‘Lenin’in vasiyeti’ üzerine

Doğrudan, Leninizm’i reddedip sosyal-demokratlaşmış ve açıkça düzene entegre olmuş kesimleri saymazsak, yaklaşık son yetmiş yılın bütün revizyonist akımlarının, Leninizm’e karşı yürüttükleri savaşımda ortak söylemleri hep Stalin düşmanlığı oldu. Troçki’den günümüze bütün revizyonist ve dönekler, Marksizm’i değiştirmek, anti-kapitalist içeriğini boşaltmak, onu, burjuvazinin sahiplenebileceği ve devlet kapitalizmini gizlemede bir maske olarak kullanabileceği hale dönüştürebilmek için, Stalin’e, onun teorik ve pratik yapıtlarına saldırmak zorundalardı.
Revizyonistlerin, yıllarca bir yandan Leninizm’e sahip çıkar görünürken, bir yandan Stalin’e ve onun partinin başında bulunduğu döneme, azgınca saldırmalarının ardında şu gerçek yatıyordu: Lenin’in başlattığını Stalin sürdürmüş ve başarıya ulaştırmıştı. Bu zorlu süreçte, dünya ve Rus burjuvazisinin restorasyon umutları hep başka bahara kalmış, Menşeviklerinden Troçkistlerine, ajanlarından sabotörlerine, nepmanlarından (1) kulaklarına (2) kadar, tüm gerici sınıflar ve temsilcileri Stalin ve Bolşevik Partisi’nin çelikten birliği ile ezilmiş, halkın muhteşem seferberliği ile kırda ve kentte sosyalizm inşa edilmiş, sömürücü sınıflar ortadan kaldırılmıştır. Emperyalist saldırganlığın en azgın biçimi olan Hitler faşizmi, başında Stalin’in bulunduğu Sovyet halkı ve Kızıl
Ordusu tarafından ezilmiştir. Halk demokrasilerinin kuruluşu ve sosyalizme doğru gelişmesinde, başında Stalin’in bulunduğu Sovyet Kızıl Ordusu’nun Sovyet Devleti ve halklarının unutulmaz fedakarlıkları ve yardımları olmuştur. Kısaca özetlersek, Lenin’in düşlediği ve ilk adımlarını attığı bu süreç, Stalin ve yoldaşlarınca tamamlanmıştır. Gerek sosyalist kampın varlığı anlamında, gerekse kapitalist ülkelerde komünistlerin prestij ve etkinliği anlamında, bugüne değin, sosyalizmin dünyada yaşadığı en görkemli yükseliş dönemi Stalin’in dönemidir.
Lenin’in 1924te öldüğü yıllar Sovyetler Birliği’nde henüz NEP dönemidir. NEP, bilindiği gibi, kapitalizme zorunlu geçici tavizler vermeyi gerektiren bir dönemin adıdır. Kısmi bir geri çekilme dönemidir. Şu andaki sorunumuz NEP’i zorunlu kılan koşullar değil; ancak, bizi ilgilendiren yönü, Lenin öldüğünde henüz NEP döneminin yaşanıyor olması, proletarya diktatörlüğü allında, kapitalist sektörün belli sınırlar içinde varlığını sürdürüyor olmasıdır. NEP’e resmen son verip kırda ve kentte kapitalizmin bütün kalıntılarına karşı savaşımı başlatan Stalin olmuştur. Bu yüzden burjuvazi ve revizyonizm, Lenin’le Stalin’i karşı karşıya getirmeye, Lenin’i daha uysal ve yumuşak; Stalin’i ise acımasız ve sert, milyonlarca insanı gözünü kırpmadan ölüme gönderebilecek bir megaloman olarak göstermeye çalışırlar. Troçkistler, “tek ülkede sosyalizm teorisi”nin Lenin’de olmadığı, bunu Stalin’in uydurduğu yalanını öne sürerler. Buharin, “Kulakların kolhoz ve sovhozlara alınarak sosyalizmle bütünleşmeleri” teorisini Lenin’e dayandırmaya çalışır. (3) Hepsinde amaç aynıdır. Mademki “tek ülkede sosyalizm kurulamaz”, mademki “kırdaki kapitalist kulaklar sosyalizme kazanılabilir” o halde burjuvaziye zor kullanmak gereksizdir! Uzun süreli birlikte yaşama ve ikna yöntemiyle kazanma! Troçki’ye göre “en azından Avrupa devrimi imdada yetişesiye kadar kapitalizmi tasfiye edebilmek olanaksızdır.”
İşte bütün tu teslimiyetçi teorileri ezip geçtiği, Leninizm’e, devrime ve halka sonsuz inanç ve güveniyle yola koyulup, sosyalist inşa faaliyetinin zaferle sonuç1 andırılmasına öncülük ettiği için, Stalin, burjuvazi ve revizyonizmin ne kadar nefretini kazansa azdır.
Stalin’e yönelik saldırılardan biri de, Troçkistlerin ve revizyonistlerin, onun, “Lenin’in Vasiyeti”ni çiğnediği, partiden ve halktan gizlediği yalanlarıdır.
Ortada “vasiyetname” olarak kaleme alınmış herhangi bir belge söz konusu olmamakla birlikte yetmiş yıldır sürdürülen (1924’ten beri) Troçkist yalan, Lenin’in ölmeden önce yazdığı bir “vasiyet” ile, kendisine halef olarak Troçki’yi gösterdiği masalıdır. 1925 yılında bizzat Troçki tarafından, böyle bir “vasiyet”in gerçek dışı olduğu kabul edilmiş olmasına karşın, bu masal yazılı-sözlü yıllardır anlatıla-gelmiş ve çeşitli Troçkist çevrelerce günümüze taşınmıştır.
“Vasiyetname” iddialarının kaynağı, bir zamanlar Bolşevik Parti üyesi olup daha sonra partiden çıkarılmış olan Max Eastman adlı bir Amerikalı Troçkisttir. Eastman’a göre; Lenin 1923 yılında bir “vasiyetname” yazmış, bu “vasiyetname”de, Troçki’nin, genel sekreterlik için Stalin’den daha uygun olduğunu belirterek, Parti’den, Stalin’i Genel Sekreterlikten alarak yerine Troçki’yi getirmelerini istemiştir. Ancak Stalin bu “vasiyetname”yi bir kasada kilitli tutarak parti ve halktan gizlemiş, Lenin’in “vasiyeti”ni çiğneyerek Genel Sekreterlik görevini sürdürmüştür. Üstelik daha sonra partiyi gerçek Leninistler olan Troçkistlerden temizleyerek, kişisel egemenliğinin aleti haline getirerek Leninizm’e bir kez daha ihanet etmiştir!
Böyle bir vasiyetin varlığı yokluğu konusunda, bizzat Troçki’nin kendisi, 8 Ağustos 1925’te New York Daily Worker isimli gazetede bir mektubunu yayımlatır; bu mektupta, “bu türden söylentilerin Partinin çıkarlarının gerçek iradesine yönelik zararlı uydurmalardan ibaret” olduğunu belirten Troçki, açıkça şunları yazar:
‘”Vasiyete gelince, Lenin hiç böyle bir şey bırakmadı ve hem partiyle olan ilişkilerinin hem de Partinin kendisinin yapısı böyle bir ‘vasiyet’i kesinlikle olanaksız kılıyordu.” (Bkz. Büyük Komplo, Michael Sayars, E. Kahn, Yurt Yay. sf. 194)
Bu gerçeğe karşın, Eastman; her nasılsa ele geçirdiği (!) “vasiyet”i 1928 yılında hem Troçki’nin bir kitabının çevirisine yazdığı önsöz içinde, hem de ayrıca, broşür olarak yayınlar. Ancak ortada görülen herhangi bir vasiyet değil, yalnızca Lenin’in örgütlenme sorunlarına ilişkin, deforme olmuş mektuplarındaki Parti’ye yönelik bir kaç tavsiyesidir.
Bu ünlü “vasiyet” öyküsü 1924-1927 yılları arasında Stalin’in muhaliflerince Parti gündemine de getirilir. Özellikle 1927’deki 15. Kongre’de Stalin muhaliflerinin bütün saldırılarına yanıt vererek, Troçki-Kamenev-Zinovyev hizbinin, hizipçi ve komplocu bütün faaliyetlerini açığa çıkarır. Ve parti sırtındaki karşı-devrimci kamburu atarak yoluna devam eder.
Muhalefetin, “Lenin’in Vasiyeti” olarak öne sürüp spekülasyon yaptığı belge nedir? Bu belge, Lenin’in 23-26 Aralık 1922 tarihleri arasında kaleme aldırdığı ve “24 Aralık 1922 tarihli mektuba Ek” bölümünü ise 4 Ocak 1923’te yazdırdığı, Kongre’ye Mektup’udur. Lenin, bu mektubunun partinin olağan kongresine iletilmesini istemiş, onun bu isteğine uygun olarak da bu mektup, 23-31 Mayıs 1924 tarihleri arasında toplanan SBKP (B) 13. Parti Kongresi delegelerine okunmuş ye üzerinde uzun uzun tartışılmıştır. Kongre, bu mektubun kongreye tavsiye niteliğinde bir mektup olduğunu, yayınlanması amacıyla kaleme alınmamış olduğunu belirterek, mektubun yayınlanmaması kararına varmıştır.
Troçkistler, Lenin’in Parti Kongresi’ni yazdığı tavsiye niteliğindeki mektubunu “Vasiyet” olarak adlandırarak “Leninci” bir mevziden Stalin şahsında üye sayısı yüz binlerle ifade edilen Bolşevik Partisi’ne saldırırken, ne kadar anti-Leninist bir konumda olduklarını ikrar etmiş oluyorlar. Can alıcı soru şudur: Bu türden bir “vasiyet”, komünist parti yaşantısına ne kadar uygundur?
Bolşevik Partisi’nin kurucusu ve büyük önderi olarak Lenin’in, elbette, partisine ve yoldaşlarına öneride bulunma hakkı vardır. Ama bu öneriyi değerlendirecek en üst organ, parti kongresidir ve kongre, mektup üzerinde tartışmış, buna rağmen Stalin’i oybirliği ile parti genel sekreteri seçmiştir. Eğer tavsiyeyi, Türkiye’deki MGK’nın tavsiyeleri gibi algılamıyorsak, başka türlüsü düşünülebilir mi?
Aktardığımız pasajda Troçki’nin de itiraf ettiği gibi, tarihin tanıdığı en gelişmiş komünist örgüt olan Bolşevik Partisi’nin yapısı, yaşantısı ve işleyişi böyle bir vasiyeti kabul edecek özellikte değildir. “Sosyalist demokrasiyi dillerine pelesenk edenler, uydurdukları “vasiyet” masalını Lenin’e mal ederken, partinin en demokratik tarzda ortaya koyduğu iradesine karşı, sahtekârca Lenin’e mal ettikleri “vasiyet”e sarılıyorlar. Hem partide “kişi diktatörlüğü”ne karşı çıkıp hem partinin vasiyetlerle yönetileceğini savunmak, tam da Troçkistlere yaraşır bir ikiyüzlülük olsa gerek!
Türkçede ilk kez Ser Yayınları tarafından Mayıs 1975’te yayınlanan Lenin’in “Son Yazıları, Son Mektuplar” adlı derleme yapıtında (son olarak Ekim Yayınevi yayınladı) ilk bölüm, bu, Kongre’ye Mektup kısmını içerir. Türkiye’de de “Lenin’in Vasiyeti’ olarak bazı kesimlerce sözü edilen belge, işte bu belgedir.
Stalin’in despotluğunu, kasaplığını “kanıtlamak” için Lenin’den iyi bir dayanak bulduklarına inananlar, her fırsatta bu mektupta Lenin’in Stalin’le ilgili değerlendirmelerini aktarırlar. Mektupta Lenin, örgütsel sorunlara değinmekle birlikte, partinin önder kadroları hakkında tek tek değerlendirmeler de yapmaktadır. Partide istikrar sorunu üzerine değinen Lenin, istikrar sorununun temel etmenlerini Merkez Komitesi’ndeki Stalin ve Troçki gibi üyeler olarak değerlendirir. Mektup okunduğunda görülecektir ki, Lenin, partide yeni bir bölünme kaygısı taşımakta ve bunun nedeninin Stalin ve Troçki arasındaki ilişkilerin bozukluğu olduğunu düşünmektedir. Alınacak diğer tedbirlerin yanı sıra Merkez Komitesi üyelerinin 50 ya da 100’e çıkarılmasının yararlı olacağı kanısındadır. Bundan sonraki değerlendirmeleri bizzat Lenin’in kaleminden izleyelim:
“Yoldaş Stalin, Genel Sekreter olması nedeniyle elinde sınırsız yetki toplamış durumdadır ve yoldaş Stalin’in bu yetkiyi her zaman yeterli dikkat ve ihtiyatla kullanabileceğinden kuşkuluyum. Öte yandan yoldaş Troçki, Ulaşım ve Haberleşme Halk Komiserliği konusunda Merkez Komitesi’ne karşı yürüttüğü mücadelede kanıtlamış olduğu gibi, sadece çarpıcı yetenekleriyle sivrilmemektedir. Yoldaş Troçki, kişisel yetenek açısından bugünkü Merkez Komitesi’nin belki de en güçlü, en üstün yetenekli üyesidir; ne var ki, o da kendine aşırı güven göstermiş ve işlerin sadece idari yönüne aşırı ölçüde önem vermiştir.
Bugünkü Merkez Komitesinin ileri gelen bu iki liderinin özellikleri, kaçınılmaz biçimde bölünmeye yol açabilir ve Partimiz bunu önlemek için gerekli tedbirleri almadığı takdirde, bölünme beklenmedik bir anda patlak verebilir.” (Lenin, Son Yazılar, Son Mektuplar, Ser Yay. sf. 13,14)
Lenin, mektubun devamında Zinovyev ve Kamenev’in Ekim ayaklanması sırasındaki tavırlarının rastlantısal olmadığını, (4) Buharin’in kuramsal görüşlerinin tam anlamıyla Marksist olmadığını, onun hiçbir zaman diyalektiği incelemediğini ve yeterince kavramadığını, Pyatakov’un ise üstün irade sahibi ve yetenekli bir merkez komitesi üyesi olmakla birlikte ciddi siyasal konularda güvenilemeyecek, idarecilik konusunda aşırı hevesli olduğuna dikte ettirir.
“24 Aralık 1922 tarihli mektuba Ek” kısmında ise Stalin’le ilgili şunları yazdıracaktır. “Stalin, aşırı kaba bir insandır ve biz komünistler arasındaki ilişkilerde ve bizim içimizde hoşgörüyle karşılanabilecek olan bu kusur, bir Genel Sekreter için hoş görülemeyecek niteliktedir. İşte bu nedenle, Statin’i o görevden uzaklaştırmanın ve yerine, yoldaş Stalin’e oranla bir tek üstünlüğü olan, yani daha hoşgörülü, daha sadık, daha saygılı, daha nazik ve daha az kaprisli davranan birini getirmenin yolunu aramalarını yoldaşlarıma öneriyorum. Bu durum, ihmal edilebilecek önemsiz bir ayrıntı gibi görünebilir. Oysa olası bir bölünmeye karşı savunma açısından ve yukarda değindiğim gibi Stalin ile Troçki arasındaki ilişkiler açısından, bunun önemsiz bir ayrıntı olmadığı, sonucu etkileyebilecek önemde bir ayrıntı olduğu kanısındayım.”(Lenin, age, sf. 15, 16)
Gerek bu mektupta, gerekse ömrünün son yıllarında Lenin tarafından yazılmış, yazdırılmış hiçbir belgede, Troçki’nin halef olarak düşünüldüğüne dair bir andırma bile yoktur. Lenin’in dikte ettirdiği yazılardan çıkarabildiğimiz genel eğilim, herhangi bir isim vermemekle birlikte, onun, Stalin ve Troçki dışında bir Merkez Komitesi üyesinin Genel Sekreterliğe getirilmesini uygun gördüğüdür. Ve şu noktanın altı çizilmelidir ki, Lenin, yeni genel sekreterin, Stalin’e göre tek üstünlüğü olmasını, “yoldaşlarına karşı daha nazik ve saygılı” olmasını beklemektedir. Troçki’nin geçmişini bilenler, onun Lenin hakkında bile defalarca sarf ettiği iğrenç küfürleri bilirler. Zaten, Lenin’in Troçki’yi bu göreve layık görseydi bunu çekinmeden yazacağı ve partiye ismen önereceği de açıktır. Mektubun hiçbir yerinde de Stalin’e karşı Troçki savunulmamaktadır.
Tarihsel süreç açısından bakıldığında, Stalin ve Troçki arasındaki sorunlar daha iyi anlaşılabilir sorunlardır. Stalin Rus Devrimi boyunca her zaman Partinin ve Lenin’in yanında olmuş, kararlı bir Bolşevik’tir. Lenin’in uyarılarıyla düzelttiği bir iki yanılgısı dışında hiçbir zaman Parti ve Lenin’le çelişkisi olmamıştır. En büyük hatasının 1917 Nisan ayında, bir haftalık süren eski sloganlara ve eski Bolşevik taktiğine sahip çıkma olduğunu, ancak Lenin’in Nisan Tezleri ile birlikte yaklaşık bir hafta sonra hatasını düzeltip, partideki büyük tartışmada Lenin’in safında yer aldığını biliyoruz. Ki, bu hata Stalin’in şahsi bir hatası değildi. Bütün Parti, Nisan Tezleri öncesinde eski çizgiyi sürdürüyordu. Yani Lenin yurtdışından döndüğünde Parti karşısında tek başınaydı ve ilk yanında yer alanların başında Stalin geliyordu.
Troçki’nin yaşamı ise Ekim’e kadar, menşevizm ile kendi hizbi arasında gidip gelen anti-Bolşevik bir tarihsel kesiti içerir. Demokratik devrimin reddi, köylülüğün reddi, parti disiplini ve Bolşevik Parti kurallarının reddi, tasfiyecilik, her dönem Lenin’e karşı çok yönlü ideolojik ve örgütsel mücadele… (5) Troçki, partiye katılırken bile bir Bolşevik olarak değil, kendi grubuyla birlikte ve o günkü nesnel koşulların dayatmasıyla katılmıştır. Eski “teorilerini” savunmama konusunda dikkatle davranmakla birlikte, hizbini dağıtmama ve ilişkilerini sürdürme konusunda da çabayı elden bırakmamıştır. Devrim sonrası parti içinde “kabak tadı veren” hizip faaliyetleri konusunda en fazla uyarılan ve eleştirilen ve hatta bu konuda parti kararı çıkartılması (bütün hiziplerin dağıtılıp yasaklanması kararı) zorunda kalınan parti üyelerinin başında hep Troçki gelmiştir. 1918 Brest-Litovsk antlaşmasının sabote edilmesi, (6) 1921 Sendikalar Konusu’ndaki anti-Marksist ve bürokratik/despotik tutumu (7) Lenin ve Parti tarafından mahkûm edilen Troçki’nin devrim sonrası önemli çıkışlarıdır. Her seferinde Lenin ve Parti tarafından mahkûm edilen Troçkizm, onun ölümünden sonra, yedi yıl boyunca kısmen kızağa çektiği görüşlerini tekrar piyasaya sürmüş, (Sürekli Devrim vb.) ancak bu kez de karşısında Stalin’i bulmuştur. Bu yüzden şu konunun altını çizmekte yarar vardır. Partinin bölünmesi değil, ama Troçkist komploculardan temizlenmesinin nedeni, hiç de Stalin’in kabalığı, ya da Stalin ve Troçki arasındaki kişisel sorunlar olmamıştır. Lenin, belki Troçki’nin ıslah olabileceği, hizipçi faaliyetlerinden vazgeçebileceği umudu taşıyordu; ancak, Troçki, onun ölümünün hemen ardından bütün eski (kızağa çekilmiş) teorilerini yeniden yayınlatarak Parti’ye ve onun Merkez Komitesi’nin çizgisine karşı savaşı başlatmıştır. Yani tartışma tümüyle siyasal bir çizgi ekseninde yürümüştür ve kaybeden muhalefet olmuştur.
“Muhalefet, yenilgisini kişisel nedenlerle, Stalin’in kabalığıyla, Buharin ve Rikov’un inatçılığı ile vb. açıklayabileceğini düşünmektedir” diyor Stalin. “Bu çok ucuz bir açıklamadır. Açıklama değil, hokkabazlıktır. Trotski, 1904’ten beri Leninizm’le savaşmaktadır. 1904’ten 1917 Şubat devrimine kadar, sürekli olarak umutsuzca Lenin’in partisi ile savaşarak Menşeviklerle dolaştı. Bu dönemde Trotski, Lenin’in partisi karşısında bir kaç kez yenilgiye uğradı. Neden? Yoksa kabahat Stalin’in kabalığında mıydı? Ama o zamanlar Stalin, henüz M.K. sekreteri değildi. Troçki ile Lenin arasındaki mücadele dışarıda verildiği halde, Stalin dışarıda değil, Rusya’daydı, yeraltında çarlıkla savaşıyordu. Onun için Stalin’in kabalığının bununla ne ilgisi var?
Ekim devriminden 1922ye kadar olan dönemde, Bolşevik Partinin üyesi olan Trotski, Lenin’e ve partisine karşı iki büyük çıkış yapmayı becerdi. 1918’de -Bresi Barışı Sorunu Üzerine, 1921’de -Sendika Sorunu Üzerine. Her iki çıkış da Troçkinin yenilgisiyle sonuçlandı. Neden? Yoksa burada da kabahat Stalin’in kabalığında mıydı? Ama o zamanlar Stalin henüz M.K. sekreteri değildi. Sekreterlik mevkileri, o zamanlar, ünlü Troçkistler tarafından işgal edilmişti. Onun için Stalin’in kabalığının bununla ne ilgisi var?
Daha sonra Troçki, partiye karşı bir kaç yeni çıkış daha yaptı (1923,1924,1926,1927) ve her çıkış, Troçki’nin yeni bir yenilgiye uğramasıyla sonuçlandı.” (Stalin, Troçkizm mi, Leninizm mi? Sol Yay. 1976,2. genişletilmiş baskı)
Biz yeniden Lenin’in “vasiyeti” sorununa dönelim. Lenin’in “Kongreye Mektup”unun kaderi ne oldu? Partinin 15. Kongresi’ndeki konuşmasında Stalin, bu soruna değinir ve şunları söyler:
“Şimdi Lenin’in “vasiyetine gelelim. Muhalefettekiler, burada, Parti Merkez Komitesi Lenin’in “vasiyetini gizledi” diye bar bar bağırdılar, siz de işittiniz onları. Biliyorsunuz, sorunu Merkez Komitesi ve Merkez Denetim Komisyonu toplantısında bir kaç kez tartıştık. (Bir ses: Defalarca.) Hiç kimsenin hiçbir şey gizlemediği, Lenin’in ‘vasiyeti’nin On Üçüncü Parti Kongresine hitaben yapıldığı, bu nedenlerin yanı sıra, Lenin’in kendisinin de bunun yayınlanmasını istemediği ve yayınlanması talebinde bulunmadığı için, Kongrenin oybirliği ile bunun yayınlanmamasına karar verdiği defalarca tanıtlanmıştır. Bizim gibi, muhalefet de bunu biliyor. Gene de Merkez Komitesinin ‘vasiyeti’, ‘sakladığını’ ilan etme cüretini gösteriyor.” (Stalin, age, sf. 394)
Konuşmanın sonrasında Lenin’in mektubunda yazılı olanlar üzerine de değinen Stalin, 13. Kongre sonrası gelişmeleri de şöyle aktarır:
“Yoldaş Lenin’in ‘vasiyetinde, Kongreye, Stalin’in kabalığını göz önünde tutarak Genel Sekreter olarak, Stalin’in yerine bir başka yoldaşı koymayı düşünmesi gerektiğini önerdiği söylenmektedir. Bu tamamen doğrudur. Evet, yoldaşlar, ben, partiyi büyük ölçüde ve vefasızca harap eden bölenlere karşı kabayım. Bunu hiçbir zaman gizlemedim, şimdi de gizlemiyorum. Belki de bölücülere karşı biraz yumuşaklık gereklidir, ama ben bu işte başarılı değilim. On Üçüncü Kongre’den sonra, Merkez Komitesinin ilk toplantısında Merkez Komitesi üyelerine, beni Genel Sekreterlik görevlerinden almalarını rica ettim. Kongrenin kendisi bu sorunu tartıştı. Bu sorun ayrı ayrı her delegasyon tarafından tartışıldı ve Troçki, Kamenev ve Zinovyev de dahil olmak üzere tüm delegeler oybirliği ile, Stalin’i görevde kalmaya zorladılar.
Ne yapabilirdim? Görevimi terk etmek mi? Bu benim yapıma uymaz; hiçbir zaman, hiçbir görevi terk etmedim ve bunu yapmaya da hakkım yoktur, çünkü bu kaçmak olur. Daha önceden de söylediğim gibi, ben hareketlerimde özgür değilim ve parti bana bir zorunluluk yüklerse, itaat etmem gerekir.
Bir yıl sonra, toplantıdan beni serbest bırakmalarını gene istedim, ama gene görevimde kalmaya zorlandım.
Başka ne yapabilirdim?” (Stalin, age, sf. 397)
“Muhalefet, Lenin’in ‘vasiyeti’ni bir koz olarak kullanmaya çalışmaktadır, ama bunun onlar için hiç de bir koz olmadığını anlamak için, bu ‘vasiyeti’ okumak yeter. Tam tersine, Lenin’in ‘vasiyeti’ muhalefetin bugünkü liderleri için öldürücüdür.
Gerçekten de, Lenin’in ‘vasiyeti’nde Troçkiyi Bolşevik olmamakla suçladığı ve Kamenev ve Zinovyev’in Ekim sırasında yaptığı hataya ilişkin olarak, bu hatanın rastlantısal olmadığını söylediği doğrudur. Bu ne demektir? Bu ‘Bolşevik olmayan’ Troçkiye ve hataları ‘rastlantısal’ olmayan ve yinelenebilen ve kesinlikle yinelenecek olan Kamenev ve Zinovyev’e siyasal olarak güvenilemeyeceği demektir. (Stalin)
Vasiyet’te Stalin’in hatalar yaptığına ilişkin bir tek sözcük, bir tek ima olmaması tipiktir. ‘Vasiyet’, yalnızca, Stalin’in kabalığına değinmektedir. Ama kabalık, Stalin’in politik çizgisinde ve tutumunda bir kusur değildir ve böyle sayılamaz.”(age, sf. 398)
1924-1927 arasında süren tartışmalar sonrasında Parti’nin, Lenin’in çizgisini sürdürme konusundaki kararlılığını gösteren Stalin’le birlikte tavır aldığı, bu yüzden Lenin’in kaygı duyduğu “partide bir bölünmenin” gerçekleşmediği görüldü. Lenin’in her zaman ısrarla savunduğu, “partinin oportünist öğelerden arınarak güçleneceği” gerçeği bir kez daha yaşandı ve kanıtlandı yalnızca. Çünkü “bölünme” partiyi zaafa uğratabilecek, işlevlerini aksatabilecek ve güçsüzleştirebilecek bir durumdu ve Lenin böyle bir durumdan kaygı duymakta haklıdır. Ancak, Stalin’le Troçki-Komenev-Zinovyev saflaşmasının sonucu, muhalefetin tam bir çöküşü ve Parti’nin oportünist öğelere karşı zaferiyle sonuçlandı. Partide son günlerini yaşadıkları günlerde, son bir umutla sarıldıkları tüm Bolşevik Parti üyelerini kapsayan referandumda 740.000 Leninist-Stalinist oya karşılık, yalnızca 4000 oy alabildiler. Bu, bütün entrikaları ve yalanları ile birlikte Troçkist muhalefetin tükenişi demekti. Stalin, üç yıl boyunca tek bir iyi niyetli kadronun bile heba edilmemesi için, büyük bir sabırla Troçkizmin ve Troçkist teorik-pratik faaliyetin deşifre edilmesi için var gücüyle çalıştı. Hatta muhalefet önderlerini bile gittikleri karanlık yoldan çevirebilmek için onlara yardım elini uzattı. 1927 Ağustos sonunda toplanan Merkez Komitesi ve Merkez Denetim Komisyonu’nun son toplantısında Troçki ve Zinovyev’in Merkez Komitesi’nden hemen atılmaları isteklerine karşı yoldaşlarını ikna etmeye çalıştı. “Yumuşak” davranmakla eleştirildi ve “azarlandı.” Ancak muhalefet 8 Ağustos’ta özel bir “bildiri” yayınlayarak hiziplerini dağıtacaklarına dair verdikleri sözü tutmadıkları gibi, “muhalefet”lerini parti dışına iyice kaydırarak gizli matbaalar ve cephanelikler oluşturmaya başladılar. Artık hizip olmaktan da öte, bir komplo örgütü haline gelmişlerdi. Kamenev’in Troçkist bloktan çekilmesi sonucu Troçki ve Zinovyev önce Merkez Komitesi’nden, sonra Parti’den çıkarılacaklardır.
“Lenin’in Vasiyeti” tartışmalarını da içeren ve onun ölümü sonrasında Partiyi üç yıl boyunca meşgul eden tartışmaların özet seyri bunlardır. Elbette konumuz Troçkizmin her yönüyle teşhiri olmadığı için, sadece belirli bir konu eksenindeki olayları aktarmaya ve yorumlamaya çalıştık. Bolşevik Partisi Tarihi üzerine yıllardır okuduğumuz taraflı- “tarafsız” birçok belgeden bizim ulaştığımız sonuç şu oldu: Stalin, her insan gibi “kusurlarıyla” insandır. Zaten kendisi de birçok yerde, Leninizm’in sadık bir öğrencisi olduğunu, bazen hatalar yaptığını, ancak hatalarında hiçbir zaman ısrar etmediğini, yanılmazlık diye bir iddiası olmadığını belirtir. (8) Yine de biz geçmişe şöyle bir dönüp baktığımızda, onun pek az konuda yanılgı ve zaaf gösterdiğini, oysa onun siyasal muhaliflerinin bütün yaşamlarının siyasal yanılgı ve yanlışlıklar zincirlerinden oluştuğunu görüyoruz.
Lenin’le Stalin arasında hiçbir dönem siyasal ve örgütsel yol ayırımı olmamış; oysa Lenin ve Troçki arasında gerçek bir siyasal-teorik birlik hiçbir dönem yaşanmamış, örgütsel birlikler ise ‘grupların birliği” sınırını aşamamıştır. Buna Ekim ve Ekim sonrası dönem de dâhil edilmelidir.
Ve son olarak: Lenin’in ölümüyle partide alevlendirilen tartışma, Stalin’in kabalığı değil (böylesi öznel bir sorun değil), köylülüğü kazanarak sosyalist inşanın sürdürülüp sürdürülemeyeceği tartışmasıydı. Aslında bu tartışma Lenin-Troçki tartışmasının bir mirası olarak yaşanmıştır ve 1905ten beri (Troçki, “Sürekli Devrim” adlı kitabını 1905’te yazmıştır) sürmektedir. En son Lenin’le Troçkiyi karşı karşıya getiren iki farklı bakışın tarihi 1922’dir. 1922 yılında Moskova Sovyet’inin genel toplantısında, NEP’e ilişkin görüşlerini açıklayan Lenin, “NEP Rusya’sından sosyalist Rusya’nın doğacağına inancını belirterek sözlerimi bitirmeme izin veriniz” diyerek konuşmasını tamamlarken, aynı yıl yayınlanan “Barış Programı” başlıklı yazısının “Sonsöz”ünde Troçki, Lenin’in tam tersi bir bakışla şunları yazacaktır:
“Öbür Avrupa ülkelerinde burjuvazi iktidarda kaldıkça, biz, ekonomik tecride karşı mücadelede, kapitalist dünya ile anlaşma olanağım araştırmak zorundayız; bu anlaşma ekonomimizin bazı yaralarını sarmada ve bir kaç adım ilerlemede bize en iyi şekilde yardımcı olabilir, ama bir devletin ulusal sınırlan içinde, tecrit edilmiş olarak sosyalizmin kurulmasına olanak olmadığına.. Rusya’da sosyalist ekonominin gerçekten gelişmesinin, ancak proletaryanın önemli Avrupa ülkelerindeki zaferinden sonra gerçekleşebileceğine açık bir kanıttır”(Troçki, 1917 Yık, cm)
Şimdi düşünelim: Lenin, bu satırların yazarına mı ülkenin ve Parti’nin geleceğini emanet edecektir? Lenin’in, olsa olsa tek vasiyeti olabilirdi yoldaşlarına: Yılmayın, halka, emekçilere, işçi ve köylülere dayanın ve sosyalizmi kurun! İşte Troçki ile Stalin’i karşı karşıya getiren Lenin’in bu ideali, özlemi, deyim yerindeyse “vasiyet” olmuştur.
Ve onun bu ‘vasiyet’ini yerine getiren Stalin önderliğindeki Sovyet Partisi ve halkı oldu.
Troçki’nin partiden atıldıktan sonra ve sürgündeki karşı devrimci faaliyetleri ise ayrı bir yazı konusudur. (9)

