Devrimci eylemin koşulları ve etkileri hesap edilirken, eylemin, düşman saflarında nasıl bir etki yaratacağı ve bunun karşı-devrimci güçler tarafından ne türden bir propagandanın aracı haline getirilebileceği de düşünülür. Ama tek başına bu faktör, eylemden kaçınmanın gerekçesi olamaz. Hele ağır tutsaklık koşullarının boğuculuğundan, devrimci sınıf mücadelesinin temiz havasına kavuşmak için bir daha ne zaman elde edilebileceği bilinmeyen bir fırsat yakalamış devrimci militanlar için, bu gerekçenin gündeme alınması bile fazlaca lüks olurdu.
Burjuvazi, devrimci militanın yaratıcılığını küçümsemek için kendisine “akıl almaz” gibi görünen kimi eylemler karşısında, daima, işin arkasında başka büyük güçler arar. Kitlelerin devrimci inisiyatifi ve yaratıcılığı gibi, militanın potansiyelleri de, hep aynı “değişime ve değiştirme gücüne inançsızlık” ideolojisiyle ek alınır ve bunun propagandasının sürekli yapılması amacına uygun olarak kullanılır. Özellikle, kimi liberal aydınların, statünün değişme eğilimleriyle kendi beklentileri arasında derin bir farklılık doğmasına yol açan, faşist uygulamalar düzeyinde plan ve taktik değişiklikler yaratan eylemler karşısında, el altında hazır tuttukları “komplo teorilerini gecikmeden gündeme getirmelerinin temelinde, bu ideoloji ve amaç yatar. Her şeye hâkim olan faşizm ve emperyalizmdir! İşçi sınıfı, halk ve devrimci militanlar, ancak onların izin verdiği ölçüde ve onların işine yarayacak eylemler yapabilirler!
İlhan Selçuk, tüm toplumsal hareketleri, siyasal olayları, siyasal partiler arasındaki ilişkileri, basın-yayın dünyasındaki ilişkileri ve değişmeleri, olayların dışında duran, varlıkları apaçık görülmeyen, bilinmeyen, yüksek bir etki gücünü elinde bulunduran kişilerin ve mekanizmaların yönlendirmesiyle açıklayan klasik tipte bir “komplo teorisyeni”dir.
O, bu bakış açısını, bir grup devrimci militanın cezaevinden firar etmesi vesilesiyle, bir kere daha, gene devrimciler hakkında kuşku yaratacak, eylemi karalayacak tarzda ele aldı.
İlhan Selçuk, yazısında şunları söylüyor: “Bir cezaevinde tünel kazılabiliyorsa, iki nedeni vardır:
Ya cezaevi yönetimi, koğuşlara ve içerdekilere hâkim değildir, gerekli denetimi yapamıyor demektir.
Ya da yetkililer, belli bir amaçla tünel kazıcılara bile bile göz yummaktadırlar. Nevşehir’de hangi nedenler ağır bastı?”
Bu soru, yalnızca İlhan Selçuk’un kuşkusunu yansıtmıyor, herkesin aynı kuşkuyu duymasını sağlamak için özellikle ortaya atılıyor.
Cumhuriyet gazetesinin 19 Şubat 1993 tarihli sayısında yayınlanan yazısında, İlhan Selçuk, Türkiye devrimci hareketinde ilk büyük firar olarak anılmayı hak etmiş olan Maltepe Askeri Cezaevi firarını, gene komplo teorisi açısından ele alarak, köklü bir gelenek yaratan eyleme saldırıyor Başta Mahir Çayan ve Cihan Alptekin olmak üzere, dönemin devrimci önderlerinin çetin bir mücadeleyle açtıkları tünelden kaçışlarını, hiç bir zaman o önderlerin çapında bir devrimci olamamış Sarp Kuray’ı da tanıklığa çağırarak devletin komplosu olarak nitelendiriyor.
Maltepe Tüneli söz konusu edilince, bir başka anıyı hatırlamak gerekiyor: O günlerde tünel kasılmasına katılan, fakat firar edecek olanların listesinde bulunmayan genç bir devrimci, olayın bütün ayrıntılarını, özellikle de çok sözü edilen ve edileceği tahmin edilen “toprak meselesi”ni açık seçik yazarak İlhan Seçuk’a teslim eder. “Abi”, der, “Bu olay ileride çok konuşulacak. Herkes bir şey söyleyecek. Provokasyon denilecek, devlet yardımı denilecek. Bize ne olacağı belli olmaz: ama sana güveniyoruz. Böyle şeyler söylendiğinde, sen gerçeği açıklarsın.” İlhan Seçuk, o zaman bütün devrimcilerin namusuna güvendikleri bir “devrimci abi” olarak, notları alır. Ama konunun açıldığı her anda, her fırsatta, kendisine iletilen bilgilerin aksine, kendi bildiğini okur.
Olguları, rasgele nedensellik ilişkileri uydurarak birbirine bağlamayı yöntem olarak seçmiş bulunan “komplo teorisi”, bu bakımdan tam bir sübjektivizme dayanır. Nesnellik bir yana bırakılır, her olayın kendi iç ilişkileri ve bağıntıları keyfi olarak değiştirilir ve asıl yönetici ve yönlendirici olanın egemen güçler olduğu fikrini kanıtlamak için, en aykırı nitelikteki olaylar, birbirine bağlanır.
Hiç kuşkusuz, her devrimci eylem, bir karşı-devrim tepkisi doğurarak gelişir. Diktatörlük, halka saldırmak, devrimcileri yok etmek, kendi yasalarını çiğnemek ve “olağanüstü” tedbirler uygulamak için, kamuoyunda bir haklılık ve meşruiyet görüntüsü kazanabileceği fırsatları kollar. Çoğu kez, bu türden olayları kendisi de yaratır: Örneğin 12 Mart döneminde Kültür Sarayı’nın yakılması, gemilere, Boğaz Köprüsü’ne sabotaj düzenlenmesi gibi. Ama “komplo teorisyeni”, karşı-devrimci saldırıların kaynağında, devrimci hareketin bulunduğu doğru önermesini, devrimci eylemin her türünün bir komplo olduğu sonucuna kadar uzatır. Burada, bu iki farklı olay kesin olarak birbirinden ayırt edilmelidir: Devrimci her eylemin karşı-devrimci saldırıları arttıracağı ya da onlara bir zemin olarak kullanılabileceği ayrı bir olaydır; doğrudan doğruya karşı-devrimci komploların bazen devrimci eylemlerle kasıtlı olarak karıştırılması ayrı bir olaydır. Elbette, devrimci eylemin koşulları ve etkileri hesap edilirken, eylemin, düşman saflarında nasıl bir etki yaratacağı ve bunun karşı-devrimci güçler tarafından ne türden bir propagandanın aracı haline getirilebileceği de düşünülür. Ama tek başına bu faktör, eylemden kaçınmanın gerekçesi olamaz. Hele ağır tutsaklık koşullarının boğuculuğundan, devrimci sınıf mücadelesinin temiz havasına kavuşmak için hır daha ne zaman elde edilebileceği bilinmeyen bir fırsat yakalamış devrimci militanlar için, bu gerekçenin gündeme alınması bile fazlaca lüks olurdu.
Mart 1993