Şubat, parti ayıdır. Bir doğum-günü şenliğidir, o zamandan bu güne Şubat, heyecan ve coşku içerir. Şubat yaklaşırken, benim için anlamlı bir okur topluluğu olan derginiz aracılığıyla anılarımı paylaşmak istedim. Mektubum aynı zamanda yalnız adı geçenleri değil, tüm yoldaşlarımı selamlamayı amaçlamaktadır.
Partinin kuruluşunu askeri cezaevinin dehşetli baskı koşulları altında öğrendik. İçeri gazete alınmıyordu. Dünya ile tek ilişki, ziyaret sırasında gardiyanların dikkatleri arasından süzülüp çekilen bir kaç kaçamak sözcük ve dışarıdakilerin eşyaları sardığı, ambalaj kâğıdı yerine kullanılan gazetelerdi.
Bilinçli mi yoksa tesadüfen mi kullanıldığını hiçbir zaman öğrenemediğimiz bir pantolon ambalajı, 2 Şubat’ın deklarasyonunu ulaştırdı bize. Hürriyet gazetesinin devam sayfası, sanki bizim için özel olarak uzun uzun haberi veriyordu:
“… Kayseri’de dağıtılan bildirilerde TDKP’nin kurulduğu ilan edildi… Halka, parti etrafında toplanılması çağrısı yapılan bildirilerde ‘Kürt, Türk ve diğer milliyetlerden halkımıza’ ibaresi yer aldı…”
Kayseri’de dağıtılan bildiriler Hürriyet’e haber olmuş, haber olmakla kalmamış, neredeyse tamamı yayınlanmıştı. Ne o bildirileri dağıtanlar, ne o haberi yazan muhabirler, günlerce sonra, bir başka şehirdeki o cezaevi koğuşunda, 15-20 kişiyi nasıl bir coşkuya boğduklarını elbette bilemezlerdi.
Haberi ilk ben görmüştüm. Arkadaşları toplayıp haberi kısaca özetledim. Hemen yorumlar ve sorular başladı: “Kayseri’de mi kurulmuş?”, “Kongre tarihi yazılı mı?”, …”2 Şubat”… Bu son sözleri söyleyen Tekel işçisi Ramazan ağabeydi. O an kafamda tek şey belirdi: Ramazan ağabey partili! Öyle ya, kuruluş tarihini gazetede okumadan söyleyivermesi ancak onun partili olmasının göstergesi olabilirdi, yoksa nasıl bilebilirdi? 17-18 yaşında bir genç komünist olarak, Ramazan ağabey uzun süre kafamda partiyi temsil etti.
12 yıllık Tekel işçisiydi. Yıllardır tütün balyası taşımaktan kolları ve vücudu olağanüstü gelişmiş, biçimsiz bir hal almıştı. Şehre çok yakın bir ilçede oturuyor, fabrikadan çıkınca bahçesinde çalışıyordu. İlkokulda okuyan iki kız çocuğu vardı. Ziyaretlerde gördüğüm ve “bizim Köroğlu” dediği eşi, kendisine yakıştıramadığım kadar güzeldi. Bütün bir ziyaret boyunca ısrarla ve gülümseyerek, o camın ardından Ramazan ağabeyin gözlerinin içine bakardı. O bakışları görünce Ramazan ağabeyin “yandığım tek şey bizim köroğluna okuma-yazmayı bir türlü öğretemedim” derken doğru söylemediğine inanmıştım.
Yan yana iki ranzada aylarca yattık. Aramızdaki yaş farkına rağmen çok güzel bir arkadaşlık yaşadık. Her akşam ‘yat’ saatinde başlayan özel sohbetimiz saatler sürerdi. Daha doğrusu o anlatırdı, ben dinlerdim.
Toprağı ve fabrikayı çok iyi biliyordu. İlçesini bir kez gördüğüm halde kısa sürede her şeyini öğrenmiştim. Adeta bir ziraat mühendisiydi. Ekip-diktiği bitkiler, bakımları hakkında her şeyi biliyor, neyi ne zaman nasıl yapmak gerektiğini, mahsulün korunması, ekime hazırlanma, tohumlar, tarım araçları konusunda her şeyi büyük bir ciddiyetle anlatıyordu. Çalıştığı fabrikayı da avucumun içi gibi öğrenmiştim. İş nasıl yapılır? Tütün ne zaman gelir, nasıl kırılır? Sigara kâğıdı nereden gelir, tütün kâğıda nasıl yerleştirilir, filtre içimi nasıl etkiler, böcek öldürücüler tütünü ve insan sağlığını nasıl etkiler?
