Sovyetler Birliği” ve Doğu Avrupa’da yaşanan alt üst oluşlar ve kaos burjuva-kapitalist cephede büyük bir sevinç yaratmıştı. Anti sosyalist kampanya, son olaylardan sinsice yararlanarak, Marksizm’in her alanda tükendiğini, kapitalist dünyanın ve burjuva ideolojisinin canlı ve ebedi olduğunu ilan etti. Burjuvazi milyon defa söylediği türküyü milyon birinci kez söylemekten geri durmuyor! Eski “SB” ve Doğu Avrupa topraklarında ortaya çıkan ulusal savaşlar dünyada egemen olan anti-sosyalist ve burjuva milliyetçi havayı güçlendirdi. Toplumsal yaşamın her alanında şu sözler işitilir oldu: “Sosyalizm ulus sorununu çözemedi”, “Uluslar sosyalist devletlerde baskı altında yaşıyordu”, “Marksist ideoloji ulusal sorunu açıklamakta yetersiz kaldı” vb.
Bu yazıda dünyadaki gerici milliyetçi akımın, kapitalizmden kaynaklanan bir olgu olduğunu göstermeye ve Marksist ulusal sorun teori ve pratiğinin tarihsel ve güncel bir savunusunu yapmaya çalışacağız.
KAPİTALİST SİSTEM VE ULUSAL SORUN
Tarihsel bir kategori olan ulus belirli bir çağın, yükselen kapitalizm çağının ürünüdür. Feodalizmin tasfiye edilmesi ve kapitalizmin gelişme süreci aynı zamanda insanların uluslar halinde birleşmesi sürecidir. Bu dönemde milliyetçilik feodalizmin tasfiyesi eyleminde burjuvazinin ideolojisi olarak ilerici bir karaktere sahipti.
Ulusların oluşumunun zaman olarak merkezi devletlerin oluşmasıyla aşağı yukarı çakıştığı yerlerde, uluslar doğal olarak bağımsız devletlerini kurdular. İngiltere’de, Fransa’da, İtalya’da böyle oldu. Avrupa’nın doğusunda ise süreç farklı gelişti. Burada, genel olarak, Türk Moğol vb. istilalarına karşılık savunma hazırlıklarından dolayı kapitalizmin henüz gelişmediği ve feodalizmin ayakta durduğu koşullarda devletler ortaya çıktı. Yani Doğu Avrupa’da merkezi devletler ulus-devlet olarak doğmadı. Bu devletler genellikle, güçlü bir egemen ulus ile birçok ezilen ulusun var olduğu çok uluslu burjuva devletleri olarak şekillendiler. Avusturya, Macaristan, Rusya bu tür devletlerdi.
Serbest rekabetçi kapitalizm döneminde kendi uluslarına dayanan tek uluslu burjuva devletleri aslında ulusal baskı tanımadılar. Bunun aksine “ulus-devlet” biçiminde oluşmayan çok uluslu burjuva devletleri ise ulusal çözümsüzlüklerin anavatanı oldu. Egemen ve ezilen uluslar arasındaki çelişki, bu ulusların trajedisini oluşturuyordu. Çok uluslu burjuva devletleri, özel mülkiyet sisteminden kaynaklanan ezilen ulusu ezen ulus yararına sömürülmesi nedeniyle ulusal sorunu çözemezdi.
Tekel öncesi kapitalizm döneminin devlet biçimleri böyle gelişti. Bu dönemde ulusal sorun devlet içi bir sorun, içine kapalı bir sorun olarak ezilen ulusun egemen ulus ve devletten ayrılmasıyla çözümleniyordu.
Kapitalizmin gelişmesi, pazarlar, hammadde, yakıt uğruna yayılma ihtiyacı, sermaye uğruna gelişmesi, deniz ve demir yollarını güven altına alma zorunluluğu, bir yandan eski toprakların ulusal devletler tarafından ilhak edilmesi ve buraların kendine özgü ulusal çatışmalar ile çok uluslu emperyalist sömürgeci devletlere dönüşmesine yol açtı, öte yandan eski çok uluslu devletlerin komşu devletler zararına kendi sınırlarının genişletilmesi, yeni ulusları boyunduruk altına alma çabalarını da güçlendirdi. Böylece ulusal sorun, genel sömürgeler sorunu ile kaynaştı. Sorun artık devlet içi bir sorun olmaktan çıkarak devletlerarası bir sorun, emperyalizmin küçük ulusları ezme ve sömürme sorunu haline geldi.
