Bingöl- Elazığ karayolu üzerinde 24 Mayıs günü meydana gelen olay, bir süredir karşılıklı bir bekleme havasına bürünmüş olan “Kürdistan sorunu”nda, gerek PKK’nin gerekse TC devletinin karşılıklı politikalarında önemli bir dönüm noktasına gelindiği izlenimi yerecek bir etki yaratmıştır. Olayın yarattığı tepki ve heyecan yatışınca, şu andaki sansasyonel durumun göründüğü kadar “beklenmedik” olmadığı, “bulutsuz gökte çakan bir şimşek” sayılamayacağı görülecektir.
PKK’nin tavrını anlayabilmek ve gelecekteki eğilimleri çözümleyebilmek için, sürecin başlıca sosyal ve siyasal olgularını kısaca gözden geçireceğiz.
Ateşkes sürecinden en fazla umuda kapılan kesimlerin beklentileri nelerdi ve şimdi bu kesimlerin tavırları neler olabilir?
“Ateşkes” sürecini başlatan ilişkiler neydi ve bu olaydan sonra ne biçimde gelişebilirler?
Son olayın “ateşkes” süreci içindeki anlamı nedir ve hangi siyasetlere karşılık düşmektedir?
BARIŞ SÜRECİNİN YARATTIĞI BEKLENTİLER AÇISINDAN SON OLAY
Kurd-Ha’ya göre, olay, söz konusu bölgede “yol denetimi yapmakta olan ARGK gerillalarına ateş açılması sonucunda” çıkmıştır. Bizzat PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan, olayı “ordu güçlerimizin bir
misillemesi” olarak nitelendirmiş fakat, doğrudan doğruya PKK adına olayı üstlenmemiştir. Bu durum, PKK genel sekreteri sıfatıyla Konuşan Öcalan’ın, olayın muhtemel boyutları ve şu anda yaratmış olduğu etkinin genel olarak ateşkes sürecinin yarattığı beklentilerle uyuşmadığını görerek, PKK’nin siyasi karar mekanizmasını, olayın dışında tutmaya gayret ettiği yolunda yorumların yapılmasına sebep olmuştur.
Gerek Kurd-Ha’nın, gerekse bu haber ajansını kaynak olarak alan Özgür Gündem gazetesinin, “Çatışma” kavramını kullanmaları da her şeyden önce, “ateşkes”in, genel olarak Kürt kamuoyu odaklarında yarattığı beklentilerle ilgili hâkim yorumu yansıtan bir tercihtir. Fakat Apo’nun açıklamalarına bakılarak yapılan yorum gerçeğe uygun delildir. Çünkü herbşeyden önce, Apo, eylemi açıkça PKK’nin değil, “ordu güçlerinin” bir eylemi olarak nitelemekle birlikte, olayı onayladığını ve gerekli gördüğünü de belirtmiştir,
Şu anda, “ateşkes” sürecinin yol açtığı bütün çelişkili gelişmelerin sonuçlarının karşı karşıya geldiği bir an yaşanmaktadır.
Kürt burjuva ve küçük burjuva çevreler, “ateşkes” sürecinin kendi beklentileri doğrultusunda, genel bir uzlaşma havası yarattığını görerek, “çözüm” için kendi tasarladıkları biçimde bir uzlaşma zemininin oluştuğu duygusuna kapılmışlar ve bu sürecin her iki taraf açısından da sonuna kadar götürülmesinin başlıca destekçisi olmuşlardır. Kürt milliyetçi burjuva ve küçük burjuva çevreler, gelişen ulusal kurtuluş hareketinin bir işçi-köylü devrimine dönüşmesi olasılığı karşısında duydukları açık tedirginliği, gerek bölgede hegemonya savaşını derinleştiren ABD ile, gerekse Türk hâkim sınıfları ve Türkiye Cumhuriyeti devleti ile uzlaşma yolunu daima açık tutarak ve bu güçlerin hegemonyası altında bir tür özerklik planına bağlı kalarak göstermişlerdi. Olaya karşı ilk çekimser tepki, bu çevrelerden geldi. Bir yandan ateşkesin kesilmesi olasılığı karşısında korkuyu dile getirirlerken, diğer yandan da, her şeye rağmen, Türkiye Cumhuriyeti’nin bu yöndeki çabalarına destek verileceği açıklamasını yetiştirdiler. TC’nin bir gün önce hâ2iriâyip Meclis’e sunmayı kararlaştırdığı “Af Yasası”nın geri çekilmemesini, sürecin gereklerine uyulması için çaba gösterilmesini istediler. Aynı çevreler, olayın PKK tarafından yapılmış olmasını ihtimal dışı tutmaya eğilimli yorumların da kaynağıydılar. Bazıları, bunun için neredeyse dua etmeye bile hazırdılar.
