İran üzerinde dönen bulutların ne zaman ve ne biçimde fırtınaya dönüşeceği, özel olarak İran’ın takınacağı tavra bağlıdır. Bugün İran’da, “Batı yanlısı”, “ilimli”, “radikal İslamcı” gibi terimlerle tanımlanan iktidar grupları arasındaki çeşitli çatışma ve uzlaşmalar, bölgenin sıcak ortamında, emperyalistlerin plan ve hesaplarından etkilenerek biçim kazanmaktadır. İran, ya tam bir teslimiyetle, emperyalistlerin hedefi olmaktan çıkabilir; ya da geçici uzlaşmalarla, “ılımlı” politikalarla kendisine yönelecek saldırıyı geciktirebilir.
CIA’nın yeni başkanı, 25 Ocakta yaptığı basın toplantısında, İran’ın nükleer, kimyasal ve biyolojik silah yığınağı yaptığı ve “dine dayanan devlet biçimini”, önce Körfez civarında sonra da bütün Müslüman ülkelerde yayma amacına yönelik olarak uzun vadede savaşa hazırlandığı iddiasını öne sürdü.
CIA başkanının açıklaması, olağan koşullarda ilişkilerini sürdüren devletlerarasında, diplomatik sorunların doğmasına yol açacak niteliktedir. Oysa ABD ile İran’ın arasında, İran İslam Devrimi’nden sonra çok ciddi boyutlar kazanarak bugüne kadar, arada Irak’ın Kuveyt’e girişiyle başlayan kriz sırasında kısmen arka plana itilmesine rağmen, devam eden bir gerilim zaten bulunuyordu. Bu gerilim, son günlerde, alttan alta yeniden dünya gündemine giriyor.
İran, diğer yandan Türkiye’nin gündemine, ocak ayının son haftasında, Uğur Mumcu’nun öldürülmesiyle özel bir biçimde sokulmuştu, Cinayetin ardından, bütün kamuoyu odakları, büyük bir kesinlikle İran’ı suçlayan bir kampanya başlattılar. Mumcu’nun öldürülmesiyle doğrudan ilişkisi hiç bir biçimde kanıtlanmayan “İslami Hareket” örgütü üyelerine, önde görünen özellik olarak “İran’la ilişkiler” ve “İran’da eğitilmek, İran’dan direktif almak” yakıştırıldı. Uğur Mumcu’nun öldürülmesine duyulan geniş tepki, İran’a karşı kanalize edildi. Türkiye, bugün hâlâ etkileri devam eden bir İran karşıtı kompozisyona sokuldu.
İlk bakışta, Türkiye Cumhuriyeti’nin kendi sorunlarına ve kalıcı politikalarına ilişkin bir gelişme olarak görülebilen bu durumun, daha geniş bir çerçevede ele alındığında, uluslararası boyutları olduğunu görebiliriz. Yaygın ve etkili propagandanın ve kamuoyu tepkisinin de bu propagandayı geçerli kılacak boyutlar kazanmasının etkisiyle, sorun, rahatlıkla laisizm-şeriat ikilemine sıkıştırılabildi. Ortamın özelliklerinden en çok yararlananlar, başta ordu olmak üzere, 12 Eylül’den sonra demokratik kamuoyunda önemli derecede tecrit olmuş bulunan devlet kurumları oldu. “Cumhuriyet, laiklik, demokrasi” kavramları Kemalist ideoloji bağlamında yeniden, aktüel bir toplumsal bir taban kazanmaya yöneldi. Bazı çevreler, “anti-demokratik ve laisizm karşıtı” olarak tanımlanan akımlar karşısında, ordunun garantisine sığındı ve orduyu, yeniden bir umut olarak reklâm etti.
Ordunun güç kazanması ve “güvenilir bir kurum” olarak yeniden gündeme sokulması, iç politika bakımından olduğu kadar, karmaşık ve çatışmalı sorunlara gebe dış politika bakımından da önem taşıyor.
Özgürlük Dünyası’nın geçen sayısında, “Kontrgerilla Diplomasisi” olarak tanımladığımız uluslararası etkinlik biçimi, ordunun iç ve dış politikada belirleyici bir ağırlıkla rol oynamasını gerektiriyor. Bu aynı zamanda, ABD’nin çıkarlarıyla belirlenmiş ve NATO’nun başlıca vurucu güç olarak devreye girdiği sıcak çatışmalarla yüklü bir süreç içinde Türkiye’nin buna uygun olarak örgütlenebilmesi için gerekli tedbirler cümlesindendir.