Emperyalizm döneminin savaşları, ulusal çelişki ve çatışmaları derinleştirdi ve şiddetlendirdi. Ve nihayet ulusal savaşları sonucunda yeni ulusal burjuva devletleri ortaya çıktı. Özel mülkiyet ve sınıf sömürüsü temeli üzerinde kurulan ulusal burjuva devletleri ulusal baskıyı ortadan kaldıramadı. Emperyalist “uygar” devletlere mali, askeri, ekonomik, diplomatik açıdan bağlı devletler, kendi içlerinde kendi ulusal azınlıklarına baskı yapıyor ve sınırlarını komşu devletler zararına genişletmeye çaba gösteriyordu. Böylece savaş sonrası dönemde, ulusal baskı ve zulüm sorunu dünya ölçeğinde bir sorun halini alıyordu. “Burjuva toplumu ulusal sorunun çözümünde iflas etmişti.”
SOSYALİST SİSTEM VE ULUSAL SORUN
Özel mülkiyetten ve sınıf sömürüsünden kaynaklanan ulusal baskı ezilen halkların her yönden sömürülmesi ve haklarının inkâr edilmesine dayanır. Toplumsal mülkiyet ve proletarya diktatörlüğü koşullarında ulusal baskı maddi temelini yitirir. Sermaye nasıl ulusları birbirinden ayırır ve parçalarsa, kolektif sosyalist mülkiyet ulusları birbirine yaklaştırır ve kaynaştırır. Proletarya diktatörlüğü sisteminde “işçilerin uluslararası birleşme ilkesi, ulusal sorunun çözümünde zorunlu dayanak noktasıdır.”
Büyük Ekim Sosyalist Devrimi bu Marksist tezi bütünüyle doğrulamıştır. Rusya da proletarya iktidarının kurulmasıyla birlikte ulusların ayrılma ve ayrı devlet kurma hakkı tanındı. Çarlık politikası tarafından beslenen ulusal baskı ve düşmanlıklar maddi zeminini yitirdi ve Rusya işçilerine sadece Rusya’da değil, Avrupa ve Asya’da da ezilen ulusların güvenini kazandırdı. Bolşevikler tutarlı Marksistler olarak Fin’lerin bağımsızlık iradesini destekledi. Azerbaycan ve Ermenistan’da Sovyet Cumhuriyeti kuruldu. Sosyalist Rusya’nın sınırları içindeki halklar bölgesel özerklik temelinde örgütlendi. Özerk bölgelerin sınırları, ekonomik ve sosyal koşullar göz önüne alınarak bu bölgelerde yaşayan nüfusun kendisi tarafından belirlendi. Bolşevik parti, ulusal azınlıklar sorununda da tam hak eşitliğini kabul ettiğini kabul ettiğini ilan etti. Böylece ulusal sorunda parti,
a) Ulusların ayrılma hakkının tanınması
b) Devlet içindeki halklar için bölgesel özerklik
c) Ulusal azınlıklar için özgürce gelişmelerini garanti altına alan özel yasaların çıkarılması
d) Devlet içindeki tüm uluslardan işçiler için tek bir Marksist parti politikasını belirledi.
Toprak sahipleri ve kapitalistlerin iktidarını deviren Rusya proletaryası, Rus olmayan halkların emekçi yığınlarının merkezi Rusya’ya yetişmeleri için somut yardımlar yapmayı kabul etti. Merkezi Rusya’ya yetişmeleri için Rus olmayan halkların kendi ulusal damgasını taşıyan Sovyet iktidar biçimleri inşa etmeleri, kendi ülkelerinde kendi dilleri ve kültürleri ile donanmış yerli kadroların yetiştirilmesi, ana dilde basın, tiyatro, okul gibi eğitim kurumlarının kurulması için olanaklar yaratıldı.
Ekim Devrimi’nin akabinde, Birinci Dünya Savaşı’nın bitiminde, Sovyet iktidarının onlarca emperyalist devletin saldırısına karşı direnmesi ve ayakta kalmasında Bolşeviklerin, uluslara ilişkin politikası tam anlamıyla belirleyicidir. Çarlık iktidarı döneminde ulusal düşmanlık ve ayrılıklar, bu dönemde, savaş içinde yerini uluslar arasında dostluğa bırakmıştı. Ortak düşmana karşı verilen ortak savaş tüm ulusal önyargıları darbelemişti. Stalin, her zaman emperyalist işgal ve saldırının kritik günlerinde, sınır cumhuriyetlerinin Bolşeviklere olan güveninin ve onlarla olan işbirliğinin başarının başlıca koşulu olduğu üstünde durmuştu.