DİPNOTLAR

1. NEP döneminde kentlerde türeyen yeni zengin kapitalist sınıf.
2. Kır zengin ve kapitalistler sınıfı.
3. Bu konuda Leninizm’in Sorunları (Stalin) adlı kitap en doyurucu kaynaktır.
4. Zinovyev ve Kamenev, Ekim ayaklanması öncesi Merkez Komitesinin ayaklanma kararını yarı sosyalist, yarı-burjuva gazete Novaya Jizn’de açıklayıp eleştirirler. O dönemde Lenin, bunların partiden derhal atılmalarını ister: Ayaklanmanın ateşi içerisinde bu gerçekleştirilemez.
5. Bu konuda birçok kitaptan parça parça bilgiler edinilebilirce de, özet olarak Lenin’in Sol Yayınlarında yayınlanmış Tasfiyecilik Üzerine adlı kitabını öneririz. Ayrıca Yar Yayınları’nın Ekim 1976 basımlı Leninizm’in Düşmanı Troçkizm adlı derlemesi, Lenin’in Troçki ile ilgili polemikleri, demeçleri, karar ve tutanaklarını içeren yararlı bir kitaptır.
6. Büyük Komplo adlı kitapta bu konuda ayrıntılı bilgi vardır.
7. Bu konuda Lenin’in sendikalarla ilgili birçok kitabından (örneğin “Anarko-Sendikalizm” Sol Yay.) ve son olarak Honca Yayınları’nca yayınlanan “Sendikalar, Bugünkü Durumu ve Troçki’nin Hataları Üzerine’ adlı yapıtından bilgi edinilebilir.
8. Örneğin, Stalin, 1917 Mart’ında bir dereceye kadar yalpaladığını, ancak Lenin’in 1917 Nisan’ında gelişi üzerine bu yalpalamasının son bulduğunu, Ekim Yolunda adlı yapıtının Ekim Devrimi ve Rus Komünistlerinin Taktiği adlı önsözünde belirtir. Yine dış ticaret tekeline ilişkin bir yanlışının Lenin’le görüştükten sonra düzeltildiğini söyler. Bu türden hatalarla Troçkizmin ideolojik çizgisi kıyaslanamaz bile. (Bkz. Stalin, Troçkizm mi, Leninizm mi? sf. 248, 239).
9. Bu konuda Türkçeye kazandırılmış en sağlam belgelere dayalı yapıt Büyük Komplo’dur.

