“İncirlikteki Çekiç Güç bostan korkuluğu değil. Ona müsaade ettiğimiz yerde onun neyi yapması lazım geldiğini biliyorsunuz. Müsaade etliğiniz yerde (bu 1991 senesinin ocak ayıdır) neticelerine katlanacaksınız. Ama suya sabuna dokunmasın orada otursun. Orada görevi yoksa niye otursun? Orada bir görevi var. O görevi de daha önce kabul etmişsiniz.” (Türkiye Başbakanı Demirel, 19 Ocak tarihli gazetelerden).
Başbakan Demirel bu sözleri, İncirlik’ten kalkan, Türkiye’de üslenmiş Çekiç Güç filolarından, Amerikan uçaklarının Irak’a saldırısı ve bir Irak uçağını düşürerek füze bataryalarını da bombalaması sonrasında söylüyor. Yanıtladığı soru, “Biz, Türkiye olarak İncirlik’ten dolayı işin içine iyice girmiş olmuyor muyuz?”dur.
Daha çarpıcı olan ise, Türkiye’de üslenmiş Çekiç Güç’ün faaliyetlerinin hiçbir şekilde Türkiye’nin, Türk hükümetinin iznine bağlı olmadığının açıkça kabul edilmesi ve üstelik hükümetin tutumunun bu “izne bağlı olmayış”, ile açıklanmasıdır:
“Bunlar aslında Çekiç Güç’ün fonksiyonu içinde olan şeyler. Müsaadeye tabi şeyler değil.” (Demirel)
Bu, bir ülke yetkilisinin kendi ülke toprakları üzerinde egemen olmadığının, Türkiye’nin en azından kendi topraklarından bir kısmı üzerinde hak sahibi bulunmadığının, açık olarak ikrarıdır. Türkiye topraklarının Türk yetkililerinin bilgisi ve onayı olmadan bir başka ülkenin silahlı kuvvetlerince, Amerikan askeri kuvvetlerince doğrudan kendi istek ve çıkarları doğrultusunda saldırgan amaçlar için kullanılabileceği ve kullanıldığı anlamına geliyor bütün bunlar. Türkiye hiç bilgisi ve hatta ilgisi olmadan Amerikan ve İngiliz emperyalistlerinin savaşçı politikaları doğrultusunda, onların savaş arabalarına bağlanabilecek ve bir savaşa sürüklenebilecektir. Bu, Türkiye’nin icracı en üst yetkilisi tarafından kabullenilmektedir. Bu, sömürgeliğin kabullenilişidir.
Başta Amerikan emperyalistleri Irak’ın Kuveyt’i işgaline yeşil ışık yakarak, Ortadoğu’da askeri güç bulundurmalarının “ikna edici” ortamını hazırlamaya yönelik bir politika izlemişler ve Irak’ın Kuveyt’i ilhak etmesini ona saldırılarının gerekçesi olarak kullanmışlardı. Yerine bir uşak alternatif oluşturulamayınca Saddam “mecburen” yerinde bırakılmış, ama Irak’ın 36. paralelin kuzeyi ve 32. paralelin güneyine ilişkin hükümranlık hakları yok sayılarak Irak Hilen Orta Irak’a küçültülmüştü. Onur kırıcı koşullar dikte ettirildi Irak’a. Her şeyi denetimden geçirilecekti, kendi topraklarını kendi isteğince kullanamayacaktı. Ama bu onur kırıcı koşullar yalnızca Irak’a dikte ettirilmedi. Suudi Arabistan da aynı durumdaydı. Ve Türkiye de. Amerikan silahlı kuvvetleri çeşitli isimlerle ve doğal ki, belirli uluslararası anlaşmalarla bu iki ülkeye yerleşmişti. Yalnız yerleştikleri bölgelerde kendi bildiklerince davranmayacaklar, üslerinden Irak’a yönelik faaliyetlerinde de tamamen özgür olacaklardı. Her iki ülkenin de, topraklarında üslenmiş yabancı silahlı kuvvetler ve askeri faaliyetleri üzerinde hiçbir denetim ve söz hakları bulunmuyordu. Amerikan emperyalistleri ve koalisyon ortakları yalnız düşman olarak Irak’a değil, dost olarak Suudi Arabistan ve Türkiye’ye de kendi koşullarını dikte ettirmiş, kendi savaşını yürütmek için Ortadoğu topraklarında kimseye hesap vermeden cirit atmaya başlamıştı. Ve Türkiye ile Suudi Arabistan durumu “anlayışla” karşılıyorlardı.
Irak’a, son Amerikan-İngiliz saldırısı başlayınca, Irak’ın misilleme ihtimalini dikkate alan Amerikan komutanı Suudi kralını uyarmıştı: “Sığınağa in!” ve kral bu emri tutarak yeraltına inmişti. Çoktan sürüngenliği kabul etmişti. “Çok şükür”, Türkiye’de yetkililerimiz yeraltına inmediler. O yönde bir emir gelmemişti Amerikalı komutanlardan. Ancak sürüngenlik Türkiye’de de yerleşik haldeydi.
