Burjuva Siyasette Tıkanma Ve Tükeniş

Birbirine eşitlenen ve burjuva sistem, içinde bile alternatif siyasetler üretme yolları kapanan burjuva partilerinin karmaşık yurt ve dünya sorunları karşısında çıkarabileceği çözümler tükenmiş, parlamento ve siyasi partiler, yönetim süreçlerinin dışında, tamamen arpalık yaratma kurumları haline gelmiştir. Yönetim, temel aygıtları olması gereken kurumların devrede olmadığı bir tarzda çalışmaktadır. Siyasi partiler, dar anlamda, devlet yönetimi demek olan siyasetin dışına düşmüşler, ticari ve mali aracılık kurumları haline gelmişlerdir.

Önce Turgut Özal’ın ölümü, ardından da Demirel’in Cumhurbaşkanı seçilerek en azından görünüşte aktif siyasi hayattan ayrılması, Türkiye’de burjuva siyasetin gittikçe tıkanan ve işlevsiz kalan yapısıyla ilgili bazı gerçeklerin apaçık görülmesi için fırsatlar sağladı.
Bunların içinde en önemlisi, siyasi hiyerarşinin düzenlenmesinde gözetilen kıstaslar ve hiyerarşinin gereklerinin yerine getirilmesi sırasında geliştirilen ilişkiler konusundaki gerçeklerdir. Türkiye’de burjuva siyaset, görünüşteki “genel oy sistemi” dayanağının tamamen dışında, esas olarak devletin iç işleyişine ilişkin kurallara göre düzenlenmektedir. Seçim ilkesi, yalnızca Meclis’in oluşturulması sürecinde geçerli kalmakta, onun ötesinde, bu ilkenin sonuçlarının geçerli olması beklenen bütün alanlar, olağan politik kurumlara kapalı tutulmaktadır. Bir başka deyişle, Meclisin egemenlik sınırları, -başta MGK olmak üzere- devletin legal ve illegal kurumları tarafından belirlenmektedir. Faşist diktatörlük, başlıca bu çekirdek Kurumlar etrafında örülmüş bulunmakta, parlamento ve siyasal partiler, egemenliğin ikinci dereceden araçları halinde tutulmaktadır. Bu sistemde hiyerarşinin içinde yükselmek, özellikle Cumhurbaşkanlığı gibi bir makama oturmak için, Meclis’ten belli sayıda oy almak yeterli değildin esas olarak çekirdek kurumların onayını almak zorunludur.
Böylece, yönetenlerle yönetilenler arasındaki ilişkiyi, bir seçme-seçilme ilişkisine indirgeyen klasik burjuva anlamda demokrasi bile, TC’nin işleyişi içinde temel anlamım ve işlevini yitirmektedir. Yönetilenler, kendilerinin oyuyla işlediğini sandıkları süreçlerin tümüyle dışına itilmekte, yönetim kademesi, adeta emir-komuta zinciriyle belirlenmektedir. Bu zincir, yalnızca yüksek rütbeli askerlerden değil, tekelci burjuvazinin asker, sivil, her türden temsilcisinden oluşmaktadır.
Demirel’in cumhurbaşkanı seçilmesinde izlenen yöntemler, diğer yandan bu sistem içinde siyasal partilerin durumunu ve işlevini de açığa çıkarmıştır. Siyasal partiler, özellikle 12 Eylül’den sonra, farklı program ve yönetim anlayışlarını yansıtmaktan tümüyle uzaklaşmış, programları birbirine eşitlenmiştir. Örneğin, iktidardaki koalisyon ortakları arasında, ayrı parti amblemlerine sahip olmaktan öte bir fark bulma imkânı yoktur. Partiler arasındaki farklılıklar ve çatışmalar, siyasi olmaktan çok, “malı kimin götüreceği” gibi aşağılık deyimlerle tanımlanan dolaysız, kısa vadeli maddi çıkar çatışmalarının ifadesi haline gelmiştir. Örneğin, Demirel’in seçilmesinde en büyük kolaylığı ve oy desteğini sağlayan SHP, bunun karşılığında, koalisyon hükümeti içindeki yerini korumaya devam etme garantisi almakla yetinmiştir. Eğer partiler arasındaki görece program farklılıklarının devam ettiği bir dönemde olsaydı, böyle bir pozisyonda, koalisyon ortaklığının başka programatik pazarlıkların konusu olması kaçınılmazdı. Ne var ki, Amerikan tipi iki partili siyasal sisteminin yerleştirilmeye çalışıldığı bu dönemde, artık partiler arasındaki program farklılıklarına ve bundan doğacak olan çekişmelere yer kalmamıştır. Siyasi partiler arasındaki çekişme, partiler etrafında yuvalanan ve hemen hemen tamamıyla üretim dışı yollarla (ihale yolsuzlukları, hayali ihracat, rüşvet komisyonculuğu vs.) para toplayan grupların kavgasına dönüşmüş durumdadır. Tekelci burjuvazi, kendi eteklerinde yer alan ve sermayenin dolaşımını bir biçimde hızlandırarak aşırı paralar çarpan bu grupların varlığından rahatsız değildir ve bir bakıma siyaseti bunların hâkim olduğu örgütler aracılığıyla yapmakta özel yararlar görebilmektedir.
Ancak bu genel yapı, şimdi tam bir tıkanma ve kısır döngü içinde kıvranma sürecine girmiş bulunmaktadır. Birbirine eşitlenen ve burjuva sistem içinde bile alternatif siyasetler üretme yolları kapanan burjuva partilerinin karmaşık yurt ve dünya sorunları karşısında çıkarabileceği çözümler tükenmiş, parlamento ve siyasi partiler, yönetim süreçlerinin dışında, tamamen arpalık yaratma kurumları haline gelmiştir. Yönetim, temel aygıtları olması gereken kurumların devrede olmadığı bir tarzda çalışmaktadır. Siyasi partiler, dar anlamda, devlet yönetimi demek olan siyasetin dışına düşmüşler, ticari ve mali aracılık kurumları haline gelmişlerdir.
Bütün bu gerçeklerin artık halktan gizlenebilmesinin, “çok partili demokratik sistem” palavrasının yutturulabilmesinin olanağı kalmamıştır. Bu durumda, basın-yayınıyla, resmi propaganda araçlarıyla, artık gerçeğin gizlenmesine değil, olduğu gibi kabul edilip boyun eğilmesine yönelik propagandaya yönelinmiş bulunmaktadır: Yalan bile gereksiz hale gelmektedir. Şimdi bütün sorun, bu durumu halka, bile bile kabul ettirmekten ibarettir. Çürümenin, hırsızlığın ve yalancılığın olağan, başka türlüsü olamaz olduğunu kabul edebilmesi için kamuoyunun da aynı derecede yozlaşmış, çürümüş ve çaresiz olması gerekmektedir.
Tıkanıklık, yalnızca siyasi yapılar düzeyinde değil, bütünüyle hayatın yeniden üretilmesi süreçlerinde yaşanmaktadır. Türkiye’de her şey, ancak köklü bir alt-üstün temizleyebileceği kadar tükenmiştir.

Haziran 1993

Ateşkes sürecinde ‘ “savaş ve barış”

Bingöl- Elazığ karayolu üzerinde 24 Mayıs günü meydana gelen olay, bir süredir karşılıklı bir bekleme havasına bürünmüş olan “Kürdistan sorunu”nda, gerek PKK’nin gerekse TC devletinin karşılıklı politikalarında önemli bir dönüm noktasına gelindiği izlenimi yerecek bir etki yaratmıştır. Olayın yarattığı tepki ve heyecan yatışınca, şu andaki sansasyonel durumun göründüğü kadar “beklenmedik” olmadığı, “bulutsuz gökte çakan bir şimşek” sayılamayacağı görülecektir.
PKK’nin tavrını anlayabilmek ve gelecekteki eğilimleri çözümleyebilmek için, sürecin başlıca sosyal ve siyasal olgularını kısaca gözden geçireceğiz.
Ateşkes sürecinden en fazla umuda kapılan kesimlerin beklentileri nelerdi ve şimdi bu kesimlerin tavırları neler olabilir?
“Ateşkes” sürecini başlatan ilişkiler neydi ve bu olaydan sonra ne biçimde gelişebilirler?
Son olayın “ateşkes” süreci içindeki anlamı nedir ve hangi siyasetlere karşılık düşmektedir?

BARIŞ SÜRECİNİN YARATTIĞI BEKLENTİLER AÇISINDAN SON OLAY
Kurd-Ha’ya göre, olay, söz konusu bölgede “yol denetimi yapmakta olan ARGK gerillalarına ateş açılması sonucunda” çıkmıştır. Bizzat PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan, olayı “ordu güçlerimizin bir
misillemesi” olarak nitelendirmiş fakat, doğrudan doğruya PKK adına olayı üstlenmemiştir. Bu durum, PKK genel sekreteri sıfatıyla Konuşan Öcalan’ın, olayın muhtemel boyutları ve şu anda yaratmış olduğu etkinin genel olarak ateşkes sürecinin yarattığı beklentilerle uyuşmadığını görerek, PKK’nin siyasi karar mekanizmasını, olayın dışında tutmaya gayret ettiği yolunda yorumların yapılmasına sebep olmuştur.
Gerek Kurd-Ha’nın, gerekse bu haber ajansını kaynak olarak alan Özgür Gündem gazetesinin, “Çatışma” kavramını kullanmaları da her şeyden önce, “ateşkes”in, genel olarak Kürt kamuoyu odaklarında yarattığı beklentilerle ilgili hâkim yorumu yansıtan bir tercihtir. Fakat Apo’nun açıklamalarına bakılarak yapılan yorum gerçeğe uygun delildir. Çünkü herbşeyden önce, Apo, eylemi açıkça PKK’nin değil, “ordu güçlerinin” bir eylemi olarak nitelemekle birlikte, olayı onayladığını ve gerekli gördüğünü de belirtmiştir,
Şu anda, “ateşkes” sürecinin yol açtığı bütün çelişkili gelişmelerin sonuçlarının karşı karşıya geldiği bir an yaşanmaktadır.
Kürt burjuva ve küçük burjuva çevreler, “ateşkes” sürecinin kendi beklentileri doğrultusunda, genel bir uzlaşma havası yarattığını görerek, “çözüm” için kendi tasarladıkları biçimde bir uzlaşma zemininin oluştuğu duygusuna kapılmışlar ve bu sürecin her iki taraf açısından da sonuna kadar götürülmesinin başlıca destekçisi olmuşlardır. Kürt milliyetçi burjuva ve küçük burjuva çevreler, gelişen ulusal kurtuluş hareketinin bir işçi-köylü devrimine dönüşmesi olasılığı karşısında duydukları açık tedirginliği, gerek bölgede hegemonya savaşını derinleştiren ABD ile, gerekse Türk hâkim sınıfları ve Türkiye Cumhuriyeti devleti ile uzlaşma yolunu daima açık tutarak ve bu güçlerin hegemonyası altında bir tür özerklik planına bağlı kalarak göstermişlerdi. Olaya karşı ilk çekimser tepki, bu çevrelerden geldi. Bir yandan ateşkesin kesilmesi olasılığı karşısında korkuyu dile getirirlerken, diğer yandan da, her şeye rağmen, Türkiye Cumhuriyeti’nin bu yöndeki çabalarına destek verileceği açıklamasını yetiştirdiler. TC’nin bir gün önce hâ2iriâyip Meclis’e sunmayı kararlaştırdığı “Af Yasası”nın geri çekilmemesini, sürecin gereklerine uyulması için çaba gösterilmesini istediler. Aynı çevreler, olayın PKK tarafından yapılmış olmasını ihtimal dışı tutmaya eğilimli yorumların da kaynağıydılar. Bazıları, bunun için neredeyse dua etmeye bile hazırdılar.
Silahtan arındırılmış askerlere (bazısı terhis olmuş, bazısı acemi eğitimini yeni tamamlayıp dağıtım için birliklerinden ayrılmış olan askerlere) karşı yapılan son baskın ve imha hareketi, özellikle tepki toplayan bu yapısı bakımından, Kürt milliyetçi küçük burjuvaları tarafından kolayca sahiplenebilecek bir olay olarak da görülemedi. Gerek bu yapısı bakımından gerekse, “barış süreci” kavramından doğan beklentileri boşa çıkaracağı korkusunu yaratması bakımından, Bingöl olayı, ilk anda, Kürt çevrelerinde genel bir dağınıklık ve şaşkınlık havası yaratmış bulunuyor. PKK’nin siyasi önderliği ya da gerilla komutanları konuyla ilgili olarak art arda yaptıkları açıklamalarında ne derlerse desinler, “Ateşkes”, genel olarak, bir silah bırakma ve süresiz barış hareketi olarak anlaşılıp yaygınlaştırıldı ve propaganda araçlarına esas olarak hükmeden Kürt burjuva odakları tarafından bu içeriğiyle onaylandı. Yaratılmış bulunan genel hava içinde, ARGK’nın eyleminin eskiden olduğu gibi coşkuyla karşılanması ve olduğu gibi savunulması beklenemezdi; şu anda görülen tereddütler ve “çatışma” olduğu ileri sürülerek “haklı zemin” arayışları içinde yumuşatılma çabası, buradan kaynaklanıyor.
Ateşkes ilanı ile birlikte, PKK’nin iradesi dışında bir sürece sürüklendiğini söylerken, bu olasılıkları da içeren bir kuşatmadan söz ediyorduk. Durum göstermektedir ki, PKK, tam olarak denetleyemediği bir sürecin öğesi durumundadır ve sürecin kendisi tarafından fazlaca belirlenemeyen genel özelliklerine ters düşecek biçimde atacağı her adım, kendi denetim alanının ya daha daralmasına yol açacaktır, ya da bu adımlar, aslında bu daralmaya karşı bir tepki olarak gelişmiş olacaktır. Bunun tek nedeni, süreç boyunca girdiği ilişkilerin ve ittifakların, esas itibariyle, Kürt halk yığınlarının büyük kesiminin sınıf karakteriyle uyuşmamasıdır: Emperyalistlerin oyunlarına dâhil olmak ve Kürt hakim sınıflarını, ittifakının esas unsurlarından biri olarak konumlandırmama, Kürt işçi ve yoksul köylü yığınlarının kısa ve uzun vadeli çıkarlarından da koparak bölgenin hegemonya peşinde koşan güçleri arasında taraf olan PKK’nin bu andan sonra kendi bağımsız programını yürütmesi, olağanüstü güçleşecektir. “Ateşkes”in, değindiğimiz, özelliklerle gündeme getirilmiş olması, varlığını her şeyden önce açık silahlı mücadeleye borçlu olan PKK’nin bir devam yolu olarak silahlı mücadeleyi sürdürmesinin manevi koşullarını zayıflatmış, genel olarak “kan dökmek” aleyhine yapılan barışçıl konuşmalar, kitlelerdeki “yorgunluk ve bıkkınlıkla” birleşince, mücadelenin bu biçimine karşı propagandayı kendi varlık koşulu yapan reformist hareketler güç kazanmıştır. Böyle bir ortamda, Bingöl olayının, şaşkınlık ve tedirginlikten ötesini yaratması beklenemezdi.

TÜRK HÂKİM SINIFLARI VE DEVLET AÇISINDAN “ATEŞKES’İN ANLAMI
“Ateşkes” sürecinden önemli siyasi ve ekonomik kazançlar elde etmiş bulunan Türk hâkim sınıfları ve siyasi ve askeri yönetim merkezleri, Bingöl-Elazığ karayolunda düzenlenen saldırıyla ilgili olarak Kürt Burjuva ve küçük burjuva çevrelerinden özünde farklı olmayan bir tavır sergilediler.
Türk Genel Kurmayının açıklaması, bir hayli esnek ve yumuşaktı. Kendi planlarının ve seçtikleri doğrultunun, bu tür olaylarla kolay kolay değişmeyeceğini söylemekle yetindiler. Soğukkanlılık önerisi ve aşırı sert olmayan deyimlerin kullanılmış olması, olaydan önceki durumun esas hatlarıyla stratejik bir tercih olarak benimsendiğini gösteriyor. ARGK saldırısına karşı, askeri planda genel ve sert bir saldırıyla cevap verilirken, açıklama dilinin ve üslubunun olağandan daha esnek tutulmasının nedeni, bunun genel eğilim içinde bir sapma, arızi bir olay olarak görüldüğü izlenimi yaratıyor. Gerçekten, “ateşkes”le nitelenen süreç, ABD’nin başlattığı ve kendi kontrolünde tuttuğu bir süreç olmasaydı, Genel Kurmay’ın, Hükümet çevrelerinin daha esnek bir tutum takınması söz konusu olamazdı. Bu çevrelere yakınlığı ile tanınan gazeteci Yalçın Doğan, olaydan PKK’yı uzak tutmak için özel bir gayret göstermiştir. Bir yandan bu yorum biçimi, PKK’nin gerilla Kanadı içinde önemli görüş ayrılıkları, bölünmeler bulunduğu görüş ve temennisiyle de birleşiyor. Fakat Yalçın Doğan ve Güneri Cıvaoğlu gibi yazarlar, olaya karşı aşırı ve “tehlikeli” tepkiler gösterilmemesi için uyarıda bulunuyorlar. Bunun, ateşkes sürecine zarar vermemesini istiyorlar.
Çünkü, genel olarak burjuvazinin, özel olarak siyasi temsilcilerinin bu sürecin başlamış olmasından ve devamından ekonomik ve siyasi pek çok çıkarları bulunmaktaydı. Bunları kısaca şöylece özetleyebiliriz:
– Türk: sermayesinin dolaşım, birikim ve merkezileşme olanakları açısından, Kürdistan. Ateşkes öncesinde, “devre dışı” konumdaydı. Türkiye sanayisinin başlıca ürünlerinin tüketimi bakımından, genel olarak
Kürdistan çok açık bir gerileme gösteriyor. Bu açıkça, geniş bir pazar kaybı demektir ve bunun giderilmesinin tek yolu, bölgede koşulların normalleştirilmesidir.
– Türkiye, birçok istatistikte, “Kürtler Türkiye’yi sömürüyor” denilmesine temel ha-zırlayacak bir biçimde görüldüğü gibi, bölgeye aşırı derecede para akıtmaktadır. Bu yüksek miktardaki para, hiç bir biçimde geriye
dönüşü olmayan bir rüşvetler zincirinin beslenmesine akıtılmaktadır. Asla yatırım olarak nitelendirilemeyecek olan bir akıştır bu: devlet memurlarına yüksek ve tazminatlı maaş ödenmesi, ajanlaştırma çabalarına ayrılan miktar, genel olarak adam satın alma gibi “harcamalar”, bölgeye akan parayı yutan kuyulardır. Türkiye’de enflasyonun yüksekliğinin, ekonomik istikrarsızlığın başlıca nedeni, bu karşılıksız para akışıdır. Banka kredileri, hiç bir biçimde geri dönmeyecek rüşvetler biçiminde dağıtılmakta, bunun karşılığını da büyük ölçüde, Türk işçi ve köylüleri ödemektedir. Ne var ki, daima taze para sıkıntısı çeken büyük tekelci burjuvazi, bu nakit akışının kendi tarafına yönlendirilebileceği koşulları özlemektedir.
– Yalnızca sermaye hareketi bakımından değil, tarımsal üretim ve toprak ilişkileri bakımından da, Kürdistan, ekonominin dışında kalmıştır. Bu durum, ekonomik olmaktan çok, siyasi bakımdan son derece çetin bir problem doğurmaktadır: Türk burjuvazisi ve Türkiye Cumhuriyeti, ekonomik hayatın hemen hemen öldüğü bu bölgede, siyasi egemenliği olağan araçlarla sürdürememektedir. Ateşkesten sonra, yıllardır ilk kez bir başbakan, heyetiyle birlikte il il Kürdistan’ı dolaşma fırsatı bulabilmişti. Bu durum, Süleyman Demirel için abartılı bir övünmenin vesilesi yapılabilmişse, bunun nedeni, Kürdistan’ın yeniden siyasi bakımdan ele geçirilme umudunu vermiş olmasıdır.
– Ateşkes, hükümetin kendisini başarılı göstermesi için de büyük propaganda fırsatları yaratmıştır. Silahların susmuş olmasını, Hükümet, kendi başarısı gibi reklâm etmiş; en azından kendi kamuoyuna, PKK’yi “dize getirdiği” gibi bir imaj vermişti. Muhalefet, işin ucunda PKK’yi arkalamak gibi bir risk gördüğü için, bu yalanın üzerine gidememiş, yalnızca başarının hükümete değil, orduya ait olabileceği gibi sözleri yarım ağız mırıldanmakla yetinmişti.
Bütün bunlar, sermaye ve hükümet çevrelerinin ateşkesin devamında büyük çıkarları olduğunu gösteriyor. Bu yüzden, Bingöl saldırısıyla ortaya çıkan şu andaki durumu geçici, arızi ve tekrarlanamaz bir durum olarak görmeyi ve göstermeyi deniyor. Örneğin, hükümetin “PKK’ye Af” diye adlandırılan ve aslında “Pişmanlık Yasası”nın genişletilmiş bir biçimi olan uygulamanın ertelenmesine karşı, bu çevrelerden tepki gelmesinin ardında bu eğilim bulunuyor. Güngör Mengi, “af kararı”nın “Apo’yu kuzu postundan çıkaracak” ve PKK’yi zor durumda bırakarak çözülmesini sağlayacak bir girişim olarak değerlendiriyor ve ertelenmesinin Apo’yu güçlendireceğini ileri sürüyor. “Öfke Değil, Akıl Lazım” başlıklı yazısının özü, özeti, Devletin “ateşkes”, “yumuşama” vb. adlarla anılan süreci işletme yönünde adım atması isteğidir. Cengiz Çandar ve M. Ali Birand tarafından da tekrarlanan bu taleplerin bir kenarında PKK içinde, biri yumuşama ve barış taraftarı, diğeri sertlik ve terör yanlısı iki ayrı iktidar grubunun bulunduğu, en azından şiddeti sürdürmek isteyen bir hizbin, Apo’ya rağmen faaliyet sürdürdüğü tahmini yatmaktadır.
Hiç kuşkusuz, Türk egemen sınıf sözcüleri ve siyasi çevreleri, “ateşkes”in tek taraflı olduğunu, ateşi kesenin yalnızca PKK olduğunu, gerilla eylemlerinin durduğunu ama Özel Tim, Korucu eylemlerinin, suikast, işkence ve köy yakma, boşaltma biçimindeki karşı-devrimci terörün devam ettiğini gözlerden gizlemeye özen gösterdiler. “Ateşkes sürmelidir” derken, PKK’nin eylemleri durdurmuş olmasından duydukları rahatlığı dile getirdiler; ama devletin de bu sürece katılmasının boyutu ve gereği konusunu, ağızlarına bile almadılar. Süreci “PKK’nin güç toplama manevrası” olarak nitelendirenler, asıl kendileri güç toplama ve taşların bağlandığı köylerde köpekçe dolaşma fırsatı olarak değerlendirdiler. Özetle, egemen sınıflar, geleceğe yönelik hesapları için olumlu koşullar yarattığını gördükleri ve bildikleri “sükûnet” dönemini, kendi şiddetlerini yaygınlaştırmak ve etkili kılmak için ikiyüzlüce kullandılar. ARGK’nin son saldırısı, tekrar “ateşkes” ve sükûnet taleplerinin yükselmesine yol açmıştır. TC ve Türk tekelci burjuvazisi, yeni bir ateşkesin eski koşullarda ve tek taraflı olamayacağını da görmüş bulunmaktadır. “Barış sürecinin” etkili bir biçimde ve Devletin inisiyatif kullandığı bir biçimde gelişmesinin PKK’nin sonu demek olacağı varsayımından hareketle, bu kez “daha sakin, dikkatli, aklı başında” davranmayı önermektedirler.

SİYASİ MÜCADELE İLE ASKERİ MÜCADELE ARASINDAKİ YAPAY AYIRIMIN SONUÇLARI

Söz konusu sürecin başlatılmasında, Türk egemen sınıflarının ve ABD’nin yanı sıra, PKK’nin de kendi çıkarları ve yakın vadeli hesapları ile bu plana dâhil olduğunu daha önce belirtmiştik. PKK’nin ateşkes sürecinde, özellikle genel bir “yorgunluk ve bıkkınlık” eğilimi tespit ettiği halk yığınlarının bir süre için de olsa “nefes almasını sağlama”, Kuzey Irak’ta “siyasi faaliyetlerini sürdürebileceği” üsler elde etme, “genel bir siyasal çözüm için imkânları araştırma ve geliştirme” gibi beklentilerle hareket ettiğini biliyoruz. Ne var ki, aynı süreç, bazı Kürt aydın çevrelerinde olduğu gibi, Kürt geniş halk yığınlarında da, “barış”ın geldiği hayasında algılanmış ve artık, TC devletinin atacağı adımların belirleyici olacağı inancı yerleşmiştir.
Bingöl saldırısı, bu algılanmanın yanıltıcı olduğunu ve PKK’nin genel mücadele çizgisinin özelliklerinin bir başka zeminde ele alınıp değerlendirilmesi gerektiğini göstermiş bulunuyor.
Uzun süredir bütün belirtiler, PKK’nin ulusal kurtuluş mücadelesini esas olarak bir askeri hareket gibi ele aldığına işaret etmektedir. Askeri taktikler,askeri saldırı ve geri çekilme biçimleri, bütün diğer siyasi strateji ve taktiklerin temeli ve yönlendirici gücü olarak etki kazanmışlardır.
Böyle bir genel mücadele çizgisinin benimsenmiş olduğu, örneğin “siyasi çözüm” kavramına, askeri eylem biçimlerini tamamen dışta bırakan, tümüyle barışçı mücadele yöntemlerini ifade eden bir içerik vermesinden de anlaşılıyordu. Buna göre, “siyasi çözüm”, dar anlamda geleneksel politika ve diplomasi araçlarının kullanıldığı bir süreçten başka bir şey değildir ve barışçıl, parlamenter yolların dışındaki yöntemleri kullanmamak demektir ve bunun karşıtı da askeri çözümdür!
Son hareket ve ardından gelen Abdullah Öcalan açıklamaları, bu anlayışı netleştirmiştir.
Oysa “siyaset” kavramını, iktidar mücadelesi kavramından ayrı düşünmeyen bir devrimci hareket açısından, askeri araçlar da, bütünüyle siyasi mücadelenin içindedir ve bu bakımdan, “askeri” ve “siyasi çözüm” iki ayrı mücadele biçimi, iki karşıt anlayış olarak karşı karşıya konulamazlar. PKK ise, genel hatları itibariyle bu iki farklı aracı, birbirinin karşısında gören ve daha çok da silahlı savaş biçimlerinin belirleyici olduğu bir çizgi izlemiştir ve bugün de bu çizgiyi sürdürmektedir.
“Siyasi mücadele”yi “barışçı mücadele”ye eşitleyen bir anlayış, bu kavramın gerçekten içermesi gereken aktif halk inisiyatifi yerine, kendi talep ve tasarılarının gücünü arttırmak için, askeri eylem biçimlerinden ötesini göremeyecektir. Mücadelenin değişik araçlarını birbiri karşısına koyan ve bunlardan da yalnızca askeri gücü, pazarlık aracı olarak kullanmaya dayanan bu anlayışın, mücadeleyi sağlıklı olarak ilerletebileceğine inanılamaz.
“Savaş ve Barış” ikilemine sıkıştırılan siyasi mücadelenin seyrini, şiddet eylemlerinin belirlemesi, iki ay önce “yorgunlar” denilerek sürecin dışına itilen kitleleri iyice seyirci ve tarafsız duruma sokacaktır.
Şu anda, PKK’nin inisiyatifine güven duyan Kürt legal çevrelerine hâkim olan “misilleme”yi “karşılıklı çatışma” olarak görme ve gösterme isteği, bir süre sonra genel bir hal alabilecek olan “seyirci” kalmanın ilk işaretleridir.
İşte tam da bu noktada, PKK’nin “silahlı reformizm” olarak adlandırabileceğimiz genel küçük burjuva akım karakterinin sonucunu, en tehlikeli biçimde gerçekleşmiş olarak görüyoruz: işçi ve emekçi halk yığınlarını esas olarak devre dışına çıkaran ye onların inisiyatifini, yalnızca bir başka baskı gücü olarak kitlesel gösterilerde kullanan anlayış, gerçek anlamda devrimci bir siyaset işleyemez. Bugün yeniden silahların patlamış olması, PKK’nin esas olarak bir uzlaşma zeminine girdiği tespitini yanlışlamaz. Aksine, eylemin açıklanan nedeni ve belirtilen yeni hedefler ve talepler, silahın uzlaşmaları teşvik ve tahrik etmek üzere kullanıldığını, bir reform aracı haline getirildiğini göstermektedir.
PKK lideri, eylemin hedefini, doğrudan doğruya kendilerine yöneltilen “Af çağrısı” olarak göstermektedir. Bunun kendilerini “bitirme eylemi” olduğunu söylemekte, eylemin buna ve PKK’nin “bittiği, gücünün tükendiği” yolundaki propagandaya karşı da bir cevap teşkil ettiğini söylemektedir. Bütün açıklamaların temeli, bir uzlaşma çağırışına açık cevap alabilmek için askeri güç kullanıldığı yolundadır. PKK, kendisini devre dışı bırakarak çözüm yollan geliştirmek isteyen bütün siyasal güçlere, başta ABD ve TC olmak üzere bütün taraflara, kendisinin ciddi bir kuvvet olduğunu hatırlatmak istiyor. Büyük yankılar yaratan eylemin, eninde sonunda gelip dayandığı mantık temeli, uzlaşma sürecinin PKK inisiyatifinin tanındığı bir atmosferde devam etmesidir.
Bu büyük uzlaşma yolunda silah, şimdi ve ileriki dönemde daha fazla da kullanılabilir. Bu, PKK’nin bazen devrimci bazen reformcu olduğunu değil, silahı bir reform aracı, şiddeti bir uzlaşma zemini arayışının aleti olarak gördüğünü gösterir.

Haziran 1993

Geçmişten bugüne türkiye sol hareketi Dr. Hikmet kıvılcımlı ve TKP- 2 “yol”un sonu

Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın TKP içinde, teorik ve ideolojik bir muhalefeti temsil eden ve strateji-taktik konularında ayrıntılı öneriler ve görüşler içeren toplu yazıları, “YOL” genel başlığı altında toplanmıştı. “YOL”, hem partiye, izlemesi gereken genel çizgi önerisi anlamına geliyordu, hem de “devrimin yolu” deyimine bir göndermeydi.
Yazımızın bu bölümünde, “YOL”un, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’yı, pratik siyasi hayatında götürdüğü son noktayı inceleyeceğiz.
Teoride savunulan pek çok doğru, önerilerin içeriğinde bulunan devrimci öğeler, bir dönem için muhalefet konumunda bulunurken ileri sürülen taktik ve stratejik atılım talepleri, eninde sonunda kendilerinin pratikte sınanacakları bir zamana kadar görünüşte taşıdıkları devrimciliği koruyabilirler. Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın, kendi içlerinde de önemli zaaflar taşıyan öneri ve eleştirileri bir ölçüde içerdikleri devrimci özellikleri ve işçi sınıfını esas almaya özen gösteren tavrım gitgide kaybetmiş ve sonunda, genel ve sistemli TKP revizyonizminin sınırları içinde bu sistemin bir parçası haline gelerek, kendine özgülüğünü de kaybedip proletaryanın eylemini ve komünizmin hedeflerini esas almayan bir küçük burjuva darbeciliğine dönüşmüştür.
Bu noktadan geriye doğru gidildiğinde, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın ulaştığı siyasi sonuçların geçmişteki teorik çalışmalarında ve eleştirilerinde de kendisini gösteren ve genel içerikleri bakımından Marksist sınıf mücadelesi teorisine aykırı tespitlerinde temellerini bulduğunu görebiliriz. Bu tespitlerin ve Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın sınıf mücadelesi teorisi karşısındaki durumunun açığa çıktığı alan, doğrudan doğruya devlet ve onun kurumları karsısında takındığı teorik ve pratik tutumdur.

KIVILCIMLI’NIN TEORİK ANALİZİNDE TÜRK ORDUSUNUN YERİ
Hiç kuşkusuz, bugün Dr. Hikmet Kıvılcımlı’yı, hayatının son günlerindeki eğilimleri ve eylemleri bakımından değerlendirirken, özellikle o günün koşullarında taşıdığı ruh halini göz önünde tutmak zorunludur.
Ömrünün son günlerinde, tuttuğu güncesine şunları yazıyor:
“Gece her yarım saatte bir kıvrandırıcı ağrılarla uyanıp sabaha dek taşındım. … Dayanılmaz ağrılar her şeyi unutturuyor. Ne zalim hastalıkmış bu kanser? … Onun kötümserliği altında intiharı bile düşündüğüm oluyor. Başkalarının ve kendimin başına bela olacağıma, sükunetle çeker giderim şu dünyadan. …”
“TKP kanseri, ondan beter çıktı… Bu politik kanserimiz, bütün kanamalarıyla savaşı yavaşlatmış ve en sonra bugünkü soysuzlaşmaya dayanmıştır.”
Gerek kendi militan hayatıyla, gerekse bütün ömrünü uğruna hizmetle geçirmeye çalıştığı Partisinin iç hayatıyla olan hesaplaşmasını sürdürürken, bir yandan da, o anda ne yapması gerektiğini tartışır. Bu arada, ömrünün son on gününde, gerek fiziksel olarak, gerekse ruhsal bakımdan, yukarıdaki satırlarına da yansıyan büyük bir yıkıntı ve umutsuzluk içinde bulunduğu bir sırada, Berlin’den iki mektup yazar,
Mektuplarından biri, idam cezası istemiyle yargılanmak üzere kendisi hakkında tevkif müzekkeresi çıkarmış bulunan Sıkıyönetim Mahkemesinedir.
Kıvılcımlı, mektubunda, Türkiye’den kaçmadığını, kendisine yurt dışına çıkış izni verilmediği için Halit Aksungur adına düzenlenmiş kimlikle tedavi görmek için yurtdışına çıktığını, Türk Ordusunun adaletine hesap vermekten kaçınmayacağını, Sıkıyönetim Mahkemesi’ne teslim olmak istediğini, bunun için dönüş hazırlıklarını sürdürdüğünü ve hastalığının kendisine bir parça ayakta kalabilme izni vermesini beklediğini yazıyordu.
Bütün polis işkencelerinden alnının akıyla çıkmakla haklı olarak övünen, uzlaşmazlığı ve kavgacılığı ile TKP kadroları içinde nam salmış bulunan bu yaşlı militanın siyasi hayatının, maddi hayatından önce son bulmasına yol açan bu teslimiyet mektubu, Türk basınında, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın ölüm haberiyle birlikte yayınlandı.
İkinci mektup ise, Brejnev’e, 30 Eylül 1971 tarihinde yazılmıştır. Kendisinin “Sosyalist ülkelere” sokulmayışını protesto ve şikâyet eden bu mektubuna açık ve pratik bir cevap alarak, “Sosyalist Blok”un bütün ülkelerinden, kendi deyimiyle, “kapı dışarı edilmiş” ve sonunda Yugoslavya’ya sığınmış, orada 11 Ekim 1971’de ölmüştür. Hemen hemen aynı anda, biri bütün ömrü boyunca mücadele ettiği sosyalist ideallerin kalbi olarak gördüğü Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin Sekreterine, diğeri de mücadelesinin hedefinde duran burjuvazinin devletinin bir kurumuna, iki mektup…
Dr. Hikmet Kıvılcımlı’ya bu trajik sonu hazırlayan tarihi ve siyasi nesnel süreçlerin yanında, kendi teorik ürününün de rolü bulunduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Türkiye’nin siyasi tarihinde darbelerin yeri Ye anlamını, Türkiye solu, ilk kez 12 Mart sonrasında ciddi olarak tartıştı ve geçmişe oranla, askeri darbeler karşısında daha net bir tavır geliştirmek için 12 Eylül zulmünün kendisine sunduğu geniş malzemeden yararlanabildi.
Bu iki tecrübeyi göz önünde tutan siyasi değerlendirmeler açısından, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın mektubu, ilk elde ve soyut olarak açık bir teslimiyet mektubu olarak görünecektir. Fakat Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın genel teorik yaklaşımı göz önünde tutulduğunda, onun, Brejnev’den adalet isterken taşıdığı açıklık ve içtenlikle, Türk ordusundan da adalet isteyebileceği görülecektir. Böylece, söz konusu mektup, siyasi ahlak bakımından yargılamaya konu olacak bir belge olmaktan çok, bir teorik yaklaşımın ulaştığı son nokta olarak anlam kazanacaktır.

“İKİNCİ KUVAYI MİLIİYECİLİĞİMİZ”
27 Mayıs Askeri Darbesi, Dr.Hikmet Kıvılcımlı için, İkinci Kurtuluş Savaşı’na uzanan bir yoldu. (Bkz: 27 Mayıs, Yön’ün Yönü, Devletçiliğimiz, s.80) Ya da; “27 Mayıs, geleneksel ilmiyemizin (üniversitenin) yaptığı bilimsel ve gidimsel kışkırtma üzerine, seyfiyemizin (ordumuzun) kılıcını ortaya atmasıydı.” (agy)
Dr. Hikmet Kıvılcımlı, bunların yanı sıra, özellikle 27 Mayıs sonrasında bir tür solculuk işareti olmaya başlayan “devletçilik” savunusunu yapanlara karşı, kavramın sınıf içeriğini açıklar ve eleştirirken, devlet ve sınıf hâkimiyeti ilişkisi üzerinde Marksizm’in temel ilkelerini ve tezlerini de savunur: “Devrimin birinci sorunu, şu ya da bu doktrin ya da parola değil, iktidar sorunudur. İktidar kişi işi de değildir. İktidardaki Kişi, hangi sosyal sınıf eğilimindeyse, devlet de, devletçilik de tüm o sosyal sınıfın egemenlik aracı olur.” (age s. 80) “Sosyal sınıf pusulasını şaşıran kimsenin siyasetten konu açması, dilinin altında bir şey saklamıyorsa, iflah olmaz toyluğun sırıtmasıdır.
“Modern toplumun kapitalist üretim temel üzerinde başlıca sosyal sınıflar: 1- Kapitalist sınıfı, 2- İşçi sınıfıdır.” (age. s.95) Kıvılcımlı, gerek Yön dergisi etrafında etkinlik gösteren, gerekse genel olarak 27 Mayıs’ın “ilericiliği” hakkında kanı yerleştiren çevrelere karşı kendi konumunu açıklamaya çalışırken, daima bu kıstasları öne sürer. Devletçi sosyalizm” sloganıyla politika yapan “ilericiliği” eleştirirken, Marksizm’in temel tezlerine dayanır. Bu biraz da, onlarla aynı kavram cephaneliğini kullanıyor olmasından kaynaklanan bir kaygının ürünüdür. Örneğin, Yön dergisi, “İkinci Kurtuluş Savaşı”ndan söz etmektedir, Kıvılcımlı da; Yön dergisi “Kuvayı milliye seferberliği” sloganını kullanmaktadır, Kıvılcımlı ise, Vatan Partisi tüzüğünde, “Mübarek İktisadi Kuvayı Milliye seferberliği” terimini kullanmıştır. O, bu benzerliği, kendisi tarafından konulmuş ilkelerin tahrif edilmesi çabası olarak görür ve “devletçi sosyalistlerin bu slogan ve terimleri kullanmasının, “düşünce ve davranışları bulandırmak” amacına dönük olduğunu söyler.
Fakat, gerçekte Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın bu kavramlara verdiği içerik, ya da o dönemde yaşanan olaylara yakıştırdığı yorum, Marksizm’le ne kadar uyuşmaktadır? Kendisinin Özenle vurgulamaya çalıştığı farklılık, gerçekten var mıdır? “Devletçi Sosyalistler”le kendi görüşleri arasına köklü ve sınıf farklılığı olarak açıklanabilecek ciddi bir karşıtlık var mıdır?
Hikmet Kıvılcımlı’nın 27 Mayıs değerlendirmelerinde, bir bakıma “hayıflanma” denilebilecek bir saptama önemli yer tutmaktadır. Ona göre, eğer darbeci subaylar, işçi sınıfına dayansalardı veya başlıca destekçileri olarak bu sınıfı gözeten bir politika izleselerdi, 27 Mayıs, sosyalizm yolunda ilerleyebilir, en azından bir demokratik devrim karakteri kazanabilirdi!
“Devrimci, Kendisine Sırça saraylar kurup çevresini yedi kat polis ve silahlı adamlarla sararak da sağ kalır, çarıksızlarla bir arada yasayarak, kalk sevgisinden örülmüş zırhlar içinde de… Ancak kendi ülküsüne en elverişli sosyal sınıfı seçmek, Hasan Sabbah’ın Kan Kalesi içinde nefsini güvence altına almaktan çok daha garantilidir. Kişi için garantili olmasa bile, dava için garantilidir.
“27 Mayıs, bu noktada yanılmıştır.

