Geçtiğimiz bir-iki ay içerisinde İstanbul Menkul Kıymetler Borsası tarihinin hem en yüksek, hem de en düşük dönemlerini kısa aralıklarla bir arada yaşadı. Aslında, gündelik yaşantının karmaşıklığı içerisinde borsa, sermaye çevreleri, borsa aracıları, spekülatörler vb. dışında kalan kesimlerin hemen hemen hiç dikkatini çekmiyordu. Ama son dönemlerde kendini kramplar şeklinde gösteren ekonomik krizle birlikte borsa, sıradan vatandaşın gündelik yaşantısına bile canlı bir şekilde girdi. Gazete ve televizyonlarda manşetler ve ilk haberler günler boyunca hep aynı oldu: Panik, kuşku ve şaşkınlık içinde sunulan ekonomi haberleri. Hükümetin ve başbakanın ekonomi kurmayları birbiri ardına istifa ettiler. Kramp öylesine şiddetliydi ki, hükümeti tam bir şaşkınlığa uğrattı. Yaşanan sadece bir şaşkınlık değil, şaşkınlıkla beraber gelen acizlikti. Kendisi de ekonomi profesörü olan başbakan, her şeyin kontrolleri altında olduğunu, hiçbir müdahaleye gerek kalmadan piyasanın yeniden kendi kendini dengeye getireceği yolunda açıklamalar yapacak kadar aptallaşmıştı. Bundan onlarca yıl önce emperyalist hükümetlerin demode ettikleri bu yolu açıklamaları, Türkiye hükümeti başbakanı onlarca yıl sonra, ama epeyce sıkılarak yaptı. Dövize hücum, borsada olağanüstü yükseliş, faizlerde fırlama, ha oldu olacak derken gerçekleşen devalüasyon, hiper enflasyon beklentileri, ekonomi kurmaylarının peş peşe gerçekleşen istifaları, hazine bonolarına uygulanan faiz oranlarındaki beklenen artış, birbiri ardına hızla yaşandı. Tam da bunlar yaşanırken hızlı iniş ve çıkışların yanı sıra borsa, özellikle iki noktada daha dikkatleri üzerine çekti. Bunlardan birincisi, yaşanılan şaşkınlık içinde ekonomi kurmaylarını birbiri peşi sıra kaybeden başbakanın, kendisine danışman olarak borsacı Mustafa Yılmaz’ı seçmesi ve onunla bir görüşme gerçekleştirmesiydi. İkincisi ise, Bülent Gültekin’in istifası ile boşalan Merkez Bankası başkanlığına İstanbul Menkul Kıymetler Borsası Başkanı Yaman Törüner’in getirilmesiydi. Mustafa Yılmaz’ın bir televizyon programında söylediği şeyler oldukça ilginçti. O, kendisi açısından, yaşanan ekonomik sorunların ağırlıklı olarak devletin borsayı yeterince, hatta hiç desteklememesinden kaynaklandığını ileri sürüyordu. Ona göre, döviz, kesinlikle bir yatırım aracı olamazdı. Döviz yatırım aracı olunca, borsa, döviz-faiz kıskacı arasında sıkışıyordu. Örneğin hiçbir Alman vatandaşı, Amerikan dolarına, ya da hiçbir Amerikan vatandaşı Alman markına yatırım yapmazdı. Ama Türkiye’de döviz bir yatırım aracı olarak görülüyordu. Bu temel bir yanlışlıktı. Bunun yerine, borsa bir yatırım aracı olmalıydı. Ama bunun genel bir kabul görmesi, devletin borsayı teşvik etmesi ve desteklemesiyle mümkün olabilirdi. Ancak o zaman borsacılar tasarruf sahiplerini göğüslerini gere gere borsaya yatırım yapmaya çağırabilirlerdi. Mustafa Yılmaz, bu düşüncelerini muhtemelen başbakana da anlatmıştı. Ki başbakanın da ekonomide yaşanan böylesine kritik bir dönemde bir borsacıyla görüşme yapması, hükümetin de borsayı destekleme ve teşvik etme amacından kaynaklanıyor olabilirdi.
Son dönemde yaşanan ekonomik kramplar üzerine elbette birçok şey söylenebilir. Ama bizim bu yazıda ele aldığımız temel şey, son dönemlerde, sıradan vatandaşın bile dikkatini çekmeye başlayan, yıldızı bir sönüp bir parlayan (ya da parlatılmaya çalışılan) borsa hakkında ana hatlarıyla bir şeyler söylemek olacak. Bu yazı kapsamında, biz, borsa deyince, menkul kıymetler borsasını, “borsada dolaşan değerli kâğıt” deyince hisse senedini ve kısmen tahvili, “değerli kâğıt çıkaran şirket” deyince de anonim şirketi anlayacağız. Ele alış tarzımızın yalınlaştırılması amacıyla, diğer borsa türlerine, diğer değerli kâğıt türlerine ve sermayesi paylara bölünmüş komandit şirkete hiç değinmedik. Bunun dışında “Borsa nasıl çalışır?” sorusunun hukuki ve teknik biçimlerine de değinilmedi. Bu nedenle, denemeye çalıştığımız şey, borsayı, sadece emek ve sermaye açısından ele almaya çalışmak oldu.
