İnsanın manevi şekillenmesinin bir parçası olarak ahlak, çoğu kez, sınıflar üstü bir kavram gibi algılanır. Devlet, demokrasi vb. gibi birçok konuda olduğu gibi, bu konuda da üzerindeki idealist kabuğu kırarak ahlakın insanlığın toplumsal evrimi içinde kazandığı sınıfsal özü ortaya çıkarmak, Marksizm’in çözümlediği sorunlardan biri oldu. Doğallıkla, egemen sınıfların ahlak anlayışlarının karşısına kendi ahlak anlayışını koyan Marksizm, onu, insanın manevi hazinesinin bir bileşeni ve proletaryanın sınıf mücadelesinin kopmaz bir parçası haline getirdi.
Elbette bunu söylerken, ahlakın sınıflı toplumlarla ortaya çıktığım anlatmak istemiyoruz. Çünkü nerede bir insan toplumu varsa, kaçınılmaz olarak onları bir arada tutan ekonomik ilişkiler ve bunlardan kaynaklanan psikolojik bir atmosfer vardır. Toplum, bireylerden oluştuğuna göre, bireylerin toplum karşısında hakları ve ödevleri vardır. Bu hak ve ödevler, neyin doğru, neyin yanlış, neyin iyi neyin kötü, neyin toplumsal yaşamın sağlıklı sürdürülmesine yararlı, neyin zararlı, olduğu gibi soruların yanıtlan olarak şekillenir. Toplumsal ilişkilerin bu düzenlenmesi sonucu, toplumun “ahlakı” da kendi yaptırım gücüne kavuşur.
“Demek ki, ahlaki yükümlülükler insanların toplumsal ortaklıkları nedeniyle birbirlerine borçlu oldukları şeylerden ibarettir. Bu da yükümlülüklerin haklar içerdiği anlamına gelir, yani haklar yükümlülüklerin tersi ya da öbür yü2üdür,” (Maurice Cornforth, Komünizm ve İnsanlık Değerleri sf. 82)
Bu hak ve yükümlülükleri belirleyen nedir? Bilindiği gibi, insan toplumu geçim araçlarının üretimine dayanır. Her üretim süreci de, bir üretim biçimi ve ona denk düşen üretim ilişkileri tarafından koşullandırılır. İnsanın diğer üretim alanı ise neslin devamı için bir zorunluluk olan cinsellik boyutudur. İşte toplumun ahlaksal çerçevesini çizen de tarih boyunca bu iki alan olmuştur. Genel olarak toplumun, özel olarak da kadının özgürleşmesi süreci, toplumsal ahlakın, gerçek insan ahlakına doğru gelişmesine koşut düşer.
Kalinin, ahlakın oluşum ve gelişim sürecini şöyle anlatıyor:
“Maneviyat ya da ahlak, insan toplumunun oluşumunun başlangıcından beri vardır. Ve onun ekonomik gelişimiyle belirlenir. Elbette bu ani bir değişme ile değil de, hukuk, din ve tüm ideolojik üst yapı kurumları gibi uzun bir süreç içinde ondan kaynaklanarak ortaya çıkar. İnsan, toplumunun başlangıcında ahlak, yaşama koşullarında gelişmiş, insanların tutumlarının belli normları içinde pratik olarak biçimlenmiştir. Bu normlar kuşkusuz hiçbir hukuki kayda geçirilmiyormuş. Zira o zamanlar henüz yazı yokmuş. Fakat o zamanki insanlar için bunlara uyma, belki de bizim çağdaş yasalarımızın hukuk maddelerine uyma zorunluluğundan daha az değilmiş. Toplumla, kabileyle, aileyle ilişkiler, kadın erkek ilişkileri, yaşam ilişkileri, herkesçe kabul edilmiş psikolojik ilişkiler, toplumsal ahlak halini alıyormuş.
İnsan toplumunun sınıflara ayrılması ve devletin ortaya çıkmasıyla, doğal olarak ahlak da sınıfsal temeline oturmuş, egemen sınıfların elinde, boyun eğmiş kitlelerin köleleştirilmesi için güçlü bir silah olmuş. Engels, kapitalist toplumda en az üç tür ahlak, ‘feodal aristokrasisi, burjuva ve proletarya” ahlaklarının var olduğunu savunmuştur.’ (Devrimci Eğitim, Devrimci Ahlak, sf.96)
Bu yüzden, mutlak değişmez ve “ilahi” bir ahlaktan söz edilemez. Ahlakın kaynağım dine, hukuka ve doğaya bağlamaya çalışanlar olmuştur. Ahlakın doğusuyla din arasında tarihsel bir yakınlık olmasına karşın ahlakın kaynağı din değil, doğrudan insanin maddi yaşam ilişkileridir. Hukuk ile ilişkisine gelince, hukuk, tarihsel olarak ahlaktan sonra toplum yaşamına girmiş bir kavramdır. Ahlakın kaynağı doğa da olamaz. Ahlakın kaynağını insanda değil de, doğada arayan Kantçı natüralist görüşler, dinsel “ilahi ahlak” düşüncesinin üstü örtük biçimidir. Şu açıktır ki, bilinçli insansal faaliyetin söz konusu olmadığı bir doğada, içgüdüler ve vahşi bir yaşam savaşı söz konusudur. Doğadaki yaşam yasaları, doğrudan doğruya güçlünün güçsüzü yok ederek varlığını sürdürmesi üzerine kuruludur. İnsansız bir dünyanın ahlakı da yoktur. Ahlakı oluşturan ve dayatan ne varsa, doğrudan, insanın toplumsal ve siyasal ilişkilerinin evrim sürecinde ortaya çıkmıştır. Maurice Cornforth, bu süreci şöyle anlatıyor.