Silahtan arındırılmış askerlere (bazısı terhis olmuş, bazısı acemi eğitimini yeni tamamlayıp dağıtım için birliklerinden ayrılmış olan askerlere) karşı yapılan son baskın ve imha hareketi, özellikle tepki toplayan bu yapısı bakımından, Kürt milliyetçi küçük burjuvaları tarafından kolayca sahiplenebilecek bir olay olarak da görülemedi. Gerek bu yapısı bakımından gerekse, “barış süreci” kavramından doğan beklentileri boşa çıkaracağı korkusunu yaratması bakımından, Bingöl olayı, ilk anda, Kürt çevrelerinde genel bir dağınıklık ve şaşkınlık havası yaratmış bulunuyor. PKK’nin siyasi önderliği ya da gerilla komutanları konuyla ilgili olarak art arda yaptıkları açıklamalarında ne derlerse desinler, “Ateşkes”, genel olarak, bir silah bırakma ve süresiz barış hareketi olarak anlaşılıp yaygınlaştırıldı ve propaganda araçlarına esas olarak hükmeden Kürt burjuva odakları tarafından bu içeriğiyle onaylandı. Yaratılmış bulunan genel hava içinde, ARGK’nın eyleminin eskiden olduğu gibi coşkuyla karşılanması ve olduğu gibi savunulması beklenemezdi; şu anda görülen tereddütler ve “çatışma” olduğu ileri sürülerek “haklı zemin” arayışları içinde yumuşatılma çabası, buradan kaynaklanıyor.
Ateşkes ilanı ile birlikte, PKK’nin iradesi dışında bir sürece sürüklendiğini söylerken, bu olasılıkları da içeren bir kuşatmadan söz ediyorduk. Durum göstermektedir ki, PKK, tam olarak denetleyemediği bir sürecin öğesi durumundadır ve sürecin kendisi tarafından fazlaca belirlenemeyen genel özelliklerine ters düşecek biçimde atacağı her adım, kendi denetim alanının ya daha daralmasına yol açacaktır, ya da bu adımlar, aslında bu daralmaya karşı bir tepki olarak gelişmiş olacaktır. Bunun tek nedeni, süreç boyunca girdiği ilişkilerin ve ittifakların, esas itibariyle, Kürt halk yığınlarının büyük kesiminin sınıf karakteriyle uyuşmamasıdır: Emperyalistlerin oyunlarına dâhil olmak ve Kürt hakim sınıflarını, ittifakının esas unsurlarından biri olarak konumlandırmama, Kürt işçi ve yoksul köylü yığınlarının kısa ve uzun vadeli çıkarlarından da koparak bölgenin hegemonya peşinde koşan güçleri arasında taraf olan PKK’nin bu andan sonra kendi bağımsız programını yürütmesi, olağanüstü güçleşecektir. “Ateşkes”in, değindiğimiz, özelliklerle gündeme getirilmiş olması, varlığını her şeyden önce açık silahlı mücadeleye borçlu olan PKK’nin bir devam yolu olarak silahlı mücadeleyi sürdürmesinin manevi koşullarını zayıflatmış, genel olarak “kan dökmek” aleyhine yapılan barışçıl konuşmalar, kitlelerdeki “yorgunluk ve bıkkınlıkla” birleşince, mücadelenin bu biçimine karşı propagandayı kendi varlık koşulu yapan reformist hareketler güç kazanmıştır. Böyle bir ortamda, Bingöl olayının, şaşkınlık ve tedirginlikten ötesini yaratması beklenemezdi.