Stalin, sosyalist inşa döneminde partinin ulusal politikası konusunda “büyük Rus ulusal gururunun tehlikesine” dikkat çekti. O, büyük Rus şovenizmine karşı mücadele etmenin gerekliliğini esasta vurgularken, “Rus olmayan komünistlerinin kendi şovenizmle-riyle savaşma yükümlülüğünü” yadsıyan Buharin ve Rakovski gibi “komünistleri” de eleştirdi. Stalin ulus sorununda tutarlı Marksist politikayı RKP(B) XII. Parti Kongre Raporunda şöyle belirtmişti:
“Ulusal sorunda ön plana büyük Rus şovenizmine karşı mücadeleyi koymak gerekir denildiği zaman, bununla Rus komünistlerinin yükümlülükleri belirtilmek istenir, bununla Rus komünistlerinin yükümlülüğü Rus şovenizmine karşı mücadeleyi bizzat yürütmektir denmek istenir. Yerel şovenizmle savaşmak denildiği zaman, bununla, Rus olmayan komünistlerin kendi şovenizmleriyle savaşma yükümlülüğü belirtilmek istenir.”
Stalin bunları açıkça ve özlü bir biçimde belirtirken ulusal yakınlaşma ve kaynaşmanın ancak fiili eşitsizlikleri gidermekle oluşacağını asla unutmadı. Ulusların ve dillerin eşitliği ve özgürlüğü, yerel iktidarların yerel görevlilerden oluşması gibi politikalar uluslar arasındaki işbirliği ve barışın teminatı oldu. Stalin, 18 Mart 1929’da “Ulusal Sorun ve Leninizm” adlı makalesinde şunları söyledi:
“Peki, ülkemizde alfabesizlerin yüzdesinin pek yüksek olduğunu ve ülkemizin bazı uluslarında okuma-yazma bilmeyenlerin oranının yüzde 80 ile yüzde 90’a çıktığı göz önüne alınırsa, bu, nasıl yapılacaktır?
Bunu başarmak için ülkeyi bir ulusal diller okulları şebekesiyle donatmak ve bu okullara yerel dilleriyle öğretmenler sağlamak gerekir. Bunun içinde ulusallaştırma gerekir, yani yönetimin bütün aygıtlarını, partiden ve sendikalardan devlete ve ekonomiye kadar bütün aygıtlarını ulusal kılmak gerekir. Bunu başarabilmek için, basını, tiyatroyu, sinemayı ve öteki kültürel kurumları ulusal dilleriyle geliştirmek gerekir. Niçin yerel, ulusal diye sorulabilir. Çünkü milyonlarca insanın, halk yığınlarının, kültürel, siyasal ve iktisadi gelişme görevinin üstesinden ancak kendi ulusal diliyle gelinebilir.”
1930’lu yıllarda başlatılan “Büyük kolektifleştirme hareketi” Sovyet ulusları arasındaki dayanışma ve kardeşliği pekiştirdi. Kolektifleştirme karşıtı kulaklar ve onların temsilcileri karşı devrimci çabaları uğruna kimi bölgelerde “ulusal giysiler” altında gizlendiler. Örneğin, sadece Ukrayna’da “Ukrayna’nın Kurtuluşu İçin Birlik”, “Ukrayna Askeri Örgütü” gibi örgütler karşı devrimci ve anti-Sovyet hedeflere varmak için illegal örgütlenerek mücadele etmeye başladılar. Bu türden örgütler Tatar-Başkır’da ve Kafkasya’da da kuruldu. Uluslararası anti-sosyalist propaganda odakları bu türden örgütlerin üyelerini “Stalin döneminin masum kurbanları” olarak nitelerken aynı zamanda bunu Sovyet ulusları arasında kardeşleşmenin sözde olmadığına kanıt olarak sunuyorlar. Ama gerçekler inatçıdır. Büyük Kolektifleştirme Hareketi Sovyet karşıtı güçlere karşı amansız davranmasaydı, Sovyet ülkesinde işçi-köylü ittifakı sağlamlaşmaz ve sosyalizm yenilirdi. Bu hareket sonradan II. Dünya Savaşı’ndaki başarının temellerini attı.