“Toplum geliştikçe toplumun mülkiyet ilişkilerini yansıtan fikirler, politik toplumsal haklan ve imtiyazları, hukuku ve benzerlerini ilgilendiren sistemler ve kurallar biçiminde işlenmeye başlandı. Bütün bu ideolojilerin kaynağı, toplumsal üretim ilişkilerindedir ve son tahlilde, bu ilişkilerin ideolojik yansımasından başka bir şeyi oluşturmazlar.
Aynı şey ahlak fikirleri için de geçerlidir. İyinin ve kötünün, doğrunun ve yanlışın, iyiliğin ve kötülüğün, mutlak standartları hakkında fikirlerimiz varsa, bu fikirler, insanların ya da davranırların herhangi bir nesnel niteliğinin yansıması değil, insanların içinde bulunduğu v/e içinde kendi kişisel faaliyetlerinin meydana geldiği toplumsal ilişkilerin bir yansımasıdır. Dolayısıyla toplumdaki esas değişmelerle birlikte, ahlak yargılarının da değişmesi şaşırtıcı değildir. Bir ahlakın diğerinden yüksek olduğunu söyleyebilmek için bir tek nesnel ölçü yardır ki, o da daha yüksek bir toplumsal düzeni yansıtır ve ona hizmet eder.” (M. Cornforth, Bilgi Teorisi, sf. 79)
AHLAK VE DİN
Din, insanın doğa karşısındaki aczinin, korkularının ve çözümsüzlüğünün ürünüdür.
İlkel komünal toplumun ahlak anlayışı ise, kadın ve erkek emeği üzerine ilk işbölümü temelinde kolektif bir üretim-tüketim ilişkisi paralelinde şekillenmiştir. İlk insanın gözünde, açıklayamadığı bütün doğal nesne ve olaylar tanrılaşır. Yeryüzü, toprak, su, gökyüzü, şimşek, ateş vb. insan beynine yansıyan her görüntüde, muazzam bir “yapıcı” ve “yıkıcı”lık, korkudan, saygıya doğru evrilir. İnsan, tanrıyı yaratır.
1843’te basılmış olan “Hegelci Hukuk Felsefesinin Bir Eleştirisi’nde Marx, konumuz acısından iki önemli saptama yapar. Birincisi.
“Din eleştirisinin temeli şudur: İnsan dini yaratır, din insanı yaratmaz”
İkincisi ise:
“Din bu dünyanın genel bir teorisidir, onun ansiklopedik özetidir, onun halka uygun mantığı, tinsel onur sorunu, coşkusu, moral yaptırımı, kutsal tutulan düşünülüşü, genel avunç ve haklı çıkma kaynağıdır.”
Biz de, bu sözlere paralel olarak şunları söyleyeceğiz: Ahlakı da insan yarattı; ahlak insana tanrıdan ya da doğadan dayatılmış metafizik bir kurallar yığını değildir. Din, nasıl dünyanın algılanışının (ya da çarpık algılanışının) genel teorisi ise; ahlak da insanın kendi davranışlarına çizdiği sınır ve bu sınırdan aldığı onur sorunu, doyum ve avunç kaynağıdır, insan saygınlığının teorisidir.
Din, ahlak ve hukuk, insanlığın, üretim biçimi ve üretim ilişkilerinin evrimine göre, binlerce yıldır sürekli bir dönüşüm içinde gittikçe daha fazla birbirleriyle kaynaşarak varlıklarını sürdürmüştür. Din nasıl, doğayı ve ondaki gizleri açıklayamamanın ifadesi ise hukuk da toplumun kendi iç çatışmalarını felsefi ve ahlaksal kurallarla çözümleyemediğinin itirafıdır. Kınama ve toplumdan dışlamanın ötesinde, yazılı yasalara dayalı bir zorbalığın gerekliliği hukuku doğurdu. Öyleyse hukuk, insanlığın sınıflara bölünmesi sonucu, topluma dayatılan sınıfsal bir yaptırım gücüdür. Bu yüzden hukukun sınırlan ahlaktan daha dar, daha kesin (çünkü yazıya geçirilmiştir) ve daha serttir.
İlkel toplumlarda ayrı birer üstyapı kurumu olarak şekillenen ahlak ve din ise, sınıflı toplumlarda kopmaz bağlarla birbirine bağlanır. Din, yer yer ahlakın önüne geçer ve çoğu kez ahlakın kurallarımı formüle eden güç haline gelir. Ahlak, gitgide mistik bir hava alır. Çünkü artık ahlakın işlevi “dünya işlerinin organizasyonu”nun ötesine geçmekte, “öteki dünya”da yanmaktan kurtuluşun da reçetesi haline gelmiştir. Böylece “örnek ahlakın temsilcisi” olarak peygamberler türemeye başlar. “Dünya nimetlerinde gözü olmamak” ve ibadet ahlakın temeli haline gelir. En büyük ahlaksızlık “hırsızlık” olur. Din ve ahlak parmağını sallayarak “çalma” diye bağırırken, hukuk da hırsızın ensesine şaplağı indirir. Din, ahlaklı insana cennetin kapısını açarken, hukuk da ahlaksız insana cezaevinin kapısını açar. İlahi adalet için parmağıyla öteki dünyayı gösteren din adamı, bu dünyadaki adaletsizliklerin de ilelebet süreceğinin onaylayıcısı olur. Doğallıkla ruhen tanrıya teslimiyet, maddi dünyada da egemen sınıflara teslimiyetle pekişir. “Din halkın afyonudur.” (Marx). Ahlak da onunla kaynaşıp bütünleştiği oranda afyonlaşır.