TÜRK HÂKİM SINIFLARI VE DEVLET AÇISINDAN “ATEŞKES’İN ANLAMI
“Ateşkes” sürecinden önemli siyasi ve ekonomik kazançlar elde etmiş bulunan Türk hâkim sınıfları ve siyasi ve askeri yönetim merkezleri, Bingöl-Elazığ karayolunda düzenlenen saldırıyla ilgili olarak Kürt Burjuva ve küçük burjuva çevrelerinden özünde farklı olmayan bir tavır sergilediler.
Türk Genel Kurmayının açıklaması, bir hayli esnek ve yumuşaktı. Kendi planlarının ve seçtikleri doğrultunun, bu tür olaylarla kolay kolay değişmeyeceğini söylemekle yetindiler. Soğukkanlılık önerisi ve aşırı sert olmayan deyimlerin kullanılmış olması, olaydan önceki durumun esas hatlarıyla stratejik bir tercih olarak benimsendiğini gösteriyor. ARGK saldırısına karşı, askeri planda genel ve sert bir saldırıyla cevap verilirken, açıklama dilinin ve üslubunun olağandan daha esnek tutulmasının nedeni, bunun genel eğilim içinde bir sapma, arızi bir olay olarak görüldüğü izlenimi yaratıyor. Gerçekten, “ateşkes”le nitelenen süreç, ABD’nin başlattığı ve kendi kontrolünde tuttuğu bir süreç olmasaydı, Genel Kurmay’ın, Hükümet çevrelerinin daha esnek bir tutum takınması söz konusu olamazdı. Bu çevrelere yakınlığı ile tanınan gazeteci Yalçın Doğan, olaydan PKK’yı uzak tutmak için özel bir gayret göstermiştir. Bir yandan bu yorum biçimi, PKK’nin gerilla Kanadı içinde önemli görüş ayrılıkları, bölünmeler bulunduğu görüş ve temennisiyle de birleşiyor. Fakat Yalçın Doğan ve Güneri Cıvaoğlu gibi yazarlar, olaya karşı aşırı ve “tehlikeli” tepkiler gösterilmemesi için uyarıda bulunuyorlar. Bunun, ateşkes sürecine zarar vermemesini istiyorlar.
Çünkü, genel olarak burjuvazinin, özel olarak siyasi temsilcilerinin bu sürecin başlamış olmasından ve devamından ekonomik ve siyasi pek çok çıkarları bulunmaktaydı. Bunları kısaca şöylece özetleyebiliriz:
– Türk: sermayesinin dolaşım, birikim ve merkezileşme olanakları açısından, Kürdistan. Ateşkes öncesinde, “devre dışı” konumdaydı. Türkiye sanayisinin başlıca ürünlerinin tüketimi bakımından, genel olarak
Kürdistan çok açık bir gerileme gösteriyor. Bu açıkça, geniş bir pazar kaybı demektir ve bunun giderilmesinin tek yolu, bölgede koşulların normalleştirilmesidir.
– Türkiye, birçok istatistikte, “Kürtler Türkiye’yi sömürüyor” denilmesine temel ha-zırlayacak bir biçimde görüldüğü gibi, bölgeye aşırı derecede para akıtmaktadır. Bu yüksek miktardaki para, hiç bir biçimde geriye
dönüşü olmayan bir rüşvetler zincirinin beslenmesine akıtılmaktadır. Asla yatırım olarak nitelendirilemeyecek olan bir akıştır bu: devlet memurlarına yüksek ve tazminatlı maaş ödenmesi, ajanlaştırma çabalarına ayrılan miktar, genel olarak adam satın alma gibi “harcamalar”, bölgeye akan parayı yutan kuyulardır. Türkiye’de enflasyonun yüksekliğinin, ekonomik istikrarsızlığın başlıca nedeni, bu karşılıksız para akışıdır. Banka kredileri, hiç bir biçimde geri dönmeyecek rüşvetler biçiminde dağıtılmakta, bunun karşılığını da büyük ölçüde, Türk işçi ve köylüleri ödemektedir. Ne var ki, daima taze para sıkıntısı çeken büyük tekelci burjuvazi, bu nakit akışının kendi tarafına yönlendirilebileceği koşulları özlemektedir.
