Komplo Teorileri Ve Firar

Devrimci eylemin koşulları ve etkileri hesap edilirken, eylemin, düşman saflarında nasıl bir etki yaratacağı ve bunun karşı-devrimci güçler tarafından ne türden bir propagandanın aracı haline getirilebileceği de düşünülür. Ama tek başına bu faktör, eylemden kaçınmanın gerekçesi olamaz. Hele ağır tutsaklık koşullarının boğuculuğundan, devrimci sınıf mücadelesinin temiz havasına kavuşmak için bir daha ne zaman elde edilebileceği bilinmeyen bir fırsat yakalamış devrimci militanlar için, bu gerekçenin gündeme alınması bile fazlaca lüks olurdu.

Burjuvazi, devrimci militanın yaratıcılığını küçümsemek için kendisine “akıl almaz” gibi görünen kimi eylemler karşısında, daima, işin arkasında başka büyük güçler arar. Kitlelerin devrimci inisiyatifi ve yaratıcılığı gibi, militanın potansiyelleri de, hep aynı “değişime ve değiştirme gücüne inançsızlık” ideolojisiyle ek alınır ve bunun propagandasının sürekli yapılması amacına uygun olarak kullanılır. Özellikle, kimi liberal aydınların, statünün değişme eğilimleriyle kendi beklentileri arasında derin bir farklılık doğmasına yol açan, faşist uygulamalar düzeyinde plan ve taktik değişiklikler yaratan eylemler karşısında, el altında hazır tuttukları “komplo teorilerini gecikmeden gündeme getirmelerinin temelinde, bu ideoloji ve amaç yatar. Her şeye hâkim olan faşizm ve emperyalizmdir! İşçi sınıfı, halk ve devrimci militanlar, ancak onların izin verdiği ölçüde ve onların işine yarayacak eylemler yapabilirler!
İlhan Selçuk, tüm toplumsal hareketleri, siyasal olayları, siyasal partiler arasındaki ilişkileri, basın-yayın dünyasındaki ilişkileri ve değişmeleri, olayların dışında duran, varlıkları apaçık görülmeyen, bilinmeyen, yüksek bir etki gücünü elinde bulunduran kişilerin ve mekanizmaların yönlendirmesiyle açıklayan klasik tipte bir “komplo teorisyeni”dir.
O, bu bakış açısını, bir grup devrimci militanın cezaevinden firar etmesi vesilesiyle, bir kere daha, gene devrimciler hakkında kuşku yaratacak, eylemi karalayacak tarzda ele aldı.
İlhan Selçuk, yazısında şunları söylüyor: “Bir cezaevinde tünel kazılabiliyorsa, iki nedeni vardır:
Ya cezaevi yönetimi, koğuşlara ve içerdekilere hâkim değildir, gerekli denetimi yapamıyor demektir.
Ya da yetkililer, belli bir amaçla tünel kazıcılara bile bile göz yummaktadırlar. Nevşehir’de hangi nedenler ağır bastı?”
Bu soru, yalnızca İlhan Selçuk’un kuşkusunu yansıtmıyor, herkesin aynı kuşkuyu duymasını sağlamak için özellikle ortaya atılıyor.
Cumhuriyet gazetesinin 19 Şubat 1993 tarihli sayısında yayınlanan yazısında, İlhan Selçuk, Türkiye devrimci hareketinde ilk büyük firar olarak anılmayı hak etmiş olan Maltepe Askeri Cezaevi firarını, gene komplo teorisi açısından ele alarak, köklü bir gelenek yaratan eyleme saldırıyor Başta Mahir Çayan ve Cihan Alptekin olmak üzere, dönemin devrimci önderlerinin çetin bir mücadeleyle açtıkları tünelden kaçışlarını, hiç bir zaman o önderlerin çapında bir devrimci olamamış Sarp Kuray’ı da tanıklığa çağırarak devletin komplosu olarak nitelendiriyor.
Maltepe Tüneli söz konusu edilince, bir başka anıyı hatırlamak gerekiyor: O günlerde tünel kasılmasına katılan, fakat firar edecek olanların listesinde bulunmayan genç bir devrimci, olayın bütün ayrıntılarını, özellikle de çok sözü edilen ve edileceği tahmin edilen “toprak meselesi”ni açık seçik yazarak İlhan Seçuk’a teslim eder. “Abi”, der, “Bu olay ileride çok konuşulacak. Herkes bir şey söyleyecek. Provokasyon denilecek, devlet yardımı denilecek. Bize ne olacağı belli olmaz: ama sana güveniyoruz. Böyle şeyler söylendiğinde, sen gerçeği açıklarsın.” İlhan Seçuk, o zaman bütün devrimcilerin namusuna güvendikleri bir “devrimci abi” olarak, notları alır. Ama konunun açıldığı her anda, her fırsatta, kendisine iletilen bilgilerin aksine, kendi bildiğini okur.
Olguları, rasgele nedensellik ilişkileri uydurarak birbirine bağlamayı yöntem olarak seçmiş bulunan “komplo teorisi”, bu bakımdan tam bir sübjektivizme dayanır. Nesnellik bir yana bırakılır, her olayın kendi iç ilişkileri ve bağıntıları keyfi olarak değiştirilir ve asıl yönetici ve yönlendirici olanın egemen güçler olduğu fikrini kanıtlamak için, en aykırı nitelikteki olaylar, birbirine bağlanır.
Hiç kuşkusuz, her devrimci eylem, bir karşı-devrim tepkisi doğurarak gelişir. Diktatörlük, halka saldırmak, devrimcileri yok etmek, kendi yasalarını çiğnemek ve “olağanüstü” tedbirler uygulamak için, kamuoyunda bir haklılık ve meşruiyet görüntüsü kazanabileceği fırsatları kollar. Çoğu kez, bu türden olayları kendisi de yaratır: Örneğin 12 Mart döneminde Kültür Sarayı’nın yakılması, gemilere, Boğaz Köprüsü’ne sabotaj düzenlenmesi gibi. Ama “komplo teorisyeni”, karşı-devrimci saldırıların kaynağında, devrimci hareketin bulunduğu doğru önermesini, devrimci eylemin her türünün bir komplo olduğu sonucuna kadar uzatır. Burada, bu iki farklı olay kesin olarak birbirinden ayırt edilmelidir: Devrimci her eylemin karşı-devrimci saldırıları arttıracağı ya da onlara bir zemin olarak kullanılabileceği ayrı bir olaydır; doğrudan doğruya karşı-devrimci komploların bazen devrimci eylemlerle kasıtlı olarak karıştırılması ayrı bir olaydır. Elbette, devrimci eylemin koşulları ve etkileri hesap edilirken, eylemin, düşman saflarında nasıl bir etki yaratacağı ve bunun karşı-devrimci güçler tarafından ne türden bir propagandanın aracı haline getirilebileceği de düşünülür. Ama tek başına bu faktör, eylemden kaçınmanın gerekçesi olamaz. Hele ağır tutsaklık koşullarının boğuculuğundan, devrimci sınıf mücadelesinin temiz havasına kavuşmak için hır daha ne zaman elde edilebileceği bilinmeyen bir fırsat yakalamış devrimci militanlar için, bu gerekçenin gündeme alınması bile fazlaca lüks olurdu.

