Bosna-hersek merceğinde “kontrgerilla diplomasisi”

Türk dış politikasına yön veren esaslar, gerek bu politikanın genel emperyalist ilişkiler içindeki yeri ve gerekse kullanılan araçlar, Türkiye’nin dış politikasında askeri unsurun ağırlığının artmasına yol açmıştır. Kullanılan araçlar bakımından da bu ağırlığın kendisini özel tipte, ajanlık, darbecilik, komplo ve şantaj ilişkilerini öne çıkaran bir örgütlenme ve faaliyet tarzına yönelerek gösterdiğini tespit etmek mümkün.

Bu yazımızda, Bosna-Hersek olaylarının merkezine oturduğu güncel uluslararası politika alanında, Türkiye’nin hedeflerini ve araçlarını inceleyeceğiz. Gerek Türk dış politikasına yön veren esaslar, gerek bu politikanın genel emperyalist ilişkiler içindeki yeri ve gerekse kullanılan araçlar, Türkiye’nin dış politikasında askeri unsurun ağırlığının artmasına yol açmıştır. Kullanılan araçlar bakımından da bu ağırlığın kendisini özel tipte, ajanlık, darbecilik, komplo ve şantaj ilişkilerini öne çıkaran bir örgütlenme ve faaliyet tarzına yönelerek gösterdiğini tespit etmek mümkün. Bu, Türkiye’nin iç politikasında kullandığı araçları, dış politikada da geliştirmesinden başka bir şey değildir.

BURJUVA PROPAGANDA İÇİNDE BOSNA-HERSEK SORUNUNUN YERİ
Azeri-Ermeni çatışmasının gündemde olduğu dönemde, burjuva basın ve yayın organları, Azeri halkın katledilmekte olduğu temasına dayanan, ırza geçilmesi, çocuk ve ihtiyarların boğazlanması motiflerini işleyen yoğun bir propagandaya girişmiş, özellikle dinsel duyguları hedef alan büyük mitingler, gösteriler düzenleyerek, geniş halk kesimlerinin ilgisini ve tepkisini gerici iç politik manevralar ekseninde toparlamaya yönelmişlerdi. Daha önceki bir yazımızda, ( Bkz: ERMENİSTAN KÜRDİSTAN HATTINDA TÜRKİYE, Özgürlük Dünyası, Nisan 1992 tarihli 42. sayı) bu konuya değinirken, faşist propaganda merkezleri tarafından, Ermenistan ile Kürdistan arasında, Azerbaycan aracılığıyla kurulan ilişkiye dikkat çekerek, sorunun iki esas noktada devletin uzun ve kısa vadeli programlarıyla ilgili olduğunu belirtmiştik. Buna göre, ilk önce, Kürt ulusal kurtuluş hareketi karşısında, gerici bir aktiviteyi korumak ve halk kitlelerini sürekli olarak ulusal hareketle “dış tehlike” arasında bir birlik bulunduğu noktasında “sabit fikre” alıştırmak söz konusuydu. İkinci olarak, Türkiye, uzun vadeli hesaplar bakımından, yalnızca bölgede değil, “Adriyatik’ten Japon Denizi’ne kadar” uzanan büyük bir coğrafya parçasında, “Büyük Devlet” etkinliği için hazırlıklar peşindeydi ve Kafkasya’da, Ortadoğu’da ve Balkanlar’da giriştiği her eylem, bir yanıyla bu “mega proje”nin parçası olarak anlam kazanıyordu.
Bugün, aynı iki yanlı planın temel hareket ettirici olayı olarak, Bosna-Hersek’te yaşanan ve gerçekten Bosna halkına büyük acılara mal olan “Etnik arındırma operasyonu” kullanılmaktadır. Burjuvazinin ve siyasi iktidarın bütün kanatlan, Bosna-Hersek olaylarında, uzun ve kısa vadeli planları için son derece geniş imkânlara sahip bir potansiyel yakalamışlardır. Yüz binlerce Müslüman, topraklarından sürülmekte, toplama kamplarına doldurulmakta, sivil halka karşı sınırsız bir yok etme ve sindirme programı uygulanmaktadır. Bütün bu vahşet sahneleri, her gün her saat, televizyon istasyonlarından, gazete sayfalarından, sözlü ve yazılı propagandanın tüm araçlarıyla, şiddetli bir ajitasyon programının unsurları olarak halka yansıtılmaktadır. Çeşitli gerici örgütler, “Bosna Müslümanlarıyla Dayanışma” mitingleri, “Bosnalı Kardeşlerimiz İçin Ağlama Geceleri” düzenlemekte, halkın vicdanını -ağır biçimde yaralayan zulüm ve işkence sahnelerini, “yardım” adı altında, paraya çevirmek için kullanmaktadır. Bütün bunlar, Azerbaycan olayları sırasında yapılanların tümüyle aynısıdır. O zaman da mitingler, geceler düzenlenmiş, büyük miktarda para, “yardım” adı altında toplanmıştı.