– Yalnızca sermaye hareketi bakımından değil, tarımsal üretim ve toprak ilişkileri bakımından da, Kürdistan, ekonominin dışında kalmıştır. Bu durum, ekonomik olmaktan çok, siyasi bakımdan son derece çetin bir problem doğurmaktadır: Türk burjuvazisi ve Türkiye Cumhuriyeti, ekonomik hayatın hemen hemen öldüğü bu bölgede, siyasi egemenliği olağan araçlarla sürdürememektedir. Ateşkesten sonra, yıllardır ilk kez bir başbakan, heyetiyle birlikte il il Kürdistan’ı dolaşma fırsatı bulabilmişti. Bu durum, Süleyman Demirel için abartılı bir övünmenin vesilesi yapılabilmişse, bunun nedeni, Kürdistan’ın yeniden siyasi bakımdan ele geçirilme umudunu vermiş olmasıdır.
– Ateşkes, hükümetin kendisini başarılı göstermesi için de büyük propaganda fırsatları yaratmıştır. Silahların susmuş olmasını, Hükümet, kendi başarısı gibi reklâm etmiş; en azından kendi kamuoyuna, PKK’yi “dize getirdiği” gibi bir imaj vermişti. Muhalefet, işin ucunda PKK’yi arkalamak gibi bir risk gördüğü için, bu yalanın üzerine gidememiş, yalnızca başarının hükümete değil, orduya ait olabileceği gibi sözleri yarım ağız mırıldanmakla yetinmişti.
Bütün bunlar, sermaye ve hükümet çevrelerinin ateşkesin devamında büyük çıkarları olduğunu gösteriyor. Bu yüzden, Bingöl saldırısıyla ortaya çıkan şu andaki durumu geçici, arızi ve tekrarlanamaz bir durum olarak görmeyi ve göstermeyi deniyor. Örneğin, hükümetin “PKK’ye Af” diye adlandırılan ve aslında “Pişmanlık Yasası”nın genişletilmiş bir biçimi olan uygulamanın ertelenmesine karşı, bu çevrelerden tepki gelmesinin ardında bu eğilim bulunuyor. Güngör Mengi, “af kararı”nın “Apo’yu kuzu postundan çıkaracak” ve PKK’yi zor durumda bırakarak çözülmesini sağlayacak bir girişim olarak değerlendiriyor ve ertelenmesinin Apo’yu güçlendireceğini ileri sürüyor. “Öfke Değil, Akıl Lazım” başlıklı yazısının özü, özeti, Devletin “ateşkes”, “yumuşama” vb. adlarla anılan süreci işletme yönünde adım atması isteğidir. Cengiz Çandar ve M. Ali Birand tarafından da tekrarlanan bu taleplerin bir kenarında PKK içinde, biri yumuşama ve barış taraftarı, diğeri sertlik ve terör yanlısı iki ayrı iktidar grubunun bulunduğu, en azından şiddeti sürdürmek isteyen bir hizbin, Apo’ya rağmen faaliyet sürdürdüğü tahmini yatmaktadır.
