Sınıf Mücadelesi Tarihinde 3 dönem, 3 Kadın

Sınıf mücadelesinin uzun tarihinde, örgütçü ve militan olarak yer almış sayısız kadın arasında, komünist olmayan, ama sınırsız bir arayışla kendilerini ezilen sınıfların ve kendi cinslerinin kurtuluşu mücadelesine adamış öncüler vardır. Bu kadın öncülerin mensup oldukları akımlar ve eylemleri, Marksizm-Leninizm tarafından eleştirilmiş olmakla birlikte, gene bizzat Marx ve Lenin tarafından daima saygıyla anılmışlardır.
Onlara saygı; sınırsız fedakârlık ve cesaretle “daha güzel bir dünya” yaratmak üzere egemen sınıflara karşı mücadele etmiş herkesi, kendi geçmişinin bir parçası olarak gören devrimci komünizmin bir özelliğidir. Sınıf mücadelesinin Marksizm-Leninizm ışığında yürütülme düzeyine ulaşmasında, onların keskin eleştirici düşüncelerinin, hatalarla dolu olsa da mücadelelerinin ve deneylerinin büyük payı vardır. Dünya devrim tarihinde haklı bir yer edinmiş olan bu savaşçıları tanımak, aynı zamanda onların yaşadıkları dönemin temel özelliklerini anlamaya ve devrimin karmaşık ve zengin içeriğini görmeye yardım edecektir. Bu yıl 8 Mart’ı, dünyanın devrimci bir döneminde, aşağı yukarı aynı tarihlerde yaşamış ve mücadele etmiş üç kadının, Vera Figner’in, Flora Tristan’ın, Louis Michel’in ve egemen sınıflara karşı verilen mücadelede öne çıkmış bütün kadınların   kimliğinde selamlıyoruz.

VERA FİGNER:
“Benim sözüm ve eylemim birdir”
Eylemi ona kimliğini kazandırdı ve adım tarihe yazdırdı ama Vera Figner, çar rejiminin karşısına dikilen ve bu devrimci mücadelede kahramanlık destanları yazan yüzlerce kadından biriydi. 19. yüzyılın yetmişli yıllarında, topraklarının yanı başındaki Avrupa’da ardı ardına cereyan eden burjuva devrimlerini, 1848’den beri burjuvaziden koparak bağımsız bir sınıf karakteri kazanmaya başlayan proletaryanın iktidar mücadelesinin fırtınasını; yenilmiş de olsa, işçi sınıfı iktidarını ilk kez gerçeklik olarak sergileyen Komün günlerinin dehşetini; yüzyılın başından beri sayısız köylü ayaklanmalarıyla sarsılmış olmaktan gelen korkuyla izleyen çarlık rejimine karşı savaş açmış yüzlerce kadından biri.
Figner’in bir Narodnik aktivist olarak çarlık rejimine karşı mücadeleye katıldığı dönem, Marx’ın 1882’de, dünya devriminin merkezinin Rusya’ya kaydığı saptamasını yaptığı, oldukça geniş bir coğrafyada Rusya’nın kendisini devrimci bir faktör olarak ortaya koyduğu bir dönemdi. Bir süre sonra, Narodniklerin eylemlerinden ve Rusya’da gelişmekte ve devrimci bir nitelik kazanmakta olan işçi sınıfının gözlenmesinden çıkarılan bu öngörü doğrulanacak, Narodniklerin köylü bir içerik vererek tanımladıkları ve yönlendirdikleri çarlığa karşı mücadelelerin devamı, ama aynı zamanda da bunun reddi olan proletaryanın mücadelesi sosyalizmin kurulmasını başaracaktır.
Rusya, bir önceki yüzyılın son yıllarında, Pugaçev ve Stenka Razin’in önderlik ettiği köylü ayaklanmalarına sahne olmuştur ve 1812’de çarlığın moral olarak kendini en iyi hissedebileceği bir zamanda, Fransa’yla yapılan savaştan tam galip çıkılmışken Decambristlerin isyanı patlamıştır. Ordu içinde bir grup subay ve askerle, yüksek sınıflara mensup aydınların içinde yer aldığı isyan, çok geçmeden büyüyerek kitleselleşecek, geniş halk yığınlarını da sararak çarlığa karşı verilen ilk kitlesel ayaklanma olma niteliğini kazanacaktır.
Decambrist isyanın faturası, yüzlerce ölü, sayısız isyancının hapsedilmesi, bundan sonra tutuklanan siyasilerin uzun yıllarını geçirecekleri Sibirya sürgünlerinin başlaması, 1. Nikola’nın iktidara gelmesiyle başlayan istibdat yılları ve yıllar süren moral bozukluğudur. Meşruti monarşi siyasal talebiyle ayağa kalkan, ancak kararsızlıklarının bedelini oldukça pahalıya ödeyen decambrist isyancılar, hezimete uğrayıp dağılmış olsalar da Rusya için yeni bir dönem başlamıştır artık. Onların yiğit başkaldırıları kendilerinden sonra gelen kadın ve erkek devrimcilerin eylemlerine esin ve moral kaynağı olacaktır.
Vera Figner ve arkadaşları, Decambristlerin ardından başlayan popülist ve devrimci edebiyatın, üniversite öğrencilerini, üst sınıflara mensup aydınları, çarın liberalleşmeye başlayan bürokratlarını etkileyip genel bir hoşnutsuzluk ve muhalefet ortamını besleyerek onların çıkışlarını kolaylaştırıp eylemlerine zemin hazırladığı bir dönemin ardından tarih sahnesine çıktılar. Herzen, Belinsky ve Çernişevski gibi ütopik sosyalistler, popülist devrimcilerin öncelleri ve ideologları olarak, yazdıkları eserlerde, yayınladıkları gazetelerde, çarlık rejimine karşı verilecek mücadelenin ahlaki bakımdan meşruiyet zeminini hazırlamışlardı. Bu aydınlar, her türlü entelektüel muhalif faaliyete müdahale edildiği, uzun hapis cezalarının verildiği, zorba bir sansür sisteminin uygulandığı Rusya’da, defalarca kovuşturmaya uğramışlar ve sonra da faaliyetlerini sürdürmek için başka olanak kalmadığını düşünerek Avrupa’ya dağılmışlardı.
Ama onların yurda gizlice ulaşan yapıtları ve yayınları elden ele dolaşarak çok sayıda genç insanı “halk için bir şeyler yapmaya” hazır hale getirdi. Belinsky’nin Gogol’e yazdığı bir mektubu elden ele dağıtan Dostoyevski’nin idama mahkûm edildiği düşünülürse yurtdışından gelen bu yayınları okumak için katlanılan zorlukların ve ödenen bedellerin ne kadar ağır olduğu anlaşılacaktır.