Ne var ki, Azerbaycan olayları sırasında, Hükümet, ABD politikalarının Ermenistan ile ilgili tasarrufları dolayısıyla, kışkırtılan halk tepkisine denk düşecek bir aktivite göstermemiş, kendi eseri olan tepkici ruh durumunu yatıştırmak için ayrıca çaba sarf etmek zorunda kalmış ve sorunu daha çok ABD ile Kürdistan üzerinde yapılan bir pazarlığın kozu olarak kullanmakla yetinmişti.
Bugün, hükümetin Bosna-Hersek ile ilgili tutumunda bazı farklı etkenler rol oynuyor ve Bosna olayları, Türkiye’nin önemli bir gelişme gösteren ve “mega proje” olarak adlandırılan “yayılmacı dış politikacının parçası olarak özel şekilde değerlendiriliyor.

TÜRKİYE’NİN “MEGA PRDOJE’SİNİN BAŞLICA UNSURLARI
“Adriyatik’ten Japon Denizine kadar” bir coğrafya üzerinde siyasal, kültürel ve ekonomik egemenlik hesapları yapan Türlüye, bu hesaplara temel olması gereken ekonomik ve mali gelişme düzeyinin henüz çok gerisindedir ve bir bakıma “emperyalist etkinlik” anlamına gelecek olan böyle bir projeyi gerçekleştirebilmek bir yana, bunun başlıca araçlarını yaratmak bakımından da önemli ölçüde büyük emperyalistlerin desteğine muhtaçtır. Kaldı ki, bunun sağlanabilmesi için bile, onların gerçek planları içinde bir unsur olarak rol oynamak zorundadır. Böyle bir pozisyon elde etmenin yolu, askeri, siyasi, ekonomik ve kültürel pek çok bileşenin bir araya gelmesinden, Türkiye’nin taleplerinin emperyalistlerin hedefleriyle çakışacak bir içerik taşımasından ve Türkiye’nin kendisine biçilen rolü yerine getirecek bir potansiyele sahip olmasından geçmektedir. Türkiye, böyle bir pozisyon için gerekli unsurları bir araya getirmek için pek çok alanda yoğun bir faaliyete girişmiş bulunmaktadır. Ekonomik, mali, askeri ve siyasi bakımdan içinde bulunduğu geriliği, uluslararası planda değişik yol ve yöntemler kullanarak sağlayacağı bir “sözü edilir ülke” olma konumuyla kapatmak istiyor.
Bunun, şu anda mümkün olan ilk elemanlarından birisi, bir tür “kontrgerilla” faaliyeti sayılabilecek olan, etnik gruplar üzerindeki çalışmadır. Türkiye, ulusal ve dinsel azınlıkların bugün, en azından kendi politikaları için bir kaldıraç rolü oynayabileceği düşüncesindedir. Bunun için de, Türk ulusal ve Müslüman dinsel azınlıkların bulunduğu her ülkede, özel tipte örgütlenmeler yaratmak çabasındadır. Bulgaristan’daki “Hak ve Özgürlükler Hareketi”, Yunanistan’daki Türk azınlığın siyasi ve kültürel örgütleri, Azerbaycan’daki “Halk Cephesi” içindeki kimi gruplar, Irak’taki Türkmen azınlığa kurdurtulan siyasi ve kültürel örgütler, Türkiye’nin çok yönlü amaçları için hazırlanan ve yedekte tutulan örgütlerin bir kısmıdır. Türkiye, bu örgütler aracılığıyla, söz konusu ülkelerin iç işlerine müdahale etmeyi, bu ülkelerin dış politikalarını bu araçları kullanarak yönlendirmeyi ve en azından bir tehdit ve baskı gücü olarak elde tutmayı planlıyor. Şu andaki durum açısından bakıldığında, bütün bu girişimler, yalnızca bir “beşinci kol” faaliyeti olarak görülebilir. Türkiye’nin, “Adriyatik’ten Çin Şeddine kadar (bezen bu Japon Denizi’ne kadar olabiliyor) ülkelerde, yayılmacı bir dış politika ve “emperyalist” amaçlar güdebilmesi, verili koşullar açısından tam bir hayaldir. Ne var ki, bir yandan faşist ideolojik yönelimlerle beslenen bu hayal, diğer yandan da, Türkiye’nin bu çabalarının eninde sonunda kendi planlarının gerçekleşmesinin araçlarını yarattığını düşünen gerçek güçler (ABD ve bir ölçüde Almanya) tarafından desteklenip kışkırtılıyor. Örneğin Irak’taki Türkmen hareketi, Saddam rejimine karşı ve genel olarak Irak’ın denetlenmesi için ABD planlarında bir faktör olarak hesap edilebilir, ya da Azerbaycan’da, bugün Elçibey’in kişiliğinde cisimlenmiş bulunan Türk istihbaratı güdümlü hareket, Kafkasya’daki olayların yönlendirilmesinde etkili olabilir vs. Bu çerçevede, Türkiye, “Türkî Cumhuriyetler” bünyesinde de, benzer tipte örgütler yaratmak için geniş bir çaba içinde bulunmaktadır. “Türkî Cumhuriyetlerden çok sayıda öğrenci, bugün Türkiye’de eğitilmekte, Türkiye’nin iktisadi, siyasi ve kültürel bakımdan bütün bu ülkelerin “ideal merkezi” olarak kabul edilmesine yönelik bir etkileme ve bağlama sürecinden geçirilmektedir. Aynı sistemli çalışma, Balkanlardan göç eden, ya da geçici sığınmacı statüsü ile Türkiye’ye gelen topluluklar üzerinde de yürütülmektedir. ‘80’li yılların sonunda yaşanan Bulgaristan’dan büyük göç sırasında Türkiye’ye gelmiş bulunan pek çok “Türk kökenli Bulgar vatandaşı”, aynı süreçlerden geçirilerek ülkelerine geri yollanmıştır. Bugün, Bosna-Hersek olayları nedeniyle Türkiye’ye göç etmiş ya da geçici olarak sığınmış bulunan insanlar üzerinde de aynı “eğitim programı” uygulanmaktadır. Bunlar, Türkiye için, gelecekte kendi ülkeleri içinde etkili bir ajan şebekesinin olduğu kadar, politik bir kamuoyu yatırımının da potansiyelini temsil etmektedir.