“11 Mayıs devrimcileri, sabah namazından sonra kimseyi sokağa çıkartmayacaklarına, halka güvenebilir, çarıklı köylünün yanına gitmenin bütün yollarını açabilirlerdi.
“Hırpani işçilerin örgütlerini,  Amerika’dan, milyon sağlayan sendika gangsterlerinden kurtarabilirlerdi. Ekonomik kurtuluş savasının manivelası gibi kullanabilirlerdi. Rızkını zor çıkaran küçük memuru, aydını, sermayeye haraç vermek üzere tasarruf bonosu ile yaralamayabilirlerdi.”
İşte, “Yön”cülüğe yöneltilen bütün eleştirilerin, devletçilik üzerine tekrarlanın duran Marksist önermelerin hepsinin bir yana atıldığı, unutulduğu, geçersiz kılındığı nokta burasıdır. Dr. H. Kıvılcımlı, sınıf pusulası, derlet ve devrim teorisi, gibi “şaşmaz devrimci doğruları”, bir kenara bırakarak, 27 Mayıs askeri darbesini gerçekleştiren subaylardan, demokratik bir halk devriminin gerçekleştirebileceği bir programın uygulanmasını bekleyebilmekte, bunun koşulu olarak da, darbeci ordunun “çarıklı köylülere, hırpani işçilere” dayanmayı seçmesinin yeterli olacağını düşünmektedir.
Bu nokta, aynı zamanda, onun değişik teorik ve pratik yanlama kargı mücadele ettiği TKP’nin ve ömrünün sonunda derin açmazlarını keyfetmeye başladığı Sovyet revizyonizminin temel tezleriyle buluştuğu noktadır. O, bir yandan, o dönemde bütün Ortadoğu, Afrika ve Asya Ülkeleri İçin SSCB-KP’nin yaygınlaştırdığı “Kapitalist olmayan yoldan kalkınma” teorisinin kılavuzluğunda bu sonuçlara ulaşmaktadır, diğer yandan, bizzat kendisine ait olan “Tarih tezinin sonuçlarını dile getirmektedir.

27 MAYIS GERÇEĞİ
Demokrat Parti’nin on yıllık iktidarı döneminde, özellikle 1957 yılından sonra, ağır bir siyasi ve ekonomik baskı altına alınan halk yığınlarının muhalefeti, esas olarak İsmet İnönü’nün liderliğini yaptığı Cumhuriyet Halk Partisi ekseninde toparlanmıştı. “Tek Parti, Tek Şef’ faşizminin bütün anılarının halk hafızasında canlılığını korumasına karşın, DP döneminde de faşizmin temel ekonomik ve siyasal pratiğinde değişen bir şeyin olmaması, üstelik bu uygulamaların İsmet İnönü’yü şahsen de hedef alan bir “açık diktatörlük” görüntüsü kazanması, DP iktidarına karşı CHP önderliğindeki muhalefetin kitleselleşmesine, kitle gösterileriyle dile getirilmesine zemin hazırlamış, vesile teşkil etmişti. Elbette, gerek muhalefetin içeriği gerekse bu muhalefete biçim ve yön veren siyasal hareketin genel karakteri ve sınıfsal özü, DP’nin uyguladığı politikaların içeriğinden, DP’nin genel karakterinden ve sınıfsal özünden farklı değildi. Komprador tekelci burjuvazinin ve toprak ağalarının egemen olduğu Parti yapıları ve bütün pratik politikalarıyla, bu iki parti, birbirinin tamamen aynısı olarak şekillenmişti. Bir farkla ki, CHP, “Kurtuluş Savaşını yöneten ve devleti kuran parti” olmak gibi, devlet bürokrasisi içinde en etkili ve güçlü olma konumunu sürdürürken, DP, “sivil iktidar” görünümünü taşıyordu. Her iki parti de, Amerikan emperyalizmine bağlılıkta ve komünizm düşmanlığında bir diğerinden geride kalmıyor, işçi sınıfı ve köylülüğe karşı politikaların yaratılması ve uygulanmasında aralarında hiç bir fark bulunmuyordu.
DP iktidarı döneminde, enflasyonist ekonomi politikasının sonucu olarak, “köylünün ve işçinin cebi para gördü” propagandasını görünüşte haklı çıkaracak bir genel durum yaşanmış, yollar, limanlar, barajlar gibi üretim araçlarına yapılan yatırımlarda artış görülmüştür. Bu iki gelişme, emperyalist sermayenin genişletilmiş yeniden üretiminin gerçekleştirilebilmesi için zorunlu olan ekonomik politikaların sonucuydu. Dolayısıyla, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Amerikan emperyalizmi ile girişilen ilişkilerin yeni ve çok yüksek boyutu, hangi parti siyasi iktidarı elinde tutuyor olursa olsun, aynı yolu izlemeyi zorunlu kılıyordu. Bu politikaların görünüşte sağladığı “ekonomik kalkınma” izlenimi, DP ve onun başbakanı Adnan Menderes için, geniş halk yığınlarında sempati doğmasına yol açmıştır. Ne var ki, izlenen ekonomi politikasının görece kısa bir vadede yol açtığı refah aldanması sona ermiş ve derin bir yoksullaşma süreci başlamıştı. Buna karşı gelişen muhalefetin siyasal ifade kazanmasının önüne geçmeyi amaçlayan uygulamalar, bu arada şiddetli anti-komünizm, örgütlenme yasağı, basın üzerindeki şiddetli sansür, genel bir “hürriyet mücadelesi” kavramını da beraberinde geliştiriyordu. Bu noktada, CHP uygulanan yasaklamaların başlıca hedefi gibi görünme şansını da kullanarak, “Hürriyet mücadelesinin önderi” imajına sahip çıktı. Aynı dönemde, ağır illegalite koşullarında mücadeleyi ilerletemeyen ve Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın deyimiyle “beyanname dağıtma-tevkifat-beyanname dağıtma-tevkifat döngüsü”nden ötesini başaramayan TKP, Doğu Almanya’dan yayın yapan “Bizim Radyo” dışında sesini duyuramıyor, örgütlü bir sınıf mücadelesinin gereklerinin hiç birini yapmıyordu. “Bizim Radyo”nun yayınları ise, sınıf mücadelesinin örgütlü gücünün bir parçası halinde sürdürülmediği için, eninde sonunda CHP’nin propagandasına dönüşüyor, CHP’nin muhalefetinin güçlendirilmesine hizmet ediyordu.
Ekonomik ve siyasi bunalımı kendi siyasal hedefleriyle birleştirmeye başlayan CHP’nin kapatılmak istenmesi ve TBMM’de buna ilişkin bir soruşturma komisyonunun kurularak çalışmaya başlaması, CHP’nin kendi arkasında toplanan bütün muhalefeti eyleme sürüklemesine yol açtı. Bu dönemde, özellikle üniversite gençliğinin enerjisini ve muhalif niteliğini harekete geçirme başarısı, genel olarak kamuoyunda, bütün ülkenin ve halkın DP iktidarına karşı ayaklanma içinde olduğu görüntüsünü güçlendirdi.
27 Mayıs darbesi, bir yandan bu hareketliliği kendileri için bir çıkış noktası olarak gören ve bütün programları soyut olarak “vatanı kurtarmak” diye özetlenebilen ve aslında iktidarı DP’den alıp CHP’ye devretmekten ibaret olan genç subayların girişimi ile başlamış, esas olarak bu görüntüden korkuya kapılan emperyalizmin planlarının gerçekleştiği bir “devlet operasyonu” olarak devam edip nitelik kazanmıştır.
Bu operasyonunun başlıca iki hedefi vardır: Birincisi, kontrolden çıkmakta olan işçi ve halk muhalefetini sistemin kanalları içine oturtmak, bunun için belli bir “demokratikleşme” programı uygulayarak sendikal örgütlenme ve grev hakkının tanınması da dahil işçilere “nefes alma yollarını açmak”; ikincisi ordu içinde baş veren eğilimleri denetim altına alarak, örnekleri Irak, Suriye, Mısır gibi ülkelerde görülen ve esas olarak Sovyetler Birliği’nin hegemonyasının yayılmasına yarayan “ilerici askeri darbeler” zincirinin yeni bir halka kazanmasını önlemek.
Bir devlet ve emperyalizm operasyonu olarak 27 Mayıs, bu bakımdan kendi gerici/karşı-devrimci hedefleri doğrultusunda başarılı olmuştur; ama yer aldığı tarihsel kesit ve bir halk muhalefetinin dalgası önünde gerçekleşmiş olmasının sonuçları, emperyalizm ve tekelci burjuvazi açısından uzun vadeli problemler de yaratmıştır. Bu operasyon, kendi başlıca hedeflerine doğru ilerlerken, her şeyden önce, halk muhalefetinin başlıca şiarlarını “resmen kabul etmiş” görünmekten de kaçınamazdı. Bu yüzden, 27 Mayıs Anayasası denilen siyasi belge, “halkla yapılmış bir uzlaşma” gibi görünür. Toprak reformu, düşünce ve örgütlenme özgürlüğü, toplusözleşmeli-grevli sendikaların kurulması, DP iktidarına karşı ayağa kalkan yığınların başlıca talepleriydi ve DP’ye karşı yapılan bir hareketin bu talepleri görmezlikten gelmesi imkânı yoktu. Bu taleplerin Anayasa düzeyinde ifade edilebilmiş olması da, 27 Mayıs’a verilen aydın desteğinin bir sonucuydu. DP iktidarı ile üniversiteler arasında meydana gelen kopukluk ve karşıtlık, “Özerk Üniversite” sloganı altında birleşen üniversitelere, başlıca Anayasa Profesörlerine “Anayasa’yı yapma yetkisi” verilmesini kolaylaştırmıştır. Bu da, üniversite öğrencilerinin mücadelesinde sloganlaşan kimi taleplerin Anayasa’ya girmesinin kapısını açmıştır. Ne var ki, söz konusu Anayasa, daima bir gösteriş belgesi olarak kalmış, özellikle “demokratik hak ve özgürlükler getirdiği” söylenen maddeleri, Türk Ceza Kanunu’nun pratik işlerliğe sahip ve hiç de göstermelik olmayan gücüyle geçersiz kılınmıştır. Ancak, söz konusu hak ve özgürlüklerin göstermelik de olsa anayasa düzeyinde ifade edilmiş olmaları, egemen sınıflar açısından, Devletin temel niteliği hakkında daima rahatsızlık yaratan bir çelişmeyi ifade etmiş, egemen sınıflar ve yüksek devlet bürokrasisi, 1961 Anayasası’nın değiştirilmesi talebini daima gündemde tutmuş, bunu başarmak için de iki askeri darbenin, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 faşist darbelerinin gücünden yararlanmıştır.
27 Mayıs Anayasası’na “ilerici ve demokratik” görünümünü veren, onun ortaya çıkışında rol oynayan halk kitlelerinin muhalefet şiarlarının Anayasa’ya yansımış olmasıdır. Ne var ki, Anayasa’da yer alan bu maddeler, hiç bir zaman devletin esas karakterinde demokratikleşme yönünde bir değişikliğe karşılık düşmemiş, aksine, 27 Mayıs Anayasasının, devlet örgütlenme şemasında o zamana kadar yer almayan bazı yeni faşist kurumların oluşturulmasına ve devlet mekanizmasının yönetilen kitleler aleyhine pekiştirilmesine zemin hazırlayan yönleri, daima en geniş ve etkili biçimde hayata geçirilmiştir. Anayasa Mahkemesi, Çift Meclisli Parlamento (“Okumuşlar meclisi”- Senato), gibi, burjuva demokratik seçim ilkesinin dahi sonuçlarını ortadan kaldıran kurumlar, Ordu’nun darbe yapma hakkı bulunduğunu açıkça ifade eden Giriş Bölümü, faşist diktatörlüğün biçimsel eksikliklerinin giderilmesi yönünde açık katkılar getirmiş, sonraki darbelerin burjuva siyaset zemininde meşruiyet kazanmasını kolaylaştırmıştır.
Bütün bu özellikler, özellikle DP dönemi faşizminin ağır baskısından kurtulma duygusu içindeki yığınlar ve aydınlar tarafından görülememiş, daha çok görünürde sağlanmış bulunan hak ve özgürlüklerin, 27 Mayıs darbesinin karakteri olarak algılanmasına yol açmıştır. Örneğin, grev ve lokavt yasasının çıkışında, grev hakkı için yıllardır mücadele eden ve sonunda yüz binlerce katılımla büyük Saraçhane gösterisini gerçekleştiren işçi sınıfının gücü ve etkisi görülmemiş, aynı zamanda bu yasanın burjuvaziye lokavt saldırısı için hak tanıdığı göz ardı edilmiş ve bu yasanın yapılması ve Anayasa’ya dayandırılması, başlıca bir “27 Mayıs hareketinin getirdiği demokratik kazanç”, “Ordunun öncülük ettiği ilerici adım” olarak değerlendirilerek olumlanmıştır. Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın da, bütün teorik çalışmasında dilinden düşürmediği “işçi sınıfı” kavramının, bu konuyu ele alışta bir işe yaramadığı görülecektir. Ona göre, 27 Mayıs “ilericiliğinin” başlıca sebebi “Ordu”nun “tarihsel gelenekleri”dir. O, Anayasa’nın “hak ve özgürlükler getiren” maddelerinin arkasında, halkın ve işçi
sınıfının baskısının yarattığı gerilemeyi değil, Türkiye Cumhuriyeti Silahlı Kuvvetlerinin “tarihsel geleneklerini”   görmektedir.
Dr. Hikmet Kıvılcımlı açısından Ordunun 27 Mayıs’taki “ilerici” rolü, rastlantısal ve geçici bir özellik değildir. 12 Mart Askeri darbesinden hemen önceki bir dönemde yayınlanan “Halk Savaşının Planları” adlı kitabında, bu görüşünü şöyle ifade etmektedir:
“Türkiye tarihinde hemen her devrim, ordu tarafından yapılmıştır.”
“Ordu: hep düzenlice ileri devrimci aksiyon vurucu gücü olmuştur ve olmaktadır.”
“Ortada, geri ülkelerin ekonomik ve sosyal gidişimde çıkmaza girmiş sınıf ilişki-çelişkilerini çıkmazdan kurtarıp zembereğinden boşandıran bir gerçek Vurucu Güç vardır.
“Bu vurucu güç, Türkiye’nin yakın tarihinde, olumlu modern gelişim yönünde etkin oldu ve oluyor. Bir avuç finans-kapital kodamanı, Antika tefeci bezirgân sınıfı ile el ele verip memleketi korkunç bir sömürü ile satmaya kalkıştı mıydı, vurucu güçlerimiz halk’tan yana çıkarak o gidişi göğüslemekten geri kalmıyor. O zaman, Finans-Kapital+Tefeci Bezirgan ittifakı tezine karşı gelenekçil  ileri  vurucu  güçlerin halkla ittifakı anti-tezi gerçekleşiyor.” (age. s. 187)
Kolayca görülebileceği gibi, Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Ordu’yu, “Finans-kapital, tefeci bezirgân” ittifakı olarak gördüğü egemen sınıfların dışında, hatta karşısında görmektedir. Öyle ki, ordu, egemen sınıfların karşısında olmakla da kalmıyor, bu karşı duruşu, “balkın yanında” yer alarak pekiştiriyor! Bizim, yani halkın, “vurucu gücümüz” oluyor!
Silahlı Kuvvetlerin Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasi tarihinde tuttuğu yer, 12 Mart ve 12 Eylül darbeleriyle açık olarak görülmüş, bu tarihi dönemeçlerden sonra, Türkiye’de hemen hemen hiç kimse, “Ordunun ilerici rolü, halktan yanalığı” gibi teorileri ileri sürmeye cesaret edememiştir. Ne var ki, özellikle DP faşizmine karşı yükselen halk muhalefetinin “doğal müttefiki” gibi görünen 27 Mayıs askeri darbesinin sonrasında, bir yandan da halkın ve işçi sınıfının gücüne inançsızlıktan kaynaklanan aydınca bir yaklaşımla, ordunun toplumsal hayattaki yeri ve konumu üzerine yanıltıcı ve yanlış pek çok görüş, Marksizm’in sınıf mücadelesi teorisi ve devlet teorisi ile çelişip çelişmediğine bakılmasızın, “sosyalistler” ve “komünistler” tarafından da ileri sürülebilmiştir. Bu görüşlerin özellikle TKP geleneğinden gelen aydınlarca ileri sürülmesinde, halkın ve işçi sınıfının hareketine güvenmek ve onun üzerine hesap yapmaktan çok, egemen sınıflar arasındaki çelişmelere ve egemen sınıf kliklerinden birine bel bağlama alışkanlığının rolü belirleyicidir. Bu anlayış, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın yukarıda aktardığımız sözlerine açık bir biçimde yansımaktadır. Her şeyden önce, Dr. H. Kıvılcımlı, sınıf mücadelesinin sonuçlarından ve bu mücadeleye yol açan kapitalist çelişkilerin dönüştürücü gücünden emin değildir. Tarihin ilerleyişini, nesnel-maddi süreçlerin ilerleyişi haline getiren bu hareket, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın analizinde, bir “vurucu güç” hareketine indirgenmektedir. Dolayısıyla, sosyal hareketin ve sınıflar çelişkisinin tarihsel zorunluluklardan doğduğu gerçeği bir yana itilmekte, yukarıdan bir askeri darbe ile çözülecek bir sorun olarak görülmektedir. Yukarıda aktardığımız değerlendirme de bunun bir sonucudur: “27 Mayıs devrimcileri, sabah namazından sonra kimseyi sokağa çıkartmayacaklarına, halka güvenebilir, çarıklı köylünün yanına gitmenin bütün yollarını açabilirlerdi.
“Hırpani işçilerin örgütlerini, Amerika’dan, milyon sağlayan sendika gangsterlerinden kurtarabilirlerdi. Ekonomik kurtuluş savaşının manivelası gibi kullanabilirlerdi. Rızkını zor çıkaran küçük memuru, aydını, sermayeye haraç vermek üzere tasarruf bonosu ile yaralamayabilirlerdi.”
Kuşkusuz, buradaki tespit, “vurucu güç” kavramıyla da çelişmektedir. Eğer ordu, gerçekten halkın vurucu gücüyse, neden bir de ayrıca halkın yanına gitmesi için özel bir politikayla donanması gereksin? Dr. Hikmet Kıvılcımlının askeri hareketin, bir “ekonomik kurtuluş savaşı” başlatmak istediğinden emin olduğunu görüyoruz. Ama ordu, bu hareketi halk adına yaptığını bilmemektedir! Kıvılcımlı, bu noktada, orduya aslında kendisinin halkın vurucu gücü olduğunu anlatmayı misyon edinmektedir.
Bir başka yerde, Dr. H. Kıvılcımlı, ordunun bir sosyal sınıf olmadığını ama sosyal devrimlerde vurucu güç olarak rol oynayacağını söyler. Böylece, bir yandan, devlet örgütünün bir parçası, giderek Türkiye Cumhuriyeti’nin temel kurumu olan ordu, gerçekten olduğu gibi gösterilir: bir sosyal sınıf değildir. Ama Kıvılcımlı, bunu özel bir amaçla söyler: gerçekte bir sosyal sınıf olmayış özelliği, sınıflardan bağımsızlık anlamı kazanır. Dr. Hikmet Kıvılcımlı, ordunun bir sosyal sınıf olmadığı gerçeğinden, onun sınıfların dışında ve üstünde bir yerde durduğu sonucunu çıkarır. Ama öte yandan, bir sosyal devrimin vurucu gücü olarak mutlak bir rolle donatılır. Bunun nedenini, Dr. Hikmet şöyle açıklar: “Türkiye’ye Osmanlı göreneklerinden kalma en önemli ve en orijinal gerçekliğimizdir bu.”
Ordu, Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş yıllarından yıkılışına kadar geçen altı yüz yıl boyunca, bu geleneğe göre yaşamış, Osmanlı İmparatorluğu yıkılıp Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra da bu özelliği değişmemiş, geçen elli yıl boyunca gene o ilk niteliklerinin devamı olarak yaşamıştır!
Dr. Hikmet Kıvılcımlı, ordunun ve kurum olarak devletin egemen sınıflarla ilişkisine dair Leninist teoriyi bilmez değildir. Fakat buna rağmen, bu kadar ağır bir gafı yapabilmektedir. Çünkü Dr. Hikmet Kıvılcımlı için belirleyici olan, Marksizm-Leninizm’in temel tezleri ve teorisi değildir. O, kendi geliştirdiği tarih yorumunu ve tarih tezini bunlardan daha belirleyici görmektedir.

“TARİH, DEVRİM, SOSYALİZM”DE SINIFSIZ DEVLET, SINIF MÜCADELESİZ TARİH
Dr. H. Kıvılcımlı’nın temel eseri, “Tarih Devrim ve Sosyalizm”, onun cezaevinde geçirdiği yılların en önemli ürünlerinden birisidir. Bu eser, Türkiye gerçeğini anlamak, Türkiye’ye özgü devrim yolunu tespit etmek ve gündelik politikalara ışık tutmak üzere düşünülmüş bir “başlangıç tezleri” toplamıdır. Gerek partinin iç işleyişine, gerekse taktik ve strateji sorunlarına ilişkin bütün tartışmalarda, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın mantığını, çıkış noktasını ve iddialarının odaklaştığı noktayı tayin eden, bu eserde ileri sürmüş olduğu tezlerdir. Eser, evrenin oluşumunu, güneş sisteminin ve bu sistem içinde dünyanın oluşumunu özetleyen ve özellikle de yeryüzünün jeolojik evrimini belirli “devrim aşamalarıyla” açıklamaya yönelen uzunca bir bölümle başlar.
Daha sonraki bölümlerde, yeryüzünün oluşumu ile toplumların oluşum ve gelişim süreçleri arasında yapılacak analojiler için bu bölüm giriş özelliği taşımaktadır. Daha sonra, vahşet çağı ve barbarlık üzerine ileri sürülecek olan tezler, yeryüzünün oluşumuyla benzerlikler içinde anlatılacaktır.
Kitabın konumuz bakımından en önemli bölümü, barbarlık döneminde, toplumsal  örgütlenmenin esasını teşkil eden “askeri demokrasinin ve Barbarlık çağında yaşayan toplumların sahip olduğu ahlâkın incelendiği bölümdür, Bu noktada, Dr. Hikmet Kıvılcımlı, aslında Engels’in “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” adlı eserinde incelediği bir olguyu, tarihten derlediği örneklerle kaleme almanın ötesine geçmiş değildir.
Orijinal tez ve yandaşlarınca “Marksizm’e katkı” olarak reklam edilen teze göre ise, köleci devletler ve uygarlıklar, kendi iç çelişmeleri sonucunda değil, dış bir güç oluşturan barbar yığınları tarafından yıkılırlar. Barbarlar, böylece tarihte devrimci bir rol oynarlar. Barbar örgütlenmesi, devletin var olduğu, ama sınıfların ve baskının bulunmadığı bir toplumsal örgütlenme biçimidir. Toplumda tam bir barış hüküm sürmektedir, devletin ordusu, kendisini halk için feda etmeye hazır bir kuruluştur ve aslında halkın kendisinden başka bir şey değildir. Padişah da, ordu gibi, halkın emrindedir. (Tarih, Devrim, Sosyalizm, s.185-37)
Barbalığa yapılan bu övgüler, bu toplumsal örgütlenme biçiminin bazı özelliklerinin abartılmasına dayanır. Osmanlı İmparatorluğu ile Türkiye Cumhuriyeti ordularına yakıştırılan devrimci gelenek de, bu abartılmış özelliklerin temel karakteristikler gibi gösterilmesine dayandırılır.
Bu bir yana, Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşuna esas teşkil eden kurumlaşmalar da, barbarlık özelliklerinin bir devamı değildin Osmanlı İmparatorluğuna giden süreçte, göçebe özellikleri ve barbarlık döneminin özellikleri çoktan yitirilmiş bulunuyordu. Dr. Hikmet Kıvılcımlı, bütün bilimsel eğitimine, Marksizm’le olan ilişkisine rağmen, Namık Kemal’in “Cihangirane bir devlet yarattık bir aşiretten” şeklindeki mısraında ifade edilen içi boş övünmeyi doğru kabul etmiş gibidir.

OSMANLI İMPARATORLUĞU ÜZERİNE TEZLER:
Dr. Hikmet Kıvılcımlı’ya göre, Osmanlı toprak düzeni, özel mülkiyete dayanmıyordu ve dolayısıyla bu mülkiyetin yaratabileceği sınıflardan ve sınıf çatışmalarından da uzaktaydı. Bu sözler, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın yalnızca barbarlık dönemine ilişkin olarak olumlu özellikler bulup yüceltmekle kalmadığını, kıtalararası bir imparatorluk olarak örgütlenen Osmanlı devletinin de, yüceltilmesi-ne kadar uzandığını göstermektedir.
Gerçekte Osmanlı İmparatorluğu, çağındaki bütün diğer imparatorluklar gibi, üretim ve yönetim işlevlerinin sınıflara bölünmüş toplumsal yapılar üzerinde gerçekleştiği bir siyasal örgütlenmeydi. Bu imparatorluk, daha kuruluş aşamasında, her şeyden önce, yakın iktisadi ve siyasi ilişkiler içinde bulunduğu Bizans İmparatorluğu’nun temel kuruluş biçimlerinden etkilenmiş, toprak üzerinde özel mülkiyetin gelişmesine, toplumun feodalleşmesine, feodal ilişkiler üzerinde keskinleşen sınıf çatışmalarının derinleşmesine karşılık düşen bir kuruluş süreci geçirmiştir. Cumhuriyetin kuruluşuna kadar geçen süre içindeki değişmeler ve gelişmeler bir yana, Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşuna zemin hazırlayan daha başlangıçtaki ilişkiler bile, yeterince sınıf karşıtlığı içeriyordu. Osmanlı Devletinin büyümesi ve sınırlarını genişletmesi, aynı zamanda devletin temel nizamının, yani merkezi feodalitenin, gelişip güçlenmesi anlamına geliyordu.
Bu kuruluş, aynı zamanda, bir hanedanın etrafında şekillenmiş bulunan yönetici sınıfın, silah tekelini de elinde tuttuğu, bir DEVLET organizasyonudur. Silah tekelini İfade eden kuruluş ise, doğrudan doğruya “ORDU”dur. Dolayısıyla, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın bir halk ordusu olarak tahayyül ettiği bu kurum, bir devlet olarak örgütlenmenin temel mantığı gereği, bir sınıf çatışmasının ürünü olarak anlam bulmuş ve halka-halklara karşı bir ezme ve sömürü organı halinde gelişmiştir. Osmanlı ordusunun, bu haliyle göçebe toplum savaşçılığının, “askeri demokrasi” geleneğinin bir devamı olduğunu kabul etmeye imkân yoktur. Çünkü göçebe toplumlarda ve onun siyasi biçimi olan askeri demokraside, topluluğun tümü, kadınlar dâhil, silahlanmış durumdadır. Bu tür topluluklarda, silahsız birey, ancak cezalandırılmış ve tecrit edilmiş bir topluluk üyesidir, ya da çocuk veya yaşlıdır. Halkın tümünün silahlı olduğu bu toplum biçiminde, silah tekelinin belli bir zümre ya da sınıfın örgütlü gücün elinde olması söz konusu değildir. Ordu ile halk aynıdır. Dolayısıyla, ordunun gelenekleri ile halkın gelenekleri arasında, ordunun çıkarlarıyla halkın çıkarları arasında herhangi bir farklılaşma bulunamaz. Oysa Osmanlı toplumunda, halk ve ordu arasında, tam ve kesin bir kopuş bulunuyordu ve Osmanlı ordusu, kurumlaşmış sınıf egemenliğinin bir aracı olarak rol oynuyordu.
En azından, Osmanlı devletinin göçebe Türkmen topluluklarına karşı açtığı savaş, bu kurumla göçebe toplulukların gelenekleri ve kurumlarıyla Osmanlı imparatorluğunun kurumları ve gelenekleri arasında bir uçurum bulunduğunu görmeye yetebilir. “Ferman padişahın, dağlar bizimdir” diye haykıran göçebe Türkmen Dadaloğlu’nun, kendisine düşman gördüğü padişah, herhalde, göçebe geleneklerini sürdüren bir padişah değildi.
Dr. Hikmet Kıvılcımlı, söz konusu çalışmasını TKP yönetici kadrolarına tartışmak üzere sunduğu zaman, Parti Genel Sekreteri Şefik Hüsnü’den, “Eyvah, Dr. Hikmet yoksa Nazi teorisine mi kayıyor? Aman dikkat!” gibi bir tepki aldığını anlatmaktadır. (Bkz. “Kim Suçlamış? s.27) Gerçekten de, bu tezin sonucunda varılabilecek noktalardan birine, Alman Nazizmi, kendi içinde varmış bulunuyordu. Nazizm, Alman ordusunun, Germen kabile savaşçılarının devamı olduğunu ileri sürüyor, efsanevi barbar savaşçılarıyla kendi mekanize tümenleri arasında bir gelenek bağı kuruyordu. Şefik Hüsnü, belki de Doktor’un sürekli muhalif konumundan hareket ederek, tezlere karşı olumsuz tavır takınmıştır; ama sonuçta tespiti büyük ölçüde haklı endişeleri ifade etmektedir.

CUMHURİYET DÖNEMİ TÜRK ORDUSUNA GENEL YAKLAŞIM
Kıvılcımlı’nın Osmanlı Devlet kuruluşu ve bunun sınıf ilişkileri bakımından yeri hakkında söyledikleriyle bu devlete ait ordu kurumu hakkındaki analizi birbiriyle tutarlıdır. Gerçekten eğer Osmanlı devleti, “Fatih’in son çağına dek”, sınıf ayrılıklarının bir ürünü değilse, ordu da sınıflar-üstü bir konumda bulunacaktır. Bu tez, yanlış olmakla birlikte, kendi içinde mantıksal bakımdan tutarsız değildir.
Ne var ki, Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Osmanlı toplumunun daha sonraki dönemleri ve Cumhuriyet dönemi için ordunun toplumsal konumunu belirlerken, aynı ölçüyü kullanmaz. Osmanlı İmparatorluğu, bir dönemden sonra, onun için “derebeyi devlet”tir. Türkiye Cumhuriyeti’nde ise, devletin burjuvazinin, “finans-kapital ve tefeci bezirgân ittifakının” devleti olduğunu söyler. Bu devletin, işçi sınıfının ve emekçi halkın üzerinde bir baskı aygıtı olduğunu açıkça belirtir. Bizzat Kendisi, keskin sınıf mücadelesi ortamında boy vermiş bir partinin militanı olarak yaşamakta, sınıf mücadelesi ortamında, kendi görüşünce, proletaryanın safında çarpışmaktadır. Devlet, Osmanlı imparatorluğunda olduğu gibi, artık “sınıfları lafla değil, fiilen kaldıran” dirlik düzeninin devleti değildir. “Devlet, kıskıvrak, finans kapitale bağlıydı.” (Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi, s. 60.) O halde, bu devletin kurumlarından sınıflar mücadelesinde herhangi bir biçimde, genel olarak halktan yana olmak bir yana, tarafsızlık beklemek bile, tutarlı olmayacaktır. Ama Dr. Hikmet Kıvılcımlı, bu durumda bile, devleti, gerçekte tarafsız olması gerekirken burjuvazi tarafından yolu saptırılmış bir kurum olarak değerlendirir. Ve özellikle de ordu, devletten ayrı özel bir kurum olarak ele alınır. “Çıkmaza girmiş devletin yapabileceği tek şey, sermayeyi silahla korumaktı. … İşçi sınıfına karşı silahlı kuvvetler yürütüldü.” (age. s. 60)
1960 yılı 27 Mayıs’ında ise, Dr. H. Kıvılcımlı için ordu, hangi sınıfa dayanarak devrim yapacağını bilemediği için yolunu şaşırmış bir devrimciler grubudur. Ona hangi sınıfla birleşmesi gerektiğinin anlatılması gerekir; değil mi ki, ordu, halka hizmet ve büyük reform yapmak istemektedir, ona, işçi sınıfıyla birleşmesi gerektiği gösterilirse eğer, “vurucu güç” olarak görevini yerine getirebilir: “Kendisine: gel kardeşim, sınıflı toplumun kişi olarak her insanı az çok aşağılık kompleksiyle hastadır. Burjuvalar da hastadırlar. Ama sosyal sınıf olarak davrandılar mı, birbirlerini kıracaklarına sınıf bilinciyle birleşirler ve toplumda kendilerine halka karşı yardımcı güçler ararlar ve bulurlar.
“Halk da, o sizin tasavvur ettiğiniz gibi yuvarlak ve her tanesi aynı bir yumurta yığını değildir. Halk içinde burjuvaziye karşı modern ve bilinçli olabilen bir sınıf vardır: işçi sınıfı.
“Eğer gerçekten ‘halka hizmet’ ve ‘büyük reform1 götürülecekse, o işçi sınıfının manivelasına sarılmaktan başka çıkar yol yoktur denilse, ne karşılık alınır?”
Kukusuz, Dr. H. Kıvılcımlı’nın umduğu cevap alınamazdı. O, bir bakıma, ordunun böyle bir çağrıyı kendisine ulaştıran, o bilinci kendisine götüren kişiye (partiye) “iyi ki söyledin, ben de bunu arıyordum” diyerek hemen peşinden gelebileceğine safça inanıyordu.
“Çağımızın zulme karşı çapı, atla deve değildir. ‘Mısırdaki sağır sultan’ (Binbaşı Abdünnasır) bile duymuştur. O Sosyalizmdir. Yeryüzünden, melun zalimi kaldırmanın adına, 19. yüzyıldan beri sosyalizm denmiştir.
“Sosyalizmin bilimi çoktan yapılmıştır. Ancak bizim ‘aslanlar’, işin bilimini derinleştirecek ne olanaklara ne zamana sahiptirler. Başkan yaptıkları Gürsel Paşa’ya: “Türkiye’ye bir sosyalist parti gereklidir’ dedirtebilmişlerdi. Kim yapacaktı bunu? Belli değildi.” (27 Mayıs… s. 144)
Öte yandan, aynı Gürsel Paşa, Türkiye çapında “Komünizmle Mücadele Dernekleri”nin fahri genel başkanı olarak konuşabiliyor, en gerici sloganları rahatça tekrarlıyordu. Dr. Hikmet’in bu çelişkileri doğru çözebilmesi için gerekli koşullar, bizzat kendi teorisi tarafından yok edilmiş bulunuyordu. Ancak belli bir devrimci sosyal sınıfın hareketinin üzerinde yükselir ve dolaysız olarak onun örgütlü mücadelesinin bir parçası halinde harekete katılırlarsa devrimci rol oynayabilecek olan ordudaki devrimci- demokrat, hatta komünist subayların tek tek varlığını, ordunun tümünün ve kurumsal özelliği sayan teori, on dan devrimci atılım beklemekten kurtulamazdı.
Dr. Hikmet Kıvılcımlı, aynı sistemli hatayı, 12 Mart darbesi karşısında da tekrarladı. Kendisiyle ilişkide olan devrimci genç subayları, ordunun tümünü temsil ediyorlarmış gibi algıladı. Daha ötesi, onların devrimciliğini, sosyalizme yönelmiş olmalarını, ülke ve dünya koşullarıyla değil, ordunun devrimci bir geleneğe sahip olmasıyla açıklamaya girişti. Bu yüzden, 12 Mart Muhtırası verildiğinde, bu askeri darbe hareketini, burjuvazinin meclisi olarak gördüğü ve kendisinden herhangi ciddi bir çözüm doğmayacağına inandığı TBMM’ye karşı bir hareket olarak değerlendirdi ve destekledi.

KAPİTALİST OLMAYAN YOLDAN KALKINMA YOLU TEORİSİ
Doktor Hikmet’i yanıltan ikinci teorik etki, kaynağı Sovyet Revizyonizmi olan “Kapitalist Olmayan Yoldan Kalkınma” kavramı ekseninde formüle edilen genel tutum ve diplomasiydi. Sovyetler Birliği, Amerikan emperyalizminin kendisini güneyden İslam ülkeleri ile pekiştirilmiş bir gerici yönetimler kuşağı ile yalıtma çabasına karşılık, aynı coğrafya üzerinde, kendisine yakın rejimler kurmak üzere faaliyet gösteriyordu. Bir yandan, özellikle Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Güney Asya’da, askeri darbeler planlıyor, krallıklara karşı yoğunlaşmış halk muhalefetini kendisine temel alacak yeni siyasal girişimleri yaratmaya çalışıyordu. Bu çabalarda ve girişimlerde, Sovyetler Birliği, geleneksel Komünist Partilere ve onların örgütleyebileceği sosyal muhalefet güçlerine, isçi sınıfına değil, ordu içindeki küçük rütbeli subay hareketlerine eğiliyor ve onlara destek yeriyor, yeni siyasi oluşumları bu güçler aracılığıyla oluşturmaya yöneliyordu. Genellikle, emperyalizmle olan bağlarını eski sömürge ilişkileri içinde oluşturulmuş bulunan kurumlar aracılığıyla sürdüren bu ülkelerde hâkim olan krallıklar, şahlıklar, şeyhlikler, halklarıyla kendileri arasında derin uçurumlar bulunan rejimler halinde çürüyorlar ve kendi içlerinden çıkacak “kurtarıcı” milliyetçi hareketlen tahrik ediyorlardı. İşbirlikçi yönetimlere karşı milliyetçi hareketlerin, emperyalistlerle ilişkileri tam olarak koparmadan ama esas olarak kendi sömürgecilerine karşı yürüttükleri mücadele, bu ülkelerde, genellikle ordu içindeki genç subayların önderliğinde ya da desteğinde gelişiyordu. Sovyetler Birliği, anti-sömürgeci, anti-emperyalist milliyetçi hareketleri, ABD’nin kendisine karşı kurmaya çalıştığı “Yeşil Kuşak”ı parçalamanın ve kendisine bir ölçüde bağlı rejimlerin kurulmasının aracı olarak değerlendirmek amacıyla, bu hareketlere ilişkin olarak bir de genel teori geliştirdi. “Kapitalist Olmayan Yoldan Kalkınma” denilen bu siyasal model, özellikle Ortadoğu’daki çeşitli Arap ülkelerindeki BAAS (BİRLEŞİK ARAP SOSYALİST PARTİSİ) hareketinde ifadesini bulan milliyetçi programları desteklemek ve Sovyetler Birliği’ne bağlı kılmak amacını güdüyordu. Sözde, bu yol “kapitalizmin sakıncalarından” arınmış, ama sosyalist de olmayan bir “ara biçim” öneriyordu. Ekonomide devletçiliğin ağır bastığı bir karma model uygulanacaktı, tarımda toprak reformu yapılacak, makineleşme ve sulama programları gerçekleştirilecek, sağlık, eğitim reformları başlatılacaktı. Bütün bunlar, genel bir “Üçüncü dünya kalkınma modeli” kavramı içinde sunuluyordu ve emperyalizmin, yeni-sömürgeciliğin uzun yıllar baskısı altında kalmış ülkeler için, özellikle bu ülkelerde fiili yönetimi henüz ellerine geçirmiş milli burjuvazi için çekici yönler taşıyordu.
Kuşkusuz, bu modelin “kapitalist olmayan” adını taşımasının gerçekle bir ilişkisi yoktu. Model, her bakımdan bir kapitalist programa dayanıyor, daha doğrusu, söz konusu ülkelerin az gelişmiş kapitalizmlerini geliştirmekten, milli burjuvalarını palazlandırmadan öte bir amaç taşımıyordu.
Askeri rejimler altında kapitalizm geliştirilirken, batılı emperyalistlerin siyasi ve ekonomik etkisini de sınırlamaya yönelik bu programın, esas olarak Sovyetler Birliği’nin siyasal etkisini güçlendirmek, kendisine yöneltilen kuşatmayı kırmak amaçlarını taşıdığı açıktır.
Sovyet ideologları, bu konuda art arda yayınlar yapmışlar, konuyu teorize etmişlerdir:
“Geri bir toplumda ordu, ulusu sağlamlaştırıcı bir unsur haline gelir. Özel durumunun bilincinde olan ordu, öncü ve tarihi görev taşıyıcı rolünü geliştirmeye başlar. Ondan sonra yüksek hakem ve bütün ulusun sembolü olarak sosyal sınıflar üstü tek güç olma görevini de üzerine alacağı ikinci aşamaya sadece bir adım kalır.”
Dr. Hikmet Kıvılcımlı, bu tezlerden beslenen görüşünü bir yazısında şöyle açıklıyordu:
“En gerici ordu bile, iktidara gelince, finans kapitali devletleştiriyor… iktidarda kalmak için ne yapacak? Nereden gelir temin edecek? İster istemez ilerici bir rol oynuyor… Dünya ve ülke şartları onları buna itiyor.”
TKP ve onun temel siyasi tezlerini hiç bir zaman komünizm esaslı bir eleştiriden geçirmemiş olan Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın, 27 Mayıs Askeri darbesinden bu modele uygun sonuçlar bekledikleri, denetimleri altında olmayan bu hareketi kendi planları içine çekmeye çalıştıkları görülüyor.
Dr, Hikmet’in, 27 Mayıs’ın hemen ertesinde kaleme aldığı “İkinci Kuvayı Milliyeciliğimiz- Ekonomik Kurtuluş Savaşımız” başlıklı broşürü tamamen bu hedefe yöneliktir ve herhangi bir programdan yoksun bulunduklarını düşündüğü darbecileri etkileyerek onları demokratik bir mevziiye çekme isteğini taşımaktadır. Fakat bunu yaparken, kendi temel görüşlerinden vazgeçmeyi, Marksizm-Leninizm’den kopmayı, işçi sınıfını ve emekçi halkı dışarıdan ve darbeler eliyle kurtarılacak bir yığın halinde düşünmeyi içine sindirmesi gerekmiştir.