İran’la ilişkilerin dalgalı özelliği ve İran’a karşı emperyalist propagandanın Türkiye’yi ilgilendiren özellikleri, bu çok yönlü ve karmaşık bağlantılar içinde değerlendirilmelidir.
İRAN’IN TECRİTİ VE DIŞA AÇILMA ÇABALARI
İran İslam Devrimi’ni izleyen ilk on yıl boyunca, özellikle İran’ın yöneldiği Anti-Amerikan politikalar, bütün emperyalist-kapitalist dünyada bir tecrit politikasını geçerli kıldı. İran, uluslararası diplomasi alanında, hem kendisi son derece pasif bir noktaya çekildi, hem de bu platformlarda etkili olan büyük kapitalist devletler tarafından o konumda kalması için etkili bir propagandanın ve yalnızlaştırma taktiğinin hedefi haline getirildi.
Humeyni’nin ölümünden sonra yeniden oluşan iç dengeler, İran’ın, Batılıların deyimiyle “daha ılımlı” bir yola gireceği beklentisini doğurdu. Günümüzde, İran’ın uluslararası çabalarının genel yönelimi, ekonomisini istikrar içinde yeniden geliştirmek için uluslararası alanda “yeni bir yüzle” hareket etmek olarak beliriyor. İslam Devrimi’nin ve özellikle de Irak’la sürdürülen uzun savaşın yıkıcı sonuçlan, İran’ı hızlı adım atmaya ve petrol gelirlerini düzenli kılacak ve bu geliri sanayileşme için kullanacak fırsatları değerlendirmek için daha geniş ilişkiler kurmaya zorluyor.
“Dışa açılma” çabalarının asıl kaynağını ekonomik çıkarlar oluşturmasına rağmen, şu ana kadar elde edilen kısmi ilerlemelerin İran’ın ekonomisine yansıdığı gözlenmiyor. Bu alanda, İran’ın başlıca iki hedefi, temel sektörlerde özelleştirme ve yabancı sermayenin çekilmesi olarak özetleniyor. Ancak her iki hedef de, hâlâ oldukça uzakta görünüyor. İran, bu yüzden, Ortadoğu’da bir istikrar öğesi ve kendi içinde de istikrarı sağlamış bir ülke olma görüntüsü vermeye özen gösteriyor. “Oysa diğer yandan, hem iç politikada ağır anti-demokratik ve zora dayanan bir yönetim tarzı sürdürülüyor, hem de dış politikadaki yayılmacı eğilimlerin terk edildiğine dair hiç bir işaret görünmüyor. Özellikle İran’da siyasal etkisi hâlâ devam eden “radikal İslami” odakların hâkim olduğu bürokrasinin, ekonomi ve dış politika alanlarındaki eğilimleri belirlediği günümüz koşullarında, emperyalist sermayenin aradığı “güven verici” ortamın bulunduğu söylenemez.
“Yabancı sermayenin çekilmesi” planı, yalnızca emperyalist sermayenin yeni bir alan bulması bakımından çekici olabilecekken, bunun aynı zamanda İran’ın ekonomik yaralarına ilaç olacağı ve bunun da, İran’ın yayılmacı planlarına güç katacağı hesabı yüzünden işlemez durumda kalmaktadır. Gerçekten İran, eski hızını kaybetmiş olmasına rağmen, “İslam Devrimini ihraç etme” politikasından vazgeçmiş değildir. Üstelik Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra, bunu gerçekleştirebileceği yeni alanların açılmış olmasından dolayı daha kapsamlı stratejik planlar geliştirmeye girişmiştir.
İran’ın, yalnızca Ortadoğu’da değil, Kafkasya, Balkanlar ve Orta Asya’da etkinlik kurmaya yönelik hesapları bulunuyor. Bu iç ve dış “büyüme” programı, hiç kuşkusuz, bölge ve dünya dengelerinde güçlü bir konumu gerektiriyor ve İran’ı siyasi ve askeri bakımdan güçlü olmanın gereklerini yerine getirmek için özel programlar uygulamaya zorluyor. Türkiye ile ilişkilerin iyileştirilmesi ve geliştirilmesi, İran’ın bu ihtiyaçları bakımından gerekli adımlardan birisiydi.