AHLAK VE BİLİM
Bundan dört yüzyıl önce Köroğlu; “Tüfek icat oldu mertlik bozuldu” diye seslenirken, belki de yüzyıllar sonra ortaya konulacak bir düşüncenin öncülüğünü yapıyordu. Özellikle iki büyük paylaşım savaşının ardından “hümanist aydınlar”ın başını çektiği bu düşüncenin özeti, “bilim, ahlakın düşmanıdır” sözcükleriyle ifade edilebilir.
Albert Bayet, Bilim Ahlakı adlı yapıtında, bu düşünce sahiplerinin gerekçelerini şöyle anlatıyor:
“1914 ile 1918 yılları arasında on beş milyon insan savaşta can verdi. Bu ölüm işi için kim silahlandırdı ulusları? Bilim. Bilimin yardımıyla, trenler, otomobiller, göz açıp kapanıncaya kadar, küme küme insanı ölüm meydanlarına atıyordu; hep daha iyi araçlarla kuşanan fabrikaların, topların tüfeklerin sayısı onun yardımıyla artıyordu. Onun yardımıyla ölüm saçan yaylım ateşleri düzenleniyor, uçaklar orduların, kentlerin üstünde uçup durabiliyordu. İnsan ölüleri, yaralar, kesip biçmeler karşısında duygusuz kalan bilim, dünyanın gözüne yaman bir insan öldürme aracı gibi görünüyordu.” (age, sf. 11, 12)
Bilimler için, “bir bela” diyecek kadar ileri giden Einstein gibi bir dahi bile, teknolojinin insan soyuna verdiği zararlardan sonra,
“Bilim bugüne dek köleler yaratmaktan başka bir işe yaramadı; savaş zamanında bizi zehirlemeye, parça parça etmeye yarıyor, barış zamanında da hayatımızı çekilmez, kararsız bir hala sokuyor. Bilimler, insanları kafa işlerine adayıp büyük ölçüde kölelikten kurtaracak yerde, onları makinenin kölesi yapmıştır.” (Aktaran, age, af. 15)
Bu düşüncelere en kolay ve pratik karşı çıkma yolu, hemen bilimin insanlık yararına sağladığı buluşları anımsatmak olur. Oysa bu yolla bir arpa boyu bile yol alınamaz. Çünkü bu düşünce sistemi ile yukarıda aktarılan düşüncelerdeki gerçeklikler ortadan kaldırılamayacağı gibi, bizim verebileceğimiz bolca örneklemeler sonucu olsa olsa bilimin ahlaksal ve ahlak dışı yönleri vardır gibi, bir tanıma ulaşılabilir. Oysa bu da yanlış bir tanımdır.
Bilim, doğa yasalarının ortaya çıkarılması ve doğadaki materyallerin kullanılması ile gelişir. “Bilim ahlakın düşmanıdır” düşüncesi, tıpkı “doğa, ahlakın yaratıcısıdır” düşüncesi gibi, insan faktörünü göz ardı eden idealist bir düşüncedir. Doğa gibi, bilimin de ahlakı yoktur. Bilimin gelişmesi doğrudan insanın doğaya egemenliğinin gelişmesine bağlıdır. Bilimin gelişmesi de, pratik olarak yönlendirilmesi de doğrudan o toplumun üretici güçlerinin gelişmişlik düzeyi tarafından koşullandırılmıştır. Bir taş yardımıyla bir insanı öldürdüğümüzde taş ne kadar suçluysa, insan öldürmeye yarayan bir mermi de o kadar suçludur.
“Herhangi bir dönemde toplumun, dolayısıyla da devletin, dinin vb. genel yönetimini ve idaresini eline almış olan sınıf aynı zamanda bilimlerin idaresini de ele alır ve onların gelişmeleri üzerine etkileyici bir denetim uygular.” (M. Cornforth, Bilgi Teorisi, sf. 97)
Köleci ve feodal dönemin, bilimin yerine dini, özgür düşünce yerine ise dinsel ahlak ve hukuku koyan siyasasında, bilimin özgürce gelişebileceği koşullar yok denecek kadar azdı. Yerkürede her şey ilanı bir adalete göre yönetiliyordu. Her şey kutsal kitaplarca çözümlenmişti, bunun ötesinde kalanlar ise insan aklının çözemeyeceği şeylerdi. “Dünya evrenin merkeziydi ve gezegenler onun çevresinde dönüyordu.” (Batlamyus), “Hayır da ser de tanrıdandı.” Tanrı beş parmağın her birini ayrı yaratmıştı. Yani köleyi de köle sahibini de yaratan tanrıydı ve bu dünya herkes için sınanma alanıydı.
Pusulanın bulunuşu, Kopernik’in gezegenler arası ilişkide Güneş’i merkeze koyan açıklaması, Newton tarafından yerçekimi ve maddenin hareket yasalarının ortaya çıkarılması idealist felsefenin kırılmasında önemli faktörler oldular.
