, yani ABD, İngiliz ve Fransız emper¬yalizminin, Normandiya yıldönümü vesilesiy¬le, yakın tarihin nesnel gerçeklerinin kendile¬rine yüklemiş olduğu kamburdan sıyrılmak.
Denilebilir ki, Normandiya çıkarmasının yıldönümü nedeniyle yapılan kutlamalar; em¬peryalistlerin, diplomatik girişimleri ve demagojik propagandalarıyla kamuoyundan sürek¬li gizlemeye çalıştıkları bazı gerçeklerin, (özellikle emperyalist devletlerarası çelişkile¬rin, keskinleşmesi doğrultusundaki hızlı geli¬şimi gibi) daha net ortaya çıkmasını da bera¬berinde getirmiştir. “Barış”, “diyalog”, “uzlaşma”, “işbirliği” gibi kavramlar hiç ağız¬lardan düşmezken, kendilerince -ki bu ileride de kanıtlayacağımız gibi alçakça savunulan kof bir iddiadır- “Avrupa’nın zulümden kurtuluşunu sağlayan tarihi çıkarma”nın 50. (!) yıldönümünde düzenledikleri kutlamalara dost ve müttefik dedikleri Almanya’yı davet etmemektedirler. Almanya’nın davet edilmemesi, olayın gerçek tabiatıyla değil (örneğin Al¬manya’nın zamanında işgalci güç olması), ama emperyalistlerin dünya kamuoyuna yut¬turmaya çalıştıkları bugünkü “dostane” tab¬loyla çelişmektedir. Ve ilginç olan, bu çelişki¬yi hiçbirinin kamuoyu önünde açıklama ihtiyacını dahi duymamış olmasıdır. Gerçi bir tek Fransa, diğer ortaklarını da kızdırmadan, oluşan bu tablodan rahatsızlığını dolaylı olarak hissettirmiştir. (Örneğin Normandiya çıkarması yıldönümü kutlamalarından hemen sonra, Mitterand Almanya’nın Heidelberg kentinde Kohl ile buluşmuştur. Ayrıca Alman-ya’ya, 14 Temmuz’da Paris’te yapılacak Fransız Ulusal Devrim Bayramı’nda, aradan geçen 50 yıldan sonra ilk defa Alman askerlerinin Fransız askerleriyle birlikte Chams-Elysee’de yürümesi önerisi yapılmıştır.) Zira Fransız emperyalizmi tarafınca, Alman emperyalizmiyle bozulacak ilişkilerin Fransa’nın zararına, ama ABD ve İngiltere’nin yararına olacağı kesin bilinmekte ve unutulmamaktadır.
Alman emperyalizmi sonradan ne kadar çok “galip devletlerin kutlamalarında zaten yer almak istemezdik” açıklamalarını yapmış olsa da, bir yerde Batı Avrupa’nın en büyük emperyalist gücünün iğrenç tarihi, aktüel malzeme yapılarak burnunun sürtülmüş olmasına içten içe büyük tepki ve hırs duyduğu gizlenilemedi. Almanya’nın şu veya bu köşesinden revanşist duygular kabarmadı değil.
19 devlet başkanı, kral ve kraliçenin davet edildiği törenlere, Almanya’nın yanı sıra Rusya da davet edilmedi. Bu alçakça tutuma ve Hitler faşizmine karşı savaşta tayin edici gücü teşkil eden ve 25 milyondan fazla şehit veren eski Sovyetler Birliği işçileri ve halklarına planlı hakarete karşı, en başta Kızıl Ordu gazileri olmak üzere Rusya halkı tepki gösterdi. Kuşkusuz, Rus burjuvazisinden, Sovyet proletaryasının ve halklarının kendi öz güçleri, kendi can ve kanlarıyla yaptıkları şanlı tarihi savunması zaten beklenemez. Ni¬tekim bu olay da gösterdi ki, Rus burjuvazisi için, Lenin ve Stalin dönemindeki Sovyetler Birliği’nin proletaryası ve halklarının şanlı tarihi, bugünkü emperyalist çıkarları açısın¬dan somut bir çıkar sağladığı ölçüde savun¬maya değer bir anlam teşkil etmektedir. Bu aktüel olayda, Rus emperyalizminin hiçbir ciddi tepkisi olmadı. Yeksin, “her ülkenin kendi tarzına göre kutlaması vardır” diyerek Rusya halklarında gelişen tepkileri yatıştır¬maya çalıştı. Oysa benzer nitelikte bir başka saldın, bundan yaklaşık bir ay önce Alman emperyalizmi tarafından yöneltilmişti. Kohl hükümeti, müttefik güçlerinin Berlin’den yol¬cu edilmesi törenlerine Rusya’nın davet edil¬meyeceği, Rus birliklerinin Doğu Alman¬ya’nın Weimar kentinde ayrı bir törenle uğurlanacağını açıklamıştı. Gerekçesi ise, Sovyetler Birliği’nin diğer müttefik güçlerinin aksine, Almanya’nın bölünmesinde oyna¬dığı olumsuz roldü! Aslında Batı Almanya emperyalizmi bir yönüyle; başta Stalin olmak üzere Sovyetler Birliği’nin birleşik, tarafsız ve demokratik Almanya’nın yaratılması öneri ve taleplerini hiçe sayarak, işgal edilen Al¬manya’nın Batı kesiminde para reformuna gi¬rişerek fiilen Almanya’yı ikiye bölen Ameri¬kan, İngiliz ve Fransız emperyalistlerine gelişmesini olanaklı kıldıkları için böylece şükran borcu ödüyordu.