Türkiye’nin başlarda ardına sığındığı gerekçe “uluslararası hukuk kuralları”, “Birleşmiş Milletler kararları” olmuştu. Körfez savaşı sırasında da Türkiye davranışlarını bunlarla izah etti. Birleşmiş Milletler, yeni bir Cemiyet-i Akvam olarak tümüyle Batılı büyük devletlerin, en başta Amerikan emperyalistlerinin bir kuruluşuydu, onların politikalarının kamufle aracı olan bir emperyalist kuruluştu; ama, yine de patronların kullandıkları çeşitli ülkelere kendi konum ve politikalarını legalize edecek, “meşru” kılacak bir görüntü sağlıyordu. Oysa Irak’a yönelik son saldırıda ne BM kararları vardı ne de bir başka uluslararası hukuk normu geçerliydi. Hatta durumun legalize edilmesi ve meşru gösterilmesiyle görevli burjuva medya, savaşı, “Başkanlığının son günlerindeki ihtiyar Bush’un kindarlığı” ile açıklama zorunluluğuna bile itiliyordu. Sığınılacak gerekçe yoktu çünkü. 36. ve 32. paralel yasaklarını BM değil, Amerikan-İngiliz-Fransız koalisyonu koymuştu. Üstelik Irak uçağının düşürülmesi ve Irak’ın bombalanması şeklinde gelişen son saldırıya şimdi Fransa da muhalifti. Saldırgan ikiye inmişti: ABD ve Birleşik Krallık. Ve Amerikalılar savaş arabalarına bağlayacak Türkiye gibi ülkeler buluyorlardı. Çekiç Güç anlaşması yapılmıştı, Türkiye gereğini yerine getiriyordu.
Saldırının hemen sonrasında, önce Hikmet Çetin, Türk Dışişleri Bakanı, “Bize başvuru olmadı, İncirlik’in kullanılmasına sıcak bakmıyoruz, izin vermedik” derken Demirel de sabah saatlerinde “İncirlik kullanılmadı” şeklinde demeç veriyordu. Aslında iş geçiştirilecekti, Irak uçağının İncirlik’ten kalkan uçaklarca düşürüldüğü boğuntuya getirilecekti; ama olmadı. Beyaz saray sözcüsü basın toplantısında olayı açıkladı ya da ağzından kaçırdı. Ve arkasından dehşetengiz Türk açıklamaları geldi: İncirlik için izne gerek yok!”
İncirlik’in kullanılması ve Çekiç Güç, başta Amerikalılar olmak üzere koalisyonla Türkiye arasındaki bir anlaşmaya bağlıydı. İncirlik’in kullanılması, ilk kez 1947’de yapılan ve sonra geliştirilen askeri işbirliği ve yardım anlaşmalarıyla olanaklı hale gelmişti. Çekiç Güç ise, bu anlaşmaların belirli somut bir hedefe, “Kuzey Irak’ın himayesi ve gözetimi” hedefine yönelik olarak özelleştirilmesiydi. Çekiç Güç’te Türkiye de asker bulunduruyor ve bu güç, Irak’ın ‘saldırı’ ihtimaline karşı bir ortak “savunma” gücü olarak önce Silopi sonra da İncirlik’te konuşlandırılıyordu. Nitekim Amerikan uçaklarının, Irak topraklarında Irak uçaklarını düşürür ve ateşlenmeyen Irak füze bataryalarını bombalarken “meşru müdafaa” durumunda olduklarında karar kılındı.
ÇEKİÇ GÜÇ, BURJUVAZİ GÖRÜNÜŞ VE ÖZ
‘İzne gerek yok’ diyerek, aslında kağıt üzerinde izne bağlı ama uygulamada hiçbir zaman izne bağlı olmayan, üstelik “izne bağlılığı’nın gerçekleştirilmesi ve denetlenmesi olanaksız yabancı askeri güçlerin ülkenin egemenlik ve hükümranlığını ayaklar altına alan varlığı ve konumlanışına onay veren Demirel, suçu Çekiç Güç anlaşmasına ve bu anlaşmayı yapanlara atma yoluna gidiyor. Aslında bu noktada haksız sayılmaz: Bu tür sömürge anlaşmaları bir kez yapılmaya görülsün. Kâğıt üzerinde “izin gerekli” diye yazsa da, gerçeklikte “izin” tartışması yapılmasına bile olanak olmayacaktır. Bu tür anlaşmalar “kurt-kuzu” anlaşmalarıdır. Genel olarak bir güç ilişkisini yansıtan ve güce dayanan anlaşmalar, “kurt-kuzu” ilişkisi söz konusu olduğunda, kuşkusuz kurtlar tarafından ve kendi çıkarlarına kullanılacaktır. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Ancak önemle altını çizmek gerekir ki, tarih, bu tür anlaşmaları yapan ve sömürgeleşmeye pirim verenler kadar, uygulayanların da ruhlarını “minnetle” anmaktadır!
“İzne gerek yok” diyen Demirel’in “müsaade ettiğiniz zaman neticelerine katlanacaksınız. Çekiç Güç bostan korkuluğu değil. Ona müsaade ettiğiniz yerde onun neyi yapması lazım geldiğini biliyorsunuz”, görüşlerini ileri sürerek suçu anlaşmayı yapanlara atması inandırıcı ve durumu kurtarıcı değildir. Demirel, anlaşma imzalanırken kendisinin muhalif oluşuna atıfta bulunuyor. Nasıl bir muhaliftir Demirel? Çekiç Güç’e, arkasındaki Amerikan emperyalizmine karşı mıdır? Muhalif olan, iktidara geldiğinde anlaşmayı fesheder. Kaldı ki, Çekiç Güç’ün görev süreleri 6 aylıktır ve anlaşma altı ayda bir uzatılmaktadır. Demirel-İnönü ortaklığı bu anlaşmayı defalarca uzatmıştır. Hem de son kez anlaşmanın imzacısı ANAP bile eleştirenler sanrıdadır.