Yükselen sınıf olarak burjuvazi, sadece sahip olduğu teknik ve üretim ilişkilerindeki üstünlüğü ile değil, ideolojik ve ahlaksal silahları ile de saldırıya geçti. Binlerce yıldır süregelen kula kulluk ahlakının karşısında burjuvazi, yükselttiği “eşitlik, hürriyet, kardeşlik” bayrağıyla kendi ahlak ilkelerini de belirtmiş oluyordu.
Fransız devriminin hazırlayıcılarından Jean-Jacques Rousseau, “halk egemenliği, eşitlik ye özgürlük” temellerine dayalı yeni bir tonlum düzenini tasarlar ve cumhuriyetçiliğin öncülüğünü yaparken, bilim ve sanatın gelişmesi ile ahlaksal çöküşün birlikte gittiğini öne sürmüştür. Ancak, bu çöküşün ardında insanın insan tarafından köleleştirilmesini, boş inançların yaygınlaşmasını vb. görmesiyle önemlidir.
Toplum Sözleşmesi adlı ünlü yapıtındaki: “İnsan özgür doğar, oysa her yerde zincire vurulmuştur” sözleriyle, ezilenleri kurtuluş için ayaklanmaya çağırması insanlık tarihi için önemli belgelerdendir.
Yine de burjuvazinin felsefi idealizmle barışması çok çabuk olur. Laboratuar çalışmasında, bilimsel-teknik alanda materyalizmle dost olan burjuvazi, toplumbilimsel alanda bilime düşman kesilir. Çünkü kendisi de sömürücü bir sınıftır ve onun da proletaryaya kurtuluş umudu olarak parmağıyla işaret edeceği bir “öteki dünya”ya gereksinimi vardır.
Kapitalizmin yükselişi ile doğa bilimlerinin muazzam gelişmesi karşısında felsefenin ve toplumbilimin yerinde sayması, Marx’ın da önemle altını çizdiği olgulardandır.
1844’te kaleme aldığı Ekonomik-Felsefi Elyazmalarında bu çelişkiyi şöyle ifade edecektir:
“Doğa bilimleri görülmedik bir etkinlik geliştirdiler ve kendilerine durmadan genişleyen bir alan edindiler. Ama felsefe onlara, onların felsefeye olduğu gibi yabancı kaldı.”
Yazının devamında, endüstrinin doğa ile ve doğanın ürünü olan insan ile ilişkisine değinen Marx, bilimin böylesine parçalanmasının sonsuza dek sürmeyeceğini belirtir ve doğa, insan ve tarih arasındaki diyalektik bütünlüğü ortaya koyar:
“Tarihin kendisi doğa tarihinin, doğanın insana gelişmesinin gerçek bir parçasıdır. Daha sonra doğa bilimi, insan biliminin doğa bilimini içereceği gibi, aynı biçimde, insan bilimini içerecektir. Yalnız bir tek bilim olacaktır.” (Aktaran: Bernal, Marx ve Bilim,- sf. 36, 37).
Ancak, sosyalizmin üretici güçlerde sağlayacağı muazzam gelişmedir ki, laboratuarda materyalist (zorunlu olarak materyalist, çünkü bilim doğası gereği materyalisttir) felsefede idealist “bilim” adamı kuşağına son verecektir. Ancak sosyalizm, bilim adamını burjuvazi için ölüm silahları üreten ücretli memur statüsünden koparıp alacak ve kardeşçe örgütlenmiş bir toplumun onurlu ve saygın bir bireyi statüsüne kavuşturacaktır. Ve o gün bilim “kâr amacına yönelik” bir araç olmaktan çıkacak, insanın köleleştirilmesinin değil, doğaya her yönüyle egemenliğinin ve özgürleşmenin bir aracı olacaktır.
Bağlarsak, bilim adamından ve sınıflardan soyutlanmış bir bilimin “ahlakı” yoktur. Olsa olsa bilim adamının ahlakından söz edilebilir ki, bu ahlak da egemen sınıfın ahlakının uzantısından başka bir şey değildir. Yine de bu sözümüzün bir genelleme olduğunu, tarihin, tavrını ezilenlerden ve güzel bir dünya için mücadele edenlerden yana koyan birçok onurlu bilim adamı ve aydını da yarattığını belirtelim. Gladkov’un Fabrika (Çimento)’sındaki mühendis Kleist ve Ali Abdi Hoca’nın Boyun Eğmeyeceksin adlı romanındaki mühendis Mberia örneği, koşulları değiştiğinde bilim adamlarının felsefi ve ahlaksal görüşlerinin de değişebileceğinin canlı örnekleridir.
AHLAK, CİNSELLİK VE AİLE
Ahlak denilince ilk akla gelen şeylerden biri de cinselliktir. Hatta çoğu kez farkında olmadan bundan “kadının cinselliği”ni anlarız. Burada binlerce yıldır süregelen ataerkil ilişkilerin ve erkek egemenliğinin bilincimize yansıması söz konusudur.
Cinsellik, kadın erkek ilişkileri ve aile kurumu çağlar boyunca kendi kurallarını, ahlak anlayışlarını ve hukuk normlarını revize ede ede günümüze kadar gelmiştir. Tarihin devingenliği içinde çoğu kez eski ile yeni iç içe geçer. Töreler, gelenek görenekler, kavimsel- ulusal özgünlükler, karşılıklı etkileşimler, sosyal ve siyasal mücadelelerin boyutları sonucu kazanılan ve kaybedilen haklar vb. ile kadın erkek ilişkilerinin çok boyutlu bir tarihi vardır.