Türkiye’nin de, İran’la ilişkilerin belli bir istikrara kavuşturulmasında birçok bakımdan yararı vardı. Her şeyden önce, “terörün önlenmesi” için, sınır güvenliğinin sağlanması ve Kürt gerillalara karşı ortak operasyonların düzenlenebilmesi için bu gerekliydi. Diğer yandan, İran, iç imar ve kalkınmaya yönelik olarak, yüzlerce milyar dolarlık bir “Master Program” uygulamaya başlayacaktı ve bu program çerçevesinde, Türkiye’nin inşaat ve taşeronluk hizmetlerinde yer alabilmesi umudu hayli yüksekti.
Karşılıklı menfaat bağları, Türkiye ile İran ilişkilerinde bir yumuşama ve gelişme eğilimi doğurduğu bir anda, İran’a karşı Mumcu cinayetini bahane eden bir saldırı kampanyasının başlatılması, pek çok yorumcuyu, bu arada İran’la siyasi yakınlığı bulunan kimi siyasi çevreleri, olayın bir provokasyon olduğu yolunda görüşler ileri sürmeye şevketti. Cinayetin İsrail ve ABD gizli servislerinin ortak operasyonu olarak tanımlanması ve buna ilişkin tartışmalı bir belgenin Meclis’e kadar getirilmesi, söz konusu çevrelerin karşı-propaganda faaliyetlerinin içeriğini oluşturdu.
Şu anda görülen, özellikle de CIA başkanının son açıklamasının sert ve cepheden saldıran içeriği, İran’ın yeni bir tecrit çemberine alınmak istendiğinin belirtileridir.
Başta ABD, Fransa ve İngiltere, İran’a karşı güncel propaganda saldırısının başında bulunuyorlar. İran, geçmiş dönemde Libya’ya yapılan ve şu anda Irak’a uygulanan türden bir çökertme operasyonunun nesnesi haline getirilmek isteniyor. Bu emperyalist kuşatma hazırlığında, Türkiye’ye önemli bir rol biçildiği kuşkusuzdur. Bu açıdan, şu anda Irak Kürdistanı’nda yaratılan durumun, bir süredir, Irak’tan çok İran’ı ilgilendiren bir takım gelişmelerin basamağını oluşturduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Önümüzdeki dönemde, Ortadoğu’daki bütün siyasi ve uluslararası gelişmelerde, İran’ı hedef alan bir ilişkiler zinciri kurulması beklenmektedir.
Türkiye’nin Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleriyle olan ilişkilerinde görülen ilerlemeler, söz konusu ülkelerin öteden beri geliştirmeye çalıştıkları anti-İran ittifaklar ve yeni denge arayışlarının ihtiyaçlarını karşılamaya yöneliktir. Bu yeni ittifak zinciri içinde, İsrail, büyüyen askeri gücü ve artan silah imkânlarıyla, üstü örtük bir güç olarak yer almaya hazırdır.
İRAN’DAN NE İSTENİYOR?
İran, yalnızca geleceğe yönelik imkânlarıyla değil, bugünkü potansiyelleriyle de, emperyalizmin Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya planları için, pürüzler yaratan bir milli çizgide yürümeye gayret ediyor. İran İslam Cumhuriyeti, Şah döneminin kölelik anlaşmalarını, özellikle de ABD’nin bölgedeki jandarması olma konumunu ortadan kaldırmıştır. ABD ve Avrupalı emperyalistlerin bölgedeki çıkarlarına önemli ölçüde darbe vurmuştur ve bu durumu en azından siyasi planda devam etmektedir. Her ne kadar, petrol üretimi ve işleme tesislerinde, sanayi ve ticaret alanlarında, emperyalistlerin temel çıkarlarına yönelik esaslı tedbirler alınmamış olsa da, bazı büyük tekellerin orta ve kısa vadeli çıkarlarına ağır engeller konulmuş bulunmaktadır. Fakat daha önemlisi, İran’ın izlediği kendine özgü bölge hegemonyası siyasetidir ve emperyalizmle olan çelişmesinin odağında bu siyasi tavır yatmaktadır.