Alman faşizmi ve emperyalist burjuvazi 22 Haziran 194l’de Rusya’yı işgal edip Moskova ve Leningrad önlerine ulaşınca, çeşitli ülkelerin devlet ve hükümet yetkilileri ve burjuva propaganda Sovyet halklarının yenileceğinin ve “bakir Rus topraklarının ele geçirileceğinin” hayalini görüyordu. Ama Sovyet iktidarının anlamını ve Sovyet yurtseverliğini hiç anlayamayan burjuvazi ve gericilik yine yanılmıştı. Sovyet halkları ve komünistler milyonlarca kayıp ve büyük bir yıkıma rağmen, dünyanın en büyük gücü olan Alman faşizmini püskürtmekle kalmayıp, kendi inlerine kadar kovalayıp boğmuştu. Bu basan Sovyet ulusları arasındaki dayanışma ve kardeşleşmenin bir göstergesiydi.
Stalin dönemi Leninizm’in parlak bir doğrulanmasına tanıklık etti. Stalin döneminde ulus sorununun çözülmediğini söyleyenler bu dönemde yaşanmış tek bir ulusal çatışma dahi gösteremiyorlar. Çatışma ve ayrılmanın aksine bu dönemde ulusların kardeşleşmesine ilişkin birçok olgu ve olay vardır: Büyük Kolektifleşme Hareketi, Büyük Yurtseverlik Savaşı vb. Stalin dönemi ulusların eşitliği ve özgürlüğü açısından o kadar olumluydu ki kimi burjuva propagandacıları bu durumu, Stalin’in kişisel durumuyla açıklamaya çalışıyorlar.
Stalin’in ve Sovyet komünistlerinin ulus sorunundaki teori ve pratiğinin “ulusal çıkarlarla malul”, “Rus egemen bir dönem” olduğunu söyleyenler sadece anti-sosyalist propaganda odakları değildir. Kimi burjuva küçük burjuva milliyetçi çevrelerde “sosyalizmin ulus sorununu açıklamakta yetersiz kaldığını”, “Komintern’in ezilen ulusları gözetmeyen bir politik çizgi izlediğini” söyleyerek emperyalist propagandayla aynı kavşakta buluşuyorlar. Ülkemizde başta Kürt milliyetçileri olmak üzere birçok grup, Stalin dönemindeki SB halklarının kazanımlarını inkâr ederek Marksizm’e ve Marksizm’in önderleri ne karşı saldırılarını yoğunlaştırdılar. Söz konusu “devrimci”, “sosyalist”, “yurtsever” iddia sahipleri ulus sorununun sınır sorununa bağlı olarak ele alınmasına karsı çıkarak “Marksizm’in ulus sorununda baştan hatalı bir konumda” olduğunu söyleyebilecek kadar “cesaretli” davranırken, Marksizm ve komünizm karşıtı kampanyaya “sol”dan destek veriyorlar. Yazıda genel bir biçimde ele almaya çalıştığımız gerçekleri çarpıtan ve dünyadaki milliyetçi dalgayı baştan sona destekleyen tarih çarpıtıcıları, burjuvazinin ve gericiliğin değirmenine su taşımaktan başka bir şey yapmıyorlar.
PKK’nın başını çektiği bu oportünist gruplar, ulusal hakları savunmak adına burjuvazinin milliyetçi bayrağı altında toplanıyorlar. Bu çevreler Kürt sorununun çözümünü “anayasal bir sorun” düzeyine indirgeyerek Kürt egemen sınıflarının politik platformuna savrulmuşlardır. Marksizm’in ve devrimci komünistlerin “ulusal sorun bir devrim sorunudur” tezini savunmalarını ve sınıf temelinde enternasyonalist örgütlenme ilkesini savunmalarını “misak-ı millicilik” olarak niteleyen küçük burjuva devrimci milliyetçiliği, düzenle ve faşist diktatörlükle uzlaşmanın ve “onu ateşkese zorlamanın” uğraşısı içindedir. Ali Fırat başta olmak üzere ulusal hareketin temsilcileri “Federasyona ulaşmış bir Kürdistan özgürlük demektir” diyerek “politik savaşlarının” hedeflerini açıkça ortaya koymaktan çekinmiyorlar. “Özgür Halk” dergisinin yazarlarından M.Can Yüce “Federasyon deneyimleri üzerine” adlı yazısında federasyonun Marksist tahlilini tahrif ederek, ulusal kaderini tayin hakkını federasyon olarak göstermeye çalıştı. Bu birkaç olgununda gösterdiği gibi Marksizm’in ulus sorununda yetersiz kaldığını söyleyenler burjuvazinin ve kapitalizmin kulvarında kulaç atmaktadırlar.