Rusya’da devrimin koşulları entelektüel bakımdan mayalanırken kadınlar için, bu atmosferi soluyabilmenin olanakları oldukça kısıtlıydı. 19. yüzyılın sonlarında kadınların öğrenim görmeleri hâlâ yasaktı, diploma ya da sertifika vermeyen bazı öğrenim kurumlan ise az sayıda ayrıcalıklı kız öğrenciyi barındırıyor ama öğrenim sonunda kadınlar meslek sahibi olamıyorlardı. Diğer yandan, birçok aristokrat-liberal aile, kızlarını Avrupa’daki üniversitelere kaydettirebiliyordu. Çoğu tıp eğitimi gören bu genç kadınlar arasından eğitimini yarıda bırakıp Rusya’ya dönerek devrimci faaliyet yürüten birçok kadın çıktı. Onlardan biri de Figner’di.
Figner, varlıklı ve aristokrat kökenli bir ailenin çocuğuydu ve o dönemde birçok genç insanın yaptığı gibi, eğitimini, mezuniyetine az bir zaman kala bırakarak ülkeye dönmüş ve İsviçre’de tanıştığı devrimci fikirlerini pratiğe geçirmek için halkçı “Toprak ve Özgürlük” örgütüne katılmıştı.
Hiç kuşkusuz, üst sınıflardan gelen bu genç kadının köylülere devrimci propaganda yapmak üzere kendi sınıfını ve ayrıcalıklarını reddetmesi çok kolay olmamıştı. Anılarında yaşadığı çelişkileri şöyle anlatıyordu: “Bir kez daha sormak zorunda kalıyordum, yaşamımı nasıl sürdürmeliydim. Birden bire diplomanın benim için ne kadar değerli olduğunu fark ettim; beni ayartmış ve kendine bağlamıştı. 0, bilgimi resmi olarak onaylayacak, başladığım işi bitirdiğimi, bunca yıldır uğrunda büyük bir enerji, metanet ve öz disiplinle çalıştığım değişmez amaca ulaştığımı kanıtlayacaktı. Şimdi nasıl vazgeçebilir, programı bitirmeden nasıl terk edebilirdim… Ne var ki, diğer yanda da benim enerjime gereksinim duyulduğu söylenen devrim davası vardı! Hücrelere kapatılıp elleri kollan bağlanan arkadaşlarım, beni yardıma çağırıyorlardı. Şimdi onlara aldırmayıp tercihimi lanet olası kibrimden yana yapabilir miydim? Buna yanıtım hayırdı, ancak bu çok zordu; üniversiteyi terk etmek acı vericiydi. Benim, Vera Pigner’in hiçbir zaman tıp doktoru imzasını kullanma hakkına sahip olamaması acı vericiydi” (Beş Kız Kardeş, Ataol Yay,1992, s. 58)
Figner’in iç hesaplaşması devrimi tercih etmesiyle sona erdiğinde, köylülere propaganda yapmak için Rusya’ya doğru yola çıkacak ve onu döneminin Narodnik liderlerinden biri haline getirecek süreç başlayacaktı.
“Toprak ve Özgürlük” örgütünde yer alan halkçı devrimcilerin politik tasavvurları yoktu, yeni kurulan 1. Enternasyonal’in yayınlarını izliyorlar ve mevcut düzeni yıkmanın tek yolunun toplumsal bir devrimle olacağını kavrıyorlardı. Ama bu devrimin nasıl olacağı hakkında, Rus köylülerinin ayaklanmaya hazır olduklarını söylemekten başka bir şey söyleyemiyorlardı; nasıl bir toplumsal düzen için mücadele ettikleri de çok önemli değildi onlar için. Yalnızca, bütün kurumların yıkılmasını ve halk kitlelerinin özgürleşmesini istiyorlardı. Çar 1. Nikola’dan sonra iktidara gelen Çar 2. Aleksandr, bazı reformlar gerçekleştirmiş ve serfliği kaldırdığını ilan etmişti, ama bunun, köylülerin özgürleştiği anlamına gelmediğini görmüşlerdi. Ancak, sertliğin kaldırılmasıyla birlikte topraktan koparılan binlerce yoksul köylünün ücretli işçi haline gelerek gelişmekte olan sanayinin dişlilerine katıldığını ve Rusya’da gelişmekte olan kapitalizmle birlikte devrime önderlik edebilecek, geniş halk kitlelerinin demokratik özlemlerine yanıt verebilecek bir politikayı sonuna kadar götürebilecek tek sınıf olan proletaryanın da ortaya çıktığını görememişlerdi. Onlara göre Rusya’da kapitalizm henüz yoktu ve bu nedenle kapitalizmin üstünden atlanıp sosyalizme varılabilirdi.
Rusya’daki köylü komünlerine dayanan bir sosyalizm tasarlıyorlardı ve halkı bu türden bir sosyalizme doğru götürecek olan devrim, aydınların önderliğinde gerçekleşecekti. Aydınların şimdiki görevi; kırsal alanlara giderek köylüleri davaya kazanmak için propaganda yapmaktı.
“Fourier’in komünleri” diyordu Vera Figner, “beni büyütüyordu. Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre formülü, üretim, tüketim ve örgütlenmeyle ilgili bütün karmaşık sorunlar için harikulade bir çözüm gibi geliyordu. Fabrikalardaki ve işliklerdeki emekçiler, her zamanki işlerini sürdürecekler, emeklerinin ürünlerini kamu mağazalarına getireceklerdi. Bu arada köylüler, soylulardan alınıp ortak mülkiyet haline getirilen topraklan önceden olduğu gibi işleyecek ve mahsulü halk ambarlarına getireceklerdi. Sonra fabrika ve tarım ürünleri kooperatifleri, ürünleri, harcanan emek miktarına göre değerlendirerek trampa etmeye başlayacaktı. Bütün bu kooperatifler özgür komünler federasyonunu biçimlendirecekti- Bakuninci anarşizmin ideali.”
Figner, popülist devrimcilerin ideolojik esin kaynağının Bakimin olduğunu söylüyordu. Her şeyin, bütün çarlık kurumlarının yıkılmasını isteyen ve felsefi olarak nihilizme yatkın olan bu aktivistlerin, anarşizan yöntemlerinin kaynağı da Bakunin’di.