Sözü döndürüp dolaştırıp bana getirirdi sonunda. Tecrübemi, bilgimi, eksikliklerimi beni konuşturarak ortaya çıkarır, sonra sözü tekrar alır ve yumuşak bir dille eleştirmeye başlardı. Gençlik hareketinin özel bir alanında çalışıyordum. Gençliğin, hele hele öğrenci gençliğin hareketi ve onun sorunlarına karşı bunca ilgili, ötesi de var, bunca bilgili olması gerçekten çok şaşırtıcıydı. Bir kere yaş ve yaşayış olarak öğrenci gençliğin mücadelesine çok uzaktı. Buna rağmen gençliğin mücadelesine ve sorunlarına çok yakındı. İtiraf etmeliyim ki dışarıdayken içinde bulunduğum organın zaaflarını ilk kez orada, o koğuşta gerçekten anladım. Aktardığım ilişkilerde yanlış bulduğu noktaları, kendi fabrikası, mahallesindeki komşu ilişkileri veya hayatının herhangi bir kesitinden benzer örnekler çıkararak öyküleştirir, yaşanmış örnekler olarak aktarır, sonuçlarını yorumlardı. O bunları yaparken ben heyecanlanırdım. Çünkü kafamdaki şablon bozulur, yerini tamamıyla yeni bir anlayışa bırakırdı.
Bütün hapishane yaşantımız boyunca ağzından ‘kitabi’ tek bir cümle duymadım. Aylar süren sohbetlerimiz, mücadeleye, hayata ilişkin konuşmalarımız hep kendi yaşantımızdan oldu. Örnekleri ne Rus devriminden, ne de ustaların sözlerinden verdi. Burada ne teoriyi küçümsemek amacındayım, ne de Ramazan ağabeyin teorik seviyesinin düşüklüğüne dikkat çekmek istiyorum. Bu tamamen yanlış olur. O bunu bilerek yapıyordu. Koğuşun, buradaki devrimcilerin bilgi ve bilinç düzeylerini göz önüne aldığı için ‘kitabi’ olmaktan özellikle kaçınıyordu. Bundan eminim. Çünkü o zamanlar devrimci komünistlerin esas tartışma konularından biri olan Üç Dünya Teorisi üzerine sohbetler ve koğuşta kendi aramızda yaptığımız bilgi yarışmaları, Ramazan ağabeyin teorik seviyesini kanıtlıyordu.
Yalnız bana karşı değil, koğuştaki herkese karşı öğreticiydi, sorun çözücüydü. O yalnızca yaşıyla değil, her haliyle herkesin saygısını kazanmıştı.
Aslında herkesten çok sorunu vardı. Sözgelimi koğuşta o ve onunla birlikte gelen iki işçiden başka kimsenin aile geçindirme sorunu yoktu. İçeri düşünce iki çocuk ve eşi ortada kalmıştı. Üstelik çocukların okulu ve küçük bir ilçede oturuyor olmaktan ileri gelen çevre dedikoduları, ilçede hakkında çıkacak olumsuz söylentiler söz konusuydu. Bütün bunlara göğüs gerdi. Ayrıca bizimle ve birlikte geldiği iki işçiyle uğraştı.
Ramazan ağabey, fabrikasındaki iki işçiyi daha ikna etmiş, şehirdeki yasadışı bir gösteriye getirmişti. Hep birlikte yakalanmışlar. İki işçi fabrikanın ‘iyi’ unsurlarıymış. İşçiler poliste, ‘Bizi Ramazan getirdi’ demişler. Bunlardan özellikle biri sık sık ağlar, çocuğunu özlediğini söylerdi. Bu güne kadar karakola adres sormaya bile gitmemiş. Başlarda Ramazan ağabeye, ‘Başlarını yakan kötü arkadaş’ gözüyle bakmış, uzun süre konuşmamıştı. Diğeri daha soğukkanlı ve durumu iyiydi. Onun da başına ilk kez geliyordu böyle bir şey.
Ama olmuştu bir kere. Mutlu değildi ama kahretmiyordu da. Bazen diğerinin etkisinde kaldığı oluyordu.
Ramazan ağabey tutukluluk süreleri boyunca iki ‘cürümüyle’ özellikle ilgilendi. Onların kendi ismini polise vermelerini sorun etmedi hiçbir zaman. Büyük bir sabır gösterdi. Sık sık kaprisleriyle karşılaştı. Sürekli konuştu onlarla. Sevinçle ifade etmeliyim ki, tahliye olduklarında her ikisi de baştaki gibi düşünmüyorlardı. Gösteriye ‘kandırılma’ sonucu değil, kendi iradeleri ile faşizme karşı nefretlerinin bir ifadesi olarak katıldıklarına inanıyorlardı. Cezaevinden üçü birlikte eski sevgili dostlar, yoldaşlar olarak çıktılar. Onları ve hepimizi eğitti.