Burjuva partisi tam bir oyun oynamaktadır. Çeşitli hizipler halinde örgütlü burjuva partisi anlaşmayı gerçekleştirmiş ve uygulanmasına olanak sağlamıştır. Farklı hizipleri ise, gerek anlaşma imzalanırken gerekse biz “neticelerine katlanırken” görünüşü kurtarmak için kayıkçı dövüşü yapmaktadır. “Müslüman kardeş” Refah’ın bile anlaşmaya karşı “muhalefeti” muhalefet değildir. Burjuva partisinin hiçbir hizbi, hiçbir yetkili gerçek bir muhalif ses yükseltip gereğini yerine getirmeye girişmemiştir. Anlaşma imzalanırken, halkın anti-emperyalist duygularını okşayarak oya tahvil etmeye çalışan Demirel ile İnönü’dür; anlaşmanın gereği yerine getirilirken, Çekiç Güç uçakları Irak’ı bombalayıp uçaklarını düşürürken aynı şeyi yapan ANAP’tır, CHP’dir. Refah her iki dönemde de iktidarda olmadığından bu iki koşulda da oy tahvilciliği konumundadır.
Önemli olan, ulusal değerleri ve onuru dolarla trampa etmiş aşağılık burjuvazi ve burjuva partisinin, göstermelik tutumlar bir yana sahip olduğu asli nitelik, değerler ve tutumunun Özüdür: Sömürge burjuvazisi, ulus ve ulusal değerlere ihanet, ulusal onursuzluk ve her şeyiyle emperyalizme ve onun savaş arabasına bağlanma.
ESKİ BİR ÇEKİÇ GÜÇ: GOBEN VE BRASIAU
Türkiye, Birinci Emperyalist Savaş’a da böyle girdi. O zaman Amerikalılar değil, Almanlar vardı. Efendi Almanlardı. Anlaşmalar onlarla yapılmıştı. Maliyeden askeriyeye kadar uzman adı altında kumanda, Almanlara terk edilmişti. Orduyu ^Alman generalleri yönetmekteydi. İttihatçı paşalarımız, başta Enver, tam bir Alman hayranıydı ve geleceklerini, bu arada ülkenin geleceğini Alman emperyalistlerinin geleceğine bağlamışlardı. Pan-Türkist özlemlerle Almanya’nın galip çıkacağı bir savaşın nimetlerinden pay kapma sevdasına kapılmışlardı. Balkanlar ve yıkılacak ya da geriletilecek Rusya’nın Orta Asya’ya kadar uzanan Türkî bölgeleri, Türk burjuvazisinin, İttihatçıların iştahını kabartmaktaydı. En azından “hasta adam” konumundan kurtulmanın tek yolu olarak onlara görünen, Alman savaş arabasına bağlanmaktı. Ve Osmanlılar emperyalist savaşa, Amerikalıların Irak’a- saldırısının oluşturduğu durumun benzeri bir emri vakiiyle sürüklendiler.
Bir tek Enver biliyordu. Alman Kayzeri ve generalleri Osmanlıları Almanya’nın yedeğinde savaşa çekmek için alınan iki savaş gemisini, Goben ve Braslau’ı Karadeniz’e Rus limanlarını topa tutmaya yolladılar. Birisi sonradan Yavuz ismiyle tanınacak iki zırhlı gizlice Boğazlardan süzüldü gitti, Rus limanlarını bombaladı. Ve Osmanlılar savaşa atıldılar gözleri kapalı. Anlaşma yok muydu o zaman? Vardı. Türk-Alman işbirliği anlaşmaları vardı. İzin? “Kuzu”nun izninden ne olacak? Vermemek olanaklı mıydı? Ekonomisini, maliyesini, ordusunu Almanların yönetimine bırakmış Osmanlının boyun eğip Almanların peşi sıra sürüklenmek ve yedeklerinde savaşa girmekten başka olanağı, bu tür başka olanakları gerçekleştirecek güç ve takati olabilir miydi? Emri vakinin koşulları hazırlanmıştı. Aynı şimdi tüm ekonomi ve maliyenin Amerikan yönlendirmesinde bulunması yanında, ordunun da örgütlenişi, talimnameleri, stratejik yönelimi, NATO’nun komutasında oluşu, personel eğitimi ve silah araç ve gereçleriyle Amerikanlaştırıldığı koşullar gibi. Çok taraflı NATO ve iki taraflı Türk-ABD anlaşmalarıyla kıskaca alınmış, topraklarında daha 1970’de 32 milyon metre karelik araziyi kendi egemenlik alanı dışında üsler olarak Amerikan emperyalizmine tahsis etmiş, 2. Dünya Savaşı’nın bitiminden bu yana yeni efendi ABD tarafından, her yönüyle güdülen Türkiye, burjuvazisi ve burjuva partisi eliyle nasıl efendinin sözünden çıkamıyor ve topraklarının kullanılmasının nasıl yalnızca göstermelik tartışması yapılabiliyorsa, 1. Emperyalist Savaş’a da öyle girmişti. Burjuvazi elinde, ulusal ihanet ve onursuzluğun tarihi tekerrür ediyordu. Bir kaç fark şu noktalardadır: Almanya’nın emperyalist savaşa sürüklediği Türkiye, henüz Amerikan emperyalistleri tarafından savaşa ancak dolaylı sürüklenmiştir. Amerika’nın savaşında toprakları kullanılmış, topraklarından kalkan uçaklar Türk hükümetinin bilgisi dışında başka bir ülkeyi bombalamış, ama Türk silahlı kuvvetleri savaşta doğrudan yer almamıştır. Aslında Amerikan savaşının sonunda oluşan durumda gerçekleşen Kuzey Irak operasyonları adı altındaki savaşları bir yönüyle bu savaşın bir parçası saymak gerekir. Çünkü Amerikan savaşının bir boyutu da Kürt sorunudur. Irak topraklarında gerçekleşen Türk-Kürt savaşı bu nedenle Amerika’nın açtığı savaşa bağlanmaktadır.