SONUÇ
Ama bundan da trajik olanı, onun hayatının sonunda, bütün bu teorik çerçeveyle çelişmeyen, hatta bunun mantıksal sonucu diyebileceğimiz bir tavırla, Sıkıyönetim Komutanlığına bir teslimiyet mektubu yazmış olmasıdır. Onun tarih teziyle başlayıp, Sovyet Revizyonizminin “Kapitalist Olmayan Kalkınma Yolu” teorisinde kendisine genel bir pratik çerçeve bulan tarihsel uzlaşmacılığı, onun geçmişinde saygıyla anılmayı hak etmiş bütün mücadele anlarını karartmaya yetmiştir, örgütçülüğü, teorik birikimi ve verimi, direngen ve savaşçı kişiliği, bağından beri teorisinde karanlık bir leke gibi duran “Türk Ordusunun devrimci geleneği” kavramına kurban gitmiştir. Bu derslerle dolu büyük hayatın gösterdiği temel gerçek, herhalde şöyle özetlenebilir: Sınıf mücadelesinin uzun ve güçlüklerle dolu yolunda, ister bir parti olsun, isterse bir militan, büyük başarılar, direnişler ve kavgalar ve verimli bir teorik yaşam geçirmiş olsa da, tarihîn yangısı karşısında, bütün bunların ulaştığı en son noktayla anılırlar.
Bir devrimci, eninde sonunda, en güçlü ve en devrimci yanlan kadar değil, kırılmasının ve dağılmasının gerçekleştiği son nokta kadar, kendi en zayıf halkası kadar devrimcidir.

Haziran 1993

TDKP-MK’dan açıklama ve çağrı: İsçi sınıfının 1 mayıs eylemi ve Sınıf partisinin politik ve örgütsel sorumlulukları

ÖN AÇIKLAMA
1993 1 Mayıs eylemi; işçi sınıfı hareketinin ilerlemesinin yarattığı temel devrimci olanakları, bugüne kadar hiç olmamış bir açıklıkla vurgularken, burjuva kapitalist partilerin sınıf içindeki uzantısı olarak örgütlenmiş sendika bürokrasisinin üst tabakası arasında bir süreden beri alttan alta olgunlaşan bir hareketlenme, işçi kamuoyunda açıkça ilan edildi. Türk-Metal sendikasında örgütlenmiş ve sözcülüğünü M. Özbek’in yaptığı bürokratik faşist çete tarafından, işçi hareketinin her atılım döneminde gündeme sürülen “işçi partisi kurmak”la ilgili “düşünce”, Türk-İş Başkanı B. Meral’in 1 Mayıs konuşmasıyla işçi kamuoyuna açıkça ve resmen duyuruldu. B. Meral’in “işçi partisi kurmak”la ilgili bu duyurusunun kofluğu ve binlerce işçinin protestosuyla karşılanması bir yana, gerici sendika bürokrasisinin bu yöndeki girişimi, işçi sınıfının önüne, kendi saflarından çıkan bürokratik tabaka tarafından hazırlanan yeni bir tuzağa ve gerektiğinde kurulacak yeni bir barikata “işaret etmesi”yle önem taşımaktadır.
İşçi sınıfı ve hareketiyle bir ilgisi bulunmayan bazı “sosyalist” grupların, beş altı yıldır “isçi partisi kurma tartışması” yaptıkları, sendika bürokrasisine şu ya da bu kadar yamanmış kimi grupların kendilerini “işçi partisi” ya da “sosyalist parti” ilan ettikleri ileri işçi kitlesi tarafından bilinmektedir. Şimdilerde görülmektedir ki, sınıf hareketindeki son beş-altı yıllık ilerleme ve hareketin taşıdığı potansiyel dinamizm, akıl hocalığını dönek “solcuların yaptığı, M. Özbek, Ş. Denizer ve B. Meral gibi sendika üst yöneticilerinin temsil ettiği Türk-İş bürokrasisini, işçi sınıfının kurtuluşunun en temel sorunu olan parti sorununu, işçi kitlesine karşı kullanma, istismar etme ve böylece işçiler karasında manevra olanaklarını genişletme yoluna sokmuştur, işçiler üzerindeki etkisini yitiren, genişleyen yığın hareketinin karşısına “yenilenme” ve “değişim” sloganıyla çıkmak zorunda kalan Türk-İş bürokrasisinin, bu sloganlarla yetinmeyip “parti kurmak”tan söz etmesinin gerisinde yatan şeyin, işçi hareketindeki ilerleme ve işçi kitlelerin sınıf partisi düşüncesine giderek artan oranda yaklaşması olduğu son derece açıktır. Sendikaların otoritesine dayanarak işçi sınıfını yatıştırma ve kitlelere boyun eğdirme olanaklarının daralmakta olduğunun farkına varan gerici Türk-İş bürokrasisi, kitleler arasında güç kazanmakta olan ve zorunlu olarak sınıfın yaşantısına hâkim olacak olan parti düşüncesini yozlaştırma, emekçi yığınları yeni bir aldanmaya sürükleme, aşınan otoritesini tazeleme ve işçileri düzene daha sağlam bağlarla bağlama denemesine girişmektedir. Görünürde, burjuva partilerine “tehdit”miş gibi gündeme getirilse bile, Türk-İş üst bürokrasisinin 1 Mayıs’ta duyurduğu “işçi partisi kurmak”la ilgili düşüncenin işçi sınıfı açısından anlamı budur; ileri işçi, sınıfa hizmet etmek isteyen dürüst sendikacı ve sosyalizmi savunan devrimci aydın, gerici Türk-İş aristokrasisinin “girişimi”ni böyle anlamak zorundadır.
Kendilerini “sosyalist” ve “işçi” partisi ilan eden gruplar ve beş-altı yıldır “sınıf partisi” kurma girişiminde olan “sosyalist” akımlarla Türk-İş bürokrasisinin “düşünce” olarak ilan ettiği “işçi sınıfı partisi”, lafızda ne kadar “farklı” görünürse görünsün, işçi sınıfının sınıf çıkarları ve kapitalizmden kurtuluş mücadelesinde aynı konumda bulunan “parti”lerdir. Bu “partiler”in, “parti” girişimlerinin ve “parti” düşüncelerinin işçi sınıfının yaşantısı, eylemi ve sömürüden kurtuluşuyla bir ilgileri yoktur; bu, beş-altı yıldan bu yana olduğu gibi, 1993 1 Mayıs eyleminde de inkâr edilemezcesine kanıtlanmıştır. Burjuva ve küçük burjuva sosyalizminin, gerici, liberal ve reformist sendikalizmin ve bu platformlar üzerinde oluşan “partilerin işçi sınıfının çıkarları, mücadelesi ve sömürüden kurtuluşuyla bir ilgilerinin bulunmadığı; tam aksine, sınıfın düzene bağlanması ve boyun eğmesine hizmet eden akımlar ve “partiler” oldukları, Komünist Manifesto’nun yayınlanmasından bu yana herkesçe bilinmektedir. Adları ister “sosyalist”, ister “komünist”, isterse “işçi” olsun, işçi sınıfı adına “kurulan” bu partilerin tümü de burjuva ve kapitalist “işçi” partileridirler, burjuva-kapitalist partinin sınıf içindeki fraksiyonları ve değişik örgütleridir. İşçi sınıfını, kurulu düzene boyun eğdirmenin, sınıfın kurtuluşunun yolunu kesmenin araçları olarak “kurulmuşlardır” ve “kurulmaya” çalışılmaktadırlar. Türk-İş üst bürokrasisinin gündeme getirdiği “işçi sınıfı partisi” de işte böyle “partilerden biridir. Gerçekte Türkiye işçi sınıfı, “kurulmuş” olan, beş-altı yıldır “kurulması tartışması” yapılan “sosyalist” ve “işçi” partilerine bugüne kadarki ilgisizliğiyle ve B. Meral’in “işçi partisi kurmakla ilgili konuşmasına gösterdiği tepkiyle bütün bu partilerin sınıf dişiliğinin farkında olduğunu kanıtlamıştır, kanıtlamaktadır.
Parti, işçi sınıfının mücadelesinin gerçek sınıf mücadelesi olarak gelişmesinin ve sınıfın burjuvazi karşısındaki zaferinin temelidir, başlıca güvencesidir. O, yukarıda söz edilen partilerden tamamen farklı olarak, kapitalizmi yıkma ve sosyalizmi kurma yeteneğine sahip devrimci bir partidir. Ve burjuva, küçük burjuva “sosyalist” akımların ve sendika bürokrasisinin sınıfa söylediklerinin aksine, işçi sınıfının devrimci sınıf partisi Türkiye’de vardır. Her türden yol kesme girişimlerine ve her türden saldırıya karşı savaşarak ilerlemekte ve sınıfın bütün yaşantısını dönüştürme ve sınıf içinde egemen olma mücadelesi vermektedir.
Türkiye işçi sınıfının 1993 1 Mayıs eylemi, devrimci bir sınıf partisinin varlığını, sınıfın yaşantısında bütün öteki “işçi partilerinden ve Türk-İş yöneticilerinin “partisinden tamamen farklı bir yere sahip olduğunu sadece kanıtlamamış, çarpıcı bir olgu olarak da ilan etmiştir. İşçi sınıfı, bütün bir sınıf olarak, bütün öteki partilerden ayrı, bağımsız bir parti olarak örgütlenme eğilimi içinde bulunduğunu, kendi devrimci partisinin var olduğunu ve bu parti saflarında örgütlenmek yolunda yürüdüğünü ortaya koymuştur. 1993 1 Mayıs eyleminin işçi sınıfının azınlığının eylemi olması; bu eylemin, sınıf hareketinin biricik devrimci alternatifi ve temsilcisi olduğunu açıkça ilan ettiği partinin, henüz ileri işçilerin azınlığından oluşan bir parti olması kimseyi “umut”landırmamalıdır. Çünkü 1993 1 Mayıs’ının işçi sınıfının azınlığının eylemi olarak gerçekleşmesinin ve partimizin henüz ileri işçilerin azınlığından oluşan bir örgüt olmasının nedeni büyük ölçüde, işçi hareketinin son bir buçuk yıldır yaşadığı geçici gerileme ve kitlelerin olgunlaşma derecesiyle doğrudan bağlı nedenlerdir. 1 Mayıs mücadeleleri, genellikle, işçi sınıfının politik eğilimini ve işçi sınıfı içindeki politik çalışmayı açığa vuran ve temsil eden mücadelelerdir. Bu Türkiye’de gelenekleşmiştir. Daha önceki 1 Mayıs’larda olduğu gibi, 1993 1 Mayıs’ı da bu bakımdan büyük önem taşımaktadır. Bu 1 Mayıs eyleminde, işçi sınıfının harekete geçen, politik eğilimini açıkça ortaya koyan kesimleri, sadece İstanbul’da değil, bütün ülkede, Türk-İş bürokrasisi başta olmak üzere, sınıf-dışı reformist ve “sosyalist” grupları bir kenara itmiş, büyük ölçüde partimizin sloganları, pankartları ve örgütleri etrafında toplanmıştır. Görülmüştür ki, işçi sınıfı içinde partimizden ve örgütlerinden başka herhangi kayda değer bir devrimci politik akım ve örgüt yoktur. İşçi sınıfı, partimize, kendi sınıf partisine olan politik ve örgütsel eğilimini belirginleştirmiş ve ilan etmiştir. Hangi politik grup hangi propagandayı yaparsa yapsın, Türk-İş bürokrasisi hangi girişimde bulunursa bulunsun, işçi hareketinin gerçek durumu ve politik ve örgütsel eğilimi böyledir, böyle şekillenmiştir; bu, kendini bilen hiç kimse tarafından yadsınamaz. 1993 1 Mayıs’ının temel önemi, gerçekte, işte burada yatmaktadır.
Bu durum partimize, parti örgütlerine ve komünist gençlik örgütüne işçi sınıfı hareketini kucaklamak ve ilerletmek için büyük olanaklar sunduğu gibi, çoğalan sorumluluklar, ağırlaşan görevler ve artan zorlukları da dayatmaktadır. Ve parti örgütlerimiz ve parti sempatizan kitlesi, herhangi bir rehavete düşmemek ve kesin olarak çok daha enerjik, çok daha özverili, çok daha sorumlu ve çok daha disiplinli bir mücadele içinde olmak zorundadır. Önümüzdeki dönemde sınıfın hareketinin bizden talep ettiği çalışmayı yapabilmenin ve onun saflarının derinliklerinde yayılmanın temel koşulu bugün budur.
Devrim ve komünizm mücadelesinin yüklediği görevlerin üstesinden gelmesi için, örgütlerimiz, kadrolarımız ve ileri sempatizanlarımız, partimizin mücadelesinin tecrübelerini kesin olarak özümsemek zorundadırlar. Bugüne kadarki mücadelenin deney ve tecrübeleri parti belgelerimizde vardır. Ayrıca, partimizin sınıf içindeki çalışmasının bugüne gelmesinde bir dönemeç oluşturan 1990 1 Mayıs mücadeleleriyle doğrudan ilgisi olması ve partimizin bugünkü ilerlemesini, 1990 1 Mayıs’ının ardından ilan etmesi bakımından, 1990 Haziran ayında bütün örgüte ve ileri sempatizanlara yapılan bir “açıklama ve çağrı” şimdi bir broşür olarak yeniden yayınlanmaktadır. Bu broşür, bugün önemi bulunmayan birkaç cümlenin çıkarılması ve herhangi bir anlam kaymasına izin vermeyen bir redaksiyondan başka bir değişiklik yapılmadan ve olduğu gibi yayınlanmaktadır. Bütün örgüt ve bütün örgütlü parti güçleri bugünkü durumdan yola çıkarak bu broşürü incelemeli; sonuçlar çıkarmalı ve dönemin dayattığı yeni görevler için yeniden silahlanmalıdır. Unutulmamalıdır: Partimiz, işçi sınıfının yaşantısını dönüştürebildiği oranda onu kucaklayabilecektir; onu kucaklayabilmek için parti örgütleri ve onu eylemiyle destekleyen parti çevreleri kendi yaşantı ve eylemlerini, sürekli yeniden dönüştürmek ve kendilerini sürekli yeniden inşa etmek zorundadırlar. Bunun silahlarını partimizin mücadelesinde, bu mücadelenin belgelerinde kesin olarak bulacaklardır.
Türk-İş bürokrasisinin, “parti kurma” gibi demagojilerle ileri işçilerin zihnini bulandırmasına asla izin vermeyecek, çeşitli “sosyalist” grup ve “partiler”in sınıfın gösterdiği sosyalizm eğilimini deforme etmelerine hiçbir şekilde olanak tanımayacak ve uyanan işçi kitlelerinin devrimci dönüşümüne ve partimizde örgütlenmelerine her yönden yardım edecek devrimci bir çalışma içinde olmak, proletaryanın devrimci partisinin ve onun örgütlerinin temel görevidir. İşçi sınıfının eğilim gösterdiği devrimci ve Marksist-Leninist mihrak olgusal olarak ortaya çıkmıştır. Hareketin gelişme seyrine bağlı olarak bu mihrak, yani partimiz, işçi sınıfının devrimci kitle partisi olarak şu ya da bu biçimde kendini herkese kabul ettirecek ve herkes onu kabullenmek zorunda kalacaktır. Parti örgütlerimiz, kadrolarımız ve gençlik örgütümüz, işçi hareketindeki göreceli ve geçici moral gerileme nedeniyle güç bulan ve çoğu “sosyalist” çevre tarafından körüklenen “psikoloji”ye, Kürt ulusal hareketinin “yenilenen” platformunun yarattığı geri eğilimlere boyun eğmeye haklarının bulunmadığını kesin olarak anlamak ve anladığını çalışmalarıyla ortaya koymak zorundadır. İşçi hareketi şimdi gerçekte, patlama öğelerini sıkıştıran ve patladığında, örgütlenme yeteneklerini de kapıp koyvereceği bir süreç yaşamaktadır. İşçi hareketinin yeni bir atılımı döneminde, Kürt halkının mücadelesi, devrimci ve güven duyacağı bir mihrak bulacak ve potansiyel olanaklarını değerlendirme ve yeni bir hareketlenme yönelimine girecektir. Şimdi her şey ve önümüzdeki dönemin temel gelişim seyri, büyük ölçüde partimizin çalışmasına, mücadelesine ve eylemine bağlı hale gelmiştir. Diktatörlüğün ideolojik ve örgütsel güçlerinin ve polis gücünün artan ve artacak olan saldırıları ve gerici sendika bürokrasisinin ve gerici burjuva parlamentarist akımların belirginleşmekte olan birleşik cephesi karşısında sınıfın ve partinin güçlerini koruyan, ilerleten, geliştiren ve örgütleyen sorumlu, özverili ve enerjik bir çalışma içinde olmak her şeyi belirleyecektir.
TDKP-MK Mayıs 1993

PARTİ ÖRGÜTLERİNE, GENÇ KOMÜNİSTLER BİRLİGİ’NİN BÜTÜN ORGANLARINA, ÖRGÜTLÜ SEMPATİZAN ÇEVRELERİNE VE İLERİ SEMPATİZANLARA AÇIKLAMA VE ÇAĞRIDIR!

Özellikle 1990 başından bugüne, partimiz önemli olaylar yaşadı; geçtiğimiz aylar, örgütümüzün yakın tarihinde ve yaşamında önemli yer tutan olaylara tanıklık etti.
Partimizin tarihindeki son on yılın en önemli olayı olan parti 1. Genel (Şubat) Konferansı toplandı, çalışmalarını başarı ile sonuçlandırdı. Partimizin kuruluş yıldönümünde toplanan I. Genel Konferansımız; örgütümüz inşa tarihinin sorunlarını, siyasal ve örgütsel taktiklerini, sınıf içindeki ve diğer alanlarındaki çalışmanın görevlerini ele alarak tartıştı; tecrübe geliştirmeye yönelik değerlendirmeler, siyasal ve örgütsel pratik planlar yaparak ve direktif-kararlar alarak, sonuçlandı. Partimizin konferansı; ağır illegalite koşullarında, devrimci sorumluluk duygusu, proleter ağırbaşlılık ve coşkun siyasal cesaret örneği olarak gerçekleşti; örgütümüzün çalışmasının muhasebesini yapmak, hata ve zaaflarıyla hesaplaşmakla kalmadı; proletarya devriminin ve sosyalizmin uluslararası ve ulusal çaptaki sorunlarını ele aldı, tahlil etti ve aktüel devrimci görevler belirledi.
Uluslararası modern revizyonizmin, sosyal demokrasinin, troçkizmin ve bu akımların doğrudan yamanmış bulunduğu emperyalist ideolojinin birleşik uluslararası karargahlarının; 12 Eylül’cü diktatörlüğün şemsiyesi altına girmiş olan yerli revizyonist, troçkist, reformist akımların Marksizm-Leninizm’e, sosyalizme ve proletarya devriminin teori ve pratiğine karşı saldırılarının püskürtülmesinin; bu saldırıların parti saflarındaki “dışa vurumu” olan inkarcı-tasfiyeci fraksiyonların ezilmesinin bir ifadesi olarak, 1990 Şubat’ında toplanan Parti Konferansımız, parti tarihinin son on yılındaki en önemli parti olayı oldu. Çünkü Konferansımız, hata ve zaafların üzerine cesaretle yürünmesinin, Marksizm-Leninizm’in ve proletaryanın partimizin şahsındaki kazanımlarının titizlikle savunulmasının bir ifadesi değil, aynı zamanda, uluslararası ve ulusal ölçekteki revizyonist ve emperyalist ideolojik saldırıya karşı Marksizm-Leninizm’in, devrim ve sosyalizm mücadelesinin kazandığı bir zaferdi. Konferansımızın platformu; Marksizm-Leninizm’i yeniden savunma ve örgütü proletaryanın bağrında yeniden inşa etme mücadelesini yeni bir aşamaya genişletme görevi tarafından belirlendi; Konferansımız, partimizin verdiği bu görevi bütün yönlerden, başarıyla ve devrimci bir içerik ve biçimle planladı. I. Genel Konferansımız, örgütümüzü yeni bir döneme hazırlayan devrimci bir platform oldu.
Ancak geçtiğimiz ayların, partimizin tarihi ve yaşamındaki olaylara tanıklığı, sadece, Parti 1. Genel Konferansı’nın başarıyla gerçekleşmesine tanıklığından ibaret kalmadı. Geçtiğimiz ayların doğurduğu olgu ve olaylar; örgütümüzün özellikle üç yıldır ısrarla ve her türden sağcı ve “sol”cu akıma direnerek savunduğu politik-örgütsel çizgi ve taktikleri olgusal olarak sınadı; bütün sağ ve “sol” sapmalarla partimizin politik-örgütsel çizgi ve taktikleri arasındaki niteliksel ayrılığı bütün açıklığı ile işçilerin ve devrimci kamuoyunun gündemine soktu. Son üç-dört ayın olayları, partimizin merkezi politik-örgütsel çizgi ve taktiklerini inkâr edilemez biçimde doğruladı.
Yaşanan olayların ve politik olguların, önemi yadsınamaz bir biçimde vurguladığı şu iki siyasal ve örgütsel taktik durum ve sorundan söz ediyoruz: Bunlardan birincisi, Kürdistan Kararnamesi’nden sonra, Türkiye “sol” hareketinin örgütümüzün dışındaki fraksiyonlarının içine düştüğü utanç verici ve her dürüst devrimcinin ibret dersi almasını dayatan örgütsel çözümsüzlük; ikincisi ise, 1990 1 Mayıs mücadelelerinin, Türkiye “sol” hareketinin tüm sağ ve “sol” akımlarının işçi hareketi karşısındaki reformist, sağcı eğilimi temsil eden siyasal platformlarını açığa çıkarması ve sınıf hareketi karşısında, “proletaryanın gerisini seyreder” bir konumda bir araya toplamasıdır. “Kürdistan Kararnamesinin yenilediği koşulların ve 1 Mayıs mücadelelerinin, partimizin siyasal-örgütsel çizgisini ve aktüel siyasal-örgütsel taktiklerini bütün yönlerden ve bütün ana çizgileriyle sınayıp, yadsınamaz bir biçimde doğrulamış olması, örgütümüzün son on yılının, Konferansımızın toplanmasından sonraki en önemli olayları oldu.
Kürdistan Kararnamesi’nin ardından gelen üç-dört ay içinde, Marksizm-Leninizm, devrim ve sosyalizm iddiasında olan, proletarya ve halka “önderlik” sorununda mangalda kül bırakmayan “kibirli” “solcu” grupların, siyasal-örgütsel çizgilerinin legalist, reformist ve icazetçi özü bütün açıklığı ile ve çarpıcı bir biçimde ortaya çıktı. Hükümetin “sansür” girişimleri ve “legal basın” yasakları, yüz yıllık Osmanlı “aydını”nın ve altmış yıllık TKP oportünizminin geleneğine yaslanan devrimci “sol” akımların, bütün propaganda-ajitasyon faaliyetini, dolayısıyla politik örgütlenme çalışmasını ve örgütsel ilişkilerini esas olarak askıya aldı. Legal basın çevresinde “devrimci örgüt” kurma, “devrimci parti inşa etme” ve “kitleleri örgütleme” politikası, yüz kızartıcı bir biçimde iflas etti. Kendilerine “dergiler” adını takanların, “basın özgürlüğünü savunma” adına ve yığınlara seslenmedeki acizlikleri içinde, diktatörlükten ve hükümetten “icazet” ve “özgürlük” talep etmeleri, bu akımların politik ve örgüt sel çizgilerinin iflasının göstergesi olduğu gibi, girdikleri yolun çıkmaz olduğunu da ifade etmektedir. Sayıları iki elin parmaklarını çok aşan, öte yandan legalci TBKP’nin ve D. Perinçek’çi Sosyalist Parti’nin reformist yolunu, “icazet” ve “uzlaşmak”la suçlayan akımların politik ve örgütsel çizgilerinin gerisinde, daha ince bir legalizmin, reformizmin ve icazetçiliğin yattığı olgularla görüldü. Olgular ve olaylar yargılayıcıdır; gerçekleri gizleyecek tumturaklı sözlere, keskin sloganlara ve laf kalabalığına sığınacak saçak altı bırakmaz. Gerçek şudur: Legal basın çevresinde “devrimci örgüt” kurduklarını ve bugünkü koşullarda işçi ve emekçileri legal propaganda ve ajitasyon araçlarıyla “örgütleyeceklerini” iddia edenler, işçi hareketinin, gençlik ve halk hareketinin ve Kürt halkının direnişinin, son yılların en yüksek noktasına ulaştığı son üç-dört ay içinde (kendi içine kapanmış küçük bir iki grubu bir yana bırakacak olursak), işçi ve emekçilere seslerini ulaştıracak propaganda ve ajitasyon araçlarından yoksundular. Dolayısıyla, merkezi politik çalışmayı durdurmuş durumdaydılar. Bu grup ve akımlar, propaganda ve ajitasyonu, dolayısıyla örgütsel çalışmayı burjuva basının onlara yer verdiği oranda ve yer verdiği içerikte “sürdüre-bildiler”. Buna karşılık, Türkiye’nin bugünkü koşullarında ve devrim cephesinin bugünkü durumunda, “illegal örgütün ancak illegal siyasal gazete çevresinde örgütlenebileceği” tespitini yapan ve “illegal propaganda ve ajitasyonu ve yasadışı basının örgütlenmesini temel alarak legal olanaklardan yararlanma” çizgisi izleyen partimiz, Kürdistan Kararnamesi’nden sonraki üç-dört ay içinde, propaganda ve ajitasyon kapasitesini iki katına çıkardı, yasadışı örgütsel faaliyetini ve illegal örgüt ağını daha da yaygınlaştırma yönünde ilerledi. Bu nedenle, örgütümüz legal olanaklardan ve legal basından, tüm faaliyetini ve örgütlenmesini legal basına bağlamış sözde “illegal örgütler”den daha iyi yararlanmayı başardı. Son üç-dört ayda, Devrimin Sesi’nin ikiye katlanan tirajı ve diğer tüm grup ve akımlar tek bir merkezi ve yerel vb. çağrı yayınlayamazken, parti örgütlerimizin, 1 Mayıs’ta, nüshaları yüz binleri aşan, belki de yarım milyona vararak, sayfa sayısı milyonu bulan ve belli başlı bütün sanayi kentlerine ve Kürdistan’ın belli başlı bölgelerine dağılan illegal broşür, bildiri ve Devrimin Sesi özel sayıları çarpıcı bir göstergedir.
Son üç-dört ayın olaylarının; öteki tüm gruplar acz içinde faaliyet gösterme “özgürlüğü” isterken, örgütümüzün propaganda-ajitasyon kapasitesinin hızla artmasının ve Devrimin Sesi’nin tirajının, üç-dört ay içinde iki katma çıkmasının öğrettiği bazı temel derslerin özel olarak vurgulanması gerekir: Özel olarak vurgulanması gereken ilk ders; Türkiye koşullarında ve devrimci hareketin bugünkü durumunda, illegal merkezi basın çevresinde illegal örgütlenmeyi ve günlük ajitasyonun yaygın illegal organ ve araçlarının yaratılmasını temel alan bir örgütlenme çizgisine sahip olmadan, devrimci örgütün ve yığınlarla devrimci bağların kurulamayacağıdır. Vurgulanması gereken başka bir ders ise; işçi ve emekçi yığınlarının gösterdiği hareketlenmenin Marksist-Leninistlere, parti örgütlerine ve tüm devrimcilere yasadışı basını olağanüstü yaygınlaştırma görevini acil ve ertelenemez bir biçimde dayattığıdır. Faşizmin saldırıları, buna karşılık yığınların gösterdiği devrimci eğilimler, yasadışı basına ilgiyi olağanüstü arttırmakta ve onu etkili kılmaktadır. Öte yandan, burjuvazinin “icazeti”ne tabi olan, kesintiye uğrayan ve her koşul altında varlığını sürdürme yeteneği taşımayan propaganda ve ajitasyon faaliyetinin ve genel olarak tüm çalışmanın komünist ve devrimci olamayacağı açıktır. İşçi ve emekçi yığınlarda devrimci çalışmaya ve yasadışı basına artan ilgiyi kucaklama, bu ilgiyi yoğunlaştırma ve örgütleme görevlerinin, günümüzün en önemli görevlerinin başında geldiği, bugün artık somut olgularla, “dergiler” denilenlerin düştüğü açmaz ve örgütümüzün kesintiye uğramadan artan faaliyetiyle kanıtlanmıştır.
Kürdistan Kararnamesi, sansür tehditleri ve faşist saldırı kampanyaları ve bu tehditlere karşın işçi sınıfının, halkın, gençliğin ve Kürt halkının mücadelesinde görülen ilerlemenin, Türkiye “sol” hareketinin çok sayıda “iddialı” grubunu ittiği örgütsel çıkmaz ye örgütümüzün merkezi, yerel ve işyeri propaganda ve ajitasyonunda yol açtığı genişleme, partimizin örgütlenme çizgisinin temelini oluşturan “illegal basın çevresinde örgütlenme” politikasını, sınıf bilinçli işçinin görmezden gelemeyeceği ve hiçbir dürüst devrimcinin inkâr edemeyeceği bir açıklıkla doğrulamıştır. Bu pratik ve olgusal doğrulama, partimizin tüm diğer “devrimci” gruplardan niteliksel ayrılığının ve Marksist-Leninist örgütsel temelinin bir göstergesi olduğu gibi, örgütümüzün son yıllarda yaşadığı en önemli olaylardan ve edindiği en önemli tecrübelerden biri de oldu.
Partimizin son yıllarda yaşadığı ve tecrübesine vardığı en önemli olaylardan diğeri ise; işçi sınıf ve halk hareketini ve devrimin ilerletilmesini ele alışının ve politik taktiğinin, pratik olarak ve sınıfın eylemiyle sınanmasına yol açan 1990 1 Mayıs mücadeleleridir. 1990 1 Mayıs’ında, işçi sınıfı, son on yılın en ileri mücadelelerine yol açan İstanbul’daki 1 Mayıs eyleminde, hemen bütün diğer siyasal akımlarla partimiz arasındaki ilkesel ve taktik ayrılığı, belirgin bir şekilde ortaya koydu. Partimizin devrimi ele alışı ve güncel siyasal taktiği, değişik mücadele biçimleri içindeki binlerce, on binlerce ve yüz-binlerce işçinin eylemiyle pratik olarak sınandı, doğrulandı. 1990 1 Mayıs’ı, bugüne kadarki en kitlesel, devrimci özellikleri en fazla gelişmiş ve devrimci bir 1 Mayıs olarak, partimizin çağrıları ve sloganlarıyla kutlandı ve bu kutlama, sınıfın en ileri kesimlerine mal oldu. Örgütümüz, işçi sınıfının ileri öğelerinin çoğunluğunu kucaklamış ve örgütlemiş olmamasına karşın; işçi sınıfı, 1 Mayıs’ta, Türk-İş ağalarının ve TBKP’li bürokrasinin kurduğu gerici barikatları aştı; sözde “sol” grupların, “Taksim’de korsan gösteri”den ibaret olan sözde “sol”, gerçekte sağcı taktiklerini bir kenara itti ve partimizin ortaya atıp savunduğu taktik çizgi ve çağrılar üzerinde eyleme girdi. Üretimi durdurmakla yetinmeyip sokağa çıkan binlerce işçi, İstanbul’da, partimizin pankart ve sloganları altında gösteri yaptı. İşçilerin, 1 Mayıs’taki üretimi ve işi durdurmadan, işyeri ve sokak gösterilerine varan eylemlerinden oluşan hareketi; “Devrimci Sol Güçler”in ve “dergiler” bloğunun oportünist taktik çizgi ve çağrılarını açığa çıkarıp iflasa sürüklerken; partimizin taktik tutumu ve çağrıları örgütümüzü sınıfa yaklaştırdı; sınıfın eylemi, partimizin siyasal ve örgütsel taktiğini, sloganlarını ve çağrılarını doğruladı. Sınıf hareketinin; dürüst, ilerici, devrimci ve sosyalist sendikacıların ve işçi İadelerinin saflarındaki arayış karşısında ve devrimci kamuoyu önünde partimizin politik etki ve itibarı bu nedenlerle, özellikle son aylarda önemli ilerlemeler gösterdi. Sonuç olarak, artan faşist terör kampanyasının, buna karşılık sınıf hareketinin gösterdiği ilerlemenin devrimcilerden daha fazla talep ettiği yeteneği, potansiyel ve politik ve örgütsel olarak, sadece partimizin ortaya koyabildiği ve koyabileceği bizzat olgularla görüldü. Bu olay, partimizin, işçi sınıfıyla birleşme ve işçiler tarafından benimsenme yolunda attığı ve taktiklerinin ve başlıca sloganlarının sınandığı en çarpıcı olaylardan biri oldu.
Özet olarak söylersek, günümüzde Türkiye’de ortaya çıkan olgular ve yaşanan olaylar, partimizin son üç yıldır ısrarla izlediği, Parti 1. Genel Konferansı’nın oybirliğiyle onayladığı politik-örgütsel çizgiyi ve aktüel politik ve örgütsel taktikleri sınadı ve doğruladı. Yaşanan olgu ve olayların partimizi ve izlediği politik-örgütsel çizgiyi olgusal ve pratik olarak doğrulaması; örgütümüzün dönemle ilgili tahlillerinin, izlediği politik-örgütsel çizginin olayların ve sınıfın eyleminin sınavından geçip yadsınamazcasına kanıtlanması; Parti Konferansı’nı ve örgütümüzün örgütsel ve siyasal taktiklerinin kanıtlanmasını, onun yaşadığı en önemli parti olayları haline getirmekle kalmadı; örgütümüzü işçi ve halk hareketinin önümüzdeki dönemdeki devrimci gelişmesinin pratik ve güvenilir alternatifi haline de getirdi. Partimizin işçi sınıfı ve halk hareketinin politik bakımdan alternatifi haline gelmesi ve örgütsel bakımdan hareketi kucaklama koşullarını daha da genişletmiş olması kuşkusuz, onun devrimci sorumluluklarının daha da arttığından ve görevlerinin daha da ağırlaştığından başka bir şeyi ifade etmez, örgütümüz, bundan böyle, yürüdüğü devrimci yolda daha kararlı, daha azimli, daha enerjik ve daha hızlanarak yürümek zorundadır. Partimize bugün her zamankinden daha yakın olan ileri işçiyi, her zamankinden daha sıcak yaklaşan önyargısız devrimciyi kazanıp kucaklayabilmesi, devrimci potansiyel taşıyan siyasi grup ve akımlar üzerindeki etkisini arttırabilmesi açısından örgütümüz daha kararlı, daha azimli ve daha enerjik bir mücadele vermek zorundadır. Olayların ve olguların örgütümüze dayattığı şey budur.
Partimizin ve parti 1. Genel Konferansının, devrim ve karşı devrim arasındaki çatışmanın doğurduğu toplumsal ve politik olaylar tarafından sınanan ekonomik ve siyasal durumla ilgili tahlil ve tespitlerine altını çizerek yeniden işaret etmemiz gerekiyor. Son üç-dört ayda yaşanan olaylar bunu özellikle gerekli kılıyor.
Türkiye’de neler oluyor, Türkiye nereye gidiyor, sorularına verilecek yanıtlar, komünistler ve devrimciler için ve devrimin ve sosyalizmin geleceği açısından tayin edici önem taşımaktadırlar.
Örgütümüz, tasfiyeci-inkârcı akımların partiden tasfiyesinden sonra, 1987 ortalarında, yukarıdaki sorulara yanıt bulmak amacıyla, Türkiye’deki ekonomik ve siyasal durumu tahlil etmiş, bu tahlillerden siyasal ve örgütsel sonuçlar çıkarmıştı. Örgütümüz, 1987 ortalarında yeniden örgütlenmeye yönelirken, hükümetin, burjuva “muhalefet”in ve çeşitli “sol” siyasal akımların, değişik renklerle de olsa propaganda ettiği, “refah içinde kalkınma”, “modernleşme ve istikrarlı gelişme”, “büyüyen, güçlenen ekonomi” gibi sloganları bir yana itti. Örgütümüz, 12 Eylülcü sömürü ve yağmalamaya karşın, ülke ekonomisinin kriz içinde bulunduğunu, krizin giderek, çok yönlü bir biçimde derinleşmesinin bütün koşullarının olgunlaşmakta olduğunu tahlil ve tespit etti. Hareketimiz, bu tahlil ve tespitlerden yola çıkarak, burjuvazinin ve gericiliğin, derinleşmekte olan iktisadi krizin ve ülkenin emperyalizme kölece bağlılığının bütün yüklerini işçi sınıfının, köylülüğün, Kürt halkının ve gençliğin sırtına yıkmaya devam etmeye ve halkın gırtlağına daha fazla basmaya mahkum olduğu sonucuna vardı. Örgütümüz, Türkiye’deki iktisadi yaşamla ilgili bu temel tespitinin yanı sıra; siyasal rejimle ilgili olarak, hemen bütün sağ ve sol parti ve akımlarca pompalanan, 1983 seçimleriyle birlikte “faşizmin yumuşama dönemine girdiği”, “ara rejimden çıkıldığı”, “rejimin demokrasiye dönüşmekte olduğu” vb. düşüncelerini reddetti; 1982 Anayasası’nın ve 1983 seçimlerinin “demokrasiye geçiş” ya da “rejimde yumuşama” olmadığını; 12 Eylülcü faşist diktatörlüğün “yasallaşma ve meşrulaşma” arayışlarının ifadesi olduğunu, sahte bir “liberalleşme güldürüsü”nden başka bir şeyi ifade etmediğini; 1971 yarı-askeri faşist darbesinden sonra “geçilen” faşist parlamentarizme bile yaklaşmadığını; 12 Eylülcü diktatörlüğün, güçlerini ve kurumlarını bu yolla yenilemekte, yeniden örgütlemekte olduğunu; diktatörlüğün, işçi sınıfına, halka ve Kürt ulusuna karşı faşist kurumları ve güçlerini sürekli yeniden örgütleme ve tahkim etme politikası izlediğini, izlemek zorunda olduğunu tespit etti ve açıkladı. Öte yandan partimiz, 12 Eylülcü faşist rejimin, 12 Eylül darbesinin yarattığı koşulları “yasallaştırıp” “meşrulaştırmaya” çalışırken, zayıflıklarını da artan oranda çoğalttığını, kendi temellerini aşındıracak bünyesel “istikrarsızlıklar” kazandığını, “liberalleşme güldürüsü”nün bu istikrarsızlıklar sonucu ve “istikrar” arayışının bir ifadesi olarak gündeme sokulduğunu tespit ve ilan etti. Ve partimiz, işçi sınıfının, halkın ve Kürt ulusunun hareketinin gelişmesi karşısında, 12 Eylülcü diktatörlüğün “taviz” ve “yumuşama” politikası değil, dizginsiz saldın ve ezme politikası izlemekte olduğu, bugünkü iktisadi ve siyasal koşulların onlara bu politikayı dayattığı ve diktatörlüğün iç ve dış iktisadi-siyasal koşullar tarafından belirlenen bu politikasının, faşist partiler ve “parlamento” tarafından maskelenmeye çalışıldığı sonucuna varıldı. “Parlamento”nun, “partiler”in ve “seçimler”in devreye sokulmasının, 12 Eylülcü faşist generaller çetesinin ve burjuvazinin, hareketlenme belirtileri veren işçi sınıfını, halkı ve uluslararası kamuoyunu yeni bir aldanma içine sürüklemek için giriştiği bir manevradan başka, bir şey olmadığım vurguladı.
Partimiz, iktisadi ve siyasal yaşamı tahlil ve deşifre etmekle yetinmedi, yetinemezdi. Ülkedeki iktisadi ve siyasal yaşamı giderek daha çok etkileyen ve ilerleyen yıllarda siyasal gündemi yer yer de olsa belirler duruma gelen işçi sınıfı hareketini; emekçi sınıfların ve genel olarak halk hareketinin durumunu ve diktatörlüğün bugünkü en önemli açmazı olan Kürt ulusal hareketini; başta işçi sınıfı hareketi olmak üzere ezilen sınıfların, ezilen Kürt ulusunun ve gençliğin hareketinin dinamiklerini ve içinde bulunduğu sorunları, olaylara giderek artan bir hâkimiyetle irdeledi. Örgütümüz, 1987 ortalarında, partinin yeniden örgütlenmesine yönelirken, işçi sınıfının, gençliğin, halkın ve Kürt halkının saflarında, burjuvazi ve gericiliğe ve 12 Eylülcü diktatörlüğe karşı hoşnutsuzluk, yer yer öfke ve nefret belirtilerinin yaygınlaşmakta olduğunu, işçi hareketi ve gençliğin eylemi, halen kendiliğinden karakterde ve yasal biçimler içinde seyretmesine karşın, bu hareketin, içinde yasadışı ve devrimci gelişme eğilimlerini de taşıdığını vurguladı. Partimiz, özellikle işçi sınıfının, 12 Eylül yenilgisinin ve faşist cuntanın dayattığı ağır koşulların deneyimini kendiliğinden edinmekte ve sınıfın saflarındaki hareketlenmenin geçmiştekine göre çok daha köklü ve kitlesel bir hareketlenme olduğuna, mücadelesinin henüz geri ve yasal ekonomik grevler biçiminde gelişmesine karşın, işçi kitlelerinin patlama direnişlere ve siyasal-sendikal özgürlük taleplerine uzak olmadığına, altını çizerek işaret etti. Sınıfın ve tüm ezilenlerin kendilerine dayatılan koşullan kabullenmeme eğilimleri içinde bulunduklarına, işçi ve köylülerin, gençlerin ve Kürt emekçilerinin sorunlarını, geçmiştekine göre daha kitlesel bir biçimde, grevler, direnişler, genel grevler ve genel direnişler, sokak hareketleri ve patlama direnişlerle çözme eğilimlerini (istikrarsızlıklar gösterseler de), arttırdıklarına sürekli ve özel olarak dikkat çekti. Parti örgütünü ileri işçileri ve tüm devrimcileri uyarmaya, hazırlamaya ve yeni ve gelişmekte olan koşullara göre yeniden örgütlenmelerine yardım etmeye çalıştı. Partimiz, ileri işçilerin dağınıklığı ve örgütsüzlüğünün yanı sıra, örgütümüz dahil bütün devrimci örgüt ve akımların, işçi ve halk hareketinin gerisinde bulunduklarını, onun ihtiyaçlarına cevap veremez konumda olduklarını saptadı. Ayrıca örgütümüz, faşist terör ve baskının yıldırıcı etkisinin kırılma eğilimine girdiğini, işçilerin, emekçilerin, gençlerin ve Kürt emekçilerinin saflarında öfke, mücadele ve örgütlenme eğilimlerini kışkırtan bir anlam kazandığını da tespit etti. Örgütümüz, işçi sınıfının içinde bulunduğu hareketlenme, gösterdiği hoşnutsuzluk, öfke ve tepki belirtileriyle, şehrin ve kırın öteki ezilen sınıflarının, gözlerini üzerine çevirdiği sınıf haline fiilen gelme sürecine girmiş olmasına karşın, sınıfın hâlihazır eyleminin, saflarında taşıdığı hoşnutsuzluk ve öfkenin gerisinde bulunduğunu vurguladı. Bunun böyle olmasının nedeninin ise; sınıfın saflarına reformist-oportünist eğilimin taşıyıcılığını üstlenmiş ve sendikaların başına oturmuş bulunan ve burjuva-kapitalist partinin özellikle reformist ve revizyonist fraksiyonlarının örgütlerini temsil eden her soydan sendika ağası kliğinin, çizgi ve faaliyeti olduğunu açıkladı. Partimiz, sendika ağası gruplarının ve reformist ve revizyonist parti ve akımların işçi sınıfının yatıştırılmasını, düzene bağlanmasını ve kapitalist sömürünün ve faşist rejimin “istikrar” kazanmasını hedefleyen çizgi ve faaliyetine karşı mücadele görevini, işçi ve emekçi kitlelerinin faşizme ve sermayenin saldırılarına karşı mücadelesini örgütleme ve özgürlük, demokrasi ve sosyalizm mücadelesi kapsamına genişletme çalışmasının en önemli unsurlarından birisi olarak benimsedi. Türk ve Kürt milliyetinden işçi sınıfının hareketinin en önemli zaafının, onun ileri ve uyanış içindeki öğelerinin dağınıklığı ve örgütsüzlüğü olduğu; köklü yükseliş belirtileri içindeki açık yığın mücadelesinin şu ya da bu yönde ilerlemesinin; öncü işçilerin, hareket içinde oynayacakları rolü anlamalarına, örgütlenme eğilimlerini geliştirmelerine ve kendi öz partileri saflarında birleşmeyi başarma yolunda hızlanan yürüyüşlerine bağlı olduğu düşüncesi, örgütümüzün sınıf içindeki faaliyetinin temel perspektifini oluşturdu.
Partimiz, son üç yıllık mücadelesi içinde, Kürt köylü ve yoksul köylüsünün ve ulusunun, faşist ulusal zorbalık karşısındaki ulusal uyanış ve direnişine de kayıtsız kalmadı. “Liberalleşme güldürüsü”nün ve rejimin “demokrasiye dönüşmekte” olduğu ile ilgili reformist-revizyonist propaganda kampanyasının uzantısı olarak gündeme giren “Kürdistan’da reformcu çözüm”ün koşullarının doğduğu biçimindeki yanılsamaya örgütümüz itibar etmedi. O, Kürt ulusal sorununun, devrimin olduğu gibi, diktatörlüğün de hayati bir sorunu olduğu; “reformcu çözüm” olanaklarının burjuvazi ve gericilik için esas olarak bulunmadığı; bugünkü statükonun yıkılmasının ve Kürt ulusunun ulusal özgürlüğünün sert çatışmalar ve devrimci kalkışmalarla olanaklı olduğu ve Kürt ulusunun bu yolda yürümekte bulunduğu teshillerine sarıldı. Hiçbir akım ve grubun daha ufkunda yokken örgütümüz, Kürt ulusunun ulusal uyanış ve direnişinin kitle eylemleri ve direnişleri biçimini almasının olgunlaşan koşullarına dikkat çekti, görevler belirledi. Partimiz? Kürt ulusal sorununun devrimci çözümünü enternasyonalist bir temele oturtan çizgiyi temel halka olarak kavradı; Kürt sorununu, Kürt işçi ve emekçilerinden daha fazla Türk milliyetinden işçi ve emekçilerin sorunu olarak gören tahlil ve tespitler yaptı; Kürt ulusal hareketinin köklü dinamiklerini, içinde bulunduğu sorunları sürekli yenileyerek tahlil etti; ve örgütümüzün bu içten çabası, Parti Konferansı’nın tahlilleri ve taktik siyasal platformunun ortaya çıkmasına yol açtı.
Örgütümüz, şehrin ve kırın diğer emekçi sınıf ve tabakalarının eyleminin geleceğini işçi sınıfının, hareketin merkezine yürüyüşüne bağlayan öte yandan, gençliğin hareketinin sorunlarına özel önem veren tutumu, son üç yıldır, olayların ele alınışındaki en önemli noktalardan biri olarak gördü. O, işçi hareketini, Kürt ulusal hareketini ve gençlik hareketini diktatörlüğün en önemli açmazları olarak vurguladı; işçi hareketinin, Kürt ulusal hareketinin, gençlik hareketinin ve tüm ezilenlerin diktatörlüğe ve sermayeye karşı birliği ve militan kitlesel mücadelesinin koşullarının olgunlaşmakta olduğu düşüncesi, onun faaliyetinin ve mücadelesinin temel hareket noktalarından birini oluşturdu.
Sonuç olarak ve özet bir biçimde söylersek; partimiz, üç yıl önce, burjuvazinin ve diktatörlüğün sömürü ve baskısı karşısında, işçi sınıfının, gençliğin ve Kürt ulusunun ve bütün halkın mücadelesinin yükseliş süreci yaşadığını; buna karşılık, faşizmin ve sermayenin saldırı ve ezme politikası izlemekte olduğunu ve izlemeye mahkum bulunduğunu; içinde yaşanılan koşulların ve devrimin yükselişinin, zorunlu olarak karşı devrimin yükselişine yol açtığını ve yol açacağını; Türkiye’nin yaşadığı dönemin, “barış ve istikrar” dönemi değil, köklü kriz ve istikrarsızlık ve sert ve şiddetli çatışmalara yol alış dönemi olduğunu tahlil ve tespit etti. Onun bu tahlil ve tespitleri, politik ve örgütsel taktiklerini, üç yıl boyunca koşullandıran temel tahliller ve tespitler oldular.
Yukarıda sözünü ettiğimiz, yasadışı ve sağlam temeller üzerinde örgütlenme; yasadışı basını propaganda, ajitasyon ve örgütlenme çalışmasının temeli haline getiren örgütlenme politikaları; yığınların hareketini daha da ilerletmeyi, genel grev ve direnişin ajitasyonunu ve örgütlenmesini merkeze alan siyasal taktik çizgi ve bu taktik çizgi tarafından belirlenen günlük özel taktikler; partimizin ülkedeki dış ve iç siyasal durumla ilgili tahlil ve tespitlerinin devrim ve,sosyalizm mücadelesinin ilerletilmesine bağlanan doğrudan sonuçlarıydı; ülkedeki sınıf güç ilişkilerinin, siyasal koşulların ve olayların Marksist-Leninist bir bakış açısıyla ele alınışı sonucu oluşturulmuşlardı.
Partimizin iktisadi ve siyasal durumla ilgili tahlilleri ve bu tahlillere yaslanan devrimci siyasal ve örgütsel taktikleri; geçtiğimiz üç yıl boyunca, işçi ve emekçi yığınların eylemini birleştirme ve ilerletme çalışmasının yönlendirici silahlan olmakla kalmadılar; “devlet yasallığı içinde olma” ve faşist rejime boyun eğmede “istikrar” çizgisini temsil eden TBKP merkezli revizyonist, Troçkist, Maocu parlamentarist cepheye karşı savaşmanın silahları da oldular. Partimiz, bütün bu üç yıl boyunca, bir ayağı devrimde diğeri reformizmde, görünürde “radikalizmi” temsil eden ama, gerçekte yarı parlamentarist, yarı oportünist ve yarı reformist olan akım ve gruplarla, bu tahlil ve taktikler temelinde mücadele içinde oldu ve onları hep uyarmaya çalıştı.
Partimizin siyasal durum ve hareketin durumu ile ilgili tahlillerinin ve taktiklerinin ortaya konulmasının ve bu temelde mücadeleye girmesinin üzerinden üç yıl geçti. Üç yıl boyunca ortaya çıkan olaylar, devrim ve karşı devrim arasındaki mücadelenin bugün geldiği yer ve son birkaç ayın tanık olduğu olgular neyi kanıtladı? Yukarıda genişçe değinildiği gibi, “Kürdistan Kararnamesi” ve sınıfın 1 Mayıs eylemi neyi kanıtladıysa, kuşkusuz onu kanıtladı. Yaşanan üç yıllık dönem ve bugünün olguları sadece, örgütümüzün siyasal ve örgütsel çizgisini ve taktiklerini doğrulayıp kanıtlamakla kalmadı; onun örgütsel, siyasal taktiklerini, aktüel örgütsel siyasal sloganlarını koşullandıran ve belirleyen aktüel ekonomik ve siyasal durumla ve hareketin aktüel sorunlarıyla ilgili tahlil ve tespitlerini de doğruladı, kanıtladı.
12 Eylülcü faşist diktatörlüğün; işçi sınıfı ve halk hareketini ve Kürt ulusal direnişini bastırmak için; faşist terör dalgalarını sürekli yenileme, baskı ve terör aygıtlarını her geçen gün yeniden örgütleme ve pekiştirme politikalarını esas alan; yanı sıra, hareketi bölmek ve yatıştırmak için sahnelediği “liberalleşme” güldürülerini her geçen gün daha da güdükleştiren ve dolayısıyla sürekli kendi temellerini oyup aşındıran çizgisi; bu çizgiye karşı işçi sınıfının, köylülüğün ve şehir emekçilerinin çeşitli kesimlerinin, Kürt halkının ve gençliğin geçtiğimiz üç yıl boyunca girdiği eylemler ve hareketin dönemsel düşüşler gösterse bile, sürekli genel grev ve direnişler ve devrimci sokak hareketleri doğrultusundaki ilerleyişi vb. olguları, partimizin üç yıl önce yaptığı ve üç yıl boyunca işleyip geliştirdiği tahlil, tespit ve taktikleri inkâr edilemezcesine doğruladı. Partimizin üç yıl boyunca yayınlanan belgelerini ve çağrılarını inceleyen sınıf bilinçli işçi ve önyargısız devrimci bunu rahatlıkla görebilecektir. Parti Konferansı’nın değerlendirmeleri, tahlilleri, tespitleri ve planları incelendiğinde, üç yıldır yaşanan olaylarla partimizin tahlilleri, tespitleri ve taktikleri arasındaki diyalektik uyum açıklıkla anlaşılacaktır. 1 Mayıs olayları ve Kürdistan Kararnamesi, bütün olup bitenleri ve neyin ne olduğunu kanıtlamadı; sadece inkâr edilemez hale, çarpıcı hale getirdi.