Ramazan ağabey kişiliğiyle, bilgisiyle (ki o zamanlar hem fabrikada balya taşıyarak, sonra da toprakla uğraşarak bunca bilgiyi ne zaman ve nasıl edindiği aklımın almadığı bir durumdu) davranışlarıyla örnek bir komünist olarak kaldı hafızamda.
Tanıdığım partili yoldaşlarda gözlediğim ortak bir özelliği belirtmeden geçemeyeceğim. İtiraf etmeliyim ki, hareketimiz içerisinde bu özelliği partili yoldaşlar dışında ya hiç kimsede görmedim, ya da pek az kişide gördüm. Ama asıl yoldaşlarda gördüm. Bu özellik: Siyasal ve kişisel olgunluk, çalışma alanına hâkimiyet, alanın sorunlarının bilgisine sahip olma ve onu doğru biçimde değerlendirebilme yeteneğidir.
İlk anda bunların birbiriyle ilişkisiz, birbirinden bağımsız olgular olduğu düşünülebilir. Hayır. Bunlar arasında çok sıkı bir ilişki var. Siyasal ve kişisel olgunluk, bilgiyi doğru değerlendirme, doğru yorumlamayla çok yakından ilgilidir. Alan çalışmasının başarısı, o alandaki partizanların siyasal ve kişisel özellikleri ile yakından ilgilidir.
Yaşadığım şu örnek bunun en güzel göstergesidir: İki yıl kadar önce ‘bizden’ olduğu konusunda yakın çevremizde epey laf dolaşan bir sendikacının durumunu Şeref yoldaşla konuşuyorduk. Çeperimizde sendikacı hakkında epey iyi şeyler söyleniyor. Bilgiyi yoldaşa aktardım. Şeref yoldaş gülümsedi, tanıyordu onu, “Doğru, bizdendir. Ama sendika ağası, bizim de en az bir sendika ağamız var artık!” İşçi, hele sendikacı ‘bizden’ olunca akan sular duruyor. Kimsenin gözü başka bir şey görmüyor. Kimse o sendikacı hakkında böyle bir yorum yapmamıştı, o ana kadar. Şeref yoldaş, esprili bir dille ve tek cümleyle bir tablo çizmişti. Yaklaşımı hiçbir tereddüt ve tartışma götürmeyecek kadar açıktı. Birincisi, ‘sendika ağası’ sıfatıyla ve alaya almasıyla sendikacının konumunun partinin bilgisi dâhilinde olduğu ve çok ciddiye alınmadığını ifade etmiş oluyordu. İkincisi ‘bizim de bir sendika ağamız var artık’ diyerek biraz da ‘kendimizle’ dalga geçiyordu! E, hep revizyonistlerin, reformistlerin sendika ağası olacak değil ya!
İşte bu örnek Şeref yoldaşın hem kişisel, hem siyasal olgunluğunun göstergesidir. Bu olgunluk ona doğru değerlendirmeler yapmasının da yolunu açıyor. Ne çeperimiz gibi eleştirisiz kalıp ‘sendikacı’ diye adamın zaaflarını görmezlikten geliyor, ne de ‘sendika ağası’ deyip elinin tersiyle bir kenara itiyor.
Bu değerlendirme, partinin sendika(cı) konusunda hedefli bir plana sahip olduğunun göstergesidir. Bu plan, yoldaşın kafasında herhangi bir soru işaretine yol açmayacak kadar nettir. Netlik, rahatlık sağlıyor. Yoldaşın esprili ve alaycı yaklaşımı bu rahatlığın sonucudur. Netliğin sağladığı rahatlık kendine güvenin de ifadesidir. Netlik, rahatlık, kendine güven: İşte insana kendisiyle bile alay edebilme cesaretini verebilen erdem!
Tersi durumun sekterizm olduğunu söyleyebiliriz. Siyasal ve kişisel sığlık, alana hâkim olamama, bilgisini değerlendirememe, siyasal facialara varıncaya kadar pek çok skandalın konusu olabiliyor. Böyle durumlarda içimizde kalmaması gereken unsurların baş tacı edilmesi, kazanılmaması için ciddi bir neden olmayanların da dışlanması yaşanmış örnekler olarak karşımızda duruyor.
Şubat 1993