Engels’in de önemine özellikle işaret ettiği Morgan’ın ilkel kabileler üzerindeki çalışmaları, aile kavramının doğuş ve gelişimine ilişkin bize önemli bilgiler sunmaktadır.
Engels, her biri üzerinde uzun uzun durduktan sonra, özetle:
“Demek ki -der-, kaba çizgilerle, insanlığın gelişmesindeki belli başlı üç aşamaya uygun düşen, belli başlı üç evlilik biçimi var. Yabanıllığa grup halinde evlilik, barbarlığa iki-başlı evlilik; uygarlığa (da- ç.), eş aldatma ve fuhuşla tamamlanan tek eşlilik (karşılık düşüyor- ç.)” (Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Marx, Engels, Seçme Yapıtlar 3, sf. 301)
Burada altını çizmemiz gereken nokta, ailenin çok eşlilikten tek eşliliğe doğru bir evrim geçirmesine karşın, gerçek anlamıyla bunun hiçbir zaman sağlanamamış olmasıdır. Konumuz açısından ikinci önemli şey de, bu evrim sürecinde kaçınılmaz olarak aileye ilişkin ahlaksal çerçevenin de değişmek zorunda oluşudur.
Aile, salt insana özgü bir olgu değildir. Memeli hayvanların çeşitli türleri incelendiğinde çok kocalılık dışında, yukarıda belirtilen çeşitli evlilik biçimlerinin (cinsel ilişkiler anlamında) değişik şekillerde varlığını görürüz. Çok kocalılık ise bugüne kadar yalnızca insan toplumlarının belli kesitlerinde görülmüştür.
Grup halinde evlilik, belirli bir toplumsal grup içinde hiçbir sınırlayıcı yasak olmaksızın cinsel ilişkilerin sürdürülmesi anlamına gelir. Burada ana-babalarla çocuklar arasında cinsel ilişkiler üzerinde bile hiçbir töresel, ahlaksal engel yoktur. Zaten, verili koşullarda çocukların gerçek babalarını bilebilmek hemen hemen olanaksızdır. Bu ailede kadınlar, ailenin temeli ve en saygın üyeleridirler.
İki-başlı aile, aşiret ilişkilerini henüz kırmamış olmakla birlikte grup içi evliliklere adım adım sınırlamalar getirilmesi ile gelişir. Farklı gençler arasında kız kaçırma ya da satın alma yöntemiyle akrabalıklar kurulur. Evlilikte satın alma yoluyla yeni bir töre devreye girer ve satın alınacak kızın ana tarafından akrabalarına (çünkü baba belli değil, ya da tartışmalıdır) armağanlar verilir. Kadının toplumdaki statüsü hala sürmektedir. Genellikle evi kadınlar yönetir.
Özel mülkiyetin doğuşu ve gelişimi, grup yaşamı, akrabalık ilişkilerine dayalı ortaklıklar ve anaerkil ailenin de ölüm çanlarını çalacaktır. Hayvancılığın, madenlerin işlenmeye başlanmasının, dokumacılık ve tarımın gelişmesi, belirli bir servet birikimi yaratırken, erkeğin evin geçimindeki rolünü de artırıyordu. İlk iş olarak analık hukuku ortadan kaldırıldı ve babanın üzerinden çocuklara miras aktarımı gündeme geldi. Kadın aşağılandı, köleleştirildi ve erkeğin cinsel isteklerinin oyuncağı ve bir çocuk doğurma aracı haline geldi. Bundan böyle kadının ahlaklı olmasının göstergesi, erkeğine itaatkâr ve kölece bağlılığı tarafından şekillenecektir. Resmi evlilik dışı ilişkiler (fuhuş) böylesi bir tarihsel dönemin ürünü olarak çarpıcılaştı. Bu, doğduğu andan itibaren tek eşliliğin de ruhuna fatiha okunması oldu. Üstelik Atina gibi antikçağın en uygar ve gelişmiş bir kentinde, dizginsiz bir fuhuşa, erkeklerin oğlancılığı da eklenecek, evdeki kadına yönelik Kölece ahlak yasaları, erkekler ve hafifmeşrep kadınlar şahsında büyük bir ahlaksızlıkla iç içe geçecektir.
İlkel yasalar ve dinler, kadını aşağılarlar. Tevrat, kısır kadının terk edilmesini emreder, İslam hukuku, kadını erkeğe tabi kılar ve eve hapseder. Çok karılılığı yasallaştırır. Hıristiyanlığın önde gelen azizlerinden Saint Paul: “Erkek kadın için değil, kadın erkek için yaratıldı” der. Köleci tonlumdan modern kapitalist toplumlara kadar kadın, teoride de pratikte de ikinci sınıf vatandaş işlevi gördü. Bekâretinden giyim kuşamına ve konuşma tarzına varıncaya kadar ahlaksal zincirlerle sarıldı ve alçaltıldı. Burjuvazinin ikiyüzlü ahlak anlayışı, örneğin bizde öyle iğrenç boyutlara ulaşmıştır ki, bütün vergi dairelerinin girişinde “Vergilendirilmiş Kazanç Kutsaldır” diye yazılan bu ülkede, dinsel bir sözcük olan “kutsallık”, ahlaksızlığın en belirgin öğesi olarak kabul edilen fuhuş sektörünün, bu “cezası cehennemlik iş”in patroniçesine layık görülmektedir. Çünkü en fazla vergiyi ödeyen, bir genelev patroniçesi olan Matild Manukyan’dır. Bu örnek, aynı zamanda ülkemizde “tek-eşliliğin” hangi boyutlarda olduğunu da az çok gösteriyor. Kadına ve aileye biçtiği değer bütün dünyada açıkken, burjuvazi, her yerde “ahlakın ve ailenin koruyucusu” pozlarında ortaya çıkar. Marx ve Engels, gerek Komünist Manifesto’da, gerekse diğer birçok yazısında kapitalistlerin iki yüzlülüğünü ortaya koyar ve onların komünistlere yönelik alçakça karalamalarını alaylı bir dille çürütürler.