Şunu vurgulamak gerekiyor: Alman em¬peryalizminin Rus birliklerine karşı aldığı bu tutumla, ABD, İngiliz ve Fransız emperyaliz¬minin Normandiya çıkarması kutlamalarına Rusya’yı davet etmemesi tutumu tam bir öz-deşlik arz etmektedir ve aynı işleve sahiptir. Tarihi çarpıtmak! Normandiya’daki yıldönü¬mü kutlamalarında, günümüz emperyalist güçleri arasındaki dalaşmanın yeni öğeleri¬nin tohumları bir kez daha ortaya çıktı ama, bu nokta, yani tarihi çarpıtma, kendilerince tarihlerini temiz yansıtma ve asil görünme noktasında tam bir birlik hâkimdi. Aslında bu her yönüyle hemfikir oldukları tek şeydi!
Burada dünya emperyalizminin iki amacı belirmektedir: 1. Emperyalizmin genel krizi¬nin yeni bir aşamasına her gün daha somut biçimler alarak ilerlediği ve dünyanın yeni bir emperyalist savaşla yeniden paylaşılması tehlikesinin yakın dönemde görülmedik den¬li artmakta olduğu bir süreçte, son dünya sa¬vaşında oynadığı gerçek iğrenç rolünü gizle¬mek; tarihsel gerçeklerle sabitleşmiş olan sorumluluklarını omuzlarından atmak. 2. Bi¬rincisinin de bir gereği olarak, başta Sovyet¬ler Birliği ve Kızıl Ordu olmak üzere, dünya işçi ve komünist hareketinin insanlığın Alman, İtalyan ve Japon faşizminden kurtulu¬şunda oynadığı esas ve belirleyici rolünü inkâr etmekten de öteye, bütünüyle unuttur¬mak. “Komünizmin öldüğü”nden yola çıkılarak, bu şanlı ve onurlu tarihi savunacak hiç kimsenin kalmadığı, bu nedenle uzunca gerekçelendirme girişimlerinde dahi bulunmaksızın, doğrudan aleyhinde olan ve aslın¬da kendisini mahkûm eden tarihsel gerçekle¬ri yok saymak… İşte son ay ve günlerin bütün şov ve pespaye iddialarının gerçek amaçları bunlardır. Ne var ki, bunlar dünya emperyalizminin nafile çabalarıdır. Çünkü güneş balçıkla sıvanmaz!

NORMANDİYA ÇIKARMASI, NEYDİ, NE DEĞİLDİ?