Mart 1993

İran problemi ?

İran üzerinde dönen bulutların ne zaman ve ne biçimde fırtınaya dönüşeceği, özel olarak İran’ın takınacağı tavra bağlıdır. Bugün İran’da, “Batı yanlısı”, “ilimli”, “radikal İslamcı” gibi terimlerle tanımlanan iktidar grupları arasındaki çeşitli çatışma ve uzlaşmalar, bölgenin sıcak ortamında, emperyalistlerin plan ve hesaplarından etkilenerek biçim kazanmaktadır. İran, ya tam bir teslimiyetle, emperyalistlerin hedefi olmaktan çıkabilir; ya da geçici uzlaşmalarla, “ılımlı” politikalarla kendisine yönelecek saldırıyı geciktirebilir.

CIA’nın yeni başkanı, 25 Ocakta yaptığı basın toplantısında, İran’ın nükleer, kimyasal ve biyolojik silah yığınağı yaptığı ve “dine dayanan devlet biçimini”, önce Körfez civarında sonra da bütün Müslüman ülkelerde yayma amacına yönelik olarak uzun vadede savaşa hazırlandığı iddiasını öne sürdü.
CIA başkanının açıklaması, olağan koşullarda ilişkilerini sürdüren devletlerarasında, diplomatik sorunların doğmasına yol açacak niteliktedir. Oysa ABD ile İran’ın arasında, İran İslam Devrimi’nden sonra çok ciddi boyutlar kazanarak bugüne kadar, arada Irak’ın Kuveyt’e girişiyle başlayan kriz sırasında kısmen arka plana itilmesine rağmen, devam eden bir gerilim zaten bulunuyordu. Bu gerilim, son günlerde, alttan alta yeniden dünya gündemine giriyor.
İran, diğer yandan Türkiye’nin gündemine, ocak ayının son haftasında, Uğur Mumcu’nun öldürülmesiyle özel bir biçimde sokulmuştu, Cinayetin ardından, bütün kamuoyu odakları, büyük bir kesinlikle İran’ı suçlayan bir kampanya başlattılar. Mumcu’nun öldürülmesiyle doğrudan ilişkisi hiç bir biçimde kanıtlanmayan “İslami Hareket” örgütü üyelerine, önde görünen özellik olarak “İran’la ilişkiler” ve “İran’da eğitilmek, İran’dan direktif almak” yakıştırıldı. Uğur Mumcu’nun öldürülmesine duyulan geniş tepki, İran’a karşı kanalize edildi. Türkiye, bugün hâlâ etkileri devam eden bir İran karşıtı kompozisyona sokuldu.
İlk bakışta, Türkiye Cumhuriyeti’nin kendi sorunlarına ve kalıcı politikalarına ilişkin bir gelişme olarak görülebilen bu durumun, daha geniş bir çerçevede ele alındığında, uluslararası boyutları olduğunu görebiliriz. Yaygın ve etkili propagandanın ve kamuoyu tepkisinin de bu propagandayı geçerli kılacak boyutlar kazanmasının etkisiyle, sorun, rahatlıkla laisizm-şeriat ikilemine sıkıştırılabildi. Ortamın özelliklerinden en çok yararlananlar, başta ordu olmak üzere, 12 Eylül’den sonra demokratik kamuoyunda önemli derecede tecrit olmuş bulunan devlet kurumları oldu. “Cumhuriyet, laiklik, demokrasi” kavramları Kemalist ideoloji bağlamında yeniden, aktüel bir toplumsal bir taban kazanmaya yöneldi. Bazı çevreler, “anti-demokratik ve laisizm karşıtı” olarak tanımlanan akımlar karşısında, ordunun garantisine sığındı ve orduyu, yeniden bir umut olarak reklâm etti.
Ordunun güç kazanması ve “güvenilir bir kurum” olarak yeniden gündeme sokulması, iç politika bakımından olduğu kadar, karmaşık ve çatışmalı sorunlara gebe dış politika bakımından da önem taşıyor.
Özgürlük Dünyası’nın geçen sayısında, “Kontrgerilla Diplomasisi” olarak tanımladığımız uluslararası etkinlik biçimi, ordunun iç ve dış politikada belirleyici bir ağırlıkla rol oynamasını gerektiriyor. Bu aynı zamanda, ABD’nin çıkarlarıyla belirlenmiş ve NATO’nun başlıca vurucu güç olarak devreye girdiği sıcak çatışmalarla yüklü bir süreç içinde Türkiye’nin buna uygun olarak örgütlenebilmesi için gerekli tedbirler cümlesindendir.
İran’la ilişkilerin dalgalı özelliği ve İran’a karşı emperyalist propagandanın Türkiye’yi ilgilendiren özellikleri, bu çok yönlü ve karmaşık bağlantılar içinde değerlendirilmelidir.