İkinci farklılık noktası, sömürgeciliğin “uygarlaşmasına ilişkindir. Bugün ordunun başında görünürde Amerikalı komutanlar yoktur. ABD komutasını NATO dolayısıyla, uzmanları ve daha çok da muhripleriyle gerçekleştirmektedir. Ekonomi ve maliye de eskiye göre “millileştirilmiş”tir! Yetkili görevlerde ya da doğrudan denetçiler olarak Enver’in Alınanlarının yerinde şimdi Amerikalılar yoktur. Ama yalnızca denetçi değil dikte ettiriciler yok mudur? IMF, Dünya Bankası ve başkaları ne güne duruyor? Şimdi ulusal ihanet ve onursuzluğun biçimleri değişiktir. Öz aynıdır. Uygun koşullarda Türkiye’nin Amerikan savaş arabasına bağlanmış haliyle bir savaşa sürüklenmesinin önünde hiçbir engel yoktur. Burjuvazi ve burjuva partisi devrilinceye ve uluslararası tüm anlaşmalar tek taraflı olarak feshedilinceye kadar.
Türkiye, ABD’nin peşinden Irak’a karşı savaşa henüz sürüklenmedi ve şimdiye dek Türkiye halkı Amerikan emellerinden kanıyla zarar görmedi. (Burada, Kuzey Kürdistan halkının savaşla ezilmeye çalışılmasını konu dışında tutuyoruz, yukarda değindik.) Ancak Türkiye halkının Amerikan emperyalistlerinin peşinde bir kaç kez kana bulanmanın eşiğinden döndüğünü bilmemiz gerekiyor.
İNCİRLİK VE U-2 CASUS UÇAKLARI
1960’da Türkiye bir U-2 olayı yaşadı. Yine İncirlik’ten kalkan, sıradan radarların algılayamadığı, çok yükseklerden uçan, sessiz Amerikan keşif uçakları Sovyetler Birliği üzerinde keşif uçuşları yapardı. Sovyetler bunlardan birini düşürdü.
ABD-Sovyet ve dolayısıyla Türk-Sovyet ilişkileri olağanüstü gerginleşti. Haydar Tunçkanat olayı şöyle anlatıyor:
“Meydandan yapılacak Amerikan uçuşları için Türklerden izin alınmaz ve gelecek uçaklar hakkında bilgi verilmez. Bu meydandan ilmi uçuşlar adı allında yapılan keşif uçuşları ve bunları yapan uçaklar gizlidir, bunların yanına Türkler sokulmaz, uçuşlar ve sonuçlan hakkında Türk ilgililere bilgi verilmez. 11-2 keşif uçağının Rusya’da düşürülmesinden önce, 1957 ilkbaharında Hava Harp Akademisi ile Adana İncirlik Üssü’ne yaptığımız bir ziyarette, meydanın Amerikalı kumandanı bize, kantin ve gazinoları gezdirdikten sonra, ‘burasının Amerikan Hava Kuvvetleri’nin nöbetleşe kullandığı, özellikle stratejik bombardıman uçaklarının inip kalkması için yapılmış bir hava üssü’ olduğunu söyledi ve ilmi keşif uçuşlarından hiç söz etmedi. Biz daha sonra, oradaki Türk Meydan Komutanı’na, burada uçuş yapan, kanatlan çok geniş ve tekerlekleri olmayan planör gibi bir uçak hakkında bilgisi olup olmadığını sorduk, Türk komutanı cevap olarak; ‘Evet, böyle bir uçak var, ve zaman zaman uçuş da yapıyor, fakat biz ne yaptığını bilmiyoruz, Amerikalılar uçuştan biraz önce, hangardan çıkarıp pist başına getiriyorlar, oradan havalanıyor. İndikten sonra da hemen hangara sokuyorlar. Bizden kimseyi yanına yaklaştırmıyorlar’ cevabını verdi. Müfreze 10-10 adıyla, bu keşif uçaklarının uçuşta topladığı bilgileri değerlendiren birlikten, bizim kumandanın haberi yoktu. Bir tesadüf eseri bir gün sonra, bu uçağı bir keşif görevinden dönüşte meydana inerken gördük ve Amerikalılar uçağı doğruca hangara götürüp kapattılar. 27 Nisan 1960’da Adana’dan kalkarak Rusya üzerinde düşürülen uçak bunlardan biri idi. “(İkili Anlaşmaların İçyüzü, s. 289)
Tunçkanat, İncirlik’in kullanılmasının Çekiç Güç anlaşmasından çok önce yapılmış başka anlaşmalarla olanaklı kılındığını ve 1954 tarihli olanının içeriğini şöyle özetliyor:
“23 Haziran 1954 tarihini taşıyan Askeri Kolaylıklar Anlaşması ile; Türk topraklarının, Amerikan kuvvetleri tarafından barışta ve savaşta kullanılması için gerekli müsaadeyi vermekte ve savunma tesisleri ve kolaylıklar adlan altında, barışta Amerikalılar tarafından Türk topraklan üzerinde üs, tesis ve mevziler kurulması ve bunların Amerikan askeri ve sivil personeli tarafından işgal edilerek kullanılması ve gerekli güvenlik tedbirlerinin de yine kendileri tarafından alınması kabul edilmektedir. Bu üs mevzi ve kolaylıkların kumandanları da Amerikalı olup Amerika’ya bağlıdırlar ve oradan aldıkları emirlere göre hareket ederler… Müşterek kullanılan Adana’daki İncirlik hava meydanında da durum bundan farklı değildir. Adana’daki İncirlik Hava Meydanı hakkında, 6 Aralık 1954 tarihli müşterek talimatta, Türk Hava Kuvvetleri’nin bu meydanı kullanmaları öylesine sınırlıdır ki, İncirlik’teki Türk birlikleri kendilerini adeta yabancı bir ülkede sanırlar. Türk hava kuvvetleri buraya sadece eğitim birlikleri gönderebilir… Türk ve Amerikalıların kullanacağı iniş pistleri, hangarlar ve uçak durak yerleri dahi ayrılmıştır. Meydandan yapılacak Amerikan uçuşları için izin alınmaz ve gelecek uçaklar hakkında bilgi verilmez.” (Agy.sf. 288)
İncirlik bir Amerikan toprağıdır; anlaşmalarla bu kabul edilmiştir. U-2, Irak uçağının düşürülmesi gibi çeşitli olaylarda “izin” tartışmalarının yapılması tamamen görünüşü kurtarmak ve egemenlik ve hükümranlık haklarının ABD’ye pazarlanmasının gizlenmesi içindir. Sorun, yalnızca yeni Çekiç Güç anlaşmasıyla da sınırlı değildir. Demirel’in suça, bu anlaşmanın imzacısı olarak ANAP’ı ortak etme çabasının da hiçbir anlamı yoktur. Aynı yöndeki İnönü gevelemeleri de kuşkusuz anlamsızdır.
