Türkiye’nin gündemindeki toplumsal sorunlar burjuvazi ve diktatörlüğü daha fazla çözümsüzlüğe sürüklerken, sermaye ve gericilik, toplumsal muhalefetin tek cephede birleşmesini ve diktatörlüğe karşın etkin eylemlere girişmesini engellemeye çalışmaktadır. Kürt halkına yönelik azgın faşist saldırılara, Sivas katliamına ve işçi sınıfına yönelik yeni saldırı hazırlıklarına karşı yükselme ve genelleşme eğilimini gösteren emekçi kitle hareketinin önünü kesmek amacıyla baskı ve terörün yanı sıra, işçi ve emekçilerin aldatılmasını hedefleyen, Genel Kurmay tarafından “psikolojik savaş” olarak adlandırılan burjuva faşist ve gerici propagandaya ağırlık verilmektedir.
Burjuva egemen sınıflar ve sermayenin tüm politik temsilcileri, kesintisiz bir biçimde, işçi sınıfını ve tüm emekçileri fedakârlığa, “ülkenin çıkarları için” burjuvaziyle birliğe çağırırken, azgın faşist baskı ye kapitalist sömürüyü gizlemeye çalışmaktadırlar. Onlara göre, işçi sınıfı, Kürt halkı ve tüm emekçiler, sisteme ve devlete, sermaye ve gericiliğe karşı herhangi bir itiraz yükseltmemeli, burjuva egemenliği altında yaşamayı benimsemeli, sistem ve devlet yararına daha fazla fedakârlığa katlanmalı, sömürülmeyi, hak kısıntılarını ve zorba yöntemlerle susturulmayı kabullenmelidirler! Yine burjuva propagandaya göre işçi sınıfı ve diğer ezilen emekçi yığınları, aksi bir tutumla, mücadeleye yönelirlerse, “Türkiye’nin güçlü bir bölge devleti haline gelmesini istemeyen iç ve dış düşmanların oyununa gelmiş” olurlar. “İç ve dış düşman” demagojisine sarılan egemen sınıflar, bunu sermaye ve gericiliğe karşı mücadeleyi engellemenin ve zayıf düşürmenin aracı olarak kullanmaktadırlar.
Burjuvazi ve onun her türden siyasal temsilcileri, işçi sınıfına, Kürt halkına ve tüm ezilenlere karşı azgın bir ekonomik Ve siyasi saldırı politikası izlerken, demagojik “birlik ve beraberlik” propagandasını da elden bırakmamaktadırlar. Esas korkulan işçi ve emekçilerin kendi gerçek durumlarını kavrayarak kapitalist sisteme ve burjuva egemenliğine karşı mücadeleye atılmalarıdır. Türkiye ve Türkiye Kürdistan’ındaki son gelişmeler, sermaye ve gericilik cephesinde bir paniğin yaşanmasına, “milli birlik” propagandasının daha ağırlıklı olarak gündeme gelmesine yol açtı. Burjuvazinin deneyimli politikacısı Demirel’in “paniğe kapılmaya gerek yok, başında bulunduğum devleti sokağa bırakmam” sözleri, bir paniğin yaşandığının dışa vurumundan başka bir şey değildir. Sivas katliamı bile, tek başına, diktatörlük ve hükümetin açmazlarının güçlü bir göstergesidir. Sivas katliamının doğrudan devletin, Genelkurmayın, kontrgerilla, MİT ve hükümetin kontrolü ve bilgisi dâhilinde gerçekleştiği o denli açıktı ki; sıradan emekçiler bu gerçeği görüp, devleti, hükümeti ve meclisi hedefe koyan sloganlarla protesto gösterileri düzenlediler.
İşçi sınıfının “genel grev” sloganıyla işten atma, taşeronlaştırma, özelleştirme ve sendikasızlaştırmaya karşı direnişi yaygınlaştırdığı, on binlerce kaklara dökülüp bakanlık kapılarına dayandığı, Kürt halkının imha ve teslim alma amaçlı faşist saldırganlığa karşı mücadeleyi yükselttiği koşullarda; emekçilerin cephesinde gedik açma, dini inançların istismarıyla mücadeleyi güçten düşürme ve gericiliğin hedef saptırma planlarını da içeren
Sivas katliamı, diktatörlüğün açmazlarını derinleştirmekten başka bir şeye yol açmadı. Bu katliamla ilerici aydınlara, devrimcilere ve tüm emekçilere gözdağı vermek isteyen faşist gericilik, gerçi emekçi mücadelesinin 37 neferini katletti ama, hedefine ulaşamadı.