İRAN’IN TECRİTİ VE DIŞA AÇILMA ÇABALARI
İran İslam Devrimi’ni izleyen ilk on yıl boyunca, özellikle İran’ın yöneldiği Anti-Amerikan politikalar, bütün emperyalist-kapitalist dünyada bir tecrit politikasını geçerli kıldı. İran, uluslararası diplomasi alanında, hem kendisi son derece pasif bir noktaya çekildi, hem de bu platformlarda etkili olan büyük kapitalist devletler tarafından o konumda kalması için etkili bir propagandanın ve yalnızlaştırma taktiğinin hedefi haline getirildi.
Humeyni’nin ölümünden sonra yeniden oluşan iç dengeler, İran’ın, Batılıların deyimiyle “daha ılımlı” bir yola gireceği beklentisini doğurdu. Günümüzde, İran’ın uluslararası çabalarının genel yönelimi, ekonomisini istikrar içinde yeniden geliştirmek için uluslararası alanda “yeni bir yüzle” hareket etmek olarak beliriyor. İslam Devrimi’nin ve özellikle de Irak’la sürdürülen uzun savaşın yıkıcı sonuçlan, İran’ı hızlı adım atmaya ve petrol gelirlerini düzenli kılacak ve bu geliri sanayileşme için kullanacak fırsatları değerlendirmek için daha geniş ilişkiler kurmaya zorluyor.
“Dışa açılma” çabalarının asıl kaynağını ekonomik çıkarlar oluşturmasına rağmen, şu ana kadar elde edilen kısmi ilerlemelerin İran’ın ekonomisine yansıdığı gözlenmiyor. Bu alanda, İran’ın başlıca iki hedefi, temel sektörlerde özelleştirme ve yabancı sermayenin çekilmesi olarak özetleniyor. Ancak her iki hedef de, hâlâ oldukça uzakta görünüyor. İran, bu yüzden, Ortadoğu’da bir istikrar öğesi ve kendi içinde de istikrarı sağlamış bir ülke olma görüntüsü vermeye özen gösteriyor. “Oysa diğer yandan, hem iç politikada ağır anti-demokratik ve zora dayanan bir yönetim tarzı sürdürülüyor, hem de dış politikadaki yayılmacı eğilimlerin terk edildiğine dair hiç bir işaret görünmüyor. Özellikle İran’da siyasal etkisi hâlâ devam eden “radikal İslami” odakların hâkim olduğu bürokrasinin, ekonomi ve dış politika alanlarındaki eğilimleri belirlediği günümüz koşullarında, emperyalist sermayenin aradığı “güven verici” ortamın bulunduğu söylenemez.
“Yabancı sermayenin çekilmesi” planı, yalnızca emperyalist sermayenin yeni bir alan bulması bakımından çekici olabilecekken, bunun aynı zamanda İran’ın ekonomik yaralarına ilaç olacağı ve bunun da, İran’ın yayılmacı planlarına güç katacağı hesabı yüzünden işlemez durumda kalmaktadır. Gerçekten İran, eski hızını kaybetmiş olmasına rağmen, “İslam Devrimini ihraç etme” politikasından vazgeçmiş değildir. Üstelik Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra, bunu gerçekleştirebileceği yeni alanların açılmış olmasından dolayı daha kapsamlı stratejik planlar geliştirmeye girişmiştir.
İran’ın, yalnızca Ortadoğu’da değil, Kafkasya, Balkanlar ve Orta Asya’da etkinlik kurmaya yönelik hesapları bulunuyor. Bu iç ve dış “büyüme” programı, hiç kuşkusuz, bölge ve dünya dengelerinde güçlü bir konumu gerektiriyor ve İran’ı siyasi ve askeri bakımdan güçlü olmanın gereklerini yerine getirmek için özel programlar uygulamaya zorluyor. Türkiye ile ilişkilerin iyileştirilmesi ve geliştirilmesi, İran’ın bu ihtiyaçları bakımından gerekli adımlardan birisiydi.
Türkiye’nin de, İran’la ilişkilerin belli bir istikrara kavuşturulmasında birçok bakımdan yararı vardı. Her şeyden önce, “terörün önlenmesi” için, sınır güvenliğinin sağlanması ve Kürt gerillalara karşı ortak operasyonların düzenlenebilmesi için bu gerekliydi. Diğer yandan, İran, iç imar ve kalkınmaya yönelik olarak, yüzlerce milyar dolarlık bir “Master Program” uygulamaya başlayacaktı ve bu program çerçevesinde, Türkiye’nin inşaat ve taşeronluk hizmetlerinde yer alabilmesi umudu hayli yüksekti.
Karşılıklı menfaat bağları, Türkiye ile İran ilişkilerinde bir yumuşama ve gelişme eğilimi doğurduğu bir anda, İran’a karşı Mumcu cinayetini bahane eden bir saldırı kampanyasının başlatılması, pek çok yorumcuyu, bu arada İran’la siyasi yakınlığı bulunan kimi siyasi çevreleri, olayın bir provokasyon olduğu yolunda görüşler ileri sürmeye şevketti. Cinayetin İsrail ve ABD gizli servislerinin ortak operasyonu olarak tanımlanması ve buna ilişkin tartışmalı bir belgenin Meclis’e kadar getirilmesi, söz konusu çevrelerin karşı-propaganda faaliyetlerinin içeriğini oluşturdu.
Şu anda görülen, özellikle de CIA başkanının son açıklamasının sert ve cepheden saldıran içeriği, İran’ın yeni bir tecrit çemberine alınmak istendiğinin belirtileridir.
Başta ABD, Fransa ve İngiltere, İran’a karşı güncel propaganda saldırısının başında bulunuyorlar. İran, geçmiş dönemde Libya’ya yapılan ve şu anda Irak’a uygulanan türden bir çökertme operasyonunun nesnesi haline getirilmek isteniyor. Bu emperyalist kuşatma hazırlığında, Türkiye’ye önemli bir rol biçildiği kuşkusuzdur. Bu açıdan, şu anda Irak Kürdistanı’nda yaratılan durumun, bir süredir, Irak’tan çok İran’ı ilgilendiren bir takım gelişmelerin basamağını oluşturduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Önümüzdeki dönemde, Ortadoğu’daki bütün siyasi ve uluslararası gelişmelerde, İran’ı hedef alan bir ilişkiler zinciri kurulması beklenmektedir.
Türkiye’nin Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleriyle olan ilişkilerinde görülen ilerlemeler, söz konusu ülkelerin öteden beri geliştirmeye çalıştıkları anti-İran ittifaklar ve yeni denge arayışlarının ihtiyaçlarını karşılamaya yöneliktir. Bu yeni ittifak zinciri içinde, İsrail, büyüyen askeri gücü ve artan silah imkânlarıyla, üstü örtük bir güç olarak yer almaya hazırdır.