Normandiya çıkarmasıyla; “Avrupa’nın öz¬gürlüğe kavuşturulduğu”; “2. Dünya Sava¬şı’nın dönüm noktasının başladığı”; “Hitler faşizminin beli kırıldığı” masallarına gelin¬ce…
Baştan belirtmek gerekiyor ki, Normandi¬ya çıkarması, “Anti-Hitler Koalisyonu”nun ba¬tı kanadının en büyük askeri harekâtı olarak faşist Almanya’ya karşı mücadelede gerçek¬ten de önemli bir rol oynamıştır. Bu rolün anlamı ise, Avrupa’nın batısında faşist Alman¬ya’ya karşı ikinci bir cephenin açılmasıdır. Bu ikinci cephenin gerçek öyküsüne gelme¬den önce, şu tarihi gerçeği vurgulamak la¬zım: Normandiya çıkarması, söylenildiği gibi, ne “2. Dünya Savaşı’nın dönüm noktası”dır, ne de “Hitler faşizminin belini kıran” askeri harekâttır. Gerçekte savaşın dönemeç nokta¬sı, Kızıl Ordu’nun Hitler ordusuna karşı Stalingrad’da başlattığı ve Kursk’ta kesinlik ka-zandırdığı cephe zaferleridir. Her şeyden önce şu gerçek hasıraltı edilmektedir: Normandiya çıkarması, 1 Eylül 1939’da başlayan 2. Dünya Savaşı’nın son yılına girdiği (6 Haziran 1944) dönemde yapılmaktadır. Ancak, çıkarmanın gerçekleştiği tarihin çok daha ayırt edici özel¬liği, bu çıkarmanın, Kızıl Ordu’nun faşist iş¬galci güçleri o zamana kadar denetimleri al¬tında tuttukları Sovyet topraklarının yarısından fazlasından attıktan sonra başla-masıdır! 22 Haziran 194l’de aniden saldıran Hitler orduları açısından, Moskova kapılarına kadar dayandıktan sonra, geriye dönüş sayıl¬maya başlamıştı. Ve savaşın dönüm noktası, Kızıl Ordu’nun 19/20 Kasım 1942 tarihlerin¬de Volga nehrinden işgal altındaki Stalingrad’ı abluka altına alması ve 2 Şubat 1943’de faşist General Paulus’un teslim olmasıyla kur¬tuluşunu gerçekleştirmeliyle başlamıştır. Ger¬çi Kursk bölgesinde Naziler son bir taarruza (5 Temmuz 1943) daha yeltenmiş, ama bu birkaç gün içerisinde gelişemeden boğulmuş¬tur. Bugün tarihsel gerçekleri reddetmeleri, o dönemin belgelerinin öğretici ifade gücünü ortadan kaldırmamaktadır. Örneğin Kızıl Or¬du’nun bu başarıları karşısında ABD Başkanı Roosevelt’in gönderdiği bir mesajda aynen şunlar belirtilmektedir: “Şanlı zaferiniz saldır¬ganlık dalgasını durdurmuştur ve müttefik uluslarının saldırganlık güçlerine karşı sür¬dürdüğü savaşın dönemeç noktası olmuş¬tur.” (abç) (Roosevelt’in 1941-45 yıllarında Stalin ile mektuplaşmalarından)
1943 yılının sonlarına gelindiğinde, faşist ordular SB’nin güneyinde yaklaşık 1200 kilo-‘ metre ve orta kesiminde yaklaşık 500 kilo¬metre, geri püskürtülmüştü. Dünya’ya “yenil¬mez güçler” olarak yutturulan Nazi orduları, Kızıl Ordu’nun şanlı direniş ve karşı atakla¬rıyla prestij kaybetmiş (2 milyon asker yitir¬diler), tüm dünya halklarında Nazi despotlu¬ğun yerle bir edileceğine dair inanç ve umu¬du pekiştirmiştir. Ve işte yıl 1944 olup, yaz aylarında yarımlandıktan sonra, yani Hitler orduları artık çoktan taarruzdan savunmaya geçtiği, Kızıl Ordu’nun ise her gün daha dev adımlarla Almanya’ya doğru ilerlediği, Berlin’in ele geçirilmesiyle sonuçlanacak o son büyük taarruzu (22 Haziran 1944’de, Nazi Almanya’sının saldırısının tam 2. yıldönümün¬de) için hazırlıklarını tamamlamasına bir hafta kala, Normandiya çıkarması gerçekleşmiştir.
Normandiya çıkarmasının yapıldığı tarih, Batılı emperyalist güçlerin ona hangi işlevi yüklediklerini de ortaya koymaktadır. Denile¬bilir ki, Faşist Almanya’nın Sovyet toprakları¬na saldırdığı günlerden beri, Stalin, İngiltere ve ABD’ye Fransa’nın Kuzey’inde Hitler faşiz¬mine karşı ikinci bir cephenin açılmasını önermektedir. Ama Anglo-Amerikan emperya¬listleri bin bir gerekçeler uydurarak, kasıtlı olarak yanaşmamaktadırlar. Onların tüm amaçları, Kızıl Ordu’nun Nazi orduları tarafından dize getirilmesi, belinin kırılması idi. Zi¬ra bu gerçekleştikten sonra, Anglo-Amerikan emperyalistleri devreye girecek ve dünyayı despotluktan kurtarma edasıyla gerek rakibi Almanya’ya, gerekse can düşmanı Sovyetler Birliği’ne kendi ağır şartlarını ve hükümlerini dayatacaktı. Normandiya çıkarmasının, somut bir öneri olarak (Stalin) gündeme gelmesin¬den tam üç yıl sonra gerçekleşmesinin “sırrı” işte bu emperyalist plan ve emellerdir. Ve ne zaman ki bu planın başarı kazanmayacağı ke¬sinlik kazanıyor ve Kızıl Ordu’nun batılı müttefik güçlerinden önce Berlin ve Almanya’ya ulaşacağı açıklık kazanıyor, işte ancak o za¬man, yıllarca Stalin ve SB tarafından talep edilen ikinci cephe açılıyor, Normandiya’ya çıkarma yapılıyor.