YÜZBİNLERİN YÜRÜYÜŞÜ, DEVRİM VE DEVRİMCİ EYLEM
Sivas katliamını protesto gösterileri, diktatörlüğün ve burjuva egemen sınıfların saldırılarını püskürtmenin yol ve yöntemleri konusunda aydınlatıcı-eğitici derslerle doludur. Yüz binler, devleti ve hükümeti doğrudan hedefe koyan sloganlarla yürüdüler. “Kahrolsun devlet”, “katil iktidar”, “katil devlet”, “Sivas’ın katili faşist devlet”, “faşizme ölüm halka hürriyet”, “faşizme karşı omuz omuza,” “kahrolsun faşist diktatörlük”, “yaşasın halkların kardeşliği” vb. sloganlar, yüz binlerin dilinde, faşizme karşı öfkenin dışa vurumu olarak seslendirildiler. Türkiye’de ilk kez sıradan emekçiler, “kahrolsun devlet” sloganıyla yürüdüler. “Katiller mecliste”, “Meclis istifa”, “hükümet istifa” diyerek meclise saldırıya teşebbüs eden öfkeli kalabalıklar, Türkiye egemen sınıflarını bekleyen tehlikeyi de haber verdiler. “Türkiye laiktir laik kalacak”, “mollalar İran”a türünden eksik bilinç kaynaklı yanlış sloganların atılması, bu öfkeli kalabalıkların birikmiş devlet karşıtlığını hak edilmedik biçimde gölgeleyen zayıf bir etken olmaktan başka bir anlam ifade etmemektedir. Türkiye’nin laik olmadığını, Türkiye’de “din ve vicdan hürriyeti” bulunmadığını, egemen sınıfların dini, sınıf diktatörlüğünün bir aracı olarak kullandığını ve Sivas katliamının, din ve vicdan, düşünce ve örgütlenme özgürlüğünün bulunmadığının somut bir kanıtı olduğunu, emekçiler er-geç anlayacaklardır.
Türkiye egemen sınıfları, öteden beri ezilenlerin saflarında iç çelişkiler yoluyla gedikler açarak, mezhep ve milliyet farklılıklarını sistem yararına kullanarak, egemenlik sistemlerini ayakta tutmaya çalışmaktadırlar. Sermaye ve gericilik, sıkıştığı her yerde şovenizme, ırkçı-gerici milliyetçiliğe ve inanç farklılıklarının kullanılması yoluyla dini gericiliğe sarılmakta, kışkırtıcı propaganda ve provokatif eylemlerle, yığınların devleti ve sömürü sistemini hedeflemesini engellemeye çalışmaktadır. Türkiye egemenleri, burjuvazi ve diktatörlük, gelişen işçi sınıfı eylemi ve Kürt özgürlük mücadelesi karşısındaki sıkışmışlıklarını aşmak için, hedef saptırıcı, provokatif ve bölücü eylemlere başvururken, beklemedikleri türde ve nitelikte bir tepkiyle karşılaştılar. Onlar emekçilerin saflarında yer alan 37 aydın, yazar ve sanatçıyı katlederken, aynı zamanda dini gericiliği kullanarak, ezilenlerin saflarında kargaşa yaratmayı hedeflediler. Sivas katliamı, egemen sınıfların, bilinçsiz yığınların dini inançlarını istismar ederek, dini sömürü düzeninin ve burjuva egemenlik sisteminin payandası olarak kullanma çabalarının yeni bir örneği oldu. Ancak, egemen sınıfların bu oyunu eskisi kadar kolayca oynayamayacakları da görüldü. Yüz binlerin protesto eyleminde taşınan “Alevi-Sünni birlik, kahrolsun faşist diktatörlük” pankartları, gericiliğin oyununu bozmanın mümkün ve gerekli olduğunu gösterdi. Hangi milliyetten ve mezhepten olursa olsun, işçi ve emekçiler, uzlaşmaz sınıf karşıtlığı sisteminde yaşadıklarını, burjuva-kapitalist sömürüye tabii tutularak iliklerine dek sömürüldüklerini, diğer şeylerin yanı sıra, dini inanç