İRAN’DAN NE İSTENİYOR?
İran, yalnızca geleceğe yönelik imkânlarıyla değil, bugünkü potansiyelleriyle de, emperyalizmin Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya planları için, pürüzler yaratan bir milli çizgide yürümeye gayret ediyor. İran İslam Cumhuriyeti, Şah döneminin kölelik anlaşmalarını, özellikle de ABD’nin bölgedeki jandarması olma konumunu ortadan kaldırmıştır. ABD ve Avrupalı emperyalistlerin bölgedeki çıkarlarına önemli ölçüde darbe vurmuştur ve bu durumu en azından siyasi planda devam etmektedir. Her ne kadar, petrol üretimi ve işleme tesislerinde, sanayi ve ticaret alanlarında, emperyalistlerin temel çıkarlarına yönelik esaslı tedbirler alınmamış olsa da, bazı büyük tekellerin orta ve kısa vadeli çıkarlarına ağır engeller konulmuş bulunmaktadır. Fakat daha önemlisi, İran’ın izlediği kendine özgü bölge hegemonyası siyasetidir ve emperyalizmle olan çelişmesinin odağında bu siyasi tavır yatmaktadır.
İslam Devrimi’nden sonra ilk kez 1990’da, Almanya, İtalya, Japonya ve İngiltere ile ekonomik ve siyasi ilişkilerin geliştirilmesine rağmen, bu tutum, yalnızca İran’ın kendisi olarak kaldığı durumlar için kabul edilebilir bir gelişme olarak değerlendirildi. İran’ın bölgedeki genel hegemonyacı planları ve askeri varlığının buna elverişli bir düzeyde gelişmesi, aynı emperyalistlerin tutumunda esaslı bir farklılığın doğmasına yol açıyor. Bir başka deyişle, aynı emperyalistler, İran’da yatırım yapmak, İran’a mal satmak söz konusu olduğunda, İran’ın “dışa açılma eğilimleri”nden hoşnut oluyorlar Ama İran’ın Balkanlar’a kadar uzanan elini, bir başka türden “dışa açılma”yı, “iyi ilişkiler” kapsamında değerlendirmiyorlar. Ve bu birbiriyle çelişen tutumların takınılmasının da kaynağını oluşturuyor.

IRAK ÜZERİNDE DÜĞÜMLENEN ÇELİŞKİLER
İran’ın, emperyalistlerin hoşuna gitmeyen bir aşka “dışa açılma” girişiminin odağında OPEC’i canlandırma projesi bulunuyor. Bu konuda, ABD’nin kesin tekel kontrolü altında bulunan Suudi Arabistan ve bir kısım Körfez ülkesinin oluşturduğu bloğa karşı, İran, Bağdat’la diyalog arayışını sürdürüyor. Körfez savaşı sırasında, İran’ın tutumu, bir yandan bölgede ABD hegemonyasının güçlenmesini engelleyecek tedbirler almak, diğer yandan da, Irak’ın mümkün olan en büyük ölçüde güç kaybına uğramasını kolaylaştıracak girişimlerde bulunmak biçiminde özetlenebilecek başlıca iki hedef güdüyordu. Bu bakımdan bir “tarafsızlık politikası” izledi ve bu yoldan her iki hedefine de önemli ölçüde yaklaştı. Savaştan sonra ise, İran, ısrarla Irak’ın toprak bütünlüğünü savundu. Beklentilerin aksine, Şii ayaklanmasına Kürt hareketine destek vermedi. Emperyalistlerin Irak’ı bölme ve kukla bir Kürt devleti kurma girişimlerine katılmadı. Irak’taki Şii nüfusun taleplerini ise geriye çekti. Irak’ın uğradığı güç kaybını yeterli görüyordu ve ABD’nin daha fazla
mevzi kazanmasını önlemek, ilerlemesini durdurmak istiyordu. Irak’ın konumunu, kendisine elverişli bir noktada dengelenmiş bulduktan sonra, Suudi-İsrail-ABD üçlüsüne karşı, Irak’ı kollamaya bile başladı. Irak’lı muhalif grupların, Tahran’da faaliyet göstermelerini yasakladı. Şam, Beyrut ve Londra, bu grupların başlıca faaliyet alanı olma özelliği gösterirken, Tahran bu bakımdan Irak’a yönelik tehditlere izin vermedi.
İran, Çekiç Güç’ün Irak’ta mevzilenmesinin, Saddam rejiminden çok kendisine yönelik bir tehdit unsuru olduğuna inanıyor.

İNGİLTERE VE İRAN
İngiltere’nin dış politikasında, İran ve Kafkasya’nın geleneksel ve vazgeçilmez bir yeri bulunmaktadır. Günümüzde de, ABD’nin önderliğinde girişilecek bir saldırıda, İngiltere büyük bir ağırlıkla rol almaya adaydır. İngiltere, bu hazırlık sürecinde çok ilginç bir araç kullanıyor. Salman Rüştü, başta İngiltere’nin kendi kamuoyunun olmak üzere, bütün Batı’nın İran hakkındaki imajlarının oluşturulması bakımından ortaya atılmış bir kışkırtıcı rolü oynuyor.
İngiltere, şu anda emperyalist sistem içinde ağır ekonomik sorunları bulunan ülkelerin önde gelenleri arasında bulunuyor. 1990’da başlayan kötüye gidiş, bugün de durdurulabilmiş değil. Sanayi alanındaki yatırımların düşme oranı % 20’ye yükselirken, verimlilik % 1,9’a kadar geriledi ve genel olarak kârlarda büyük bir düşme görüldü. Başta işçi sınıfı olmak üzere, bütün ücretlilerin durumunda genel bir kötüleşme görülüyor. Ücretlerin, minimum artma düzeyi % 11 olarak öngörülmüşken, bu sayıya ulaşılamadı ve artış ancak % 8-9 oranında gerçekleşebildi.
Sanayi üretiminde görülen genel gerilemeye, küçük ve orta boy şirketlerde çöküş eşlik etti. Buna bağlı olarak, işsizler ordusu her geçen büyüyor. Hükümet, bunlara paralel olarak, sendikasızlaştırma ve varolan sendikaların seslerini kısma politikası izliyor.
Körfez Savaşı’nın, İngiltere’nin sanayi üretimini arttırabileceği koşullar yaratacağı şeklindeki beklenti gerçekleşmeyince, 1990’da başlayan ekonomik kötüleşmenin durdurulması, bir başka savaş olanağına bağlandı.
Bu yüzden İngiltere, özellikle uzun sürecek ve kendi kârlarını azamiye çıkaracak kadar pahalıya mal olacak bir savaş olasılığı bulduğu Ortadoğu’yu ve özellikle de İran’ı özel ilgi alanı olarak görmektedir.
Zavallı bir şöhret budalası olan Salman Rüştü, yazdıklarının sorumluluğunu yüklenecek cesarete sahip olmadığı için, İran’ın tehditleri karşısında son derece sinmiş ve korkuyla çeşitli biçimlerde “günah çıkarmış” olmasına rağmen, İngiliz ve bir kısım Batı basını tarafından sürekli gündemde tutularak bir “düşünce özgürlüğü simgesi” haline getirilmeye çalışılıyor. Bu, dinsel dogmalara tavizsiz bağlı kalmayı bir siyaset haline getirmiş olan İran’ı tahrik etmeye yetiyor. İran’ın resmi düzeydeki “ölüm fermanları”, emperyalistlerin giriştikleri provokatif propagandanın etkili olduğunu ve gelecekteki gelişmeleri etkileyecek bir kamuoyu oluşmasına katkıda bulunduğunu gösteriyor. Bugünden, uygun bir zamanda İngiltere’nin Salman Rüştü’nün öldürülmesini kolaylaştıracağını söylemek, fazla aşırı bir tahmin olmaz. (Buna paralel olarak, Türkiye’nin İran’a karşı kombinezonda yer almasını kolaylaştıracak bir başka unsurun, Aziz Nesin’in kendi niyetlerinden bağımsız olarak medyaya sürülmesi, dikkat çekicidir.)