MODERN REVİZYONİST İHANET VE ULUSAL SORUN
Stalin’in ölümünden sonra SBKP revizyonist karşı devrimciler tarafından ele geçirildi. Kruşçevci revizyonistler parti ve devlet aygıtını ele geçirdiklerinde, proletarya ve ezilen halkların dayanışması ve kardeşleşmesi ileri boyutlardaydı. Sovyet ülkesinde proletarya diktatörlüğü sisteminin varlığı tüm milliyetlerden işçiler arasında işbirliği yaratmış ve ulusal kaynaşmanın ekonomik ve politik temelleri atılmıştı.
Kruşçevcilerin, üretimin manivelasını “maddi teşvik ve primler” olarak belirlemesi, merkez yararına sınır bölgelerinin sömürülmesini koşullandırdı. Yeni Sovyet burjuvazisi Sovyet proletaryasını ve halklarını sömürerek sosyalist SByi emperyalist sistemin bir parçası haline getirdiler. Sosyalizmin tasfiye edilmesi koşullarında, kapitalist restarosyanla birlikte kapitalizmden kaynaklanan diğer çelişkilerin ortaya çıkması gibi ulusal çelişki ve çatışmalarda gündeme geldi.
1958 Ağustosu’nda “Kommunist” dergisinde tek bir dilin geliştirilmesi üzerine makaleler yayınlandı. Stalin’in “bütün dillerin en iyi öğeleriyle oluşacak yeni bir uluslararası dil” düşüncesine saldırıldı ve “SB için tek uluslararası dilin Rusça olduğu” savunuldu.
Kruşçev önderliğinde 21. Parti Kongresi’nde “her türlü yerellik ve ulusal bölgecilik” eleştirildi. SB toplumu “ulustan daha üstün yeni bir etnik topluluk” olarak nitelendi. Bu düşünce ve eleştirilerin Sovyet ulusların Rus ulusu içinde özümleyen bir politikaya hizmet ettiğini belirtebiliriz. 1961 yılının sonlarında sorun bir Sovyet dergisi de şöyle açıklanıyordu:
“Karşılıklı özümleme özünde, özerk ulusal toprakların hatta cumhuriyetlerin ulusallıktan arındırılmasıdır, Sovyet toplumu böylece tam ulusal kaynaşmanın yakın bir gelecekte gerçekleşebileceği noktaya yaklaşmaktadır.”
Kruşçevci modern revizyonistler ulusal özümlemeyi “yakın bir gelecekte” gerçekleşebilecek bir durum olarak nitelerken Rus olmayan ulusların baskı ve terörle Ruslaştırılması politikasını uygulamaya sokuyorlardı. Marksizm’in “ulusal farklılıklar dünya devriminin zaferinden sonra bile hemen ortadan kalkmaz”, “Kapitalizmin izleri insan zihninde ulusçuluk konusunda başka her şeyden daha dirençlidir” (Stalin) gibi görüşlerini inkâr eden revziyonistler, Sovyet ulusları arasındaki yakınlaşmanın da ortadan kalkmasına sebep oldular.
Küçük uluslar ve sınır bölgeleri, kapitalizmin rostarosyonuyla birlikte merkez uluslar karşısında ekonomik, toplumsal ve yaşamsal düzey bakımından geriledi. Cumhuriyetlerin ulusal burjuvazileri kendi topraklarını yalnız başına sömürmek için anti-sosyalist ve anti-Sovyet bir politika izlediler. Kruşçev Brejnev iktidarının güçlendirdiği Ermenistan cumhuriyetindeki gelişmeler öğreticidir. 1965’te Lenin meydanında 100.000 Ermeni elli yıl önceki Türk katliamını kınamak için toplandığında bu hareket aynı zamanda anti-Sovyet izler de taşıyordu. Yine Ermenistan’da burjuvazi-proletarya çelişkisi, sosyalist mülkiyetin zimmete geçirilmesi resmi yetkinin kötüye kullanılması, iltimas, tamahkarlık, spekülasyon vb. sosyal yozlaşma biçimlerini ortaya çıkarmıştı. Ermeni burjuvazisinin ve ulusunun -ve diğer ulusların- “ayrılma” eğiliminin nedenlerini burada aramak gerekiyor.