farklılığının, egemen sınıflar tarafından, emekçi mücadelesi ve örgütlenmesinin bölünmesi amacıyla kullanıldığını, dinin ve dini inançların sermaye egemenliği ve sömürüye alet edilip, kapitalist ve gerici sistem yararına kullanıldığını, kapitalizm koşullarında gerçek bir laisizm ve inanç özgürlüğünün mümkün olmadığını, inanç özgürlüğü ve inanıp-inanmama serbestîsinin ancak kapitalizm ve gericiliğin tasfiyesiyle mümkün hale gelebileceğini, sömürme ve aldatıp egemenlik altında tutma amacına bağlanmış herhangi bir “özgürlüğün” -inanç özgürlüğünün de- gerçek bir özgürlük sayılamayacağını görüp kavradıklarında; bununla da yetinmeyerek, gerçek eşitlik ve özgürlüğü, yarattığı toplumsal temelle olanaklı kılan sosyalizmi kurmak için harekete geçerek, burjuva egemenlik sistemini parçalayıp yıkmayı ve yerine proletarya ve emekçilerin devrimci iktidarını kurmayı başardıklarında, gerçek bir inanç özgürlüğünü, bunun koşullarını kendi elleriyle sağlamış olacaklardır. Dinin, ortaya çıktığı andan itibaren, sınıflı toplumlarda sınıf mücadelesine bağlandığını, egemen sınıfların elinde, ezilenleri baskı altında tutma ve aldatmanın aracı ve “toplumun afyonu” olarak kullanıldığını net olarak görmek, emekçiler açısından o gün daha olanaklı hale gelecektir.
Türkiye’nin hiçbir zaman laik olmadığı, dinin ve caminin, işçi ve emekçileri düzene bağlama ve kaderci boyun eğişe sürüklemenin aracı olarak kullanıldığı, diktatörlüğün ve burjuva gerici-faşist partilerin dini politikanın bir aracı olarak kullandıkları, mezhep ayrımını sürekli diri tutmaya çalıştıkları, baskı altında tutulmaları nedeniyle devlete karşı belli bir potansiyel muhalif kesimi oluşturan alevi kesimini “potansiyel suçlu” olarak görüp değerlendirdikleri, geçmişte Sivas, Maraş, Malatya ve Çorum’da örnekleri sergilenen ve bugün Sivas’ta yenilenen mezhep çatışmalarını körükleme girişimlerinden geri durmadıkları bilinen bir gerçektir. İşçi sınıfı ve tüm ezilenler, egemen sınıfların, dini bir sömürü aracı olarak kullanmalarına olanak tanımayacak bir bilinç ve örgütlülük düzeyine ulaşmadıkça da bu tür provokatif eylemlerin tümüyle önlenmesi mümkün olmayacaktır.
Sivas katliamı sonrasında yüz binlerin “katil devlet” sloganıyla sokağa dökülmesi, karşıdevrim cephesinde ciddi kaygılara yol açtı. Tekelci burjuva basınında “sarsılıyoruz”, “kâbus gibi günler” başlıklarıyla yazılar yazıldı. Protesto gösterileri sırasında Meclisin taşlanması üzerine, gerici-faşist cephede “birlik-beraberlik” demagojisiyle “milli mutabakat” çığlıkları yeniden yükseltildi. Parlamentoda ve Genelkurmay’da üst üste toplantılar düzenlendi. Burjuvazinin tüm temsilcileri, “Türkiye’nin ağır sorunlarla karşı karşıya olduğunu” itiraf ederken, Demirel “paniğe kapılmayın” demek zorunda kaldı. Yığınların öfkesinin doğrudan devlete yönelmesi karşısında Demirel; “Birden paniğe kapılıp, hadisenin üzerine varmak dururken, devletin ve rejimin üstüne gelmenin bir anlamı yoktur… Bence paniğe kapılmanın bir gereği yok. Karanlık ruh haline, kâbusa girmenin de bir yeri yok” diyerek, içinde bulundukları “karanlık ruh halini” ortaya koydu.