“Ailenin feshi! En radikal unsurlar bile, komünistlerin bu alçakça niyeti karşısında İsyan ediyorlar.
Bugünkü aile, burjuva ailesi, hangi temele dayanıyor? Sermaye, özel zenginleşmeye dayanıyor. Bu aile, tüm gelişimi ile sadece burjuvazi için mevcuttur; öte yandan bu durumun sonucu tüm ailenin proleterlerde zoraki ortadan kalkışı ve fuhuştur.”
“Fakat siz komünistler, kadınların müşterekliğini getirmek istiyorsunuz, diye bütün burjuvazi bir koro halinde bağırıyor.
Burjuva, karısını, basit bir üretim aracı olarak görür. Burjuva, üretim araçlarının ortaklaşa kullanılacağını duymakta ve tabiatıyla, kadınların kendisinin de sosyalizasyonun ortak kaderini paylaşacağı sonucunu çıkarmaktadır.
Burjuvazi, aslında, kadını, bugünkü basit bir üretim aracı rolünden çekip almanın söz konusu olduğunun farkında değildir.
Sonuçta, komünistlerin kadını ortak kullanacaklarını iddia eden burjuvalarımızın bu ahlak ötesi korkulan kadar gülünç bir şey olamaz. Komünistlerin kadınların müşterek kullanılmasını önermeye ihtiyaçları yoktur, bu zaten hemen hemen her zaman mevcuttur.
Resmi fuhuş bir tarafa, proleterlerinin karıları ve kızlarının emrine amade olmasıyla yetinmeyen burjuvalarımız, birbirlerini devamlı boynuzlamaktan garip bir zevk duyuyorlar.
Burjuva evliliği, gerçekte evli kadınların müşterekliğidir. Komünistler, en fazla ikiyüzlülükle; gizli tutulan kadınların müşterekliliği yerine, resmi ve açıkça itiraf edilen bir müştereklik getirmek istemekle suçlanabilirler. Zaten, bugünkü üretim rejiminin ortadan kaldırılmasıyla, bundan doğan kadının müşterekliğinin, yani açık veya gizli fuhuşun da ortadan kalkacağı açıktır.” (Marx ve Engels, Komünist Partisi Manifestosu; Kadın ve Marksizm, sf. 118-1 20)
Gerçekten de kapitalist toplumun aileyi nasıl çöküşe ve dağılmaya ittiğini her gün kendi çevremizde olup bitenlerden görebiliriz. Ekonomik sıkıntıların yarattığı boşanmalar, koca evinde yaşadığı açlık, dayak vb. nedenlerle baba evine kaçan kadınlar, artist olmak için evden kaçan kızlar, çalışmak zorunda bırakılan çocukların evi terk ederek sistemin dişlileri arasında öğütülmeleri, iş aramak için büyük kentlere (hatta Almanyalara vb.) giden ve bazen hiç geri dönmeyen, bazen yıllar boyu uğramayan “aile reisleri”, cami önüne bırakılan, evlatlık verilen çocuklar… Burjuva aile yaşamında ise Yılmaz Güney’in Arkadaş filminde burjuvalaşmış Cemil’in ağzından söylettiği gibi: “Karısı güzel olan karımı öpebilir, baldızı güzel olan baldızımı öpebilir.”
Bugünkü evliliklerin çoğu kadın ve erkeğin karşılıklı anlaşması ve birbirini istemesi üzerine kurulu değildir. Çoğu kez ekonomik düzey, toplumsal statü asıl belirleyici olmakta, hatta bu konuda asıl karar mercii ana-babalar olmaktadır. Üst sınıflardaki evliliklerde kadın ve erkeğin rolü şirketlerin evlenmesinde cinsiyetleriyle aracılık yapmaktır. Daha alt sınıflarda da (ve elbette toplumun genelinde de) kadın ya kendini her gün ayrı ayrı satan bir fahişe konumundadır, ya da evlilik sözleşmesiyle ve tek bir imzayla sürekli olarak aynı insana satılma ile karşı karşıyadır. Bütün bu sorunların temelinde toplumun sömürücü ve sömürülen sınıflara bölünmüş olması ve sermayenin “her şeye kadir” egemenliği vardır.
Buna karşılık, gerçek kadın erkek aşkı üzerine kurulabilecek evliliği ancak sosyalizm yaratır. Sosyalizm, cinsel özgürlükten yanadır. Ancak bu bazılarının sandığı gibi herkesin herkesle “serbest aşk”ı değildir. Bu eğilim burjuva aile kurumlarına karşı anarşizan bir tepkidir.
Lenin, bu konuya ilişkin düşüncelerini, Fransız kadın komünist Inesa Armand’a yazdığı mektuplarda polemikler şeklinde ortaya koymuştur. Burjuvazinin “aşkı parayla satın alma” ve yok etmesine tepki olarak öne sürülen “serbest aşk”a da sözcüğün burjuva bir isteği içerdiği gerekçesiyle karşı çıkan Lenin, her iki “aşk”a karşı proleter aşkını savunuyordu.