“Toprak ve Özgürlük” örgütü, kentli üst sınıf kökenli aydınların kırsal alanda sürdürdükleri propaganda faaliyetinin beklenen sonucu vermemesi üzerine -ki köylü giysileri giyerek köylere giden, daha önce hiçbir fiziksel faaliyette bulunmayan bu misyoner gençleri köylüler dikkate almıyorlardı- yöntem olarak şiddetin ve bireysel terör hareketlerinin kabul edilmesinin tercih edilip edilmeyeceğinin tartışıldığı Voronezh toplantısında ikiye bölündü. Vera Figner bu ayrışmada “Halkın iradesi” (Narodnaya Volva) adını alan ve bireysel terör eylemlerini, propaganda ve eylem biçimi olarak saptayan örgütte yer aldı. İkinci örgütün adı “Kara Paylaşım” (ya da Kara Bölüşüm)’dı. Bir başka Vera; Vera Zasulich, Kara Paylaşım örgütünde kaldı. Zasulich yaşadığı dönemde ve sonradan Narodniklerin sembolü olacaktı. Zasulich, bir siyasi tutukluyu kırbaçlattıran General Trepov’a kendi makamında ateş etmiş, bu eylemden dolayı yargılandığı mahkeme Narodniklere ün ve kendisine de sempati kazandırmıştı. Ancak artık bireysel terör eylemlerini doğru bulmuyordu.
Vera Figner ise, bu kongreden sonra yeraltına geçecek ve içinde yer aldığı örgütün bütün dikkatini yoğunlaştırdığı çarın öldürülmesi eylemini gerçekleştirmek için çalışacaktır. Ve artık, “Halkın iradesi” örgütünün Yürütme Komitesi üyesidir. Parti, kendisini aydınlar arasında propaganda yapmak üzere görevlendirmek isterken o, “kişisel tatmin peşinde koşmakla” eleştirilmesine karşın, şiddet eylemlerinde yer alma konusunda diretecek ve diretmesinin gerekçeleri hakkında sonradan “Ben kişinin sözü ve eylemi birbiriyle bağdaşan tutarlı biri olmasına önem vermişimdir. Bu nedenle teoride bir kez şiddeti benimsedikten sonra, katıldığım örgütün gerçekleştirdiği şiddet eylemlerinde yer almayı ahlaki bir yükümlülük saydım… Desteklediğim bir eylem için yalnızca ahlaki bir sorumluluk taşıma, arkadaşlarımı en ağır cezalarla tehdit eden bir cürümle hiçbir maddi role sahip olmama durumu benim için kabul edilemezdi” diye yazacaktır.
Birçok kez denendikten sonra Çar 2. Aleksandr, “Halkın iradesi” örgütü militanları tarafından öldürüldü. Bu eylemin ardından sayısız Narodnik militan polisler tarafından yakalandı ve bu, örgütün dağılmasına neden oldu. içlerinde en son yakalanan Figner’di ve iki yıl sonra yakalanıncaya kadar “Halkın İradesi”’nin tek önderi olarak örgütü ayakta tutmaya çalıştı. Yakalandıktan sonra önce ölüm cezasına çarptırıldı, sonra bu ceza yaşam boyu hapse çevrildi. Yirmi yıl kadar hapis yattıktan sonra 1905 devrimi sırasında serbest bırakıldı.
Narodnikler, çarın öldürülmesini çok önemli bir dönüm noktası olarak tasarlamışlardı. Çünkü yüzyılın başından itibaren defalarca ayaklanmış bulunan Rus köylüsünün bu siyasi komploya bağlı olarak yeniden harekete geçeceğini ve Narodniklerin yol göstermesiyle de devrimi yapacağını düşünüyorlardı. Şu anda uykuda olan bu dev, böyle bir komployla sarsılacak ve ayağa kalkacaktı.
Ancak, bu çok zor olan ve dikkatli bir hazırlık gerektiren komployu gerçekleştirmek, popülist devrimci eylemin ve Narodniklerin en büyük politik hedeflerine ulaşmış olmaları bakımından zirveye çıktığını gösterirken aynı zamanda da halk için ve halk adına verilen ama siyasal iktidarı hedefleyen bir mücadelenin taktik bir parçası olarak değil de kendisi olarak görülen komplo ve bireysel terör yöntemleriyle “devrim” yapma şansının olmadığını bir kez daha kanıtlaması bakımından bir çözülüşe de işaret etti. “Halkın İradesi” örgütü çok geçmeden dağıldı.
“Mutlakıyetçi yönetim biçiminin yıkılması programımızın en yaşamsal maddesi ve benim için en büyük öneme sahip olan görevdi. Varolan rejimin yerine cumhuriyetin mi yoksa anayasal monarşinin mi geçeceğine gerçekten aldırmıyordum” diyordu Figner. Gerçekten de Narodniklerin devrimci eylemlerinin sonucu hakkında bir tasarımları hiçbir zaman olmadı.
Narodnizmin, tarihsel misyonunu tamamlayarak geri çekildiği ve işçi sınıfı örgütlerinin ortaya çıktığı bir süre sonraki zaman diliminde, geçmişte burjuva-demokratik bir içerik taşıyan bu eylem, artık gerici bir karakter kazanmış oluyordu. Lenin, 1895’te yazdığı “Halkın Dostları Kimlerdir ve Sosyal Demokratlara Karşı Nasıl Mücadele Ederler?” başlıklı makalesinde, popülist devrimcilerin 1890’lı yıllardaki ardıllarının politikalarını ve programlarını eleştirdi. “Rus kapitalist toplumuna özgü olan sınıf çelişkisinin yetersiz gelişimi küçük burjuvazinin bu ideologlarının teorisinin genel olarak emeğin çıkarlarının temsilcisi olarak ortaya çıkmasını beraberinde getirmiştir” ( Lenin, Seçme Eserler, Cilt 1, Inter yay. 1993, s.446) diyordu. Küçük burjuva ihtilalcilik, işçi sınıfı mücadelesinin zayıflığının doğurduğu bir boşlukta ortaya çıkmıştı.
Bu saptamayla birlikte ilk Narodniklerin militan mücadelelerini ve kahramanlıklarını teslim ederken, politikalarının işçi sınıfı politikasının karşısında karşıdevrimci bir nitelik kazandığını nedenleriyle birlikte ortaya koyuyordu.
Narodnikler, çara karşı mücadele veriyorlardı ama sınıf mücadelesini ve devletin bu sınıf mücadelesinin sonucu ya da ürünü olduğunu kavrayamıyorlardı. Oysa ki, 1860’lı yıllardan itibaren Rusya’da sayısı giderek artan işçi sınıfı, grevler yapmaya başlamış, 1870-1879 yılları arasında 79 000 işçi grevle tanışmıştı. En önemli devrimci güç, nüfusun o dönem yüzde seksenini oluşturan ve Rusya’ya küçük burjuva bir ülke karakteri veren köylülüktü. Narodniklere göre, onları ihtilal için gözü pek bir kararlılıkla mücadele eden aydın öncüler uyandıracaktı. Birebir propaganda ve siyasi komplolar (daha sonra Narodniklerin bir başka grubu ekonomik sabotajları savunacak; fabrikalara ve ekonomik kurumlara sabotajlar düzenleyeceklerdi) bu devrimci mücadelede kullanılan iki biçimdi.