“Söyleyene değil, söyletene bak” diye bir söz vardır. Demirel’e bu sözleri söyleten, başta Ankara, İstanbul, Adana, İzmir, Dersim ve Sivas olmak üzere birçok il ve ilçede, yüz binlerce işçi ve emekçinin sokağa taşan öfkesiydi. Yığınların eyleminin kendiliğinden politik içeriği, egemen sınıfların paniğe kapılmasına, “karanlık ruh haline, kâbusa girme”sine yol açabildi. Çünkü bu eylemlerde toplam sayılan milyona yaklaşan işçi ve emekçiler, “hadisenin üzerine varmakla yetinmeyerek, hadiseye -Sivas katliamına- neden olan, “hadise”nin gerçek sorumlusu devlete ve rejime karşı öfkelerini haykırdılar, devletten ve rejimden kopuşun işaretini verdiler. İşte egemen sınıfların ve onların politik temsilcilerinin “kâbusa girmesi”ne, “paniğe kapılma”sına yol açan gerçek neden buydu.
Yüz binler faşist gericilik karşısında, yenilmez tek ve gerçek gücün tüm milliyetlerden işçi ve emekçi ordusu olduğunu gösterdiler. Kendilerinin, kendi eylemlerinden öğrendiklerine kuşku duyulamaz. Yüz-iki yüz kişilik, ya da birkaç bin kişilik -koşullara bağlı olarak bu tür eylemler de gereklidir- gösterilere azgın saldırılar düzenleyen polisin gerçekte güçsüz bir zorbalar güruhu olduğu bu eylemlerde bir kez daha görüldü. Sivas katliamını protesto gösterileri, faşizme ve diktatörlüğün saldırılarına karşı en (ve tek) etkili mücadele yönteminin yığınların güçlü, birleşik ve militan eylemi olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Bu eylemler, devrimci eylemin nasıl olması gerektiğini, eğitici sonuçlarıyla birlikte gözler önüne serdi. Devrimci siyasal faaliyetin önemini, yığınlar içinde eğitici, aydınlatıcı ve örgütleyici faaliyetin derinleştirilmesinin aciliyetini, örgütlü yığın eylemine olan ihtiyacı görmemekte, duymamakta ve öğrenmemekte ısrarlı olanların dışındaki herkese gösterdi.
Sivas katliamını protesto eylemleri, birey ve grup eylemini, yığın eyleminin yerine geçiren küçük-burjuva anlayışa, küçük-burjuva örgüt ve devrim anlayışına güçlü darbeler indirdi. Bu eylem halktan kopuk halkın mücadelesinin yerine, kendi küçük.”atak ve cesur” grubunun eylemini geçiren, yığın eylemini örgütleme, yığınları eğitme gibi ciddi çaba isteyen devrimci bir faaliyet yerine, emekçi yığınlara karşı zorba yaptırımları da içeren rantiye devrimciliği meslek edinen grup ve kişilere verilmiş bir cevap oldu aynı zamanda,
Bu gösteriler, karşı-devrimci saldırıları püskürtmek ve egemen sınıflara geri adım attırmak için yığınların birleşik ve genel eyleminin gerekliliğini gösterdiği gibi; işçi ve emekçilerin aydınlatılmasına, mücadeleye bilinçli katılımı ve devrimci örgüt çalışmasına gönüllü desteğinin sağlanmasına hizmet etmeyen bir eylemin -halkın çıkarlarına zarar veren, ona karşı zor kullanımını içeren küçük-burjuva gruplarca girişilen ve örnekleri çokça gösterilebilecek olan- devrimci eylem olamayacağını, devrimci eylemin yığınların burjuvaziye ve gericiliğe karşı mücadelesini geliştiren, yeni katılımları sağlayan, ya da ona hizmet eden, yığınlar içinde aldanmalara yol açamayan eylem olduğunu da gösterdi.
Yüz binlerin eylemi, yığınların salt ekonomik taleplerle sınırlı bir mücadelenin sınırlarını aştığını, politik sloganlara açık ve politik taleplerle diktatörlüğe karşı mücadele potansiyeline sahip olduklarını, devrimci Marksist politik faaliyetin daha fazla önem kazandığını, yığınları saran devrimci aydınlatma çalışmasının yoğunlaştırılması gerekliliğini, devrimi örgütlü yığınların devrimci eyleminin ürünü olarak ele alan devrimci komünist partisinin slogan ve şiarlarının yığınlar tarafından benimsenmesi olanaklarının genişlediğini -Sivas katliamını protesto gösterileri, kamu çalışanlarının eylemleri vb. bunu da gösterdi- yığınlar içinde bilinçli, kararlı ve inatçı propaganda, ajitasyon ve örgüt çalışmasının zorunluluğunu ortaya koydu. Bu gösteriler örgütlü yığın eyleminin önemini körün, sağırın ve cehaleti olumlu yetenek sayan köle ruhlu bireyin dışındaki herkese yeniden gösterdi. Protesto gösterileri, öncünün yığınlara öncülükte başarısının zorunluluğunu, yığınların, öncünün slogan ve hedeflerinin doğruluğuna, kendi tecrübeleri temelinde inandırılmalarını sağlamak amacıyla, öncünün yığınlarla en geniş bağlara sahip olmasının, faaliyeti ve pratik tutumuyla yığınlara güven vermesinin, bu amaçla daha kapsamlı, daha bilinçli ve daha atak bir aydınlatma, eğitme ve örgütleme çalışmasına girişmesinin zorunluluğunu da yeniden göstermiş oldu.