***
Yoldaşlar;
Olaylar ve olgular ve partimizin politik-örgütsel çağrıları ve çalışması örgütümüzü, işçi sınıfı hareketinin ve devrimci hareketin merkezine itiyor. Partimizin tarihinin Marksist-Leninist ve devrimci kazanından; yanılgılarından dersler çıkaran fakat geçmişin Marksist-Leninist ve devrimci kazanımlarına sıkı sıkıya sarılan ve işçi sınıfına inançla bağlanan son üç yıllık mücadelesi; Kürdistan Kararnamesi sonrasının olaylarında ve 1 Mayıs eylemlerinde de görüldüğü gibi, örgütümüzü, proletarya ve halk hareketinin devrimci alternatifi haline getiriyor, işçiler içinde ve devrimci kamuoyunda partimizin politik ve moral etkisi artıyor. Öte yandan, örgütümüzün fabrikalarda, sendikalarda, diğer mücadele alanlarında ittifakları gelişiyor ve hareketimizin hızla ilerlemesinin bütün koşullan, her geçen gün daha da olgunlaşıyor. Neresinden bakılırsa bakılsın, ileri işçilerin, son üç yıldır yeniden sınadığı devrimci “sol” grup ve akımlar arasında, politik ve örgütsel doğrulanması sonucu örgütümüzün, sınıf içinde farklı bir konum kazanmakta olduğu, işçiler arasındaki politik etkisinin arttığı ve hızla artmasının koşullarının her geçen gün daha olgunlaştığı görülüyor. Olaylar, partimizin yaptığı çağrılar ve girdiği eylemler, örgütümüzü, işçiler içinde ve devrimci kamuoyu nezdinde politik, moral ve örgütsel bakımdan bir çekim merkezi olma yolunda güvenle ilerletiyor.
Partimizin ve çağrı ve eylemlerinin, işçilerin yönelimi ve hareketiyle doğrulanması ve onun işçi hareketinin devrimci yükselişinin alternatif merkezi olma yönünde ileri adımlar atması kuşkusuz, örgütümüz açısından bir “böbürlenme” ve “duyguları tatmin etme” sorunu olamaz. Aksine, partimizin bugün kazandığı ve kazanmakta olduğu pozisyon, parti örgütlerinin, parti üyelerinin ve tek tek parti taraftarlarının sorumluluklarını olağanüstü arttırmaktadır. Olaylar ve örgütümüzün bugün bulunduğu konum bizlere artık, eski hatalarımızı sürdürme, sorumsuz davranma ve verimsiz bir çalışma içinde enerjimizi israf etme hakkı tanımamaktadır. Örgütsel konumumuzun, örgütsel ilişkilerimizin, çalışma biçimlerimizin ve moral durum ve ruh halimizin köklü olarak ve hızla değişmesini öngörmektedir.
Türkiye, dış ve iç siyasal durumuyla, önümüzdeki dönemin “istikrar” ve “nispi refah” ülkesi olmayacaktır. Türkiye’nin, istikrarsızlıklar, ekonomik ve siyasal krizler ve daha da şiddetlenen çelişkiler ve çatışmalar ülkesi olmasının bütün koşullan, her geçen gün artmaktadır. Türkiye egemen sınıflarının ve diktatörlüğün, işçi sınıfını, Kürt ulusunu, gençliği ve şehrin ve kırın diğer emekçilerini yatıştırma olanakları büyük oranda yoktur. İşçi hareketi, patlama grev ve direnişlere ve genel grev ve direnişlere her geçen gün daha da yaklaşmaktadır. Sınıf hareketinin oportünist etkiden sıyrılma sürecinde gündeme giren 1 Mayıs 1990 eylemi, işçi hareketinin militan ve devrimci sokak hareketi eğilimi kazanmasının ilk belirtilerini, zayıf da olsa ortaya koymuştur. Kürt ulusal uyanışı ve direnişi Kürdistan’da yayılmakta, Cizre ve Nusaybin’deki patlamalar üzerine gündeme gelen Kürdistan Kararnamesi’yle yenilenen saldırıların, ne işçi ve halk hareketinde, ne de Kürt ulusal direnişinde bir gerileme, yılgınlık ve durgunluğa yol açmadığı bugünkü olgularla, 1 Mayıs olayları ve Kürdistan’daki kitlesel öfkenin ve eylemin artmasıyla görülmektedir. 1985’ten bu yana siyasallaşan gençlik kesimlerinin, gençlik içinde izlenen yarı reformist, yarı maceracı sansasyon çizgisi nedeniyle, kriz ve açmaz içine girmesine karşın, öğrenci gençliğin ana kitlesi içinde, yeni ve kitlesel hareketlenme belirtileri görülmektedir. Özerk üniversite ve parasız eğitim talepleri, üniversiteli ve liseli gençliğin geniş kitlelerini harekete geçirecek bir etkinlikle yayılmaktadır. İşçi gençlik yığınları, ağırlaşan yaşam koşullarının ve umutsuzluğun kıskacı altında bunalmaktadır. Tütün üreticilerinin direnişi, köylü hareketinde yeni bir olgudur ve köylülüğe dayatılan sömürü ve baskı, köylü ve üretici hareketlerinin yenilenmesinin koşullarını, her geçen gün genişleten bir ağırlaşma içindedir. Türk ve Kürt ulusundan işçi sınıfının ve şehrin ve kırın bütün emekçilerinin, emperyalist ve kapitalist yağmalamaya, burjuvazinin ve toprak ağalarının artan sömürü ve baskısına ve iktisadi ve siyasal yaşam koşullarının daha da kötüleşmesine karşı giderek artan hoşnutsuzluk, öfke ve tepkilerinin, daha da artıp derinleşmesi için, bütün koşullar olgunlaşmaktadır. Buna karşılık, burjuvazinin ve hükümetin işçilere, emekçilere, gençliğe ve Kürt halkına yağmalama ve zorbalıktan başka verebileceği hemen hiçbir şeyi yoktur. Öte yandan, diktatörlüğün “asma yaprağı” bile olmayan parlamentosu ve sözde muhalefet partileri, işçi ve emekçi yığınlar içinde istikrarlı ve onların saflarında beklentiler yaratıp yatıştırabilecek güçlü bir etkiye sahip değildir. Ve bütün burjuva partileri, zorunlu olarak, Kürt emekçilerinden kopma durumuyla karşı karşıyadırlar. Revizyonist, sözde “sosyalist” ve sözde “Marksist” partiler, izledikleri ihanet ve “istikrar” politikasıyla, işçi ve emekçilerin, Kürt emekçilerinin ve gençlerin mücadelesini “yatıştırma” görevlerini yerine getirmeye çalışsalar bile, olaylar ve olgular, bu akım ve partilerin çoktan iflas ettiklerini her gün yeniden kanıtlamaktadır.
Burjuvazi, egemen sınıflar, diktatörlük ve gerici faşist cephe, işçi sınıfının, emekçi halkın ve ezilen Kürt halkının hareketinin gelişmesinin ve ekonomik ve siyasal düzenin içinde bulunduğu iktisadi ve politik açmazların zorlaması ve kıskacı altında, saldın ve ezme politikalarını geliştirmek, yenilemek ve sürekli gündemde tutmak zorunda olduğunun farkındadır. Diktatörlük ve hükümet, kendi sahnelediği “liberalleşme” güldürüsünün son perdesinin oynanmasında bile bugün tereddüt ve gerileme içindedir. Ve onu bu noktaya iten işçi ve emekçi sınıfların ve Kürt halkının mücadelesidir. Kısacası; Türkiye’de önümüzdeki dönem, istikrarsızlık, kriz ve devrimle karşı devrim arasında sert ve şiddetli kitlesel çatışmalar dönemi olacaktır; bunun bütün olgularının bugünden ortaya çıkmakta olduğu görülmektedir. Devrim ve karşı devrim arasındaki çatışma, ülkedeki iktisadi ve siyasal istikrarsızlık ve kriz koşulları ve işçi sınıfının, gençliğin, halkın ve Kürt halkının mücadelesinin, faşist terör kampanyalarına karşın yol açtığı olgular ve olaylar, sadece işçi sınıfının, emekçi sınıfların, Kürt ulusunun ve gençliğin mücadelesinin yükselmesinin koşullarını olgunlaştırmakla kalmamakta, aynı zamanda, Türk ve Kürt milliyetinden işçi sınıfının birliğinin, işçi hareketiyle Kürt ulusal hareketinin ittifakının ve tüm halkın hareketinin, ortak hedefler etrafında toplanma zemininin genişlemesine de yol açmaktadır.
Faşist diktatörlüğün ve gerici-faşist kampın farkında olduğu bu gerçeğin partimiz de farkındadır. Ve örgütümüz, üç yıldır, bütün sloganlarını, taktiklerini ve çalışmasını bu gerçeğin farkında olmanın bilinciyle planlamıştır. Kürdistan Kararnamesi ve 1 Mayıs olaylarıyla birlikte, işçi ve emekçi yığınlara alternatif oluşturma yeteneğinden bütünüyle yoksun oldukları görülen; dolayısıyla özgürlük ve demokrasiyi ve devrimi, işçi ve emekçi yığınlarının diktatörlükle göğüs göğse çarpışmalarında değil, doğrudan ve dolaylı olarak, egemen sınıfların “demokrasi güldürüsü”nün “boşluk”larında aradıkları, üstü örtülemezcesine ortaya çıkan oportünist ve reformist “sol” hareketin belli başlı “sol” akımlarının aksine, partimizin üç yıldır farklı ve devrimci bir çizgide ısrar etmesi; işçilerin, öncü proleterlerin, önyargısız devrimcilerin ve bazı radikal hareketlerin giderek artan orandaki ilgisini çekmesinin yanı sıra, diktatörlüğün ve onun polis örgütünün de dikkatini çekmiştir. Bu nedenle diktatörlük, partimizi ve örgütlerimizi giderek artan oranda hedef haline getirmiştir. Kısacası, burjuvazi ve faşist gericilik, partimizin bütün ötekilerden ayrı, devrimci bir çizgide ve devrimci bir mücadele içinde olan bir örgüt olduğunun bilincindedir.
Partimizin yürüdüğü yolun devrimci olduğunun, olayların kanıtladığı gibi, faşizm ve gericilik bilincindedir; ileri işçiler, dürüst sendikacılar ve çeşitli devrimci güçler, onun devrimci çizgisini, taktiklerini ve çağrılarını sınayarak anlama eğilimine girmişlerdir. Fakat yoldaşlar, parti örgütlerimiz, parti üyelerimiz ve parti sempatizan çevrelerimiz, örgütümüzün işçi sınıfı hareketi karşısında kazandığı konumun, artan sorumluluklarının, bekleyen büyük ama, zor ve çetin mücadelelerin ne oranda farkındadırlar? Örgütlerimizin çalışmasının bugünkü durumu; kadrolarımızın içinde bulunduğu eylem ve ilişkilerinin şimdiki özellikleri; ve sempatizan çevrelerinde etkili olan atalet ve bu çevreleri “meşgul” eden olaylar; örgütün, kadroların ve sempatizan çevrelerinin, partimizin sınıf içinde yüklendiği ve pratik olarak bugün karşı karşıya bulunduğu sorumlulukların gerçek anlamda farkında olmadıklarını göstermektedir.
Parti Konferansımız; 2. Kongresi’ni, “devrimci işçi örgütleri toplamından oluşan örgütün kongresi”; işçi sınıfının hareketindeki kitleselleşmeye bağlı olarak, “proletaryanın devrimci kitle partisine dönüşme yolunda ileri adımlar atan örgütün kongresi” olarak toplama kararı almıştır. Örgütümüzün bu hedefe ulaşması için, bugün politik, örgütsel ve moral bakımdan koşullar son derece olgundur. Partimizin politik-örgütsel çizgisi, politik-örgütsel taktikleri ve yürütmeye çalıştığı devrimci faaliyet, sınıf içinde ona, harekete alternatif olma koşulunu pratik olarak vermiş durumdadır. Öte yandan; yükselen, güçlü dinamikler taşıyan işçi hareketi ve bu harekete Marksist-Leninist bir taktik tutumla ve devrimci bir konumda katılan partimizin yürütmeye çalıştığı faaliyet, işçiler arasında, örgütlerimize önemli ağırlık kazandırmaktadır. Partimizin, yolunda hızlanarak yürüyebilmesi için bugünkü tek koşul; örgütlerimizin, proletaryanın hareketini ilerletecek, devrimci, bir harekete dönüşerek atılım kazanmasına yardım edecek ve kendinden giderek daha fazla talep edilen devrimci örgütsel yeteneği arttıracak ve sürekli yenileyecek bir örgütsel faaliyet içinde olabilmeleridir. Partimizin, yığın hareketinin ondan talep ettiği devrimci örgütsel yeteneği giderek artan oranda gösterebilmesinin önünde tek engel vardır: Bu engel faşizm ve diktatörlük değil; örgütün, kadroların, parti sempatizan çevrelerinin hatâ ve zaaflarıdır. Bugün, örgütümüzün ilerlemesini atılıma dönüştürmesinin önündeki başlıca engel, günlük çalışmada kendini gösteren kendi hata ve zaaflarıdır. Politik-örgütsel çizgisi, taktikleri, çağrılan ve sloganlarıyla ve siyasal yetenekleri ve eylemiyle, sınıfın saflarında devrim ve komünizme yarattığı yönelimi, geniş işçi örgütleri ve çevreleri olarak partimizin gerektiği oranda örgütleyememesinin gerçek nedenleri, örgütlerimizin, kadrolarımızın ve parti sempatizan çevrelerinin günlük eyleminde ortaya çıkan hata ve zaaflarda yatmaktadır.
Tüm dünyada devrim ve sosyalizm davası darbeler yemiş ve gerileme içine düşmüşken, Türkiye proletaryasının eylemi ilerliyor ve devrimci bir harekete dönüşmenin bütün belirtilerini veren eğilimler kazanıyorsa, bu kuşkusuz, proletarya devrimi ve sosyalizm davası için uluslararası önemi olan büyük bir olanaktır. Partimizin, proletaryanın saflarında ve eyleminde kazanmakta olduğu politik ve moral etki ve giderek güçlenen konum, Türkiye devrimi için olduğu kadar, dünya devrimi için de önemli bir kazanımdır. Bunun bilincinde olmak; diktatörlüğün ve gericiliğin ideolojik-siyasal güçlerinin ve polis gücünün ciddiye aldığı kadar, örgütümüzü ve kendimizi ciddiye almak, partimizin faaliyetini baltalayan engellerin yıkılması ve yürüyüşünü hızlandırması için başlıca koşul durumundadır.
1987 yılına gelinceye kadar, yenilgilerin nedeni olarak, partimizin özü devrimci olan tarihi, geçmiş mücadeleleri ve politik-örgütsel çizgisi suçlandı. 1987 yılı, partimiz ve örgütümüz açısından bütün bu tasfiyeci-inkârcı suçlamalara karşı, devrimci bir ayaklanmaya tanık oldu. Ancak, tasfiyeci-inkarcı eğilimlerin, Gorbaçovcu revizyonizmin saflarımızdaki baskılarının, geleneksel “üst tabaka” devrimciliğinin ve TKP’nin oportünist geleneğinin yol açtığı tahribatın etkileri, parti saflarında inançsızlık, proletaryaya ve Marksizm-Leninizm’e güvensizlik ve düzenle kurulu bağların muhafazasında ifadesini bulan örgütlenme alışkanlıkları ve ilişkileri olarak yaşadı. Bütün bu burjuva, küçük-burjuva eğilimler, kendilerini, partinin merkezi faaliyetine, politik-örgütsel çizgisine, taktiklerine ve çağrılarına özveriyle, devrimci şevk ve heyecanla ve proleter yaratıcılık ve demir disiplin altında yürütülen bir çalışmayla yanıt vermesinde ciddi zaaf ve yetenek eksikliği olarak açığa vurdu. Eğer partimiz, bir dönem, proletaryanın taze ve genç güçleriyle kaynaşmakta zorlanmışsa; eğer partimiz Marksizm-Leninizm’i yeniden savunmada ve proleterleşme atılımında atalet dönemi yaşamak zorunda kalmışsa; bunun nedeni, partinin bugün artık gerektiği oranda sınanmış olan merkezi politik-örgütsel çalışmasıyla, yerel parti çalışması arasında yaşanan çelişkidir. Ve örneğin, eğer partimiz, bütün olumluluklarına karşın, son 1 Mayıs’ta, İstanbul proletaryasının önemli bir bölümünün sokaklara dökülmesine yol açacak örgütsel çalışmada yeteneksizlik göstermişse, bunun nedeni, proletaryanın hareketindeki gerilik değil, partinin merkezi politik-örgütsel çağrılarına yanıt vermesi gereken örgütümüzün (potansiyeli ve gücü var olmasına karşın), gereken inançla, gereken atılganlıkla ve gereken kararlılıkla harekete geçmede zaaf ve yeteneksizlik göstermesidir. Etkisi giderek azalsa bile, partimizin son üç yıllık faaliyetinde aşınma ve kısırlık yaratan başlıca neden, merkezi politik örgütsel çizgi ve taktiklerle yerel çalışmaya yön veren politik-örgütsel pratik (taktik) arasındaki ayrılıklardır. Bu ayrılığı besleyen temel ideolojik ve örgütsel neden ise; inkarcı-tasfiyeci saldırıların, Gorbaçovcu revizyonist dalganın ve 1981 sonrasındaki sağ oportünist sapmanın, örgütün yaşantısında, kadroların ve sempatizan çevrelerin bilincinde yol açtığı bozulma ve yanılsamanın günümüze gelen etkisidir. Artık, her örgüt organının, her parti üyesinin ve partiye destek olmak isteyen her parti sempatizanının, bu “yanılsama”nın bütün etkisinden kurtulmasının ve kendi eylemine, partiye kendi –katılış- biçimine ve enerji ve yeteneklerini ne ölçüde seferber ettiğine dönüp bakmasının zamanı gelmiş bulunmaktadır. Siyaset belirlendikten sonra “artık belirleyici olanın kadrolar” olduğunu söyleyen Marksist-Leninist düşüncenin, bugün partimizdeki her şeyi belirleyeceği artık anlaşılmaktadır. Olgular ve olayların bugün inkâr edilmezcesine öğrettiği ve artık herkesin içtenlikle ve ciddiyetle öğrenmesi gereken şey işte budur.
Sonuç olarak: Partimizin sınanmakta ve doğrulanmakta olan politik-örgütsel çizgisi ve merkezi politik-örgütsel taktikleri, devrimci ve Marksist-Leninist çizgi ve taktiklerdir. Ve karşı karşıya kaldığımız zorlukların nedeni, bu çizgi ve taktiklerle birleşmekte, bu çizgi ve taktiklerin gereklerini yerine getirecek devrimci özveriyi, devrimci yeteneği ve devrimci atılganlığı göstermekte zorlanmaktır. Bir olgu tespit edilmeli ve bir görev artık gündeme alınmalıdır: Partimiz ve onun 1. Genel Konferansı, örgütümüzün tarihinin zaaf ve hatalarıyla hiçbir saçak altı aramadan, devrimci bir acımasızlık ve cesaretle hesaplaşmıştır. Konferansımız, devrimci siyasal ve örgütsel taktikler ve planlar hazırlayarak sonuçlanmıştır. Şimdi görev; her parti organının, her parti üyesinin, her samimi parti taraftarının; kendi eyleminin bütününü, konferansımızın ortaya koyduğu devrimci feragat duygusu, devrimci acımasızlık ve devrimci iradeyle yargılaması; yaşamına, eylemine ve faaliyetine, konferans kararlarında, planlarında ve direktiflerinde ifadesini bulan parti iradesini egemen kılmak için ileri atılması görevidir. Partinin ilerlemesinin ve atılıma geçmesinin dayattığı bugünkü görev işte budur. Eğer parti yenilenecek, atılım gösterecek, kazandığı ve giderek güçlendirdiği politik etkiyi, sınıf içinde örgütsel bir güce dönüştürecekse parti örgütleri, parti üyeleri ve parti taraftarları, öncelikle bu görevi yerine getirmek, öncelikle vicdanlarıyla hesaplaşmak ve kendilerini parti gündemine getirerek, partinin yargısına teslim etmek zorundadırlar. Bu görevi yerine getiremeyen örgüt, kadro ve ileri sempatizanla da, parti, hesaplaşmak ve bu hesaplaşmayı sonucuna vardırmak zorundadır.
Parti ve parti örgütü, atılım ve yenilenme dinamiklerine; parti kadroları, üyeleri ve sempatizanları ve parti çevresinde toplanmakta olan devrimci işçi ve gençler yenilenme, atılım yapma potansiyel ve yeteneğine sahip midir; parti bir bütün olarak böyle bir eyleme girebilecek midir?
Buna kuşku yoktur; partimiz, örgütlerimiz ve parti kitlesi, her zamanki gibi ve bugün bu özelliklerini daha da artırmış olarak, bu dinamiklere ve yeteneklere sahiptir. Son üç yılda yaşanan parti olayları, her şeye karşın, örgütsel faaliyetimizin gösterdiği devrimci gelişme, bunun kanıtıdır. Parti konferansımızın değerlendirmeleri, planları ve kararları bunun kanıtıdır. Yoldaşlar; günlük mücadelelerde giderek daha yiğitçe olan eylemlerinin yanı sıra, son üç yıllık çalışmanın örgütümüze kazandırdığı, poliste ve işkencede “ifade yok” ya da “örgütsel bilgi vermiyorum” diyen ve bu tutumunu, işkence-hanelerde yayan çok sayıda genç yoldaşın yetişmekte oluşu, bunun bir kanıtıdır. 1 Mayıs’ta, en keskin grupların “yönetici” ve sendikal “önderleri”, sokaklarda arabalarından inmezken, parti merkezinin” 1 Mayıs’ta tutuklanacak ve ölecekler olacaksa, önce parti üye ve yöneticileri, sendikal önderler ve parti ajitatör ve örgütçüleri tutuklanacak ve ölecektir, sokaklarda ölmek var, dönmek yok” diyen çağrısına, eylemiyle yanıt veren parti üyesi, sempatizanı, işçi ve sendika önderi yoldaşların yetişmekte oluşu ve varlığı, bunun bir kanıtıdır. “Her yer 1 Mayıs alanı” çağrısına uyarak, sokaklarla yetinmeyen ve işkence-haneleri, yüzlerce ve binlerce işçiyle 1 Mayıs alanına dönüştüren eski ve yeni kuşak işçi ve komünist yoldaşların varlığı ve yetişmekte oluşu, bunun bir kanıtıdır. 1 Mayıs kampanyasında, partinin çağrılarını işçilere ulaştırmak için, yeni yöntemler bulan ve fabrika “güvenlik güçlerini” etkisizleştirerek fabrikalara dalan ve binlerce bildiri dağıtan yeni kuşak devrimci grupların ortaya çıkması, örgütteki gelişmenin bir kanıtıdır. Partinin işyerine dışarıdan yolladığı bir görevli olmasına karşın, bir kampanya süresinde bile, işçilerle bağ kurma yeteneği gösteren, çalışma ve sokak eylemindeki devrimci tutumuyla, kazanılması gerçekte çok zor olan işçi önderini etkileyen onun, “seninle artık ölüme de gidebilirim” tutumuna girmesine yardım eden ve örgütleyen parti yöneticilerinin çoğalması bunun bir kanıtıdır. Vurgulanan bütün olumsuzluklara karşın durumun öteki yanı da işte böyledir. Ve yine örneğin, yolunu şaşıran, hareket kabarınca paramparça olan örgütlerin yanı sıra, 1 Mayıs kampanyası boyunca, hareketin diğer görevlerini “unutmadan” çok yönlü çalışmayı ve birim ve işyeri çalışmasını sürdürmeyi başaran, yüzlerce ve binlerce işçiyi eyleme sürükleyen parti örgütleri ve çevre örgütlerinin ve sendika önderlerinin partimizin saflarında ortaya çıkması başka bir kanıt oluşturmaktadır.
Devam edelim: Diktatörlük; TDKP’yi tasfiye etmek için polis gücünü harekete geçirmiş, onun bu gücü acze düşmüş, sırf TDKP’yi söküp atmak için, binlerce işçinin çalıştığı fabrikayı kapatma, bu yoldan yüzlerce işçiyi sokağa atma riskini göze almak zorunda kalmışsa bu, partimizin sadece politik ve moral ilerlemesinin değil, aynı zamanda sahip olduğu örgütsel ilişki, yetenek ve dinamizmin de göstergesidir. Kürdistan Kararnamesi’yle birlikte, onlarca “solcu” grup açmaz içine düşerken, İstanbul parti örgütümüz ve diğer örgütlerimiz, yüz binlerce bildiri ve broşür hazırlamayı, basmayı ve fabrikalara ve işçilere ulaştırmayı başarmışsa bu, partimizin merkezi örgütsel çizgisini doğrulamakla kalmayan ama, aynı zamanda, örgütümüzün ve kadrolarımızın devrimci niteliğini ve dinamizmini vurgulayan bir göstergedir de. Öte yandan bir kampanya dönemi bile, değişik fabrikalardan sıradan işçileri örgütümüze yöneltiyor, partimizin çalışmasının az çok ilerlediği işyerlerinde ve birimlerde, “solcu” siyasal gruplarca örgütlenmiş işçi grupları, işçi temsilcileri ve öğrenci gruplarını saflarımıza katıyorsa, bu sadece politik taktiklerimizin ve çağlılarımızın doğruluğunu göstermiyor, ama aynı zamanda parti örgütümüzün ve kadrolarımızın proleter niteliğini ve onların taşıdığı devrimci dinamizmi de kanıtlıyor. Ayrıca; partinin sınıf içinde ve dürüst sendikacılar arasında ittifak koşullan ve ittifakları gelişiyorsa; birçok yerde, değişik siyasi grupların taban öğelerinden partimizin materyallerini dağıtma eğilimleri gösterenler ortaya çıkıyorsa bu, partimizin artan politik etkisinin yanı sıra, kazanmakta olduğu örgütsel gücü, etkiyi ve kadro ve örgütlerinin taşıdığı devrimci özellikleri ve faaliyeti de ifade eder. Ve tüm bunlar bir devrimci için heyecan verici, cesaret kazandırıcı, ileriye sürükleyici olaylar olarak görülmelidir.
Bütün bu çarpıcı politik-örgütsel gelişmeye ve çalışmamızdaki böylesine olumlu tecrübelere karşın; kuşkusuz, hareketin yükselmesinin açmaza aldığı, işlemez hale getirdiği örgütler, kötü devrimcilik örnekleri olan olaylar, yeteneksiz, düzenden kopmayan eğilimler de, örgütümüzün faaliyeti ilerledikçe daha çarpıcı hale gelmektedir. Ve bütün bunlara ve nedenlerine Parti Konferansı, ayrıntılı ve derinlikli olarak değinmektedir. Ayrıca konferansımız, örgütsel zaafların, kadro sorunlarının ve atılım ve yenilenme sorunlarının tahlillerini, planlarını, kararlarını vermekte ve sorunun, partimiz için taşıdığı aciliyeti ortaya koymaktadır. Eğer partimiz, proletaryanın devrimci örgütü olarak; bir bölümüne yukarıda yer verilen devrimci belirtileri bütün partide egemen kılacak, olayların devrimci tecrübesine varacak ve işçi kitleleri içinde sökülmezcesine kök salacaksa; bugün, her organ, her parti üyesi, her parti sempatizanı kendisiyle, kendi geçmişi ve bugünkü eyleminin niteliğiyle hesaplaşmak; bu hesaplaşmayı, yukarıdaki olumlu gelişmelerin gerisindeki devrimci parti ruhuyla yoğurmak zorundadır. Parti Konferansımızın, onun pratik siyasal ve örgütsel planlarının, kararlarının, devrimci ruhunun ve iradesinin örgüt çalışmasında ve ileri işçi çevrelerinde egemen olması, ancak bu yoldan başarılabilir. Ve örgütümüz bu görevi acilen yerine getirmek zorundadır. Bu zorunluluk, onun sınıfa, hareketin bugünkü görevlerine ve Marksizm-Leninizm’e karşı sorumluluğudur.
Yoldaşlar; olayların gösterdiği gibi, iddialı tüm siyasal akımlar yollarını şaşırma durumu ile karşı karşıya iken; dünya proletarya hareketindeki liberal-reformist sendikalist sapma tarihte görülmemiş bir sağ dalga biçimini almışken; partimiz, büyük bir cüret ve cesaretle önüne, proletaryanın güçlü illegal örgütünü, işçi sınıfının saflarında yeniden inşa etme, partiyi proletaryanın devrimci kitle partisi yoluna sokma karan almış ve ilan etmiştir. Partimiz, Parti Konferansımız ve Parti Merkez Komitemiz bu cüreti ve cesareti; öncelikle, Parisli komüncülerin gökleri fethetmeyi hedefleyen devrimci ayaklanmasından; II. Enternasyonal’in bütün “görkemli” önderlerinin sosyal şovenizme kaydığı, bütün proletarya örgütlerinin paramparça olduğu, dünyanın ileri proletarya ordularının bu ihanet ve parçalanma nedeniyle savaşa sürüldüğü koşullarda, emperyalist savaşa karşı devrimci iç savaş çağrısı yapan Lenin’in eşsiz cesaretinden; dünya emperyalizmi, sosyalizmi yutmak için birleştiğinde ve Hitler’ci faşist ordular Moskova kapılarına dayandığında, Kızıl Meydan’da, zaferin dünya proletaryasının ve sosyalizmin olduğunu ilan eden ve bütün halkları ayaklanmaya çağıran Stalin’in çelikleşmiş iradesinden; Kruşçevci revizyonizmin ihanetinin dünya sosyalizmini yıktığı, emperyalizmin ve revizyonizmin proletaryaya, sosyalizme ve Marksizm-Leninizm’e karşı birleşik saldırısının tüm dünyayı alt üst ettiği en karanlık günlerde, emperyalizme ve revizyonizme karşı bayrak açan Enver Hoca yoldaşın proletaryaya ve sosyalizme olan sınırsız inancından almaktadır. Partimiz bu büyük cüret ve cesareti; Türk ve Kürt milliyetinden Türkiye proletaryasının kökleri derinlerdeki hareketlenmesinden; örgütümüzün tarihindeki devrimci mücadelelerden; bugün göstermiş olduğu devrimci ilerlemeden; bizzat olaylar ve olgularla doğrulanan politik-örgütsel çizgisinden ve bir bölümünü yukarıda ortaya koyduğumuz ve partimizin saflarında ve eyleminde çoğalan devrimci olaylardan almaktadır. Partimiz, Parti Konferansımız ve Merkez Komitemiz, bugün gösterdiği cüret ve cesareti; Marksizm-Leninizm’e duyduğu sınırsız inançtan; devrim ve sosyalizm davasında katledilmiş yoldaşlarımızın kahramanca olan yaşam ve mücadelelerinden; ve partimizin kızıllaşmış ve rengi asla solmayacak olan bayrağından almaktadır.
Yoldaşlar; Partimizin, Parti Konferansımızın ve Merkez Komitemizin, bugün yaşanan her türden olumsuz koşula karşın belirlediği hedef asla bir hayalin ya da duygusal spekülasyonun ürünü değildir, inançla ve örgütün pratik bilgisiyle ilan ediyoruz ki; Partimiz, parti örgütümüz, ülkenin hemen bütün sanayi kentlerinde ve Kürdistan’da zaaflarını eleştirdiğimiz bugünkü çalışmasıyla, ilişki ve bileşimiyle, bugün tarihinde hiç olmadığı kadar proleterdir. Gelişmesi henüz yavaş olmakla birlikte, ilk belirtileri olgularla görülen ve proletarya saflarından partimize olan bugünkü yönelimin, bir dalgaya dönüşmesinin koşulları her zamankinden daha olgundur. Proletaryanın hareketi ilerlemesini ve devrimci eğilimlerini güçlendirdiği koşullarda, partimizin önemli, büyük ve kitlesel bir güç olmasının önündeki tek engel, Konferansımızın işaret ettiği ve üç yıldır faaliyetimizi baltalamakta olan hata, zaaf ve eksikliklerdir. Ve bugünkü öncelikli düşmanımız işte bu hatalar, zaaflar ve eksikliklerdir.
Yoldaşlar; olaylar, örgütleriyle ve taraftar kitlesiyle tüm TDKP hareketini, büyük tarihsel görevler önüne yeniden sürüyor. Bu görevleri, partimizin devrimci işlevlerine uygun olarak yerine getirmemizin bütün koşullarını olgunlaştırıyor. Eğer hata ve zaaflarımızdan devrimci bir ayaklanmayla kurtulmayı başaramazsak; tarihin, bizleri her geçen gün daha da merkezine ittiği proletarya hareketi ve sosyalizm davası karşısında, cinayet işleme durumuna düşmemizin kaçınılmaz olduğunu anlamalıyız. Partimizin, Parti Konferansımızın ve Merkez Komitemizin önümüze koyduğu görev, gerçekte ve bütün kapsamıyla bir ayaklanmadır. Bu ayaklanma, partimizin daha inşası sürecinde yardığı yüzyıllık oportünist siyasal ve örgütsel geleneği, onun saflarımızdaki ve çalışmamızdaki bütün etki ve kalıntılarını paramparça etme, yok etme ayaklanmasıdır. Marksizm-Leninizm’e, partimizin iradesine, onun konferansının karar ve planlarına yaslanan Merkez Komitemiz, bütün parti örgütlerini, bütün eski ve yeni üyeleri, bütün örgütlü işçi gruplarını, bütün genç komünistleri ve bütün parti sempatizanlarını, eski parti kuşağının olgunluğu ve ağırbaşlılığıyla, yeni Ve genç komünist kuşağın enerjisi ve atılganlık ruhuyla, kısaca proletaryanın devrimci ruhuyla silahlanarak ayaklanmaya çağırmaktadır. Merkez Komitemiz; parti örgütünü, bütün eski ve yeni parti üyelerini, bütün genç komünistleri ve partiye sempati gösteren bütün çevreleri, parti konferansının açtığı savaşı başarıya ulaştırmak; proletaryanın yeni, taze ve genç güçleriyle parti örgütlerinde ve partiye bağlı örgütlerde kaynaşmak; proletaryanın ve diğer ezilen sınıfların eylemini devrimci yolda ilerletmek; Kürdistan’da partinin çizgisine uygun bir mücadele ve savaşı örgütlemeyi başaracak olanakları pekiştirmek amacıyla, devrimci bir kalkışmaya çağırmaktadır. Merkez Komitesi; bünyesinde ve kişiliğinde çelişkiler taşıyan bir önceki dönemin örgütünün ve kadro ve devrimci tipinin artık dönemini tamamladığını; savaş yetenekleri sınırsız, sağlam ve esnek ve gerçek anlamda okul ve savaş aracı olan örgütün ve Bolşevik yeni militan tipi döneminin gelip çattığını ilan ediyor. Partimizin Merkez Organı, bütün örgütü, bütün komünistleri ve devrimcileri, öncelikle kendine, kendi faaliyetinin hata ve zaaflarına karşı, devrimci savaşı ertelemeden ve amansızca başlatmaya çağırıyor. Merkez Komitesi, parti örgütlerini yepyeni bir ruhla, devrimci parti ruhuyla, Bolşevik militanın eşsiz özverisiyle ileri atılmaya, örgütü, partiyi, parti çalışmasını ve bütün mücadeleyi arındırma ve yenileme hareketine katılmaya çağırmaktadır.