Bu aşk özünde tek eşlidir. Çünkü kadın ve erkeği evlenmeye zorlayan aşkın dışındaki bütün toplumsal, ekonomik, psikolojik baskılan ortadan kaldırır. Özgürce evlenmenin yolunu açtığı kadar, özgürce boşanabilmenin de yolunu açacak, böylelikle karşılıklı sevgi ve istek dışında kadınla erkeği birlikte yaşamaya iten nedenler yok edilecektir. Toplum, evlilik içi ya da dışı dünyaya gelmiş bütün çocukların bakımını üstlendiği için, boşanmalarda “çocukların perişan olması” gibi durumlar da olmayacaktır.
“Tek eşlilik, ortadan kalkmak bir yana, işte o zamandan itibaren bütünüyle gerçekleşecektir. Zira üretim araçlarının kamu mülkiyetine geçişiyle ücret, proletarya ve giderek kadınları -istatistiklerle sayıları bulunabilir- fahişeliğe zorlayan yoksulluk da ortadan kalkar. Fahişelik yok olur, tek eşlilik tehlikeye düşmek bir yana, hatta erkekler için bile gerçek olur.” (Engels)
AHLAK, ÖZGÜRLÜK VE SOSYALİZM
Köleci toplumda özgürlük, köle satın alabilme özgürlüğüdür. Bir kölenin “kendisini doyuran, giydiren, barındıran sahibene karşı en küçük saygısızlığı bile büyük bir ahlaksızlık örneğidir. Ahlakın yetmediği yerde din ve hukuk kuralları yardıma koşar. Çünkü sonuçta,
“Ahlak kurallarının konulmasındaki amaç toplumdaki başıboşluğu elden geldiğince önlemek…”tir Dean Baby, En Güzel Dünya, sf. 32)
İnsanın manevi dünyasını kuşatan ahlaksal ve dinsel yanılsamalar zinciri kırıldığında, devreye maddi yaptırım araçları, devlet, mahkemeler, cezalar girer.
Kölenin özgürlüğüne kavuştuğu gün ise, köle sahibinin özgürlüğü yok edilmiştir. Doğaldır ki, köleliği körükleyen eski hukukla birlikte eski ahlak anlayışı da tümden ya da kısmen kırılıp atılmıştır. Şimdi din adamlarına düşen görev ise, oluşan yeni duruma göre, kutsal kitapları yeniden yorumlamak ve aslında tanrının da bu durumu böyle istediğini, bu değişikliğin tanrının izni ve isteğiyle gerçekleştiğini anlatmaya başlamaktır.
Sınıflı toplumlar söz konusu olduğu sürece özgürlük göreli, değişken, sınıfsaldır, insanlığın ulaşmak için binlerce yıldır yürüye-geldiği gerçek özgürlük dünyasının ikili yönü vardır. Birincisi, genel insanlık açısından, özgürlüğün sının, insanın doğaya egemenliğinin sınırıdır. Güneş’e gidebilmem mümkün değilse, böyle bir özgürlüğüm de yoktur. “Özgürlük, zorunlulukların kavranması demektir.” ikinci yönü ise, tek tek bireyler açısından, bir başkasının özgürlüğüne engel olduğumda benim de özgürlüğüm biter anlayışıdır. Bu komünist hümanizm dediğimiz şeydir ve burada da “özgürlük zorunlulukların kavranmasıdır.” Bir başkasının sırtından geçinmeye başladığım anda benim özgürlüğüm diğerinin tutsaklığının bedelidir ve yarın bir başkasının benini özgürlüğüme el koymayacağının da garantisi yoktur.
İnsanlığı bütün sınıfsal ayak bağlarından kurtararak gerçek özgürlüğe taşıyacak olan şey proletarya devrimidir. Proletarya, bugün sosyalist ahlakın temsilcisi, yarınki komünist sınıfsız ahlakın da habercisidir.
Lenin, 2 Ekim 1920’de toplanan Rus Genç Komünistler Birliği’nin Üçüncü Rusya Kurultayı’nda yaptığı “Gençlik Birliklerinin Görevleri” adlı konuşmasında “sosyalist ahlak” sorununu açar ve şunları söyler-.
“Peki, sosyalist ahlak bilimi diye bir şey var mıdır?
Elbette vardır. Çoğu zaman bizim kendimize Özgü bir ahlak biliminin olmadığından söz edilir. Çoğu zaman burjuvazi, biz sosyalistleri, ahlakı tümden reddetmekle suçlar. Aslında bu, sorunu bulandırmak, işçilerin ve köylülerin gözlerini karartmak için uygulanan bir yöntemdir.
Ahlak bilimini, ahlakı hangi anlamda reddetmeliyiz?
Burjuvazinin anladığı anlamda. Burjuvazi, ahlakı tanrının buyruklarına dayandırır. Bu nedenle biz tanrıya inanmadığımızı söyleriz, Kilise adamlarını, toprak ağalarının ve burjuvazinin -sömürücüler olarak- kendi çıkarlarını sürdürebilmek için tanrının adını kullanmış olduklarını çok iyi biliyoruz.
İnsanın ötesinde, sınıfın ötesinde kavramları esas alan her ahlakı reddediyoruz. Bu, işçileri ve köylüleri, toprak ağalarının ve kapitalistlerin çıkarları için kandırmak, dolandırmak, aptal yerine koymaktır, diyoruz.