Yüz binlerin eyleminin bir diğer sonucu da -eylemde atılan sloganların içeriğinin de kanıtladığı gibi- “Alevi-Sünni”, “Türk-Kürt” ayrımına umut bağlayanların açmazda olduğunun ortaya çıkmış olmasıdır. Diktatörlük ve burjuva egemen sınıflar, artık eskisi kadar kolayca değişik milliyet ve mezheplerden işçi ve emekçileri birbirine kırdıramayacaklardır. Burjuvazinin dini bir sömürü aracı olarak kullanması mezhep ve milliyet farklılığından sınıf egemenliğini sürdürme amacıyla yararlanması işçi ve emekçiler kendi gerçek sınıf çıkarlarının bilincine ulaştıkça daha da zorlaşacaktır. Kapitalist sömürü çarkının dişlileri arasına alman işçilerin, dini inanç farklılığı ve farklı milliyet kökeninden olma nedeniyle birbirlerini kırmalarının hiçbir nedeni olmadığını anlamalarının olanakları daha da genişlemektedir. İşçi sınıfı kendi çıkarlarının bilincine vardıkça, siyasal sınıf bilincine ulaşmış işçilerin sayısı arttıkça, burjuvazinin, dini, sınıf egemenliğinin aracı olarak kullandığı ve gerçek bir inanç özgürlüğü için burjuva sınıf egemenliğine son vermenin öncelikli bir görev olduğu görülüp-kavranacaktır. Burjuvazinin tüm oyalama, aldatma ve hedef saptırma çabalarına rağmen, kapitalizm, sınıf mücadelesini keskinleştirerek, işçi ve emekçilerin bu gerçeği görmesinin olanaklarını da genişletmektedir. Ancak, burjuvazi ve gericiliğin çok yönlü saldın ve aldatma, hedef saptırma taktiklerini bir bütünlük içinde görmek ve buna karşı gerçek proleter uyanıklılığıyla mücadele etmek bazı dönemlerde çok daha önem kazanmaktadır. Burjuvazi, devlet ve hükümetin son olaylardan çıkardığı sonuç ile işçi sınıfının, Kürt halkının ve tüm emekçilerin bu olay ve gelişmelerden çıkarmaları gereken sonuçların farklı olması gerektiği açıktır. Sermaye ve gericiliğin son olaylardan çıkardığı sonuç, “üst üste katlanarak biriken ülkenin iç ve dış sorunlarının yol açtığı açmazlardan “çıkış” için “milli mutabakat” sağlanması ve herkesin burjuva diktatörlüğü etrafında birleşmesi iken; tüm ezilen ve sömürülen emekçiler açısından bu sonuç, sermaye ve faşizme karşı birleşik, güçlü ve militan bir halk direnişinin yükseltilmesi zorunluluğunun kavranması olmak zorundadır.
Burjuva-gerici propagandanın ana temasını “herkesin aynı gemide bulunduğu, gemi batarsa herkesin batacağı” biçimindeki düşünce oluşturmaktadır. Katliamın ardından yürütülen “birlik” propagandası bu temele oturtulmaktadır. Sömürücü egemen sınıfların propagandasına bakılırsa; kapitalizm ve burjuva devlet işçi ile kapitalistin, tüm halk ile gericiliğin “ortak çıkarları”nı esas almakta ve bu nedenle “ortak çaba”yla korunması gerekmektedir. Kapitalizm, işçi sınıfının ve bütün halkın sömürülmesini esas alan, ücretli köleliğe dayalı özel mülkiyet sistemi olarak değil, burjuvazi, proletarya ve köylülüğün birlikte yaşatmak zorunda oldukları “ebedi” bir toplumsal sistem olarak sunulmaktadır. Burjuvazi ve diktatörlük, işçi sınıfı içindeki burjuva ajanlarının da yardımıyla, işçi sınıfının burjuvaziye karşı anti-kapitalist mücadelesini, tüm halkın faşizme, gericiliğe ve emperyalizme karşı mücadelesini saptırmak amacıyla bu propagandaya ihtiyaç duymakta, çok yönlü karşı-devrimci faaliyetinin ana unsuru olarak kullanmaktadır. Türkiye egemenlerinin, devlet ve hükümet yetkililerinin, Sivas katliamının ardından, katliama tepkilerin yönünü saptırmak amacıyla yoğunlaştırdığı “birlik” propagandasını ve katliama tepki gösteren alevi kesimi sahte bir “laik-şeriatçı” ikilemiyle yanına alma çabalarını doğru değerlendirmenin, faşizme ve gericiliğe karşı mücadelenin zaafa uğramaması açısından hayati bir önemi vardır.