Temmuz 1994

EK:
Normandiya Çıkarmasının Perde Arkası
Normandiya çıkarması, özellikle askeri bakımdan, Avrupa’nın batısından Nazi Al-manyası’na karşı ikinci bir cephenin açılması işlevini gördü. Ancak bu cephe, Anglo-Amerikan emperyalistlerince kasıtlı olarak çok geç (gerekli olduğu tarihten tam üç yıl sonra) ve kendi emperyalist çıkarlarının tehlikeye girmesi üzerine açıldı.
İşgal edilmiş Sovyet topraklarında Kızıl Ordu’nun amansız bir savaş sürdürdüğü Al¬man savaş aygıtının en zayıf noktası, Batı Avrupa idi, yani işgal altındaki Fransa. Çar¬pıcı bir tarihsel gerçektir; Stalin, Hitler’in azgın ordularının Sovyetler Birliği’ne (SB) sal¬dırdığı andan beri, İngiltere ve (sonradan) ABD’den ısrarla, Kuzey Fransa’dan bir çıkarma yaparak ikinci bir cepheyi açmalarını talep ediyordu. Stalin’in özellikle Churchill ile olan yazışmaları, bu isabetli ve belki zamanında gerçekleşmesi durumunda mil¬yonlarca insanın hayatını kurtaracak girişimin somut kanıtlarıyla doludur.
Stalin’in Churcill’e 18.07.1941 yılında yazdığı özel mektubundan:
“(…) Diğer taraftan inanmaktayım ki, Batı’da (Kuzey Fransa) ve Kuzey’de (Arktika) Hitler’e karşı bir cephenin açılması, gerek SB’nin, gerekse İngiltere’nin askeri durumu¬nu esaslı bir şekilde değiştirebilecektir. Kuzey Fransa’daki bir cephe, sadece Hitler’in silahlı güçlerini Doğu’dan çekmesini sağlamaz, aynı zamanda Hitler’in İngiltere’ye bir çıkarma yapmasını olanaksız kılar.
(…) Bu cephenin açılması için zaman şimdi özellikle uygundur, çünkü Hitler birliklerini Doğu’ya sevk etmiştir ve Doğu’da ele geçirdiği mevzileri sağlamlaştırmayı henüz başaramamıştır”.
Churcill bu mektuptaki öneriye olumsuz yanıt verir. İngiliz Genelkurmay’ın böyle bir çıkarmayı gerçekleştirmek için “hiç bir olanağı görmediğini” bildirir. Stalin’den Churcill’e 03.09.1941’de yazılan mektuptan:
(…) Almanlar Batı’dan gelecek tehlikeyi bir blöf olarak görmekteler ve hiç bir bedel ödemeden Batı’daki tüm güçlerini Doğu’ya sevk etmektedirler. Zira Batı’da ikinci bir cephenin bulunmadığına ve bunun da açılamayacağına inanmaktadırlar.”
Churcill’in 06.09.1941 tarihli yanıtından:
(…) Hiç bir çabayı esirgemememize rağmen; yaptığımız hava saldırılarının dışın¬da. Batı’’da, Almanların Doğu’daki silahlı güçlerini kış öncesinde geri çekmeye zorlaya¬cak herhangi bir İngiliz harekatı için gerçekten bir olanak bulunmamaktadır.”