Modern revizyonistlerin ulus “teorileri” Marksizm’in revize edilmesinden ibaretti. SBKP’nin P. M Ragachev ve M. A Svordlin gibi “teorisyenleri”, Stalin’in ulus tanımını ekonomist-formalist tarzda yorumlayıp, kendi ulusal özümlemeci görüşlerine dayanak yaptılar. (Ülkemizde Stalin’in ulus tanımını aynı şekilde ele alıp “eleştiren” M. Can Yüce gibileri revizyonist önderlerinin yolundan yürüyor!) Bu revizyonist teorisyenler, Stalin’in “ekonomik yaşantı birliğinin ulusu şekillendirdiği” biçimindeki görüşünü mutlak ve tek kriter olarak göstererek “artık sınıfsız sosyalist toplumda ulusal farklılıkların ortadan kalktığını” vaaz etmeleri SBKP’nin resmi politikasını yansıtmaktadır. Ragachev ve Svordlin’in “ulusların bağımsız devlete eğilim duyduğunu ama sosyalist toplumda bunun da gereksiz olduğunu” savunmaları “SB”nin merkezi burjuvazisinin ve büyük uluslarının çıkarlarına denk düştüğü açıktır.
Yeni Sovyet burjuva ideologlarının bu tezleri, nesnel gerçeği reddeden bir anlayışın ürünüydü. Çünkü sosyalizm ulusal baskının temeli olan özel mülkiyeti tasfiye etmekle ulusal baskıyı yok eder ama ulusal farklılıkları (dil, ruhi şekillenme birliği vd.) bir vuruşta ortadan kaldıramaz. Aksine sosyalist toplumda ulusal renkler açar ve çiçeklenir.
SB’de 1956’da yapılan bir nüfus sayımına göre “1926’da ancak yüzde 58,5’inin ana dilinin Rusça olduğu saptanmışken, bu oran 1959’da ancak yüzde 59’a yükselmişti.” Bu ve benzeri olgular ulusal özümlemenin “yakın bir geleceğin sorunu” değil, ancak dünya devriminden sonraki sosyal ilerlemelerin bir sorunu olduğunu göstermektedir.
GEÇMİŞTEN GELECEĞE YUGOSLAVYA
1 Aralık 1918’de Sırbistan-Hırvatistan-Slovenya krallığı kuruldu. Böylece tarih boyunca hep ayrı yaşamış olan uluslar aynı devlet çatısı altında bir araya geldi. Bu krallık Sırpların ekonomik-politik egemenliği tarafından biçimlendi. Uluslar arasındaki baskı ve eşitsizlik ulusal sorunun kaynağı oldu. Hırvatlar, Slovenler ve Montenegrolular çeşitli zamanlarda ulusal ayaklanmalara giriştiler. Kosova’da Sırp birlikleri Arnavutlara karşı büyük katliamlara giriştiler. YKP bu yıllarda “büyük bir balkan devleti” düşünün tutsağı olmuştu. YKP’li revizyonistler Arnavutluk’ta Bulgaristan’da danışmaları ve elçileri aracılığıyla yıkıcı ve bölücü bir faaliyet yürüttüler.
YKP revizyonistleri daha savaş içerisindeyken SB ve Stalin karşıtı bir çizgiye sahiptiler. Yugoslav revizyonistleri bir yandan anti-sosyalist tavırlar sergilerken bir yandan da İngiliz ve Amerikan emperyalistleriyle de ilişkiler geliştiriyorlardı. Savaş sonrasında YKP, SB’ni ve Stalin’i daha “cesurca” eleştirmeye başladılar. YKP önderlerine göre Sovyet sosyalizmi “yoz ve bürokratik bir sosyalizm” idi. Ve “Yugoslavya SB’den farklı, Marksizm-Leninizm’in ilkelerine uygun, daha demokratik bir sosyalizm anlayışına yönelmeli, artık bir örnek teşkil etme özelliğini kaybetmiş olan Stalin dönemi modeli karşısında alternatif oluşturmalıydı.” !
Tito revizyonizmi SBKP’yi yozlaşmakla eleştirirken, kendisi partinin önder rolünü reddediyor ve yerine halk cephesinin öncülüğünü geçiriyordu. Titocular aynı dönemde Euro-komünistler gibi partinin adını değiştiriyor ve YKP’yi “Yugoslav Komünistler Birliği” haline getiriyorlardı. SB sosyalizmini yoz olarak niteleyen Titocuların “öz yönetim sosyalizmi” ise kapitalizmin bir takım haklarla bezenmiş değişik bir biçimiydi. “Öz yönetim sosyalizmi” kırda ve kentte özel mülkiyetin önünü açıyor ve “işletmelerde işçi inisiyatifini geliştirmek” adına onları kapitalist bir yarışmaya sokarak sömürüyü yoğunlaştırıyordu.