Türkiye’nin Bosna’ya özel ilgisinin temelinde bu yakın ve uzak vadeli” hesapların rolü belirleyicidir. Bosna-Hersek’teki Müslüman halk, Türkiye bakımından Balkan politikalarının oturacağı sacayaklarından biri olma değeri taşımaktadır. Aynı şekilde, Makedonya (Üsküp), Kosova (Priştine) ve hatta sınırlı bir ölçüde de olsa, Sırbistan ve Karadağ, bu türden faaliyetlerin yürütülmesine olanak veren bir yapı göstermektedir.
Bu program ve faaliyet planlarının temelinde, ülkelerin içişlerine müdahale ederek ve karışıklıklar çıkararak kendi taleplerini kabul ettirecek bir uluslar arası mekanizma bulunduğu varsayımı yatmaktadır. Türkiye, daima, kendi bünyesinde meydana gelen sınıf mücadelesi ve ulusal hareketler karşısında, bir “kışkırtıcı dış mihrak” aramıştır ve toplumun kendi dinamiklerinden daha çok, “dış düşman”ların planlarının analizine önem veren bir istihbaratçı mantığıyla hareket etmiştir. Şimdi, bu mantık, dışa dönük faaliyetlerinde ve sözde yayılmacı ve “güçlü dünya devleti” planlarının yürütülmesinde kendisini gösteriyor. Emperyalist ilişkilerin belirlediği uluslararası alanda ekonomik ve kültürel etkinlik kurmak için gerekli olanaklardan yoksun bulunan Türkiye, bu alanda sözü edilir ve hesaba katılması zorunlu bir güç olmanın yolunu, ajanlık faaliyetlerinde, şantaj ve gizli pazarlık unsurlarında görüyor. Bu sağlandığı ölçüde, “en güvenilir müttefik” olma ve emperyalist planlarda daima baş rol oynayan bir koçbaşı pozisyonu kazanma şansı artacaktır.
Bu girişimlerin bir diğer yüzünde, Türkiye’nin parçalanma sürecindeki ülkelerde, başta SSCB’den arta kalanlar olmak üzere, Balkanlar ve muhtemel bir Irak bölünmesi durumunda ortaya çıkacak milli devletçiklerde, geniş ekonomik yatırımlar yapma ve pazar bulma çabası bulunuyor. Türkiye burjuvazisi, esas niteliği olan “emperyalist sermayenin genişletilmiş yeniden üretimi” sürecinde yer almak işlevini, şimdi yeni ve dokunulmamış alanlar olarak görünen bu ülkelerde yerine getirmeye aday olmak istiyor. Türkiye, üzerinde bin bir uluslararası şirketin rekabetinin kıyasıya sürdüğü bu topraklar üzerinde, kendi sermayesine dayanarak hiç bir zaman söz sahibi olamayacağını biliyor. Yatırım ve işletmecilik denilen şeyler, inşaat sektörünün gelip geçici işlerinden ve kısmi ihracattan ibaret kalmaya mahkûmdur. Ancak, Türkiye burjuvazisinin önde gelen isimlerinin belirttiği gibi, bu yolda, emperyalist sermayenin “yardım ve katkısıyla” ilerlenebilir. Emperyalistlerin bu yardım ve desteği sağlayabilmelerinin pek çok koşulu arasında, söz konusu ülkelerde siyasi yaptırım gücüne sahip olmak koşulu da bulunuyor. Örneğin, eğer Türkiye, kendisine açılan kredileri, ortaklık paylarını bu ülkelerden birinde gerçekten yatırıma dönüştürecek siyasal güçten yoksunsa, bir başka deyişle, yatırımın gerçekleştiği ülkelerin iç politikasında da etkili olmak imkânına sahip değilse, beklentileri boşa çıkacaktır. Dolayısıyla, ilk bakışta soyut bir milliyetçilik ve dindaştık dayanışması gibi görünen, biraz kazınınca altından kışkırtıcılık ve ajanlık faaliyetleri çıkan girişimler toplamının temelinde, emperyalist sermayenin ihracı için taşeronluk planı bulunmaktadır. Böylece, son zamanlarda özellikle Başbakan Demirel’in sıkça kullanmaya başladığı “Türkiye’nin Mega projesi’nin, gerçekte emperyalist sermayenin olağan, sıradan projelerinin bir parçası olduğu görülmektedir.