Kasım 1992

Devrim, Sınıflar Ve İttifaklar

Her devrimci süreç, kendi gelişim seyri içinde, sosyal sınıflar ve onlara karşılık gelen siyasal partiler şahsında, üç temel eğilime ayrışarak yaşanır. Egemen sınıflar, her türden sınıf örgütleri; partileri, sendikaları, devletleri ile Karşı-Devrim’i ifade ederler. İktidardaki sınıflar dışındaki sınıf ve tabakalar ise, doğallıkla sistemin “muhalif” kesimlerini oluştururlar. Ancak, muhalif sınıflar da muhalefetlerinin nitelik ve derecesine göre kendi aralarında reformist ve devrimci muhalefet olarak bölünürler. Bunlar, liberal ve radikal kesimler olarak da adlandırılabilirler.
Muhalif sınıf ve partilerin siyasal mücadeledeki yerleri ve taktikleri, toplumun ekonomik örgütlenmesine bağlı olduğu gibi, siyasal örgütlenmesinin biçimlerine göre de değişebilir. Yani, siyasal demokrasinin varlığı ve yokluğu, parlamenteriz-rain gelişmişlik düzeyi vb. gibi olgular, çeşitli sınıfların farklı kesimlerinin tepkilerini farklılaştırdığı gibi, siyasal atmosferdeki değişiklikler, çeşitli sınıfları ve partileri sağa ya da sola çeken bir işlev görebilir.
Feodalizmin iktidarda, burjuvazinin “muhalefet”te olduğu ülkelerde, işçiler ve köylüler radikal (devrimci) kesimi oluştururken, burjuvazi genellikle liberal (reformist) kesimi oluşturur. Aslında feodalizmin- tasfiyesi burjuvazinin çıkarınadır. Geçmişte 1789 Fransız Devrimi’ndeki gibi, burjuvazinin halkın başında feodaliteye ve aristokrasiye karşı savaştığı devrimci bir dönemi de olmuştur. Ancak, çok geçmeden gelişen proletarya hareketi, burjuvaziden koptuğu ve sadece feodal zorbalık ve aynalıkları değil, her türden sömürü, zulüm ve ayrıcalıkları sorgulamaya başladığında, burjuvazi devrimlere sırtını dönmüş, çıkarının proletaryaya karşı eski sömürücü sınıflarla birlikte olmaktan geçtiğini hissetmiştir. Bundan sonra toplumun kapitalist ilişkilere bütünüyle geçmesi sorununa, devrimci bir sorun olarak değil, hükümetlerin, bürokrasinin, generallerin satın alınarak yanına çekilmesi ve iktidarın adım adım ele geçirilmesi süreci olarak bakmıştır. Burjuvazinin esas olarak devrimci olduğu döneme ilişkin olarak Lenin;
“Batı Avrupa Burjuvazisi başlangıçta cidden dövüştü” diye yazıyor, hatta bir zamanlar cumhuriyetçiydi, liderleri mahkûm edildiler. İhanet gerekçesiyle mahkûm edildiler yani yalnızca devrimci ilişkileri olduğundan değil, ama gerçekten devrimci eylemleri nedeniyle. Daha sonra yıllar, bazen on yıllar sonra; bu burjuvalar kendilerini cumhuriyetsiz ve hatta genel oy hakkı ya da gerçek siyasal özgürlük vermeyen, elverişsiz anayasaların en sefiline uydurdular. Liberal burjuvalar “taht’la ve polisle tamamen uzlaştılar; kendileri iktidara yükseldiler ve bugün yaptıkları gibi, işçilerin bütün özgürlük ve toplumsal reform özlemlerini acımasızca ezdiler.” (Lenin, Proletaryanın Demokrasi Mücadelesi, Tan Yay., 1976, S. 96)
Burjuvazinin devrim ve siyasal özgürlük kavgasına yüz çevirmesiyle proletaryanın kendi kızıl bayrağı altında toplanmaya başlaması arasında doğrudan bir bağ vardır. Engels, Köylüler Savaşı adlı yapıtında bu süreci şöyle anlatıyor:
“Burjuvazi, sanayisini, ticaretini ve ulaştırma araçlarını geliştirdiği ölçüde, proletaryayı doğurur. Ve her yerde mutlaka aynı gelişme derecesine erişmesi gerekmeyen belli bir anda astarının, proletaryanın kendisini hızla aştığını fark etmeye başlar. Bu andan itibaren siyasal egemenliğini tek başına sürdürme gücünü yitirir; koşullara göre, iktidarını paylaştığı ya da tamamen kendilerine bıraktığı bağlaşıklar arar.
Almanya’da bu dönüm noktasına, burjuvazi tarafından daha 1848’de erişilmişti. Ve işte o anda, Alman burjuvazisi, Alman proletaryasından çok Fransız proletaryasından korkuya kapıldı. Paris’teki 1848 Haziran çarpışmaları kendisini neyin beklediğini ona gösterdiler. Alman proletaryası aynı ürün için tohumun Almanya’da da ekildiğini ona kanıtlayacak bir kaynaşma içindeydi ve o günden sonra da burjuvazinin siyasal eylemindeki sivrilik köreldi. Bağlaşıklar aradı, kendini onlara yok pahasına sattı ve bugün tek adım ilerlemiş değil.
Bu bağlaşıkların hepsi de gerici niteliktedir: Ordusu ve bürokrasisi ile krallık büyük feodal soyluluk, önemsiz küçük toprak ağaları ve hatta papaz sürüsü. Burjuvazi salt o değerli postunu kurtarmak için, artık kendine madrabazlık edecek hiçbir şey kalmayana dek, kütün bu kalabalık ile uyuştu ve birleşti. Ve proletarya ne kadar kendi sınıf niteliğini sezmeye, kendi sınıf bilinci ile davranmaya başlıyorsa, burjuvazi de o kadar korkak bir duruma geliyordu.” (Engels, Almanya’da Burjuva Demokratik Devrim, Sol Yay. 1. Baskı, 1975, S. 21,22)
Yaklaşık yüz elli yıllık bir tarihsel dönem boyunca, burjuvazi adım adım daha da gericileşerek günümüzde tekel gericiliği şeklinde ve her türlü gericilik ile el ele, onları kollar ve ayakta tutar bir konuma gelmiştir. İşte, işçi hareketi karşısında, ister serbest rekabetçi dönemde, isterse tekelci dönemde olsun burjuvazinin sınıf tavrı budur. Her türden gericilik ile el ele ve proletaryaya karşı saldırganlık.
Peki, proletaryanın öğretmenleri Marx ve Engels, burjuvazinin bu somut durumu karşısında, diğer sınıf ve partilere, bunların olası bir devrimde rollerine nasıl bakmışlar, çeşitli muhalif sınıflar karşısında nasıl bir politika önermişlerdir?

KÜÇÜK BURJUVAZİ İÇİN
“Tüm modern devletlerde ve tüm modern devrimlerde çok büyük bir önem taşıyan küçük-burjuvazi, yakın savaşımlar içinde hemen her zaman kesin bir rol oynamış, bulunduğu Almanya’da özellikle önemlidir. Büyük kapitalistler, tecimen ve sanayiciler sınıfı, yani burjuvazi ile proletarya da çalışan sınıf arasındaki aracı konumu, onun ayırt edici niteliğini belirler. Burjuvazinin konumunu özler, ama en küçük bir talih tersliği, bu sınıf bireylerini proletarya saflarına düşürür… Güçlü bir feodal ya da monarşik hükümetin yönetimi altında saygılı ve boynu eğik bir durumda bulunan bu sınıf burjuvazi yükseliş yolundayken liberalizme eğilir; burjuvazi kendi üstünlüğünü sağlar sağlamaz zorlu demokratik nöbetler geçirir; ama altındaki sınıf proletarya bağımsız bir harekete girişmeye görsün, yine içler acısı bir yılgınlık içine düşer.” (Almanya’da Burjuva Dem. Dev. S. 275, 276)
Marx ve Engels, 1850 Mart’inda kaleme aldık-lan “Komünistler Birliği’ne Çağrı’da küçük-burjuva demokratik muhalefete karşı izlenmesi gereken tavır konusunda şunları yazarlar:
“Devrimci işçi partisinin, küçük-burjuva demokratlara karşı tutumu şöyledir: Devirmeyi amaçladığı kesime, onlarla birlikte karşı çıkar; kendi çıkarları uğruna durumunu sağlamlaştırmaya çalıştıkları her şeyde onlara karşıdır.
Tüm toplumu devrimci proleterler için devrimden geçirme isteğinden çok uzak bulunan demokratik küçük-burjuvazi, var olan toplumu kendileri için olabildiğince katlanılabilir ve rahat hale getirmeyi sağlamak için toplumsal koşulların değiştirilmesi yönünde çaba gösterir. Bu yüzden her şeyden önce bürokrasinin kısıtlanması yoluyla devlet giderlerinin azaltılmasını ve belli başlı vergilerin büyük toprak sahipleriyle burjuvaziye kaydırılmasını isterler; ayrıca kamusal kredi kurumları ve tefeciliğe karşı yasalar yoluyla büyük sermayenin küçük sermaye üzerindeki baskısının ortadan kaldırılmasını isterler; böylelikle kendileri ve köylüler için, kapitalistlerden almak yerine, devletten elverişli koşullarla avanslar alma olanağı doğacaktır. Bundan başka, feodalizmin tamamıyla ortadan kaldırılması yoluyla kırsal bölgede burjuva mülkiyet ilişkilerinin kurulmasını da islerler. Bütün bunları gerçekleştirmek için, kendilerine ve müttefikleri olan köylülere çoğunluğu kazandıracak, ister anayasal, ister cumhuriyetçi olsun demokratik bir devlet düzenine, komünal mülkiyetin ve halen bürokratlar tarafından yerine getirilen bir dizi işlevin denetimini doğrudan doğruya onların eline verecek demokratik bir komün düzenine gerek duyarlar.” (Marx, Engels, Lenin; İşçi Sınıfı Partisi Üzerine, Sol Yay. 1. Baskı, 1979, S. 43)
Küçük-burjuva demokratların ezildikleri, dolayısıyla muhalefette oldukları dönemlerde proletaryaya bakışları ve çağrıları nedir? Proletaryaya ellerini uzatırlar ve “demokratik bir partide her türden görüşleri kapsayacak, büyük bir muhalefet partisinin kurulması için” çaba gösterirler. Böyle birlik proletarya için kabul edilebilir bir birlik değildir. Çünkü sonuçta proletaryanın burjuva demokratik bir hava içinde eriyip gitmesini ve kendi talep ve özlemlerini, bunları asla kendisine vermeyecek olan sınıfların insafına terk etmesini yaratacak olan bir durumdur bu. Bir devrim içinde bile proletaryanın görevi, küçük-burjuva demokratlarının peşinden örgütsüz bir şekilde sürüklenmek değil, (henüz kurulmamışsa) derhal kendi parti örgütünü kurmak, demokrasi mücadelesinin başına geçip iktidar yolunda örgütlenme faaliyetini sürdürmek olmalıdır.
Proletaryanın bağımsız bir parti olarak örgütlenmesi devrimin en temel sorunlarındandır. Çünkü zafere ulaşmış her devrim sonrasında küçük-burjuvazi, zafer sarhoşluğu içinde, burjuvazi ile proletarya arasında arabuluculuk görevini üstlenecek, devrimin meyvelerinden proletaryayı mümkün olduğunca mahrum etmek isteyecektir. Bu yüzden,
“İşçiler, savaşım sırasında ve savaşımdan sonra burjuva demokratların istemleri yanında kendi istemlerini her fırsatta ortaya koymalıdırlar. Demokratik burjuvalar hükümeti ele geçirme işine girişir girişmez işçiler için güvenceler istemelidirler. Gerektiğinde bu güvenceleri zor yoluyla elde etmeli ve yeni yöneticilerin olanaklı tüm ödünlerin ve verilmiş sözlerin yükümlülüğü altına girmelerini genel olarak sağlamalıdırlar. Genel olarak her yenilgi sokak savaşından sonra meydana gelen zafer sarhoşluğu ve yeni şeyler için duyulan coşkuyu her bakımdan apaçık bir güvensizlik göstererek elden geldiğince denetim altına almalıdırlar. Yeni resmi hükümetler yanında, aynı zamanda, ister belediye komiteleri, belediye kurulları biçiminde, ister işçi kulüpleri ya da işçi komiteleri biçiminde olsun, kendi devrimci işçi hükümetlerini kurmalıdırlar ki, burjuva demokratik hükümetler yalnızca işçi desteğini o anda yitirmekle kalmasınlar, ardından tüm işçi yığınlarının bulunduğu makamlar tarafından daha başlangıçtan itibaren gözetlendiklerini ve tehdit edildiklerini görsünler. Kısacası yenilginin ilk anından başlayarak güvensizlik yenik düşmüş gerici partiye karşı değil, işçilerin o güne kadarki müttefiklerine, ortak zaferi kendisi için sömürmek isteyen partiye karşı yöneltilmelidir.
Ama işçilere karşı ihaneti zaferin ilk saati ile birlikte başlayacak olan bu partiye karşı etkin ve korkutucu bir biçimde karşı koyabilmek için, işçilerin silahlanmış ve örgütlenmiş olması zorunludur. Tüm proletaryanın yivli ve yivsiz tüfeklerle, toplarla ve cephaneyle silahlandırılması derhal gerçekleştirilmeli, işçilere karşı kullanılan eski milis muhafızlarının tekrar kurulmasına karşı konmalıdır. Ancak, bu sonucun gerçekleştirilemediği yerde, işçiler, komutanları kendileri tarafından seçilen ve kendilerinin seçtiği bir genelkurmaya sahip bir proleter muhafız olarak kendi başlarına örgütlenmeye, devlet gücünün değil, işçiler tarafından kurulmuş, devrimci belediye konseyinin buyruğu altına geçmeye çalışmalıdırlar… Silahlar ve cephane hiçbir gerekçeyle elden çıkarılmamalı, her silahsızlandırma girişimi gerekirse zor yoluyla boşa çıkarılmalıdır.” (Engels/İşçi Sınıfı Partisi Üzerine, S. 47, 48)
“Her yerde, küçük-burjuva adayların karşısına işçilerin adayları çıkarılmalı, kendi proleter bağımsız propagandamız asla terk edilmeden, bir yandan da küçük-burjuva demokratların reformist istemleri ve kararları karşısına, en uç sınırına kadar reform talepleri ile çıkılmalı ve özel mülkiyete yapılacak dolaysız saldırılar talep edilmelidir. Büyük sanayi, ulaşım vb. sektörlerinin devletleştirilmesi, kapitalistleri yıkıma götürecek düzeyde, hızla oranı artan vergilerin konması gibi.”
Ve bu süreç içinde proletarya hızla kendi güçlerini bir araya getirip özel mülkiyete karşı topyekûn saldırıya geçeceği anın hazırlıklarını yapmalıdır. İşçiler en büyüğünden en küçüğüne bütün sömürücü sınıflan iktidardan uzaklaştırmadıkları sürece, kendi kurtuluşlarını sağlayamazlar. Bu yüzden Marx’ın ünlü deyişindeki gibi:
“İşçilerin savaş haykırışı şu olmalıdır: Sürekli devrim!”
Aynı bakış açısıyla Lenin 1905’te şunları yazacaktır:
“Burjuva, ihtilalci veya Çar’a karşı mücadelede muhalefette olduğu sürece sosyal demokratların onları “desteklemesi” gerekir.” (Lenin, Proletaryanın Demokrasi Mücadelesi, S. 10)
“Proleter, burjuva demokratlarından güvenilir demokrat çıkmadığını hiçbir zaman unutmayacaktır. Proleter, burjuva demokratlarını panik korkusu yaratmaktan kaçınmak için veya güvenilir olduklarına inandıkları için değil, baskı yönetimine karşı ne zaman ve ne ölçüde karşı çıktıklarına bakarak destekleyecektir.’l (Lenin, a.g.e., S.25)
“Demokratik devrimden bahsetmek ve kendini proletarya ile “burjuvazi” arasındaki çıplak zıtlığa gömmek, sadece saçmalıktır, çünkü bu devrim, çoğunluğunun proletarya ile burjuvazi arasında yer alan ve büyük bir küçük burjuva, köylü tabakasından meydana gelen toplumun gelişimini belirler. Demokratik devrimin henüz tamamlanmamış olması nedeniyle bu büyük tabakanın kelimenin tam anlamıyla politik şekillerin gerçekleştirilmesi meselesinde burjuvaziden çok proletarya ile daha fazla ortak çıkarı vardır.”‘(Lenin, age., S. 30, 31)
Gerek 19. yüzyıl Avrupa’sında, gerekse 1905 ve 1917 Şubat ve Ekim devrimlerinde açıkça görülen şudur: Devrimi ve ayaklanmayı başlatan ve sonuna dek kararlı bir şekilde sürdüren hemen her yerde proletarya olmuştur. Küçük-burjuvazi ise çatışmaların seyrine bağlı olarak çeşitli düzeylerde devrime katılmış ve zaferin garantilendiği her yerde proletaryanın önüne geçerek iktidardan en büyük payı kapmaya çalışmıştır. Bunu birçok kez de başarmıştır. Lenin;
“Sosyal-Demokrasi diyor, ayaklanmayı örgütleyebilir, hatta ayaklanma için tayin edici etmen olabilir. Fakat sosyal-demokrasinin ayaklanmada öncü rolü olup olmadığı önceden kestirilemez; bu proletaryanın gücüne ve örgütlenmesine bağlı olacaktır. Küçük-burjuvazi daha iyi örgütlenmiş ve diplomatları daha üstün, daha iyi eğitilmiş olabilir.” (Lenin, İlk Bolşevik Kongresi, Tan Yay., 1977, S. 64)
Lenin’in bu konudaki kaygıları haklıdır. Çünkü çoğu kez, savaşan sınıflar toplumun alt sınıflan olduğu halde, bilinç ve örgütlenme eksikliği sonucu iktidarı kendi elleriyle kendileri dışındaki sınıflara teslim etmişlerdir. Küçük-burjuva egemenlik de çoğu kere burjuva egemenliğinin üstü örtülü bir biçimi ya da burjuva egemenliğine geçişte bir yolu düzleyici işlevi görmektedir. 1905 devriminin ortaya çıkardığı fiili özgürlük ortamının pratik sonuçlarını Lenin şöyle aktarıyor:
“Rus Devrimi henüz başladı, ama şimdiden burjuvazinin siyasi devrimlere özgü tüm özelliklerini açıkça ortaya koyuyor. Ah sınıflar savaşıyor, üst sınıflar bunun meyvelerini topluyor. Devrimci mücadelenin bütün inanılmaz güçlükleri proletaryanın ve burjuvazi içinden birkaç genç aydının omuzlarına yükleniyor. Kısmen kazanılmış özgürlüklerin (daha doğrusu özgürlük parçacıklarının) onda dokuzu toplumun üst sınıflarına, yani çalışmayanlarına gidiyor. Yasalara rağmen şimdiki Rusya’da on yıl önceyle karşılaştırılamayacak derecede konuşma, toplanma, basın özgürlüğü var ama bundan sözü edilmeye değer miktarda yalnız burjuva gazeteleri ve “liberal” toplantılar yararlanıyor.” (Lenin, Proletaryanın Demokrasi Mücadelesi, S. 52)
Ayaklanmanın zaferi ve iktidar organlarının “halkın eline” geçmesi koşullarında bile, zengin sınıfların “iktidar deneyimleri” ve politik manevraları ile çoğu kez “halk iktidarının” burjuva egemenliğinin bir biçimine dönüşmesi sonucuna varıyordu.
“Başlangıçta -diyor Lenin- Sovyetler tüm köylülüğü bir araya getiriyorlardı. Yoksul köylülerin kültür eksikliği geri durumu ve bilinçsizliği yönetimi kulakların, para babalarının, kapitalistlerin, küçük-burjuva aydınların ellerine bırakıyordu. Küçük-burjuvazinin, Menşeviklerle devrimci-sosyalistlerin egemenlik dönemiydi bu. (…) Zorunlu olarak, küçük-burjuvazi, burjuvazi (Kerenski, Kornilov, Savinko) diktatoryası ile proletarya diktatoryası arasında duraksıyordu…”(Lenin, Proleter Devrim ve Dönek Kautsky, Bilim ve Sosyalizm Yay. 5. Baskı, 1989, S. 88) Küçük-burjuva egemenliğinin, proletaryanın iktidarı devralması ve devrimi daha ileriye (sosyalizme) taşıması gerçekleşmediği sürece, kapitalizmin ve burjuva egemenliğinin sınırlarını aşamayacağı açıktır. Küçük-burjuvazi hakkında “sosyalist hayaller” taşımadığınız sürece böyledir bu. Kentin ve kırın küçük burjuva sınıflarıyla proletarya arasındaki ittifakın temeli bu yüzden burjuva demokratiktir. Yani bütünüyle kapitalizmi ve özel mülkiyeti hedeflemez. Ancak, burada unutulmaması gereken şudur ki, proletarya asgari ortaklığı olan demokratik devrim uğruna asıl hedefi olan sosyalizmi onun pratik ve örgütsel hazırlıklarını bir kenara bırakmaz. Diğer bir deyişle, proletarya burjuva demokrasisinin temsilcisi olan sınıflarla bir burjuva demokrat olarak değil, “sosyalist demokrasinin temsilcisi” olması sıfatıyla ve bunu açıkça ortaya koyarak ittifak yapar. Anlaşılacağı üzere bu ittifak, kendi içerisinde sınıf mücadelesini inkar etmeyen, ortak düşmanın yıkıldığı andan itibaren çeşitli biçimlerde bileşenlerine ayrılacak ve “burjuva demokrasisi” ile “proletarya demokrasisi” arasındaki yol ayrımına ülkeyi taşıyacak olan bir ittifaktır. Lenin’in İki Taktik’te “Devrimci İşçi Köylü İktidarı”nı bir düzen örgütü değil bir savaş örgütü olarak görmesi bu bakışta anlamını bulmaktadır. Çünkü iktidarın proletarya ve köylülük ittifakının eline geçmesi, ardından, kaçınılmaz olarak “bundan sonra nereye gideceğiz” sorusunu gündeme getirecektir. Çünkü her siyasal iktidarın kaçınılmaz olarak bir “ekonomik sistem” doğrultusunda kararlar alması ve uygulaması zorunludur. Bu durum, emekle sermayenin, zenginlerle yoksulların, proletaryanın ve müttefiklerinin, burjuvazi ve müttefikleriyle karşı karşıya gelmesi demektir. Devrimin “burjuva demokratik” kapsamı ve irade birliği tamamlanmış, yerini yeni bir sürece bırakmıştır. Stalin’in özlü bir şekilde ifade ettiği gibi, şimdi: “İki yol vardır. Ya ileriye sosyalizme, ya da geriye kapitalizme.”
Devlet bir sınıfın başka sınıflar üzerinde baskı aracıdır. Bu tanımı hepimiz bilir ve sık sık kullanırız. Devletin birden çok sınıfa ait olduğu durumlar da vardır. Burjuva-feodal devletler, işçi-köylü devletleri gibi. Böylesi durumlarda mutlak bir denge durumu değil, bir geçiş süreci söz konusudur. Yani, ittifak üzerine kurulu bir devlette de, süreç tek bir sınıfın egemenliğine doğru bir seyir izler. Bir an için süreci durdurduğumuzu kabul etsek dahi, verili anda yine de devlete egemen olan sınıflardan (ve partilerden) biri diğerlerine göre egemen durumdadır. Yani, egemen sınıflar bileşkesinde bile biri daha egemendir. Örneğin 1905’te Lenin, İki Taktik adlı yapıtında, bir yandan işçilerin ve köylülerin ortak iktidarından söz ederken, bir yandan da bu iktidarı “küçük-burjuva demokratik” bir iktidar olarak değerlendirmektedir. Çünkü o günkü koşullarda gerçekleşecek olan bir devrimin, iktidarda kaçınılmaz olarak küçük-burjuva demokratların (Rusya için köylülerin) egemenlik kuracaklarını tespit etmiştir. Yine 1917 Şubat devrimi ile kurulan Sovyetler işçilere ve köylülere dayanıyor olmasına karşın, Menşevik ve sosyalist devrimci egemenlik yüzünden Lenin, Sovyetlerde iktidarın küçük-burjuvazide olduğunu belirtiyordu. Oysa Ekim Devrimi de iki sınıfa, proletarya ve yoksul köylülüğe dayalı olarak gerçekleştiği halde onun bir proleter sosyalist devrim olduğundan kuşku duymayız. Çünkü bu devrim, Sol Sosyalist-Devrimciler diye bilinen yoksul köylüleri temsil eden parti ile birlikte gerçekleştirildiği ve iktidar başlangıçta onlarla paylaşıldığı halde; proletaryanın temsilcisi olan Bolşeviklerin kesin egemenliği sonucu gerçekleşmiş ve devlet örgütlenmesinde Bolşevik egemenlik başından itibaren kurulmuştur.
Stalin bu süreci şöyle ifade ediyor.
“Ekim’e doğru proletaryanın ve yoksul köylülüğün diktatörlüğü sloganı atında yürüdük ve bunu, her ne kadar biz Bolşevikler çoğunlukta olduğumuz için proletarya iktidarı bir gerçek idiyse de, sol-kanat sosyalist devrimcilerle bir blok teşkil ederek onlarla yönetimi paylaştığımız sürece biçimsel olarak Ekim’de gerçekleştirdik. Bununla birlikte sol-kanat sosyalist devrimcilerin “darbecinden sonra, bunlarla kurduğumuz blok parçalandıktan ve iktidarın tamamı kayıtsız şartsız tek bir partinin, devletin yönetimini başka bir partiyle paylaşmayan ve paylaşamayan bizim partimizin eline geçtikten sonra, proletaryanın ve yoksul köylülüğün diktatörlüğü resmen sona erdi. Bu bizde proletaryanın diktatörlüğü denen şeydir.” (Stalin, Leninizm’in Sorunları, Sol Yay., S. 205)
Açıkça görülüyor ki, devrimlerin ve iktidarların gelişimi içinde yaşanan pratik sürecin, nesnel ve öznel koşulların dayattığı uzun ve kısa vadeli ittifaklar, ortak iktidarlar vb. somut gerçekliklerdir. Burada sorun, her ittifakın ve her iktidarın, sonuçta tek bir sınıf egemenliğine doğru gelişiminin kaçınılmazlığını kavrama ve bu gelişimin ileriye, çağımız açısından düşünürsek “sosyalizme” doğru gerçekleşebilmesi için tarihsel görevlerimizi kavrama ve yerine getirme sorunudur.