ELDEN ELE DOLAŞAN “KÂĞITLAR YIĞINI”
Borsanın görünüşü, elden ele dolaşan “kâğıtlar yığını” biçimindedir. Dışarıdan bakan, bütün hareketliliği içerisinde borsayı gözlemeye kalkışan birisine, borsa, sürekli hareket eden kâğıtlar yığını şeklinde görünecektir. Her borsa oyuncusunun elinde tuttuğu çeşit çeşit değerli kâğıtlardan bazılarını bir başkasına satması, buradan elde ettiği parayla bir başka çeşit kâğıt satın alması ya da bir bölümünü saklamayı tercih etmesi, günün belirli saatlerinde büyük bir karmaşa içerisinde gerçekleşen bütün bu değiş tokuş işlemleri sonucunda bazen milyonlarca lira zarar etmesi, bazen de birkaç yüz bin lira kârla çıkması ilk bakışta anlaşılmaz gelecektir. Burada satılan da, alman da, ya da belirli bir süre daha elde tutulması tercih edilen de sadece kâğıttır. Kâğıtlar sürekli başka kâğıtlarla değiştirilirler. Değiştirilmelerine aracılık eden yine kâğıttan yapılmış paradır. Yalnızca bu “görünüşe” bakarak borsayı, bir başka şeye benzetmeye çalışan kişi, ilk anda onu ancak bir kumarhaneye benzetebilecektir; elden ele dolaşan kâğıtları, kâğıt paralan kumar araçlarına, bunları değiş tokuş eden kişileri de kumarbazlara. Öyle ki, borsa oyuncusu olmaya karar vermeden önce, onu tanımak için okuyacağı el kitaplarından da öğreneceği ilk şey, iyi bir borsa oyuncusunun, iyi bir kumarbaz gibi davranan kişi olduğu olacaktır. Diyelim ki, borsa oyuncusu adayı, Abdurrahman Yıldırım’ın hazırladığı “Borsa’nın ABC’si -Ayılar, Boğalar ve Paranız” adlı kitabı okumaya başladığında, önce borsa hakkında temel kavramların açıklamalarına ulaşacak, sonra da “Acemilikten Oyunculuğa Giden Yol”, “Ustalığa Doğru”, “Borsa Oyuncusuna Taktikler” gibi başlıklar altında anlatılanları okuyarak borsada oynamaya hazırlanmaya başlayacaktır. Tıpkı kumar masasına oturmadan önce işin püf noktalarını öğrenmeye çalışan bir kumarbaz adayı gibi. Ya da diyelim İMKB-Araştırma, Yayın ve Eğitim Müdürlüğü’nün hazırladığı kitabın sonunda şunları okuyacaktır: (Biz kısaltıyoruz) “Hisse senedi piyasasında, kişiye özel kural ve yöntemlerle gerek alım-satım, gerekse yatırım yapanlar vardır. Doğrulukları herkesçe kabul edilmese de, Wall-Street’te bir hayli popüler olan bu basit ama ilginç kural ve yöntemlerden bazısı ilgilenenler için aşağıda verilmiştir:
*Alım-satım zamanlaması, hangi hisse senedinin alınıp satıldığından daha önemlidir.
*Önemli olan hisse senedine ödediğiniz para değil, satın aldığınız andır.
*Hisse senedi piyasasında kazanmanın sırrı, yanlış bir karar verildiğinde en az zarar edebilmektir.
*Elde ettiğiniz kârın yarısını kasanıza aktarın.
*Borsada iki duygu yoğunca yaşanır; umut ve korku. Ne ilginçtir ki, korkmamız gerekirken umut ederiz, umut etmemiz gerekirken korkarız.
*Hisse senetleri “gerçek değerleri” olduğu için satın alınmaz. Asıl neden, hisse senetlerine sizden daha fazla para ödemeye hazır olan ve sizden daha çılgın birinin piyasada bulunmasıdır. (1)
Muhtemelen, New York borsasında, bata çıka usta oyuncu olmayı başarabilmiş kişiler tarafından formüle edilen ve popüler hale gelen bütün bu kural ve yöntemler dizisi, adeta acemi kumarbazlar için hazırlanmış kural ve yöntemler gibidir. Ama burada zar tutmak, kâğıt çalmak için uygun anı bekleme vb. gibi hileler, kimlerle ne zaman oynayacağına ilişkin veriler yoktur. Bunun yerine öğütlenen şeyler, borsada daha çok kazanmak için nasıl hareket edileceğine dairdir.
PARA SERMAYE, SANAYİ SERMAYESİ VE EMEK ARASINDAKİ İLİŞKİ
Kişi, borsaya ister “acemilikten ustalığa giden yolu” öğrenmek ve böylece köşe dönmek amaçlı, ister sadece artık adını sıkça duymaya başladığı borsayı merak ettiği için, isterse de borsanın ilk görünüşünün arkasında neler olduğunu anlamak için gitsin, ilk karşısına çıkan şeyin çeşit çeşit kâğıtlar olduğunu görecektir. Öyleyse ilk çıkış noktamız bu değerli kâğıtlar olmak durumundadır.
Değerli kâğıtlardan herhangi birini elimize alıp ona sıradan bir kâğıt gözüyle baktığımızda, o, bizim için, üzerinde rakamlar ve yazıların bulunduğu alelade bir kâğıt parçasıdır. Üzerindekileri okumaya başladığımızda ise, onun bir anonim şirkete ait olduğunu, belirli bir fiyatı olduğunu, belirli bir dönem için geçerli olduğunu vb; görürüz. Öyleyse o, alelade bir kağıt değil, bir şeyin kendisinde sembolleştiği ve bir şeyin kendisinde temsil edildiği özel bir kağıttır. Sırf bu yüzden alelade bir kâğıt değil, ama değerli bir kağıt olan bu değer taşıyıcısının temsil ettiği değer nereden gelmektedir? İlk adımda yanıtlamaya çalışacağımız soru bu olacaktır.