Bu planlar içinde Bosna-Hersek’in konumu nedir?

KISA TARİHÇE
Yugoslavya, NAZİ işgaline karşı büyük bir devrimci enerjiyle birleşen çeşitli milliyetlerden halkların, sosyalizm bayrağı altındaki mücadelesinin ürünü olarak doğmuştu. Bu savaşın önderi olan Tito’nun başkanlığı altında, uzun yıllar boyunca, ulusal ve dinsel bakımdan farklı halklar, federal bir cumhuriyetin olanak verdiği ölçüde barış içinde yaşadılar. Tito öldüğü sırada, Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti, federal yapının sürdürülmesini güçleştiren siyasal ve ekonomik sorunlarla karşı karşıyaydı ve etnik çatışmalar için, o zamandan başlayan bir kaynaşma ortamına doğru sürükleniyordu. Tito’nun ölümü, yol açtığı yönetim kriziyle bu süreci hızlandırdı. Aynı dönemde, SSCB ve Doğu Avrupa’da başlayan sosyal ve siyasal krizin Yugoslavya’ya yansıması, bağımsızlık taleplerinin ortaya çıkmasına ve etnik gruplar arasında çatışmaların başlamasına yol açtı. Önce, Hırvatistan ve Slovenya, Yugoslavya’nın egemen devletlerin oluşturduğu gevşek bir federasyona dönüştürülmesi talebini ileri sürdü. Buna göre, federe devletlerarasında yalnızca, para, savunma ve dış politika konuları ortak olmalı, bunlar dışında her devlet kendi egemenlik, haklarını kullanmalıydı. Buna karşılık, Sırbistan, Karadağ ve Yugoslav Halk Ordusu, merkezi ve ilişkileri daha sıkı bir federasyondan yana tavır koydular. Bosna-Hersek ve Makedonya ise, federasyon ve konfederasyon modellerinin uzlaştırılmasına yönelik yeni bir plan yapılmasını istiyorlardı.
1991 yazında, federasyona dâhil en gelişmiş iki cumhuriyet, Slovenya ve Hırvatistan, bağımsızlıklarını ilan ettiler. Buna karşılık, Federal Başbakan Ante Markoviç, iki cumhuriyetin tutumunu “tek yanlı ve yasadışı” olarak suçladı. İki gün sonra da, Federal ordu, “yasal yetki alanlarını korumak” gerekçesiyle, Hırvat ve Sloven kuvvetlerin kontrol altına almaya çalıştığı sınır karakollarına müdahale etti. Müdahale, Federal Cumhuriyet bakımından tam bir başarısızlıkla ve 80 kişinin ölümüyle sonuçlandı. Bununla birlikte, büyük ölçüde Federal Cumhuriyetin askeri ve coğrafi varlığını elinde tutan Sırbistan, merkezi bir federasyonun sürdürülmesini savunmaya devam etti. Bu, federasyonun diğer cumhuriyetleri tarafından, esas olarak egemen bir Sırbistan’ın yeniden kurulma çabası olarak değerlendirildi ve gerginliğin artmasına yol açtı. Özellikle, Sırplar, Hırvatlar ve Müslümanların bir arada yaşadığı Bosna-Hersek ve Makedonya, yeniden Büyük Sırbistan’ın kurulacağı endişesiyle, Sırbistan’ın planlarına karşı durdular. Sırbistan, Bosna ve Hersek’te, “Bosna Hersek Sırp Cumhuriyeti” adını taşıyan ve birliği zorla sürdürmenin aracı olan bir hükümet eliyle, bölgenin çoğunluk halkı olan ve Osmanlı egemenliği sırasında İslamlaşmış Slavların oluşturduğu Müslümanlara karşı bir sindirme ve teknik adıyla “etnik arındırma operasyonu” düzenlemeye başladı. Saraybosna, Mostar gibi merkezlere yönelik saldırılar peş peşe sürüp gitti. Şu anda, Sırp kuvvetleri, Bosna-Hersek’in % 70’ini kontrol altında tutuyor.
Bosna-Hersek sorunu, BM bünyesinde sürdürülen “uzlaşma” çabalarının çerçevesinde, bugün, her coğrafi bölgede, çoğunlukta bulunan etnik grubun yönetimde olacağı bir federasyonun oluşturulması yönünde ilerliyor.