1950’lerde yapılan değişikliklerle işletmelere elde ettikleri gelirin büyük bir bölümü üzerinde “tasarruf hakkı” tanındı. Sanayide İngiliz ve Amerikan emperyalistlerine kapılar açıldı ve Dünya Bankası’ndan “yardım amaçlı” krediler alındı.
Öz yönetim sisteminin en tipik sonucu ayakta kalabilen işletmelerin büyük miktarda artı değer biriktirebilmesidir. İşletme düzeyinde “işçi kontrolü” söz konusu olduğundan bu artı değerler sermaye birikimini ortaya çıkardılar. Merkezi devlet geri bölgelere kaynak aktarımı yapmadı. Zenginleşen işletmeler özellikle İtalya’da “yatırımlar” yaptı. Birçok Yugoslav işletmesi rekabete dayanamayıp kapandı, Hırvatistan’da işsizlik patlak verdi. Bu dönem içerisinde geniş yığınlar halinde Yugoslavlar Almanya, İsviçre ve Fransa’ya çalışmaya gittiler. Kimi işletmelerin “işverenleri” işçi istihdamını yasal bir şekilde elde ettiler. “Sosyalist Milyonerler” ortaya çıktı.
1968’de bütün Avrupa’yı sarsan öğrenci ye gençlik eylemleri Yugoslavya’yı da sardı. Öğrenciler, bürokratik ayrıcalıkların sona erdirilmesi, demokratikleşme, işsizliğe çözüm bulunması, üniversite reformu gibi taleplerle üniversiteleri işgal ettiler.
1977’de yapılan bir ankete göre işçilerin yüzde 82’si “işletme politikasına katılma konusunda hiçbir güce sahip olmadıklarını” düşünüyordu. Titocuların işçi inisiyatifi dediği şey bu olsa gerekir!
Yugoslavya’da 1972’lerde açıkça ortaya çıkan ulusal çatışmalar ekonomik yapının doğrudan sonucuydu.
Bölgeler itibarıyla Yugoslavya’da yüzde olarak kişi başına gelir
1947 1966
Yugoslavya 100 100
Bosna-Hersek 83 66
Karadağ 71 64
Hırvatistan 107 119
Yugoslavya’da 1972’de ortaya çıkan ulusal çatışmalar günümüze değin sürmüştür. Geçmişten bugüne ortaya çıkan ulusal boğazlaşmaların sebebi ekonomik bunalımdı. Burjuva, sömürü sisteminden kaynaklanan, işsizlik enflasyon, ulusal eşitsizlik gibi olgular ulusal çelişki ve çatışmaları ortaya çıkmıştı.
MARKSİZMİN VE SOSYALİZMİN ULUSAL SORUN POLİTİKASININ DOĞRULUĞUNA GÜNCEL VE CANLI BİR KANIT: ETİYOPYA DENEYİ
Anti-sosyalist propaganda sosyalist sistemin diğer sorunlar gibi ulusal sorunu da çözemediğini vazediyor. Revizyonist burjuva sisteminin yerini özel mülkiyetçi kapitalizme bırakmasıyla ulusal çelişki ve çatışmalar şiddetlenmiş ve yaygınlaşmıştır. Bugün “sosyalizmin” olmadığı dünyada uluslar bir avuç toprak için birbirini boğazlıyor. Balkanlar ve Kafkaslar ulusal savaşlardan dolayı kan gölüne dönüşmüş durumda. Burjuvazi ve emperyalistler Bosna-Hersek’te, Kafkaslarda ulusal boğazlaşmaları keyifle seyrederken, ulusların savaşımının devrimci özellikler taşıdığı yerlere “müdahale” etmekten çekinmiyorlar. Kürdistan ve Filistin emperyalistlerin ve bölge gerici burjuvazilerinin baskı ve terörüyle susturulmaya çalışılıyor.
Dünyanın ulusal boğazlaşmalara sahne olduğu günümüzde burjuvazinin görmek ve göstermek istemediği bir gerçek daha yaşanıyor. Etiyopya’da halk devriminin zaferinden iki yıl sonra 27 Nisan 1993’de kanlı bir çatışma olmaksızın ve gönüllü bir biçimde Eritre halkı referandumla kendi kaderini belirledi.