EMPERYALİZMLE KÖLELİK ANLAŞMALARI YENİ DEĞİL
ABD ile ilk Askeri Kolaylıklar Anlaşması’nın tarihi 12 Temmuz 1947’dir. Bu, İnönü devrinde imzalanmış bir “yardım” anlaşmasıdır ve Türkiye’nin elini verdiği ABD’ye kolunu kaptırdığı tarihi belirler. Ne dediği bir türlü anlaşılamayan, ama devletin Amerikan emperyalistlerince yönlendirilmiş çıkarlarını savunmada yolundan yürüdüğü babası döneminde imzalanmış bu anlaşma ortada dururken ve hükümete geldiğinde Çekiç Güç anlaşmasının süresini uzatmak için grup kararı bile aldıramadığı partisinin bölünmüş görüntüsüne bile gönül hoşluğuyla katlanırken oğul İnönü’nün en küçük bir söz söylemeye hakkı olabilir mi?
1947 anlaşması, en önemlileri 1954’te yapılan ve bir kısmı Meclis’ten bile geçirilmeden yürürlüğe konan askeri kolaylıklar ve işbirliği anlaşmaları ile ve 1952’de girilen NATO anlaşması ile geliştirilmiştir. Şimdi Demirel’in, onca sahiplendiği Bayar-Menderes diktası tarafından ilerlenen ulusal ihanet yoluna bu yönüyle yönelttiği bir eleştiri yokken, salt oy kaygısıyla Özal’la sürtüşmesi ve Çekiç Güç anlaşmasının imzalanmasına muhalifliğini ileri sürerek işin içinden sıyrılmaya çalışması kimi kandırır? Üstelik hükümete geldikten sonra, Özal’dan daha çok Özalcı Amerikancı çizgiyi uygulamayı sürdüren, sözü edilen anlaşmanın uzatılması için elinden geleni yapan Demirel kendini kurtarabilir mi? “Devletin yüksek menfaatleri” ve “devlette devamlılık ilkesi” mi? O zaman susacaksın. Amerikancı nitelemesine ses çıkarmayacaksın. Kolay yola sapmayacaksın.
İlk kez kullanılmıyor İncirlik ve Amerikalıların İncirlik’i ve diğer Amerikan ve NATO üslerini izinsiz kullandığı bilinmiyor değil. En önemlisi izinsiz kullanıma olanak veren ikili ve çok taraflı anlaşmaların altında çeşitli Türk Hükümetlerinin, burjuva partisinin bir dizi hükümetinin imzalan yok değil.
Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin, biraz şaşkın biraz kızgın bir yüz ifadesi ve ruh haliyle ilk önce belki tuttururum diye inkâr ederek, durumu idare etmeye çalışırken, ne son Çekiç Güç anlaşmasının ne de önceki anlaşmaların Türk iznini gerektirmediğini bilmiyor değildi. Şaşkınlık bu anlaşmaların içeriklerinden haberdar olmayan ve Amerikan ve Türk hükümetlerinin her kez bir bahane bulabilen tezgâhlarıyla kendilerini savaş içinde veya kıyısında bulan sıradan emekçiler içindir. Tıpkı kendilerini Goben ve Braslau zırhlılarının Rusya’ya saldırısıyla bir emperyalist savaşın göbeğinde bulan Osmanlı emekçilerinin şaşırıp kızdıkları gibi. Tıpkı hiç haberdar olmadıkları U-2 olayıyla sonuçlarını ve kendi sırtlarından yapılan kan pazarlığını uzaktan izleyen ’60’ların emekçilerinin duyguları gibi.
Türk burjuvazisi, emekçilerin kanıyla oyun oynamaya alışkındır. Ulusa ihanetinin sonu yoktur. Uzun süredir, ulusal değerleri değiş tokuş ettiği şey dolardır. Ve İncirlik’in Demirel’in yolundan yürüdüğü Bayar-Menderesler eliyle gerçekleştirilmiş bir başka sabıkası daha var.