* * *
Emperyalist saldırı hazırlıkları ve bunları kolaylaştıracak komplolar,  yalnızca ekonomik ve siyasal ortamın öne çıkan ihtiyaçlarından kaynaklanmazlar; aynı zamanda emperyalistlerle egemen devletlerarasındaki ilişki ve çelişkilerin başka araçları dışta bırakacak tarzda gelişmesiyle de yoğunlaşırlar.
Bu yüzden, İran üzerinde dönen bulutların ne zaman ve ne biçimde fırtınaya dönüşeceği, özel olarak İran’ın takınacağı tavra bağlıdır. Bugün İran’da, “Batı yanlısı”, “ılımlı”, “radikal İslamcı” gibi terimlerle tanımlanan iktidar grupları arasındaki çeşitli çatışma ve uzlaşmalar, bölgenin sıcak ortamında, emperyalistlerin plan ve hesaplarından etkilenerek biçim kazanmaktadır. İran, ya emperyalistlere tam bir teslimiyetle, emperyalistlerin hedefi olmaktan çıkabilir; ya da geçici uzlaşmalarla, “ılımlı” politikalarla kendisine yönelecek saldırıyı geciktirebilir. Şu anda söylenebilecek tek şey, hızlı bir silahlanmaya giriştiği açık olan İran’ın, kendi içindeki dengeleri, bir nefes alma ve hazırlanma süreci için koruma yönünde ilerleyeceği olabilir. Bu özellik, İran’ındaki gerici ve baskıcı rejimin olanaklarını her şeye rağmen tüketmediği, muhalif grupların önemli ölçüde güçten düşürüldüğü ve tecrit edildiği günümüz koşullarında ağır basmaktadır.  Şu andaki İran rejimini radikal devrimci bir atılımla sarsacak güçlerin zayıf ve etkisiz olması, İran egemen sınıflarının kendi aralarındaki uzlaşmaları kolaylaştıracaktır. Devrimci ve komünist muhalefetin, gerek İran gericiliğine, gerekse emperyalist baskı ve saldırılara karşı alternatif bir odak olarak çıkmak için yeterli güç ve örgütlenmeden uzak bulunduğu da dikkate alındığında; ülkenin ve bölgenin yakın geleceğini, önemli ölçüde, çeşitli gerici güçler arasındaki çatışmaların ve uzlaşmaların belirleyeceği söylenebilir.

Mart 1993

“Yeni dünya duzeni”nin “barış” ortamında emperyalist çıkar çatışmaları “kutupsuz dünya” kavramının iflası

SSCB’nin çöküşü ve Batı Avrupa’daki değişimlerin sonucunda, “Yeni Dünya Düzeni” kavramı ve aynı bağlamdaki “tek kutupluluk”, “Küreselleşme” kavramlarıyla reklâm edilen “barış dünyasının bir aldatmacadan ibaret olduğu, gerek emperyalist müdahalelerle, gerekse artan bölgesel savaşlar ve milliyetçi kaynaşmalarla güzler önüne serildi.
Ne Var ki, “Yeni Dünya Düzeni”nin temel iddiası olan “kutuplaşmanın sona erdiği” iddiasının, emperyalistler-arası ilişkiler bakımından yeterince “gözle görülür” hale gelmemesinden yola çıkarak, bir Dünya Savaşı olasılığının tümüyle ortadan kalktığı, yakın zamana kadar hâlâ ileri sürülebiliyordu.
Günlük basında yer alan bazı haber ve yorumlar, bunun aksini gösteriyor ve başta Batı basını olmak üzere, etkili kamuoyu odakları, bu olasılığın giderek kendini ağır biçimde göstermesinden dolayı tedirginliklerini dile getiriyorlar.
Dünya barışını tehdit eden başlıca faktörün sosyalizm olduğunu, bunun da ortadan kalkmış olmasıyla, sonsuz barış çağının başladığını büyük tantana ile reklâm eden aynı kaynaklara göre, şimdi, dünyanın “barışın galibi” olarak ilan edilen “büyük ekonomik güçleri”, artık açık biçimde birbirinden uzaklaşıyor ve birbirine karşı cephe alıyorlar.
Şu anda, Afrika ve Orta-Doğu’nun ekonomik bakımdan esas hâkimi, Avrupa Topluluğu olarak görünüyor. Topluluğun söz konusu bölgelere toplam ihracatı 338 milyar dolar olarak saptanmış bulunuyor. Adı geçen bölgelerde, ABD’nin 226 dolar, Japonya’nın ise 135 milyar dolarlık İhracatları var. Afrika ve Orta-Doğu üzerinde, özellikle ABD ile AT arasındaki rekabet, askeri ve siyasi faaliyetleri de etkiliyor ve Afrika İle Orta-Doğu’nun başlıca karışıklık bölgelerinde gizli bir emperyalistler-arası savaş sürüyor.
Japonya, özellikle Uzak-Doğu’daki komşularını kendi kapitalizminin yayılma alanı olarak elinde tutuyor. Ancak Japonya, askeri sınırlanmışlığı dolayısıyla, bu etkinliği siyasi boyutlara sıçratmakta pek çok güçlükle karşı karşıya bulunuyor. Bu çerçevede Japonya, Asya’yı da kapsayan bir ekonomik blok oluşturulması çabalarına karşı direniyor.
ABD, dünyanın dört bir yanındaki faaliyetlerinin yanı sıra, öteden beri kendi arka bahçesi olarak değerlendirdiği ve her türlü siyasal gelişmeyi kontrol altında tutmak için büyük çaba harcadığı Latin Amerika’yı ve Kanada’yı tek bir ekonomik örgüt altında bir araya getirmeye çalışıyor. “Kuzey Amerika Serbest Ticaret Bölgesi” (NAFTA) adlı bu girişimin başlıca aktörleri arasında Meksika ve Kanada bulunuyor.
Sözde dünya ticaretini serbestleştirmek ve tekelleşmenin önüne geçmek için oluşturulan GATT (Genel Gümrük Ve Tarife Anlaşması) görüşmeleri, dış ticarette kıran kırana bir rekabete girişmiş bulunan emperyalistlerin çıkar çatışmaları yüzünden tıkanmış bulunuyor. Dış ticaretin toplam hacmi 3 trilyon dolar olarak tahmin ediliyor. Bunun % 60’ını ABD, AT ve Japonya, geriye kalan % 40’lık bölümünü ise, dünyanın tüm diğer ülkeleri (100’ün üzerinde ülke) bölüşüyor. “Ticaretin serbestleştirilmesi”nin önündeki başlıca engel olan, ABD, AT ve Japonya geçen ay “ticari kutuplaşma”yı derinleştiren bazı kararlar aldılar, Aleyhte gelişmelere, kendi çiftçilerinin durumunu neden olarak gösteren Fransa’nın kararları da eklendi. ABD ise, GATT’ın, 380 milyonluk bir pazar hacmi olan NAFTA içindeki ticari ayrıcalıklarını sınırlayacağını düşünüyor.