***
1- Geçtiğimiz üç yıl boyunca parti çalışmasına zarar veren; örgütün enerjisini sınırlayan, kapasitesini önemli oranda düşüren ve hedeflerde bulanıklığa yol açan bir yanılsamadan önemle söz etmek gerekiyor: Partinin teorisi ve genel çizgisi, geçmişte yaşanan yenilginin ve oportünizmin bir dönem örgütte egemen olmasının nedeni olarak gösterildi. Gorbaçovcu revizyonizmin, Troçkizmin, burjuva emperyalist ideolojinin ve 12 Eylül’cü faşist gericiliğin Marksizm-Leninizm’e karşı ortak bir cepheden yürüttüğü saldın kampanyasından güç alan inkârcı-tasfiyeci eğilimler; partimizin teorik eksikliklerini ve zaaflarını, proletarya devriminin dayattığı acil teorik, siyasal ve örgütsel sorunların “alternatif sorunu olarak ön plana getirdiler. Onların, inkârcı-tasfiyeci ve devrimin teorik-ideolojik ve pratik siyasal-örgütsel görevlerinden yan çizen bu tutumu, parti saflarında ve çevrelerinde, bir dönem etkili olacak olan bir yanılsamaya yol açtı. Parti örgütünün bazı kollan ve çevre grupları, bütün enerji ve dikkatlerini devrimin dayattığı acil görevler üzerinde toplayamaz bir konumda ve partinin yürüyüşünü baltalayan bir ruh hali içinde bir dönem bocaladılar. Bugün gelinen yer; revizyonizmin ve inkârcı-tasfiyeci eğilimlerin örgütümüzün saflarında, çalışmasında ve çevre gruplarında yol açtığı atalete, reformist “beklenti” ve “maneviyat bozukluğu” biçimindeki ruh hali çarpıklıklarına artık bir son vermeyi zorunlu kılmaktadır. Olaylar ve olgular, devrimin teorik ve pratik sorunlarını ele alışta ve teoriyle pratik arasındaki ilişkiyi doğru kurma sorununda, revizyonist akımların ve tasfiyeci-inkarcı hareketin çizgisini değil, partimizin çizgisini doğrulamıştır. Altını çizerek vurguluyoruz: Revizyonizmin, “Marksizm’i yeni koşullara göre yeniden gözden geçirme” adı altında gelişen ve teoriyi yeniden yozlaştırmayı hedefleyen hareketiyle partimizden atılan inkârcı-tasfiyeci grupların, proletarya devriminin teorik görevlerini, Türkiye devriminin “programatik tezleri”nin sözde “ortaya konulması”na indirgeyen ve “önce teorik çözüm” diyerek, pratikle teori arasındaki ilişkiyi bozan platformu arasında, öze ilişkin hiçbir fark yoktur. Yaşanan güncel olaylar bile kanıtlamıştır ki; her iki revizyonist ve inkarcı-oportünist akımın platformunun bütün içeriği, Marksizm-Leninizm’e, proletarya devriminin teori ve pratiğine karşı açılan gerici saldırının bir parçası olmaktan ibarettir. Yeniden ilan ediyoruz: Günümüz koşullarında, devrimin teorik sorunları ve partinin teorik görevleri, Türkiye devriminin programatik tezlerinin “ne olup ne olmadığı”ndan çok daha geniş ve çok daha kapsamlıdır. Bugünün merkezi teorik-ideolojik mücadele görevi; Marksizm-Leninizm’i, proletarya devriminin teori ve tecrübesini, dönemin uluslararası ve ulusal çaptaki olgu ve olaylarına uygulayarak, her cephede yeniden savunma görevidir. Türkiye devriminin teorik görevleri, bu görevin bir yönü ve parçasıdır. Kaldı ki, partimizin teorisinin, zaaf ve eksikliklerine karşın, özünün Marksist-Leninist olduğu son derece açıktır. Yaratılmaya çalışılan bütün yanılsamaların aksine, revizyonist ve oportünist teorik saldırıları, teorik alanda da püskürtmenin temel teorik silahlarına partimiz, bugün her zamankinden daha fazla sahiptir.
Şu anlaşılmalıdır: Partimiz ve Parti Konferansımız, örgütümüzün teorik mücadelesinin kapsamını bütün açıklığı ile ortaya koymuştur. Konferansımız, kolay ve basit olanı seçmemiş, teorik mücadelenin bütün görevlerini, devrimci bir cesaret, iddia ve cüretle belirlemiştir. Örgütümüz, Türkiye’de Marksizm-Leninizm’in yeniden savunulmasını, uluslararası çaptaki büyük mücadelenin bir parçası olarak ele almış; teorik hazinesini yenileme görevini, bu büyük mücadelenin bir parçası ve yönü haline getirmiştir. Bugün, komünizm ve devrim iddiasında olan hiç kimsenin tereddütlü davranmaya, şarlatan tasfiyeciliğin ve revizyonizmin estirdiği cereyana yaslanan “hoşnutsuzluk” ve “tatminsizlik” göstermeye hakkı yoktur. Ve eğer, örgütümüzün teorik mücadeleyle ilgili cüretkâr ve devrimci iddiası ve teorik faaliyeti karşısında, bir devrimcinin duyması gereken şevk ve heyecanı duymayan ve devrimci sınıf ruhuyla ileri atılma cesareti gösteremeyenler varsa, yıkıcı gevezelikler yapacaklarına, dönüp kendi konumlarına, ilişkilerine ve “ne için mücadele” ettiklerine bakmak zorundadırlar. Partimizin ve Merkez Komitemizin, teorik görevlerle ilgili hiçbir tereddüdünün, hiçbir çözümsüzlüğünün, hiçbir kaygısının olmadığını yeniden ilan ediyor, bütün parti örgütlerini, üyelerini ve taraftar çevrelerini, yenilenmiş bir ruhla ileri atılmaya çağırıyoruz.
2- Her yeni olaydan, sınıf hareketindeki her ilerlemeden ve devrimle karşıdevrim arasındaki çatışmanın doğurduğu her yeni durumdan, her parti örgütü, her parti üyesi ve her ileri işçi mutlaka yeni şeyler öğrenmek, koşullara göre kendini, mutlaka yemden aşmak ve yeniden üretmek zorundadır. 1 Mayıs kampanyası ve hareketin 1 Mayıs’taki yükselişi, örgütümüzün içinde bulunduğu pek çok zaafı çarpıcı bir biçimde açığa çıkardı. Yaşanmış deneylerden, ortaya çıkan tecrübelerden yararlanmamak; üzerimizdeki anti Marksist ve anti-proleter baskıya boyun eğmek olduğu gibi, devrim ve sosyalizm mücadelesine karşı işlenmiş bir cinayet de olacaktır. 1 Mayıs kampanyası ve sınıfın yükselen hareketi gösterdi ki; bazı örgütlerimiz, yığın mücadelesini örgütleme örgütü olarak değil, statükocu bir “propaganda-ajitasyon” örgütü olarak çalışmaktadır. Yine olaylar gösterdi ki; bazı örgütlerin, üyelerin ve taraftar çevrelerinin içinde bulundukları örgütler ve ilişkiler, hareketin küçük çaplı yükselişler göstermesi karşısında bile paramparça olmakta, işlemez hale gelmektedir. Ve yine olaylar gösterdi ki; parti saflarında, devrimci olmayan anlayışlar, ilişkiler ve eylemler ve bu anlayış ve ilişkiler tarafından yetiştirilmiş unsurlar, hareketin ilerleyişini yavaşlatacak ve gelişmeyi baltalayacak oranda ve şu ya da bu biçimde yer bulabilmektedir.
Partinin olabilir olanaklarını seferber etmek için, bütün yeteneklerini ve enerjisini parti işine harcamayan, “özel işleri”, “özel uğraşları” olan parti yöneticisi, üyesi ve örgütü nasıl bir parti yöneticisi, üyesi ve örgütüdür? Randevusunu ihmal etmekte, haklı gerekçeler olmadan ertelemekte; ya da parti yayınlarının yerine zamanında ulaşmasını savsaklamakta; partiye şu ya da bu biçimde hizmet etmek isteyen sempatizanı örgütlemeye azami dikkat göstermemekte; ve alanındaki olayları, olayların objektif bilgisini, partiye ve merkez organlara anında aktarmada gerekli titizliği göstermemekte sakınca görmeyen, bunun vahametini anlamayan parti yöneticileri ve üyeleri nasıl parti yönetici ve üyeleridir? Öte yandan, gerekli olan yerlerde, partinin politik ve örgütsel çizgisini açıklayıp çağrılarını yapmakta; yığınların önüne düşüp, mücadelelere girmenin gerekli olduğu anda, ne pahasına olursa olsun çatışmaların en önünde olmakta ve bulunduğu alanda ileri atılmanın o alandaki her şeyi belirler hale geldiği koşulda, ileri atılmakta tereddüt gösteren, sessizliğe gömülen parti üyesi, örgütlü parti taraftarı nasıl parti üyesi ve nasıl parti taraftarıdır? Ayrıca partinin bağış kampanyaları açtığı, talimatlar yayınladığı koşullarda bile, düzenli aidat vermenin gereğini, bağış kampanyası düzenlemenin, düzenli ve istikrarlı bir biçimde yürütmenin, yığınları düzenli-düzensiz bağış kampanyasına katmanın önemini, yürütülen bir faaliyetin, aynı zamanda, mali olanakları da güçlendiren devrimci bir çalışma olduğunu derinden hissetmeyen örgütler ve üyeler ne gibi örgütler ve üyelerdir? Dahası; 1 Mayıs gibi bir kampanya döneminde ve partinin bu kampanyanın ulusal ve uluslararası çaptaki önemini vurguladığı koşullarda, günlük yaşamında hiçbir değişiklik yapma gereği duymayan, bir işin ucundan tutmak için asgari fedakarlığı göstermeyen, hatta 1 Mayıs döneminde tatil yapmakta sakınca görmeyen parti üyesi ve örgütlü sempatizan nasıl bir parti üyesi ve sempatizanıdır? Okuduğu Devrimin Sesi gazetesinin parasını vermemiş olmanın acısını duymayan devrimci nasıl bir devrimcidir? Devam edelim: Parti taraftan olduğunu söyleyen; buna karşılık küçük de olsa bir iş yapmayan, ama çevresine hoşnutsuzluk yaymakta, parti hakkında uluorta dedikodular yapmakta, ya da dedikodulara göz yummakta sakınca görmeyen; daha da kötüsü, hareketin geldiği bugünkü koşullarda, evinde ve işinin başında oturup, kendine Devrimin Sesi’nin “ulaştırılmadığını” söyleyen taraftarlık, sempatizanlık ve devrimcilik anlayışı nereden güç alan taraftarlık, sempatizanlık ve devrimcilik anlayışıdır?
Merkez Komitesi olarak ilan ediyor ve çağrıda bulunuyoruz: Saflarımızda ve çevremizde şu ortaya konulmuş ve yaşanmış örneklere artık yer yoktur. Olaylar, olgular ve örgütün sırtlandığı bugünkü ağır sorumluluk, kim olursak olalım ve örgütteki yerimiz ne olursa olsun, artık bizlere, olumsuzluklara boyun eğme, bu olumsuzluklar karşısında liberal davranma ve anti proleter-eğilim ve eylemlere izin verme hakkını tanımıyor. Bu nedenle, bütün parti örgütleri, bütün parti yöneticileri, bütün parti üyeleri ve örgütlü sempatizan grupları, yukarıda bir bölümüne işaret edilmiş olan örnek olayları, devrimci vicdanın yargısından geçirmek ve tüm olumsuzlukları ortadan kaldırmak için harekete geçirmek zorundadır. Herkesin ve hepimizin örnek alması gereken şey, diğer olumlu değerlerin yanı sıra, 1 Mayıs kampanyasında ortaya çıkan ve bir bölümünü daha yukarıda belirttiğimiz olumlu örneklere sarılmak, kendi eylemimize ve yaşamımıza o olumlu ve devrimci örneklerin gerisindeki devrimci ruhu egemen kılmaktır. Partinin girmekte ve yaşamakta olduğu bugünkü devrimci sürece katılmanın ön koşulu, herkesin açık yürekli bir biçimde yapacağı vicdani muhasebedir. Bu unutulmamalıdır.
1 Mayıs kampanyasının çarpıcı kıldığı bir soruna aytıca işaret ederek devam edelim: 1 Mayıs kampanyası gündeme girdiğinde, örgülerimizin çoğunda, fabrika ve işyerlerinin sorunlarıyla ilgili ajitasyon ve örgütlenme çalışmasının, işyeri örgütlerinin işyerleriyle ilgili ekonomik ajitasyonunun, işyeri örgütü olarak yürüttüğü siyasal ajitasyonun ve yazılı-sözlü propagandanın kesintiye uğradığını söyleyebiliriz. Ekonomik grev hareketi genişlerken ekonomik ajitasyonu ve grev dayanışması çalışmasını, 1 Mayıs çalışması nedeniyle kesintiye uğratmak, kuşkusuz, 1 Mayıs çalışmasını bile zayıflatan bir tutumdur. Kampanyalar günlük çalışmayı durdurmamalıdır; öte yandan parti merkez organlarının propaganda ve ajitasyon materyallerinin yoğunlaşması; işyeri örgütlerinin işyeri örgütü adına yaptığı günlük ajitasyonun materyallerini azaltmaman, çoğaltmalıdır. Oysa örgütümüzde, bu konuda son derece iyi örnekler görülmesinin yanı sıra, merkezi faaliyetin yoğunlaşması, çoğunlukla işyeri özel çalışmasının kesintiye uğramasına yol açıyor. Ve bu, hem merkezi çalışmaya, hem de işyeri çalışmasına zarar veriyor. Bu durum değişmeli; 1 Mayıs kampanyasının, çeşitli işyerlerinde ve çalışma alanlarında ortaya çıkardığı olumlu örneklerinden yararlanılmalıdır. Merkez Komitemiz, bütün yerel örgütleri, işyeri örgütlerini ve çevre gruplarını, 1 Mayıs kampanyasının ve diğer tüm çalışmanın ortaya çıkardığı her tipik olumlu ve olumsuz örneği, Devrimin Sesi’ne yazmaya ve bunu alışkanlık haline getirmeye çağırıyor; deney alışverişinin, örgütün her bölge ve alanda olgunlaşması ve çok yönlü gelişmesi açısından, tecrübenin merkezleşmesinin tayin edici olduğunu yeniden vurguluyor. Bütün parti örgütü ve çevre örgüden, çalışmalarını, giderek daha zenginleşen bir içeriğe kavuşturmak zorundadır.
Yoldaşlar; yönetici organlar, hayatın ortaya çıkardığı tüm örgütsel zaaf ve eksikleri düzeltecek yeni bir platform açmak; sorumlu oldukları alanlarda parti çizgisi, konferans kararlan ve direktifleri ışığında, örgütlenmeyi ve çalışmayı yeniden organize etmekle yükümlüdürler. Bu faaliyet, bütün örgütün, çevre örgütlerinin, gençlik örgütünün ve örgütümüze yeni katılmakta olan tüm örgütlü güçlerin harekete geçirilmesi ve yeniden kazanılmasıyla yürütülecektir. İşlerin devrimci bir içerikle ele alınıp yürütülmesi zorunluluktur. Ve faaliyetin iyi ve parti direktiflerine uygun yürütülmediği her bölge ve alanda, tüm alt örgütler, parti üyeleri, örgütlü parti sempatizanları ve devrimci işçi grupları, devrimci eleştirileriyle ve parti merkezine başvurma yoluyla, faaliyetin devrimci temeline oturmasını güvenceye almalı, örgütün gelişmesinden kendilerini sorumlu tutmalıdırlar ve sorumludurlar. Yönetici örgütler, alt örgüt ve çevrelerdeki sapmalara izin vermemeli; buna karşılık, alt örgüt ve çevreler (devrimci disiplin altında), parti çizgisinin ve kararlarının yukarıdan çarpıtılmasına olanak tanımamalıdırlar.
Yenilenme ve atılım hareketi ve partimizin önümüzdeki dönemi, saflarımızda doğup, dalga dalga yayılan devrimci bir kaynaşma ve yeni işçi sınıfı güçleriyle birleşme dönemi olacaktır. Konferansımızın belgeleri, karar ve direktifleri, bu dönemin temel örgütlenme ve çalışma kılavuzudur. Ve her örgüt, her parti yöneticisi, üyesi ve örgütlü taraftarı; çalışma ve eyleminde, Konferans Belgeleri’ni temel almak, derinlemesine incelemek; kendini arındırmanın, yenilemenin, yeniden yaratmanın ve örgütü ve çalışmasını yeniden örgütlemenin yol gösterici platformu ve planı olarak değerlendirmek zorundadır. Konferans Belgeleri’nin incelenip kavranması, her il örgütü için güçlü bir kampanya olarak yaşanmalıdır. Partimizin, yüklendiği büyük ve ağır sorumluluğun altından kalkması ancak bu yoldan olanaklı olacaktır.
3- işçi sınıfı hareketi, gençlik hareketi, halk hareketi ve Kürt ulusal direniş; partimizin ve tüm örgütlerimizin, propaganda ve ajitasyon çalışmasına yeni bir hız ve yaygınlık kazandırmasını; örgütün her birim ve çekirdeğinin, olaylara her gün yeniden müdahale etmesini ve müdahale edebilecek devrimci ruh ve araçlarla donanmasını zorunlu kılmaktadır.
İşçi sınıfının, halkın, Kürt halkının ve gençliğin eylemi ilerledikçe ve diktatörlük saldırılarını arttırdıkça, işçilerin ve emekçilerin yasadışı basına olan ilgileri olağanüstü artış göstermektedir. Ve partimiz, tarihsel görevlerini yerine getirmek için, bir yandan bu ilgiyi kışkırtmak, öte yandan, ortaya çıkmış ilgiden yararlanmak zorundadır. Bundan yararlanamamak, yeraltı basının ve yasadışı yazılı ve sözlü ajitasyonun alanını ve etkinliğini genişletememek ise, tam bir yeteneksizlik olacaktır.
Merkez Komitemiz, D. Sesi’nin periyodunu kısa bir sürede 15 güne düşürme karan almıştır. Bütün örgütlerin görevi; Konferans belgelerinin öngördüğü basım ve dağıtımla ilgili çalışma ve örgütlenme planlarını temel alarak, tüm basım-dağıtım faaliyetini, yeni bir ruhla yeniden örgütlemektir. D. Sesi’nin gereken hızda ve zamanda emekçi yığınlara ulaşması için bütün örgüt, olanaklarını ve güçlerini yeniden planlamak ve mevzilendirmek zorundadır. Ancak, bugünkü propaganda, ajitasyon ve örgütlenme görevlerini yerine getirmek için, D. Sesi’nin 15 günde bir ve on binler ve yüz binlerce basılıp dağıtılması ilk amaç olmakla birlikte, yeterli değildir. Örgütün fabrika ve işyerlerinde ve gençlik içinde çalışan her çekirdeği ve her parti grubu, işyerlerindeki, halk arasındaki ve ülkedeki her olaya müdahale etmek ve her geçen gün daha sık ve düzenli çağrılar çıkarabilmek için, gizli basım araçlarına, dağıtım ağlarına sahip olmalıdır. Daha düzenli, daha sık yazılı ajitasyon pek çok şeyin belirleyicisi durumundadır ve bu halka, kavrayacağımız halkanın başlıca yönlerinden biridir. Bu unutulmamalıdır, bu görev ihmal edilmemelidir.
Öte yandan, parti örgütleri, parti üye ve taraftarları, her gün yenilenen olayları, mücadeleleri ve çalışmayı D. Sesi’ne ulaştırma görevini bir “angarya” olarak görmekten artık vazgeçmelidir. Olayların, mücadelelerin ve yürütülen çalışmanın bilgisini anında partiye ve merkez organa iletilmesi hayati önem taşımaktadır. Bu; Devrimin Sesi’nin hareketi birleştirmesi, yığınları kucaklaması ve işçiler tarafından benimsenmesi; işyeri, fabrika ve birim çalışmasının parti çizgisi temeline oturması ve işyeri ve birim çalışmasının temel zorluklarının kolaylaşması açısından da gereklidir. İşyeri, fabrika ve birim örgütleri, Devrimin Sesi’ne düzenli olarak yazmakla, kendi çalışmalarını, işçilerle bağ kurmanın olanaklarını kolaylaştırdıklarını ve genişlettiklerini artık anlamalıdırlar. Devrimin Sesi’nin kendi işyeriyle güçlü ve düzenli bağı olmadığı takdirde, ne yaparlarsa yapsınlar, başarısız kalacaklarını artık anlamalıdırlar.
Yoldaşlar; Devrimin Sesi’nin tirajını attırmak, on katına ve yüz katına çıkarmak tayin edici önem taşıyor. Bu, sınıfın, halkın, Kürt halkının ve gençliğin hareketinin devrimci bir hareket olarak birleşmesinin önkoşuludur. Hiç aklımızdan çıkarmayalım: Türkiye “sol”u içinde yeni ve bugüne kadar olandan farklı özellikler taşıyan bir saflaşmanın belirtilerinin görüldüğü bugünkü koşullarda; işçi ve emekçi kitlelerini partimizin çağrıları etrafında birleştirmek; öncü işçileri Marksizm-Leninizm’e ve partimize kazanmanın olanaklarını genişletmek; reformizme saplanmakta olan eski “devrimci” gruplara, müttefikimiz olan güçlere yol göstermek; oportünizm batağına batmakta olan güçlerin tabanındaki devrimcilerin yollarını bulmalarına ve oportünist etkiden kurtularak saflarımıza katılmalarına yardım etmek; ve emekçi yığınların ve tüm devrimcilerin burjuva düzenden kopuşu, burjuvazinin dolaylı ya da doğrudan etkisinden kurtuluşu sürecini hızlandırmak için, Devrimin Sesi’nin on binler ve yüz binlerle basımı ve istikrarlı bir biçimde dağıtımının başarılması, örgütümüz için en büyük olanak olacaktır.
—Partimizi, tüm yerel örgütlerimizi yeni bir ruhla ve yeni bir temelde yeniden inşa etmek için ileri!
—Oportünizmin ve inkârcı-tasfiyeci hareketin etkilerine karşı saflarımızda devrimci ve arındırıcı bir ayaklanma için ileri!
—Konferansımızın Marksist-Leninist çizgisini eylemimizde ve çalışmamızda cisimleştirmek için ileri!
—Marksizm-Leninizm’i yeniden savunmak, ileri işçi kitleleri içinde yaymak; Marx, Engels, Lenin ve Stalin’in Kızıl Bayrağını yeniden yüceltmek için ileri!
Türkiye Devrimci Komünist Partisi Merkez Komitesi Haziran 1990

Haziran 1993

Partiler-Üstü Politikadan “İşçi Partisi”ne

1993 1 Mayıs’ında, Çağlayan-Abidei Hürriyet Meydanı’ndaki mitingde yaptığı konuşmada, sınıf hareketinin karşı karşıya bulunduğu sorunları sıralayan Türk-İş Genel Başkanı Bayram Meral, sorunlarla başa çıkabilmek için bir “işçi partisinin kurulması gerektiğine özel bir vurgu yaptı. Böylece, aylardır Türk-İş’te kapalı kapılar arkasında tartışılan, ya da özel sohbetlerde dile getirilen “işçi partisi” kurma düşüncesi ilk kez resmen ve Genel Başkan’ın ağzından da kamuoyuna açıklanmış olda
Türk-İş’te bir “çalışanlar partisi” ya da “işçi partisi” kurma fikri yeni değil. Bu düşünce ilk kez 1961’de ortaya atılmış, TİP, sendikacılar tarafından kurulan bir parti olarak doğmuştu. Ama daha sonra aydınların da TİP’e girmesi ve TİP’in “sosyalizme” yönelmesiyle, kurucu sendikacılardan bir bölümü TİP’ten ayrılmıştı; böylece TİP giderek aydınların ağırlıkta olduğu, içinde sendikacıların da bulunduğu bir parti olarak politik yaşamdaki bilinen yerini almıştı. Türk-İş ise; TİP’in faal olduğu yıllarda, politikada TİP’i değil daha çok AP, kısmen de CHP’yi destekleyen, ama resmi görüşü partiler-üstü politika” olarak ifade edilen bir politik-sendikal tutumu benimsemişti.
Türk-İş’li sendikacıların parti kurma girişiminin ikincisi 1970’li yulardadır. Zamanın Türk-İş Genel Başkanı Halil Tunç, partilerin işçi sorunlarına duyarsızlığından yakınarak Türk-İş’in bir “çalışanlar partisi” kurması gerektiğini öne sürmüş, bu düşünce aydınlar ve Türk-İş’i kendi av alanı olarak gören AP ve CHP’nin tepkilerine yol açmıştı. Sonuçta “çalışanlar partisi” sadece bir süre tartışılan, ama Tunç tarafından bile ciddiyetle üzerinde durulmayan bir öneri olarak unutulup gitmişti.
Son yıllarda ise; Türk Metal Genel Başkanı Mustafa Özbek ve bazı eski MHP’li sendikacılar, kendi sendikaları içinde bir “işçi partisi” kurma önerisini gündeme getirmişlerdi. Geçtiğimiz yıl Türk Metal’in Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada M. Özbek, konu üstünde uzunca durmuştu. Yine Özbek, Türk-İş’in 16. Genel Kurulu’nda da konuyu gündeme getirmişti. Öneri, kimi sendikacılar ve kendi kurduğu partinin bir işçi partisi olacağından umudunu kesmiş olan Doğu Perinçek tarafından da hararetle karşılanmıştı. Nihayet aradan geçen sürede Türk-İş Başkanlar Kurulu, konuyu gündemine almış, 1 Mayıs’ta da “işçi partisi”nin gereği Bayram Meral tarafından kamuoyuna açıklanmıştır.
Gelişmelerden öyle anlaşılmaktadır ki; önümüzdeki günlerde Türk-İş’in bir parti kurup kuramayacağı, kurarsa nasıl bir parti olması gerektiği tartışılacaktır.
Kurulmak istenen partinin “işçi partisi” olacağı iddiası, üstelik bu partinin sendikacılar ve sendikalar tarafından kurulacağının ilan edilmesi, öneri sahiplerinin kişilikleri ve niyetlerinden bağımsız olarak konuya ciddiyet kazandırıyor. Çünkü girişim sendikaları ve milyonlarca işçi ve emekçiyi doğrudan ilgilendirdiği gibi, ideolojik bir kargaşanın yaşandığı günümüz koşullarında, sınıfın bilincini çarpıtacak spekülasyonlara son derece açıktır. Bu yüzden de sendikacıların “işçi partisi” kurması “iyidir” ya da “kötüdür” demekle yetinilemez; tersine önerinin ortaya konduğu koşullan ve öneriyi getirenlerin politik tutumlarını ve amaçlarını incelemek gerekir.