Yukarıda, herhangi bir değerli kâğıdı okumaya başladığımızda, ilk göreceğimiz şeylerden birisinin, onun bir anonim şirkete ait olduğunu söylemiştik. Demek ki, değerli kâğıdın ilk çıkış noktası anonim şirkettir. Ya da borsada alınıp satılan kâğıtlar, anonim şirketler tarafından çıkarılırlar. Anonim şirketler, 17. yüzyılın başlarında ortaya çıkmış olmalarına rağmen 19. yüzyılın ikinci yarısında yaygınlık kazanmaya başlamışlardır. Anonim şirket, sermayesi belirli paylara bölünmüş olan işletme biçimidir. Ya da anonim şirketleri, sahip oldukları belirli miktarda para-sermayelerini birleştirerek, bunu daha çok, üretici sermayeye dönüştürmeyi amaçlayan kapitalistlerin birlikleri olarak da tanımlayabiliriz. Tek tek ele alındıklarında her sermaye, ilk önce belirli bir para miktarı olarak yola çıkar. Burada da ilk anda, birden fazla kapitalistin sahip oldukları para-sermayeler birleşmiş durumdadır. Artık ayrı ayrı kapitalistlerin sahip oldukları belirli miktardaki para-sermayeler birleşerek yola çıkmış bulunurlar.
Anonim şirketlerin çıkardıkları değerli kâğıtlar kendisini, daha şirketin ilk kurulduğu anda gösterirler. Daha bu aşamada, anonim şirket tarafından belirli miktarda hisse senedi ya da başka türlü değerli kâğıtlar çıkartılır. Bu anda çıkarılmış bulunan değerli kâğıtlar ya da hisse senetleri, işletmenin (ya da burada anonim şirketin) kazanç dağılımından pay almaya hak kazandıran belgedir. Yalnız, anonim şirketlerin kurulması sırasında çıkarılan hisse senetlerinin bir başka rolü daha vardır. Çıkarılan hisse senetlerinin toplam tutarıyla işletmenin kuruluşu sırasındaki birleşmiş para-sermayeyle çıkarılan hisse senetlerinin fiyatları arasındaki fark, kurucu kazancını oluşturur. Kurucu kazancı, anonim şirketlerin gerçek sahipleri olan büyük kapitalistler açısından önemli bir zenginleşme kaynağını ifade eder. Örneğin başlangıçta işletmeye yatırılan para-sermaye 1 milyar lira ve çıkarılan hisse senetlerinin toplam fiyatı da 1,5 milyar liraysa, bu durumda, şirket kurucuları olan büyük kapitalistlerin kurucu kazancı 0,5 milyar lira olacaktır. Kuşkusuz, hisse senedi çıkarılmasıyla elde edilen bu kurucu kazancı, şirketin gerçek sahipleri için havadan ya da karşılıksız bir kazanç değildir. Ya da tersinden düşündüğümüzde, bu hisse senetlerini satın alan kişiler tarafından onlara yapılmış olan bir bağış değildir. Hem hisse senedini alan kişi onu almaktan bir çıkar beklediği için, hem de onu satanın bundan bir çıkarı olduğu için ortaya çıkar bu ilişki.
Hem işletme kurucularının birleştirdikleri para-sermaye toplamı, hem de hisse senetlerinin satımı yoluyla buna katılan para-sermayenin toplam miktarı, aynı büyüklükte üretici sermaye olmak üzere yoluna başlar. Zorunlu olarak üretken olmayı amaçlar.
“Para -burada, fiilen ister para ister meta şeklinde var olan belirli bir miktarda değerin bağımsız ifadesi olarak alınmaktadır- Kapitalist üretim esası üzerinde sermayeye çevrilebilir ve böylece belirli bir değer olmaktan çıkıp kendisini genişleten ya da artan bir değer haline dönüştürebilir.” (2)
Öyleyse, elinde bulunan parayla hisse senedi alan kişi de, anonim şirketin gerçek sahipleri de, sahip oldukları parayı, genişletmek ya da artırmak amacıyla birleştirirler.
Burada bir şeye daha dikkat etmemiz gerekiyor. Bizim burada “elindeki parayla hisse senedi alan kişi” ve “anonim şirketin gerçek sahipleri” olarak adlandırdığımız kişilerin amaçları genel olarak aynı görünmesine rağmen, bunlar, üretim sürecinde büsbütün farklı roller oynarlar.
“…Para, kapitalist ile sanayi kapitalistlerinin birbirlerinin karşısına yalnızca yasal yönden farklı kişiler olarak değil; yeniden üretim sürecinde büsbütün farklı roller oynayan kimseler, ya da ellerinde, aynı sermayenin gerçekten iki yönlü ve tamamen farklı hareketler yaptığı kişiler olarak çıktıkları varsayımından hareket etmemiz gerekiyor. Bunlardan birisi sermayeye yalnızca borç veriyor, diğeri ise onu üretken olarak kullanıyor. “(3)
Demek ki sanayi kapitalisti, hem sahibi olduğu sermayeyi, hem de para kapitalistinden hisse senedi satımı yoluyla aldığı para-sermayeyi üretken olarak kullanıyor. Ama para kapitalisti ise elinde bulundurduğu parayı, hisse senedi ya da değerli kâğıt karşılığında sanayi kapitalistine veriyor ve parasını artırmayı amaçlıyor.