Ahlakımız kesinlikle proletaryanın sınıf kavgası çıkarlarına bağlıdır, diyoruz. Ahlakımız proletaryanın sınıf kavgasının çıkarlarından yeşerir.
İnsanlar ahlaktan dem vurdukları zaman, şöyle deriz: Bir sosyalist için ahlak, bir birleşik disiplin ve sömürücülere karşı verilen bir bilinçli kitle kavgasıdır. Ebedi ahlaka inanmayız biz ve ahlak hakkında ileri sürülen hikâyelerin yapmacıklığını da açığa çıkarırız. Ahlak, insan toplumunun daha üst bir düzeye ulaşma ve kendini emek sömürüsünden kurtarma amacına hizmet eder.” (Lenin, Kültür ve Kültür İhtilali Üzerine, sf. 123)
Burada yeri gelmişken, sosyalizmi, ahlaki bir öğreti, iyi niyetli filozofların daha güzel bir dünya tasarımı düzeyine indirgemeye çalışan düşüncelerin çarpıklığını da belirtelim. Evet, sosyalizmin bir ahlak anlayışı vardır ve o, bütün ikiyüzlü sömürücü sınıf ahlaklarından üstün ve onurlu insana yakışanıdır. Ancak, sosyalizm bir ahlak öğretisi değildir. Zira böyle olsaydı ortaya bilimsel bir dünya görüşü olarak değil, bir din ya da tarikat olarak çıkardı. Ki, antik-çağ’dan günümüze binlerce filozof, aydın, politikacı komünizme ilişkin ütopik tasarımlarda bulunmuş, hatta bu konuda pratik denemelerde bulunanlar da olmuştur. Çıkış noktası, ahlakı ve özgürlüğü insanın özünde, tanrısal bir var oluş olarak gören bütün bu anlayışlar, toplumların evrimi içinde, gelişen sınıfların ayakları altında ezilmekten ve sonuçta güzel bir düş (ama sadece bir düş) olmaktan kurtulamamıştır.
“Komünizm bir öğreti değil, bir harekettir; ilkelerden değil, olgulardan yola çıkar. Komünistlerin elinde dayanak olarak şu ya da bu felsefe değil, tüm geçmiş tarih ve özellikle bu tarihin uygar ülkelerdeki gerçek güncel sonuçları var. Komünizm, büyük sanayiyle onun sonuçlarından, dünya pazarının kurulmasından, bundan kaynaklanan rekabete verilmiş özgürlükten, daha bugünden dört başı mamur dünya pazarı bunalımları durumuna gelmiş bulunan gitgide daha zorlu tecimsel (ticari) bunalımlardan, proletarya ile burjuvazi arasındaki bundan kaynaklanan sınıflar savaşımından çıkmıştır. Teorik olduğu ölçüde, komünizm, proletaryanın bu savaşımdaki konumunun teorik deyimlenişi ve proletaryanın kurtuluş koşullarının teorik bireşimidir.” (Engels’ten aktaran: Emile Bottigelli, Bilimsel Sosyalizmin Doğuşu, sf.255)
Bir başka türlü söylersek, sosyalist ahlak sınıf mücadelesini yaratmamıştır. Tersine o, sınıf mücadelesinin doğurduğu birleşme, dayanışma, yardımlaşma gereksiniminden türemiştir.
Kalinin, öğretmenlere yönelik bir konuşmasında, nasıl bir nesil yetiştirmeleri gerektiği üzerine açıklamalarda bulunur. Burada o, “sosyalist yeni insan insancıl niteliklerden yoksun bir insan olmayacaktır. İnsan insandır, işte buradan hareket etmek gerekir” dedikten sonra, “Öyleyse ne gibi insancıl nitelikler aşılanmalıdır?” diye sorar ve madde madde sıralayarak açıklamalarını yapar.
Bunlar insan sevgisi, dürüstlük, yüreklilik, arkadaşlık bağları ve emek sevgisidir.
Gerçekten de, bu kavramlar üzerindeki, burjuvazi ve gericiliğin örttüğü bütün çıkar ilişkilerini kaldırdığımızda, geriye sevgi ve paylaşım dünyasının insanı kalır. Ve insan şimdi insanlaşır, doğanın, bilimin, üretimin kolektif efendisi haline gelir.
Bu noktadan sonra özgürlük ahlakla bütünleşir. Sınıfsız toplumun ahlakı, sınıfların olduğu gibi, ulusal, dinsel, cinsel ye ahlaksal baskılardan da kurtulmuş bir toplumda gelişecektir. Çünkü bu ahlak, topluma zorla dayatılmış bir şey değil, toplum-sal bir alışkanlık halini alacaktır.
Tarih, bugüne kadar devrim ve sosyalizm için savaşmış, her türlü acı ye sıkıntıya katlanmış binlerce özgürlük savaşçısının, çocuk denilebilecek yaşlarda darağaçlarından özgürlük şarkıları söyleyen genç komünistlerin, son soluğuna kadar, varlığını proletaryaya adayarak ömrü nü tüketmiş parti militanlarının, Sovyetler Birliği’nde doğrudan kendi inisiyatifi ile halkın örgütlediği Kızıl Cumartesileri yaratanların, Stahanovist hareketin yaratıcılığının şahsında bu insan tiplemesini yaşadı ve yaşıyor.
Ağustos 1993