Geçen yüzyılın “romantik” ütopikleri; Vera Figner ve Halkın iradesi örgütündeki yoldaşlarıyla, diğer Narodnik örgüt “Kara Paylaşınfdaki popülistler, bütün özel yaşamlarını ve kişisel tutkularını inandıkları dava için terk ederek örgüte gelmişlerdi. Bu söz, örgüte katılan her devrimcinin taahhüt etmesi gereken fedakârlığı ifade ediyordu. Devrimci eylemi bir çoğu, bir ahlaki aksiyon olarak yaşadılar.
Bu gözü pek kadın ve erkekler, bütün kişisel nazlarını ve kurulu düzenlerini, çoğu ayrıcalıklı ailelerden geldikleri halde servetlerini, dahası yaşamlarını “halk” için seve seve feda ettiler. Toprak ağası ailelere mensup kadınlar köylüleri uyandırmak için “halka gidiş” hareketinin en etkili militanları oldular. Böylece bunlar, Rusya’da kurulacak olan yeni toplumu hazırlayan sosyalist militanların prototipleri olurken, devrimci eylem için sakınmasızca kullandıkları şiddet eylemleri Rus toprağında önemli bir altüst oluşa da neden oldu. Çoğu tutuklanıp Sibirya’ya sürüldü, içlerinden bazıları idam edildi. Ama tutuklu bulundukları her yerde ilk işleri, çarlık polislerini atlatarak nasıl kaçabileceklerini düşünmek oldu. Sürgünde, karşılarına çıkan ilk kaçma fırsatını değerlendirerek Sibirya’nın dondurucu soğuğunda yollara düşen, yeniden mücadeleye katılmak amacıyla örgüte ulaşmak için olağanüstü gayret gösteren sayısız kadın ve erkek devrimciye bu gücü, işte bu kararlılıkları verdi.
“1 Nisan’da Isaev eve gelmedi. Parti evlerinde kalan insanların önceden haber vermeksizin geceyi dışarıda geçirmemelerini kararlaştırmıştık. Bu nedenle, o gün gece saat on ikiye kadar dönmeyen Isaev’in tutuklandığı kesindi… Çeşitli nedenlerden dolayı bizim ev depo haline gelmişti: Matbaa ve diğer basım araçları, bütün kap kaçaklar ve dinamit stoku, pasaport bölümünün yarısı ve parti yayınları vs. bunların polisin eline geçmesine izin verilemezdi” diye yazıyordu Figner, kaldığı konutu tasvir ederken sözünü ettiği malzemelerin çokluğu, sayıları bir avucu geçmeyen Narodniklerin her birinin ne kadar yoğun sorumluluklar altında olduğunu göstermesi bakımından dikkate değerdir. Çarın istibdadı altında geliştirdikleri disiplin ilkeleri, örgütlenmede uyguladıkları gizlilik yöntemleri, örgüt birimlerinin biçimleri ve birbirleriyle olan bağları; bütün bunlar Rus komünistlerinin devralıp geliştirecekleri, yetkinleştirecekleri deneyler olacaktı.
Figner, böyle bir eylemci kuşak içinde yer aldı. Örgüte gelmeden önce, burjuva devrimci hareketin geliştiği her ülkede olduğu gibi, Rusya’da da ortaya çıkan burjuva kadın hareketiyle tanışmış ve Narodnik örgüte buradan geçmişti. Kadınların, kocalarının ve babalarının mülkü olarak kabul edildikleri bir ülkede Figner ve diğer kadın arkadaşları önlerine çıkan bir çok toplumsal ve hukuki engelle dövüşerek ve kendi kendileriyle hesaplaşarak bir ütopyanın ardına düştüler.
Bu genç aydınların ütopyalarını gerçeğe Rus proletaryası çevirdi. Bu, artık, onların uğruna dövüştükleri düşe benzemiyordu. Rusya işçi sınıfı, ütopik sosyalizmin Slav versiyonunu Marksizm ve Leninizm’le eleştirip aşarak iktidarı ele geçirdi, böylece dünyanın ilk sosyalizm deneyi yaşanmaya başladı. Dünyanın ilk sosyalist devletini kuran, Bolşevik Partisi saflarında örgütlenmiş Rusya işçi sınıfı, bir kaç on yıl önce ortaya çıkmış gözü pek, Narodnik kadın ve erkek eylemcilerin devrimci ruhunu, moral değerlerini, ideallerine duydukları bağlılığı, kendi geçmişinin olumlu değerleri olarak devraldı yetkinleştirerek korudu. Vera Figner ve kadın arkadaşlarının onurlu yaşamlarından çıkarılan dersler ise sosyalizm için dövüşen genç kadınlar için bir yaşam rehberi oldu.

FLORA TRİSTAN:
“Daha iyi bir dünya için savaşacağım; yemin ederim”
“Temmuz 1789’da Bastille saldırısıyla büyük devrimin uvertürü başladığında, harekete, çok aktif müdahale eden, lehte ve aleyhte gözle görünür etkinlik kuranlar, gerek yüksek tabakalardan gerekse halktan kadınlardı. Fırsat doğan her yerde gerek iyiliklere, gerekse kötülüklere, aşırılıkla katıldılar… Schiller, ‘o zaman kadınlar sırtlanlaşır korkuyla dalga geçerler’ dizesini yazdı. Her şeye rağmen kadınlar o yıllarda o kadar çok kahramanlık, yüce gönüllülük ve hayranlık uy andına özveri yeteneği örneği gösterdiler ki, “büyük devrimde kadınlar üzerine tarafsız bir yazı yazmak onlara ışığı uzaktan görünen bir anıt sütun inşa etmek anlamına gelir” diye yazıyordu Bebel, büyük devrimden yaklaşık yüz yıl sonra. (A.Bebel, Kadın ve Sosyalizm, İnter yay. 1991, s.302)
Devrim, siyasal olarak güçlenmekte olan ve feodal iktidara karşı, diğer sınıf ve tabakaları da kendi bayrağı altında harekete geçirip dövüşen burjuvazinin “evrensel değerlerinin” ortaya çıktığı bir dönüm noktasıydı. Demokrasi ve insan hakları kavramları; kaçınılmaz ve önlenemez olan yeni sistemin, siyasal ve hukuksal çerçevelerini tanımlamak üzere, feodal soyluluğa karşı yükseltilen savaş bayrağının üzerine yazılmıştı. Burjuvazi, kendisinin, bütün insanlığı temsil ettiği savını ileri sürerek, kendi çıkarlarının feodal üst sınıflar dışındaki bütün nüfusun ortak çıkarlarını ifade ettiğini, ya da herkesin çıkarının bu çıkarlarda içerildiğini vurguluyordu. Bunun yalnızca, tarihsel bakımdan görece bir gerçekliği vardı ve proletarya, bir süre sonra bu bayrağın altını terk ederek kendi bayrağını yükseltecekti.