Bosna-Hersekli Sırpların lideri Radovan Karadziç, yaz ortalarında yapılan Londra Konferansı’nda, Bosna-Hersek için yeni bir anayasa taslağı ve üç toplumun oluşturacağı konfederasyon önereceklerini açıklamıştı. Karadziç, Bosna-Hersek’te, Müslümanların önerdiği üniter devlet modelinin işlemeyeceğini savunarak, “Aramızdaki savaş ve çatışmalara rağmen, tek çözüm, üç toplumun kuracağı bir konfedere devlettir; o zaman hiç bir toplum diğeri üzerinde tahakküm kuramaz ve birlikte yaşabiliriz” demişti. Bosna-Hersek’te göçe zorlanan tüm mültecilerin güvenlik içinde evlerine dönmelerini desteklediklerini, bundan sonra da “etnik temizlik” olaylarının önlenmesi için tüm tedbirleri alacaklarını belirten Karadziç, aradan geçen zaman içinde uygulanan ağır silahlı yıldırma ve göçe zorlama politikasının sonucu olarak, bugün Müslümanların gelmiş bulunduğu noktaya o zamandan açık kapı bırakıyordu. BM tarafından önerilen barış planının, bu faktörleri hesaba katan bir yapı göstermesi, tarafların kolayca uzlaşabileceği umudunu doğurmasına rağmen, bunun kesin olarak geçici bir çözüm olduğu, savaşan taraflara yalnızca bir anlık nefes alma olanağı sağlamaktan öte hiç bir kalıcı sonuç doğurmayacağı açıktır. Yugoslavya’nın ve genel olarak Balkanlar’ın geleceği, belirsizliklerle dolu. Karışıklıklar, milliyetler ve etnik gruplar arasındaki çatışmalar, yönetim krizleri daha uzunca bir zaman bu bölgedeki ilişkileri karakterize edecek.
Gelişmelerin bu eğilimi, ABD’nin bölgedeki etkisini daha da güçlendirebileceği fırsatlar yaratıyor. Şu anda ABD, bir müdahale planına sahiptir. Daha çok, ilk planda Bosna-Hersek’e olan Sırp saldırısını durdurmayı ve belli bir denge sağladıktan sonra denetimli bir bölünmeyi öngören bu yakın vadeli plan, öncelikli olarak Sırplara karşı alınacak tedbirleri özetlemektedir.
Bu yakın vadeli planın başlıca seçenekleri, aynı zamanda bir müdahale anında yapılabilecek olanların da çerçevesini çiziyor:
Uçuş vaşağı:
ABD, ekim ayında BM tarafından konulan uçuş yasağının sert askeri yöntemlerle uygulanmasını istiyor. ABD, ayrıca, Sırpların kara hedeflerinin de vurulmasını istiyor. Bunlar arasında yakıt, enerji ve ulaşım altyapıları bulunuyor.
Daha Kapsamlı vardım:
Bosna-Hersek’te halen 23 bin BM personelinden oluşan yardım operasyonu çıkmazda. ABD, daha kapsamlı yardım programı istiyor. Yardım malzemesinin bir Hırvat limanına çıkarılması ve yardım taşıyan uçaklara, savaş jetlerinin eşlik etmesi düşünülüyor.
Boşnaklara silah:
ABD, Boşnaklara silah ambargosunun kaldırılmasını istiyor. Boşnaklara havadan silah atılması düşünülüyor.
Kosova ve Makedonya’ya koruma:
BM, Kosova’yı Sırp saldırısından korumak için, bölgeye birlik gönderebilir. Ancak Kosova, Sırbistan’a bağlı olduğundan böyle bir eylemle Sırbistan’ın egemenliği çiğnenmiş olur. Bununla birlikte ABD, Türkiye’nin propaganda ve diplomatik ilişki paketlerinde sıkça görülen bu unsuru, başlıca hedeflerinden biri olarak sayıyor. Savaşın Kosova ve Makedonya’ya sıçraması olasılığı, emperyalizmin geri cephesini hayli zayıflatacak sonuçlar doğuracaktır.
Güvenli Bölge:
ABD, Bosna’da sivil halk için güvenli bölgeler kurabilir. Ancak bunun için kara birliklerinin kullanılması gerekiyor. Bu da, Türk ve Yunan silahlı kuvvetlerinin operasyondaki ağırlığının artması demektir.
Türkiye, bu durumdan üç farklı ve birbirine bağlı alanda yararlanabileceği düşüncesindedir.
Birincisi, Türkiye, kendi ölçüsünde geliştirmeye çalıştığı yayılmacı dış politikasının iç politik ilişkilerde ikna edici bir özellik kazanması için kendince elverişli imkânlar taşıdığına inandığı bu bölgede belirli bir başarı elde etmek istiyor. Bu, eğer elde edilebilirse, daha sonraki girişimler için bir koçbaşı işlevi görecek.
Diğer yandan, Türkiye, emperyalistler-arası çelişkiler yumağında etkili bir tercih unsuru olabilmesinin koşullarını da burada görüyor. Gerek Almanya, gerekse ABD ile ilişkilerinde, burada kazanacağı konum, pek çok bakımdan pazarlık gücünü artıracaktır.
Üçüncü olarak, Türkiye, Balkanlar’da etkili bir konum sağladığı takdirde, gerek bölge ülkeleri ile olan ilişkilerinde, gerekse Avrupa Topluluğu içinde kazanmaya çalıştığı pozisyonda kendisine karşı ciddi engeller çıkaran Yunanistan’a karşı güçlü bir dayanak sağlamış olacaktır.
1992 içinde yaşanan ve yabancı basında ciddi belgelerle birlikte açıklanan bir olay, Türkiye’nin bu niyet ve hazırlıklarının boyutunu göstermesi bakımından ilgi çekicidir.