Hiç kuşkusuz, Türk egemen sınıf sözcüleri ve siyasi çevreleri, “ateşkes”in tek taraflı olduğunu, ateşi kesenin yalnızca PKK olduğunu, gerilla eylemlerinin durduğunu ama Özel Tim, Korucu eylemlerinin, suikast, işkence ve köy yakma, boşaltma biçimindeki karşı-devrimci terörün devam ettiğini gözlerden gizlemeye özen gösterdiler. “Ateşkes sürmelidir” derken, PKK’nin eylemleri durdurmuş olmasından duydukları rahatlığı dile getirdiler; ama devletin de bu sürece katılmasının boyutu ve gereği konusunu, ağızlarına bile almadılar. Süreci “PKK’nin güç toplama manevrası” olarak nitelendirenler, asıl kendileri güç toplama ve taşların bağlandığı köylerde köpekçe dolaşma fırsatı olarak değerlendirdiler. Özetle, egemen sınıflar, geleceğe yönelik hesapları için olumlu koşullar yarattığını gördükleri ve bildikleri “sükûnet” dönemini, kendi şiddetlerini yaygınlaştırmak ve etkili kılmak için ikiyüzlüce kullandılar. ARGK’nin son saldırısı, tekrar “ateşkes” ve sükûnet taleplerinin yükselmesine yol açmıştır. TC ve Türk tekelci burjuvazisi, yeni bir ateşkesin eski koşullarda ve tek taraflı olamayacağını da görmüş bulunmaktadır. “Barış sürecinin” etkili bir biçimde ve Devletin inisiyatif kullandığı bir biçimde gelişmesinin PKK’nin sonu demek olacağı varsayımından hareketle, bu kez “daha sakin, dikkatli, aklı başında” davranmayı önermektedirler.
SİYASİ MÜCADELE İLE ASKERİ MÜCADELE ARASINDAKİ YAPAY AYIRIMIN SONUÇLARI
Söz konusu sürecin başlatılmasında, Türk egemen sınıflarının ve ABD’nin yanı sıra, PKK’nin de kendi çıkarları ve yakın vadeli hesapları ile bu plana dâhil olduğunu daha önce belirtmiştik. PKK’nin ateşkes sürecinde, özellikle genel bir “yorgunluk ve bıkkınlık” eğilimi tespit ettiği halk yığınlarının bir süre için de olsa “nefes almasını sağlama”, Kuzey Irak’ta “siyasi faaliyetlerini sürdürebileceği” üsler elde etme, “genel bir siyasal çözüm için imkânları araştırma ve geliştirme” gibi beklentilerle hareket ettiğini biliyoruz. Ne var ki, aynı süreç, bazı Kürt aydın çevrelerinde olduğu gibi, Kürt geniş halk yığınlarında da, “barış”ın geldiği hayasında algılanmış ve artık, TC devletinin atacağı adımların belirleyici olacağı inancı yerleşmiştir.
Bingöl saldırısı, bu algılanmanın yanıltıcı olduğunu ve PKK’nin genel mücadele çizgisinin özelliklerinin bir başka zeminde ele alınıp değerlendirilmesi gerektiğini göstermiş bulunuyor.
Uzun süredir bütün belirtiler, PKK’nin ulusal kurtuluş mücadelesini esas olarak bir askeri hareket gibi ele aldığına işaret etmektedir. Askeri taktikler,askeri saldırı ve geri çekilme biçimleri, bütün diğer siyasi strateji ve taktiklerin temeli ve yönlendirici gücü olarak etki kazanmışlardır.
Böyle bir genel mücadele çizgisinin benimsenmiş olduğu, örneğin “siyasi çözüm” kavramına, askeri eylem biçimlerini tamamen dışta bırakan, tümüyle barışçı mücadele yöntemlerini ifade eden bir içerik vermesinden de anlaşılıyordu. Buna göre, “siyasi çözüm”, dar anlamda geleneksel politika ve diplomasi araçlarının kullanıldığı bir süreçten başka bir şey değildir ve barışçıl, parlamenter yolların dışındaki yöntemleri kullanmamak demektir ve bunun karşıtı da askeri çözümdür!
Son hareket ve ardından gelen Abdullah Öcalan açıklamaları, bu anlayışı netleştirmiştir.