LÜBNAN’A SALDIRI ÜSSÜ DE İNCİRLİKTİ
İncirlik, 1959’da Amerikan deniz piyadeleri, Lübnan’a çıkarma yaptığında, yine saldırının örgütlenme merkezleri arasındadır ve Amerikan uçakları tarafından ve yine hiçbir izne gerek duyulmaksızın kullanılmıştır. Üstelik bu kullanım o zaman hiç de sorun olmamıştır. Kimse üstünde durmamıştır. Sovyet notası ise basına bile yansımamıştır. Ama yüksek teknoloji çağında artık savaşlar naklen yayınlanır ve Beyaz Saray sözcüsünün açıklamaları anında TV’lerden izlenirken tartışmaları önlemek ve Türk yetkilileri için de istenmeyen durumlara düşmek, üslerin izinsiz kullanıldığını ikrar etmek durumunda kalmak kaçınılmaz oluyor.
1955’te Irak’la Türkiye arasında “komünist yayılmaya karşı set” olarak kurulan Bağdat Paktına aynı yıl önce Pakistan ve sonra da İran’ın katılışını takiben Faysal Irak’ına yönelik “yıkıcı” tutumları nedeniyle Amerika ve İngiltere’nin “tazyiki” ile 1957’de Suriye’ye yönelik olarak TBMM’den onay bile almadan giriştiği ciddi savaş hazırlıkları ve Suriye’ye müdahaleden Menderes hükümetinin son anda (doğal ki Amerikan isteğiyle) vazgeçmesi sonrasında Ortadoğu karışır. ’58’de Faysal devrilir. 56 sonbaharında İngiliz-Fransız kuvvetleri İsrail’le birlikte Mısır’a saldırmışlar, Süveyş işgal edilmiştir. Lübnan karışıktır. Kamil Şamun yardım ister. Amerika Lübnan’a müdahale eder. O zaman açlık sorunu gibi bir “insani” amaç da göstermek gerekmemektedir. Deniz piyadeleri Lübnan’a çıkar. ABD, deniz piyadelerini Lübnan’a indirmek için Türkiye’deki iki üssünü kullanmıştır. Almanya’dan gelen Amerikan deniz piyadelerini ve araç ve gereçleri taşıyan ABD uçakları önce Balıkesir hava alanına inerler. Oradan İncirlik’e naklolurlar. İncirlik’ten kalkan uçaklar ise Lübnan’a sevkıyat yapar. Sözü H. Tunçkanat’a bırakalım:
“Amerikalılar Lübnan’a deniz piyadelerini indirmek için Balıkesir ve Adana hava meydanlarını kullanmışlardır. Buralara iniş için Amerikalılar Türk Genelkurmayından izin almadıkları gibi haber de vermemişlerdir. Sabahleyin Genelkurmay Başkanlığı protokol subaylığına gelen Amerikan ataşesi Albay Green, şöyle konuşmuştu;
‘Gece, haber vermek için sizi ve İstihbarat Başkanını ve daha sonra da Genelkurmay Başkanını aradım. Fakat hiç kimseyi bulamadım. Bunun üzerine Büyükelçi Fletcher Warren Köşk’e giderek Cumhurbaşkanı ve Başbakan’dan izin aldı ve Adana’ya 11.000 kişi indirdik. Siz haberi ilgililere ulaştırın.’
“Bu harekatla ilgili olarak, Amerikan F-100 uçaklarının Balıkesir hava meydanına indiği gece, ben de uçuş için Balıkesir’de idim. O gece uçuş olmayacağını bildiğimden, nöbetçi subayına telefon ederek, uçuş yapan uçakların nereden geldiğini sordum. Nöbetçi subayı, ‘Almanya’dan geliyorlar, Amerikalılara ait F-100 uçakları, yakıt ikmalinden sonra Adana’ya gidecekler.’ Ben: Gündüzden bu uçakların geleceğine dair bir haber yoktu, haberi ne zaman öğrendiniz?’ Nöbetçi subayı: ‘Biraz önce.'” (.hgy, sf. 165)
Ve izin mercii hükümetin yetkili Bakanı Fatin Rüştü Zorlu hemen şu demeci verir:
“Türkiye hükümeti, Birleşik Amerika Devletleri’nin Lübnan hükümetinin talebi üzerine ve bu memleketin istiklalinin hariçten tertiplenen yıkıcı faaliyetlere karşı muhafazası maksadıyla, Lübnan’a kuvvet göndermiş olmasını tamamıyla tasvip etmekte ve bundan memnunluk duymaktadır!’
Bu dışişleri Bakanını idama yollayan 27 Mayısçıların, bazı iyi şeyler de yaptıkları görülüyor. Eskiden ulusal onura komünistler ve devrimciler dışında, en azından belli bir düzeyde sahip çıkan başka siyasal güçler de hâlâ vardı. Şimdi ulusal değerlere ve onura sahip çıkmak yalnızca komünistlere ve devrimcilere kalmıştır.
Lübnan çıkarması ve indirme harekatında İncirlik ve Balıkesir hava alanının, kısacası Türkiye topraklarının kullanılmasına olanak tanıyan 5 Mart 1959 tarihli “Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Amerika Birleşik Devletleri Hükümeti Arasında İşbirliği Anlaşmasıdır. Bu anlaşmada şöyle yazılıdır:
“… Karşılıklı İşbirliği Paktı (Bağdat Paktı-ÖD) üyelerinin adı geçen Beyannamede (Türkiye, İran, ABD ve İngiltere arasında 58’de Londra’da yayınlanan Beyanname) müşterek emniyetlerini korumak ve doğrudan doğruya veya dolaylı tecavüze karşı koymak hususundaki azimlerini beyan etmiş olduklarını nazari itibara alarak,
“Madde 1. Türkiye Hükümeti tecavüze karşı koymaya azimlidir. Türkiye’ye karşı tecavüz vukuunda, ABD Hükümeti, talebi üzerine Türkiye Hükümetine yardım etmek için, karşılıklı olarak üzerinde anlaşmaya varılabilecek şekilde ve Ortadoğu’da Sulh ve İstikrarı Sürdürmeye Yönelik Müşterek Karar Suretinde belirtildiği şekilde, silahlı kuvvetlerin kullanılması da dahil olmak üzere ABD’nin Anayasası’na uygun, gerekli her türlü harekete girişecektir.” (Agy, sf. 159)
ABD, bu anlaşma ile gerektiğinde Türkiye’ye Lübnan benzeri müdahale etmek üzere yetkilendirildiği gibi, Ortadoğu’da “dolaylı ya da dolaysız yıkıcılığa karşı” Türkiye ile işbirliği halinde Türkiye topraklarını kullanmaya da yetkilendirilmiş olmaktadır.