Bu sınıfın insan hakları talebi ve “özgürlük, eşitlik ve kardeşlik sloganı”nın ise kadınları kapsamadığı, dalia ilk günlerde görülmüştü. Burjuvazi, 1793’te “İnsan Hakları Beyannamesini hazırladığında kadınların bu beyannamede yerinin olmadığını gören bir grup kadın, Olympe de Gouges önderliğinde, konvansiyona kendi beyannamelerini yani, “Kadın Hakları Beyannamesini sundular. Gouges, “kadının idam sehpasına çıkma hakkı varsa, kürsüye de çıkma hakkı olmalıdır” diyordu. Bu cüretkar çıkışlarının karşılığını idam sehpasına çıkarak ödeyecek olan Fransalı kadın hakları savunucuları buna karşın, bir dönemi başlatmış oldular.
Flora Tristan, bu “romantik”, işçi ve kadın hakları savunucusu, 1793 devrimcilerinin yenilgisinin etkilerinin yaşandığı ama yeni bir devrimci dönemin mayalandığı dönemde, 1803’te dünyaya geldi.
Yaşadığı yüzyıl, Sanayi Devrimi’nin İngiltere’de ve Kıta Âvrupası’nda çok sayıda kadın ve çocuk emeğini fabrikalara çektiği, yurtlarından ve topraklarından koparılmış eski köylü ailelerinin dağıldığı, kadın ve erkek serilerin ücretli köleler haline gelerek kentlerin varoşlarına yığılmaya başladığı bir süreçti. Eski küçük ev ekonomisindeki yerini ve kapalı hayatını terk etmek zorunda kalarak işçileşmesine ve ekonomik faaliyetini ev dışında sürdürmek zorunda kalmasına, üstelik 15-16 saat çalışmasının karşılığında aldığı çok düşük ücret için bütün hayatını değiştirmesine karşın kadın hâlâ insan yerine konulmuyordu. Gerçi devrimden önce, burjuvazinin düşünsel sistemini yapıtlarıyla önceleyen düşünürler ve 1789 Devrimi’nin neden olduğu özgürlükçü ortamdan beslenen ve devrimin sloganlarını benimseyen burjuva aydınlar, kadınların tabii konumuna dikkat çekmiş ve kendilerince birtakım çözüm önerileri getirmişlerdi. Ama bütün bu yazarlar ve âlicenap burjuvalar, gözlerinin önünde cereyan eden, işçi ailelerinin kadının çalışmaya başlamasıyla dağılmasından, sefaletin ve yaşam koşullarının bu kadınları dejenere ederek çocuklarından koparmasından hayli etkilenmişler ve kadının iş yaşamının ev yaşamını olumsuz bîr şekilde etkilemeyecek bir biçimde düzenlenmesini istemişlerdi.
Diğer yandan üst ve orta sınıf kadınlar için eğitim hakkının verilmesi talep ediliyordu. Rousseau, “Kadının eğitimi erkeğe göre ayarlanmalıdır… Kadın erkeğin sözünü dinlemek, onun bütün haksızlıklarına katlanmak için yaratılmıştır. ” derken, Montesquieu da kadının evde erkeğine bağlı olmasını, ancak siyasal eyleme katılması için hiçbir engel bulunmadığını savunuyordu. (Aktaran Simone de Beauvoir, Kadın, cilt 1, Payel yay, 1986, s. 123) Burjuva ideologların, kadınlar hakkında pek de hayırhah şeyler düşünmemelerine rağmen kadınların durumunu şu veya bu şekilde konuşmaya başlamış olmaları bir gelişmeyi işaret etmekteydi ve bundan sonra, burjuva devrimleri döneminde politik katılım, oy hakkı ve eğitim istemi bütün orta ve üst sınıf kadınlarını da saracaktı.
Tristan, bu devrimci dalganın ortasında yaşadı, Olympe de Gouges’in öyküsünü biliyordu. 1789’un devrimci kadınlarının mirası maddi ve tinsel bir birikim olarak o ve onun gibi birçok kadının eylemine yön verdi, bir model oldu.
Tristan, çağdaşı birçok kadın gibi çevresinde olan olaylara, devrimci harekete içten bir ilgi duydu ama fikirleri ve eylemiyle Fransa’daki devrimci ortamı etkilemek, kadın hareketine yeni ve daha ilerici bir içerik katmak gibi bir farkı da oldu. Perulu bir babadan ve Fransız bir anneden doğan Tristan, özel yaşamında karşılaştığı olumsuzlukların da etkisiyle kadınların kurtuluşu ve özgürlüğü sorununa erkenden ilgi duymaya başladı. 17 yaşında evlendirilmişti. Birbiri ardından iki çocuk doğurdu ve üçüncü çocuğuna hamileyken evini terk etti. Kocası onu, kumar borçları karşılığında fuhuşa zorluyordu. Üçüncü çocuğu Aline’i doğurduğunda -ressam Gaugen’in annesi olacaktır- ona “sana yemin ederim senin için daha iyi bir dünya yaratmak uğruna savaşacağım, sen ne köle olacaksın ne de parya” diye yemin etti.
Tristan yeminini bozmadı. Ezilenlerin durumuna duyduğu ilgi, onu çok geçmeden Fransız ütopik sosyalistlerinin eşiğine getirdi. Kadınların ve işçilerin kurtuluşunun olanaklarını bir ve aynı yerde görüyordu, bu, sosyalizmdi. Ancak, Tristan’ın sosyalizm anlayışı Fourier’in ve Owen’in görüşlerinden etkilenmişti; özü itibariyle burjuva karakter taşıyordu. Ütopik sosyalistler, bütün kötülüklerin toplumsal düzenden kaynaklandığının farkındaydılar, ama toplumsal düzenin sınıfsal bir tahlilini yapamadıkları gibi, onların sosyalizmleri sınıf mücadelesinden tamamen farklı ilişkiler içinde gerçekleşecekti. Bugün ilkel görünen bu görüşler, Tristan’ın yaşadığı dönemlerde kendilerini ezilenlere ve yoksullara yakın, feodal ayrıcalıklara muhalif hisseden genç aydınları etkilemişti. İşçi sınıfı henüz burjuvazinin yörüngesinden çıkamamış ve bağımsız sınıf tavrını geliştirememiş ve ayrı örgütlerini kurmamıştı. Komünist Manifesto’nun yazılmasına daha çok yıllar vardı. Tristan, Marx’in işçi sınıfının durumunun kötülüğünü, yabancılaşma kavramıyla açıkladığı erken dönem yapıtlarına da yetişemeyecekti. Öldüğü yıl, 1844’te yazılan Kutsal Aile’de Marx ve Engels’in, onun adından, ütopik sosyalistler arasındaki konumunu olumlayarak söz ettiklerinden de haberi olmayacaktı.