SİLAH TEKELLERİNİN DURUMU “YÜREKLER ACISI”!
Varşova Paktı’nın dağılması, büyük hacimli silahlanma yarışını yavaşlattı. Bu durum, özellikle Avrupa’nın silah sanayisinde büyük çaplı işten çıkarmaların gündeme gelmesine yol açtı.
İsveç’te faaliyet gösteren “Barış Araştırmaları Enstitüsü”nün verdiği sayılara göre, Avrupa’daki silah sanayisi, 1995 yılına kadar işgücünü üçte bir oranında azaltacak. Sadece İngiltere’de önümüzdeki yıl on binlerce işçi işsiz kalacak. Buna, ağır bir ekonomik durgunluk eşlik edecek.
Avrupa Komisyonu’nun yaptığı bir araştırmaya göre ise, savunma sanayisi ve askeri harcamalarda yapılacak indirimler, Avrupa’da 50 bölgeyi; olumsuz olarak etkileyecek. Şu anda 3 milyon işçinin çalıştığı bu sektörde, koşullar böyle devam ettiği takdirde önümüzdeki yıllarda ağır bir bunalım yaşanacak. Avrupa’nın silah ihracatının % 80’i İngiltere, Fransa ve Almanya’nın elinde. Sektördeki işçilerin büyük bölümü de bu ülkelerde bulunuyor. 1989’da sektörün toplam ihracatı 9,5 milyar dolarken, bu rakam 1991’de 4,5 milyar dolara geriledi.
Birleşmiş Milletler bünyesinde yapılan bir araştırmaya göre, eğer sektördeki bu eğilim devam ederse, tüm dünyada 200-300 milyar dolarlık bir “tasarruf sağlanacak” ve bu yıl sonuna kadar 2 trilyon dolarlık bir toplama ulaşacak. BM kaynakları, iyimserlikle, bu paranın kalkınma programlarına harcanacağını umuyorlar.
Silah fabrikalarının sivil amaçlı sanayilere dönüştürülmesi, büyük yatırımları gerektiriyor ve şimdilik sektörde bu yönde bir eğilim görünmüyor.
“Savunma harcamalarının kısılması”, ABD’de de önemli sıkıntılara yol açmış bulunuyor. “Soğuk savaş” yıllarına göre ABD silah üretim sanayisinde önemli bir gerileme yaşanıyor. 1987’ye göre, savunmaya ayrılan bütçe payı, 1993’te % 30’luk bir gerileme gösterecek. Küçük silah üreticileri, sivil sanayiye yönelmekte güçlük çekmezken, büyük tekeller, üretimi sürdürmekte kararlı davranıyorlar ve Beyaz Saray üzerinde baskı mekanizmalarını hareket halinde tutuyorlar.
Bunun açık bir anlamı vıar: Silah tekelleri “Yeni Dünya Düzeni”nin vaat ettiği “barış”a, her nedense, inanmıyorlar! Şu anda sürüp giden bölgesel çatışmalara, milliyetçi savaşların kışkırtılmasına, dünyanın çeşitli bölgelerinde birer “sürpriz” olarak patlayan çatışmalara, bir de silah tekellerinin durumunu göz önünde tutarak bakmak gerekiyor.