Stalin tarafından Başbakan Churcill’e 16.02.1943 tarihinde gönderilen çok gizli ve ezel mektuptan:
“(…) Verdiğiniz bilgilerden anlaşıldığı üzere, Avrupa’daki, özellikle de Fransa’daki ikinci cephe henüz Ağustos/Eylül ayları için öngörülmektedir. Ancak, düşünceme göre, mevcut durum, bu tarihin olabildiğince daha erkene alınmasını ve Batı’daki ikinci cep¬henin sözü edilen zamandan çok daha önce yaratılmasını şart koşmaktadır. Düşünceme göre, düşmana nefes alma olanağını tanımamak için, Batı’daki darbenin, yılın ikin¬ci yansında değil de, ilkbahar ve yaz başlarında indirilmesi oldukça önemlidir.” (Alıntı¬lar için bkz. “Briefwechsel Stalins mit Churcill, Attice Roosevelt und Truman 1941-1945”)
Ancak, Stalin’in üzerinde durduğu ikinci cephe (çıkarma) 1943 yılında da gerçek¬leşmez. İngiliz emperyalizmi ikinci cephe için askeri bakımdan hep yetersizliklerden söz ederek, pusuya yatma taktiği izlerken, kendisi için hem politik hem de stratejik ba¬kımdan avantajlı her türlü olanağı ve gücü bulabilmekteydi. (Churcill’in, Stalin’in, 25-30 İngiliz tümeninin İran üzerinden SB’nin güneyine yollanması ve bunların Almanlara karşı Kızıl Ordu’ya destek çıkması önerisini “bütünüyle gücümüzü aşar” sözleriyle ya¬nıtlaması ve ama aynı anda İran’daki Kızıl Ordu birliklerinin, “petrol bölgelerini korumak için” İngiliz birliklerince yer değiştirip, burada boşalan Kızıl Ordu birliklerinin Sovyet-Alman cephesine çekilmesi önerisiyle yanıtlaması, bu küstahça taktiğin en önemli ör¬neklerindendir.)
1943 Kasımı’nın sonlarına doğru toplanan Tahran Konferansı’nda Anglo-Amerikan emperyalistlerinin yukarıda sözü edilen tutumları devam eder. Stalin’in ısrarlı talepleri ve görüşmelerin yokuşa sürüklendiği anda konferansı terk etme kararını açıklaması üzerine, ikinci cephe için kesin tarih belirlenir. (Tahran Konferansı’nda Stalin’in tercü¬manı olarak görevli olan V. M. Bereshow’un, Stalin, Roosevelt ve Churchill arasındaki görüşmelerden bir tanık olarak aktardığı şeyler, Anglo-Amerikan emperyalistlerinin yukarıda salt bazı yönleriyle değindiğimiz gerçek niyet ve emellerini tüm çıplaklığıyla orta¬ya sermektedir.)
Normandiya çıkarmasının perde arkası esas olarak bunlardır. Bugün bu olgular bir hamleyle hasıraltı edilerek yok sayılmaktadır. Geriye ise, bir tek Batılı emperyalist güçler ve onların Normandiya çıkarması kalmaktadır. Gerçeklerin inkârı üzerine ku¬rulu olan bu tablo karşısında, Stalin-Churcill yazışmalarından son bir alıntı yapmak istiyoruz: Normandiya çıkarmasının ardından aylar geçmiş ve Batılı müttefik güçleri¬nin birlikleri başarıyla ilerliyor. Stalin, İngiltere’nin Moskova Büyükelçisi Sir A. Clark Kerr ile yaptığı bir görüşmede Amerikan ve İngiliz operasyonlarından övgüyle söz ediyor. Bunu elçisinden öğrenen Churchill, Stalin’e 27.09.1944 tarihinde gönderdiği çok gizli ve çok özel mektubunda, “kahraman Rus ordularının önderinin bu sözlerin¬den” duyduğu memnuniyeti dile getiriyor ve şunları söylüyor:
“Yarın parlamentoda, önceden söylediğim bir şeyi yeniden tekrarlama fırsatı bulacağım. Bu da; Alman savaş aygıtının gücünü Rus ordusunun kırdığı ve onun şu anda düşman birliklerinin en büyük bölümünü kendi cephesinde bağla¬dığıdır. “
İşte Stalin’in, Kızıl Ordu’nun ve Sovyet işçileri ve halklarının “Avrupa’yı despotluk¬tan kurtarma” katkıları, en azından, can düşmanına yukarıdaki sözleri söylettirecek ka¬dar büyüktür!

Teoride ve Eylemde DİYALEKTİK MATERYALİZM

Marx, Hegel’inki de dahil olmak üzere kendinden önceki felsefi sistemler ile kendi sistemi arasındaki farklılığı ele alırken, önceki bütün felsefi sistemlerin “dünyayı yorumlamak”la yetindiklerini, gerçekte ise önemli olanın “dünyayı değiştirmek” olduğunu söyle¬mişti. İşçi sınıfının uluslararası düzeydeki dünyayı değiştirme eyleminin teorisi ve programı olarak doğan Marksizm, bileşenlerinden biri olan diyalektik materyalizmi, proletaryanın dünyayı devrimci tarzda değiştirme eyleminin bir yöntemi olarak inşa etti. İnsan dü¬şüncesinin gelişiminin en yüksek aşamasını temsil eden diyalektik materyalizm, işçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesinin nasıl yürütülmesi, hangi araçların ne tarzda kullanılması gerektiğini gösteren, ama yüksek derecede soyut, bir kavram ve kategoriler sistemidir. Tek kelimeyle diyalektik materyalizm, işçi sınıfının dünyayı anlama, yorumlama ve değiştirme eyleminin yol-yöntemini ifade eden keskin bir silahtır. Proletaryanın, mücadelesini doğru tarzda yürütmesi, esas olarak bu silahı nasıl kullandığına bağlıdır. Bu bakımdan, bu önemli savaş aracına sahip olmak, onu ustaca kullanmak üzere onu öğrenmek ve öğretmek; devrimci sınıf, bu sı¬nıfın örgütlü öncüsü ve devrimci militanlar için çok büyük bir öneme sahiptir.