“Foreign Report”a göre, Kasım ayında, Türkiye, Sırplarla etnik Arnavutlar arasında bir sorun çıktığı takdirde, yardım amacıyla Arnavutluğa iki zırhlı tugay göndermeyi önerdi. Bulgaristan’la olan askeri ilişkilerde de ilginç gelişmeler yaşandı: Ekim ayında Ankara, Sırbistan’daki muhtemel bir askeri harekât için Bulgaristan’dan geçiş izni istedi. Öneri, Bulgaristan devlet başkanı Philip Dimitrov tarafından reddedildi. Bu olaydan kısa bir süre sonra, Türk basınında, Dimitrov aleyhine yoğun bir kampanya başladı ve etnik Türk Partisi “Hak ve Özgürlükler Hareketi”, hükümete verdiği desteği geri çekti. Dimitrov istifa etti ve Bulgaristan hükümetsiz kaldı. Bu arada rastlantı sayılamayacak bir başka gelişme oldu: Bulgar generalleri, Yunanistan’a bir “dostluk ziyaretinde bulundular.
İç içe geçmiş pek çok çıkar ilişkisi ve çatışması, bölgenin büyük bir karmaşa içinde yuvarlanmaya devam etmesine yol açıyor. ABD, Almanya, Fransa, İngiltere, kendi aralarında emperyalistler-arası çelişmelerin sergilendiği bir ilişki içinde Bosna olayına yaklaşırken, Türkiye gibi bağımlı ve güdümlü güçler, bir yandan kendi adlarına yürütmeye çalıştıkları planları ana emperyalist güçler dengesi içinde ve bu planlardan biriyle uyumlu olarak yürütmeye çalışırken, diğer yandan da kendi iç politikalarının gereği ve uzun vadeli hesapları çerçevesinde olayda rol almaya çalışıyorlar.
Bu olayda, Türkiye’nin, Bosna Hersek olayı karşısındaki tutumunu belirleyen başlıca iki etkenin kendisini açık biçimde gösterdiğini söyleyebiliriz: Birincisi, iç politik ve ekonomik ihtiyaçlar ve hedefler; ikincisi, emperyalistlerle olan bağlantıları. Başlıca emperyalist güçler, ABD ve Fransa, askeri çözümü sürekli erteleyen ve geri plana atan bir yol izlerken, Türkiye’nin şiddetli bir askeri müdahale kışkırtıcılığı yapmasının nedeni nedir? Hatta giderek kendi başına askeri müdahale imkânlarını araştırması ve bu yolda Bulgaristan ve Arnavutluk nezdinde girişimlerde bulunması nasıl açıklanabilir? Gerçekten eğer böyle bir imkân açık olsaydı ve Türkiye Bosna’ya askeri birlik gönderseydi, burada tutunmaya ve sorunun çözümü için kendi çıkarlarını eksen alan bir politikayı sonuna kadar sürdürmeye gücü yetecek miydi? Açıkçası, Balkanlara Türkiye’nin uluslararası emperyalist planlardan ve geniş bir uzlaşma çerçevesinden bağımsız olarak müdahale etmesi, Yunanistan’la olan sorunlarını keskin bir biçimde gündeme getirecek ve savaş, tüm yönleriyle bir Balkan-Dünya savaşı biçimi alabilecekti. Türkiye, Sofya ve Tiran’ın (Arnavutluk, Yunanistan’dan yılda 35 milyon dolarlık yandım alıyor. Türkiye ile Arnavutluk arasında 1991 yılında imzalanan askeri işbirliği anlaşması uyarınca, Arnavut askeri öğrenciler Kara Harp Okulunda eğitim görüyor) Atina’yı göz önünde tutan ret cevaplarından sonra, “tek başına” müdahale girişiminden vazgeçti. Gerekçe olarak, Dışişleri Bakanlığı, teknik olanaksızlıkları gösterdi. Gerçekte, Türkiye’nin tek başına müdahale girişimi” gibi gösterilerek aşırı derecede kışkırtılmış kamuoyu tepkisini yatıştırma girişiminin gerçekleşmemesi için, en önde siyasal nedenler rol oynuyordu: Hava hareketi, BM kararlarına uygun değildi, çelişiyordu. Denizden yapılacak bir girişim için NATO’nun onayı olması gerekiyordu, Kara harekâtı ise, ancak Bulgaristan ya da Yunanistan’ın onaylamasıyla gerçekleşebilirdi. Üstelik Genel Kurmay tarafından yapılan hesaplara göre, “insani yardım”ı güvenceye almak için 60 bin, Saraybosna hattını korumak için de 115 bin askere ihtiyaç vardı. Yani, Bulgaristan ve Arnavutluk Türkiye’nin önerisine evet deselerdi bile, Türkiye’nin bu işin gerisini getirebilmesi için fazla şansı yoktu. Buna rağmen Türkiye, Bulgaristan ve Arnavutluk’a bu önerileri götürmekle, en azından onlar üzerindeki etkisini ölçmüş, bir bakıma da arttırmış ve iç politikada oluşan tepki ve baskıları yumuşatmıştır. Balkanlar, bazen, gerçekten yapabileceklerini yapmaktan kaçınıp, sözde neler yapmayı tasarladığını açıklayarak üstünlük gösterisine girişmenin bile etkili olabildiği bir konjonktür sergiliyor.