PARTİLER-ÜSTÜ POLİTİKA VE PARTİ KURMA DÜŞÜNCESİNİN İLİŞKİSİ
Kuruluşundan itibaren Türk-İş’in üst yönetimleri, aynı anda iki politik tutumu bir arada sürdürmüştür. Bunlardan birisi, Türk-İş ağa ve bürokratlarının işçilere yönelik politikası, daha doğrusu işçilere öğütlediği ve kamuoyunda öyle bilinmesini istediği tutumdur ki; bu, Türk-İş’in “resmi politikası” olarak günümüze kadar sürdürülen “partiler-üstü” politika adını verdikleri tutumdur. Onların gerçek tutumlarım ifade eden ikincisi ise, her dönemde Türk-İş yöneticilerinin çok büyük bir çoğunluğu çeşidi dinci, gerici, faşist düzen partileri ile doğrudan ya da dolaylı bir ilişki içinde olmalarıdır. Bu sadece kişisel bir destekleme ilişkisi olarak da kalmamış, sendikacılar, sendikaları yandaşı oldukları partinin çıkarları doğrultusunda kullanmışlardır da. Sadece birer birer sendikalar ve yöneticiler de değil; bir bütün olarak Türk-İş, hükümet ve her türden düzen partisiyle tam bir uyuşma halinde devlet ve düzen savunuculuğu yapmış, düzene karşı en ılımlı muhalefet eğilimlerine karşı bile sert ve düşmanca bir tutum takınmıştır. Anti-emperyalizm, devrim, sosyalizm gibi düzene radikal çizgide muhalefeti çağrıştıran sözcükler ise Türk-îş literatüründe küfür olarak kullanılmıştır.
Gerçekte her kademesinde çeşitli düzen partileriyle içli-dışlı olan Türk-İş bürokrasisi; işçilere dönüp, “Türk-İş’in hiç bir partiyle ilişkisi olmadığını”, olamayacağını, çünkü sendikaların politikayla uğraşmasının “kötü” olduğunu söylemişlerdir. İşçilere böyle söyleyen, onları bu anlayışla eğitmeye çalışan sendikacılar, “yeri geldiğinde” sendikaların parti kurarak politik yaşama katılması gerektiğini savunmuşlardır.
Yukarıda, hangi tarihlerde sendikacıların parti kurmaya soyunduklarına kısaca değinmiştik, ama bu dönemlerin, sendikacıları parti kurmaya zorlayan koşullarını ana çizgileriyle belirlemeden sadece parti kurmaya işaret etmek yetersiz kalacaktır. Bu yüzden de Türk-İş yöneticilerinin parti kurmaya giriştikleri dönemlerin özelliklerine kısaca da olsa değinmekte yarar vardır.
İlk parti girişiminin yapıldığı dönem 1960 27 Mayıs darbesinden sonradır ve dönemin iki özelliği vardır. Birincisi; darbe ile bazı partiler kapatılmış, kapatılmayanların ise ciddi bir etkinliği kalmamıştır. Burjuva düzen partileri işlevsizdir; sendikacıların dayandığı partiler işlevsiz kalmıştır, ikincisi ise; işçi sınıfı grev ve toplusözleşme hakkını yasalara geçirtmiştir, ama sendikacılar bu hakkı, ne, nasıl kullanacaklarını doğru dürüst bilmektedirler, ne de kıpırdanan işçi yığınlarına yeni açılımlar getirecek politikalar üretebilecek durumdadırlar, içinde bulundukları krize çare bulmak için işçi partisi girişiminde bulunurlar ve 12 sendikacı Türkiye İşçi Partisi TİP’i kurar. İçlerinde İbrahim Denizcier gibi, sonradan AP çizgisinde politika yapacak olan sendikacılar da vardır. Ne var ki; düzen partilerinin politik arenada yeniden etkin olmaya başlamasıyla, başka bir söyleyişle geleneksel partilerin sendikacılara çengel atacak kadar canlanmalarıyla birlikte sendikacılar arasında birlik bozulmuş, birkaçı dışında kurucu sendikacılar partiler-üstü politikaya yeniden avdet ederek, (buna eski partilerine yeniden dönerek demek daha doğru) işlevlerini yerine getirmeye koyulmuşlardır.
Sendikacıların ikinci parti kurma girişimi 1970’li yıllardadır. 12 Mart darbesi burjuva düzen partilerini önemli ölçüde darbelemişti. Anayasa ve yasalarda yapılan değişikliklerle hak alma mücadelesi engellenmeye çalışılmıştır. Ama Türk-İş’in bu yıllarda mücadele ve hak almayla pek bir ilişkisi yoktur. Ama ’67’den sonra üyelerinin önemli bir kısmını DİSK’e kaptırmıştır. DİSK’in daha aktif bir sendikacılık çizgisi izlemesi ve DİSK’in yanı sıra devrimci-demokrat politik çevreler ve aydınların partiler-üstü politikaya yönelttiği sert eleştiriler Türk-İş tabanı ve sendikacılar arasında ciddi hoşnutsuzluk yaratmıştır. Vehbi Koç gibi kapitalistler bile işçi gözünde hiç bir itibarı kalmamış Türk-İş’in işyerlerinde yetki almasını istememektedir.
Kısacası Türk-İş sadece işçilerin, ilerici kamuoyunun değil burjuvazinin gözünde de itibarını yitirmiş bir durumdadır. Grevleri bile anarşi sayacak kadar şaşkınlaşmış olan Türk-İş, hükümetin sendikal alanda getirmek istediği kısıtlamaların destekçisi olacak kadar sendikal mücadelenin ve işçilerin uzağına düşmüştür. Bu koşullarda Genel Başkan Halil Tunç, bir “çalışanlar partisi” kurularak politik alanda etkili olunması gerektiği önerisini dile getirmiş; ancak sendikalar üstündeki etkilerini kaybetmekten çekinen AP, CHP, MSP ve sendikalarda bir militan kesimle etkili olan MHP’nin karşı çıkması üst yöneticiler arasında daha partinin nasıl bir parti olacağı tartışmasının yapılmasına bile fırsat bırakmadan Halil Tunç’un önerisi ortada kalmıştır.
Türk-İş’in son parti kurma girişimi ise; uluslararası burjuvazinin sendikalara ve işçi sınıfına karşı tarihte görülen en büyük saldırı kampanyasının yürütüldüğü koşullarda gündeme geldi. Dahası burjuva düzen partileri, emperyalizmin yeni dünya düzenine ayak uydurmak için öylesine birbirine benzediler ki; sıradan işçinin gözünde bile biri ötekine seçenek olarak görülmez oldu. Bu partilerin itibar erozyonuna uğraması, sendikacıları şu ya da bu partinin arkasında ya da içinde yükselme koşullarını zorlaştırdı. Sorunları çözmede aciz kalan sendikacıların itibarsızlaşması partilerin itibarsızlaşmasıyla birleşince; kendisine yeni “oy” getirmeyen sendikacı parti aday listelerinde arka sıralara düştü. İşçinin gözünde itibarı kalmamış partilerde politika yapmak da sendikacıya yeni bir güç imkânı vermez oldu. Bu gelişmenin sendikacıların kendi partilerini kurma girişimine neden olan etkenlerden birisi olarak sayılması gerekir.
Sendikacıların parti kurma fikrinin kimlerden çıktığına gelince; daha önce de belirtildiği gibi, yakın geçmişte, bir “işçi partisi” kurulması gerektiğini ilk kez Türk Metal Sendikası Genel Başkanı M. Özbek ortaya atmıştı ve son bir kaç yıldır kendisine yakın sendikacıları da bu fikre alıştırıyordu. Öyle anlaşılıyor ki; Türk-İş üst yönetiminin “işçi partisi” fikrine “ikna” olması 16. Genel Kurul’dan sonraki süreçtir. 16. Genel Kurul sonrasında Türk-İş Başkanlar Kurulu’nda ilginç sayılacak tartışmalar yaşandı. Belki de tarihinde ilk kez Türk-İş yöneticileri sendikal hareketin sorunlarını, Türk-İş’in ve sendikal hareketin geleceğinin ne olacağını tartışmaya açtılar. Daha doğrusu, burjuvazi ve hükümetin sendikalara ve sendikal harekete karşı aldığı açık düşmanca tavır, sendikaların sürekli kan kaybetmesinin bir türlü önlenememesi, sendikaları bölmek için girişilen manevralar, kitle halinde işçi kıyımları vb. gibi, varolan politikalarla karşılanamayan saldırılar karşısında Türk-İş Başkanlar Kurulu, gündemine “yeni dünya düzeni”nde sendikaların geleceği ve partiler-üstü politikayı da almak zorunda kalmıştır.
Emperyalizmin yeni dünya düzeninde sendikaların pek bir yerinin olmadığı artık Türk-İş yöneticilerince de görülmüş olmalı ki; Türk-İş, sendikaların ayakta kalabilmesi için çareler aramaya yönelmiştir.
Öte yandan Türk-İş tarafından on yıllardır bir erdem olarak savunulan partiler-üstü politika’nın şu ya da bu düzen partisinin peşine takılmaktan başka bir anlama gelmediği bugün Türk-İş yöneticileri tarafından da kabul edilmiştir, “işçi partisi” kurma gereğinin ifade edilmesi bu tarihsel yanlışın açıkça ve resmen kabul edilmesidir.
Ve yine; sendika-siyaset ilişkisinde, hangi partiden olursa olsun işçi ve sendikacı adayları destekleyerek “siyaset yapma” biçimindeki kasaba tutumuyla (ki; Türk-İş’in partiler-üstü politikasına karşı bu ‘yeni açılım’ bir çıkış olarak sunuluyordu) bir yere varılamayacağı da “işçi partisi” önerisiyle resmen kabul edilmiş olmaktadır.
Son altı aydır, Türk-İş’in Başkanlar Kurulu ve öteki üst kurullarındaki “işçi partisi kurulmasına” ve yeni dünya düzeninin ne olup olmadığına varan tartışmalardan çıkan sonuç şöyle özetlenebilir: Türk-İş bugün izlediği politikalarla sendikal hareketin karşılaştığı dev sorunları çözecek durumda değildir. Sendikal harekete uluslararası ve ulusal düzeyde yöneltilen saldırılar karşısında ne sendikalar, ne de konfederasyon politika üretmemektedir. Bugün politik arenada boy gösteren düzen partileri de, ne sendikal harekete ilgi duymaktadır, ne de onun sorunlarına çare olacak politikalar geliştirme çabasındadır. Öyleyse sendikalar; sendikal hareketin sorunlarına çözüm getirecek politikalar üreten bir parti kurup hem politika üreten bir merkeze kavuşmalı, hem de bu parti aracılığı ile “iktidar ya da ana muhalefet partisi olarak”, politik yaşama ağırlık koymalıdır. İşte, 1 Mayıs’ta, Bayram Meral tarafından ilan edilen bir “işçi partisi”nin kurulması gerektiğine ilişkin saptamanın gerekçesinin özü bundan ibarettir.
Türk-İş’te yapılan tartışma ve varılan sonuçlardan ikisi elbette doğrudur: Bu doğru sonuçlardan birincisi, yeni dünya düzeninde uluslararası burjuvazinin sendikalara rol tanımamasıdır ve buna bağlı olarak da, sendikaları güçsüzleştirmek için akla gelen her yöntemi uygulamasıdır. Varılan ikinci doğru sonuç ise; Türk-İş’in geleneksel tutumuyla değil sendikal harekete yöneltilen saldırıları püskürtmek, sendikaların varlığını garantiye alacak politikalar üretmekten bile yoksun bir durumda olmasıdır. Başka bir söyleyişle varılan sonuç; partiler-üstü politika, ya da aynı anlama gelmek üzere, şu ya da bu düzen partisiyle flört ederek bir yere varılamayacağıdır.
Bu doğru saptamalardan kalkan Türk-İş yöneticileri, yanlış bir sonuca varıyorlar. Bu yanlış sonuç, Türk-İş’li sendikacıların kuracağı bir “işçi partisi”nin, içinde bulunulan açmazlara çare olacağıdır.

TÜRK-İŞ AMERİKAYI YENİDEN KEŞFETMEYE ÇALIŞIYOR

Türk-İş yöneticileri, kendileri farkına varmazdan önce” sorun yokmuş gibi davranıyorlar. Sanki yeni dünya düzeninin sendikalara karşı tutumu ve yol açtığı sendikal sorunlar hiç yokmuş gibi… Oysa devrimci komünistler bu sorunları çok daha ayrıntılı olarak yıllardan beri tartışıyor, sınıfın ileri unsurlarını, sendikacıları uyarmaya çalışıyorlardı. Türk-İş, bütün bu tartışmaları yok sayarak kendince yeni tespitlerde bulunuyor. Yine aynı yaklaşımla Türk-İş, parti ve politika denildiğinde burjuva düzen partilerini ve bu partilerin politikasını anlıyor. Ve bu ülkede yaklaşık 20 yıldan bu yana işçi sınıfının sorunlarını kendi sorunu yapan devrimci mücadele ve bu mücadele üstünde yükselen devrimci komünizmin çözümlemelerini görmezden gelmeyi tercih ediyor.
Türk-İş’in üst yöneticilerinin büyük çoğunlukla daha bir kaç yıl öncesine kadar “sınıf’, “işçi sınıfı” sözcüklerini bile ağızlarına almadıkları kendilerinin de bugün itiraf ettikleri bir gerçektir. Bugün de bu sözcükleri, gerçek anlamıyla değil, sadece “tabana yakınlaşmak” ihtiyacından dolayı “ticari” amaçlı olarak kullanıyorlar. Çünkü sınıf, işçi sınıfı sözcüğü gerçek anlamıyla kullanıldığı zaman, bu sözcüğü izleyen içi doğru olarak doldurulmuş başka kavramların izlemesi gerekir; sınıf mücadelesi, devrim, sosyalizm gibi. Ve tabii sınıf mücadelesinde işçi sınıfının üstün gelebilmesi için sınıfın öncü partisi, bu parti ile sınıfın kitlesel örgütleri arasındaki ilişkinin de açıkça ortaya konması, bütün sınıf örgütlerinin sınıf partisinin çizgisinde bir mücadeleyi benimseyip o çizgide mücadele edilmesi gereğinin de kabul edilmesi zorunludur. Ne var ki; Türk-İş’in işçi partisi önerisi böyle bir içerik ve amaçtan uzaktır. Ve bu nedenle de, böyle bir “işçi partisi”nin tek işlevinin sendikacıları işçilerin sırtında parlamentoya taşımak olduğunu söylemek abartı olmayacaktır.

TÜRK-İŞ’İN KURACAĞI “İŞÇİ PARTİSİ” NASIL BİR PARTİ OLACAK?

Türk-İş’e bir işçi partisi kurma zorunluluğunu hissettiren nedenlere ve tartışma sürecindeki gerekçelere bakıldığında ‘işçi partisi’ Türk-İş’in bugün karşı karşıya olduğu tüm sorunları çözecek, her derde deva bir parti olarak görülüyor. Ama Türk-İş’in işçi partisi gerçek işçi partisi olabilecek midir? İlk soru budur.
Açıklamalardan ve kulislerde ifade edilenlerden öyle anlaşılıyor ki; Türk-İş üst yönetimi için sorun basittir; sendikacılar bir araya gelecek, yasaların elverdiği koşullara uygun bir biçim bulunarak bizzat sendika yöneticileri ya da onların belirlediği kişiler tarafından verilecek bir dilekçeyle işçi partisi kurulacaktır.
Daha somut ifade edelim: Bugüne kadar işçi sınıfının ideolojisi ve politikasıyla hiç bir ilişkisi olmamış, tersine büyük çoğunluğu çeşitli türden burjuva partileriyle içli-dışlı olmuş, onlar tarafından biçimlendirilmiş sendikacıların başında olacağı bu işçi partisi, nasıl bir işçi partisi olacaktır? Bu parti, hangi sendika başkanının doğrultusunda politika yapacaktır? Kendi sendikalarının başındayken politika üretemeyen sendikacılar bir partide birleşince nasıl politika üreteceklerdir? Her kafadan ayrı bir sesin çıktığı, herkesin kendi politik ve ideolojik kaygılarıyla davrandığı, sendikal hareketin en temel konularında bile fikir birliğinin olmadığı bir gerçek olduğuna göre; partide herkesin üstünde birleşeceği (en azından çoğunluğun birleşeceği), kronikleşmiş sorunlara çözüm getirecek radikal politikaları nasıl üretecektir?
Sorular çoğaltılabilir ama Türk-İş ve bağlı sendikaların yöneticilerinin politik tutumlarındaki farklılıklar ve bunların işçi sınıfı ideolojisi ve politikasına uzaklıkları göz önüne alındığında, yukarıdaki temel bir kaç soruya bile mantıklı yanıtlar vermek çok zordur. Bu bileşimi ile Türk-İş yöneticilerinin kuracağı partinin adı ister işçi partisi, ister komünist partisi olsun sonuçta kurulacak parti, bugünkü düzen partilerinden hiç de farklı olmayan bir burjuva partisi olacaktır. Partiye yön veren dünya görüşü işçi sınıfının dünya görüşü değilse, partinin politikalarının temelinde burjuvazinin siyasal iktidarını yıkarak yerine işçi sınıfının iktidarını, sosyalizmi kurmak yoksa partinin tüm üyeleri işçi de olsa, bu parti bir burjuva partisi olmaktan kurtulamaz.
Toplumsal mücadeleler tarihi açıkça gösteriyor ki; bir partinin niteliğini belirleyen unsur, üyelerinin çoğunluğunun hangi sınıftan oldukları değil, partinin program ve dünya görüşünün hangi sınıfın çıkarlarının ifadesi olduğu, dünyayı hangi sınıfın dünya görüşü doğrultusunda değiştirmeyi amaçladığıdır. Nitekim bugün en gerici düzen partilerinin üye çoğunluğu işçi ve emekçilerdir, ama üye çoğunluğunun işçi ve emekçi olması bu partilerin emekçi sınıfları temsil etmesine yetmiyor. Tam tersine bu partiler, program ve dünya görüşleri gereği emekçilerden aldıkları oyların verdiği gücü yine emekçilere karşı kullanmayı başarıyorlar ve burjuva üyelerin küçük oranına karşın burjuva sınıfına hizmet ediyorlar.
Öte yandan unutmamak gerekir ki; siyasi bir parti demek, her şeyden önce, en temel konularda fikir birliğine varmış kadrolar demektir. Hele bu işçi sınıfı partisiyse; adına layık olabilmesi, Marksizm-Leninizm’i benimsemeyi ve sınıfları ortadan kaldırıp sömürüşüz ve baskısız bir topluma, komünizme varmayı bütün görevlerinin merkezine koymayı ön koşul olarak varsayar. Türk-İş’in işçi partisi ise; bırakalım işçi sınıfı ideolojisi ve siyasal iktidarı fethetme konusunda ortak bir görüşe sahip olmayı, sınıfın günlük talepleri etrafında bile ortak görüşlere sahip değildir. Örneğin 1 Mayıs’a, Türk-İş sendikalarının, içinde en büyük olanları da dâhil çok büyük bir bölümü kerhen evet demiş, gösteriye işçileri katmamak için ellerinden gelen çabayı göstermişlerdir. “İşçi partisi”nin “fikir babası” sayılabilecek olan M. Özbek, kendisi. 1 Mayıs’a katılmadığı gibi, İstanbul’daki 38 bin üyesi yerine, törene “temsili olarak” 100 kişilik bir özel grup göndererek yasak savmıştır. 1 Mayıs’ın ne olduğu ve kutlanması gerekip gerekmediğinde bile anlaşamayanların kuracağı işçi partisi nasıl işçi partisi adına layık olacaktır?
Burada, Avrupa’daki işçi partilerinin de benzer özellikteki sendikalara dayandığı şeklinde bir itiraz gelebilir. Elbette ilk bakışta bu soru haklıdır! Alman Sosyal Demokrat Partisi, İtalyan ve Fransız Sosyalist partileri, İngiliz İşçi Partisi birer işçi partisidir; Türk-İş’in kuracağı parti de diğerleri kadar işçi partisidir.
“İşçi partisi” yanlılarını haklı, karşı tarafı haksız konuma düşürecek gibi görünen bu soru, gelişmelere yakından bakıldığında Türk-İş’in açmazını da açıklar. Birincisi, bu partiler 19. yüzyılın sonlarında işçilere dayanarak kurulmuş, Marksizm’i dünya görüşü olarak benimseyen devrimci partilerdi. Ve kelimenin gerçek anlamıyla işçi sınıfı partileriydi. Ne var ki; zamanla yozlaşan bu partiler kitle olarak işçilere ve sendikalara dayansa da, oluşan sendika bürokrasisi ve işçi aristokrasisi tarafından işçi sınıfının ideolojisinden uzaklaştırılmışlardır. Bu partilerde zamanla burjuva dünya görüşü egemen olmuş, reformcu birer düzen partisine dönüşmüşlerdir. Bu dönüşümün sonucu olarak da iktidara geldiklerinde, sınıfın sorunlarının çözülmesi için sınıf hareketine destek olmak bir yana, onları ertelemenin, sınıf hareketinin düzen sınırlarını aşmasının engeli olmuşlar; kapitalist düzen sıkıntıya girdiğinde, işçileri ve emekçileri teskin eden papaz rolüne soyunarak kapitalizmin dayanağı partiler haline gelmişlerdir. Bu haliyle de, bir işçi partisi değil, işçileri yanıltmanın partisi rolünü oynamaktadırlar. Ne yazık ki; bugün Türk-İş’in kurmayı amaçladığı partinin de bunlardan eksiği olacak fazlası olmayacaktır. Çünkü Türk-İş içinde reformculardan çok, dinci ve faşist eğilimler vardır ve bunların politik eğilimlerinin Türk-İş’in “işçi partisi” içinde ağırlık kazanması kuvvetle muhtemeldir.

GERÇEK BİR İŞÇİ PARTİSİ NASIL BİR PARTİDİR?

İşçi sınıfının partisi Marksizm-Leninizm’i kendisine kılavuz edinmiş, sınıfın en savaşkan, en deneyimli, en fedakâr unsurlar bağrında toplamış, devrim savaşını yürütecek yeteneklerle donatılmış bir savaş örgütüdür; devrimci komünist partidir. Sınıfa sendikalardaki ve sınıfın diğer kitlesel örgütlenmelerindeki etkinliği ve üretim birimlerindeki hücreleri ile bağlanan devrimci komünist parti, sınıfı sömürüden ve tüm emekçileri kapitalizmin zulmünden kurtarabilecek niteliklere sahip tek partidir.
Bu, sınıfın öncü partisidir. Ama çarpıtılarak yaygınlaştırılmaya çalışıldığı gibi devrimci komünist parti kitlelerden kopuk, sınıfın kitlesini dıştalayan bir parti değildir. Bu yüzden de öncü parti, kitle partisi ikilemi sahte bir ikilemdir. Çünkü sınıfın iki partisi değil tek bir partisi vardır. Başlangıçta, kaçınılmaz olarak, sınıfın çok dar, en ileri kesimlerini çatısı altında toplayan bu parti, sınıf içindeki etkinliğinin artmasına bağlı olarak kitleselleşip, sınıfın kapitalizm koşullarında olabilecek en geniş kesimlerini de çatısı altında toplayabilir, toplar. Ekim Devrimi’ne doğru Bolşevik Partisi (500 bini aşkın üyesi vardı), 20. yüzyılın başında Avrupa’daki sosyal demokrat partiler, 1920 sonrasında Alman ve Fransız komünist partileri milyonlarca üyeye sahip, kitleleri de çatısı altına toplamış, Marksist işçi sınıfı partileriydi. Hem öncü partilerdi hem de kitleseldiler. Kitleselleşmeyen bir öncü partinin sınıfa önderlik etmesi de zaten olabilir bir şey değildir.
Ebette ki kitlesel bir işçi partisinin, her koşulda, zamanla, devrimci komünist partinin kitleleri çatısı altına toplamasıyla gerçekleşeceği söylenemez. Yükselen işçi sınıfı mücadelesi öyle bir gelişmeye yol açar ki; aralarında partili olmayan işçi önderleri ve partisiz ama dürüst, sınıftan yana sendikacıların yer aldığı kesimlerin sınıf partisiyle ortak bir girişim içinde kitlesel bir işçi partisi kurulabilir ve öncü partiyle belirli bir paralellik ve uyum içinde sınıfın çıkarları doğrultusunda politikalar geliştirebilir ve böyle bir işçi partisi, elbette işçi sınıfı mücadelesi içinde güç ve mücadele merkezi olarak rol oynayabilir. Böyle bir parti, sınıf partisinin kendisine tam tekabül etmese de ondan ayrı, onun dışında, ya da ona karşı bir parti de değildir. Tersine, sınıf partisinin o koşullarda kendisini, kendi faaliyetini ortaya koyuş biçimlerinden birisidir.
Günümüz dünya koşulları (ki; işçi sınıfı ve sosyalizme karşı burjuvazinin azgınca saldırdığı ve Marksizm’in, işçi sınıfı partisinin ilkelerini savunmanın her şeyin önünde olduğu koşullarda yaşıyoruz) Marksizm’e sımsıkı sarılmamış partilere sınıf partisi olma şansı tanımayacak kadar serttir. Bu yüzden de, ideolojide her uzlaşma eğilimi, politikada her belirsizlik burjuvazinin hesabına yazılacaktır.
Burjuvazi, bir yandan bütün dünya ölçüsünde proletaryaya karşı tam bir kampanya sürdürerek onu ideolojik ve politik olarak teslim alma amacındadır. Ama öte yandan burjuva parlamentosu ve burjuva partileri de işçi ve emekçiler için seçenek olmaktan çıkmaktadır. Bu yüzden de bir çelişki gibi görünse de eski işçi partileri ve sosyal demokrat partilerden işçilerin uzaklaşması bir yanıyla da burjuvazinin kaybıdır. Özellikle Türkiye’de, yığınların düzen partilerinden kopma sürecinin daha hızlı olması ve devrimci radikal bir mücadele platformuna çekilme imkânının oldukça fazla olması vb. koşullar; Türk-İş partisini işçi sınıfının sendikacılar üstünden düzene bir kez daha bağlanmasının aleti de yapıyor.
Bugünkü yaşanan koşullarda, Türk-İş’in kuracağı partinin işçi partisi olması için hiç bir şans yoktur. Çünkü Türk-İş üst yönetiminin bileşimi, sınıf partisi platformuna gelinmesinin önündeki başlıca engeldir. Elbette her kademede dürüst, namuslu sendikacılar, son yıllardaki mücadelelerin yetiştirdiği ileri işçiler, doğal işçi önderleri vardır. Ama üst yönetimin başını çekeceği bir işçi partisi girişiminin özellikle ileri işçilere imkân tanıma, dürüst sendikacılar doğrultusunda bir platformda politikalar üretmesi, sınıfın partisiyle birleşmesi beklenir bir şey değildir. Türk-İş’in asıl handikabı da budur. Çünkü bugün büyük ölçüde sendikaların üst yönetimini tutmuş olan sendika bürokrasisi, her şeyden önce Türk-İş’in ve işçi sınıfının sendikal hareketinin içine düştüğü açmazların başlıca müsebbibidir. Bunların kuracağı parti de, aynı yanlışları yapmaya adaydır. Çünkü Türk-İş’te sağlam ve geleceğe açık yön, geleneksel sendika bürokrasisi değil, gerçekten bugünkü sorunları çözmeye niyetli, dürüst, ilerici sendikacılar ve sınıf hareketi içinde bugüne kadar yetişip öne çıkmış ileri işçilerdir. Bir işçi partisi de ancak bu dürüst sendikacılar ve ileri işçilerin omuzları üstünde ve onların tarafından belirlenmiş bir platformda hareket edebilirse, ileriye atılmış bir adım olma şansını yakalamış olacaktır. Aksi halde, sendika bürokrasisinin egemen olduğu bir işçi partisi’nin içinde işçilerin yer alması dışında (Türk-İş bürokrasisinin kuracağı «partide işçilerin ne kadar yer alacağı da çok tartışmalıdır), sıradan burjuva partilerden hiçbir farkı olmayacaktır.
Türkiye koşullarında, Türk-İş üst yöneticilerinin öne sürdüğü gibi bir işçi partisinin gerçekleşme olasılığı yoktur. Tersine, sınıf hareketinde genel bir yükselişi ya da bir bölgede belli başlı fabrikalarda burjuvazinin saldırılarını püskürtmek için girişilecek ve sınıf hareketine damgasını vurabilecek bir ileri atılışın devrimci komünist sınıf partisiyle birleşmesi, sınıf partisinin kitleselleşmesini getirecek en güçlü olasılık olarak görünmektedir. Sınıfın bir kitle partisinde birleşmesi, ya da aynı anlama gelmek üzere sınıf partisinin kitleselleşmesi Türk-İş bürokrasisinin partileşmesinden değil, sınıfın ileri kesimlerinin düzen sınırlarını zorlayacak girişimlerinden çıkabilir. Bu yüzden de, dürüst sendikacılara, ileri işçilere, sınıftan yana herkese düşen görev, sınıf hareketinin atılımına yardımcı olmaktır.
İleri işçiler ve sınıftan yana sendikacıların gözden kaçırmaması gereken şey; bugün Türkiye’de sınıfın ileri unsurlarının tümünü henüz kucaklamamış olsa da, sınıfın ideolojisini özümsemiş, sınıf hareketinin karşılaştığı sorunlara çözüm getirecek kadar politik deneyim birikimine sahip sınıf partisi vardır. Bu yüzden de sorun sınıf partisinin kurulup kurulmaması değil, partinin işçi yığınlarını çatısı altına toplamasının engellerinin aşılmasıdır. Bugünkü koşullarda, işçi sınıfının mücadelesi üstünde ortaya çıkabilecek bir açık yığın partisinin tek anlamlı biçimi devrimci komünist partinin kendisini açık alanda ifade etmesi olacaktır. Yoksa Türk-İş yöneticilerinin düşündükleri gibi, sendikacıların kuracağı bir parti, sıradan bir burjuva partisi olmanın ötesinde bir şansa sahip değildir.

Haziran 93

Pankart, Slogan Ve Kitle Mücadelesi

1993 1 Mayıs’ı, işçi sınıfının, konfederasyonların üst yöneticilerinin ve sendika bürokratlarının birbirinden çok farklı bir 1 Mayıs düşündüklerini ortaya koydu. Çağlayan ve Pendik’teki iki ayrı 1 Mayıs’ın anlamı, Türk-İş ve DİSK’in niyetleri; her iki mitinge katılanların hangi mitinge niçin katıldıklarının gerekçeleri vb. elbette daha bir zaman tartışılacaktır.
Ama 1 Mayıs’ın uzun yıllar sonra ilk kez böylesi kitlesel ve çeşitli siyasi eğilimlerin oldukça özgür bir biçimde katıldığı bir gün olması devrimci-demokrat ve eskiden devrimci saflardayken, bugün reformculuğa savrulmuş siyasi grupların slogan ve pankart fetişizmini açıkça ortaya çıkarmasına da bir vesile oldu. Çağlayandaki 1 Mayıs gösterisi: Sağanak yağmura rağmen 1 Mayıs’ı kutlamak isteyen işçiler, taleplerini haykırarak Abidei Hürriyet Meydanı’na doğru ilerliyorlar. Pankartlarında kimi taleplerini ifade eden sloganlar yazılı. Kimisi “İşçi Kıyımına Hayır!”, kimisi “Özelleştirmeye, Ekonomik Sosyal Konseye Hayır!”, kimisi “İş-Ekmek-Özgürlük”, kimisi “Grevli Toplusözleşmeli Sendika Hakkı” vb. yazmış pankartlarına. Mütevazı, ama kimi eksikliklerine karşın, işçi ve emekçiler günün anlamına uygun taleplerini slogan haline getirmişler.
Alana girenler arasında işçi ve emekçi kortejlerinden başka kortejler de vardı. Bunlar devrimci-demokrat siyasi grupların kortejleriydi. Bu kortejleri işçi kortejlerinden ayıran en önemli özellik, taşıdıkları pankartların “görkemi” ve işçilerin acil taleplerine hemen hiç yer verilmemesiydi. Her birinin arkasında pankartların görkemiyle çelişen küçük gruplar(Örneğin bu görkemli pankartlardan birisinin arkasındaki tüm “kitle” sadece 11 kişiydi), “Yaşasın 1 Mayıs” ve kendilerin öven sloganlar rutin bir biçimde haykıran bu gruplar için, dünya adeta kendilerinden ibaretti. 1 Mayıs da, işçi sınıfının mücadele günü değil, bu grupların “tanıtım” günüydü sanki! İşçilerin haykırdığı talepler bu gruplara gelince kesiliyor, sloganların tüm alana yayılması önleniyordu. Ya da, niyetleri bu olmasa da, “Yaşasın… Hareketi”, “Yaşasın… Örgütü” sloganları işçilerin taleplerine seçenekmiş gibi bağırılıyordu.
Pendik mitinginde de durum çok farklı değildi. DİSK Ye bağlı sendikalar görkemli pankartlarla katılmışlardı, ama bu pankartların arkasında işçiler yoktu. Bu alanda 1 Mayıs kutlamasına katılan gruplardaki pankart sevdası, Abidei Hürriyet Meydanındaki siyasi grupları da aşıyordu. Sınıf hareketini hor gören, ya da sadece yazılarında sınıfa “önem veren” gruplar, kendi adlarını dev pankartlara yazmışlar, adeta bez ve pankart sopalarının ölçü ve dayanırlıklarını zorlamışlardı. Bu alanda, sadece kamu sendikaları kendi taleplerini pankartlarda ifade etmeye çalışmıştı ve meydanda da en büyük kalabalığı onlar oluşturuyordu.
Her iki mitingde de, siyasi grupların pankart fetişizmi ile dramatik bir benzerlik gösteren “işçi”, daha doğrusu sendika kortejleri de vardı. Özellikle Türk-İş’in Türk Metal, Tek Gıda, Tes-İş, Şeker-İş (pankartın arkasında sadece 15 kişi vardı; sendikanın üye sayısı ise 50 bin dolayında.), Çimse-İş, Teksif gibi aşırı sağcı, faşist sendikacıların yönetimde bulunduğu sendikalar da; üye sayılarıyla tam bir çelişki teşkil eden küçük “tören kıtaları”yla 1 Mayıs’a “katıldılar”. Sloganları ise, “İşte İşçi, işte Sendika”, “En Büyük Türkiye”, “Yaşasın… Sendikası” gibi, 1 Mayıs ve işçi sınıfının talepleriyle uzak yakın ilgisi olmayan, sadece kendilerini öven, reklâma dayalı sloganlardı.
Kortejlerde en görkemli pankartlar, profesyonel bir afiş-reklâm kuruluşuna yazdırıldığı besbelli olan (bir uzman kuruluşa yazdırılmamışsa bile özenle yazılmış) sendikaların ya da örgüt ve dergi adının yazılı olduğu pankartlardı.
Kitle mücadelelerinde işçilerin görkemli pankartlarla taleplerini ifade etmesi elbette yanlış değildir. Sendikaların ya da örgütlerin adı da görkemli pankartlara yazılabilir, ama aynı itina sınıfın talepleri için de gösteriliyorsa anlamlıdır. Dahası pankart arkasındaki kitlenin görkemini yansıtıyorsa pankartın görkemine kimsenin pek bir diyeceği olamaz. On binlerce üyesi olan bir sendika, bir kaç yüz üyesini gösteriye katmış, ya da katabilmişse bu kusurunu görkemli pankartlarla kapatmaya kalkması sadece suçunun büyüklüğünü gösterir. Görkemli pankartlara da ancak gülünebilir. Benzer durum kimi dergi çevreleri ve “örgütler” için geçerlidir. Kendi adlan yazılmış koskoca pankart arkasında 10-100 kişilik gruplarla gösteriye katılınmışsa, her yerden görülecek kadar büyük pankartlar taşımak kamuoyunu aldatmaktan öte pek bir anlama sahip olamazlar. Hele bu gruplar sınıf taleplerini es geçerken, kendi alâmetifarikası olmadan öte anlamı olmayan sloganları rutin bir biçimde haykırarak kendi sesine hayran oluyorsa, yığınların gözünde klinik bir vaka olmanın ötesine geçemezler.
Gerek dünya işçi sınıfı mücadelesi içinde, gerekse ülkemizdeki kitle mücadelesi içinde örgüt, dergi adlarının pankartlara yazılmasının bir anlamı vardır. Ama bu, o andaki durumla uygun bir biçimde olmalıdır. Örneğin, en az kitleye sahip bir siyasi çevrenin görkemli pankartlarla boy göstermesi, hele bunu kendi yayın organlarında abartarak anlatması en azından gerçeği bilenler tarafından ciddiye alınamaz.

VE SLOGAN
Pankart ve slogan bütün dünyada kitle mücadelelerinin vazgeçilmez iki unsuru olagelmişlerdir. Yığınlar bazen taleplerini, bazen öfkelerini ya da sevinçlerini pankartlarına dökmüşler; istemlerini, herkes için anlaşılabilir, basit ama özlü sözcüklerle ifade etmişlerdir. 1789 Fransız İhtilalinin Özgürlük-Eşitlik-Kardeşlik sloganı, Fransız ihtilalcilerini ve emekçilerini birleştiren ve krallığa son veren yığınların ateşleyicisi olarak kalmamış, bütün kıta Avrupası’nda monarşileri sarsıp yerle bir eden devrimlerin adeta sihirli anahtarı olmuştur. “Ekmek-Barış-Özgürlük!”, koskoca Ekim Devriminin sloganı olarak milyonlarca Rus işçi ve köylüsünü ayağa kaldıran sınırsız bir güce sahip manivela gibi, köhnemiş Rus çarlığı ve otokrasiyi alaşağı etmiş, bütün Avrupa’da savaşa karşı güçleri birleştirme işlevini yerine getirmiştir. Ama aynı sözcüklerle ifade edilen “Ekmek-Barış-Özgürlük!” sloganı Türk-İş ve DİSK’in sloganı olarak ne yığınları ayağı kaldırmakta, ne de düzene muhalif herkesi birleştirici bir işlev yapmaktadır. Tersine; uzlaşmacılığın, burjuvazi ve gericilikle işbirliğin sloganı olarak hiç kıpırdamamanın, tepki göstermemenin sloganı durumuna gelmiştir. Çünkü Rus Devrimi’nin sloganı olarak “Ekmek” açlıktan kırılan milyonlarca Rus işçi ve köylüsünün en acil istemiydi; “Barış”, yıllardır süren emperyalist savaşta yakınlarını yitiren, burjuvaziden başka herkesi sefalete, işsizliğe, yokluğa iten Avrupa ve Rus emekçilerinin ortak ve en vazgeçilmez istemiyken, o koşullarda “Barış” burjuvaziye karşı savaşmakla eş anlamlıydı.
Çünkü savaş yanlısı olan burjuvaziydi. Bu yüzden de “Barış”, emperyalist savaşa karşı savaş, aynı anlama gelmek üzere işçi sınıfının burjuvaziye karşı savaşı demekti. “Özgürlük” ise; Rus köylüleri için feodal boyunduruktan kurtulmak, özgürleşmek anlamına gelirken proletarya için ise; örgütlenme özgürlüğü ve demokrasi demekti. Kısacası özgürlük mücadelesi feodalizme ve gericiliğe karşı savaş anlamına geliyordu.
Türk-İş’in “Ekmek-Barış-Özgürlük” sloganı ise; Ekmek, karın doyurmak, Barış burjuvaziyle işçi sınıfı arasında sınıf barışı; Özgürlük ise, burjuva parlamentosunun görüntü olarak da olsa varlığı ile sınırlıdır.
Ekimi devriminin sloganı olarak “Ekmek-Barış-Özgürlük!” proletarya ve köylülük için, yeni bir dünya için eski düzeni yıkma savaşı anlamına geliyordu. Türk-İş’in sloganı olarak ise; düzeni korumayı, ama belki iyileştirilmeler yapmayı önermekten ibarettir. Bu yüzden de, Rus devriminde bütün devrimci güçleri toparlayıp geniş emekçi yığınları mücadeleye çağırmayı ifade eden slogan, aynı sözcüklerden ibaret olmasına karşın, bugün Türk-İş’te, düzen yanlılarını birleştiren bir işlev yerine getiriyor.
Demek ki bir slogan, kitle mücadelesinde, zamana göre ve atanların slogana kazandırdıkları içeriğe göre devrimci ya da gerici bir rol oynuyor. Örneğin “Ekmek Barış Özgürlük!” sloganı, emperyalist savaş koşullarında atıldığı zaman savaşa karşı olmayı içerdiği halde, emperyalist bir savaşın olmadığı koşullarda sınıflar-arası barışı ifade eden gericiliğin en koyusu olan bir tutuma karşılık gelebilir. Örneğin bugün sıkça ve keskin devrimci geçinenlerin de pek ağzından düşürmediği “Kirli Savaşa Hayır!” sloganı ulusal kurutuluş mücadelesi için savaşanları da “kirli savaşın” tarafı olarak ilan eden, soruna sınıfsal değil hümanist yaklaşımdan kaynaklanan bir tutumu ifade etmektedir. Bu haliyle pek insani görünse de, yaşamın ve mücadelenin gerçekleriyle uygun düşmeyen, bu nedenle de gericiliğe hizmet eden bir slogan olmaktadır. Çünkü Kürtlerin ve Kürdistan’ın statüsü değişmedikçe, savaşın durması demek bu statükonun tanınmasından başka bir şey değildir, ya da savaşsız da, bugünkü statükonun değişip Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkını kazabileceği hayalini yaymaktır ki; her ikisi de gericiliğe hizmet anlamına gelmektedir.
Sloganın hangi zamanda atıldığı kadar, nasıl bir içeriğe sahip olduğu, atanların ona nasıl bir içerik kazandırdığı da önemlidir. 1917’de, “Ekmek Barış Özgürlük!” sloganı Bolşevik değil de Menşevik bir içerik kazanmış olsaydı, kuşkusuz ki, ne yığınları savaşa karşı ayaklandırabilir, ne de çarlığı alaşağı eden yığınlara yol gösterici olabilirdi.
Türk-İş ve DİSK’in “Ekmek Barış Özgürlük!” sloganının başına getirdiği budur. Hem yanlış bir zamanda hem de yanlış bir içerikte “Barış”ı öne çıkarmasıdır. Kazandırılan içerik ise yukarıda da ifade edildiği gibi tümüyle sınıflar-arası barış ve uzlaşmacılıktır. Bu yüzden de, işçi yığınlarını burjuvazi karşısında birleştirip mücadeleye çekme duygu ve düşüncesini yaygınlaştıran bir slogan değildir “Ekmek Barış Özgürlük!”
Son yılların kitlesel eylemlerinde ve özellikle de ’93 1 Mayıs’ında da açık bir biçimde görüldüğü gibi, bugün “İş-Ekmek-Özgürlük” sloganı ve onun değişik biçimleri yığınları birleştiren ve bugünkü sınıf hareketinin talepleriyle uygunluk gösteren bir slogandır. Çünkü Türk-İş ve DİSK’in “Ekmek-Barış-Özgürlük!” sloganına kazandırdıkları uzlaşmacı, sınıf işbirlikçisi içeriğe karşın, “İş-Ekmek-Özgürlük!” sloganı burjuvazi ve gericiliğe karşı uzlaşmacılığı değil mücadeleyi, reformculuğu değil devrimi ifade etmektedir. Bu yüzden de Türk İş’in resmi sloganı olmasına karşın, Türk-İş üyesi işçiler, “Ekmek-Barış-Özgürlük!”ü değil “İş-Ekmek-Özgürlük!” sloganını haykırmayı tercin etmişlerdir.
Kısacası sloganlar her zaman ve her yerde kitle mücadelesi için çok önemlidir. Ama asıl olan slogan değil sloganın içeriğidir ve içerik yığın mücadelesinin talepleriyle uygunsa, yani kitlelerin o anki taleplerini doğru ifade ediyorsa, kaçınılmaz olarak yaygınla; şıp, yığınlara mal olacaktır.
Elbette bir kitle gösterisindeki bütün sloganlar, yığınların acil taleplerini ifade eden sloganlardan ibaret değildir. Örneğin, “Yaşasın Devrim, Yaşasın Sosyalizm!” gibi sınıfın uzak taleplerim ifade eden sloganlar da kitle gösterilerinde her zaman yer almaktadır, alacaktır da. Ama bunun daha çok sınıfın ileri unsurları tarafından itibar görecek bir slogan olduğu da unutulmamalıdır. Bu yüzden de, uzak talepleri daha çok öne çıkararak acil talepleri küçümsemek, radikal görünme sevdası, elbette ki sınıf hareketinin gelişme seyrini ve sınıf hareketi içinde sloganın yerini anlamamaktır. Dahası proletaryanın nihai(uzak) taleplerini acil taleplerinin alternatifi gibi göstermek, örneğin “işçi Kıyımına Hayır, Özelleştirmeye Hayır!” sloganını küçümsemek, onun yerine  “Kahrolsun Kapitalizm, Yaşasın Sosyalizm!”i geçirmeye çalışmak, açıktır ki; bütün keskinliğine karşın saf idealizmdir. Elbette, “Yaşasın Devrim, Yaşasın Sosyalizm” her zaman kitle mücadelesi içinde bir propaganda sloganı olarak kullanılacaktır ama bütün acil taleplerin önüne geçerek yığınları birleştirici ve onlara mücadeleye sevk edici özelliği tüm yığına mal olduğu dönemde olacaktır, ama bu artık “devrimci durum”dur. Bu koşulda, yani devrimci durumun olgunlaştığı koşullarda “işçi Kıyımına Hayır!” vb. sloganlar reformcuların, düzen savunucularının sloganı olacaktır. Bu yüzden de gerçekten yığınları ayağa kaldıran sloganlar, sendikaların, parti ya da örgütlerin bürolarında, “reklâm metini yazarlarının” ya da yöneticilerinin sübjektif niyetlerine bağlı olarak uydurulan sloganlar değil, bizzat kitle mücadelesi içinden çıkan, belki sınıfın nabzını tutan parti ve sendikalar tarafından mükemmelleştirilen, içeriği doldurulan sloganlar olmuştur.
Bir siyasi önderliğin ya da sendikacıların, işçilerin haykırdığı belirli talepleri ifade eden, çarpıcı, kolayca yayılabilecek bir slogan bulmaya çalışması elbette doğru ve gereklidir, Ama sınıfın ihtiyaç ve taleplerinden bağımsız olarak, herkesin kolayca atabileceği, şu şu kapsamda bir slogan bulmaya çalışılması elbette boş bir çabadır. Ama ille de “ben sübjektif isteklerimi sınıfa dayatırım” diyenler için en doğrusu bir profesyonel reklâm ajansına başvurmak olacaktır!
Değişik siyasi grupların, sendika ve konfederasyonların slogan konusundaki kafa karışıklıkları sendika, örgüt ve dergi adlarının kitle mücadelesi içinde kullanılışında da görülmektedir.
Miting ve gösterilerde, en görkemli pankartların sendika, örgüt ve dergi adlarına “adanmış” olması ilginç olduğu kadar sınıftan kopukluğun da ifadesidir.
Siyasi çevreler, sınıftan yana olduğunu düşünen örgütler için bir kitle gösterisinde bulunmanın iki amacı olabilir. Birincisi, yığın hareketini desteklemek ve onu olumlu yönde etkilemeye çalışmak, ikincisi ise; örgütü yığınlara “tanıtmak”tır.
Yığın hareketini desteklemek, yığına yeni kitleler katarak desteklemekle olabileceği gibi, taleplerin yaygınlaşmasına yardımcı olmak ve eylemin niteliğinin gelişmesine katkıda bulunmak biçiminde de olabilir. Örgüt ya da siyasi çevrenin kendiside düşeni yerine getirebilmesi için her şeyden önce dönemi ve yığın hareketinin özelliklerini iyi tahlil etmiş, uygun talepleri saptamış olması gerekir. Önderlik sorunu da ancak böyle bir yaklaşım içinde anlam kazanır; laf olmaktan çıkıp gerçek olmaya yönelir.
“Örgüt”ün kendisini tanıtma sorununa gelince; her şeyden önce kitle mücadelesi ye onun sorunlarından ayrı olarak örgütün kendisini tanıtması gibi bir şey, mücadeleye ciddi yaklaşan hiç bir örgüt için söz konusu olamaz. Çünkü devrimci bir örgütün yığınlar içinde tanınıp, saygı görmesi, söylediklerinin dikkate alınması ancak onun sınıf hareketi ve taleplerine gösterdiği ilgi, bu ilginin “edebiyat” ötesine geçerek mücadelenin sorunlarına getirdiği çözüm ve sınıf mücadelesine yaklaşımıyla doğrudan bağlantılıdır. Bu yüzden de sınıfın taleplerini gözetmeden Örgüt ve dergi adları ne kadar büyük pankartlara yazılırsa yazılsın, “Yaşasın… Örgütü”, “Yaşasın… Hareketi” diye ne kadar çok bağırılırsa bağırılsın, bunlar örgütün yığınlarla birleşmesine yardımcı olmayacaktır. Nitekim en azından son 20 yılın deneyimi de bunun böyle olduğunu göstermektedir.
’93 1 Mayıs’ında yaşananlar göz önüne alındığında; dergi çevreleri kendi adlarının, örgütlerinin reklâmını yapmış, ek olarak sadece sınıfın nihai taleplerini ifade eden pankartlar taşıyarak “üstlerine düşeni” yerine getirmişlerdir. 1 Mayıs’a bu yaklaşımlarıyla, sınıfın acil taleplerini küçümsediklerini, dahası sınıfla birleşmek gibi bir dertlerinin olmadığını göstermişlerdir.
Sendikalar ve Türk-İş üst yönetimi asıl olarak “Yaşasın 1 Mayıs”a takılıp kalmışlar, tespit ettikleri acil talepleri bile pankart ve sloganlarla ifade etmekten uzak durmuşlardır. Bu alanda Çağlayan ve diğer kentlerde yapılan gösterilerde eksiklik ileri işçiler ve ilerici sınıftan yana sendikacılar tarafından doldurulmuştur, “İş Ekmek Özgürlük, Kahrolsun Faşist Diktatörlük”ken, “Kürdistan Faşizme Mezar Olacak”, “Yaşasın devrim Yaşasın Sosyalizm”e, “İşçi kıyımına Son”dan, “İşçi Memur El ele Genel Greve”, “Yaşasın Proleter Enternasyonalizmi”ne kadar değişik sloganlar sınıf partisinin etkisiyle çeşitli kortejlerde pankart ve slogan olarak ifade edilebilmiştir. Ne var ki; sendikaların 1 Mayıs’ı anlam ve önemine layık bir biçimde kutlamaktan kaçınması, sınıfın acil taleplerinin bütün kortejlerde yeterince ifade edilmesini engellemiştir.
Bütün eksiklerine ve zaaflarına, konfederasyonların bölme, dergi çevreleri ve devrimci-demokratların pankart ve slogan fetişizmine karşın ’93 1 Mayıs’ı kazanılmış bir 1 Mayıs’tır. En önemlisi de ’94 1 Mayıs’ının daha adına layık olacağının da ipuçlarını vermiştir. Yeter ki, ortaya çıkan zaaflardan gereken dersler çıkarılmış olsun.