Referandumla birlikte Eritre ilk defa bağımsız, devletine kavuştu. 1952’de BM kararıyla Etiyopya’ya bağlanan Eritre 1962’de Habeşistan krallığının sıradan bir şehri olacaktı. Habeşistan krallığının ilhakçı politikasına karşı kurulan Eritre Halk Kurtuluş Cephesi (EPLF) ulusal devrimci bir örgüttü. 1974’te krallık, Sovyet yanlısı subayların başını çektiği bir darbeyle yıkıldı. Bu darbe başta SBKP olmak üzere tüm revizyonist mihraklar tarafından “devrim” denerek baş tacı edildi. Bu tarihten itibaren sosyal faşist diktatörlüğe karşı Tigre ve Oroma’da devrimci ve komünist bir mücadele doğdu. Bu mücadele sadece Etiyopya egemen sınıflarına karşı yürütülmüyor aynı zamanda “SB” başta olmak üzere içinde Küba’nın* da bulunduğu uluslararası karşı devrim cephesine karşı yürütülüyordu. Açlığın, sömürgeciliğin, programların azgın bir sömürünün hâkim olduğu Etiyopya’da 1989’da komünistlerin önderliğinde Tigre kurtarıldı. Bu tarihte halk cephesinin önderliğindeki savaşla faşist Derg yönetimi yıkıldı ve Etiyopya Devrimci Demokratik Halk İktidarı kuruldu. Halk iktidarının önündeki en önemli sorun ulusal sorun ve yaşamın demokratikleştirilmesi sorunu idi. Etiyopya’da dört ayrı ulus ve yetmişin üzerinde ulusal azınlık yaşıyordu. Devrimci-demokratik iktidar ayrı devlet kurma hakkını ve tam hak eşitliğini tanıdığını açıklayarak ulusal sorun konusundaki politikasını belirledi. Eritre’deki burjuva milliyetçi devrimciliğin “ayrılma” eğilimi, ulus çapında destek gördüğünden desteklendi. Tutarlı demokratlar olarak Marksistler başka türlü davranamazlardı.
Etiyopya deneyi devrimlerin ölmediğinin canlı bir kanıtı olduğu gibi ulusal baskının ortadan kaldırılmasının ancak devrimle mümkün olduğu gerçeğini de göstermiştir. Emperyalizm yeni egemenlik ve pazar alanları uğruna halkları birbirine kırdırırken, Etiyopya’da işçi sınıfı ve emekçi halk gerçek ulusal özgürlüğün yolunu göstermiştir.
Etiyopyalı komünistler Eritre sorununda aldıkları tutumla Marksist tavrın tutarlılığını ve doğruluğunu bir kez daha göstermişlerdir. Marksizm-Leninizm’in ulus sorununu çözemediğini iddia edenler acaba Etiyopya deneyini nasıl değerlendiriyorlar.(?)
Bugün Türkiye’de ve Kürdistan’da ulusal mücadele adına dünyadaki milliyetçi dalgayı alkışlayan revizyonist, reformist ve her türden oportünistler Etiyopya’daki olguyu görmezden gelmektedir. Ulusal hareketlerin emperyalizm karşısındaki konumlarına göre desteklenebileceği politikasını “eskimiş”, “aşılmış” olarak gören burjuva Kürt milliyetçileri kapitalizm düzleminde bir ulusal özgürlüğün düşünü görmektedirler. Ama yaşam tanıtlamaktadır ki, kapitalizm içinde ulusal özgürlük yoktur. Dünyadaki milliyetçi dalga ise emperyalist-kapitalist, karşıtı bir özellik taşımadığı için ilerici değil, gericidir ve desteklenemez.
Etiyopya deneyi burjuva emperyalist cephede sessizlikle geçiştirilmeye çalışılıyor. Burjuvazi bu olguları gizlemek için yine alçakça yöntemlere başvuracaktır. Burjuvazi ya sessizlik içinde “fırtınanın” dinmesini bekleyecek ya da birkaç köşe yazarına, “sosyaliste” “aç ve çıplak bir ülkedeki değişimlerin önemsizliği” üzerinde “bilimsel” açıklamalar yaptıracaktır. Burjuvazinin propagandalarını boşa çıkarmak ancak güncel bir örnek olan Etiyopya deneyinin tanıtılması ve Marksizm’in teori ve politikasının güçlü ve canlı bir savunusuyla mümkündür.
Ağustos 1993