Tristan, Babeufun, 1794’te gelişini sezdiği ve ama, onun da ütopik bir içerikle tanımladığı sosyalizme kendisini yakın hissediyordu. Babeuf, burjuvazinin kendi sınıf çıkarlarının evrensel çıkarlar olduğu iddiasının içyüzünü görmüş ve bunun karşısına da özgür üreticilerin ürünlerinin kolektif çiftliklerde bölüştürüldüğü bir komünizm anlayışını koymuştu. Tristan, görüşlerini eleştirdiği Proudhon’a ve diğer ütopiklere göre daha fazla işçi sınıfının kurtuluşuna kafa yoruyordu. Bu soruna bağlı olarak da çalışanların örgütlenmesi gerektiğine şiddetle inanıyordu. Kuşkusuz onu bu düşünceye getiren etkenler arasında 1830 Devrimi’nde işçi sınıfının uğradığı hezimetin ve bir yıl sonra Lyon’daki dokumacıların ayaklanmasının etkisi büyük olmuştur, işçi sınıfının ilk bağımsız eylemi olan Lyon ayaklanması, sınıfın burjuvaziden politik ve örgütsel olarak kopacağı bir döneme girildiğinin işaretidir.
30’lu yılların sonunda, İngiltere’ye giderek işçi sınıfının yaşam koşullarını yerinde gözlemleyen Tristan, elde ettiği verileri “Londra’da Gezintiler” adını taşıyan kitabında yayınladı. Ölümünden bir yıl önce de Emekçilerin Birliği’nin örgütlenmesi girişimlerinde bulundu ve bir manifesto hazırladı. Bu manifestoda kadın ve erkek işçiler için daha yüksek ücretler, daha iyi çalışma koşulları, meclislerde temsil hakkı, çalışma hakkı talep etmekte; kendi ütopyasının gerçekleştirilmesine hizmet etmek üzere her bölgede işçi saraylarının kurulmasını önermektedir. İşçi sarayları, işçilerin yeteneklerini geliştirecekleri, örgütlenecekleri, çocuklarını eğitecekleri kurumlar olacaktır.
Böylece Tristan, Komünist Manifesto’nun yayınlanmasından önce işçi sınıfının farklı bir sınıf olduğunu gören ve bu yüzden de örgütlenmesi gerektiğini söylemiş olan ilk ütopik sosyalist olmuştu. İşçilere “Tek tek olduğunuz zaman güçsüzsünüz, sizi ancak birleşmek güçlü kılar.” diyordu.
Tristan bu programını yayınlatma olanağı bulamadı ancak, L’Union Ouvriere’nin (Emekçiler Birliği) dört baskısını da bütün Paris’te, kenti bir uçtan diğerine dolaşarak, kendisine destek olan dostlarının da yardımıyla elden dağıtmaya çalıştı.
Tristan, kadının kurtuluşu sorununun emekçilerin kurtuluşu sorunuyla birlikte olacağını saptamıştır. Bu nedenle, kadın sorunu üzerine vurgu yapan ama son tahlilde kadının ikincil konumunu onaylamaktan daha ileriye gidemeyen diğer ütopik sosyalistlerden ve bu sorunu “çalışan sınıflar”ın kurtuluşu sorununa bağlamayan, oy hakkı talebini her şeyin üstünde tutan İngiliz ve kendisinden önceki Fransız burjuva feministlerinden ayrılır.
Ütopik sosyalistlerden Saint Simon’un yandaşları “Yeni Kadın” adını taşıyan bir dergi yayınlamaya başlamışlar ama derginin ömrü çok uzun olamamıştır. Daha sonraları da birkaç dergi yayınlanmış ama bu dergiler, kadının eğitim hakkının verilmesinden daha fazla bir şey istememişlerdir. Proudhon ise, bu sorun karşısında tamamen gericidir. “Yalnız erkektir toplumsal birey; karı koca arasında ortaklık değil -ki, bu eşitliği gerektirir- bir birlik vardır. Kadın, hem bedensel gücü erkeğinkinin üçte ikisi olduğu hem de zihinsel gücü aynı oranda düşük olduğu için erkekten geridir” diye konuşur ve erkeğin aynası ve kölesi olan “gerçek kadın”a övgüler düzer. (Aktaran Simone de Beauvoir, Kadın, Cilt 1, s. 133)
Tristan ise, kadının politik eylem içindeki ve toplumsal yaşam içindeki eşitlik talebini şiddetle savunur. Ne var ki, politik uğraşları için kendisi de birçok bedel ödemek ve zorluklara katlanmak zorunda kalacaktır, ingiltere seyahati sırasında parlamentoda bir oturuma katılmak istediğinde yasak duvarlarıyla karşılaşacaktır. Parlamentoya girmeyi nasıl başardığını anılarında şöyle anlatır: “Muhafazakâr Parti’nin çok gezip tozmuş, önyargısız, sağduyu sahibi bir üyesini tanıyordum. Saf saf, göründüğü gibi olduğunu sanarak, bana bir erkek giysisi uydurup beraberinde parlamentoya sokmasını rica ettim. Üstüne kızgın yağ dökülmüş gibi oldu, hiddetten kıpkırmızı kesildi… Sonunda bir Türk’le tanıştım. Önemli bir kişiydi. Fikrimi iyi karşılamakla kalmadı bana bir giysi bulup, bir giriş kartı, bir araba ve kendi refakatini sundu” (Norgard Kohlhagen, Dünyayı Değiştiren Kadınlar, Cep yay, 1993, s.231) Parlamentoya bu koşullar altında giren Tristan, kendisinin kadın olduğunu fark eden üyelerin hakaretlerine maruz kalacaktır.
Kadınların sosyal koşullarının düzeltilmesi için birçok girişime önderlik eder. Boşanmanın kesinlikle yasak olduğu bir ülkede, boşanma hakkının verilmesi için meclise dilekçe verir ama bu dilekçe geri çevrilir. Kendi boşanma davası da, neredeyse politik bir gösteri haline gelir ve Tristan’ın yenilikçi düşünceleri, hukuk kurumunda ifade edilen yerleşik, geleneksel ve gerici önyargılarla kıyasıya çatışır.
Yoksulların, ezilmişlerin ve ayrıcalıklı kesimler tarafından horlanan insanların yaşam koşullarına özel bir ilgi duyarak zamanının büyük çoğunluğunu onlarla geçirir ve kenar mahalleler, meyhaneler, işçi konutları onun için gözlem yapma olanakları sunar. Fuhuş yapmak zorunda kalan kadınların durumuyla ilgili incelemelerinin sonucunda fuhuşun “dünya nimetlerinin eşitsiz dağılımının bir sonucu olduğu”nu saptar. Ekonomik bağımsızlığı olmayan kadınların evlilik içinde de fuhuş yaptığı gibi radikal fikirleri de vardır. Ve bu görüşlerini, yapıtlarında dile getirmiştir.