Oysa “siyaset” kavramını, iktidar mücadelesi kavramından ayrı düşünmeyen bir devrimci hareket açısından, askeri araçlar da, bütünüyle siyasi mücadelenin içindedir ve bu bakımdan, “askeri” ve “siyasi çözüm” iki ayrı mücadele biçimi, iki karşıt anlayış olarak karşı karşıya konulamazlar. PKK ise, genel hatları itibariyle bu iki farklı aracı, birbirinin karşısında gören ve daha çok da silahlı savaş biçimlerinin belirleyici olduğu bir çizgi izlemiştir ve bugün de bu çizgiyi sürdürmektedir.
“Siyasi mücadele”yi “barışçı mücadele”ye eşitleyen bir anlayış, bu kavramın gerçekten içermesi gereken aktif halk inisiyatifi yerine, kendi talep ve tasarılarının gücünü arttırmak için, askeri eylem biçimlerinden ötesini göremeyecektir. Mücadelenin değişik araçlarını birbiri karşısına koyan ve bunlardan da yalnızca askeri gücü, pazarlık aracı olarak kullanmaya dayanan bu anlayışın, mücadeleyi sağlıklı olarak ilerletebileceğine inanılamaz.
“Savaş ve Barış” ikilemine sıkıştırılan siyasi mücadelenin seyrini, şiddet eylemlerinin belirlemesi, iki ay önce “yorgunlar” denilerek sürecin dışına itilen kitleleri iyice seyirci ve tarafsız duruma sokacaktır.
Şu anda, PKK’nin inisiyatifine güven duyan Kürt legal çevrelerine hâkim olan “misilleme”yi “karşılıklı çatışma” olarak görme ve gösterme isteği, bir süre sonra genel bir hal alabilecek olan “seyirci” kalmanın ilk işaretleridir.
İşte tam da bu noktada, PKK’nin “silahlı reformizm” olarak adlandırabileceğimiz genel küçük burjuva akım karakterinin sonucunu, en tehlikeli biçimde gerçekleşmiş olarak görüyoruz: işçi ve emekçi halk yığınlarını esas olarak devre dışına çıkaran ye onların inisiyatifini, yalnızca bir başka baskı gücü olarak kitlesel gösterilerde kullanan anlayış, gerçek anlamda devrimci bir siyaset işleyemez. Bugün yeniden silahların patlamış olması, PKK’nin esas olarak bir uzlaşma zeminine girdiği tespitini yanlışlamaz. Aksine, eylemin açıklanan nedeni ve belirtilen yeni hedefler ve talepler, silahın uzlaşmaları teşvik ve tahrik etmek üzere kullanıldığını, bir reform aracı haline getirildiğini göstermektedir.
PKK lideri, eylemin hedefini, doğrudan doğruya kendilerine yöneltilen “Af çağrısı” olarak göstermektedir. Bunun kendilerini “bitirme eylemi” olduğunu söylemekte, eylemin buna ve PKK’nin “bittiği, gücünün tükendiği” yolundaki propagandaya karşı da bir cevap teşkil ettiğini söylemektedir. Bütün açıklamaların temeli, bir uzlaşma çağırışına açık cevap alabilmek için askeri güç kullanıldığı yolundadır. PKK, kendisini devre dışı bırakarak çözüm yollan geliştirmek isteyen bütün siyasal güçlere, başta ABD ve TC olmak üzere bütün taraflara, kendisinin ciddi bir kuvvet olduğunu hatırlatmak istiyor. Büyük yankılar yaratan eylemin, eninde sonunda gelip dayandığı mantık temeli, uzlaşma sürecinin PKK inisiyatifinin tanındığı bir atmosferde devam etmesidir.
Bu büyük uzlaşma yolunda silah, şimdi ve ileriki dönemde daha fazla da kullanılabilir. Bu, PKK’nin bazen devrimci bazen reformcu olduğunu değil, silahı bir reform aracı, şiddeti bir uzlaşma zemini arayışının aleti olarak gördüğünü gösterir.
Haziran 1993