Sanayi kapitalistinin parayı üretken olarak kullanabilmesi için önce onunla özel türden metalar satın alması gerekir. Bunlar üretim araçları ve iş gücüdür. Bu andan sonra üretim süreci başlar. Şimdi daha önce para biçiminde bulunan sermaye, artık aynı büyüklükte başka bir sermayeye, üretici sermayeye dönüşmüştür. Üretim sürecinin sonunda ise sermaye, bir meta kitlesinde cisimleşir. Ama üretim sürecinin sonunda cisimleşmiş bulunan meta kitlesi, hem başlangıçtaki metadan farklıdır, hem de değer olarak ondan daha büyüktür. Çünkü artık o, içinde, işçi tarafından yaratılan artı-değeri de taşımaktadır. Bu durumda artık üretici sermaye, sermayenin bir başka biçimine dönüşmüş ve meta-sermaye biçimini almıştır. Bunu, metaların satılması ve karşılığında yeniden para elde edilmesi izler. Meta-sermaye yeniden para-sermayeye dönüşür. Ama o, artık başlangıçtaki para-sermayeden farklılaşmış, artmış bir para-sermayedir. Bütün bu süreci kısaca şöyle özetleyebiliriz:
“Para kâr üretir, yani kapitaliste, emekçilerden belli bir miktar karşılığı ödenmemiş emek, artı-ürün, arfı-değer sızdırma ve buna sahip çıkma olanağı verir.” (4)
Paranın kâr üretebilmesi mutlaka ödenmemiş emeğe bağlıdır. Bu olmadan paranın kâr üretmesi olanaksızdır.
Para-kapitalist ile sanayi-kapitalisti arasındaki ilişkinin belki de yeniden başlamak üzere sonuçlandığı nokta burada ortaya çıkar. Bütün bu sürecin sonunda sanayi-kapitalisti para-kapitalistine elde ettiği kârın bir bölümünü öder. Öyleyse burada hareket noktası A’nın B’ye hisse senedi karşılığında verdiği borç paradır. Para, B’nin elinde sermayeye çevrilir. Para-Meta-Para’ hareketini yapar. A’ya Para’ olarak, Para’ + AP olarak döner. Buradaki AP, para-sermaye sahibine ödenen miktarı ifade eder. Bütün bu sürecin formülü ise şöyledir (burada biz, sermayenin B’nin elinde uzun süre kaldığını ve AP’nin A’ya düzenli aralıklarla ödendiğini varsayıyoruz):
P-P-M-P’ -P’
Öyleyse, burada kavranacak temel konu, hem sürecin sonunda B’nin elde ettiği AP’nin hem de A’nın elde ettiği P’ nün kaynağının canlı emek tarafından yaratılan artı-değer olduğudur. Canlı emek olmaksızın, ne emeğin ödenmemiş kısmı, ne artı-ürün, ne de artı-değer olabilirdi. Dolaysıyla ne de AP ve P’. Buradan şu sonuca ulaşabiliyoruz: Para-kapitalistin, para ödeyerek satın aldığı hisse senedini alelade bir kâğıt olmaktan çıkaran şey, kâğıdın kendisinde temsil ettiği AP, yani işçinin yarattığı artı-değerin bir bölümüdür. Sırf bu yüzden o değerli bir kâğıttır. Örneğin aynı kâğıdın tıpkısını biz herhangi bir dizgi evinde dizdirsek ve bir matbaada bastırsak onun temsil ettiği şeylere sahip olamayız. Çünkü onun getireceği AP ye sahip olmanın imkânı yoktur. O, sırf bir kâğıt olduğu için değil, alırken karşılığında ödenen paranın üretim sürecine yöneltilmesi ve kâr üretmesinden dolayı değerlidir. Ona bu değeri veren emekçinin alın teridir. Başka bir şey değildir.