Bütün uğraşlarının amacı; kadınların hareketiyle işçilerin hareketini birleştirmektir. Bir yazısında “Kadınlar ve işçiler yoksulluk ve bilgisizlikleri nedeniyle köle gibi kullanılıyor. Ancak birleşirlerse kötülükleri ortadan kaldırabilirler” ifadelerini kullanır (Encyclopaedia of Women Writers, Flora Celestine Therese Henriette Tristan, s. 1248)
Kadınların kölelik koşulları devam ettiği sürece de çalışanların özgürleşmesine olanak yoktur. Bunun için kadınların domestik bir köle olarak evlilik sorumluluklarına hapsedilmemesi, ikincil konumlarının reddedilmesi gerekmektedir.
Kadının statüsünün değişmesi için önerilerini şöyle sıralar: “Eğitim ve meslek öğreniminde tam eşitlik; babanın parasal kaygılarından bağımsız olarak eş seçebilme özgürlüğü; boşanma hakki; evli olmayan anneler için yasa önünde eşitlik ve evlilik dışı çocuklara mirastan pay verilmesi.” (Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Tarihi Ansiklopedisi Cilt 1; s. 91 “Proleterin Proleteri”, Şirin Tekeli)
Kısa süren ömrünün sonlarına geldiğinde kitaplar, broşürler dağıtmak ve propaganda yapmak üzere Fransa’da bir “Mesih” gibi oradan oraya dolaşmaktadır. Onu coşkuyla karşılayanlar olduğu gibi, bir kadın sosyalizm Mesih’ine tahammül edemeyen gericilerin öfkeli taşkınlıklarına ve horlamalarına da maruz kalır. Daha önce de, oldukça genç yaşında, tek başına babasının memleketi olan Peru’ya yolculuk yapan ve orada başına gelenleri bir kitap halinde yayınlayan bu yürekli kadın, bütün bu tepkilere göğüs germeyi bilir. Ama artık yorulmuş ve hastalanmıştır. Ölmeden az önce Marsilyalı, Lyonlu ve Avignonlu işçilerin Birlik oluşturdukları haberini alır. Günlüğüne yazdığı son not “Bütün bunlar, büyük bir görevin beni beklediğini kanıtlıyor.” olur. Cenazesi aydınların ve işçilerin katıldığı bir törenle kaldırılır.
Flora Tristan, ütopik sosyalistlerin arasında, bir sınıf olarak işçi sınıfıyla ilgilenmiş ve onların örgütlenmeleri gerektiğini keşfederek bunun için çaba göstermiş tek kişiydi. Diğer yandan, ütopik sosyalistlerin kuralarını ve romantik sosyalizm tasarılarını eleştirerek aşıp, bilimsel sosyalizmin ilkelerini saptayan proletaryanın kuramcılarının gösterdiği düşünsel sıçrama becerisini gösteremediği için de modern sosyalizmin arifesinde bir solgun portre olmaktan kurtulamadı. Ama, işçi sınıfının içinde bulunduğu sosyal ve politik koşullar içinde her zaman bu sınıfın yanında yer alarak harcadığı çabalar, onu çağdaşlarının nitelediği gibi bir “Mesih” haline getirse de, daha çok, işçi sınıfının tarihinde yürekli bir militan kadın olarak yerini aldı. Kadın sorununa yaklaşımı da, devrimci özelliğini yavaş yavaş yitirmekte olan burjuvaziden tam bir kopuşu ifade etmiyordu; ancak bu sorunun işçi sınıfının kurtuluşu sorununa bağlı olduğunu sezmiş olması düşünsel bir sıçramayı göstermekteydi.
Flora Tristan, “proleterin proleteri” diye tanımladığı işçi kadının daha o zamanlar kararlı bir savunucusu oldu; bu bakımdan da proleter kadın hareketinin anımsanabilecek ilk çocukluk anıları arasında yerini aldı.
1848 Haziran’ında Paris’te ayaklanan işçi sınıfı, aristokrasiye karşı şimdiye dek birlikte savaştığı burjuvazinin ihanetine uğradı ve devrim yenildi. Yenilginin diyeti, işçi örgütlenmelerinin yasaklanması, hapis ve idam cezaları, muhalif yayınların susturulmasıyla ödendi. Diğer yandan, işçi sınıfı bu diyet ödeme sürecinde yenilgiden dersler çıkararak yaralarını sarmaya başladı.
Yüzyılın ikinci yarısı başlarken Avrupa’da işçi sınıfının genel olarak durumu böyleydi. Ama işçi sınıfı artık, kendiliğinden olarak kalkıştığı bu ilk devrimci eylemden sonra “kendisi için sınıf olma sürecine girmiş; ’30’lu yılların sonlarından itibaren de Almanya, İngiltere, Belçika ve Fransa’da bazı işçi örgütleri kurulmaya ve komünistler örgütlenmeye başlamıştı.
Sınıfın genel durumuna uygun olarak henüz bu komünizm ve komünist örgütler, küçük burjuva karakterler taşıyordu ve 1864’te kurulan 1. Enternasyonal’in Fransa Şubesi, Proudhon ve Blanqui yanlısı küçük burjuva sosyalistlerin kontrolündeydi. Komünizm, bütün Avrupa’da hemen herkesin sempati duyduğu bir kavram olmuştu. Zanaatkârlar, liberal burjuvalar, küçük burjuvaların büyük bir çoğunluğu komünist olduklarını söylüyorlardı, ama herkesin bu kavramdan anladığı şey farklıydı ve çoğunlukla burjuva veya küçük burjuva bir içerikle dolduruluyordu.
Marx ve arkadaşlarının kurduğu Komünistler Ligası, kendisinden dönüştüğü Haklılar Birliği Örgütü’nün Tüzüğü’nde yer alan “bütün insanlar kardeştir” ibaresini “bütün işçiler birleşin” biçiminde değiştirmişler ve böylece, komünizmi küçük burjuva ve burjuva içerikle dolduran ütopik sosyalistler ve anarşistlerle aralarına sınır çizmişler; proletaryanın politikasını burjuvazininkinden ayırmışlardı. Marx, 18401ı yıllarda yazdığı “Felsefenin Sefaleti” adını taşıyan yapıtıyla, bu ayrışmayı kuramsal düzeyde kesinleştirdi.
Louise Michel, Komün günlerinin bu yürekli savaşçısı, devrimler Fransa’sında 1830’da doğdu. Bir devrim yılında doğmuştu ve bir başka devrim yılında, Rusya’da işçi sınıfının 1905 Devrimi’ni yaptığı sırada öldü. Hizmetçi bir annenin gayri meşru çocuğuydu. Devrimci fikirlerle çağdaşları gibi çok erken yaşlarda tanıştı. Ve birçoğu gibi, sosyalizm kavramını ütopik sosyalistlerin eserlerinden tanıdı. Proudhon’un anarşizan görüşlerini benimsiyordu.