KÖYLÜLÜK İÇİN
Feodal toplumun köylüsü, “sertlik” özellikleriyle, toprak ağalan karşısında hemen hemen tek bir sınıf oluşturur. Ancak, kapitalizmin kentlerde gelişmesi ve kırsal üretimi de meta ekonomisinin çarkları içine almaya başlamasıyla birlikte, köylülük de kendi içinde sınıfsal ayrışmalara başlar. Kentteki sınıfsal çelişmeler, kırda da kendi özgürlükleri ile doğup gelişmeye başlar. Feodal sömürü biçimlerine, kapitalist sömürü biçimleri eklenerek bir yandan serflik kalıntıları ile gelişen yeni üretim tarzı arasındaki çelişme keskinleşirken, bir yandan da kırda emek ve sermaye arasındaki çelişme doğar ve gelişmeye- başlar. “Toplumlar bir kez meta ekonomisi içine girdiler mi kaçınılmaz olarak kapitalizme doğru ilerlerler” (Lenin) Köylülükteki farklılaşma, yoksul, orta ve zengin köylülerin ayrışması ve aralarındaki uçurumların kapitalizmin doğası gereği gitgide derinleşmesi şeklinde gelişir.
Yoksul köylülük proleterleşme sürecindeki köylülüğü ifade eder. Elindeki son topraklarını da yitirme aşamasındaki, geçimini çoğu kez başkalarının yanında ücretli işçi olarak çalışmakla sağlayabilen, ağaya, bankaya, tefeciye borç içinde beli bükülmüş yan-proleter köylü kesimini oluşturur. Bir adım daha attığında proleterleşecektir ve bu yüzden, tarım proletaryası ile birlikte kırda çıkarları yalnızca demokratik devrimde değil, sosyalizmde olan kısmı oluştururlar. Yoksul köylülük, sosyalist devrimde kent ve kır proleterlerinin en temel müttefikidir.
Orta köylülük, kent küçük burjuvazisinin kırdaki karşılığıdır. Bundan, “sözcüğün iktisadi anlamıyla çok büyük sayılamayacak toprak parçalarının sahibi, ya da onları kiralayan çiftçileri anlamak gerekir, bununla birlikte, bu topraklar onlara kapitalist rejimde, genel olarak yalnız ailelerinin geçimini ve işletmelerinin bakımını sağlayacak mütevazi olanaklar sağlamakla kalmaz; aynı zamanda hiç olmazsa bereketli yıllarda, sermaye olmaya elverişli belirli bir kazanç fazlası da getirir.” (Lenin, İşçi Sınıfı ve Köylülük, Sol Yay, S. 286)
Yine de orta köylü kapitalist egemenlik koşullarında çoğu kez “kıtı kıtına” geçinen bir sınıftır. Çiftçilik gelirlerini karşılamaz ve çeşitli türden, sanayilerde emek güçlerini satarak ya da ek işler yaparak geçimlerini sağlarlar. Lenin, Halkın Dostları Kimlerdir Ve Sosyal Demokratlara Karşı Nasıl Savaşırlar? adlı yapıtında, orta köylülerin “daha şimdiden yarı-köylü, yan-işçi” olduklarını yazar. (Bkz: age,S. 98, 99) Yoksullaşma düzeyi arttıkça.bunların geçimlerini kendi topraklarından çok, “başka işler”den sağlamak zorunda oldukları gerçeği oluşur.
“Burada, üst grupların burjuvaziye, ali grupların ise proletaryaya dönüşmekte olduğu küçük üreticilerin tam farklılaşma sürecinin söz konusu olduğu çok açıktır.”(Lenin, age, S. 99)
“…Köylülerimizin ve el sanatçılarımızın parçalanması ve köylülükten çıkması, tam da Rus gerçekliğine, ilişkin sosyal-demokrat anlayışın, köylülerin ve el sanatçılarının terimin “kesin” anlamıyla küçük üreticiler, yani küçük-burjuvazi olduğu yolundaki anlayışın doğrululuğunun olgusal kanıtını sağlar.”(Lenin, age., S. 109)
Zengin köylülük, geniş ve verimli toprakların sahibi olan çiftçileri tanımlar. Bunlar çoğu kez, ücretli işçi de çalıştıran, topraklarının bir kısmını ortakçılık ve kiracılık yoluyla değerlendiren, tümüyle üretimden ve “emekçilikten kopmamış olsa bile, gittikçe aratan ölçüde kapitalist sömürüye de başvuran kesimlerdir. Yine de, belirttiğimiz gibi, bunların şileleri ile birlikte üretim içinde bulunmaları, hem emekçi, hem sömürücü özellikleri bunları kentteki kapitalist sınıfından ayırır. Bu sınıf bir geçiş sürecindedir ve bir üst kesimi tümüyle modern üretim temelinde topraklarını işleten ve üretimden kopmuş, ücretli işçi çalıştıran kapitalist çiftçileri oluşturur.
Geri kalmış ülkelerde olduğu gibi, gelişmiş kapitalist ülkelerde de yaygın bir küçük üretimin ve mülk sahibi emekçi köylü kesimlerinin varlığı, Marksistleri, “köylülük” konusunda politikalar belirlemeye zorlamış ve devrimde köylülüğün rolü konusunda olduğu kadar, devrimden sonra ve proletarya iktidarı altında köylülüğün çeşitli kesimlerine karşı takınılacak tavır konusunda onları düşünmeye ve yazmaya itmiştir.
Engels, ölümünden bir yıl önce, 1894’te kaleme aldığı yazılarında; “hiçbir aklı başında sosyalist, rast gele durumlarda orta köylülüğe karşı şiddete girişmeyi asla düşünmemiştir” diye yazıyordu. Lenin, bu önemli tespiti anımsattığı bir yazısında şöyle devam ediyordu: “Bu görüş bazen unutulan ama hepimizin teorik bakımdan anlaştığımız bir gerçeği bize gösteriyor: Kapitalistler ve köy soylularına gelince, görevimiz, onları tüm olarak mülksüzleştirmektir. Ama orta köylüye karşı hiçbir şiddeti kabul etmiyoruz.
Hatta varlıklı köylüler konusunda bile, “Zengin köylülerin ve kulakların tam mülksüzleştirilmesi” sloganını burjuvaziye karşı ileri sürdüğümüz kesinlikle savunmuyoruz. Bu ayrım, programımızda almıştır. Bizim dediğimiz, varlıklı köylülerin direncinin kırılması, onların karşı devrimci girişimlerinin önlenmesidir. Bu, tam mülksüzleştirme değildir.” (Lenin, İşçi Sınıfı ve Köylülük, S. 238)
Küçük köylü mülkiyeti, esasında, kapitalist büyük üretim karşısında “gerici ve tutucu” bir konumdadır. Küçük-burjuvazi, kapitalizmin gelişen devasa güçleri karşısında küçük dükkânına ve toprağına sarılarak, üretici güçlerin zorunlu gelişme yasası karşısında, bireysel ve daha az üretken emeğin kutsanması ve korunması mevzisinde durarak, geleceği değil, geçmişi temsil eder. Bu yüzden Marksizm, programma hiçbir zaman, kapitalizmin gelişme yasalarına karşı onun küçük mülkünü koruma ve savunma gibi bir sorunu işlememiştir. Marx ve Engels tarafından daha önce ortaya konulan bu gerçeği, Lenin, Partinin tarım programına ilişkin açıklamalarında şöyle özetler:
“Öte yandan köylülük hakkında, günümüz toplumunda çiftçilerin ve küçük toprak sahiplerinin bir sınıfı olmaları bakımından onların çıkarlarını savunmayı hiçbir şekilde üstlenmiyoruz. Böyle bir şey yok. “İşçilerin kurtuluşu işçi sınıfının kendisinin bir hareketi olmalıdır” ve bu nedenle sosyal-demokrasi yalnızca proletaryanın çıkarlarını -doğrudan doğruya ve tümüyle- temsil eder ve yalnızca onun sınıf hareketi ile sağlam organik birlik için çalışır. Günümüzün toplumunda yer alan bütün öteki sınıflar, yürürlükteki toplumsal düzenin kurumlarının muhafazasından yanadırlar. Sosyal demokrasinin, ancak belli durumlarda ve somut ve kesin olarak belirlenmiş koşullarda bu sınıfların çıkarlarını üstlenmesinin nedeni budur, örneğin onun burjuvaziye karşı savaşımında, küçük köylüler de dahil olmak üzere küçük üreticiler sınıfı gerici bir sınıftır. Ve bu nedenle “küçük ölçekli çiftçiliği ve küçük mülkiyeli kapitalizmin saldırısından korumak suretiyle köylülüğü kurtarmaya çalışmak, toplumsal gelişmenin gereksiz yere geciktirilmesi olacaktır-, köylülüğü, kapitalizmde bile zengin olmanın olanaklı olduğu hayalleriyle aldatmak anlamına gelecektir-, emekçi sınıfları birbirinden ayırmak ve çoğunluğun zararına olmak üzere azınlık için ayrıcalıklı bir durum yaratmak anlamına gelecektir.” (Lenin, İşçi Sınıfı ve Köylülük, S. 13 M)
O halde köylülükle proletaryanın ittifakını olanaklı kılan nedir? Bu sorunun iki dönemli yanıtı vardır. Birinci olarak, feodalizm kalıntılarına karşı mücadelede, köylülüğün toprak ve özgürlük mücadelesi ilerici bir mücadeledir. Yani, meta üretimine dayalı küçük köylü mülkiyeti, kapalı ekonomi ilişkileri içindeki feodal üretim ilişkilerine göre ileriyi ve gelişmeyi ifade eder. Bu yüzden, Marx, Engels, Lenin ve Stalin, köylülüğün “burjuva demokratik devrimdeki rolü” konusuna önemle değinmişler, anti-feodal harekette köylülüğün rolünü küçümsemenin devrimi olanaksız kılacağım sık sık belirtmişlerdir. Meta ekonomisini ve kapitalizmi temsil eden mülk sahibi köylülüğün, (zengini ve yoksuluyla “bütün” köylülüğün) feodalizme karşı desteklenmesi feodalizme karşı mücadelede Marksist taktiğin özünü oluşturur.
“Bürokrata ve toprak beyine karşı verilen savaşım, bütün köylülerle birlikte, hatta hali-vakti yerinde köylülerle ve orta köylülerle birlikte yürütülebilir. Ve yürütülmektedir. Öte yandan, burjuvaziye karşı savaşım ancak kır proletaryası ile birlikte ve bundan dolayı da hali-vakti yerinde olan köylülere karşı tutarlı bir biçimde yürütülebilir.” (Lenin, age., S. 166)
Görüldüğü gibi artık zenginler ve yoksullar arasındaki irade birliği ortadan kalkmıştır. İşte bu noktada proletarya ile köylülük ittifakının yeni bir süreci başlamıştır ki bu da; proletaryanın, köylülüğün yoksul, yarı-proleter kesimleri ile birlikte; kentte ve kırda sermaye düzenine karşı ortak mücadelesi ve sosyalizmin inşası sürecindeki ittifaklarıdır.
Büyük sanayinin, iç ve dış ticaretin proletaryanın elinde toplanması, gelişen üretici güçler ve kent ile kırın emekçi kesimleri arasında kurulan sağlıklı ilişkiler sonucu, orta köylülük de bu sürece bağlı olarak sosyalizme yandaş hale getirilebilir. Bunun için orta köylülüğe karşı akılcı bir politika izlenmesi, devlet eliyle kurulacak örnek ortak kooperatif işletmeleri, kolektif çiftlikler aracılığıyla toplumda ortak mülkiyetin daha avantajlı ve verimli olduğunu göstermelidirler. Yani, ideolojik eğitinle de desteklenen bir şekilde, üretici güçlerin gelişmesi, insanın maddi ve manevi ihtiyaçlarının azamisiyle giderilmesi açısından, sosyalist kolektif üretim ilişkilerinin, bireysel üretimden daha üstün olduğu pratik olarak da ortaya konulmalıdır.
Engels, bütün bu anlattıklarımızı şu şekilde ifade ediyor:
“Küçük topraklar üzerinde çalışan köylülere, kapitalist üretimin üstünlüğü karşısında, onları bireysel mülk ve işletmelerin sahipleri olarak koruyacağımız vaadinde bulunamayız. Onlara sadece, onların mülkiyet ilişkilerine, onların isteğine karşı, kaba güç yardımıyla karışmayacağımızı vaat edebiliriz. Ayrıca, kapitalistler ile büyük toprak sahiplerinin küçük köylülere karşı savaşımının daha bu günden itibaren daha dürüst araçlarla yürütülmesi ve bugünkü dolaysız soygun ve dolandırıcılığın olanak ölçüsünde engellenebilmesi için, elimizden geleni de yapabiliriz. Bu, ancak bazı ayrıksın durumlarda başarılı olacaktır. Gelişmiş kapitalist üretim biçimi içinde, dürüstlüğün nerede bilip dolandırıcılığın nerede başlayacağını kimse bilemez. Ama kamu erkliğinin aldatılan ya da aldanan yanda olup olmadığına göre, işler her zaman birbirinden çok başka olacaktır. Ve biz kesinlikle küçük köylüden yana olacağız; yazgısını daha katlanabilir kılmak, eğer aklı yatmışsa kooperatife geçişini kolaylaştırmak ve hatta eğer aklı yatmamışsa, ona kendi küçücük toprak parçasının sahibi olarak düşünme zamanı bırakmak için, elden gelen her şeyi yapacağız.” (Engels, Almanya’da Burjuva Demokratik Devrim, Sol Yay. S. 426)
“Öyleyse partiye de, köylülere de, niyetimizin küçük toprak mülkiyetini sürekli bir biçimde korumak olduğu izlenimini uyandıran açıklamalarda bulunmaktan daha kötü bir hizmette bulunamayız… Tersine, partimizin ödevi, köylülere, kapitalizm iktidarda olduğu sürece, o mutsuz durumlarını durup dinlenmeden açıklamak; küçük mülkiyetlerini, küçük mülkiyet olarak korumasının kesinkes olanaksız olduğunu, büyük kapitalist üretimin, tıpkı bit demiryolunun bir el arabasını ezdiği gibi, onların o güçsüz ve günü geçmiş küçük işletmeleri üzerinden geçmesinin kaçınılmaz bulunduğunu onlara göstermektir. Eğer böyle davranırsak kaçınılmaz iktisadi gelişme yönünde davranmış olacağız ve bu gelişme, küçük köylülere, sözlerimizin doğruluğunu göstermiş olacak.” (Engels, age., S. 427)
Öyleyse orta köylüye karşı tavır sorununa şöyle yaklaşabiliriz: Saldırılanınızı esas olarak burjuvaziye yönelttiğimiz dönemde, orta köylüyü tarafsızlaştırma, sosyalizmin ekonomik inşası sürecinde ise iknaya dayalı bir şekilde orta köylüyü kazanma ve onunla kolektif mülkiyete yönlendirmeyi esas alan bir ittifak. Zengin köylülüğe karşı izlenecek yol ise, ihtiyacı ve kendine bakabileceği kadar bir toprak dışındaki mülkiyetini kamulaştırma, siyasal olarak yaratabileceği sorunlara karşı ise uyanık davranılarak, bunlar üzerinde diktatörlük uygulamaktır.
Demek ki, köylülüğe karşı tavır, feodalizme karşı köylülüğün “bütün kesimleri” ile ittifak iken, mücadelenin sivri ucu sermayeye karşı yöneldiğinde, yoksul ve sömürücü olmayan kesimleriyle; zengin ve sömürücü kesimlerine karşı ittifak olarak dönüşmektedir. Genel olarak köylüler karşısındaki Marksist-Leninist tutum budur.