Böylece, para-sermaye, sanayi sermayesi ve emek arasındaki ilişkinin belirlenebilmesi olanağına ulaşabilmiş oluyoruz. Marx, yine Kapital’in 3. cildinde “Faiz ve Girişim Kârı” başlıklı bölümde şunları söylüyor:
“Sermaye yeniden-üretim sürecinde işlev yaptığı sürece -burada sermayenin sanayici kapitaliste ait olduğunu ve onu borç verene geri vermek zorunda olmadığını kabul etsek bile— kapitalist, özel birey olarak, bu sermayenin kendisi üzerinde değil, ancak gelir olarak harcayabileceği kâr üzerinde tasarrufta bulunur. Sermayesi, sermaye olarak işlev yaptığı sürece, yeniden üretim sürecine aittir. Bu sürece bağlanmış durumdadır. O, gerçekten de bu sermayenin sahibidir, ama bu sahiplik ona, bunu emeğin sömürüsü için sermaye olarak kullanmadığı sürece başka bir şekilde tasarrufta bulunabilme olanağını vermez. Aynı şey para-kapitalist için de doğrudur. Sermayesi borç verildiği ve böylece para-sermaye olarak hizmet ettiği sürece, kendisine bir faiz kârın bir kısmını getirir, ama o anapara üzerinde tasarrufta bulunamaz. Bu durum, sermayesini, diyelim bir yıl ya da daha uzun bir süre için borç verdiği ve kararlaştırılan tarihlerde anaparası kendisine dönmeksizin faiz aldığı zaman açıkça belli olur. Ne var ki, anaparanın geri dönüşü bile, burada bir şey değiştirmez. Sermayesi geri dönmüş olsa bile, bu para kendisi için sermaye olarak -burada para-sermaye olarak- işlev yaptığı sürece, daima o bunu tekrar borç vermek durumundadır. Bu parayı kendi elinde tuttuğu sürece, ona ne faiz getirir ne de sermaye olarak iş görür; ve ona Faiz getirdiği, sermaye olarak iş gördüğü sürece de onun elinde bulunmaz. Sermayeyi her zaman için borç verebilme olanağı işte bundan gelir.” (5)
Bu söylenenler, sermayenin, özellikle sanayi sermayesinin, para -kapitalistlerin elinde bulunan para-sermayeyi ve elde bulunan hemen bütün tasarrufları, dolaylı ya da dolaysız olarak, genişletilmiş yeniden üretim sürecinde nasıl zorunlu olarak kendisine bağladığını gösteriyor. Burada işaret edilen bir başka şey de para-sermayenin çoğalabilmesinin zorunlu koşullarından birisinin, sanayi-sermayesine bağlanma zorunluluğudur; Aynı biçimde sanayi sermayesi; genişletilmiş yeniden üretim sürecinde, para-sermaye ve sahiplerine ihtiyaç duyar. Ama bütün bu ilişkilerin kurulabilmesi, harekete geçebilmesi ve yenilenebilmesinin zorunlu bir ön koşulu vardır, bu da emek ve artı-değer sömürüşüdür. Bu olmadan, ne para-sermaye sanayi-sermayesine bağlanmaya ihtiyaç duyar, ne de sanayi-sermayesi sermaye olarak işlev yapabilir. Para-sermaye, sanayi-sermayesine bağlanır ve her ikisi de birden zorunlu olarak bir başka şeye bağlanarak harekete geçer: Bu emektir.
TÜRKİYE’DE VE DÜNYADA BORSALARIN ORTAYA ÇIKIŞI
Şimdiye kadar söylediklerimizden borsada ilk karşımıza çıkan şey olan değerli kâğıdın, sanayi-sermayesi ile para-sermaye, ya da sanayi-kapitalisti ile para-kapitalisti arasında kurulan ilişkiyi temsil eden ve içinde yaratılan artı-değerin bir bölümünü taşıyan ve sırf bu yüzden değerli olan bir kağıt olduğunu görmüş bulunuyoruz.
Ama “Aslında borç alınan ve çoktan harcanmış bulunan sermaye için verilen bu borç senetleri, tüketilmiş bulunan sermayenin bu kâğıttan kopyalan, bunları elinde bulunduranlar için, sanki bunlar satılabilir ve dolaysıyla da tekrar sermayeye çevrilebilir metalarmış gibi sermaye olarak hizmet ederler.”(6)
Sadece bununla kalmazlar, bir başkasına devredilirken ya da satılırlarken de, temsil ettikleri gerçek sermayenin değerinin hareketinden bağımsız olarak daha düşük ya da daha yüksek bir fiyattan da bir başkasına satılabilirler. Bir kişi elinde tuttuğu hisse senedini bir başkasına satabilir, başka bir hisse senedini satın alabilir. Bu işlemi çeşitli biçimlerde tekrarlamak yoluyla daha fazla kâr elde edebilme olanağına kavuşabilir. Demek ki değerli kâğıtlar anonim şirket tarafından bir kimseye satıldıktan sonra, sadece belirli bir süre sonra ona yeniden “üretken kapitalistten aşırdıkları artı-değerden bir indirim” olanağı vermez, daha bu gerçekleşmeden elde edeceği artı-değer bölümüne (AP) eşit ya da ondan daha fazla yahut da daha az miktarda kârı ele geçirebilme olanağını da yaratır. Ama bunun için, hem satıcıların, hem de alıcıların birbirleriyle karşılaştıkları, örgütlü bir piyasa, örgütlü bir mekân gereklidir. Bu, borsadır.
Borsaların ilk ortaya çıkışını, çok eski tarihlerde, panayırlarda gerçekleşen kıymetli maden alım-satımlarına aracıların aracılık etmesi, ticari senetlerin ortaya çıkışı ve zamanla kıymetli madenler yerine bunların alınıp satıldıkları piyasaların oluşumu koşullandırmıştır.
İlk başta henüz organize ve örgütlü bir piyasa, mekân şeklinde oluşmayan ve ekonomideki yeri henüz ikincil olan borsanın ilk kuruluşu 1487 yılında Avrupa’da Anvers şehrinde gerçekleşmiştir. Ama bu yazıda bizim konumuz olan menkul kıymetler borsasının ilk kuruluşu 1770 yılındadır. Üretimdeki gelişme ve bundan daha ileri giden birikimdeki gelişme, “Para-sermaye olarak başıboş dolaşan sermayenin” yöneldiği bir alan olarak borsaların, hem ekonomideki rolünü artırdı, hem de onun yaygınlaşabilmesinin koşullarını yarattı. 1875 yılında Londra Menkul Kıymetler Borsası kuruldu. Bunu daha sonra diğerleri izledi: New York ve Tokyo Menkul Kıymetler Borsaları vb.