NATO MU, BM Mİ?
Atlantik dünyasında, ABD’nin üstünlüğünü sağlayan ve bunun için gerekli silahlı etkinliği düzenleyen tek kuruluş NATO. Fakat SSCB’nin dağılmasından sonra, NATO, başta Avrupalı müttefikler olmak üzere, üyeler arasında ciddi tartışmaların konusu oldu. NATO’nun esas olarak SSCB önderliğindeki Varşova Paktı’nın varlığına bağlı olan gerekçeleri ve NATO’nun kendisini sürdürmesi için gerekli koşullar ortadan kalkmıştı. Bundan dolayı, NATO yerine, uluslararası anlaşmazlıkları çözmede, beş daimi üyenin ortak komutanlığı altında kurulacak bir silahlı müdahale birliği aracılığıyla, BM daha etkili bir konuma getirilmeliydi. Buna karşılık ABD, Amerika dışında görev yapacak bütün Amerikan birliklerinin yalnızca Amerikalı komutanlar tarafından yönetilmesi koşulunu ileri sürerek, BM bünyesinde bir “Acil Müdahale Birliği” kurulması önerisini reddetti. Aynı zamanda NATO içinde, Fransa ve Almanya’nın “Avrupa Savunması” kavramı ekseninde önerdikleri yeniden yapılanma yolu da İngiltere’nin desteği ile önlendi. ABD, NATO içindeki belirleyici rolünü korumaya devam etti. Fakat diğer yandan, NATO’nun “günün ihtiyaçlarına cevap verecek biçimde” örgütlenmesi için bir planı yürürlüğe sokarak, güçlerde önemli bir indirime ve birleşik komutanlığa bağlı çokuluslu birimlerin kuruluşuna yöneldi. Böylece, ABD’nin NATO içindeki gücü ve rolü, özellikle de komuta düzeyindeki belirleyiciliği değişmedi. Avrupa’nın (Fransa ve Almanya’nın) girişimleri de, bir başka alternatifle “NATO bölgesi dışındaki operasyonlar için bir Avrupa gücünün kurulması”nın kabul edilmesiyle önemli ölçüde pasifize edildi. Bu proje, diğer yandan AGİK ve “Kriz Önleme Merkezi’nin daha etkin biçimde örgütlenmesiyle desteklenecekti. AGİK, tüm Avrupa ülkeleriyle birlikte, Kanada ve ABD’yi de kapsayan 35 üye devletin oluşturduğu bir örgüt olarak, Orta Avrupa ve Balkanlardaki gerilimlerin, açık çatışmalara dönüşmesini engelleme amacıyla kurulmuş olarak gösteriliyordu ve burada da önde gelen güç, gene ABD’ydi. Böylece, ABD, Avrupa Topluluğuna üye ülkelerin bağımsız bir ortak “dış politika” gütmeleri için mümkün bütün yolları, bir de bu örgüt aracılığıyla tıkamış bulunuyor. Buna karşılık, gerek Avrupa, gerekse Avrupa dışındaki ülkelerin, dünya f5blitikası üzerinde söz sahibi olabilecekleri, hiç değilse görüşlerini dile getirebilecekleri ve kendi özel çıkarları için bir çıkış yolu araştırabilecekleri tek örgüt olarak BM kalıyordu. BM, esas itibariyle bir emperyalist örgütlenme olma niteliğine karşılık, geri ve yarı-sömürge ülkelerin ve büyük batılı emperyalistlerle ortak çıkarlara sahip olmayan, hatta ABD ve diğer batılı emperyalistlerle karşıt çıkarlara sahip bulunan devletlerin de üye olduğu bir örgüt olmanın özelliklerini taşımaya devam ediyordu. Bu durum, BM’nin işlevsizleştirilmesi ve başta ABD olmak üzere, başlıca emperyalistlerin başrol oynadığı uluslararası örgütlerin plan ve programlarına engel olmayacak bir konuma itilmesini gerekli kılıyordu. Şu anda Bosna-Hersek sorunu, bu işlevsizliğin ve uluslararası politikada kimin söz ve karar sahibi olduğunun görülmesi için iyi bir örnek oluşturuyor. Benzer durumlarda, herhangi bir ülke ya da bölgede, herhangi bir süper devletin politikaları, doğrudan doğruya o bölge ya da ülkenin kendisiyle ilgili görünse de, asıl amaç ve hedef, genel etkinlik ve hegemonya girişimlerini güçlendirecek kozlar elde etmektir. Almanya’nın durumuna bu açıdan bakılabilir. Balkanlar, Almanya’nın geleneksel diplomasisinde, daima özel bir yer tutmuştur. Gerek bölgenin Almanya’ya göre coğrafi konumu, gerekse, Avusturya, Macaristan gibi ülkelerdeki azınlık Alman grupların durumu, Almanya’nın Balkanlarda daima etkili bir pozisyon elde etmeye çalışması için gerekli zemini hazırlamıştır. Bu durum, 19. yüzyılın sonu ve bu yüzyılın başlarından bu yana fazlaca değişmemiştir. Birinci Dünya Savaşı’nın nedeni olarak gösterile-gelen olay, Balkan ilişkilerinin Almanya bakımından ve genel olarak da, Avrupa için taşıdığı önemin uzak geçmişine dair bir örnek olarak hatırlanabilir. Günümüzde ise, Balkanlar, bölgesel-coğrafi “jeostratejik” özelliklerinden daha çok, emperyalistlerin her türden provokasyonuna ve hegemonya oyunlarına uygun bir zemin sunmasıyla öne çıkıyor. Almanya, gerek AT içindeki ilişkileri bakımından, gerekse ABD ile olan gerilimli ilişkileri açısından, yeryüzünün neresinde olursa olsun, kendi etkisini ve gücünü hissettirebileceği alanlara ihtiyaç duyuyor.