AYDINLAR, MEMURLAR, ÜCRETLİ DİĞER EMEKÇİ KESİMLER İÇİN
Kapitalizmin gelişmesi, sürekli olarak kentsel nüfusun kırsal nüfusa oranla artmasına, bir yandan da kır ve köy yaşamında kapitalist ilişkilerin eskiye oranla gittikçe daha egemen bir hale gelmesine yol açmaktadır. Kapitalist egemenliğin ve ilişkilerin derinlemesine gelişip yaygınlaşması, gerek devletin, gerekse kapitalist şirketlerin ülke genelinde gitgide daha fazla yönetici, uzman, bürokrat ve hizmetli ihtiyacına yol açmaktadır. Kapitalist gelişmeye, memur sayısında görece bir artışın eşlik ettiği görülmektedir. Uzmanlara ve memurlara duyulan bu ihtiyaç, onları proletarya karşısında ayrıcalıklı bir konuma getirir. Ancak kapitalizm bununla yetinmez. Bir yönüyle, kafa emeği ile kol emeğini, devlet memuru ile işçiyi karşı karşıya getiren ve birincilere aynalık tanıyan burjuvazi, diğer yandan da, uzmanları sanatçıyı, bilim adamını, memuru, aydını “işçileştirir”, ücretli hizmetkârları durumuna sokar. Bunu iki türlü yapar. Bir yandan bütün üretim araçları ve üretim nesneleri üzerinde sermayesi ile sınırsız egemenliğini kurar, yalnızca fabrikalarda değil, okullar, bilim ve kültür kuruluşları, laboratuarlar, gazete ve matbaalar vb. zihinsel üretim alanının da üzerinde bir tekel oluşturur. İkinci olarak ise, buralarda ihtiyacının da üzerinde “okumuş hizmetkâr” yetiştirerek, hem bunlar arasından en işine yararlarını seçip kullanır, hem de tıpkı proletaryaya yaptığı gibi, sürekli bir “okumuş işsizler ordusu” ile onları kendilerine daha iyi ve daha ucuza hizmet etmeye zorlar. Öğretmen, sağlıkçı, maliye çalışanları, çeşitli devlet ve özel sektör hizmetlileri, bir yandan düşük ücretler ve geçim sıkıntıları ile diğer yandan ise gerici baskılar, sürgün ve kıyımlarla birlikte yaşam savaşı verirler. Aydınların büyük bir kesimi özgürce üretememe ve düşüncelerini açıkça ifade edememenin sıkıntısı ile bunalırlar. Bilim adamları, aç kalmamak için istedikleri alanlarda değil, “işveren”lerinin istedikleri alanda “bilimsel” çalışma yapmak, zorunda bırakılırlar. Sanat ve bilim, özgürleşme ve insanlığa hizmet alanından çıkar. Böylesi bir dünyada, aydınlar ve bilim adamları sanatçılar arasından birçok demokratik tepki ve muhalefet kapitalizme karşı yükselir. Ancak yine de küçük-burjuva yaşam tarzı ve kapitalizmin kırıntıları ile sağlanan ayrıcalıklar sonucu, aydın kesiminde düzenle bağlarını sürdürme, ondan tümüyle kopamama eğilimini de sürekli diri tutar. Memurlar içinde proletaryaya en yakın kesimleri öğretmenler (özellikle ilk ve ortaöğrenimdekiler), sağlıkçılar gibi kesimler oluşturur. Bunlar, mülkiyet ilişkileri ve yaşam standartları bakımından hemen bütün ülkelerde burjuvaziden çok proletaryaya yakındırlar. Sadece demokrasi mücadelesinde değil, proletaryanın sosyalizm mücadelesinde de saflarından kitlesel bir destek ve katılım yaratırlar. Aydın kesimin özel bir kesitini oluşturan öğrenci gençlik, kapitalizmin ufkunu karartması “diplomalı işsizler ordusu” yaratması ve gençliğe yalnızca karanlık bir gelecek ve çözümsüzlük vaat etmesiyle, muazzam bir “anti-kapitalist” potansiyeli bağrında taşır. Proletarya ve onun öncüsü olan komünistler bu muazzam potansiyeli devrim ve sosyalizm için özel bir örgütlenme içinde (Komünist gençlik örgütlenmesi) değerlendirir ve gençliğin enerjisini ve fedakârlığını saflarına emerler. Bu, sürekli diri ve savaşkan bir parti örgütü olmanın olmazsa olmaz koşuludur.
Memurların, yönetici ve bürokratların üst kesimleri, burjuvazi ve devlete daha yakın kesimleri oluştururlar. Bunlar, bulundukları iş alanlarında çoğu kez devletin (ve polisin) birer ajanı gibi de faaliyet gösterirler.

ULUSAL HAREKET İÇİN
Çokuluslu kapitalist devlet sınırlan içinde, gelişen ulusal hareket, devrimin ve proletarya hareketinin bir müttefiki olarak düşünülmelidir. Çünkü her iki hareket de kendisine hedef olarak kapitalist devleti dize getirmeyi almaktadır. Ulusların kaderlerini tayin hakkının tavizsiz savunucusu olan devrimci proletarya hareketi, diğer yandan ortak düşman olan kapitalist devlet karşı bütün proleterlerin tek bir proletarya partisinde, bütün ezilenlerin de birleşik bir cephe içinde omuz omuza savaşacakları örgütlülükleri yaratmaya çalışır. Devrimci proletarya hareketi ve komünistler, ulusların işgal, ilhak, soykırım ve asimilasyonlarla yok edilmek istendiği, buna karşın ulusal bir direniş ve ayaklanmanın başlatıldığı koşullarda ikiyüzlü burjuva aydınları gibi “ezen ulus milliyetçiliğine de ezilen ulus milliyetçiliğine de karşıyız” diyerek zorbalık ve katliamların alçakça gizlenmiş destekçileri olamazlar. Başka ulusları ezen ulusların özgür olamayacağı bilinci ile proletarya, ulusların kardeşçe birliğine giden yolun ulusların özgürce kendi geleceklerini belirleme hakkına sahip olmasından geçtiği ve ezen ulus burjuvazisine karşı anti-kapitalist ve anti-şovenist mücadeleyi yükselterek başarıya ulaşabileceğini, halkların gönüllü birliğine götüren başkaca bir yol olmadığını bilerek hareket eder. Ezilen ulusun ulusal kurtuluş mücadelesi içindeki burjuva etkinlik ve eğilimlere karşı mücadele etme, ulusal harekete sınıf önderliğini taşıma, ulusal kurtuluş mücadelesini sosyalizmin bir köprüsü haline getirme görevi ise ezilen ulusun proleterleri ve komünistlerinin tarihsel ödevidir.
***
Son olarak devrimci ittifak biçimleri üzerinde duralım. Her toplumsal sürecin kendine özgü nesnel koşulları, çoğu kez kendiliğinden ittifaklar ve eylem birliklerini yaratmaktadır. Devrimci ittifaklar denildiğinde ilk akla gelmesi gereken, işte bu nesnel koşullar üzerinde yükselen sınıfların ve onları temsil eden siyasal birlikler ve partilerin ittifaklarıdır.
Burada gözden kaçırılmaması gereken şudur: İttifak sorununda esas alınması gereken, ortak sınıf düşmanlarına karşı, devrimden çıkarı olan sınıfların mevzilendirilmesidir. Sınıflar adına hareket ettiklerini söyleyen parti ya da grupların ittifakı ise, ancak bu gruplar gerçekten temsil ettiklerini iddia ettikleri sınıflarla asgari düzeyde de olsa bir bağ kurabilmiş olmaları ve sınıflar mücadelesinde belli bir yer işgal ediyor olabilmeleri koşullarında bir anlam ifade eder. Ayrıca sınıfların ittifakı her zaman partilerin ittifakını zorunlu kılmadığı gibi, çoğu kez her sınıfın doğrudan kendisini temsil eden partileri ile ittifak cephesinde yer almadığı da bilinen bir şeydir.
“Sınıfların “ittifakı” hiçbir zaman, ne suda bu güçlü partinin var olduğunu varsayar, ne de genellikle herhangi bir particiliği tanır. Bu, sınıf konusunun partiler konusuyla karıştırılması gibi bir şeydir. Söz konusu olan, sınıfların “ittifakı” asla ne var olan burjuva partilerinden birinin köylülüğe hâkim olması, ne de köylülüğün bağımsız, güçlü bir parti oluşturması demektir. Teorik olarak bu durum apaçıktır, çünkü birincisi, köylülük her hangi bir parti örgütlemeye özellikle az yatkındır, ikincisi ise, köylü partilerinin oluşturulması burjuva devrimleri içinde son derece güç ve uzun bir süreçtir, öyle ki, “güçlü ve bağımsız” bir parti, olsa olsa ancak devrim bitmek üzereyken doğabilir.” (Lenin, Yar Yay: Leninizm’in Düşmanı Troçkizm Derlemesi, 1976, S. 47)
Köylülüğün güçlü ve kitlesel bir örgütlenme ile işçi sınıfı ile uzun süreli ittifakının örneği olarak
Bulgaristan Çiftçi Birliği ile Komünist Partisinin ittifakı gösterilebilir. Arnavutluk devriminde ise proletarya dışında hiçbir sınıf devrime kendi sınıf partileri ile katılmamış, Arnavutluk köylülüğü, şehir küçük burjuvazisi ve ulusal burjuvazi Arnavutluk Komünist Partisi önderliğinde ve ulusal kurtuluş cephesi içinde birleşerek işgalcilere ve yerli gericiliğe karşı savaşmışlardır. Her ülkenin tarihsel ve sosyal-sınıfsal evrimi, o ülkenin sınıfsal ve siyasal çözümlerini içinde barındırmaktadır. Her ülke devrimi kendi özgül yolundan zafere ulaşacaktır. Komünistlerin taktiklerini belirleyen de bu yüzden hazır devrim reçeteleri değil, nesnel sürecin somut siyasal tahlilleridir.
Devrimde hegemonya sorununa da değinerek yazımızı noktalayalım.
Hegemonya sorunu, sınıfların tarihsel rolleri yetenekleri ve örgütlülük düzeylerine bağlı olmakla birlikte, her zaman pratik düzlemde birebir eşleme ile karşılaşmıyoruz. Yani, proletarya ve partisinin, bütün tarihsel misyonuna ve çağa damgasını vuracak olan sınıf olma özelliğine rağmen, belirli tarihsel koşullarda ve birçok nesnel ve öznel neden ile önderlik görevini yeterince yapamadığı gözlenebilir. Birçok kez gözlenmiştir de. Kimse ben öncüyüm dediği için öncü olmaz ve salt bunu söylediği için kimse onun peşine takılmaz. Devrimde hegemonya sorunu da aynen bunun gibi, haklılık ve teorik doğruluk sorunu değil, pratiğin sorunudur.
Lenin’le bitirelim:
“Hegemonya fikrini bir gerçek haline getiren şey, bütün tutarsız (burjuva) demokratların tutarlı tek demokrat (proleter)larca desteklenmesidir. Hegemonyayı bir uzlaşma, karşılıklı anlaşma ve kelimelere dökülmüş bir mesele olarak gören tek grup küçük-burjuva madrabazlarıdır. Proleter görüş açısından bir savaşta hegemonya en enerjik çarpışana, düşmana darbe indirme fırsatını hiç kaçırmayana, söz ile eylemi birbirini tutana, yani demokratik güçlerin lideri olana, yarım kalmış her siyaseti eleştirene geçer.” (Lenin, Proletaryanın Demokrasi Mücadelesi, S. 15)