Fakat gündelik mücadele içinde, diyalektik materyalizmin bu özelliği çoğunlukla unutulmaktadır. Bu, kendini başlıca iki şekilde dışarı vurmaktadır:
Bir yandan; diyalektik materyalizmin yürütülen bütün mücadele bakımından anlamlı bir yöntemsel silah olma özelliği unutulmakta, diyalektik materyalizm, “bilsek iyi olur” türünden bir “zenginlik” olarak anlaşılmaktadır. İçinde yaşadığımız dünyanın olaylarını yorumlamanın, yürütülen mücadelenin, örgütlenen bir grevin sorunları konusunda faydası olmayan bir “fikir zenginliği” olarak görülmesinin bir sonucu olarak, diyalektik materyalizm, eylem alanının dı¬şında bir yere, daha çok da doğa bilimlerinin laboratuarına yolcu edilmektedir. Bu durumda diyalektiği öğrenmenin, daha iyi laf etmeye, karşısındakinin fikirlerini çürütmeye, bir doğa olayını açıklamaya yaradığı ama hiçbir şekilde çapraşık bir durumu anlamaya, sınıf mücadele¬sinin belirli bir anında ne türde mücadele biçim ve araçlarının gerektiğini saptamaya vb. ya¬ramadığı sonucu, ifadelendirilmemiş olsa da çıkmaktadır. Gerçekten de, böylesine bir “diya¬lektik materyalizmin devrimci bir militan için fazla bir değeri olmadığı açıktır ve dolayısıyla bu zor kavram ve kategoriler serisini öğrenmek için zaman harcamaktansa daha kolay anlaşı¬lır bazı politik kitapları okumakla yetinmenin daha hayırlı olacağı düşüncesine yol açması an¬laşılırdır.
Diğer yandan; diyalektik materyalizm, en temel yasa ve kategorilerin ezberlenmesiyle üstesinden gelinebilecek hazır reçeteler toplamı olarak görülmektedir. Gerçekte diyalektik materyalizmin kavram ve kategorileri “tarihsel insan eyleminin milyarlarca kez tekrarlanmış ilişkileri ve deneyleri üzerinde” yükselirler ve doğal, toplumsal ve düşünsel süreçlerin temel ve genel kurallarını içerirler. Bunun için de, yüksek derecede bir soyutlamanın ürünü olan bu yasaların, kavramların ve kategorilerin, her somut duruma doğrudan doğruya uygulanabi¬len bir anahtar rolü yoktur. Kuşku yok ki, diyalektik materyalizmin kategorileri, düşünsel ve doğal süreçlerin olduğu kadar toplumsal süreçlerin tahlili ve sorunların çözümü konusundaki temel araçlardır. Ama bunlar, herhangi bir hareket biçimine dolaysız, kaba bir indirgemeyle uygulanamazlar. Bunun için de, diyalektiğin temel yasalarını ezberlemiş olmanın diyalektiği uygulamaya ve diyalektik tarzda düşünmeye yeteceği anlayışı, bu eşsiz silahın gerçek anlam¬da kullanılamaması sonucunu doğurmaktadır.
Özellikle Türkiye devrimci pratiği açısından hayli yaygın olan yukarıdaki anlayışların etki¬lerinin kırılması, diyalektik materyalizmin, değiştirme eylemimizin temeli haline getirilmesi için çok önemlidir. Bu bakımdan, Aydın Çubukçu’nun “Teoride ve Eylemde DİYALEKTİK MA¬TERYALİZM” adlı son çalışması önemli bir kaynaktır.