Sivas katliamını doğru değerlendirmek, bu katliamı, emperyalist mali sermaye kuruluşlarının, burjuvazi ve gericiliğin, işçi sınıfına, Kürt halkına ve tüm emekçi halk yığınlarına yönelik saldırılarının bir unsuru olarak görmekle mümkündür. Burjuvazi ve diktatörlük, dini bağnazlığı bir araç olarak kullanarak bu katliamı gerçekleştirirken, kendi hesabına, bu katliamdan Kürdistan’daki mücadelenin bastırılması ve gelişen işçi eylemlerinin savuşturulması için yararlanmayı hesaplamaktaydı.
Sivas katliamı kazara ortaya çıkmış tekil bir olay değil, Kürt halkına, işçi sınıfına ve tüm emekçilere yönelik birleşik karşı-devrimci saldırının bir parçasıdır. Burjuvazi ve diktatörlük, Kürt ve Türk milliyetinden işçi ve emekçilerin sınıf birliği ve birleşik eylemini engellemek için kesintisiz bir faaliyet yürütmektedir. Genelkurmay Başkanı Güreş’in son açıklamalarını Çiller eliyle yürürlüğe konmaya çalışılan yeni ekonomik ve siyasal saldırıları, burjuva partilerin “milli mutabakat” çağrı ve çabalarını ve Sivas katliamını, nüfusun bir bölümüne, ya da sadece şu ya da bu milliyet kökenli emekçilere yönelik saldırılar olarak değerlendirmenin olanağı yoktur. Fatura tüm milliyetlerden ve tüm mezheplerden işçi ve emekçilere kesilmektedir. Genelkurmay, Kürdistan’da yeni ve daha kapsamlı bir imha harekâtını sürdürürken ve Güreş’in açıkça ifade ettiği gibi, “oralarda taş üstünde taş bırakılmaz”ken, bunun ekonomik ve politik faturası Türk ve Kürt emekçisine kesilmektedir. Çiller, Güreş’e “her tür olanağı sağlayacağız, yeter ki terörün kökünü kazıyın” derken, günlük harcaması 15 milyar lira olduğu belirtilen savaş giderlerinin yeni zam ve vergi yükleriyle artırılacağını haber vermektedir. “Kâbusa giren” egemen sınıflar, “kâbusu atlatmak” amacıyla yeni saldırılara yönelirken, Kürt halkının özgürlük istemini bir “dış kışkırtma” olarak göstermeyi, Sivas katliamını bizzat kendileri örgütleyip uygularken, “dış güçlerin bir oyunu” olarak sunmayı gerekli görmektedirler.
Burjuvazi ve diktatörlük, “dış güçler” demagojisini içteki yangını söndürmenin aracı olarak kullanmak istemektedir. Kontra provokasyonlarıyla işçi ve emekçilerin birliğini ve birleşik eylemini parçalayıp-engellemeye çalışan burjuvazi, aynı zamanda, Kürt halkına yönelik katliamlara karşı gelişebilecek tepkilerin önünü de kesmeyi amaçlamaktadır. Burjuvazi ve gericiliğin, Sivas katliamını bu amaçla kullanmaya çalıştığı ancak bunda başarılı olmadığı bilinmelidir. Sivas katliamı emperyalist mali sermayenin çıkarları doğrultusunda işçi sınıfına ve tüm halka karşı hazırlıkları hızla sürdürülen yeni saldırılardan bağımsız değildir. Çiller KİT’leri tasfiyede kararlı olduğunu belirtirken, Türk-İş yöneticilerinden yardım istemekte, işten atma, taşeronlaştırma, özelleştirme, sendikasızlaştırma, yeni zam ve vergileri yürürlüğe koyma, siyasal baskı ve yasakların sınırlarını genişletme vb. uygulamalara karşı herhangi bir tepkinin ortaya çıkmasını “ülkenin milli çıkarana aykırı gelişmeler olarak ilan etmekte, işçi ve emekçilerden, burjuvazi ve kapitalizm yararına fedakârlık istemektedir.