Çekiç Güç anlaşması, bu ve benzeri anlaşmaların özele indirgenmiş ve geliştirilmiş halinden başka bir şey değildir. Ulusal ihanet ve emperyalizme kölelik çizgisi içinde belirli bir yer tutmakta ve bu çizginin son halkasını oluşturmaktadır. Irak’ın bombalanmasının Ortadoğu’ya yönelik Amerikan jandarmalığı ve saldırganlığını son halkasını oluşturması gibi. Ne emperyalizme uşaklık ve ulusal ihanetin ne de emperyalist saldırganlığın sonu var. Emperyalist tahakküm ve ona zemin oluşturan kapitalist sömürü sistemi alaşağı edilmedikçe sonu da olmayacaktır. Ama uşaklık ve köleliğin bir başka anlamda daha sonu yoktur: Kölelik ve ulusal onursuzluk, kabullenen kimseye şan ve şöhret getirmediği gibi yanına kâr da kalmamaktadır. Menderes ve Fatin Rüştü, bunun burjuva partisinin kendi içindeki hesaplaşmasına bağlı örnekleridir. ABD’ye ilk ağızda biatini açıklayan, ilk bildirisi “NATO’ya ve CENTO’ya bağlıyız” yeminini içeren, kesinlikle Amerikan emperyalizminden kopuk olmayan ve böyle bir yönelimi de bulunmayan, ancak içinde ulusal ve reformcu eğilimler taşıyan 27 Mayıs hareketinin gerçekleştiricileri, kabarmış bulunan ulusal ve demokratik öfkeye birkaç kurban vermek durumunda ve zorunda kalmışlardır. Sonrasında gelişen anti-emperyalist özellikle gençlik hareketinin baskısıyla bu ulusal ve demokratik reformcu eğilim, uşaklık ve teslimiyetle hep ikinci plana itilmiş hali ile bir süre daha varlığını sürdürmüş ve özellikle iki darbeyle kendi iç düzenlenmesini de tam Amerikalı patronlarının isteklerine uygun şekilde gerçekleştiren ordunun koruyucu ve kolaycılığı altında bugünkü görünüşte “dikensiz gül bahçesi” ortamına varılmıştır. Ancak bu kez patlayacak öfkenin birkaç kurbanla yatışmayacağını tahmin etmek zor olmasa gerek.
Özellikle 27 Mayıs darbesini takip eden koşullarda, sözü edilen ulusal ve demokratik reformcu eğilim abartılıp devletin en başta gelen şiddet örgütüne anti-emperyalizm ve demokratlık atfetmek bir dönem moda olmuştu. Amerikan tahakkümünden kurtuluşun yolu olarak hâlâ millici olduğuna inanılan orduya tel bağlamak ve ondan kaynaklanacak bir ilerici/anti-emperyalist eylemle Türkiye toplumunu emperyalist tahakkümün dışına ve ileri taşımak çıkış yolu olarak görülmüştü. Kanıt, ordu içinde milli duygular taşıyan subayların bulunuşu olarak gösteriliyordu. Kişilerle mekanizma ve örgütü ayırt etmeyen bu yaklaşımın hayalleri darbeyle yine bugünlere gelindi. Ne İncirlik’in kullanılışında bir değişiklik oldu ne emperyalizme kölelikte. Yalnıza kölelikte daha ileri noktalara gelindi. Ulusal onursuzluk sıradanlaştı. Her şey ayağa düştü. Önceleri gizli kapaklı yapılanlar, şimdi artık uluorta ortalıkta yapılır ve konuşulur oldu. Artık orduda ulusal değerlerin savunuculuğu emanet edilebilecek kimseler de gösterilemiyor. Kurtuluş, sadece ve sadece devrim ve komünizm davasının sürdürücülüğüne kaldı; şimdi, artık kurtuluştan söz eden hiç kimsenin başka bir yol ve yöntem önerebileceği koşullar ve kanıt olarak ileri sürebileceği bir-şey kalmamıştır.
Aslında bu, örneğin 1970 öncesi açısından da geçerliydi. Ordunun niteliği ve ilerici ve millici görüntü veren subaylar ilişkisinde asıl olanın birincisi olduğu ve bu ikisinin birbirine karıştırılmaması gerektiği örnekleriyle kaç kez yaşanmıştı. Celil Gürkan, Muhsin Batur, Faruk Gürler ve daha nice nice paşalar kurtarıcı olarak ileri sürülmüşler, ama emirlerindeki militarist aygıt ve burjuva sistemin kendilerinden istediklerini yerine getirmişlerdi. Saldırdıkları daima emekçiler ve onların davasını güdenler oldu. Örnek çok, ancak çarpıcı bir tanesiyle, Cemal Tural’ın gelişme çizgisiyle yazımızı noktalayalım.