Mart 1993

Anti – Dühring

Engels’in ölümsüz yapıtı olmasaydı, bugün Dühring adını dünyada kaç kişi bilecekti acaba? Çürütülmüş teorik temeli ve yapıtlarıyla birlikte, Alman sosyalist hareketinin bir döneminin bu “yıldızı parlak” kişiliği; şimdi Marksizm karşısında aldığı tarihsel yenilgi ile belleklerimizde yaşıyor.
Anti-Dühring’in önemini anlayabilmek için, yazıldığı siyasal koşulları iyi bilmek gerekiyor.
Bilindiği gibi, Almanya’da devrimci hareketin başlangıç noktası 1848 Devrimidir. Mutlakıyet rejimine son vermek için ayağa kalkan kitleler, burjuvazinin ihaneti ile yenilmişlerdi. Ve artık bundan böyle işçilere karşı var olan cephenin bir kutbunda salt feodalite değil; işçi sınıfına karşı her türden gericilikle birleşmiş olan burjuvazi de açıkça yerini almıştı.
1848 Devriminde işçiler; tıpkı aynı yılın Haziran’ında barikatlarda yiğitçe çarpışıp yenilen Fransız sınıf kardeşleri gibi coşku, kendiliğindencilik ve teorik perspektif yoksunluğu ile yerlerini almışlardı. Kaderleri de, bu yüzden, aynı oldu. Komünist Manifesto’nun henüz yeni yayınlanmış olması (Şubat 1848) ve Komünistler Birliği’nin henüz bir kesim üzerinde etkili olması; devrimde proletaryanın kendi bağımsız bayrağını yükseltmesini engellemişti. Alman proletaryasının, henüz, gerçek bir sanayi proletaryası olarak gelişmemişliği, köylü-esnaf konumu da, bu sonuçta önemli bir yer tutuyordu.
1850-1870 yılları arası, Almanya’nın tarımsal bir ülkeden, dünyanın en gelişmiş sanayi ülkelerinden biri durumuna dönüştüğü yıllardır. Bu sınaî gelişme, bağrında her türlü baskı ve zorbalığı geliştirerek gerçekleşmiştir. Toplumda proleterleşme süreci yoğunlaşırken; işgünü uzar, ücretler düşer, kadın ve çocuk emeğinin sömürülmesi korkunç boyutlara varır. Buna karşılık sen ar ve her türden mesleki örgütlenme yasaktır. Prusya mutlakıyetçiliği, 1852 Yargılamaları ile Almanya’da komünist örgütlenmeye etkisini yıllarca sürdürecek bir darbe vurmuştur.
23 Mayıs 1863te Leipzig’de toplanan Alman Emekçileri Genel Birliği, Alman işçi hareketinde bir dönüm noktasıdır. Lasalle önderliğinde kurulan bu parti, sınıfın önüne iki temel hedef koyuyordu: Birincisi tek dereceli ve gizli oyla seçilmiş bir parlamentonun kurulması (ki tu talep, burjuva demokrasisinin sınırlarından taşmayan bir taleptir); ikinci olarak devlet yardımı üç üretim kooperatiflerinin örgütlenmesiydi. Bu talep, açıkça, devleti sınıflar üstü gören oportünist bir görüşü yansıtıyordu. Ayrıca, Parti’de kendisini olağanüstü yetkilerle donatmış olan Lasalle, sınıfın sorunlarını, kendisinin Bismarck ile görüşerek çözeceğini söylüyor, sınıfı kendi örgütlediği yönetici komitenin emrindeki bir sürü gibi düşünüyordu.
Doğaldır ki, işçiler bu partiye sıcak bakmadılar ve Parti süreç içinde büyük üye kaybına uğradı. İşçiler, Lasalle’cı partide değil, kendi oluşturdukları sendika ve derneklerde örgütlendiler.
İşçilerin iteklemesi ve sürece müdahale gereksiniminin artması ile Bebel ve Liebnecht gibi
önderler 7-8 Ağustos 1869’da gerçekleştirilen Eisenach Kongresi ile gerçek bir işçi sınıfı partisi yolunda ilk adımı attılar. Lasalle’cı etkilenmelerine karşın, parti programı, Enternasyonal Tüzüğü’nden esinlenerek hazırlanmıştı ve Marx’la Engels bu partinin kuruluşunu olumladılar.
Gitgide gerileyen Lasalle’cı akım, yok oluşunu önleyebilmek için Parti’ye birlik çağrısı yaptılar, ve bu temelde 1875 Mayıs’ında Gotha Kongresi toplandı.
Kongre, umulanın aksine, kabul ettiği teorik platformuyla Lasalle’cı görüşün egemenlik kazandığı bir organa dönüştü. Pratiğin cesur savaşçıları ve önderleri, teorik gerilikleri ile Lasalle’cı oportünizme teslim oldular.
Komünistlerin teorik geriliği, her zaman için oportünistlerin eline güçlü bir silah vermiştir. Bu kez de öyle olmuştu. Marx ve Engels, Gotha Programını şiddetle eleştirirler. Paris Komünü’nün dersleri ışığında proletarya diktatörlüğü ve kapitalizmden komünizme geçiş konularındaki düşüncelerini sistemli bir şekilde ortaya koyarlar.
Teorik ve felsefi yetkinliğin önemi, hemen ardından bir kez daha bütün çıplaklığı ile kendini ortaya koyar. 1876 sonrasında ortaya Eugen Dühring çıkar. Bebel, Liebnecht dahil, birçok önemli önderi peşine takabilecek “yepyeni” ve “bilimsel”(!) teorileri ile sahnede yerine alır.
Bay Dühring, 1865’ten beri Berlin Üniversitesi’nde Privat-Dozent’tir. (Alman Üniversitelerinde kürsü sahibi olmayan öğretim görevlilerine verilen ad) Başlangıçta burjuva pozitivist formasyonda ve Bismarck’la içli dışlı olan Dühring, beklentileri ve profesör olma umudu gerçekleşmeyince, birden düzenden kopar (!) ve sosyalist olduğunu açıklar. Paris Komünü’ne sahip akar. Derslerinde devrimci şairlerin şiirlerini okumaya başlar. Coşkulu ve karizmatik yapısı, kısa zamanda genç aydın çevrelerde olduğu gibi; sosyalist işçi çevrelerinde de etkisini gösterir. “En köktenci bilim adına konuşan” bu “devrimci radikal” kişilik, döneminin önderleri üzerinde hızlı bir çekim merkezi oluşturur. Hegel diyalektiğinin eleştirisi ile başlayan ve ustaca gizlenen oportünist görüşleri Marx’a sahip çıkar gibi görünür. Marksizm’i revize eden ve çarpıtan bir dizi görüşlerin peş peşe sıralanmasıyla sürer. Dönemin en ünlü işçi sınıfı önderleri olan Bernstein, Most, Fritsche. Bebel ve Liebnecht, onun yapıtlarını “Marx’ın Kapital’inden sonra, yaşadığımız çağın iktisat alanında ürettiği en iyi şeyler arasında” sayarlar. Liebnecht’in yönettiği Parti’nin resmi yayın organı Volksstaat’ın sayfaları, onun gerici ve idealist sosyalizm anlayışının propaganda aygıtına dönüşür.
Marx ve Engels’in uyarılarına rağmen, Parti önderliği, onun görüşlerinin anti-diyalektik ve oportünist özünü kavrayamazlar. “Sol saflarda” bir Dühring hayranlığı bünyeyi sarmalamaktadır.
Dühring’in 1875’e kadar Marx’a sahip çıkar havasında tezgahladığı oportünist görüşleri, 2 Mart 1875’te Volksstaat’ta yayınlanan, “Ekonomi Politik ve Sosyalizmin EleştirelTarihi” adlı yapıtından, Paris Komünü ile ilgili olan kısmında çarpıtarak açıkça Marx’a saldırması ile yeni bir aşamaya girdi. Başta Liebnecht, Marksizm’e bağlı kesimler, artık yavaş yavaş Engels’in eleştirilerinin haklılığını kavramaya bağlamışlar; Dühring’in defterini dürmesi için Engels’e sık sık yazar olmuşlardı.
1876 Basında, Dühring’in zararlı etkilerini anlatan birçok mektup Engels’in eline geçince, Engels, sonunda bu “ekşi elma”yı ısırmaya karar verdi. Anti-Dühring’in yazılması iki yıldan fazla bir zaman aldı. Yapıt 1878 Ocak’ından Temmuz’una değin parti yayınında bölüm bölüm yayınlandı. Daha yayınlanmaya başlar başlamaz Dühring’in prestiji sarsılmaya başlamıştı. Böylece, teorinin ve sağlam bir teorik temelin önemi bir kez daha ortaya çıkıyor: Anti-Dühring, partiyi üstün bir teorik bağla yeniden doğru rotasına yöneltiyor, kadroları birbirine bağlıyordu.
Dühring, Carey’i övmek için “Carey, Ekonomi Politik ve Toplumsal Bilimleri Altüst Ediyor” adlı bir yazı kaleme almıştı. Engels, hem buna nazire olsun diye, hem de Dühring’le inceden alay etmek için yapıtına; “Bay Eugen Dühring Bilimi Altüst Ediyor” adını veriyordu. Ancak bu kez “altüst” etmek “canına okumak” anlamında bir olumsuzlamadır.
Dühring’in metafizik özünü açığa çıkaran bu yapıt, aynı zamanda bilimsel sosyalizmin ilk kapsamlı derlemesi niteliğindedir. Bu yüzden Dühring’e verilen yanıtların çok üzerinde bir teorik ve felsefi niteliğe sahiptir. Lenin, Anti-Dühring’in “felsefe, doğa ve toplum bilimleri alanındaki çok önemli sorunları çözümlediği”ni yazarken, bu noktaya parmak basmaktadır.
Marx, yapıtı konusunda Engels’e elinden gelen yardımı yapar. “Ekonomi Politik” başlıklı ikinci kısmın yazımı esas olarak Marx’ın kaleminden çıkmıştır.
Almanya’nın o günkü teorik ve felsefi düzey düşüklüğünde, Engels’in yapıtına birinci bölüm olarak “Felsefe”yi seçmiş olması ilginç ve düşündürücüdür. Bunu bilerek yapmıştır ve okuyucusunu en zor alandan kavrayarak kendi düzeyine yükseltmek ister. Evren, doğa, düşünce, bilinç ve sınıflar mücadelesi alanlarına materyalist bir ayna tutarak bir yandan felsefenin idealist kabuğunu kırar, onu, diyalektik materyalizmin bir bileşeni olan kendi olması gereken yerine oturtur; diğer yandan da mekanik materyalizmin ve pozitivizmin idealist özünü ortaya çıkarır ve yargılar. Toplumsal gelişme ile düşünsel gelişmenin diyalektik bağını çürütülemez bir şekilde ortaya serer. Dühring ve yandaşlarının kibirli teorileri, Engels’in açık ve anlaşılır anlatım tarzı ile tuzla buz olur.
Evren Şeması, Doğa Felsefesi / Uzay ve Zaman, Organik Dünya, Ahlak ve Hukuk / Ölümsüz Doğruluklar, Ahlak Ve Hukuk / Eşitlik, Ahlak ve Hukuk / Özgürlük ve Zorunluluk, Diyalektik / Nicelik ve Nitelik, Diyalektik / Yadsımanın Yadsınması başlıklı “Felsefe” konulu birinci bölümde materyalist felsefenin mükemmel bir anlatımı vardır. Özellikle “Özgürlük ve Zorunluluk” üzerine ortaya koydukları ile bugün de her türden liberal özgürlük anlayışlarının karşısında önemli bir barikat durumundadır.
İkinci kısım, “Ekonomi Politik” başlığını taşır. Konu ve Yöntem, Zor Teorisi I, Zor Teorisi II, Zor Teorisi III, Değer Teorisi, Yalın Emek Ve Bileşik Emek, Sermaye ve Artı-Değer I, Sermaye ve Artı-Değer II, Doğal İktisat Yasaları / Toprak Rantı, Eleştirel Tarih üzerine bölümlerinden oluşur. Kapital’in temel ekseninde Dühring’le tartışan Engels; bir bütün olarak insanlığın sınıf mücadelelerinin tarihine de ışık tutar. Burjuva demokratik devrimlerinin gelişimi, mülkiyet ve paylaşım ilişkilerine değinerek toplumun zorunlu dönüşüm yasalarını işler. Dühring ve Dühringvari küçük-burjuva teorisyenlerin aslında kapitalizmin özüne değil, “kötü yönlerine” düşman olduklarını belgeleriyle ortaya koyar.
Üçüncü kısım olan “Sosyalizm”de Tarihsel Bilgiler, Teorik Bilgiler, Üretim, Bölüşüm, Devlet-Aile-Eğitim bölümleri vardır. Bu bölümlerde komünist Manifesto ve Komünizmin ilkeleri ile başlayan teorik önermelerin, 1848-1850 devrimleri ve 1871 Paris Komünü ışığında daha da derinleştirilmiş bir derlemesini görüyoruz. Bu bölümde de yine Dühring’in “karşı olduğu” kapitalizmi nasıl kutsadığını görürüz.
Son bölüm olan “Anti-Dühring İçin Elyazmaları” kısmı ise, Dühring’in çeşitli yapıtlardan alıntılar ve bu konularda Engels’in tuttuğu notlardan oluşur. Ciddi bir araştırma çalışması için örnek bir kısımdır.
Anti-Dühring günümüzde iki açıdan önemini koruyor: Birinci olarak, sosyalizmin tarihi boyunca yazılmış ilk ve günümüzde de önemini koruyan en yetkin felsefi ve teorik yapıtlardan biri olması ile.
İkinci olarak da Dühring örneğinde gördüğümüz gibi, sağlam bir Marksist birikimin olmadığı koşullarda, oportünizmin kaçınılmaz gelişiminin engellenemeyeceği; salt yürekli ve inançlı olmanın doğru bir siyasal hatta yer almaya yetmeyeceği gerçeği ile.
Ülkemiz tarihinin Dühringleri az mı sizce?

(Anti-Dühring, F. Engels, Sol Yayınları Çeviren: Kenan Somer)

Nisan 1993

Ahlak Üzerine

İnsanın manevi şekillenmesinin bir parçası olarak ahlak, çoğu kez, sınıflar üstü bir kavram gibi algılanır. Devlet, demokrasi vb. gibi birçok konuda olduğu gibi, bu konuda da üzerindeki idealist kabuğu kırarak ahlakın insanlığın toplumsal evrimi içinde kazandığı sınıfsal özü ortaya çıkarmak, Marksizm’in çözümlediği sorunlardan biri oldu. Doğallıkla, egemen sınıfların ahlak anlayışlarının karşısına kendi ahlak anlayışını koyan Marksizm, onu, insanın manevi hazinesinin bir bileşeni ve proletaryanın sınıf mücadelesinin kopmaz bir parçası haline getirdi.
Elbette bunu söylerken, ahlakın sınıflı toplumlarla ortaya çıktığım anlatmak istemiyoruz. Çünkü nerede bir insan toplumu varsa, kaçınılmaz olarak onları bir arada tutan ekonomik ilişkiler ve bunlardan kaynaklanan psikolojik bir atmosfer vardır. Toplum, bireylerden oluştuğuna göre, bireylerin toplum karşısında hakları ve ödevleri vardır. Bu hak ve ödevler, neyin doğru, neyin yanlış, neyin iyi neyin kötü, neyin toplumsal yaşamın sağlıklı sürdürülmesine yararlı, neyin zararlı, olduğu gibi soruların yanıtlan olarak şekillenir. Toplumsal ilişkilerin bu düzenlenmesi sonucu, toplumun “ahlakı” da kendi yaptırım gücüne kavuşur.
“Demek ki, ahlaki yükümlülükler insanların toplumsal ortaklıkları nedeniyle birbirlerine borçlu oldukları şeylerden ibarettir. Bu da yükümlülüklerin haklar içerdiği anlamına gelir, yani haklar yükümlülüklerin tersi ya da öbür yü2üdür,” (Maurice Cornforth, Komünizm ve İnsanlık Değerleri sf. 82)
Bu hak ve yükümlülükleri belirleyen nedir? Bilindiği gibi, insan toplumu geçim araçlarının üretimine dayanır. Her üretim süreci de, bir üretim biçimi ve ona denk düşen üretim ilişkileri tarafından koşullandırılır. İnsanın diğer üretim alanı ise neslin devamı için bir zorunluluk olan cinsellik boyutudur. İşte toplumun ahlaksal çerçevesini çizen de tarih boyunca bu iki alan olmuştur. Genel olarak toplumun, özel olarak da kadının özgürleşmesi süreci, toplumsal ahlakın, gerçek insan ahlakına doğru gelişmesine koşut düşer.
Kalinin, ahlakın oluşum ve gelişim sürecini şöyle anlatıyor:
“Maneviyat ya da ahlak, insan toplumunun oluşumunun başlangıcından beri vardır. Ve onun ekonomik gelişimiyle belirlenir. Elbette bu ani bir değişme ile değil de, hukuk, din ve tüm ideolojik üst yapı kurumları gibi uzun bir süreç içinde ondan kaynaklanarak ortaya çıkar. İnsan, toplumunun başlangıcında ahlak, yaşama koşullarında gelişmiş, insanların tutumlarının belli normları içinde pratik olarak biçimlenmiştir. Bu normlar kuşkusuz hiçbir hukuki kayda geçirilmiyormuş. Zira o zamanlar henüz yazı yokmuş. Fakat o zamanki insanlar için bunlara uyma, belki de bizim çağdaş yasalarımızın hukuk maddelerine uyma zorunluluğundan daha az değilmiş. Toplumla, kabileyle, aileyle ilişkiler, kadın erkek ilişkileri, yaşam ilişkileri, herkesçe kabul edilmiş psikolojik ilişkiler, toplumsal ahlak halini alıyormuş.
İnsan toplumunun sınıflara ayrılması ve devletin ortaya çıkmasıyla, doğal olarak ahlak da sınıfsal temeline oturmuş, egemen sınıfların elinde, boyun eğmiş kitlelerin köleleştirilmesi için güçlü bir silah olmuş. Engels, kapitalist toplumda en az üç tür ahlak, ‘feodal aristokrasisi, burjuva ve proletarya” ahlaklarının var olduğunu savunmuştur.’ (Devrimci Eğitim, Devrimci Ahlak, sf.96)
Bu yüzden, mutlak değişmez ve “ilahi” bir ahlaktan söz edilemez. Ahlakın kaynağım dine, hukuka ve doğaya bağlamaya çalışanlar olmuştur. Ahlakın doğusuyla din arasında tarihsel bir yakınlık olmasına karşın ahlakın kaynağı din değil, doğrudan insanin maddi yaşam ilişkileridir. Hukuk ile ilişkisine gelince, hukuk, tarihsel olarak ahlaktan sonra toplum yaşamına girmiş bir kavramdır. Ahlakın kaynağı doğa da olamaz. Ahlakın kaynağını insanda değil de, doğada arayan Kantçı natüralist görüşler, dinsel “ilahi ahlak” düşüncesinin üstü örtük biçimidir. Şu açıktır ki, bilinçli insansal faaliyetin söz konusu olmadığı bir doğada, içgüdüler ve vahşi bir yaşam savaşı söz konusudur. Doğadaki yaşam yasaları, doğrudan doğruya güçlünün güçsüzü yok ederek varlığını sürdürmesi üzerine kuruludur. İnsansız bir dünyanın ahlakı da yoktur. Ahlakı oluşturan ve dayatan ne varsa, doğrudan, insanın toplumsal ve siyasal ilişkilerinin evrim sürecinde ortaya çıkmıştır. Maurice Cornforth, bu süreci şöyle anlatıyor.
“Toplum geliştikçe toplumun mülkiyet ilişkilerini yansıtan fikirler, politik toplumsal haklan ve imtiyazları, hukuku ve benzerlerini ilgilendiren sistemler ve kurallar biçiminde işlenmeye başlandı. Bütün bu ideolojilerin kaynağı, toplumsal üretim ilişkilerindedir ve son tahlilde, bu ilişkilerin ideolojik yansımasından başka bir şeyi oluşturmazlar.
Aynı şey ahlak fikirleri için de geçerlidir. İyinin ve kötünün, doğrunun ve yanlışın, iyiliğin ve kötülüğün, mutlak standartları hakkında fikirlerimiz varsa, bu fikirler, insanların ya da davranırların herhangi bir nesnel niteliğinin yansıması değil, insanların içinde bulunduğu v/e içinde kendi kişisel faaliyetlerinin meydana geldiği toplumsal ilişkilerin bir yansımasıdır. Dolayısıyla toplumdaki esas değişmelerle birlikte, ahlak yargılarının da değişmesi şaşırtıcı değildir. Bir ahlakın diğerinden yüksek olduğunu söyleyebilmek için bir tek nesnel ölçü yardır ki, o da daha yüksek bir toplumsal düzeni yansıtır ve ona hizmet eder.” (M. Cornforth, Bilgi Teorisi, sf. 79)