Burjuvazi ve gericiliğin içine düştüğü açmazı, “kâbuslu günleri”ni, ekonomik ve politik saldırıları yoğunlaştırma yoluyla aşmaya çalışmaktan başka bir yolu kalmamıştır. Kürt köylerini 500 librelik bombalarla bombalayan, yakıp-yıkan diktatörlük, şimdi şehir merkezlerini de imhaya hazırlanmaktadır. Burjuvazi ve hükümet kapitalist sömürü oranını artırmanın ve daha az işçiyle daha fazla artı-ürün elde etmenin yollarını aramaktadır. Çiller hükümeti bu hedefin gerçekleştirilmesini amaç edinmiştir. Çiller, uluslararası sermayenin çıkarlarının temsilcisi olarak, KİT’lerin tasfiyesini, yüz binlerce işçinin sokağa atılması pahasına gerçekleştirmeyi, işçilere örgütsüzlüğü, sosyal hak kısıntılarının sınırlarının genişletilmesini, düşük ücreti, açlık ve sefaleti dayatmayı, Kürt özgürlük mücadelesini, Kürdistan’ın kana boğulması pahasına bastırmayı, küçük üreticilerin tekeller yararına daha fazla sömürülmesini öncelikli görevleri olarak ilan etmiş bulunmaktadır.
Tüm gelişmeler, karşı-devrimin komple ve çok yönlü saldırılarına karşı, halk yığınlarının genel eylem ve direnişinin zorunluluğunu ortaya koyuyor. Bunu başarmak, devrim adına ileri yürümenin önemli koşullarından biridir. Koşullar Marksistlere ve tüm devrimcilere daha fazla özverili bir çalışma dayatıyor. Yüz binlerce işçi, emekçi ve gencin katılımıyla gerçekleşen son kitle eylemlerinin ortaya koyduğu sonuçlardan biri de, Marksistlerin ve çeşitli devrimci siyasal yoğunlukların sermaye ve faşizme karşı güç ve eylem birliğinin masa başı uzun tartışma ve “pazarlıklarla değil, kitle hareketinin devrimci sürükleyiciliğinin pratik etkisiyle gerçekleşmiş olmasıydı. Kendiliğindene özellikleri olmakla birlikte, bu somut durum faşizme ve sermayeye karşı yürütülen pratik siyasal mücadelenin gruplar arası güç ve eylem birliklerinin esas zeminini teşkil ettiğini de gösterdi. On binlerce işçi ve emekçinin devrimci komünist partinin sloganlarını coşkuyla haykırmasından devrimci sonuçlar çıkarmanın her kesim açısından gerekli olduğu açıktır. Bu eylemler birkaç on kişilik, ya da yüz-iki yüz kişilik grupların ayrı ayrı varlıklarının anlamsızlığını, onların kendi grup yapılarını koruma çabalarının haksızlığını ve Marksizm’e bağlılıkta kararlı olan tüm unsurların, grup yapılarının küçük burjuva barikatlarına takılmaksızın devrimci komünist partinin saflarında birleşmelerinin zorunluluğunu belirgin bir tarzda ve bir kez daha ortaya koymaktadır. Devrimci enerji ve güç birikiminin bir tek proleter kanalda akmasının, yığın eyleminin gelişmesi açısından taşıdığı önem ve aciliyet sorumluluk sahibi herkesi düşündürmelidir.
Şimdi gerekli olan her konuda netleşme, yaşam tarzının devrimcileştirilmesi, devrimci militanlığın geliştirilmesi, yığınlar içinde daha kapsamlı çalışma, parti şiar ve sloganlarının işçi ve emekçileri daha fazla sarması için daha enerjik bir faaliyet ve tüm olay ve gelişmeleri iktidar mücadelesine bağlı olarak ele alma bilinç ve becerisiyle daha ileri mevzilere yürümedir. Başarmak için başka bir yol yoktur.
Ağustos 1993