1964’te işbaşında İsmet İnönü hükümeti vardır. İnönü, Kıbrıs’a müdahale kararı alır. Jetler Kıbrıs üzerinde uçmaya başlarlar. ABD Başkanı Johnson’un ünlü mektubunu alır İnönü. Harekât durur. Johnson 1947 tarihli İnönü dönemi ‘Yardım Anlaşması’nı hatırlatmaktadır. Bu anlaşmanın 2. ve 4. maddelerine göre Amerikan kaynaklı silah, araç ve gerecin Amerikan izni dışında kullanılma olanağı bulunmamaktadır. Sorun “milli” Kıbrıs davası da olunca milli duygular ayaklanır ve burjuva partisi, bu partinin hiçbir hizbi karşı görünmeye yeltenemez. Ordu, gençlik hareketinin anti-emperyalizminden etkilenen genç subayların baskısıyla en çok millici görünmek durumundadır. Hele dava “milli Kıbrıs davası” olunca manevra alanı olağanüstü dardır.
ABD emperyalizmi bu zor durumu ustaca, ama en çok da sahip olduğu sınırsız gibi görünen olanakların yardımıyla atlatır.
Cemal Gürsel hastalanır, tedavi olmak üzere gittiği ABD’de komaya girerek geri yollanır ve doktor raporuyla görevinden alınır. İsmet İnönü daha önceden başbakanlıktan düşürülmüş ve Amerika için daha uygun olanlar hükümete getirilmiştir. Başbakan yardımcısı Demirel’dir. Gürsel’in yerine, Amerika hayranlığı gün geçtikçe daha çok tescillenen Cevdet Sunay, Genelkurmay Başkanlığından istifa ederek gelir. Genelkurmay Başkanlığı’na ise Cemal Tural gelmiştir.
Tural, önce Amerika’ya sıcak bakmamaktadır. “Eski kafalı”dır. Amerikan emperyalizminin olanaklarından ve gücünden habersiz davranmaktadır. Emirler yayınlar. ABD ile yapılmış çoğu gizli anlaşmalar, Jonhson’un mektubu dolayısıyla gündeme gelmiştir. Ve Tural bir yandan dışişlerinden de bir temsilciyi davet ederek Genelkurmay bünyesinde oluşturduğu bir komisyona, ikili anlaşmaları bir araya toplama emrini verirken, diğer yandan da yeni anlaşmalar yapılmasına karşı emirler yayınlar. Tural, “eski kafası” ve gençliğin baskısıyla, ‘en çok da Kıbrıs davası ve Johnson’un mektubunun oluşturduğu hava içinde yayınladığı bir emirde şöyle der:
“1. ABD’nin yeni arazi talepleri kabul edilemez.
2. Hâlihazır tesislere ilaveten yeniden tesis kurulmasına izin verilemez.” Ve birkaç benzer madde ve benzer emir daha.
67de Genelkurmay Başkanı Orgeneral Tural Amerika’ya davet edilir. Emekli Orgeneral Refik Tulga geziyi ve Tural üzerindeki etkisini şöyle anlatır: .
“ABD’de bir Cumhurbaşkanı gibi karşılanmıştı. Tural’ın protokole göre 19 pare topla karşılanması gerekmekteydi. Oysa Amerikalılar Tural’ı 21 pare top alarak selamladılar ve böylece onu geleceğin başkanı saydıklarını belli ettiler. Bu Amerika gezisinden sonra Tural, ikili anlaşmalar konusunda farklı düşünmeye başladı.” (Devrim, 11-Kasım 1969)
Sermaye egemenliği koşullarında, büyük zenginliği ve gücüyle, geniş dikte ettirici olanaklarıyla, çatalına bıçağına kadar donattığı ordusu üzerindeki etki ve yaptırım kuvvetiyle bir büyük mekanizmayı harekete geçirerek burjuvazinin herhangi bir temsilcisi ya da kollayıcısını “yola getirebiliyor.”
Sorun, Demirel, İnönü, Tural vb. sorunu değildir. İncirlik ne ilk kullanılıyor ne de Irak’a yönelik kullanımı son olacak. Sorun, başta Amerikan emperyalistleri olmak üzere emperyalizmle girilen kölelik ilişkileridir. Bu ilişkileri hedef almadan bir değişiklik sağlanması olanaksızdır. Emperyalizme kölelik sürdükçe Türkiye daha çok ulusal onursuzluklar yaşayacaktır. Gerekli olan, emperyalistlerle yapılmış tüm anlaşmalar dâhil tahakküm ilişkilerini kırmaktır. Buysa, hele bugünkü koşullarda kapitalist sistem dışına çıkılmadan başarılamaz. Sermaye egemenliği koşullarında bugün için Amerikan emperyalizmiyle baş edebilecek bir güç bulunmadığı gibi, bu tür bir gücün ortaya çıkması durumunda (şimdi örneğin Almanya böyle bir güç olmaya adaydır) öyle bir güce şöyle ya da böyle bağlanmadan Amerikan tahakkümünden kurtulmak yine olanaklı olmayacaktır. Eskiden Sovyet sosyal emperyalizmine dayanarak Amerikan tahakkümünden kurtulmanın yolları aranırdı. Amaç edinilen, açıklansın ya da açıklanmasın, ABD’nin yerini Sovyetler Birliği’nin almasıydı. Şimdi o köprünün de altından sular akmıştır.
Geriye tek yol kalıyor; Kapitalizmi de hedef alan bir mücadele içinde emperyalist kölelik ilişkilerini parçalamayı amaçlamak. Ulusal onursuzluktan kurtulmanın, ulusal ihaneti alt etmenin başka bir yolu bulunmuyor.
Şubat 1993