AHLAK VE DİN
Din, insanın doğa karşısındaki aczinin, korkularının ve çözümsüzlüğünün ürünüdür.
İlkel komünal toplumun ahlak anlayışı ise, kadın ve erkek emeği üzerine ilk işbölümü temelinde kolektif bir üretim-tüketim ilişkisi paralelinde şekillenmiştir. İlk insanın gözünde, açıklayamadığı bütün doğal nesne ve olaylar tanrılaşır. Yeryüzü, toprak, su, gökyüzü, şimşek, ateş vb. insan beynine yansıyan her görüntüde, muazzam bir “yapıcı” ve “yıkıcı”lık, korkudan, saygıya doğru evrilir. İnsan, tanrıyı yaratır.
1843’te basılmış olan “Hegelci Hukuk Felsefesinin Bir Eleştirisi’nde Marx, konumuz acısından iki önemli saptama yapar. Birincisi.
“Din eleştirisinin temeli şudur: İnsan dini yaratır, din insanı yaratmaz”
İkincisi ise:
“Din bu dünyanın genel bir teorisidir, onun ansiklopedik özetidir, onun halka uygun mantığı, tinsel onur sorunu, coşkusu, moral yaptırımı, kutsal tutulan düşünülüşü, genel avunç ve haklı çıkma kaynağıdır.”
Biz de, bu sözlere paralel olarak şunları söyleyeceğiz: Ahlakı da insan yarattı; ahlak insana tanrıdan ya da doğadan dayatılmış metafizik bir kurallar yığını değildir. Din, nasıl dünyanın algılanışının (ya da çarpık algılanışının) genel teorisi ise; ahlak da insanın kendi davranışlarına çizdiği sınır ve bu sınırdan aldığı onur sorunu, doyum ve avunç kaynağıdır, insan saygınlığının teorisidir.
Din, ahlak ve hukuk, insanlığın, üretim biçimi ve üretim ilişkilerinin evrimine göre, binlerce yıldır sürekli bir dönüşüm içinde gittikçe daha fazla birbirleriyle kaynaşarak varlıklarını sürdürmüştür. Din nasıl, doğayı ve ondaki gizleri açıklayamamanın ifadesi ise hukuk da toplumun kendi iç çatışmalarını felsefi ve ahlaksal kurallarla çözümleyemediğinin itirafıdır. Kınama ve toplumdan dışlamanın ötesinde, yazılı yasalara dayalı bir zorbalığın gerekliliği hukuku doğurdu. Öyleyse hukuk, insanlığın sınıflara bölünmesi sonucu, topluma dayatılan sınıfsal bir yaptırım gücüdür. Bu yüzden hukukun sınırlan ahlaktan daha dar, daha kesin (çünkü yazıya geçirilmiştir) ve daha serttir.
İlkel toplumlarda ayrı birer üstyapı kurumu olarak şekillenen ahlak ve din ise, sınıflı toplumlarda kopmaz bağlarla birbirine bağlanır. Din, yer yer ahlakın önüne geçer ve çoğu kez ahlakın kurallarımı formüle eden güç haline gelir. Ahlak, gitgide mistik bir hava alır. Çünkü artık ahlakın işlevi “dünya işlerinin organizasyonu”nun ötesine geçmekte, “öteki dünya”da yanmaktan kurtuluşun da reçetesi haline gelmiştir. Böylece “örnek ahlakın temsilcisi” olarak peygamberler türemeye başlar. “Dünya nimetlerinde gözü olmamak” ve ibadet ahlakın temeli haline gelir. En büyük ahlaksızlık “hırsızlık” olur. Din ve ahlak parmağını sallayarak “çalma” diye bağırırken, hukuk da hırsızın ensesine şaplağı indirir. Din, ahlaklı insana cennetin kapısını açarken, hukuk da ahlaksız insana cezaevinin kapısını açar. İlahi adalet için parmağıyla öteki dünyayı gösteren din adamı, bu dünyadaki adaletsizliklerin de ilelebet süreceğinin onaylayıcısı olur. Doğallıkla ruhen tanrıya teslimiyet, maddi dünyada da egemen sınıflara teslimiyetle pekişir. “Din halkın afyonudur.” (Marx). Ahlak da onunla kaynaşıp bütünleştiği oranda afyonlaşır.

AHLAK VE BİLİM
Bundan dört yüzyıl önce Köroğlu; “Tüfek icat oldu mertlik bozuldu” diye seslenirken, belki de yüzyıllar sonra ortaya konulacak bir düşüncenin öncülüğünü yapıyordu. Özellikle iki büyük paylaşım savaşının ardından “hümanist aydınlar”ın başını çektiği bu düşüncenin özeti, “bilim, ahlakın düşmanıdır” sözcükleriyle ifade edilebilir.
Albert Bayet, Bilim Ahlakı adlı yapıtında, bu düşünce sahiplerinin gerekçelerini şöyle anlatıyor:
“1914 ile 1918 yılları arasında on beş milyon insan savaşta can verdi. Bu ölüm işi için kim silahlandırdı ulusları? Bilim. Bilimin yardımıyla, trenler, otomobiller, göz açıp kapanıncaya kadar, küme küme insanı ölüm meydanlarına atıyordu; hep daha iyi araçlarla kuşanan fabrikaların, topların tüfeklerin sayısı onun yardımıyla artıyordu. Onun yardımıyla ölüm saçan yaylım ateşleri düzenleniyor, uçaklar orduların, kentlerin üstünde uçup durabiliyordu. İnsan ölüleri, yaralar, kesip biçmeler karşısında duygusuz kalan bilim, dünyanın gözüne yaman bir insan öldürme aracı gibi görünüyordu.” (age, sf. 11, 12)
Bilimler için, “bir bela” diyecek kadar ileri  giden Einstein gibi bir dahi bile, teknolojinin insan soyuna verdiği zararlardan sonra,
“Bilim bugüne dek köleler yaratmaktan başka bir işe yaramadı; savaş zamanında bizi zehirlemeye, parça parça etmeye yarıyor, barış zamanında da hayatımızı çekilmez, kararsız bir hala sokuyor. Bilimler, insanları kafa işlerine adayıp büyük ölçüde kölelikten kurtaracak yerde, onları makinenin kölesi yapmıştır.” (Aktaran, age, af. 15)
Bu düşüncelere en kolay ve pratik karşı çıkma yolu, hemen bilimin insanlık yararına sağladığı buluşları anımsatmak olur. Oysa bu yolla bir arpa boyu bile yol alınamaz. Çünkü bu düşünce sistemi ile yukarıda aktarılan düşüncelerdeki gerçeklikler ortadan kaldırılamayacağı gibi, bizim verebileceğimiz bolca örneklemeler sonucu olsa olsa bilimin ahlaksal ve ahlak dışı yönleri vardır gibi, bir tanıma ulaşılabilir. Oysa bu da yanlış bir tanımdır.
Bilim, doğa yasalarının ortaya çıkarılması ve doğadaki materyallerin kullanılması ile gelişir. “Bilim ahlakın düşmanıdır” düşüncesi, tıpkı “doğa, ahlakın yaratıcısıdır” düşüncesi gibi, insan faktörünü göz ardı eden idealist bir düşüncedir. Doğa gibi, bilimin de ahlakı yoktur. Bilimin gelişmesi doğrudan insanın doğaya egemenliğinin gelişmesine bağlıdır. Bilimin gelişmesi de, pratik olarak yönlendirilmesi de doğrudan o toplumun üretici güçlerinin gelişmişlik düzeyi tarafından koşullandırılmıştır. Bir taş yardımıyla bir insanı öldürdüğümüzde taş ne kadar suçluysa, insan öldürmeye yarayan bir mermi de o kadar suçludur.
“Herhangi bir dönemde toplumun, dolayısıyla da devletin, dinin vb. genel yönetimini ve idaresini eline almış olan sınıf aynı zamanda bilimlerin idaresini de ele alır ve onların gelişmeleri üzerine etkileyici bir denetim uygular.” (M. Cornforth, Bilgi Teorisi, sf. 97)
Köleci ve feodal dönemin, bilimin yerine dini, özgür düşünce yerine ise dinsel ahlak ve hukuku koyan siyasasında, bilimin özgürce gelişebileceği koşullar yok denecek kadar azdı. Yerkürede her şey ilanı bir adalete göre yönetiliyordu. Her şey kutsal kitaplarca çözümlenmişti, bunun ötesinde kalanlar ise insan aklının çözemeyeceği şeylerdi. “Dünya evrenin merkeziydi ve gezegenler onun çevresinde dönüyordu.” (Batlamyus), “Hayır da ser de tanrıdandı.” Tanrı beş parmağın her birini ayrı yaratmıştı. Yani köleyi de köle sahibini de yaratan tanrıydı ve bu dünya herkes için sınanma alanıydı.
Pusulanın bulunuşu, Kopernik’in gezegenler arası ilişkide Güneş’i merkeze koyan açıklaması, Newton tarafından yerçekimi ve maddenin hareket yasalarının ortaya çıkarılması idealist felsefenin kırılmasında önemli faktörler oldular.
Yükselen sınıf olarak burjuvazi, sadece sahip olduğu teknik ve üretim ilişkilerindeki üstünlüğü ile değil, ideolojik ve ahlaksal silahları ile de saldırıya geçti. Binlerce yıldır süregelen kula kulluk ahlakının karşısında burjuvazi, yükselttiği “eşitlik, hürriyet, kardeşlik” bayrağıyla kendi ahlak ilkelerini de belirtmiş oluyordu.
Fransız devriminin hazırlayıcılarından Jean-Jacques Rousseau, “halk egemenliği, eşitlik ye özgürlük” temellerine dayalı yeni bir tonlum düzenini tasarlar ve cumhuriyetçiliğin öncülüğünü yaparken, bilim ve sanatın gelişmesi ile ahlaksal çöküşün birlikte gittiğini öne sürmüştür. Ancak, bu çöküşün ardında insanın insan tarafından köleleştirilmesini, boş inançların yaygınlaşmasını vb. görmesiyle önemlidir.
Toplum Sözleşmesi adlı ünlü yapıtındaki: “İnsan özgür doğar, oysa her yerde zincire vurulmuştur” sözleriyle, ezilenleri kurtuluş için ayaklanmaya çağırması insanlık tarihi için önemli belgelerdendir.
Yine de burjuvazinin felsefi idealizmle barışması çok çabuk olur. Laboratuar çalışmasında, bilimsel-teknik alanda materyalizmle dost olan burjuvazi, toplumbilimsel alanda bilime düşman kesilir. Çünkü kendisi de sömürücü bir sınıftır ve onun da proletaryaya kurtuluş umudu olarak parmağıyla işaret edeceği bir “öteki dünya”ya gereksinimi vardır.
Kapitalizmin yükselişi ile doğa bilimlerinin muazzam gelişmesi karşısında felsefenin ve toplumbilimin yerinde sayması, Marx’ın da önemle altını çizdiği olgulardandır.
1844’te kaleme aldığı Ekonomik-Felsefi Elyazmalarında bu çelişkiyi şöyle ifade edecektir:
“Doğa bilimleri görülmedik bir etkinlik geliştirdiler ve kendilerine durmadan genişleyen bir alan edindiler. Ama felsefe onlara, onların felsefeye olduğu gibi yabancı kaldı.”
Yazının devamında, endüstrinin doğa ile ve doğanın ürünü olan insan ile ilişkisine değinen Marx, bilimin böylesine parçalanmasının sonsuza dek sürmeyeceğini belirtir ve doğa, insan ve tarih arasındaki diyalektik bütünlüğü ortaya koyar:
“Tarihin kendisi doğa tarihinin, doğanın insana gelişmesinin gerçek bir parçasıdır. Daha sonra doğa bilimi, insan biliminin doğa bilimini içereceği gibi, aynı biçimde, insan bilimini içerecektir. Yalnız bir tek bilim olacaktır.” (Aktaran: Bernal, Marx ve Bilim,- sf. 36, 37).
Ancak, sosyalizmin üretici güçlerde sağlayacağı muazzam gelişmedir ki, laboratuarda materyalist (zorunlu olarak materyalist, çünkü bilim doğası gereği materyalisttir) felsefede idealist “bilim” adamı kuşağına son verecektir. Ancak sosyalizm, bilim adamını burjuvazi için ölüm silahları üreten ücretli memur statüsünden koparıp alacak ve kardeşçe örgütlenmiş bir toplumun onurlu ve saygın bir bireyi statüsüne kavuşturacaktır. Ve o gün bilim “kâr amacına yönelik” bir araç olmaktan çıkacak, insanın köleleştirilmesinin değil, doğaya her yönüyle egemenliğinin ve özgürleşmenin bir aracı olacaktır.
Bağlarsak, bilim adamından ve sınıflardan soyutlanmış bir bilimin “ahlakı” yoktur. Olsa olsa bilim adamının ahlakından söz edilebilir ki, bu ahlak da egemen sınıfın ahlakının uzantısından başka bir şey değildir. Yine de bu sözümüzün bir genelleme olduğunu, tarihin, tavrını ezilenlerden ve güzel bir dünya için mücadele edenlerden yana koyan birçok onurlu bilim adamı ve aydını da yarattığını belirtelim. Gladkov’un Fabrika (Çimento)’sındaki mühendis Kleist ve Ali Abdi Hoca’nın Boyun Eğmeyeceksin adlı romanındaki mühendis Mberia örneği, koşulları değiştiğinde bilim adamlarının felsefi ve ahlaksal görüşlerinin de değişebileceğinin canlı örnekleridir.