İslam Devrimi’nden sonra ilk kez 1990’da, Almanya, İtalya, Japonya ve İngiltere ile ekonomik ve siyasi ilişkilerin geliştirilmesine rağmen, bu tutum, yalnızca İran’ın kendisi olarak kaldığı durumlar için kabul edilebilir bir gelişme olarak değerlendirildi. İran’ın bölgedeki genel hegemonyacı planları ve askeri varlığının buna elverişli bir düzeyde gelişmesi, aynı emperyalistlerin tutumunda esaslı bir farklılığın doğmasına yol açıyor. Bir başka deyişle, aynı emperyalistler, İran’da yatırım yapmak, İran’a mal satmak söz konusu olduğunda, İran’ın “dışa açılma eğilimleri”nden hoşnut oluyorlar Ama İran’ın Balkanlar’a kadar uzanan elini, bir başka türden “dışa açılma”yı, “iyi ilişkiler” kapsamında değerlendirmiyorlar. Ve bu birbiriyle çelişen tutumların takınılmasının da kaynağını oluşturuyor.
IRAK ÜZERİNDE DÜĞÜMLENEN ÇELİŞKİLER
İran’ın, emperyalistlerin hoşuna gitmeyen bir aşka “dışa açılma” girişiminin odağında OPEC’i canlandırma projesi bulunuyor. Bu konuda, ABD’nin kesin tekel kontrolü altında bulunan Suudi Arabistan ve bir kısım Körfez ülkesinin oluşturduğu bloğa karşı, İran, Bağdat’la diyalog arayışını sürdürüyor. Körfez savaşı sırasında, İran’ın tutumu, bir yandan bölgede ABD hegemonyasının güçlenmesini engelleyecek tedbirler almak, diğer yandan da, Irak’ın mümkün olan en büyük ölçüde güç kaybına uğramasını kolaylaştıracak girişimlerde bulunmak biçiminde özetlenebilecek başlıca iki hedef güdüyordu. Bu bakımdan bir “tarafsızlık politikası” izledi ve bu yoldan her iki hedefine de önemli ölçüde yaklaştı. Savaştan sonra ise, İran, ısrarla Irak’ın toprak bütünlüğünü savundu. Beklentilerin aksine, Şii ayaklanmasına Kürt hareketine destek vermedi. Emperyalistlerin Irak’ı bölme ve kukla bir Kürt devleti kurma girişimlerine katılmadı. Irak’taki Şii nüfusun taleplerini ise geriye çekti. Irak’ın uğradığı güç kaybını yeterli görüyordu ve ABD’nin daha fazla
mevzi kazanmasını önlemek, ilerlemesini durdurmak istiyordu. Irak’ın konumunu, kendisine elverişli bir noktada dengelenmiş bulduktan sonra, Suudi-İsrail-ABD üçlüsüne karşı, Irak’ı kollamaya bile başladı. Irak’lı muhalif grupların, Tahran’da faaliyet göstermelerini yasakladı. Şam, Beyrut ve Londra, bu grupların başlıca faaliyet alanı olma özelliği gösterirken, Tahran bu bakımdan Irak’a yönelik tehditlere izin vermedi.
İran, Çekiç Güç’ün Irak’ta mevzilenmesinin, Saddam rejiminden çok kendisine yönelik bir tehdit unsuru olduğuna inanıyor.
İNGİLTERE VE İRAN
İngiltere’nin dış politikasında, İran ve Kafkasya’nın geleneksel ve vazgeçilmez bir yeri bulunmaktadır. Günümüzde de, ABD’nin önderliğinde girişilecek bir saldırıda, İngiltere büyük bir ağırlıkla rol almaya adaydır. İngiltere, bu hazırlık sürecinde çok ilginç bir araç kullanıyor. Salman Rüştü, başta İngiltere’nin kendi kamuoyunun olmak üzere, bütün Batı’nın İran hakkındaki imajlarının oluşturulması bakımından ortaya atılmış bir kışkırtıcı rolü oynuyor.
İngiltere, şu anda emperyalist sistem içinde ağır ekonomik sorunları bulunan ülkelerin önde gelenleri arasında bulunuyor. 1990’da başlayan kötüye gidiş, bugün de durdurulabilmiş değil. Sanayi alanındaki yatırımların düşme oranı % 20’ye yükselirken, verimlilik % 1,9’a kadar geriledi ve genel olarak kârlarda büyük bir düşme görüldü. Başta işçi sınıfı olmak üzere, bütün ücretlilerin durumunda genel bir kötüleşme görülüyor. Ücretlerin, minimum artma düzeyi % 11 olarak öngörülmüşken, bu sayıya ulaşılamadı ve artış ancak % 8-9 oranında gerçekleşebildi.
Sanayi üretiminde görülen genel gerilemeye, küçük ve orta boy şirketlerde çöküş eşlik etti. Buna bağlı olarak, işsizler ordusu her geçen büyüyor. Hükümet, bunlara paralel olarak, sendikasızlaştırma ve varolan sendikaların seslerini kısma politikası izliyor.