Haziran 1993

Aşılan ’68 Ve 68’liler Vakfı

Bir dizi insan kendisini “68’li” olarak tanımlıyor. Ötesine geçiliyor; “68 kuşağı”, bugün, sınırlan kesin çizgilerle belirlenmiş bir grup insanın alâmetifarikası anlamına gelmek üzere, vurgular yapılıp altı çizilerek kullanılan bir kavram düzeyine yükseltiliyor.
Kuşku yok, bir 68 olgusundan, 68 olaylarından, teorisi ve ama daha çok da pratiğiyle 68 eylemliliğinden ve onun öznesi olan 68’lilerden söz etmek gerekiyor. 68 ve 68’lilerin Türkiye de içinde olmak üzere dünya çapında tarihin bir kesitine damga vurmuş gerçeklikler olduğu yadsınamaz. Ancak art arda sıralanan birkaç doğru, kendiliğinden bir diğerini üretmiyor.
68, 68 eylemliği, 68 eylemcileri ya da 68 kuşağı… Bunlar doğru ve gerçektir; ama bir gerçeği daha görüp saptamaktan kaçınılamaz: 68 eylemleri ve eylemcileri, 68’in kendisi ve kuşağı, tümü tarihsel kategorilerdir, Türkiye gerçeğinin Türkiye devriminin yaşanmış bir dönemine özgüdürler.
Tarihin basit tekrarlanmalarla ilerlediği düşüncesi, felsefi idealizm kaynaklıdır ve gerçeği ifade etmez. Bugünü dünle yaşamak, onun farklı koşullar, konumlar, kişilikler ve tanımlarını, tarihsel kavram ve kategorilerle tanımlamak ise, ya tam bir nostalji ve hoş hayalciliğin ya da koşulları, konumları ve kişilikleriyle bugünü olduğundan farklı göstermek üzere tarihin metalaştırılması ve sermaye olarak kullanılması niyet ve çabasının ürünü ve göstergesi olabilir. Bugünü dünle yaşama görüntüsü, ya bir bilinçsizlik durumunu veya bilinç bozukluğunu belirten hastalıklı, tam hayalci, şizofrenik bir ruh halini varsayar ya da bir bilinç çarpıtması girişimini ve aldatıcılığı, kötü niyeti. Tarih, çünkü ancak, geçmişten geleceğe sonsuz bir akış içinde, değişen zaman ve mekân koşulları, öznel ve nesnel yönleriyle olgular, konumlar ve kişiliklerin bugüne ve geleceğe bağlanmasıyla anlamlanır. Tarih, bugün ve gelecekle bağlantısı içinde bir değer kazanır ve yaşanan süreç, bugünü geçmişten farklılaştıran, geleceği dünden ve bugünden farklılaştıracak olan birikimlerle ilerler. Tırnaklar bugünü ve sürekli daha ileriye varmak için geleceği yaratmak üzere kanatıldığında, insan, bir tarih yapıcı ve yazıcısı olarak görünür.
Türkiye, yalnızca çelişmeleri, onları şiddetlendiren birikmiş patlayıcı madde stokları ve nesnellikten de güç alan teorik ve pratik hareketlilik açısından zengin, bereketli bir toprak oluşturmuyor. Bereketli toprak her yönüyle bereketli olur. Sineği, üvezi, kurdu, çakalı, ayrıkotu da bollaşır.
Tarih tekerrürcüleri var; örneğin, Türkiye’de ısrarlı bir çabayla tarihin hemen aynıyla yinelenme uğraşma tanık olmak olanaklı. Farklı koşullar kuşkusuz farklı sonuçlar veriyor. Öncesi ve sonrasından kopararak 71 devrimciliğini sürdürme çabası, öykünülenden farklı yerlere götürüyor öykünmecileri. Beklenen, umulan yükseliş bir türlü yakalanamıyor, hatta tam tersi oluyor, tekerrürcüler tecride koşuyor. Konumuz bu değil.
Tarih, “68’liler Birliği Vakfı” aracılığıyla bir başka yönüyle, bir başka yaklaşımla daha gündeme getirildi.
Bir kaç yıl süren çalışmalardan sonra Vakıf, yasal olarak da onaylanarak kuruldu.
Kuruluş süreci çok sancılı oldu. İki farklı türden sancı yaşandı. Sürecin belirli bir noktasına kadar kişisel hesaplar, çekememezlik ve anlaşmazlıklar vardı. Bunlar hâlâ sürüyor. Tümüyle aydınlık, belki de Türkiye’nin kendine özgü Aydınlanma Dönemi denebilecek 68, karanlık ilişki ve hesaplara konu edildi.
İlk kurucular arasında yer alan bir çift, para yeme gerekçesiyle uzaklaştırıldılar.
Vakfın ilk başkanı, açıklanmadan kalan bir ortadan kaybolma olayından sonra başkanlıktan indirildi. Ancak olay karanlıkta kalmaya devam etmesine rağmen, neyin değiştiğini anlamak mümkün olmadan, ilk kongrede yeniden yönetime seçildi. Hesaplar belirli noktalarda kesişiyor olsa gerekti!
Eski Dev-Genç başkanlarından bir “68’li” ABD Başkanı Clinton’a, seçilmesi dolayısıyla bir kutlama telgrafı çekti. Vietnam Savaşı’na karşı çıkan Clinton da “68’li”ydi! Ortak ideallerden söz ediyordu eski Dev-Genç’li, saldırganlık ve talancılığın yeni başına. Dünyayı Clinton’un yönetecek oluşundan hoşnutluğunu dile getiriyordu. Tarih, bugün ve gelecek bilinci çok gelişkindi!
Tek bir toplantıya katılmamış bir belediye başkanı yine katılmadığı kongre tarafından yeni yönetime de seçiliyordu; ihale alınacaktı kendisinden.
Eski bir devrimci uzunca bir süre Vakfın hem yönetici sekreterliğini yaptı, hem de maaşlı elemanı oldu. Yeniden yönetime seçilirken profesyonellik durumunun devam edip etmemesi itiraz ve pazarlıklara konu oldu.
Örnekler çoğaltılabilir.
İnsanlar, konumları ve yaklaşımlarıyla, tutumları ve ruh halleriyle değişmişlerdi. Yaklaşık 50 kişinin katıldığı ve Divan Başkanlığı’nı Cumhuriyet’te tam sayfa yayınlanan bir söyleşide, gençlere eski yürüdüğü yolun çıkmazını anlatıp “bu işleri bırakma” çağrısı yaparak önlerine düzen içi, düzene bağlı insanlar olma hedefini koyan Mustafa İlker Gürkan’ın yaptığı kongrede, bir kaç kişi dışında asıl mesleği, ilişkileri, tutumları devrimci olan kimse kalmamıştı. Vakfın kongresi de, Divan Başkanı da kendisine uygun düştü.
Vakıf üyesi “68’liler” belki hâlâ “sol” bir partiye oy veriyorlar, olağanüstü yumuşattıkları sol bir söylem kullanıyorlar, Antep Belediye Başkanı gibi birkaçı dışında düzen içinde çok üst ve sağlam yer ve mevkiler tutmamış bulunuyorlardı ama devrimci bir ruha, o çok vurgu yapılan 68 ruhuna, isyancı başkaldırı ruhunun da yabancısı oldukları kesindi. Ve böyle bir kongrede, bütün 68’lilerin birliği amaçlanıyordu. Çoğunluk, “ne derler sonra” düşüncesiyle Clinton’a birliğe kadar vardırmıyordu işi, ancak ANAP milletvekilleri Cavit Kavak ve Bahattin Yücel’e sempatiyle yaklaşılıyor ve sohbetlerde arka fonu “Türkiye’yi 68 kuşağının yönettiği” övünmesi (bir yönüyle de yakınması) oluşturuyordu.
İyi niyetli birkaç demokrat dışta tutulursa, “68’in düzen içi serpintilerinin artık herhangi bir ilerici çabaya katılıp destek olmaya mecalleri yoktu. Bu, ayrıca bir sınavdan da geçti.
“68’liler Birliği Vakfı”nın kuruluş çalışmaları sürerken, Vakıfla ilişkiler açısından farklı türden bir sancı kaynağı olacak bir başka girişim daha gündeme girdi.
Denizlerin iki arkadaşı, iki eski THKO’lu olarak, benim ve Aydın Çubukçu’nun girişimlerimizle, “Deniz Gezmiş Vakfı” adıyla bir başka vakfın kuruluş çalışmaları başlatıldı. Durağan bir “kuşakçılık” ve kuşak istismarının ötesindeki bu girişim, “68 kuşağı”ndan olsun olmasın devrimci, demokrat, dürüst ve namuslu insanları, Denizleri tanıyanları ve onları genç kuşağa aktarabilme, düzenleyecekleri etkinliklerle Denizleri yaşatabilme ve yaratacakları hareketlenme ve elde etmeye yönelecekleri mahkûmiyetin (idamların) mahkûmiyetiyle ülkenin demokratikleşmesine katkıda bulunma yeteneğinde olanları, bir arada döneme ve Denizlere ilişkin belirli bir otorite oluşturabileceklerini, yaşam ve ilişkileriyle kanıtlayanları, çeşitli sektörlerden ve genişlemesine yönelik bir Vakıf çatısı altında birleştirmeyi hedefliyordu. Deniz’in babası Cemil Gezmiş, avukatı Halit Çelenk, aynı eziyetlerden geçen ve namuslu kalan, bir yandan dünyayı değiştirme eylemine katılan Emil Galip Sandalcı, Talat Turhan, Muzaffer Erdost, 68’de de şimdi de sosyal demokrat ama Deniz’le birlikte ve Deniz için davranan ve davranabilecek olan Bozkurt Nuhoğlu, işçi sınıfının sendikal eylemi içinde ileri bir konumda olan Münir Ceylan, hala bir ruhu koruyup Meclis içinde aykırı durabilen Salman Kaya, karşı safa savrulmamayı başarabilmiş yazar ve sanat adamı Onat Kutlar ve benim de aralarında bulunduğum arkadaşları, bir kurucu heyet oluşturduk. Hazırlık komitesi ya da girişimciler kurulu kendisini yasal olarak nasıl ifade edeceğini tartışırken, aynı zamanda 68 Vakfı girişimcileri arasında bulunan B. Nuhoğlu ve S. Kaya gibi arkadaşlarca iki girişimin birleştirilmesi önerisi gündeme getirildi.
Bu arada Deniz Gezmiş Vakfı oluşumundan ve tartışmalarından haberdar olan Gökalp Eren ve Haşmet Atahan gibi 68 Vakfı girişimcilerinin inisiyatifi ile gazetelerde bir ilan yayınlandı. 68 Vakfı bir Deniz Gezmiş Enstitüsü kurmaya karar vermişti. Enstitünün ilan edilen amaçları kurulmaya çalışılan Deniz Gezmiş Vakfı’nın amaçlarıyla noktası virgülüne çakışıyordu. İdamların 20. yılı olan 1992’nin Deniz Gezmiş yılı ilan edilmesi, Denizlere ilişkin belge ve dokümanların biriktirilmesi, Denizlerin yaşam ve mücadelelerinin genç kuşağa aktarılarak yaşatılmaları ve idam kararının mahkûm edilmesi, 68 Vakıfçılarının da amaçları olarak ileri sürülüyordu. Bu amaçların açıklanması, iyi niyetli, rekabet ve bölünme karşıtı iki girişimi birleştirme tutumunu güçlendirdi ve iki girişimin temsilcileri bir ortak toplantı yaptılar.
Deniz Gezmiş Vakfı girişimcileri bir adım geri attılar; ama, “68’liyim” diyenleri bugünkü yaşamlarıyla tanıyorlardı ve ezici çoğunluğuyla birlikte yapılabilecek pek bir şey olmadığını biliyorlardı, açıkça pazarlık yapıldı ve bir konsensüs sağlandı:
Deniz Gezmiş Vakfı girişimi Deniz Gezmiş Enstitüsü oluşumuna dönüştürülecek ve çalışmalar, 68 Vakfı bünyesinde yürütülecekti. Deniz Gezmiş Vakfı Hazırlık Komitesi, 68 Vakfı yönetiminden birkaç kişinin katılımı ile Enstitü Yönetim Kurulu olacak, idari ve mali özerkliğe sahip kılınan Enstitü amaçlan doğrultusunda etkinlikler yürütülecekti. Deniz Gezmiş Vakfı hazırlığı ileri bir noktaya ulaşmış ve faaliyetleri için hemen bütün ilişkiler sağlanmıştı. Birleşmeyle birlikte etkinlikler; ama sonu gelmez tartışma ve engellemelerle beraber başladı.
Başlıca iki Enstitü pratikçisi vardı; Deniz Gezmiş Vakfı Hazırlık Komitesi’nce desteklenen Aydın Çubukçu ve Mustafa Yalçıner. 68 Vakfı’ndan Enstitü yönetimine katılan kişiler ise, “nereye götürülüyoruz” kuşku ve kaygılarıyla yalnızca tartışma ve faaliyeti geri çekme, engelleme uğraşındaydılar. Bugünkü vakıf başkanı gibi orta bir yol tutturmaya çalışanlar da yok değildi, ancak baskın olan, engelleyicilik hatta sabote edicilikti.
Sadece iki kişinin girişimleriyle Enstitü’nün finans sorunu çözülmeye çalışıldı. Vakıf ve vakıfçılar, Enstitü’nün finansmanı için parmaklarını kımıldatmamışlar ve tek kuruşluk katkıda bulunmamışlardı.
’92 yılı başında bir takvim çıkarılmasıyla Enstitü etkinliği başladı ve sürdü.
Belirli bir toparlanma sağlamak üzere, ama en çok finansman sorunu gözetilerek, Ankara ve İstanbul’da iki yemek düzenlendi. Gençliği Denizlerle birleştirme amacıyla İzmir’de bir gece-şenlik organize edildi. 6 Mayıs’ta Denizler mezarlarının başında yaklaşık iki bin kişiyle anıldı. Ve Denizlerin yaşamı ve mücadelesini ‘68 olayları ve gelişmesi içinde anlatan bir belgesel film yapıldı. Bir tiyatro oyunu hazırlandı, yurtiçi ve yurtdışında, on binlere oynandı. Veli Yılmaz arkadaşımızın, yeni bulunan gizli belgelere dayanarak kaleme aldığı Emirle Gelen idam Kararı adlı kitabı yayınlandı. Bu arada, sürüp giden tartışma ve engellemeler bıktırıcıydı ve yarattığı soğuma, kararlaştırılan panellerin, fotoğraf sergisinin, gecelerin ve hukuk alanındaki etkinliklerin yapılamaması sonucunu doğurdu.
Tek bir vakıfçı tüm etkinlikler boyunca ne pratik görev alma ne de finansman açısından tek bir katkıda bulundu. Sonu gelmez tartışma ve dedikodu “eylemi” içinde oldular yalnızca. Yemek biletlerinin üzerindeki yazılar, takvimin rengi, belgeselin hızlı yapılışı, kararlar, kararlar, sürekli tartışıldı, kulisi ve dedikodusu yapıldı.
Dedikodu Veli Yılmaz’ı istifaya götürdü. Geliri Enstitüye kalmak üzere yazdığı ve 12 Mart hukuksuzluğunu teşhir eden “Emirle Gelen İdam Kararı” adlı kitabın yayınlanma kararı olmadığı yazıyla bildirildi Veli’ye. Yapılan tüm etkinlikler karar altına alınmıştı oysa ve Veli dayanamadı, vakfı protesto eden bir yazıyla istifa ettiğini açıkladı.
Olmuyordu! Etkinlikler, ister istemez vakfın denetiminin dışında gerçekleşiyor, üstelik devrimci ve siyasal bir içerik kazanıyordu! Engellemeler yetersiz kalıyordu!
Bu arada, Şaban İba adlı düzen yaması, Vakıf yönetiminden geçirdiği yeni bir tüzük hazırladı Enstitü için. Köktenci engelleme yoluna gidiliyordu. Başlangıçtaki konsensüs bozuluyor; Enstitü yönetiminin az sayıda istisna dışında döküntüler toplamından oluşan Vakıf ve onun hemen bütünüyle bir yansıması olan yönetimince atanması, varlıkları, namusları ve özgürlük yanlısı tutumlarıyla bir garanti olan Halit ve Talat ağabeyler ve diğerlerinin yetkisiz bir danışmanlar kurulu içinde “görevlendirilmesi” ve Enstitü’nün idari ve mali açıdan özerkliğinin kaldırılması dayatılıyordu. 68 ruhu dernekçilik oyunlarıyla boğulmak isteniyordu.
Hatırlatıldı: Enstitü, konsensüse dayalı olarak kurulmuştu, bu dayatma hem konsensüsün hem de Enstitü’nün inkârı anlamına gelirdi. Bu haliyle Enstitü’nün varlığını sürdürmesinden söz edilemezdi. Enstitü ancak Deniz Gezmiş adına layık olduğu sürece anlamlıydı ve böyle bir değişiklik onun sonu olurdu ve kimse yeni haliyle ama aynı adla bir Enstitü’yü işler kılamazdı. Tek yanlı dayatmaya bağlı olarak istenen belgeler, arşiv, mali hesap dayatıcılara verilemezdi. Kim ne tüzüğü yaparsa yapsın Enstitü yürütmesinin sorumlu olduğu ve hesap vereceği tek merci Deniz Gezmiş Vakfı hazırlık komitesinden Enstitü Yönetim Kurulu’na dönüştürülmüş heyetti…
Yıllardır düzenin pislikleri ve salt paraya dayalı ilişkileri içinde dejenere olmuş eskinin devrimcileri para yeme dedikodusu yapmaya da yeltendiler; ama, tutmayacağını anlayınca vazgeçtiler. Bu “suçu” atacakları insanlar parasal ilişkilerin dışındaydı ve tek dikili ağaçları yoktu, devrimci yaşıyorlardı.
Vakıf Kongre’sinde, bütün bunlara karşı savaş ilan ederek istifamı açıkladım.
Aydın Çubukçu, bir süre daha bu savaşla birleşik halde içeriden savaş yürütmeyi deniyor.
Bu tür sancının kaynağı ne? Neden bu tür bir çatışma yaşandı “68’liler” içinde?
Yanıt, 68’in dünü ve bugünüyle ne olduğundadır. Nedir 68?
Salt Türkiye’ye özgü olmayan, uluslararası karakterde 68 hareketi dünyanın gelişmiş ve geri ülkelerinin hemen tümünü kapsayarak, özellikle Amerikan emperyalizmini hedefleyen antiemperyalist bir ayağa kalkış olarak ortaya çıktı. Hemen her yerde, iktidarları elinde tutan, emperyalizmle birleşmiş gericilikleri de hedefleri içine alan 68 hareketi, işçi, köylü, gençlik kitlelerini demokratik muhtevasıyla kucaklamış bir başkaldırı olarak gelişti.
Türkiye’de toplumsal mücadelenin ilerleyişinde özel bir yere sahip oldu. Önce gençlik hareketi olarak başladı, işçi ve köylü kitlelerini de etkisi altına alarak toplumsal bir uyanışın ifadesi oldu.
Gelişme yılları, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerinde iktidara gelen revizyonizmin reformcu, yatıştırıcı, yozlaştırıcı etkisinin belirginleştiği bir döneme denk düştü. Ve 68 hareketi kendisini emperyalizm ve yerli gericiliklere karşı olmakla sınırlamadı; diktatörlüklere karşı mücadeleler, hareketi içten çökertip düzene bağlamaya yönelen revizyonizm ve reformculuğa karşı mücadeleyle birleşti. Hareket kesinlikle düzen dışı ve karşıtı bir karaktere sahipti. Devrimciydi.
68’in militanları düzenle birleşip onun içerisinde erimeyi, düzene bağlanmayı reddettiler. Düzenin sunduğu olanaklar ellerin tersiyle itildi. Davalarına bağlı, her türlü fedakârlığı göze alan, ölümü kucaklamada tereddüt etmeyen, tüm ilişkilerini, yaşantısını, alışkanlıklarını devrimci temelde yeniden düzenlemeye yönelen 68’in devrimcisi, o güne dek düzen içinde kalıp onun olanaklarından yararlanan reformcu ya da burjuva devrimcisinden özellikleriyle ayırt edildi. Düzen içi ideolojik, siyasal, örgütsel yaklaşım, çizgi ve konumlar uzlaşmacı, yaltaklanın reformcu tipe denk düşerken, sosyal tabanı alt sınıflara doğru kayan hareket devrimci ideolojik, siyasal, örgütsel tutumlarla yeni bir devrimci militan tipini üretmeye yöneldi. Deniz’in, Hüseyin’in, Sinan ve Yusuf un, Mahir’in, Kaypakkaya’nın şahsında sömürülen ve ezilen aşağı sınıfların kurtuluşunu amaçlayan, sosyalizm özlemiyle dolu, halkı ve yoldaşı için kendi bireyinden vazgeçebilen, devrimci ruha sahip militanlar düzen dışı örgütlenmeler var ettiler, ezilenlerle birleşmeye yöneldiler.
Ancak dünyada olduğu gibi Türkiye’de de revizyonizmin tahribatının yol açtığı bulanıklık ortamında, tecrübe eksikliğinin yanında, özellikle Türkiye açısından teorik ve pratik yönleriyle sağlam bir birikim ve mirastan yoksunluk, genç ama devrimci militanların yönelişlerini sınırladı; olanca coşkuyla değiştirmeye giriştikleri dünyanın kavranışındaki yetersizlikler, pratik yetersizliklere neden oldu. Büyük bir davanın yolu açıldı, eski dünyadan yeni dünyaya geçiliyordu, tam bir geçiş dönemiydi; ancak her geçiş dönemi gibi eskinin kalıntılarından bir çırpıda kurtulmak mümkün olamazdı, olmadı. Örneğin, günün Kemalistlerine karşı savaşılıyordu, ama Kemalizm’in ideolojik etkisi hâlâ görülüyordu.
68 hareketi kimi yerde uzun kimi yerde daha kısa sürdü ve sonunda tarihe mal oldu.
Sonra 68’in aşılması geldi.
Sermayenin güçlü olanaklara sahip olduğu Avrupa’da Regis Debray ve Cohn Bendit gibi ileri gelenler, içinde olmak üzere 68’liler devlet kademelerinde kendilerine yer bularak düzene bağlandılar. Devrimci koşullarda bir yatışma baş gösterip özellikle işçi hareketi sönünce Avrupa’da 68’lilerden iz kalmadı.
Türkiye’de gelişme başlıca iki türlü oldu ve 68 iki türlü aşıldı.
Devlet kademelerinde kendisine yer bulabilen ve sağ bir söylem tutturmaya kadar giden 68’li sayısı az oldu. ANAP milletvekilleri C.Kavak ve B. Yücel ile CHP’li Belediye Başkanı C. Doğan bunların örneğidir.
Sağcılaşan 68’liler 68’in aşılmasının çok özel bir yönünü oluşturmuyorlar. Sol söylem kullanmayı yumuşatarak sürdüren ama toplumsal amaçlar, bir ömrü halka adama ve yoldaşça dayanışmanın yerini “kendi başını kurtarma” bireyciliğine bıraktığı düzene bağlanan türden 68 aşıcılığının sağ kanadında yer aldı onlar. Aşmanın ortak özelliği, düzene entegre olmak olmuştu. “Ben” yerine “biz”i koymuş toplumsallığın yerini tüccarlaşma almıştı. Eskinin örgütleme ve propaganda yeteneği yeni iyi pazarlamacılar, tüccarlar üretiminin faktörü oldu. Ölümü bile toplumsal amaçlarla, devrim ve ezilenlerin kurtuluşu için kucaklama hıncı yerini 68 nostaljisine bıraktı. Düzene başkaldırı ve devrim sloganları “düzen içi ol”, “kendi başının çaresine bak” tutumuyla yer değiştirdi. Emperyalizme başkaldırı yerine artık dünyayı yeniden düzene sokmaya çalışan Amerikan emperyalizminin başkanına övgü dolu mesajlar yollanır oldu. 8
68’den geriye, bu tür 68 aşıcılarının elinde 68’in sermaye olarak kullanılması kaldı. Milletvekili olmak, ihale bağlamak, toplumsal olmayan amaçlarla bir baskı grubu ve lobi yaratıp toplumsal konum elde etmek ve çıkar sağlamak isteyenler, hâlâ prim yaptığını gördükleri 68 ve “68 kuşağı” söylemiyle ortaya atıldılar. 68, bireysel yükselme ve düzen içinde iyi bir yer kapma uğraşında basamak olacaktı, bu 68 aşıcılarının elinde. Kapitalizm her şeyin, bütün değerlerin metalaştırılmasıdır. Sonunda ezici çoğunluğuyla Vakıfçılar 68’i de metalaştırdılar.
68, birinci olarak, tüccarca ve düzene bağlanarak aşıldı. 68, 68 diye diye, 68’in tam tersi istikamette, ölesiye karşı olduğu düzene doğru yol alınıp “iyi birer vatandaş” olunarak aşıldı. Soldan da vazgeçerek, ya da dilin ucuyla, sosyal demokrat bir solculuk yapmaya devam ederek 68 tüccarlığı: Vakıfçılık!
68 bir başka türlü de aşıldı:
THKO ve THKP-C gibi örgütler kurarak silaha sarılan 68, teorik yetersizliğin yanında bir örgütsel yetmezlik ve yenilgi de yaşadı. İdeolojik yaklaşımlar ve siyasal-pratik tutumlardaki yetersizlikler, sosyalist yönelim ve özlemin bilimsel (Marksizm-Leninizm) ve nesnel (işçi hareketi) temelindeki sınırlıklar bir yenilgiyi kaçınılmazlaştırmıştı. Ama devrimci ve sosyalist yöneliş, ruh ve tutumlar yenilmedi. Gericilik 12 Mart darbesiyle inisiyatifi ele aldı, ama sonuna kadar gidemedi. Devrim kafalarda yenilgiye uğratılamadı. Toplumsallık fikir ve pratiği, düzene bağlanmanın ve geleceği sömürgen kapitalist sistemde aramanın reddi, devrimci yaşamak ve davranmak sağlam bir temeldi.
Tartışma başladı. ’68 ve onun doruğu 71 hareketi de masaya yatırıldı.
‘75 ile birlikte başkaldırı yeniden örgütlendi.
Eksiğin tamamlanmasına, 68’in, bir başka deyişle yetersizliğin aşılmasına girişildi.
* Genel sosyalist özlem ve yönelim, anti-emperyalizm ve antifaşizm yeterli değildir. Bilimsel Sosyalizm, Marksizm-Leninizm edinilecek, proletarya diktatörlüğü hedeflenecektir.
* Bu, işçi hareketiyle birleşmeyi ve sınıfa dayanmayı zorunlu kılar. Başkaldırının, devrimin merkezinde işçi sınıfı olacaktır.
* Sosyalizm hedefli başkaldırısında sınıfa Leninist bir parti gereklidir.
Bu, 68’in ikinci aşılma yönüdür: İşçi hareketi, komünizm ve devrimci komünist parti. Burada düzen karşıtlığı ve devrim gerçek ve zafer kazanıcı temeline oturur. Artık Türkiye bu noktadadır. 68 hareketini doğal mirası olarak devralan, 68’in devrimci militanlarıyla onurlanan devrimci komünizm 68’in bugünüdür. 68’se onun tarihsel gelişmesinde önemli bir dönemeç oluşturmaktadır.
68’e sahip çıkılıp tarihte çakılıp kalmak olanaksızdır.
Bugün gerçek 68’li, komünist demektir. 68’e layık olmanın tek yolu, 68’i sonuna kadar götürmek ve eşiği atlamaktır.
Ötesi, şu ikisinden biridir: Ya komünizme yandaş bir demokratlık ya tümüyle sahtekârlık. 68 adına, komünizme, işçi sınıfı ve komünist partisine düşmanlık temelinde iddiada bulunmak tam sahtekârlıktır.
Peki, vakıf? Vakıf kurulamaz mı?
Kurulur… Şunları bilerek:
* 68, düzen karşıtlığıdır, düzen savunuculuğu ya da uyumculuğu değil.
* Vakıflar düzen kuruluşlarıdır.
* Düzen karşıtlığına düzen içi kuruluşlar da katkıda bulunabilir. Bu olanak vardır.
* Öyleyse, bir vakıf aracılığıyla da 68’e, onun temel düşüncesi olan düzen karşıtlığına katkı mümkündür. Ancak bilinmelidir ki, bu katkı, çok şey beklemeden gerçekleşebilir.
* Düzen içi kuruluş olan bir vakıf, 68 adına, ancak düzen sınırlarını zorlarsa layık olabilir. Nostalji yaparak ya da 68’i sermaye edinerek değil.
* 68’liler Birliği Vakfı, Kongre öncesi yönetimi ve oluşturduğu üye çoğunluğu (ezici çoğunluk) düzen yanlısıdır. Tüccar ve geleceği düzende arayan, gününü düzen içi değerlendiren, toplumculuktan uzak bireyler ve bireyciler toplamı bir konuma sahiptir.
* Tüccarca ve sahtekârca kişisel hesap ve çekişmelerin bir yana itilmesi ve düzen dışılıkla, 68’in bugünüyle, kendi gerçek temeline oturan başkaldırıyla, devrimle, artık ancak komünizm demek olan toplumculukla, “ben” yerine “biz”le yakınlık ve yandaşlıkla 68 değerlerine sahip çıkmak anlamlı olabilir. Toplumsal mücadeleye yapılabilecek anti-emperyalist demokratik katkı ancak böyle mümkündür.
“Yaşasın Marksizm-Leninizm’in yüce ideolojisi” diye haykıran Deniz’in adı başka türlü anılamaz.
Kızıldere’de sonuna kadar giden Mahir’in adı başka türlü kullanılamaz.
* 68’liler Birliği Vakfı’nın sahip olduğu üye çoğunluğu ve onu yansıtan yönetimiyle, kısacası bu Vakıfla sayılanların gerçekleşebilmesi hemen hemen olanaksızdır.

Haziran 1993

Yurttaş Nazım” Ve Yaşayan Nazım

Nazım Hikmet’in yakınları, vatandaşlık hakkının iadesi için kampanya başlattılar. Nazım’a ilişkin bu talepler özel ve resmi televizyon kanallarında, basın sayfalarında sık sık dile getirilmeye başlandı. Kız kardeşi Samiye Yaltırım’ın ilgili makamlara yazdığı her dilekçe, “vatandaşlık talebinde bulunan kişinin kendisinin başvurması gerektiği”, yasalarda vatandaşlık hakkının bu prosedürle tanınabileceğine ilişkin bir maddenin olmadığı gibi gülünç gerekçelerle geri çevrildi, ilgili ve yetkili kişilerden konuyla ilgili demeçler alındığında hepsinin “kişisel olarak” Nazım’a vatandaşlık hakkının tanınması gerektiği konusunda mutabık oldukları, ancak bu kişisel “demokratlığın” ne yazık ki devletten demokratik bir karar çıkmasına yetmediği kendi beyanlarından anlaşıldı. Doğrusunu yasalar bilirdi…
Nazım Hikmet’in şiirleri, şimdiye dek ezilen sınıf ve katmanlarla burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesinde, birinciler lehine etkili bir ajitasyon silahı ve esin kaynağı olmuştu, ikinciler için ise, her zaman bir heyula, militarizmin çizmeleri altında ilk çiğnenecek materyal, yangına ilk atılacak malzemeydi. Nazım ezilenler için ne idiyse burjuvazi için onun tam karşıtıydı.
Şu anda devletle yakınları arasında süre-giden Nazım Hikmet üzerindeki pazarlık insani yönü ağır basan bir ilişkiymiş gibi görünse de, içeriği tamamen siyasidir. Ve elbette ki bunun yeni durumlarla, yeni dünya düzeni ile ve bizzat Nazım’ın kendisiyle ilgili yönleri vardır.
Şimdiye dek ve hep, ezilen sınıfların her türden talepleri; sadece, burjuvazinin siyasal iktidarının ortadan kaldırılmasını doğrudan içeren eylemlerle dile getirildikleri zaman değil, eylem sloganları ancak alt sınıflara mensup insanların mevcut sistem içindeki yaşam koşullarını bir parça düzeltmeyi ifade ettiği zamanlarda bile burjuvazi tarafından öfkeyle karşılandı.
Ezilen sınıf ve katmanların eylemine karşı duyulan bu refleks öfke esnemez değildi. Kitlelerin eskisi gibi yönetilemediği zamanlarda ya da uzun süredir dile getirilen ve kamuoyu nezdinde ancak “eskisi gibi olmaz ama bu koşullarda olur”, düzeyinde bir meşruiyet kazanan istemler karşısında öfkenin yerini “akıllı” burjuva manevralar aldı ve istemler karşılanarak kapitalizmin vitrinine yerleştirildi. Burjuvazi başlangıçta zor kullanarak bastırmaya çalıştığı bu istemleri evcilleştirerek kendisinin kılmayı başardı ve sisteminin sınırlarını genişletti.
Evcilleştirme ve kendisinin kılma ve bu yöntemle kendi sistemini güçlendirme burjuvazinin öteden beri her sıkıntılı dönemi atlatmasının bir yöntemi oldu. Ya da bu sıkıntılı dönemler atlatıldıktan sonra, eskiden kalan ve ezilenlerin belleğinde yer etmiş savaşa dair kalıntıların silinmesi, bu başarılamıyorsa hiç değilse naif nostaljiler halinde kalmalarının sağlanması ve savaşçı ruh halinin genel toplumsal “her şeyi konuşabilir hale gelme”, “tabuları yıkma” havası içinde yitip gitmesi için bir araç oldu.
Denizlerin yaptığı devrimci çağrışımların, o dönemlerden kalan “yol arkadaşları”nın da burjuvazi açısından değerli katkılarıyla serbest piyasada açık arttırmaya sunulan üç kuruşluk çocukluk ve gençlik anılarına takas edilmesi ve “devlet baba”nın hoşgörüsüzlüğünden esef edilerek “biz o zamanlar devrimi çok sevmiştik” serzenişine dönüştürülmeye çalışılması da bu anlama geliyordu.
Ama ne demişti Lenin ‘Devlet ve İhtilal’in girişinde, “Egemen sınıflar, sağlıklarında büyük devrimcileri ardı arkası gelmez kıyıcılıklarla ödüllendirirler; öğretilerini, en vahşi düşmanlık, en koyu kin, en taşkın yalan ve kara çalma kampanyalarıyla karşılarlar. Ölümlerinden sonra, büyük devrimcileri zararsız ikonlar durumuna getirmeye, söz uygun düşerse azizleştirmeye, ezilen sınıfları “teselli etmek” ve onları aldatmak için adlarını bir ayla ile süslemeye çalışırlar. Böylelikle devrimci öğretileri içeriğinden yoksunlaştırılır, değerden düşürülür ve devrimci keskinliği giderilir…” ve “Burjuvazi için kabul edilebilir ya da öyle görünen şeyler, ön plana çıkarılır ve övülür”
Nazım Hikmet için de aynı şeyleri bir ölçüde söylemek mümkün. Yaşamı boyunca ve öldükten sonra da; şiirleri her alanda kovuşturmaya uğradı ve lanetlendi. Yine de tek tek devrimcilerde ete kemiğe bürünmüş bir biçimde yaşamaya devam etti.
Daha yaşarken hakkında ölüm fetvası verilmişti. Türkiye’yi terk edişi onu kurtardı. Şimdi de, devlet, kendini Nazım Hikmet sendromu karşısında rehabilite etmeye çalışıyor. Dünyanın, yeni durumlar karşısında en az esneme yeteneği bulunan burjuva devlet aygıtlarından birisine sahip olan Türkiye’de, devletin bürokratik mekanizmalarının çıkardığı engellerden ve gönülsüzmüş gibi görünen tavırlarından Nazımla ilgili girişimlerin tabandan geldiği ve özerk bir yanı olduğu düşünülebilir.
Bu taleplerin neden daha önce değil de şimdi dile getirildiği bir soru olarak kaydedildiği durumda bile bu problemin ortaya sürülmesinin koşullarının güncel politik ortam tarafından hazırlandığını görmek zor olmayacaktır. Öte yandan, Nazımla ilgili bir kampanya, Nazım Hikmetin geniş kitlelere mal edilmek yoluyla meşruiyet kazanması çabasına girmek biçiminde sürdürüldüğünde haklı olabilirdi. Ama bu meşruiyet zemini buralarda değil de onu devletin tanıyabileceği bir noktada arandığından sınıf uzlaşmacılığı için güncel politik durumdan olanaklar çıkarıp bunu vaaz eden ve ulusal uzlaşmayı tek ve değiştirilemez bir seçenek gibi dikte eden yeni dünya düzeni ideolojisinin gereklerinin yerine getirildiği görülür ve Nazım’ın yasallaştırılması isteminin ardında asla masumane bir kaygının yatmadığı anlaşılır.