AHLAK, CİNSELLİK VE AİLE

Ahlak denilince ilk akla gelen şeylerden biri de cinselliktir. Hatta çoğu kez farkında olmadan bundan “kadının cinselliği”ni anlarız. Burada binlerce yıldır süregelen ataerkil ilişkilerin ve erkek egemenliğinin bilincimize yansıması söz konusudur.
Cinsellik, kadın erkek ilişkileri ve aile kurumu çağlar boyunca kendi kurallarını, ahlak anlayışlarını ve hukuk normlarını revize ede ede günümüze kadar gelmiştir. Tarihin devingenliği içinde çoğu kez eski ile yeni iç içe geçer. Töreler, gelenek görenekler, kavimsel- ulusal özgünlükler, karşılıklı etkileşimler, sosyal ve siyasal mücadelelerin boyutları sonucu kazanılan ve kaybedilen haklar vb. ile kadın erkek ilişkilerinin çok boyutlu bir tarihi vardır.
Engels’in de önemine özellikle işaret ettiği Morgan’ın ilkel kabileler üzerindeki çalışmaları, aile kavramının doğuş ve gelişimine ilişkin bize önemli bilgiler sunmaktadır.
Engels, her biri üzerinde uzun uzun durduktan sonra, özetle:
“Demek ki -der-, kaba çizgilerle, insanlığın gelişmesindeki belli başlı üç aşamaya uygun düşen, belli başlı üç evlilik biçimi var. Yabanıllığa grup halinde evlilik, barbarlığa iki-başlı evlilik; uygarlığa (da- ç.), eş aldatma ve fuhuşla tamamlanan tek eşlilik (karşılık düşüyor- ç.)” (Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Marx, Engels, Seçme Yapıtlar 3, sf. 301)
Burada altını çizmemiz gereken nokta, ailenin çok eşlilikten tek eşliliğe doğru bir evrim geçirmesine karşın, gerçek anlamıyla bunun hiçbir zaman sağlanamamış olmasıdır. Konumuz açısından ikinci önemli şey de, bu evrim sürecinde kaçınılmaz olarak aileye ilişkin ahlaksal çerçevenin de değişmek zorunda oluşudur.
Aile, salt insana özgü bir olgu değildir. Memeli hayvanların çeşitli türleri incelendiğinde çok kocalılık dışında, yukarıda belirtilen çeşitli evlilik biçimlerinin (cinsel ilişkiler anlamında) değişik şekillerde varlığını görürüz. Çok kocalılık ise bugüne kadar yalnızca insan toplumlarının belli kesitlerinde görülmüştür.
Grup halinde evlilik, belirli bir toplumsal grup içinde hiçbir sınırlayıcı yasak olmaksızın cinsel ilişkilerin sürdürülmesi anlamına gelir. Burada ana-babalarla çocuklar arasında cinsel ilişkiler üzerinde bile hiçbir töresel, ahlaksal engel yoktur. Zaten, verili koşullarda çocukların gerçek babalarını bilebilmek hemen hemen olanaksızdır. Bu ailede kadınlar, ailenin temeli ve en saygın üyeleridirler.
İki-başlı aile, aşiret ilişkilerini henüz kırmamış olmakla birlikte grup içi evliliklere adım adım sınırlamalar getirilmesi ile gelişir. Farklı gençler arasında kız kaçırma ya da satın alma yöntemiyle akrabalıklar kurulur. Evlilikte satın alma yoluyla yeni bir töre devreye girer ve satın alınacak kızın ana tarafından akrabalarına (çünkü baba belli değil, ya da tartışmalıdır) armağanlar verilir. Kadının toplumdaki statüsü hala sürmektedir. Genellikle evi kadınlar yönetir.
Özel mülkiyetin doğuşu ve gelişimi, grup yaşamı, akrabalık ilişkilerine dayalı ortaklıklar ve anaerkil ailenin de ölüm çanlarını çalacaktır. Hayvancılığın, madenlerin işlenmeye başlanmasının, dokumacılık ve tarımın gelişmesi, belirli bir servet birikimi yaratırken, erkeğin evin geçimindeki rolünü de artırıyordu. İlk iş olarak analık hukuku ortadan kaldırıldı ve babanın üzerinden çocuklara miras aktarımı gündeme geldi. Kadın aşağılandı, köleleştirildi ve erkeğin cinsel isteklerinin oyuncağı ve bir çocuk doğurma aracı haline geldi. Bundan böyle kadının ahlaklı olmasının göstergesi, erkeğine itaatkâr ve kölece bağlılığı tarafından şekillenecektir. Resmi evlilik dışı ilişkiler (fuhuş) böylesi bir tarihsel dönemin ürünü olarak çarpıcılaştı. Bu, doğduğu andan itibaren tek eşliliğin de ruhuna fatiha okunması oldu. Üstelik Atina gibi antikçağın en uygar ve gelişmiş bir kentinde, dizginsiz bir fuhuşa, erkeklerin oğlancılığı da eklenecek, evdeki kadına yönelik Kölece ahlak yasaları, erkekler ve hafifmeşrep kadınlar şahsında büyük bir ahlaksızlıkla iç içe geçecektir.
İlkel yasalar ve dinler, kadını aşağılarlar. Tevrat, kısır kadının terk edilmesini emreder, İslam hukuku, kadını erkeğe tabi kılar ve eve hapseder. Çok karılılığı yasallaştırır. Hıristiyanlığın önde gelen azizlerinden Saint Paul: “Erkek kadın için değil, kadın erkek için yaratıldı” der. Köleci tonlumdan modern kapitalist toplumlara kadar kadın, teoride de pratikte de ikinci sınıf vatandaş işlevi gördü. Bekâretinden giyim kuşamına ve konuşma tarzına varıncaya kadar ahlaksal zincirlerle sarıldı ve alçaltıldı. Burjuvazinin ikiyüzlü ahlak anlayışı, örneğin bizde öyle iğrenç boyutlara ulaşmıştır ki, bütün vergi dairelerinin girişinde “Vergilendirilmiş Kazanç Kutsaldır” diye yazılan bu ülkede, dinsel bir sözcük olan “kutsallık”, ahlaksızlığın en belirgin öğesi olarak kabul edilen fuhuş sektörünün, bu “cezası cehennemlik iş”in patroniçesine layık görülmektedir. Çünkü en fazla vergiyi ödeyen, bir genelev patroniçesi olan Matild Manukyan’dır. Bu örnek, aynı zamanda ülkemizde “tek-eşliliğin” hangi boyutlarda olduğunu da az çok gösteriyor. Kadına ve aileye biçtiği değer bütün dünyada açıkken, burjuvazi, her yerde “ahlakın ve ailenin koruyucusu” pozlarında ortaya çıkar. Marx ve Engels, gerek Komünist Manifesto’da, gerekse diğer birçok yazısında kapitalistlerin iki yüzlülüğünü ortaya koyar ve onların komünistlere yönelik alçakça karalamalarını alaylı bir dille çürütürler.
“Ailenin feshi! En radikal unsurlar bile, komünistlerin bu alçakça niyeti karşısında İsyan ediyorlar.
Bugünkü aile, burjuva ailesi, hangi temele dayanıyor? Sermaye, özel zenginleşmeye dayanıyor. Bu aile, tüm gelişimi ile sadece burjuvazi için mevcuttur; öte yandan bu durumun sonucu tüm ailenin proleterlerde zoraki ortadan kalkışı ve fuhuştur.”
“Fakat siz komünistler, kadınların müşterekliğini getirmek istiyorsunuz, diye bütün burjuvazi bir koro halinde bağırıyor.
Burjuva, karısını, basit bir üretim aracı olarak görür. Burjuva, üretim araçlarının ortaklaşa kullanılacağını duymakta ve tabiatıyla, kadınların kendisinin de sosyalizasyonun ortak kaderini paylaşacağı sonucunu çıkarmaktadır.
Burjuvazi, aslında, kadını, bugünkü basit bir üretim aracı rolünden çekip almanın söz konusu olduğunun farkında değildir.
Sonuçta, komünistlerin kadını ortak kullanacaklarını iddia eden burjuvalarımızın bu ahlak ötesi korkulan kadar gülünç bir şey olamaz. Komünistlerin kadınların müşterek kullanılmasını önermeye ihtiyaçları yoktur, bu zaten hemen hemen her zaman mevcuttur.
Resmi fuhuş bir tarafa, proleterlerinin karıları ve kızlarının emrine amade olmasıyla yetinmeyen burjuvalarımız, birbirlerini devamlı boynuzlamaktan garip bir zevk duyuyorlar.
Burjuva evliliği, gerçekte evli kadınların müşterekliğidir. Komünistler, en fazla ikiyüzlülükle; gizli tutulan kadınların müşterekliliği yerine, resmi ve açıkça itiraf edilen bir müştereklik getirmek istemekle suçlanabilirler. Zaten, bugünkü üretim rejiminin ortadan kaldırılmasıyla, bundan doğan kadının müşterekliğinin, yani açık veya gizli fuhuşun da ortadan kalkacağı açıktır.” (Marx ve Engels, Komünist Partisi Manifestosu; Kadın ve Marksizm, sf. 118-1 20)
Gerçekten de kapitalist toplumun aileyi nasıl çöküşe ve dağılmaya ittiğini her gün kendi çevremizde olup bitenlerden görebiliriz. Ekonomik sıkıntıların yarattığı boşanmalar, koca evinde yaşadığı açlık, dayak vb. nedenlerle baba evine kaçan kadınlar, artist olmak için evden kaçan kızlar, çalışmak zorunda bırakılan çocukların evi terk ederek sistemin dişlileri arasında öğütülmeleri, iş aramak için büyük kentlere (hatta Almanyalara vb.) giden ve bazen hiç geri dönmeyen, bazen yıllar boyu uğramayan “aile reisleri”, cami önüne bırakılan, evlatlık verilen çocuklar… Burjuva aile yaşamında ise Yılmaz Güney’in Arkadaş filminde burjuvalaşmış Cemil’in ağzından söylettiği gibi: “Karısı güzel olan karımı öpebilir, baldızı güzel olan baldızımı öpebilir.”
Bugünkü evliliklerin çoğu kadın ve erkeğin karşılıklı anlaşması ve birbirini istemesi üzerine kurulu değildir. Çoğu kez ekonomik düzey, toplumsal statü asıl belirleyici olmakta, hatta bu konuda asıl karar mercii ana-babalar olmaktadır. Üst sınıflardaki evliliklerde kadın ve erkeğin rolü şirketlerin evlenmesinde cinsiyetleriyle aracılık yapmaktır. Daha alt sınıflarda da (ve elbette toplumun genelinde de) kadın ya kendini her gün ayrı ayrı satan bir fahişe konumundadır, ya da evlilik sözleşmesiyle ve tek bir imzayla sürekli olarak aynı insana satılma ile karşı karşıyadır. Bütün bu sorunların temelinde toplumun sömürücü ve sömürülen sınıflara bölünmüş olması ve sermayenin “her şeye kadir” egemenliği vardır.
Buna karşılık, gerçek kadın erkek aşkı üzerine kurulabilecek evliliği ancak sosyalizm yaratır. Sosyalizm, cinsel özgürlükten yanadır. Ancak bu bazılarının sandığı gibi herkesin herkesle “serbest aşk”ı değildir. Bu eğilim burjuva aile kurumlarına karşı anarşizan bir tepkidir.
Lenin, bu konuya ilişkin düşüncelerini, Fransız kadın komünist Inesa Armand’a yazdığı mektuplarda polemikler şeklinde ortaya koymuştur. Burjuvazinin “aşkı parayla satın alma” ve yok etmesine tepki olarak öne sürülen “serbest aşk”a da sözcüğün burjuva bir isteği içerdiği gerekçesiyle karşı çıkan Lenin, her iki “aşk”a karşı proleter aşkını savunuyordu.
Bu aşk özünde tek eşlidir. Çünkü kadın ve erkeği evlenmeye zorlayan aşkın dışındaki bütün toplumsal, ekonomik, psikolojik baskılan ortadan kaldırır. Özgürce evlenmenin yolunu açtığı kadar, özgürce boşanabilmenin de yolunu açacak, böylelikle karşılıklı sevgi ve istek dışında kadınla erkeği birlikte yaşamaya iten nedenler yok edilecektir. Toplum, evlilik içi ya da dışı dünyaya gelmiş bütün çocukların bakımını üstlendiği için, boşanmalarda “çocukların perişan olması” gibi durumlar da olmayacaktır.
“Tek eşlilik, ortadan kalkmak bir yana, işte o zamandan itibaren bütünüyle gerçekleşecektir. Zira üretim araçlarının kamu mülkiyetine geçişiyle ücret, proletarya ve giderek kadınları -istatistiklerle sayıları bulunabilir- fahişeliğe zorlayan yoksulluk da ortadan kalkar. Fahişelik yok olur, tek eşlilik tehlikeye düşmek bir yana, hatta erkekler için bile gerçek olur.” (Engels)

AHLAK, ÖZGÜRLÜK VE SOSYALİZM

Köleci toplumda özgürlük, köle satın alabilme özgürlüğüdür. Bir kölenin “kendisini doyuran, giydiren, barındıran sahibene karşı en küçük saygısızlığı bile büyük bir ahlaksızlık örneğidir. Ahlakın yetmediği yerde din ve hukuk kuralları yardıma koşar. Çünkü sonuçta,
“Ahlak kurallarının konulmasındaki amaç toplumdaki başıboşluğu elden geldiğince önlemek…”tir Dean Baby, En Güzel Dünya, sf. 32)
İnsanın manevi dünyasını kuşatan ahlaksal ve dinsel yanılsamalar zinciri kırıldığında, devreye maddi yaptırım araçları, devlet, mahkemeler, cezalar girer.
Kölenin özgürlüğüne kavuştuğu gün ise, köle sahibinin özgürlüğü yok edilmiştir. Doğaldır ki, köleliği körükleyen eski hukukla birlikte eski ahlak anlayışı da tümden ya da kısmen kırılıp atılmıştır. Şimdi din adamlarına düşen görev ise, oluşan yeni duruma göre, kutsal kitapları yeniden yorumlamak ve aslında tanrının da bu durumu böyle istediğini, bu değişikliğin tanrının izni ve isteğiyle gerçekleştiğini anlatmaya başlamaktır.
Sınıflı toplumlar söz konusu olduğu sürece özgürlük göreli, değişken, sınıfsaldır, insanlığın ulaşmak için binlerce yıldır yürüye-geldiği gerçek özgürlük dünyasının ikili yönü vardır. Birincisi, genel insanlık açısından, özgürlüğün sının, insanın doğaya egemenliğinin sınırıdır. Güneş’e gidebilmem mümkün değilse, böyle bir özgürlüğüm de yoktur. “Özgürlük, zorunlulukların kavranması demektir.” ikinci yönü ise, tek tek bireyler açısından, bir başkasının özgürlüğüne engel olduğumda benim de özgürlüğüm biter anlayışıdır. Bu komünist hümanizm dediğimiz şeydir ve burada da “özgürlük zorunlulukların kavranmasıdır.” Bir başkasının sırtından geçinmeye başladığım anda benim özgürlüğüm diğerinin tutsaklığının bedelidir ve yarın bir başkasının benini özgürlüğüme el koymayacağının da garantisi yoktur.
İnsanlığı bütün sınıfsal ayak bağlarından kurtararak gerçek özgürlüğe taşıyacak olan şey proletarya devrimidir. Proletarya, bugün sosyalist ahlakın temsilcisi, yarınki komünist sınıfsız ahlakın da habercisidir.
Lenin, 2 Ekim 1920’de toplanan Rus Genç Komünistler Birliği’nin Üçüncü Rusya Kurultayı’nda yaptığı “Gençlik Birliklerinin Görevleri” adlı konuşmasında “sosyalist ahlak” sorununu açar ve şunları söyler-.
“Peki, sosyalist ahlak bilimi diye bir şey var mıdır?
Elbette vardır. Çoğu zaman bizim kendimize Özgü bir ahlak biliminin olmadığından söz edilir. Çoğu zaman burjuvazi, biz sosyalistleri, ahlakı tümden reddetmekle suçlar. Aslında bu, sorunu bulandırmak, işçilerin ve köylülerin gözlerini karartmak için uygulanan bir yöntemdir.
Ahlak bilimini, ahlakı hangi anlamda reddetmeliyiz?
Burjuvazinin anladığı anlamda. Burjuvazi, ahlakı tanrının buyruklarına dayandırır. Bu nedenle biz tanrıya inanmadığımızı söyleriz, Kilise adamlarını, toprak ağalarının ve burjuvazinin -sömürücüler olarak- kendi çıkarlarını sürdürebilmek için tanrının adını kullanmış olduklarını çok iyi biliyoruz.
İnsanın ötesinde, sınıfın ötesinde kavramları esas alan her ahlakı reddediyoruz. Bu, işçileri ve köylüleri, toprak ağalarının ve kapitalistlerin çıkarları için kandırmak, dolandırmak, aptal yerine koymaktır, diyoruz.
Ahlakımız kesinlikle proletaryanın sınıf kavgası çıkarlarına bağlıdır, diyoruz. Ahlakımız proletaryanın sınıf kavgasının çıkarlarından yeşerir.
İnsanlar ahlaktan dem vurdukları zaman, şöyle deriz: Bir sosyalist için ahlak, bir birleşik disiplin ve sömürücülere karşı verilen bir bilinçli kitle kavgasıdır. Ebedi ahlaka inanmayız biz ve ahlak hakkında ileri sürülen hikâyelerin yapmacıklığını da açığa çıkarırız. Ahlak, insan toplumunun daha üst bir düzeye ulaşma ve kendini emek sömürüsünden kurtarma amacına hizmet eder.” (Lenin, Kültür ve Kültür İhtilali Üzerine, sf. 123)
Burada yeri gelmişken, sosyalizmi, ahlaki bir öğreti, iyi niyetli filozofların daha güzel bir dünya tasarımı düzeyine indirgemeye çalışan düşüncelerin çarpıklığını da belirtelim. Evet, sosyalizmin bir ahlak anlayışı vardır ve o, bütün ikiyüzlü sömürücü sınıf ahlaklarından üstün ve onurlu insana yakışanıdır. Ancak, sosyalizm bir ahlak öğretisi değildir. Zira böyle olsaydı ortaya bilimsel bir dünya görüşü olarak değil, bir din ya da tarikat olarak çıkardı. Ki, antik-çağ’dan günümüze binlerce filozof, aydın, politikacı komünizme ilişkin ütopik tasarımlarda bulunmuş, hatta bu konuda pratik denemelerde bulunanlar da olmuştur. Çıkış noktası, ahlakı ve özgürlüğü insanın özünde, tanrısal bir var oluş olarak gören bütün bu anlayışlar, toplumların evrimi içinde, gelişen sınıfların ayakları altında ezilmekten ve sonuçta güzel bir düş (ama sadece bir düş) olmaktan kurtulamamıştır.
“Komünizm bir öğreti değil, bir harekettir; ilkelerden değil, olgulardan yola çıkar. Komünistlerin elinde dayanak olarak şu ya da bu felsefe değil, tüm geçmiş tarih ve özellikle bu tarihin uygar ülkelerdeki gerçek güncel sonuçları var. Komünizm, büyük sanayiyle onun sonuçlarından, dünya pazarının kurulmasından, bundan kaynaklanan rekabete verilmiş özgürlükten, daha bugünden dört başı mamur dünya pazarı bunalımları durumuna gelmiş bulunan gitgide daha zorlu tecimsel (ticari) bunalımlardan, proletarya ile burjuvazi arasındaki bundan kaynaklanan sınıflar savaşımından çıkmıştır. Teorik olduğu ölçüde, komünizm, proletaryanın bu savaşımdaki konumunun teorik deyimlenişi ve proletaryanın kurtuluş koşullarının teorik bireşimidir.” (Engels’ten aktaran: Emile Bottigelli, Bilimsel Sosyalizmin Doğuşu, sf.255)
Bir başka türlü söylersek, sosyalist ahlak sınıf mücadelesini yaratmamıştır. Tersine o, sınıf mücadelesinin doğurduğu birleşme, dayanışma, yardımlaşma gereksiniminden türemiştir.
Kalinin, öğretmenlere yönelik bir konuşmasında, nasıl bir nesil yetiştirmeleri gerektiği üzerine açıklamalarda bulunur. Burada o, “sosyalist yeni insan insancıl niteliklerden yoksun bir insan olmayacaktır. İnsan insandır, işte buradan hareket etmek gerekir” dedikten sonra, “Öyleyse ne gibi insancıl nitelikler aşılanmalıdır?” diye sorar ve madde madde sıralayarak açıklamalarını yapar.
Bunlar insan sevgisi, dürüstlük, yüreklilik, arkadaşlık bağları ve emek sevgisidir.
Gerçekten de, bu kavramlar üzerindeki, burjuvazi ve gericiliğin örttüğü bütün çıkar ilişkilerini kaldırdığımızda, geriye sevgi ve paylaşım dünyasının insanı kalır. Ve insan şimdi insanlaşır, doğanın, bilimin, üretimin kolektif efendisi haline gelir.
Bu noktadan sonra özgürlük ahlakla bütünleşir. Sınıfsız toplumun ahlakı, sınıfların olduğu gibi, ulusal, dinsel, cinsel ye ahlaksal baskılardan da kurtulmuş bir toplumda gelişecektir. Çünkü bu ahlak, topluma zorla dayatılmış bir şey değil, toplum-sal bir alışkanlık halini alacaktır.
Tarih, bugüne kadar devrim ve sosyalizm için savaşmış, her türlü acı ye sıkıntıya katlanmış binlerce özgürlük savaşçısının, çocuk denilebilecek yaşlarda darağaçlarından özgürlük şarkıları söyleyen genç komünistlerin, son soluğuna kadar, varlığını proletaryaya adayarak ömrü nü tüketmiş parti militanlarının, Sovyetler Birliği’nde doğrudan kendi inisiyatifi ile halkın örgütlediği Kızıl Cumartesileri yaratanların, Stahanovist hareketin yaratıcılığının şahsında bu insan tiplemesini yaşadı ve yaşıyor.

Ağustos 1993

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