Türkiye’de ise ileride borsanın ortaya çıkış imkânları olabilecek ilişkiler daha çok Türkiye dışına, özellikle Avrupa’ya bağlı olarak gelişim gösterdi. 17. yüzyılın başlarında Avrupa’da anonim şirketlerin ortaya çıkmasıyla Türkiye’de yaşayan tefeci ve tüccarlar da bu anonim şirketlerin çıkardıkları hisse senetleri ve tahvillerle ilgilenmeye başladılar. Bunlar daha çok azınlıklara mensup olan tüccar ve tefecilerdir: Rum ve Ermeni tüccarları gibi.
Bu dönemde bahsedilen tüccar ve tefeciler, paranın altın oluşu, kambiyo kontrolünün henüz uygulanmıyor olması vb. avantajlardan da yararlanarak dışarıya para çıkarabiliyorlar ve birtakım alım-satım işleri yapıyorlardı. Ama yapılan bu menkul kıymet alım-satım işlemleri, içerde de bir piyasa oluşturmamazlık edemezdi. Bu, bir yandan Türkiye’de faaliyet gösteren emperyalist şirketlerin (elektrik, gaz, tramvay vb. şirketler) çıkardıkları hisse senetleri ve tahvillerle, bir yandan da gelişebildiği oranda yerli sermayenin (daha çok Ermeni ve Rum) çıkardıkları hisse senetleri ve tahvillerle birleşince 1866’da hükümet tarafından İstanbul’da ilk borsanın kurulmasına yol açtı. Bu borsada yerli ve yabancı hisse senetleri (dışarıyla da daha çok telgraf vb. yollarla bağlantı kurularak sürdürülmeye çalışılarak) alınıp satılmaya başlandı. Bu ilk borsadan sonra Türkiye’de borsa faaliyetleri günümüze gelinceye kadar kimi zaman İstanbul’dan Ankara’ya taşınarak, kimi zaman faaliyetlerine uzun-kısa zamanlı aralıklar vererek devam etti.
12 Eylül darbesinin hemen ardından yaşanan bankerler krizi, borsaların sonraki gelişimini önemli ölçüde geriletti. Bugünkü İstanbul Menkul Kıymetler Borsası ise 1986 yılı başında faaliyete geçti.
Borsaların tarihsel gelişme eğilimlerini kabaca değerlendirdiğimizde, onun üretim ve birikimdeki gelişmenin bir ihtiyacı, bir yönü olarak ortaya çıktığını görebiliriz. Üretimin giderek toplumsallaşması, maddi servetin giderek daha artması, ama bununla birlikte para-kapitalistlerin, rantiyelerin sayısının da artması, üretimin gelişmesine bağlıdır.
Daha önce, değerli kağıtların anonim şirket tarafından bir kimseye satıldıktan sonra, değerli kağıdın, onu alana sadece onu belirli bir süre elinde tutarak belirli bir kazanç sağlama olanağı vermediğini, elindeki değerli kağıtları başkasına satmak, başka değerli kağıtlarla değiştirmek vb. yollarla daha fazla kâr elde etme olanağını da sağladığını, bütün bu işlerin örgütlü olarak gerçekleştiği yerin de en genel anlamıyla borsa olduğunu söylemiştik.
Borsa, en genel anlamıyla para piyasası içinde yer alır. Para piyasası, sanayi kapitalistleri ve para-kapitalistlerin ilişkilerinin gerçekleştiği piyasadır. Ama para piyasası denildiğinde daha çok kredi sisteminin hâkim olduğu piyasalar anlaşılır. Bu bakımdan borsa, genel olarak para piyasasına dâhil olan sermaye piyasası içinde yer alır. Sermaye piyasası, birbirinden daha çok biçimsel olarak farklılaşmış bulunan iki ana kısımdan oluşur. Bunlar birincil piyasalar ve ikincil piyasalardır. Birincil piyasalar, bizim daha önce para-sermaye ile sanayi-sermayesi arasındaki ilişkiyi basitleştirerek anlatmaya çalıştığımız ilişkilerin gerçekleştiği alandır. Yani burada hisse senedi, tahvil gibi değerli kâğıtları satan şirketlerle, bunların alıcıları doğrudan karşılaşırlar. Alıcı şirketin satışa çıkarmış bulunduğu hisse senedi ya da tahvili direkt olarak ondan alır. Bu değerli kâğıtların bir banka aracılığıyla alınıyor olabilmesi bu durumu hiçbir şekilde değiştirmez. Değerli kâğıtların bu alınış biçiminde, alıcı, hisse senedini bir kez aldıktan sonra, onu yeniden paraya çevirmek üzere şirkete müracaat edemez. Aldığı eğer hisse senediyse böyle bir hakkı hiç yoktur; tahvil ise vadenin dolmasını beklemesi gerekir, ikincil piyasalar ise, değerli kâğıtların paraya çevrilebildiği piyasadır. Menkul kıymetler borsası, ikincil piyasanın tanımlandığı en berrak örnektir.