Mart 1993

Emperyalist Kapitalizm Ve Çevre Krizi

Halk sağlığını ciddi bir tehditle karşı karşıya bırakan Çernobil kaynaklı radyoaktif kirlenmenin boyutlarının, üzerinden yedi yıl geçtikten sonra açığa çıkması, olayın “Radyasyon Skandalı” olarak adlandırılmasına neden oldu. Olay, günlük gazetelerin ilk sayfalarında genişçe yer aldı, her gün yeni bir ayrıntı açığa çıkarıldı ve sonuçta ciddi boyutlardaki kirlenmenin “devlet ve millet menfaati için” gizlendiği tartışma götürmez biçimde gözler önüne serildi. Aynı dönemde yaşanan başka çevre olaylarıyla birlikte, çevre kirliliği sorunu Türkiye tarihinde görülmedik ölçüde aktüelleşti,
En basta, Türkiye’nin belli başlı büyük kentlerinde, hava, solunamaz ölçüde kirlenmişti. Havaya düzenli olarak pompalanan atıklara, kış aylarında ısınmak amacıyla kullanılan yakıtların çıkardığı gazların eklenmesiyle, kapitalizmin “kabul edilebilir” saydığı oranın kat kat üzerinde kirlenme ortaya çıktı.
Diğer önemli bir tartışma, Asbestli bir geminin sökülmek üzere Tuzla Tersanesi’ne çekilmesi ekseninde yapıldı. Tam 21 yıl boyunca ABD’de sökülmeden bekletilen United States adlı gemi bir Türk armatörce “Satın alınmıştı” ve söküm işlemi Türkiye’de gerçekleştirilecekti!
Bu tartışmalar içinde nükleer santraller sorunu da gündeme geldi ve yakın bir tarihte Yatağan Termik Santrali’nin havaya saldığı, on küsur yıldır çevredeki bütün doğal kaynaklar üzerinde çok bariz etkiler bırakan zehirli gazların, Yatağan’da ve Muğla’da “radyasyon alarmı”na sebep olacak boyutta bir kirlenme yaratması, diğer çevre kirlenmeleriyle birlikte bir anda tansiyonu yükseltti.
Böylece, başta yukarıda sıraladığımız sorunlar olmak üzere çevre sorunları, çok taraflı bir tartışmanın gündemi oldu. Devlet, günlük basın, “bilim çevreleri”, çevreci gruplar, sendikalar ve meslek örgütleri tartışmaya katıldı. Günlük basın, “olayı gizleyen” “cani profesörleri” hedef tahtasına çaktı. “Radyasyonlu çay içme partileri” düzenleyen bakana veryansın edildi. Gariptir, daha altı-buçuk yıl önce kamuoyuna “tarafsızlıkla” sunulan görüşler şimdi alay konusu yapıldı. “Az radyasyon sağlığa yararlıdır” diyen K. Evren’in sözleri ancak 7 yıl sonra “eleştirildi”. Şimdi, yığınların öfkesini bulguları açıklama cesaretinden yoksun “bilim adamlarına” yöneltmeye çalışan tekelci basın, o günlerde, devletin açıklamalarını peşinen doğru kabul ettiğini, “Radyasyon cinsel gücü arttırıyor” türünden “haberlere manşetten yer verdiğini unutmuş göründü.
“Kamuoyundan özür dileyen” eski sanayi bakanının yargılanması istenedursun, görevde olan ve işi “çevreyi korumak” olan başka bir bakan, bir çevre bakanı, asbestli gemi üzerine çıkarak asbest denilen nesnenin insan sağlığı için tehlike arz etmediğini “tatbiki olarak” açıkladı.
Yığınların çevre bilincini ağacı ve otu sevmeye, pet şişesi toplamaya doğru daraltmaya çalışan ve bu cümleden olmak üzere ilkokul öğrencilerinden, üniversitelere karşı çevre grupları, vakıf ve kurumlar örgütleyen sistemin dışında da çevreye sahip çıkmak isteyenler vardı. İHD’nin düzenlediği “Radyasyonu gizleyenler yargılansın!” mitinginde ve Yatağan’da bir araya gelen binlerce insan bu ikinci gruptandı.
Asbestli gemiyi protesto eden ama hemen ardından kazandıkları “zafer”i, İstanbul Valisi’ne kutlama telgrafları yollayarak(asbestli geminin sökümüne il sınırları dâhilinde izin verilmemişti) kutlayan çevrecileri de kaydetmeden geçmek olmaz.
Burjuva basın ve politikacılar, tartışmanın yönünü bir iki bakana doğru çekerek değiştirmek isteseler ve kirlenmeyi tıpkı komünizm gibi bir “dış tehdit” olarak göstermeye çalışsalar da bazı gerçekler, bu tartışmalar içinde “kaynamayacak” kadar açık ve kesin olarak daha çok emekçi tarafından^ görülebilir duruma geldi: Çevre, “sanayicilerimiz ve devletimizin elbirliği ile” olağanüstü ölçüde kirletilmiştir ve bu sorunun çevre bakanlığıyla, “Çevre Eğitim Vakfı”yla, “Çevre Koruma ve Yeşillendirme Kurumu”yla ve çöp toplama ve ağaç dikme kampanyalarıyla önlenemeyecek derinlikte nedenleri vardır.
Aktüelleşen bütün bu çevre olayları, kapitalist emperyalizm ile doğal çevre arasındaki köklü, kapitalist sistemin varlığı koşullarında çözümsüz çelişkinin sadece göstergeleridir. Çevre, kapitalizm tarafından büyük tahribata uğratılmıştır, onun bunalımına çevre krizini de eklemek gerekiyor.
Bu yazıda, en genel hatlarıyla çevre kirlenmesinin boyutları ve bu sorunun emperyalist kapitalizmle ilişkisi üzerinde duracağız.