ALMANYA- SONDERWEG
“Sonderveg”, Alman dış politikasında “özel bir yol izleme” anlamına geliyor. AET girişimleri içinde, Almanya, Avrupa’nın diğer emperyalistlerine karşı, bir “sonderveg” izlemeyeceğine dair değişik biçimlerde ve zamanlarda güvence vermek zorunda kalmıştır. Bunun başlıca gerekçesi, Almanya’nın gerçekte her zaman kendine özgü ve kendi çıkarlarını göz önünde tutan bir yol izlemeye, kendi planlarını ve hesaplarını, ortaklarının çıkarlarından önde görmeye dayanan bir potansiyeli ifade ediyor olmasıdır. AETnin 1990 sonlarında gerçekleşen doruk toplantısında, Kohl, topluluk içinde zaman zaman temel politikalarda aykırı düştüğü Fransa Cumhurbaşkanına Avrupa Biri iği için birlikte davranma güvencesi vermesine karşın, başka alanlarda, örneğin hemen bu zirveyi izleyen günlerde gündeme gelen Körfez Krizi sırasında, ABD ve İngiltere’nin dışında, Fransa’nın tavrına da uygun düşmeyen bir “sonderweg”i kendisine uygun görmüştü.
Bu konuyla ilgili görünen son bir gelişme, ocak ayının son haftasına girerken gerçekleşti: Türkiye ve Yunanistan Genel Kurmay Başkanları arasında, uzun zamandır görülmeyen bir sıcak hava esti. Türk Genel Kurmay Başkanı, Yunan Genel Kurmay Başkanına, “NATO’nun Napoli’de bulunan Avrupa Güney Kuvvetleri Başkomutanı Amerikalı Jeremy Boorda aracılığıyla” bir dostluk mesajı gönderdi. Orgeneral
Güreş, konuya ilişkin açıklamasında, geçen kasım ayında Bulgar Genel Kurmay Başkanıyla imzalanan benzer anlaşmayı örnek göstererek, o zaman, ayrıca bir de “Balkan Genel Kurmay Başkanları Zirvesi” önermiş olduğunu hatırlattı. Bu gelişmeler, 1988 yılında o zamanın Başbakanı olan Özal ile Yunanistan Başbakanı Papandreu arasında imzalanan bildiriye bağlanıyor ve o zaman iki ülke arasında askeri konularda işbirliği yapılmasının öngörüldüğü hatırlatılıyor. Konunun aradan beş yıl geçtikten sonra ve bugünün koşullarında olağan sayılmayacak bir sıcaklıkla gündeme gelmesi ilginçtir. Günümüz koşulları açısından bakıldığında, bu gelişme, BM içinde NATO’nun güçlerini etkili bir biçimde devreye sokma girişimi olarak yorumlanabilir. Diğer yandan, Türkiye’nin Balkanlar’daki hesaplarının asgari düzeyde gerçekleşebilmesi için, Yunanistan’ın “özellikle Makedonya sorunu bakımından tatmin edici bir güvenceye kavuşturulması gerekiyor. Son gelişme, bu iki problemi birden çözmeye yönelik çabalarda önemli bir adım olarak -değerlendirilebilir. Bu aynı zamanda, “Bölgedeki savaşın Kosova ve Makedonya’ya sıçramasını önlemek” için kararlı olan ABD’nin taleplerine de uygundur. Ya da, bir başka açıdan, eğer savaşın gelişimi böyle bir denetim imkânını ortadan kaldırırsa, bunun başlıca sonuçlarından biri olacak olan Türk-Yunan çatışmasının, şimdiden önlenebilmesi için önlemler geliştiriliyor olabilir. Fakat burada Türkiye’nin hesaplarından daha önde gelen ABD’nin bölgedeki etkinliğine güçlü bir zemin hazırlama isteğidir. Yine bu gelişmeye bakarak, Avrupa ağırlıklı bir çözüm için BM örgütlerinin sağlayacağı kısmi avantajı, peşinen ortadan kaldırmak için, ABD’nin bölgedeki eski ve değişmez güçlerine dayanan bir girişimi organize etmeye başladığı kestirilebilir. Rusya Federasyonu’nun bugüne kadar uyuklayan güçlerini harekete geçirme hazırlığı içinde olduğunu gösteren işaretlerin yoğunlaştığı bir sırada, bu girişimin ABD bakımından anlamı ve önemi daha da artmaktadır.

Şubat 1993

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