Aydın Çubukçu, bu kitabıyla, esas olarak, diyalektik materyalizmin doğal süreçlerde ge¬çerli bir tartışma silahı olmaktan çıkarılarak sınıf mücadelesinin bir kılavuzu haline getirilme¬sine katkıda bulunmayı hedeflemiştir ve yalnızca aydınların, “yazıp çizenlerin” değil, doğru¬dan siyasal pratik içinde yer alan işçilerin, gençlerin ve diğer emekçi kesimlerden devrimcilerin diyalektiği öğrenmesinin önemi üzerinde durmuştur. Fakat bu “öğrenme”nin, basitçe, diyalektik üzerine yazılmış kitapları okuyup ezberlemek anlamına gelmeyeceği konusunda okuyucuyu daha kitabın başında uyarmıştır: “… Diyalektik materyalizm, akademik bir inceleme konusu gibi, kitapların art arda devrilmesiyle, bitmez tükenmez tartışmalar içinde boğulmakla, belki yalnızca biçimsel olarak öğrenilebilir, ama asla bir bilinç un¬suru halini alamaz. Diyalektik, sürekli devrimci pratik ve pratik üzerine araştırma ve düşünme süreçlerinde olduğu gibi, eleştirinin ve özeleştirinin de, gündelik hayatın içindeki her anki düşünme ve davranmanın da ‘doğal’ ve kendiliğinden işleyen bir iç özelliği ola¬bilirse, gerçekten öğrenilmiş olacaktır. Bir devrimcinin diyalektiği bilmesiyle, bir felsefe profesörünün materyalist diyalektiği bilmesi arasındaki fark buradadır.”
Bir felsefe profesörünün diyalektiği gerçek anlamıyla öğrenememesinin, düşünme ve dav¬ranma sürecinin “bir iç özelliği” haline getirememesinin nedeni onun devrimci pratikten kopuk oluşudur. Çünkü “diyalektik materyalizmin sağlam temeller üzerinde öğrenilmesi¬nin ve geliştirilmesinin esas alanı da, teori değil, devrimci pratiktir.” Kitabın, felsefenin başlıca gerçekleşme alanı olarak insanın sosyo-politik eylemini almış olması, onu felsefe konu¬sundaki diğer bir dizi “el kitabı”ndan ayıran, temelli bir özelliktir. Bu özellik, yukarıda da ifade edildiği gibi, felsefenin esas alanının doğa bilimleri olduğu şeklindeki yanlış anlayışın kırılması amacını taşımaktadır. Elbette ki, toplumsal eylem alanı diyalektik materyalizmin uy¬gulanacağı, sınanacağı ve geliştirileceği tek alan değildir. Ama basitleştirilmiş el kitaplarının, diyalektiği yalnızca doğadan ve bu alana yönelik bilimlerden örneklendirdikleri ve bunun nerdeyse egemen bir anlayış halinde kökleştiği ortamda, diyalektik materyalizmin esas ala¬nına bu tarz bir ağırlık vermek zorunlu olmaktadır.
“Teoride ve Eylemde DİYALEKTİK MATERYALİZM”, diyalektik materyalizmi, insanın tarih¬sel eylemini eksen alarak yorumlayan bir çalışma olması özelliğiyle “MANTIK VE DİYALEK¬TİK”e bağlanmaktadır. Aydın Çubukçu, daha önceki çalışması “Mantık ve Diyalektik”te, diya¬lektiği, insanın tarihsel eyleminin bir sonucu ve aynı zamanda bu eylemin bir düzenleyicisi olarak ele almıştı. İnsanın 25 yüzyıllık düşünce serüvenini, insan eylemini esas alan ve bu ey¬leme, bağıntılı bir bütün kurma işlevi yükleyen genel bir çerçevede özetlemişti. Bu ikinci kita¬bı, insanın eylemini esas alan ve bütün bir insan düşüncesinin tarihini insan eylemi açısın¬dan yorumlayan çalışmanın, daha da somutlanması ve sınıf mücadelesi pratiği açısından devam ettirilmesi ihtiyacının bir ürünü olarak düşünebiliriz.
Kitabın ele aldığı temel problemlerden biri, diyalektik materyalizmin teori alanına ve dev¬rimci sınıf mücadelesi alanına nasıl uygulanması gerektiğidir. Birçok genç devrimci, diyalek¬tik materyalizmin yalnızca “felsefenin meselelerini” çözmeye yaradığını, diyelim taktik bir sorun konusunda yazılmış bir kitapta ise felsefe bulunmayacağını sanır. Lenin, “diyalektik yöntem Marksizm’in özüdür” derken, diyalektiğin yalnızca felsefenin sorunları konusunda değil, sınıf mücadelesinin bütün alanlarında da temel bir önem taşıdığını, bu ruh olmaksızın hiç bir ciddi sorunun çözülemeyeceğini ortaya koymuştur. Fakat bu diyalektik, proletaryanın öğretmenlerinin yapıtlarında yönlendirici bir yöntem ilkesi olarak, derin bir içyapı halinde bulunur. Bundan hareketle, bu kitap, Marksizm’in teorik hazinesine diyalektiğin bir uygulama alam olarak bakmış, Marksizm’in temel nitelikteki klasiklerinde diyalektik yöntemin nasıl uy¬gulandığını göstererek diyalektik yöntemin teoriye nasıl uygulandığını ortaya koymaya çalış¬mıştır. Marx’ın, ilk bakışta yalnızca kapitalist ekonomiyi incelediği sanılan temel eseri “Kapital”in, diyalektik materyalist yöntemin uygulanışının dahice bir örneği olduğunu gösteren bölümler özellikle ilgi çekicidir. Kitap’ta, Kapital’in yanı sıra, birçok başka eser de, diyalekti¬ğin teori alanına uygulanışı açısından incelenmiştir.