1. Napoleon “En kötü şey, canının istediğini yapan Fransız kadınıdır.” demişti. Komün günlerinde bir kadın birliği’nin kurucusu ve yöneticisi olacak olan Michel ise, 1871’den önce imzaladığı ve benimsediği “Anarşistler Bildirisi”nde “Özgürlüğü savunuyoruz, çünkü her insanın hoşuna giden şeyleri yapma hakkı ve olanağına sahip olmasını ve doğal nedenlerle aşılması olanaksız zorluklarla kendininki kadar saygıdeğer olan komşularının ihtiyaçlarından başka hiçbir sınır tanımadan tüm ihtiyaçlarını giderebilmesini istiyoruz. Özgürlükten yanayız ve bunun, kökeni ve biçimi ne olursa olsun, ister dayatılmış ve seçilmiş olsun, kralcıya da cumhuriyetçi olsun herhangi bir iktidarın varlığıyla bağdaşamayacağına inanıyoruz” diyecektir. (Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Tarihi Ansiklopedisi Cilt 2, Louis Michel ve Komün, Şirin Tekeli, s 363)
Hiçbir siyasal erkin insanların mutluluğunu sağlayamayacağına inanan bu kadın, ilk proletarya diktatörlüğü deneyiminin yaşandığı Komün günlerinde ise, bu iktidarın yanında savaşacaktır. Marksist literatürün, sonradan proletarya diktatörlüğü deneyi olarak tanımladığı Komün, bu “yıkıcı” kadının “Herkesten yeteneği kadar, herkese ihtiyacı kadar!” ilkesine inanarak bütün gücüyle savaştığı bir meydan savaşıydı. Komün’ün yenilgisinden sonra ise, bütün Komün savaşçılarının kaderini paylaştı. “General Lecomte ve Clement Thomas’ın tutuklanmalarında suç ortaklığı yapmak, iki mahallenin silahlandırılmasından sorumlu olmak, kadınlar birliği örgütünü kurmak, Versailles tutuklularından birini kurşuna dizmek vb.” gibi suçlamalarla tutuklandı ve kendisini yargılayan yargıçlara “Korkmuyorsanız beni öldürün!” diye bağırdı; cesaretinin karşılığını yıllarca cezaevlerinde yatmak suretiyle ve sürgünle ödedi.
Komün günlerinde kurulan Kadınlar Birliği’nin organizasyonunda etkin bir rolü olmuştu. Görüşlerinden etkilendiği Proudhon’un kadınlarla İlgili gerici ve bu cinsi aşağılayıcı düşüncelerine karşın, kadın haklarını ve eşitliğini gerçekleştirmek için bütün gücüyle savaştı. Komün barikatlarının arkasında çok sayıda kadının yer almasına karşın, toplantılara kadınların alınmamasını şiddetle eleştiriyor ve bu toplantılara katılmak için özel olarak koşulları zorluyordu. Komün Konseyi’nde hiçbir kadın üye bulunmuyor, diğer yönetim ve yürütme işlerinde de kadınlara rastlanmıyordu. Kadınlar ise, bütün bu mekanizmalarda kendilerine yer verilmesini talep ediyorlardı. O dönem birçok kadın, kulüplerde ve savunma komitelerinde yer aldılar. Michel, Devrim Kulübü’nün başkanlığını da üstlenmişti.
Komün, Versailles Birlikleri tarafından saldırıya uğradığında kadınlar birliğinin bütün üyeleri devrimi savunmak için seferber oldu. Birlik, kadınlar söz konusu olduğu zaman alışıldığı üzere, yaralıları taşımak ve bakımlarında görev almak gibi geri hizmetleri üstlenmek dışında barikatların arkasında sürdürülen savaşa da aktif olarak katıldı. Versailles Birlikleri saldırıya geçtiğinde, barikatın arkasındaki Komüncü kadınlar, kundaklama olaylarına katılıyor, suikastlar düzenliyor ve ateş altında dövüşüyorlardı. Michel, “Parisli kadınlar kanlarının son damlasına kadar savaşmak istiyorlar, uzlaşma ihanet olur. Bu, mutlak toplumsal yenilenme, var olan toplumsal ve hukuki ilişkilerin yıkılması, sömürünün ortadan kaldırılması, sermaye egemenliği yerine emeğin egemenliğinin konulması, emekçinin kendi kurtuluşunu sağlaması yönündeki bütün umutlarımızın sonu olur. ” (STMTA, aynı yer) diye yazdı hazırladığı bir bildiriye.
Kadınlar, kalıcı bir düzen olacağım düşündükleri Komünde sosyal birtakım kurumlar da oluşturdular; kreşler ve kadınlar için meslek okulları kurma girişiminde bulundular ve boşanma, nafaka ve evlilikle ilgili kimi yasal düzenlemeler talep ettiler.
“Gökyüzünü fethe çıkanlar”ın yolculuğu uzun sürmedi; Komün, Versailles Birlikleri’nin saldırılarına uzun süre direnemedi ve yenildi. Parisli işçi kadınlar, kendi elleriyle kurmaya çalıştıkları bir yeni dünyanın, gericiliğin nalları altında çiğnendiğini gördüler. Bir kısmı kahramanca dövüşerek öldü, sağ kalanlar, uğranılmış hezimetin yaralarını sarmak için geri çekildiler. O zamanki sosyal ve siyasal koşullar içinde mümkün olamayan bir düşü kısacık bir süre için gerçeğe dönüştürmüşler ve proletaryanın bu ilk iktidar deneyimine güçlü iradeleriyle destek vermişlerdi.
Louis Michel, Komün’ün bu “yıkıcı” ve atılgan savaşçısı, siyasal erk tanımayan anarşizan düşüncelerinin doğrultusunda da olsa, yaptığı eylemlerle Paris işçilerinin “egemen sınıf olarak örgütlenmek” (Marx) için girdiği kıyasıya savaşın, proletarya için tarihsel olan bu momentin planı üzerinde canlı bir portre olarak yerini aldı. Komün bir yıkıcılıktı ama orada kalmayarak, yıkılanın üzerine yepyeni bir dünyanın kurulması gerekliliğini ve zorunluluğunu saptamıştı. Komünizmi, bir tasavvur olmaktan, bir ütopya olmaktan çıkaran, onu ancak proletaryanın kendi elleriyle kurabileceği bir dünyasal gerçeklik olarak ilan eden bir ilk adımdı. Uzun yürüyüş başlamıştı.
Ve Komün, Louis Michel’in kendi yıkıcılığını onda ifade edebildiği, ama, işçi eyleminin, bu düşünceyi tam da o noktada aştığı ve Marksist teorinin “proletarya diktatörlüğü” kavramına sıçradığı andı.

Mart 1994

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