Körfez Savaşı’nın, İngiltere’nin sanayi üretimini arttırabileceği koşullar yaratacağı şeklindeki beklenti gerçekleşmeyince, 1990’da başlayan ekonomik kötüleşmenin durdurulması, bir başka savaş olanağına bağlandı.
Bu yüzden İngiltere, özellikle uzun sürecek ve kendi kârlarını azamiye çıkaracak kadar pahalıya mal olacak bir savaş olasılığı bulduğu Ortadoğu’yu ve özellikle de İran’ı özel ilgi alanı olarak görmektedir.
Zavallı bir şöhret budalası olan Salman Rüştü, yazdıklarının sorumluluğunu yüklenecek cesarete sahip olmadığı için, İran’ın tehditleri karşısında son derece sinmiş ve korkuyla çeşitli biçimlerde “günah çıkarmış” olmasına rağmen, İngiliz ve bir kısım Batı basını tarafından sürekli gündemde tutularak bir “düşünce özgürlüğü simgesi” haline getirilmeye çalışılıyor. Bu, dinsel dogmalara tavizsiz bağlı kalmayı bir siyaset haline getirmiş olan İran’ı tahrik etmeye yetiyor. İran’ın resmi düzeydeki “ölüm fermanları”, emperyalistlerin giriştikleri provokatif propagandanın etkili olduğunu ve gelecekteki gelişmeleri etkileyecek bir kamuoyu oluşmasına katkıda bulunduğunu gösteriyor. Bugünden, uygun bir zamanda İngiltere’nin Salman Rüştü’nün öldürülmesini kolaylaştıracağını söylemek, fazla aşırı bir tahmin olmaz. (Buna paralel olarak, Türkiye’nin İran’a karşı kombinezonda yer almasını kolaylaştıracak bir başka unsurun, Aziz Nesin’in kendi niyetlerinden bağımsız olarak medyaya sürülmesi, dikkat çekicidir.)
* * *
Emperyalist saldırı hazırlıkları ve bunları kolaylaştıracak komplolar, yalnızca ekonomik ve siyasal ortamın öne çıkan ihtiyaçlarından kaynaklanmazlar; aynı zamanda emperyalistlerle egemen devletlerarasındaki ilişki ve çelişkilerin başka araçları dışta bırakacak tarzda gelişmesiyle de yoğunlaşırlar.
Bu yüzden, İran üzerinde dönen bulutların ne zaman ve ne biçimde fırtınaya dönüşeceği, özel olarak İran’ın takınacağı tavra bağlıdır. Bugün İran’da, “Batı yanlısı”, “ılımlı”, “radikal İslamcı” gibi terimlerle tanımlanan iktidar grupları arasındaki çeşitli çatışma ve uzlaşmalar, bölgenin sıcak ortamında, emperyalistlerin plan ve hesaplarından etkilenerek biçim kazanmaktadır. İran, ya emperyalistlere tam bir teslimiyetle, emperyalistlerin hedefi olmaktan çıkabilir; ya da geçici uzlaşmalarla, “ılımlı” politikalarla kendisine yönelecek saldırıyı geciktirebilir. Şu anda söylenebilecek tek şey, hızlı bir silahlanmaya giriştiği açık olan İran’ın, kendi içindeki dengeleri, bir nefes alma ve hazırlanma süreci için koruma yönünde ilerleyeceği olabilir. Bu özellik, İran’ındaki gerici ve baskıcı rejimin olanaklarını her şeye rağmen tüketmediği, muhalif grupların önemli ölçüde güçten düşürüldüğü ve tecrit edildiği günümüz koşullarında ağır basmaktadır. Şu andaki İran rejimini radikal devrimci bir atılımla sarsacak güçlerin zayıf ve etkisiz olması, İran egemen sınıflarının kendi aralarındaki uzlaşmaları kolaylaştıracaktır. Devrimci ve komünist muhalefetin, gerek İran gericiliğine, gerekse emperyalist baskı ve saldırılara karşı alternatif bir odak olarak çıkmak için yeterli güç ve örgütlenmeden uzak bulunduğu da dikkate alındığında; ülkenin ve bölgenin yakın geleceğini, önemli ölçüde, çeşitli gerici güçler arasındaki çatışmaların ve uzlaşmaların belirleyeceği söylenebilir.
Mart 1993