Diyalektik materyalizmin devrimci eylem alanına uygulanışı, kitabın üzerinde durduğu bir diğer sorundur. Sınıf mücadelesi pratiği içinde, diyalektiğin mekanik tarzda uygulanışının ör¬neğine sıkça rastlanmaktadır. Bir yandan diyalektik materyalizmin temel kategorileri kabaca şemalaştırılarak, yanlış saptama ve taktiklere dayanak haline getirilmekte; diğer yandan ise, alanlar arasındaki farklılıklar dikkate alınmaksızın, fizik, biyoloji vb. alanlarından seçilmiş ör¬nekler, mekanik tarzda sınıf mücadelesi alanına aktarılmaya çalışılmaktadır. Fizikte böyle olu¬yor diye, sınıf mücadelesi alanında da öyle olmak zorunda değildir. Sınıf mücadelesi alanı, arındırılmış bir laboratuar ortamı değildir. Bir dizi önceden hesap edilemez ve denetlene¬mez faktörle karşı karşıya kalabiliriz. Fizik alanında geçerli olabilecek, şu belirli nedenler, şu belirli sonuçlara yol açar şeklindeki bir nedensellik ilişkisi toplumsal pratik alanında geçerli değildir. Bunun için, diyalektik materyalizmin devrimci eylem alanına uygulanması, diyalek¬tik materyalizmin kategorilerinin gerçek anlamda özümsenmesiyle mümkündür.
Kitap, diyalektik materyalizmin eylem alanına uygulanışını ele alırken bir yandan sınıf mücadelesinin pratiğinden canlı örnekler üzerinde durmakta, bir yandan da Marksizm’in büyük öğretmenlerinin eylemi üzerinden diyalektiğin nasıl hayata geçirildiğini göstermeye çalışmaktadır. “Bir Eylem Kılavuzu Olarak Diyalektik Materyalizm” ve “Strateji Ve Taktikte Di¬yalektik” başlığını taşıyan bölümlerde, diyalektik materyalizmin eylem alanına uygulanışı in¬celenirken, onun başlıca yasa ve kategorilerinin toplumsal hareket bakımından nasıl anlaşıl-ması gerektiği üzerinde durulmakta ve örneklenmektedir.
Kitaba bir bütün olarak bakıldığında, gerek teorinin kavranması açısından, gerekse de di¬yalektik materyalist yöntemin devrimci pratiğe uygulanışı açısından, kitabın her devrimci mi¬litanın öğrenmesi ve canlı bir şekilde yaşama geçirmesi gereken köşe taşlarını ördüğü söyle¬nebilir. Kitabın ağırlıklı bölümleri, diyalektik materyalizmin kavram ve kategorilerini yalın bir şekilde açıklamıştır ve kolay anlaşılır niteliktedir. “Materyalist Diyalektik Yöntemin Da¬yandığı Felsefi Temeller” başlığını taşıyan bölümdeki bazı kesimlerin anlaşılması için biraz daha dikkatle okunması gereklidir.
Lenin, diyalektik yöntemi Marksizm’in özü olarak nitelendirmişti. Bu öz, basit bir gözlemle değil, sabırlı ve inatçı bir çabayla açığa çıkarılabilir ve yaşamımızı yönlendiren içyapı özelliği kazanabilir. Bu öz kavrandığı oranda teoriyi kavramak ve onu pratiğe doğru tarzda uygula¬mak mümkündür. Bu kitap, bu özü yakalamamız ve diyalektik materyalizmi toplumsal prati¬ğin etkin bir aracı olarak kullanmamız için başvurmamız gereken önemli kaynaklar arasında¬dır.
(Teoride ve Eylemde DİYALEKTİK MATERYALİZM, Aydın Çubukçu, Evrensel Basım Yayın, 1. Baskı: Haziran 1994)

Temmuz 1994

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