Demek ki hisse senedi çıkaran bir anonim şirketten bu değerli kâğıt satın alındıktan sonra, ona tekrar verilerek eşdeğeri olan para yeniden alınamaz. Hisse senedi birincil piyasadan yani anonim şirketin kendisinden alındığı zaman, alana sadece sınırlı hakları elde edebilme olanağını verebiliyor. Bunlar başlıca şunlardır: Şirket yönetimine katılma hakkı; elde edilen kârdan pay alma hakkı; oy kullanma hakkı; eğer şirket yeni hisse senedi çıkaracaksa, bunları öncelikli olarak satın alabilme hakkı. Ne var ki bunlardan şirket yönetimine katılma hakkı tamamen palavradan ibarettir. Çünkü anonim şirket sermayesinin % 51’ini elinde bulunduranlar aynı zamanda şirkete hâkim olurlar. Bunlar; sanayi kapitalistleri, anonim şirketin gerçek sahipleridirler. Oy kullanma hakkı da bunun gibidir: Alınan karara uyma hakkından başka bir şey ifade etmez. Geriye kalan, sadece şirketin elde ettiği kârdan pay alma hakkıdır; bunu daha önceden açıklamış bulunuyoruz.
Oysa ikincil piyasaların menkul kıymetler alım-satımında oynadıkları roller çok daha farklıdır, ikincil piyasada yani menkul kıymetler borsasında anonim şirketlerle hisse senedi alanlar direkt olarak karşı karşıya gelmezler, ilişki dolaylanır. Menkul kıymetler borsasında, onlarca anonim şirketten yüzlerce hisse senedi almış bulunan birçok kişi karşı karşıya gelirler. Burada kimisi hisse senedini satmak ister kimisi hisse senedi almaya gelmiştir, kimisi bir hisse senedini satıp bir başkasını almayı amaçlar. Hisse senedi paraya dönüşür, para hisse senedini satın alır. Bütün bu karmaşa içerisinde kimi hisse senedinin fiyatı yükselir; kimininki ise aynı seansta hem yükselir, hem de düşer. Kurtların kuzuları yeme zamanı gelmiş, kumar başlamıştır artık.
Ama burada, ikincil piyasalarla birincil piyasalar arasındaki ilişkinin önemli bir noktasına dikkat çekmek gerekiyor. Menkul kıymetler borsası birincil piyasaya talep yaratır. Bu ne demektir? İlk bakışta borsada anonim şirket yokmuş gibi görünür. Ama burada fiyatları yükselen ya da yükselme eğilimi gösteren anonim şirketlerin hisse senetlerine olan talep artar. Bu, borsanın birincil piyasaya talep yaratması anlamına gelir. Yani, eğer borsada Ereğli Demir Çelik hisse senetlerine olan talep artıyorsa, Ereğli Demir Çelik, bu talebi karşılamak üzere harekete geçer. Sermayesini artırarak yeni hisse senetleri çıkarır. Bu da daha fazla para-sermayenin sanayi sermayesine bağlanması anlamına gelir. Sanayi sermayesi aynı hareketi yineleyerek yoluna devam eder: P-P-M- P’-P’; daha fazla emek gücü, daha fazla üretim aracı alma olanağına kavuşur. Ve para, yeniden “kapitalist üretim esası üzerinde bir değer olmaktan çıkıp, kendisini genişleten bir değer haline dönüşür,” Öyleyse borsa, aynı zamanda para-sermayenin sanayi sermayesine bağlanabilmesinin bir aracıdır. Sanayi sermayesi açısından para-sermayeyle borsada kurduğu ilişki, sermaye piyasalarında örneğin bankalarla kurdukları ilişkiden genellikle daha avantajlıdır. Çünkü örneğin A şirketi, B bankasından kredi alarak ihtiyaç duyduğu para-sermayeyi karşıladığında, aldığı parayı, faiziyle birlikte belirlenmiş bir sürenin sonunda ödemek zorunda kalacaktır. Ama başkalarının elindeki para-sermayeyi hisse senetleri satışı yoluyla elde ettiğinde böyle bir yükümlülük ve zorluk altında kalmayacaktır.
Burada, hisse senediyle değişilen para, kendisini genişletmek üzere harekete geçer. Bu hareketin sonucunda, yaratılan artı-değerin bir bölümünü alarak tekrar para-kapitalistin eline dönen para; aynı hareketi daha hızlı, daha çabuk, daha kârlı bir şekilde yapmak üzere harekete geçer, sahibinin cebinde tekrar borsanın içine girer.
Bir başka açıdan bakıldığında, borsanın içinde dönen dolaplar, ayak oyunları, para-kapitaliste burada, daha hisse senedini alırken ödediği para sanayi kapitalistine dönmeden de daha fazla para olarak sahibine dönme şansını verebilir. Örneğin elinde X tane Ereğli Demir Çelik hissesi bulunan kişi, bunu, fiyatı yükseldiği anda satarak parasını çoğaltabilir. Para, yine kâr üretir. Ama unutulmamalıdır ki onun sattığı hisse senetleri “tüketilmiş bulunan sermayenin kâğıttan kopyalarıdırlar.”
Peki, borsada dolaplar nasıl döner? Bunu açıklamak özellikle şu iki şeye bağlıdır: Bunlardan birincisi, şirketlerin, çıkardıkları hisse senetlerinin borsadaki fiyatını yükseltmek için tetikte durmalarıdır, ikincisi ise, borsadaki spekülatörlerin çeşitli yollarla hisse senetlerinin fiyatlarını alçaltıp düşürerek aradaki bu farktan yararlanmak üzere pusuda beklemeleridir.