* *   *
Yeni Dünya Düzeni sosyalizmin öldüğü propagandasıyla doğdu. Dolayısıyla bütün sosyalist argüman burjuvazi tarafından geçersiz ilan edildi. Burjuvazi “tek kutuplu dünya”nın hâkimi olarak bu geçersizlik ilanını yermeye kendisini muktedir görüyordu.
Geçersizliğin ilanıyla hem ezilenler açısından ideolojik-psikolojik bir tahribatın yapılması amaçlanıyor hem de şimdiye dek sosyalizmin uluslararası ve ulusal kazanından karşısında soluğunu tutan burjuvazi kendine, ezilenlere yönelik her türden pervasız saldırılar için “geç” işareti veriyordu.
Sınıf mücadelesi ve sosyalizm artık bittiğine göre, sınıf mücadelesini anımsatan ne varsa ya yok edilmeli ya da evcilleştirilmeliydi!
İkinci savaştan sonra başlayan soğuk savaş döneminin bitirildiği açıklanıyor ve bu açıklamayla birlikte dünyanın yeni koşullara göre organize edilmesi gerektiği saptanıyordu.
“Yeni” durumda Türkiye’de Nazım Hikmet’in payına düşen de tolere edilebilecek yönlerinin burjuvazi tarafından sahiplenilmesi oldu. Çünkü artık Nazım’dan ve şiirlerinin yarattığı etkiden korkmaya da gerek yoktu. Bu perspektifle Nazım’ın, bütün diğer süreçlerinden soyutlanarak 141-142’nin kapsamına sokabildikleri kadarıyla komünistliğine az çok ve kerhen rıza gösterildi ve şiirlerinin güzelliği keşfedildi. Oysa zaten çok uzun zamandır, aynı hukuki ortam ve aynı yasal koşullarda Nazım Hikmet’in yazdığı oyunlar özel tiyatrolarda sergileniyor, şiirleri ve şiirlerinden yapılmış besteler sansüre uğramadan okunuyordu. Yani aslında, Nazım meşru idi ve bu topraklar üzerinde serbest dolaşım hakkına sahipti.
Mevcut durum, uluslararası düzeyde ün yapmış bir Türk şairinin kendi ülkesinde “yasaklı” olmasının yol açtığı politik rahatsızlıklarla birleşince Nazım’ın devlet düzeyinde tanınması bir ihtiyaç haline geldi. Devlet tiyatroları, repertuarlarına Nazım’ın yazdığı oyunları aldılar, senaryosu ona ait olan “Yolcu” filminin çekimine başlandı ve filme en önemli katkı eski İstanbul emniyet müdürlerinden işkenceci Mehmet Ağar’dan geldi. Resmi televizyon kanallarında Nazım’ın şiirleri okunmaya başlandı. Hatta okullara Milli Eğitim Bakanlığı tarafından tavsiye edilen bazı kitaplarda da seçilmiş şiirleri yer aldı.
Yalnız, Nazım’dan seçilen şiirler şairin ilk dönem yapıtları arasında yer alan milliyetçi temaları işleyen şiirleri, yurtdışındayken yazdığı memlekete hasret şiirleri, manzara ve doğa şiirleriydi.
Onun Komünizmi övdüğü, kavga çağrısı yaptığı şiirleri ise elbette tanınmıyordu ve tanınmazdı da. , ,

HANGİ NAZIM’I İSTİYORLAR
Yeni değil, geçmişte de burjuvazi Nazım Hikmet’in politik kimliği ile sanatçı yönünü birbirinden ayırmış, şairliğinin düzeyi konusunda hakkı teslim edilmişti. Yılmaz Güney’e de aynı şey yapıldı ve bu sanatçılar politik kimliklerinden soyutlandığında sanatçı kimlikleri kabul edilebilir bir şey olarak ellerinde kaldı. Şimdi burjuvazinin, sistemine entegre etmek istediği Nazım da memleket ve manzara şiirleri yazan, Komünizm tutkusu görmezlikten gelinebilecek, ama onda tutku olarak sadece kadınlarla yaşadığı aşkların tanınabileceği bir sanatçı Nazım’dı. Nazım’ın evcilleştirilmesiyle yozlaştırılmak istenen ise, devrimci mücadelenin kendisiydi.
Nazım Hikmet bugün bir entegrasyon unsuru ve gerekçesi olarak kendisinde sanatsal bir deha keşfeden burjuvaziye, kendi politik geçmişindeki yalpalamalarla da malzeme sunuyordu. Ama elbette ki Nazım Hikmet’in siyasal olumsuzluklarını kişisel ayak sürçmeler olarak değil, bir dönem merkez komitesinde yer aldığı TKP’nin ideolojik formasyonunun bir doğal sonucu olarak değerlendirmek gerekiyor. Çünkü TKP’nin Kemalizm’de devrimci bir potansiyel olduğunu iddia eden ve burjuva devlet aygıtını olumlayan politikalarının ve buna uygun ideolojik formasyonunun yol açtığı bir başka sonuç iki önemli kadronun Vedat Nedim Tör ve Şevket Süreyya Aydemir’in ihanet çizgisine sürüklenmesiydi. TKP, kadrolarını Kemalist “kadro” hareketine kaptırmıştı. Bu iki “komünist”, burjuva devlet aygıtı içinde önemli mevkilere getirildiler, deney ve bilgilerini Kemalist iktidarın geleceği için seve seve hizmete sundular.
Kemalizm’e duyulan bu sıcak ilgi “donanma davası” adıyla tarihe geçen yargılanma sırasında Nazım Hikmet’in Mustafa Kemal’e yazdığı mektupta da kendisini gösterecektir. Bu mektupta “kör değilim ve senin yaptığın her ileri dev hamlesini anlayabilen bir kafam, yurdumu seven bir yüreğim var. Askeri, isyana teşvik etmedim. Yurdumun ve inkılâpçı senin karşında alnım açıktır… Bağışla beni. Seni bir an kendimle meşgul ettimse, alnıma vurulmak istenen bu inkılâp askerini isyana teşvik damgasının ancak senin ellerinle silinebileceğine inandığımdandır” demektedir. Nazım’ın politik hataları azımsanmayacak kadar çoktur. Onun siyasal geçmişi, burjuva devletle komünist düşünceler arasındaki savrulmalarla doludur.
Devlet de, bu savrulmalar sırasında Nazım’ın kendi kıyısına vurduğu her dönemde onu “kendisinin kılmak” için elini uzatmıştır. TKP Merkez Komitesi’nden uzaklaştırıldığı bir dönemde şiirlerinin plaklara okunup piyasaya sürülmesine ses çıkarılmaz.
Partiden atılmasında Şefik Hüsnü’yle arasındaki kişisel uyuşmazlıkların rol oynadığını düşündüğü için sık sık diğer partililer aracılığıyla görev talep eder, oysa yoldaşları ona şairlikle yetinmesini telkin eder. Hikmet Kıvılcımlı ona bir gün “Sen şairliğine devam et Nazım” diyecektir. “Şiirinde fazla saçmalamadığın sürece davaya yararlı olursun”. Bir başka sefer de “Sana söyleyebileceğim bir şey var. Genel olarak Komünizm senin can damarındır. Ondan koptuğun gün Babıâli kaldırımında sürüsüne bereket, her gün yüzü fışkırıp, yüzü silinen, ciğeri beş para etmez kelime hokkabazlarından biri olursun. Yani yok olursun. Benim kanaatim bu” diyecektir. TKP’nin tarihi birçok kez, kendi mensupları tarafından dedikoduyla yazılmıştır. Bu anılarda Nazım’la ilgili bölümler, yazarın Nazım’la ilişkisinin özelliğine göre değişir. Hikmet Kıvılcımlı onu sevmez; çünkü daha sonra tekrar TKP’de yer alan Nazım bu kez Kıvılcımlı’nın partiden atılmasında etkili olmuştu.
Nazım, her türlü kişisel ve ideolojik yalpalamalarına karşın kendisine öğütlendiği gibi Komünizmin onun can damarı olduğuna inandı. Cezaevinde geçirdiği süre içinde ve ondan sonra hep devrimci şiirler yazdı. Kendisini ezilenlerin kavgasının yanında ve içinde hissetti, bu yüzden daha sağlığından başlamak üzere adı çevresinde bir efsane oluşmaya başladı.
Çok az şair, yazdığı şiirlerle politik bir misyon üstlenebilmiştir; Nazım bu bakımdan bütün dünyada örnektir ve önemlidir.
Onun şiirleri pek çok devrimcinin ilk göz ağrısı olmuştur. İdam cezasıyla yargılandığı bir dava hakkındaki duyguları, karısına yazdığı bir mektupla dışarı ulaştığında, “Zavallı bir çingenenin / Kıllı, siyah bir örümceğe benzeyen eli / “Geçirecekse eğer / ipi boğazıma / Mavi gözlerimde korkuyu görmek için / Boşuna bakacaklar Nazım’a” dizelerindeki yüreklilik birçok genç insanı etkileyecekti. Bu genç insanlar, “Nazım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor” dizesindeki meydan okuyuşta kendi duygularını içselleştireceklerdi. Burjuva ideolojisinin kirlettiği kamuoyu düşüncesi Komünizmi bir onmaz hastalık, bir yüz kızartıcı suç gibi tanırken o göğsünü gere gere “sevdalınız komünisttir” diyecektir. Yine birçoğu, Karadeniz’de Boğaza doğru seyreden bir vapurun Varna’dan nasıl usulcacık okşanacağını, bu okşamanın nasıl el yakacağını onun dizelerinden tahayyül etmeye çalışacak ve estetik bir keyif yaşayacaktır. Ondaki yurtsama 68’in antiemperyalist içerikli eylemleri için de bir esin kaynağı olacak, o günkü ideolojik koşullar içinde yurttan kilometrelerce uzaktan yazdığı yurtsever şiirlerle bu duygulan besleyecektir.
Ve onun dizeleriyle kavga sözleri verilecektir. “Akın var güneşe akın / güneşi zapt edeceğiz / güneşin zaptı yakın” denilecektir. Dövüşerek ölenler güneşe gömülecekler ve geride kalanlar onların yokluğunu sancıyan bir kol gibi yanı başlarında duyarak ama “vaktimiz yok onların matemini tutmaya” diyerek yürüyeceklerdir, “yürünecek, hesabı sorulacaktır”.

* * *
Politikanın her zaman simgelere gereksinimi olmuştur, işçi sınıfı da kendi politik amaçlarına ulaşmak için verdiği mücadelede bu mücadeleyi destekleyecek, mücadeleye kitlelerden akacak seli hızlandıracak motiflere her zaman sahip oldu ve mevcut olanaklardan bu amaçla yararlandı, ya da bunları yarattı. Nazım, Komünizm övgüsü içeren ajitasyon yükü yoğun şiirleriyle devrimci politikanın vazgeçilmez simgelerinden biri oldu. Salt ajitasyon değeri bakımından değil, şiirlerinin yüklendiği estetik, elektrik bakımından da değerliydi. Türkçenin şiire sunduğu olanaklar Nazım’ın şiirlerinde bir kez daha kendi sınırlarını zorlamış ve Nazım’ın adıyla anılan bir ekol oluşmuştu. Ondan sonraki bütün şairler az çok Nazım’dan izler taşıyorlar, hepsi bir parça Nazım oluyorlardı.
Grev alanlarında, forumlarda, mitinglerde, işçi emekçi ya da öğrenci eylemlerinin her türünde okunan Nazım Hikmet şiirleri ortamdaki devrimci ısıyı biraz daha yükseltti, ajitasyonu güçlendirdi. Onun dizeleri eylem için gereken ataklığı harmanladı.
Nazım Hikmet şiirleri her devrimcinin başucu kitabı oldu. Duygulu bir şeyler dinlemek isteyen herkes onun sesine kulak verdi.
Şimdi burjuvazi, Nazım’ın albümünü geçmişinde bulunan yalpalama anlarını resmi kütüphanelerdeki tozlanmış arşiv dosyalarından bir bir toplayarak hazırlıyor. Daüssıla şiirleri milliyetçi vatanseverliğin ajitatif malzemesi haline getiriliyor. Kemal’e ve İnönü’ye yazdığı mektuplar vasıtasıyla onun devletle ilişkileri bir kez daha gün yüzüne çıkarılıyor. Nazım’ın devlete meydan okuyan şiirlerinin dişleri törpülenerek, uysal ve söz dinleyen bir evcil kedi haline getirilmek ve Komünizmin cephaneliğinde vazgeçilmez, etkili ve güçlü bir silah olan sözleri devletin yedeğine alınmak isteniyor. Bu ise, yeni dünya düzeninin ihtiyaçlarına uygun bir başka, ama bilinen bir sınıf savaşımı biçimidir.
Nazım devlete nedamet getirdiği anlarda zaten Nazım değildi ve o yönleriyle her zaman burjuvazinin olmuştu. Yine onlara kalsın. Ama onun “güneşi zapt edeceğiz” diye yükselen sesini, devrimin bu en önemli ajitasyon silahlarından birini düşmana kaptırmaya, bu konuda kimi cevvallerin sadece Nazım’ın kemiklerini Anadolu’ya taşımak için “alın sizin olsun” biçimindeki yaltaklanmalarına karşın, evet buna karşın, devrimcilerin hiç niyeti yoktur. Nazım’ın genel kişisel gelişim eğrisine bakılarak söylenebilir ki, bu çizginin hiç bir ucunda devlete kapıkulu olmaya övgüyü görmek mümkün değildir. Nazım’ı rehabilite etmeye çalışan burjuvazi, bu girişimiyle nasıl kendi sınıf çıkarlarına uygun bir tavır içine giriyorsa, karşı cephede bulunanlar açısından da Nazım’ın devrimci yanına sahip çıkmak ezilenlerin sınıf çıkarlarının gereğidir. Açıkçası, Nazım için açılan kampanya aracılığıyla yürütülen “barışçıl” savaş, bir sınıf savaşıdır ve bu savaşta ezilenler de kendi tarzlarında silahlanmaktadırlar.
Cephenin bu tarafında bulunanlar için Nazım Hikmet komünistliğe devam ediyor. Onun şiirleri bir yeni dünyanın muştusunu verdiği, devrimci politika, Nazım’da kendi ihtiyaçlarına uygun esin, malzeme ve materyal bulduğu Sürece de devam edecek.

* * *
Nazım’ın Anadolu’da bir köyde, mezarına dikilecek çınarın “uyarı”, ancak onun şiirlerindeki kavga çağrılarına ses verenlerin çoğalması durumunda oluşabileceği için hiç bir devrimci, devlet destekli ve teşvikli kredilere prim vermeyecek; mezar pazarlığına girmeyecek.
Sevdalımız “ayağının tırnağından saçının teline kadar” komünist olduğunu söylüyordu, bu yüzden şimdilik, bırakalım “acının alkışlarına 3 Haziran 63’ü”; o bize kalsın.

Haziran 1993

Devrimci yayın organlarına yazılan Haber ve yazılar üzerine düşünceler

“Sıkıcılık -diyor Kalinin- bir kitle gazetesi için en öldürücü olan şeydir. Marksizm ve işçi sınıfının çıkarları açısından doğru hazırlanmış bir yazı bile, eğer sıkıcı bir biçimde yazılmışsa okunmayacaktır.”

Özgürlük Dünyası’nın bundan önceki sayısında, benzer bir başlıkla, devrimci yayın organlarına haber ve yazı yazmanın önemi üzerine kısa notlar sıralanmıştı. Okur, yazının başlığının benzerlik taşıması nedeniyle, bu yazıyı geçen sayıdaki yazının devamı gibi algılayabilir. Bu yazı bundan önceki yazının doğrudan devamı olmayıp, onun tamamlayıcı, onu bütünleyen bir yazı. Çünkü o yazıda, “Neden yazmalı?” sorusuna, bu yazıda ise, “Nasıl yazmalı!” sorusuna yanıt olabilecek düşünceler sıralanıyor.
Tanınmış Alman şairi Brecht’in en güzel şiirlerinden birisi işçi sınıfının öz örgütüne ilişkin yazdıklarından biri olup, bir dizesi “Partinin milyonlarca gözü olduğunu” dile getirir. Binlerce göz ne yapar? Görür, algılar, anlatır, aktarır, haber eder, duyurur, yayar ve her şeyi mücadeleye katar, sunar. Binlerce göz binlerce muhabir demek, haber ve yazı yazan insan demektir.
Burjuva basınının en çok satan besleme yayınlarından birini ele alalım. Toplam kaç tane muhabiri olabilir? Beş yüz ya da bin varsayalım. Hepsi de sermayeye dayalı, her türlü donanıma ve olanaklara sahip.
Peki, bir devrimci yayın organının kaç tane muhabiri olabilir? Bunun hesabını her okur kendisi yapsın.
Bu yüzlerce muhabir ya da yazı yazanlar ne yazmalılar? Nasıl yazmalılar? Haber ve yazı yazanlar açısından yanıtlanması gereken önemli bir soru.
Devrimci ve komünist basın muhabirlerinin düzenli ve sistematik olarak yazmaları başlıca görevlerinden olup, yaşadıkları bölgeyi, çevreyi çok yönlü olarak, kitlelerin içinde bulunduğu psikolojik duruma varıncaya kadar yansıtmaları gerekir.
Devrimci yayın organlarına baktığımızda, muhabirlerin yazarken iki temel yazı türüne başvurduklarını görürüz. Bunların en başında gelen yazı türü haberdir. Yazı türü olarak haber, anlatılmak ve aktarılmak istenenleri çok yönlü, kapsamlı ve bütünlüklü olarak anlatmakta yetersiz kalacağından, başka yazı türlerine başvurmak gerekiyor. Bunlara da inceleme-araştırma niteliği taşıyan, analiz ve yorumlan içeren yazılar denebilir. Haberde amaç bellidir, bir olayı bildirmek. Olay kaba hatlarıyla, okuyucunun dikkatini çekecek bir biçimde ve yorum yapmadan dile getirilir. İnceleme, araştırma ve yorum içerikli yazılarda ise, yalnızca olay anlatmakla kalınmaz, analiz yapılır ve genelleştirilir. Haberde “Ne zaman, nerede ve nasıl oldu” sorularına yanıt aranırken; yazılarda, bunların yanı sıra, “Niçin oldu, olayın sonuçlan nelerdir, önemi nedir?” gibi sorulara da yanıt aranır. Analiz ve genelleme özellikleri taşımasına karşın haber-yorumlu bu yazıları bir makaleden ya da başyazıdan da ayırmak gerekiyor. Makalede örneğin, bir konu daha geniş çapta, ülke ya da dünya düzeyinde ele alınır ve olaylar teorik boyutuyla ve kanıtlayıcı bir amaçla ortaya konur. Oysa muhabirlerin yazdıkları yazılar daha dar bir alandaki gelişmeyi, güncel bir konuyu işlerler. Makalede yazılanlar somut olgu ve verilere dayandırılmak zorundadır. Okuyucuyu etkileyebilmek ve konuyu daha iyi ele alıp işleyebilmek için özel örneklere başvurulabilinir, fakat ayrıntılara girmeden genel hatlarıyla verilebilir. Tersi durumda makalenin temel konusundan uzaklaşılır ye okuyucunun dikkatini dağıtma tehlikesi ortaya çıkar. Eğer makale değil de yazı yazılacaksa okuyucuya daha canlı ve somut aktarabilmek için anlatılan olay ya da konuyla ilgili ayrıntılara (örneğin bir işyerinin durumu ile ilgili) girmek gerekir. İşyerleriyle ilgili bir yazı için kuşkusuz muhabirin orada çalışıyor olması ya da işyerini çok iyi bilen ve işyeriyle ilgili bilgi toplayan birisi olmalıdır. Muhabirlerin yazdığı bu yazılardaki kişisel gözlem ve deneyimler onu makaleden ayıran öteki özelliklerdendir. Amaç izlenimleri peş peşe sıralayıp, örneklere boğarak sunmak değil, bilgi ve verileri belli bir konu temelinde, bilinçlice bir hedefe yöneltmektir. Okuyucu o işyerindeki olayla ilgili olarak sonuçta kendisi bir yargıya varacaktır. Kısacası muhabirlerin yazdıkları yazılar, belli bir konuda, yaşamın küçük bir parçasını incelerler. Kitleler içinde gizli kalmış gerçeklerin bulunup ortaya çıkarılmasında, mücadele deneyimlerinin yaygınlaştırılmasında bu tür yazıların işlevi ve görevi daha önemlidir,’Bu tür yazıların başarısı, elbette onların doğrudan yaşamı yansıtmalarına ve somut yaşamdan olaylara dayanmalarına bağlıdır.

TEMEL YAZI TÜRÜNDEKİ YAZILARI BİRAZ İRDELEMEK GEREKİRSE…
Haber konusunu bir kenara bırakıp, yazılan yazıları biraz daha incelemek gerekirse iki grupta ele alınması gerektiği görülecektir. Birinci gruba girenler, bilgilendirme yazılan olup, herhangi bir konuda ya da olayla ilgili bilgi veren geniş kapsamlı bilgilendirme yazısı niteliğini taşır. Habere benzese de, ondan daha kapsamlı ve ayrıntılıdır. İşlevi, dikkatleri bir olguya çekmek, yeni bir olayla tanıştırmak, bir konuyu çeşitli açılardan aydınlatmak ve dikkatleri önemli bir noktaya çekmektir. Bilgilendirme ağır basmakla birlikte, yazıda analiz unsuru da olup, ana düşüncenin iyi açıklanmasına hizmet eder.
İkinci türdeki yazılar ise, analiz unsurunun ağırlıkta olduğu inceleme-araştırma türündeki yazılardır. Analiz, ele alınan olgunun neden ve sonuçlarının irdelenmesini zorunlu kılar. Olgular arasındaki neden-sonuç ilişkilerini açıklamak ve okuyucunun bir yargıya varmasına olanak sağlar. Olgu ne kadar ayrıntılı anlatılırsa anlatılsın, işlenmeden olduğu gibi, hammadde gibi veriliyorsa etki gücü az olacaktır. Oysa okuyucu bizden şu sorulan yanıtlamamızı istiyor: “Bunu neden anlattın? Amacın ne idi?” Yazarın, ona önemli yanını göstermesini bekler. Bir diğer nokta da, yalnızca olguyu anlatmak değil, onu analiz eden sözcüklerin bulunmasındaki önemi kavramak gerekiyor. Yoksa kalıplaşmış sözcüklere başvurmak, yüzlerce kez tekrarlanmış bir şeyi bir kez daha tekrarlamak kaçınılmazdır. Kalinin bu tür yazıları hiç bağışlamazdı. 1938 yılında bir grup Sovyet gazetecisinin önündeki bir konuşmasında şunları söylüyordu:    “Basmakalıp yazıyorsunuz… Açıkça konuşmak gerekirse, ben bu odanın dışına çıkmadan her bir alan üzerine sizin hazırladığınız türden muhabirlik yazıları yazabilirdim. ‘Nesnel koşullar olanak sağladı, ama insanlar bundan yararlanmadılar’, ‘Toplumsal çalışma kötü yürütülüyordu’ vb. Bunları okumayı sevmiyorum. Çünkü hiçbir şey vermiyorlar. Eğer şu yerde, şu zamanda traktörlerin kötü yapılması üzerine canlı bir muhabirlik yazısı yazacaksanız, onların niçin kötü yapıldığını yazınız… nedenleri sıralayınız, analiz yapınız. Öyle yazınız ki, bizzat kendinizin traktör başında bir hafta durduğunuz, yazıda hissedilsin. 0 zaman yazı canlı ve ilginç olacaktır.” Bu anlamda devrimci ve komünist muhabirler kendi haber ve yazılarında yeni bir şeyler verebilmelidir. Ucube, garabet, kimseye yararı olmayan buluşlar anlamında bir yenilik değil tabii. Partinin ileri sürdüğü belge ve görüşlerin açıklanması, bunların daha da geliştirilmesi anlamında bir yenilik. Muhabir, yeni yaklaşımlar, yeni veri ve örnekler bulabildiğinde başarılı olabilecektir.

BİR YAZIYI HAZIRLARKEN…
Elbette iyi yazı yazmakla ilgili hazır reçeteler sunmak olanaksızdır. Kaldı ki böylesi bir durumda bile, yazar ya da muhabir birikimini, deneyimini, yaşantısını ve yeteneğini harmanlayıp yaratıcı bir tarzda üretmeye yöneltebildiği oranda konu sıkıntısı diye bir sorun olmayacaktır. Ne hakkında ya da hangi konuda yazmalı, diye düşünen muhabirlerin bulunduğu ortam ve koşullar, yöresi, çevresi sınırsız yazma konusu sunacaktır. Daha somut bir deyişle, Kalinin’in köylü muhabirlere yönelik söyledikleri, sanırız, devrimci muhabirlere de yol gösterici olacaktır: “Köylü gazetesinin en temel görevlerinden biri, köyün yaşamını, yapısını, günlük durumunu yansıtmak, köylünün neyle uğraştığını, ilgilendiğini, onun dış olgulara karşı nasıl bir tepkide bulunduğunu göstermektir. Bu işi köylünün kendisinden başka kim daha iyi becerebilir ki?”
O nedenle yazı ya da haber yazanlar, konularını masa başında değil, içinde bulunduğu çevrede, kitlelerin içinde aramalıdır. Çünkü görev, çevreyi gözlemlemek, çok yönlü incelemek, analiz edip okuyucuya sunmaktır. Sosyalist Arnavutluk döneminde yayınlanan ünlü gülmece dergisi Hosteni yazı kurulunda çalışanların sık sık Tiran’dan ayrılıp işçi sınıfının içine, halkın arasına ve yaşantısına karışmaları adeta bir zorunluluktu. Yazı kurulu üyeleri bilgi ve belge toplamak için değil sadece, halktan öğrenmek için de gece gündüz yollardaydılar. En sıradan insanların duygulan, görüş ve önerileri derlenip toparlanmalı ve sonra da elementleri altına dönüştüren bir alşimist (simyacı) ustalığı ve sabrıyla istenmelidir. Kitlelerin içinde olan muhabirler için konu sıkıntısı diye bir sorun olamaz. Asıl sorun, gözlemlenen gelişmeler içinde temel ve belirleyici olanı seçebilmek ve bu beceriyi gösterebilmektir. Yaygın bir deyimle, “Günceli yakalamak, toplumun nabzını elde tutabilmek, can alıcı bir soruna dikkat ve ilgi çekebilmek” gerekir. Kalinin’in deyişiyle, “Toplumun o anda gerili olan teline vurmak” gerekiyor. Bu nedenle konu belirlemede zamanın önemli rolü vardır. Konu belirlendikten sonra, yazıyı hazırlayanın inceleme nesnelerini ve somut bilgileri toplaması gerekiyor. Yeterli bilgi var mı, belgeler araştırılmalı. Yazı somut bilgilere ve verilere dayanırsa değer taşır. Yazıdan önceki araştırma önemlidir. Çünkü devrimci muhabirlerin amacı yazı yazmak değil, yazdıklarıyla insanları etkileyebilmektir. Etkilemek ise, inandırıcılıkla olabilir, Bu yüzden çok yönlü araştırma ve inceleme önemlidir.
Yazılarda düşülen hatalardan birisi, küçük bir yöreyle ilgili yazılacak bir yazının ancak beşte birinin bu yöreye ayrılması ve geriye kalanın ise bilinen genel konuların tekrar edilmesi. Ya da daha önceden yazılmış haberlere bakarak, bazı bilgilerin değiştirilmesiyle kolaycı ve taklitçi anlayışla yazılması. Yazıyı yazan basmakalıp sözlere takılmamak, doğrudan soruna yönelmeli, ele alınan somut birim ya da konuyla ilgili olarak, Kalinin’in deyişi ile “yaşamın her parçacığının” gösterilmesi gerekir. Bir başka hata ise, yazıda birkaç sorunun bir arada ele alınması ve bunun sonucunda da yazının veriminin düşürülmesi. Yazının ana düşüncesini iyi belirlemek gerekli ve incelenecek temel sorun tam seçilmeli. Yine Kalinin’e kulak verelim: “Sorunu her yönüyle aydınlatmak gerekiyor, ancak yazıda temel bir düşünce verilmelidir. En zoru, hangi temel düşüncenin verilmesini belirlemektir.  Yazının bir değer taşıması, onda belirli bir düşüncenin olması için konuyu dağıtmamak, tek bir hedefe vurmaksınız. O zaman yazınız arşivlere kaldırılmayacak, bir yarar getirecektir. Örneğin bir yerlerde insanların kötü çalıştığını gördünüz, örnek çok, ama siz bunlardan kendi düşünceniz için en uygun olanı seçersiniz. Önce düşünceyi buldunuz, ne üzerine yazacağınıza karar verdiniz, yazının ana hatlarını belirlediniz. Bunun için elinizdeki parlak örneklerle düşüncenizi desteklemelisiniz… Yazıyı örneklerle tıka basa doldurmaya da gerek yok.” Muhabir sıradan insanların göremediklerini görebilmeli, fark edilmeyenleri bulup çıkarabilmeli ve en önemlisi de, konuya yeni bir yaklaşım getirebilmeli, yaratıcı olmalıdır. Çünkü sadece durumun anlatılması yetmez, bunu zaten herkes biliyor. Kalinin’in deyişi ile. “çıplak gerçeğin yalnızca resminin çizilmesi bir şey vermemektedir.” Bugün işsizliğin ve hayat pahalılığının arttığını sadece devrimciler değil, herkes söylüyor. “Emekçiler yaşamlarından hoşnut değiller” gibi genel sözlerden çok, bunun neden böyle olduğu ortaya konmalıdır. Eğer yazıyı hazırlayanın gözlemi zayıf, elindeki bilgiler, örnekler ve bunun sonucunda da kendi düşüncesi yetersizse, o zaman muhabir hemen kolaya kaçıveriyor ve kestirmeden, “emekçi halk azgınca sömürülüyor, işsizliğin ve pahalılığın kaynağı da kapitalist düzendir” türünden ezbere sözlerle işini bitiriyor. Oysa araştırma, düşünme olmadan, hele hele emek harcamadan yaratıcı olunamaz: Basmakalıp ve ezbere sözler konusuna ilişkin birkaç söz daha söylemekte yarar var. Muhabirlik keyifli, heyecanlı ve zevkli bir çalışma, fakat genel sözlerin peş peşe sıralanması değildir. Böylesi durumlarda, yapılan iş devrimci söz kalıplarının her yazıda değişik bir biçimde yan yana dizilmesinden öteye geçilmez. Bu da devrimci ve komünist basının tekdüzeleşmesine (monotonlaşmasına), canlılığını yitirmesine, somut yaşamdan kopmasına yol açar. “Canlı olan somut olandır, somut ise yalnızca yaşamdan alınır.” Faşist diktatörlük eziyor, emekçi halk sömürülüyor, devlet terör estiriyor vb. genel sözlerle yazılan birçok yazıyı düşünelim. Bunlar somuta dayanmamakta, nerede ne yapılıyor, nasıl yapılıyor, niçin yapılıyor sorulan yanıtsız kalmaktadır. Yazıyı yazan, olaya hemen kendi yargısını ya da kendi notunu vermede acele etmemeli, önce durumu tüm yanlarıyla ortaya koymalı. Olgular öyle yan yana getirilerek dizilmeli, yapılan genellemeler öyle somuta indirgenmeli ki, okuyucu vermek istediğimiz mesajı -biz damgamızı vurmadan da- anlayabilsin. Yazar ya da muhabir arkadaşların kafalarında dâhice düşünceler olabilir. Ama sorun bunu bir biçime sokabilmektir. Bütün iş okuyucunun anlayabileceği biçimde yazabilmektir. Bir kez daha vurgulamakta yarar var. Kulaklara küpe olması gerekir: Yazı yazanlar kalıplaşmış ve ezbere sözlerin peşine takılmamak. Yazarın, her yazı yazanın, kendine özgü bir dili, kendi stili olmalıdır. Anlatım hatalı olabilir, ama taklitçilik hatalardan kaçınma yolu olarak seçilemez. Çünkü taklitçilik yaratıcılığın baş düşmanıdır. Yaratıcılığı öldürür, yok eder. O yüzden, düşünen, gelişmelere kendi yargısını ve notunu veren bir yazar düşüncelerini dile getirmede de en uygun sözcükleri seçmeyi, kendine özgü kendi dilini eğitmeyi öğrenecektir. Bu, sadece yazı konusunda değil, örneğin müzik konusunda da böyledir. Yeni ortaya çıkan bir müzik topluluğu ya da müzik yapımcısı da -son dönemlerde yorumculuğa özenen ve öykünen bir dizi grubun durumunu göz önüne alırsak- kendi stilini kendine özgü söyleyiş biçimini yaratmalıdır, taklit etmemelidir. Parlak laflarla, güzel konuşan ama kendine ait bir düşüncesi olmayan ya da az olan -özellikle kültür ve sanatla uğraşanlar açısından- bir insan ne kendini yeterince eğitebilecek ne de ezber ve hazırlop kalıplardan kendisini kurtarıp, kendi anlatım kalıplarını yaratabilecektir. Şimdiye kadar söylenenlerden sakın şöyle bir şey anlaşılmasın: Devrimci ve komünist yayın organları için önemli olan içerik değil, biçimdir. Hayır! Kuşkusuz birinci derecede gelen yazının içeriğidir. Ama bu gerçek, biçimin göz ardı edilmesi anlamına gelmemeli asla. Eğer kitleleri, okuyucuları etkilemek istiyorsak, biçime de önem vermek gerekiyor. “Sıkıcılık -diyor Kalinin- bir kitle gazetesi için en öldürücü olan şeydir. Marksizm ve işçi sınıfının çıkarları açısından doğru hazırlanmış bir yazı bile, eğer sıkıcı yazılmışsa okunmayacaktır.” Hedef yazıyı canlı bir biçime sokabilmektir. Bu canlılık da kullanılan dilde, alışılmış ve basmakalıp yaklaşımlardan uzaklaşıp yeni anlatım biçimlerine yönelmekle, yaşamdan örneklerle ve verilerle anlatmakla olur. “Yaşam ise en iyi biçimde insanlarda gözükür. Bu yüzden, ben ormanı, köyü, ev eşyasını yazıyorsam -diyor Kalinin- tüm bunlar yazılacaksa buraya bir insan koy, eylemde o bulunsun, o düşünsün, o yapsın, o hissetsin. İnsan yaşamının yalnız maddi yanı değil, psikolojik yönü de gösterilmelidir. Örneğin romanı ele alın. Onda psikolojik, ruhsal heyecanlar az ise, roman bir etki bırakmamaktadır. Oysa roman iyi de yazılmış ama yine de onda bir şeyler yetersiz. İşte bu yüzden buna göre insanın psikolojik yanını, onun iç çatışmalarım, düşünce biçimlerini göstermek mutlaka gereklidir.”
Kısacası muhabirlik ya da yazı yazmak, ciddiye alınması gerekli, zor ve biraz da uzmanlıkla ilgili bir iş. Yazıda insanı ele almak, somut ve canlı yazmak, yaşamı analiz etmek, incelemek, kendine özgü anlatım ve stil, yeni yaklaşımlar yaratmak ve yaratıcı olmak… Elbette tüm bunların üstesinden gelmek, dört dörtlük olmak hemen herkesten beklenecek bir iş değil. Ama basmakalıp, çalakalem yazmayıp; düzenli, inatçı ve sabırlı çalışmak herkesten beklenebilmeli. Değil yazmaya başlamadan, daha bu yazıyı okurken “havlu atan” okuyucuları son bir kez daha Kalinin’le baş başa bırakıyoruz:
Kalinin bu konuda dünya edebiyat ustalarından Balzac ve Tolstoy’u örnek veriyor: “Fransız yazar Balzac tanınmış bir yazar olmadan önce yayınevi sahiplerince değersiz bulunan, işe yaramaz yüzlerce ve binlerce sayfa karalamıştır. Size güzel sanatlar müzesine gitmenizi salık veririm. Orada Tolstoy sergisi bulunmakta. Bu sergide Tolstoy’un nasıl yazdığını görebilirsiniz. Tolstoy’un baştan yazdığı sayfaya bakınız, sonra bir de aynı sayfanın temize çekilmiş halini okuyunuz. Siz aynı sayfanın farklı yazılmış 15-20 biçimini göreceksiniz ve baştan yazılan tek bir sözcüğe bile bunlarda rastlamayacaksınız. İşte yazı ustaları böyle yazıyorlardı. Şimdi onları okuduğumuzda, her şey ne kadar da kolay yazılmış gibimize geliyor. Ama böyle ‘kolay’ yazabilmek ü;in çok çalışmak gerekiyor. “
“Bu benim harcım değil, bende zaten yetenek yok” deyip baştan pes diyenlere birkaç söz daha söylemek gerekiyor. Hiçbir yetenek, emek harcamadan geliştirilemez. Emek harcamadan, ısrarlı ve inatçı olmadan hiçbir çalışmadan başarı sağlanamaz. Şiirinin bir yerine uymadığı için “eski” şairlerimizden birinin kalemini tam yirmi dört kez açmak zorunda kaldığı -şair ve yazarların çalışması ve çabası için- örnek verilir hep. Tek bir sözcüğü bir türlü hoşuna gidecek bir şekilde uygunca yerleştiremediği için… Adı değil, çabası önemli (şairimizin).
Yazı iyi olmadığı için umutsuzluğa düşmemek gerekir hemen. Yeniden ve yeniden yazmaya hazır olmaktır önemli olan. Yazıyı bitince hemen olmasa da, birkaç gün aradan sonra birkaç kez okumak, gereksiz sözcükleri atmak, yerlerine uygun olanları bulmak, anlaşılmayanları değiştirmek, anlaşılır hale getirmek. Kısacası emek harcamak gereklidir.

Haziran 1993

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