Hisse senetleri borsada işlem gören her şirket, onun fiyatının yükselmesini ister. Çünkü eğer, bir hisse senedinin borsadaki fiyatı yükseliyor, ya da yükselme eğilimi gösteriyorsa ona olan talep artacaktır. Talebin artması, daha fazla hisse senedi çıkarması, böylece daha fazla para-sermayeyi kendisine bağlaması anlamına gelir.
Borsada spekülasyon yaparak para kazanmayı meslek haline getirmiş rantiyeler de, sözgelimi A şirketinin bir bölümünün kapatılacağına, ya da B şirketinin pazarının genişleyeceğine yönelik haberler yayarak, borsaya hisse senedi almak üzere gelmiş bulunan parayı istedikleri yerlere yönlendirebilir ve bu yolla irili ufaklı vurgunlar gerçekleştirebilirler. Şirketlerin durumlarına ilişkin bilgiler daha kamuoyuna açıklanmadan, bu bilgileri şirket yöneticileri ya da bunların yakınları, kendilerine çıkar sağlamak amacıyla kullanırlar. Bunun yanında, şirketler, hisse senetlerinin hamiline oluşunu da kendi çıkarlarına uygun olarak kullanırlar. Hisse senedinin hamiline olması, sahibinin onu elinde tutan kişi olmasıdır. Şirketler, bu durumdan şöyle yararlanırlar: Fiyatları yükseldiğinde piyasaya gizlice hisse senedi sürer, düştüğünde kendi hisse senetlerini kendileri alırlar. Böylece, bütün koşullar o şirketin hisse senedi fiyatlarının düşmesine yönelik olsa bile, bu yolla fiyatlarının düşmesini engelleyebilir, hatta yükseltebilirler de. Ya da tersinden, kendi hisse senedini kendisi alıp satarak buradan belirli bir kazanç elde edebilirler.
Ama hisse senedi fiyatlarının ya da menkul kıymetler borsası bileşik endeksinin yükselip alçalması bu yollarla dalgalanabiliyorsa, bizim daha önce, emek, para-sermaye, sanayi sermayesi arasında kurmaya çalıştığımız ilişkinin anlamı ne olabilir? Hisse senedinin fiyatı, üretime sanayi sermayesine bağlanarak giren para-sermayenin, her ikisinin birlikte gerçekleştirdiği artı-değerle ve bunun bölüşümüyle ne ölçüde ilgisi olabilir? Herkes, elindekini tutturabildiğine satar. Uyanık ve tecrübeli olan bu işten kazançlı çıkar, diğerleri zarar eder gibi görünür ilk bakışta. Bu görünüş, üretim sürecinde paranın metaya ve sonra tekrar paraya (ama P ‘) dönüşmesinde de vardır. Ama görünüş gerçek değildir. Hele hele borsada tam bir illüzyondur. Marx, Grundrisse’nin “Kâr Üzerine” başlıklı bölümünde bu durumu şöyle açıklıyor:
“Kâr perspektifinden süreç, maliyetin karşılanması ve ayrıca da buna ek bir paranın elde edilmesinden ibarettir. Bu bakış açısında, değer ve artı-değer kavramlarına kesinlikle yer yoktur. Kapitalistin kaygısı belli bir nesneleşmiş artı-emek süresinin eşdeğerini almak değil, maliyet fiyatına mümkün olan en yüksek kârı eklemektir. Yani kapitalist, ‘tutturabildiğine’ satar ve elde ettiği kâr, ürünün içerdiği artık-değerden çok daha alçak ya da çok daha yüksek olabilir. Piyasada hiç kimse, kapitalistin malına koyduğu fiyata ‘ama bu malın içerdiği artık-değer şu kadardı!1 diye itiraz etmeyecektir.
Böyle olunca, kitap boyunca geliştirilen değer ve artık-değer teorisinin pratik bir anlamı kalmış mıdır? Şüphesiz evet; ama bu anlam ancak rekabet konusunda ortaya konulabilecektir. Şöyle ki: Herhangi bir sermaye, piyasa koşullarınca belirlenen ve artık değerden farklı olan bir kâr elde eder. Ama bu durum artık-değeri yok etmez ya da yoktan var etmez, sadece artık-değerin farklı sermayeler arasında paylaşılmasına yol açar. Her şeyden önce, ülke çapında üretilen toplam kâr, toplam artı-değere eşittir ve tekil sermayeler, bu toplam artı-değeri rekabetin yasaları uyarınca aralarında paylaşmaktan öte bir şey yapmazlar. İkincisi, piyasada rekabetin genel etkisi, tekil sermayelerin kârlarını düşürüp artırarak, onları “zorla” gerçek artı-değere yaklaştırmaktadır. Herhangi bir kapitalistin maliyetine keyfi bir şekilde etkilemeye çalıştığı kârın hiç de keyfi bir şey olmadığı rekabet süreci içinde ortaya çıkacaktır.”
İllüzyona kanmamalıdır. Hiçbir koşulda artı-değer yok olmaz. Borsada, üzerinde kurtların ve kuzuların savaştıkları hisse senetlerinin temsil ettiği değer, artı-değerdir. Başka hiçbir şey değil.
Mart 1994
DİPNOTLAR
1- İMKB- Araştırma, Yayın ve Eğitim Müdürlüğü Yayınları, Borsanın Temel İlkeleri
2- Karl Marx, Kapital Üçüncü Cilt. Sol Yayınları, İkinci Baskı. S. 297
3- A.g.e : S. 327- 328
4- A.g.e : S. 297
5- A.g.e : S. 326
6- A.g.e : S. 423