KRİZ BOYUTUNDA KİRLENME
Son 20 yılda çevre kirlenmesinin ulaştığı düzeyi ortaya koyan ve yerkürenin karşı karşıya bulunduğu sorunları ele alan sayısızca araştırma yayınlandı. Birleşmiş Milletlerden OECD’ye, Roma Kulübü’nden Worldwatch’a kadar resmi yarı-resmi örgütlerden çeşitli çevreci gruplara, bilim adamlarına kadar birçok örgüt ve kişi, kirlenmenin insan sağlığını ve doğayı ciddi boyutta tehdit ettiğini, “ciddi önlemler alınmazsa”, “insanlığın bir felaketle yüz yüze olduğunu” saptıyor.
Bu araştırmalar büyük bir çoğunlukla mevcut kirlenme ve tahribatı kalkınmanın, sanayileşmenin doğal bir sonucu gösterse de, kapitalizmin tükenişinin ifadesi olan ve kapitalizmin geleceğini yansıtan tabloyu insanlığın tükenişi olarak sunmak da bir gerçek, genel bir kabul görüyor: çevre, öyle sıradan girişimlerle kurtarılamayacak ölçü kirletilmiştir.
Kuşku yok ki, bu kirlenme, kapitalist sistemin doğasında barındırdığı kirliliğin doğal çevreye bulaştırılmasından başka bir şey değildir.
Sermaye sınıfı, üretim sürecinin pazara sunulan bir sonucu olarak metayı piyasaya sürerken, bunu emek-gücünü ve doğayı vahşice sömürerek, üretim sırasında ortaya çıkan ve satışın konusu olamayan atıkları doğaya akıtarak yapar. Bu çok yönlü tahribat ve kirlenmenin birleşik sonuçları, özellikle içinde yaşadığımız son yarım yüzyılda çevre krizinden söz etmeye imkân veren bir düzeye erişti. Hava, toprak, su, atmosferin yukarı katlarından okyanusların derinliklerine kadar kirletilmiş bulunuyor ve gidiş krizin derileşmesi yönünde. Çok boyutlu bu kirlenmenin en önemli bazı göstergelerini sıralarsak:
-Dünyadaki ekilebilir topraklar sürekli azalıyor, verimsizleşiyor ve çölleşiyor. Tarım alanlarının önemli bir bölümü, tarım dışı kullanıma açılıyor. Erozyon, topraktan bir defada olabildiğince çok ürün almak perspektifiyle kullanılan tarım ilaçları ve kimyasal gübreler, sulama sonucu artan tuz oranı, asit yağmuru etkisiyle toprağın verimli üst tabakası eriyor, topraklar giderek çölleşiyor
-Dünya yüzeyindeki ormanlar her geçen gün kağıt, yakacak vb. olarak azaltılıyor.
-İçilebilir ve kullanılabilir su sürekli azalıyor. Tarımda kullanılan zehirli ilaçlar ve asit yağmurları, su kaynaklarını sürekli zehirliyor. 1, 3 milyar insan su sıkıntısıyla yüz yüze. 1990 yılında 3 milyon çocuk içme suyu kirliliğinden kaynaklanan hastalıklar yüzünden öldü.
-Ozon tabakası inceliyor. Stratosferde bulunan, insan ye canlıları güneşin zararlı etkilerinden koruyan bu tabaka, bazı kimyasal atıklar nedeniyle sürekli inceliyor. 2000 yılına kadar Ozon tabakasının üçte-bir oranında eriyeceği tahmin ediliyor.
-Havaya boşaltılan kirletici maddeler, atmosferde geçirdikleri kimyasal bileşimler sonucu asit olarak kar ve yağmurla yağıyorlar. Bütün canlılar bundan etkileniyor. Sadece Avrupa’da yılda 10 milyon ton kükürt atmosfere yollanıyor.
-Katı yakıtlardan gökyüzüne salınan kükürt-dioksit atmosfere sera örneğinde olduğu gibi bir etki yapıyor. Böylelikle dünyaya yansıyan ısı, karbondioksit etkisiyle tutuluyor ve iklim değişikliklerine (ısınmaya) yol açıyor.
Kısaca, bir yandan doğa son kerteye kadar tüketiliyor ve böylece toprak, ormanlar, petrol b. yenilenemez hammadde kaynakları azalıyor; diğer yandan çeşitli atıklar havaya, suya ve topağa bırakılıyor ve ortaya global bir kirlenme çıkıyor. Tek tek her kirlenme, bir diğerini besliyor. Kapitalizmin diğer sonuçlarıyla birleşerek doğayı tüketiyor, açlığı kamçılıyor, insanların ve canlıların yaşamlarını sürdürebilmeleri için gerekli doğal koşullar tehditle yüz yüze kalıyor, bitki ve canlı türleri yok oluyor
Bütün bunlar, kirlenmenin, şu ya da bu bölgenin sorunu olmaktan çıkarak dünya çapında bir çevre krizi durumuna geldiğinin gözle görülebilir işaretleri.
Emperyalizm, sermaye ilişkileriyle dünyanın her bir bölgesini emperyalist sistemin bir parçası haline getirirken çevre krizini de bir dünya sorunu durumuna getirmeden edemez. Birçok geri ülkenin sahip oldukları gelişmemiş sanayi, onların sahip oldukları kirletici kaynakların nitel ve nicel durumuyla ters orantılı bir kirlenme yaşamalarını engellemiyor. Atmosfere, okyanuslara boşaltılan zehirler, kimin daha çok payı olduğuna bakmadan bütün dünya üzerinde etkisini gösteriyor. Ama sadece bu değil.
Geri ülkeler, verimliliği düşük olsa da, kirletme konusunda “iyi verim veren” geri teknolojiler için en uygun pazar oluyor. Emperyalist tekeller ve devletler, metropollerde “pahalı” işgücü nedeniyle karı az olan ve ilkel teknolojiyle işlediği için daha yüksek oranda kirlilik üreten işletmeleri ve teknolojileri geri ülkelere kaydırıyor. Kitlelerin mücadelesi sonucu çıkarılmak zorunda kalınan bazı çevre yasalarına ve şiddetli kitle protestosuna çarpma tehlikesi, geri teknolojinin, işgücünün ucuz ve böylece ilkel teknolojiyle bile küçümsenmeyecek kar bırakan bu ülkelere transferiyle bertaraf ediliyor. Son yıllarda nükleer santraller de, emperyalist metropollerde büyük tepkiye yol açtığı için ve yine geri ülkelerde nükleer kirlenmeyi azaltacak hiç bir tedbir almadan santraller kurulabildiği için geri ülkelere kaydırılmaktadır. Yatağan’daki termik santralin yaydığı zehirin bir asit fabrikası yoluyla önemli ölçüde azaltılması mümkünken “getireceği maliyet” nedeniyle bu projenin yıllardır bekletildiği açıklandı. Ve açıklanmayan ya da daha doğru bir ifadeyle henüz açığa çıkmamış niceleri!
Emperyalist ülkelerde nükleer sanayinin ürettiği çöpün depolanması, kontrol altına alınması “pahalı”dır. Bunlardan kurtulmanın en iyi yolu, bunları geri ülkelere nakletmektir. Nasıl? Bazen zehir yüklü gemiyi o ülkeye “satmak” suretiyle resmi, bazen o ülkenin suyuna ve toprağına boşatmak suretiyle gizli bir ticaretin konusu yaparak. Rahatça söylenebilir ki, bugün, geri ülkeler, “gelişmişlerden daha çok zehire sahipler ve tam bir nükleer çöplük işlevi görmektedirler. Yılda 20 milyon ton zehirli çöpün emperyalist devletlerden geri ülkelere yollandığı, “resmi raporlar”a bile girmiştir.
Emperyalist kapitalizm, gel bunalımının olduğu gibi, çevre bunalımının da yükünü, teknolojisi, çöpü ve zehiriyle geri ülke halklarının sırtına yıkıyor.

KİRLİLİĞİN DÜNÜ, BUGÜNÜ
Çevre kirliliği, son 20-30 yılda çok yüksek düzeye vardı. Ama bu kirlenmenin kökleri sanayi devrimine kadar gerilere gider. Bugünkü içeriğiyle çevre sorunu, kapitalist sanayi süreciyle başladı.
Ama bundan sanayi devrimi öncesi kapitalist üretimin ve daha eski üretim biçimlerinin doğayı hiç tahrip etmedikleri ve kirletmedikleri anlaşılmamalı. Daha antik uygarlık döneminde tarım alanlarını genişletmek için ormanları yok eden insanlar, “ülkelerini ormanlarla birlikte suyun toplanma ve birikme merkezlerinden de yoksun bırakarak, bugünkü çölleşmenin temelini” atmışlardı(Engels). Geçmiş dönemlerdeki üretim biçimleri, ormanların yok olmasına, erozyona, sulardan yoksun kalmaya sebep olabiliyorlardı. Geniş alanlara yayılmış, geri bir teknoloji ile yürütülen manifaktür üretimi çevreye bol miktarda koku, katı ve sıvı atık salıyorlardı. Sanayi devriminin, bir ölçüde bu kirliliği ortadan kaldırdığından bile söz edilebilir.
Fakat bütün bu dönemlerde meydana gelen tahribat ve kirlenme, yeryüzü ölçeğinde bir sorun olmaktan uzaktı. Söz konusu üretim tarzlarının ve bunların dayandığı geri üretim tekniklerinin yarattığı tahribatın birçoğu, doğanın engin kaynakları tarafından onarılabilecek nitelikte olduğu gibi, teknolojinin ve bilimin geri niteliği doğayı ancak doğrudan bir etkiyle tahrip edebiliyordu, o zamanlar modern kirleticiler henüz keşfedilmemişti, üretim ilişkileri böyle yüksek düzeyde bir üretimi koşullamıyordu. Doğrudan doğruya doğa tahrip ediliyor, ormanlar yok ediliyor, ürün elde etmenin yan ürünleri olan atıklar yine doğa tarafından absorbe edilebiliyordu.
Ancak makinelere dayanan, doğadan alındıkları halleri üzerinde kimyasal değişikliğe uğratılarak kullanılan yakıtlardır ki, bildiğimiz anlamdaki çevre kirlenmesinin temelini attı.
Her geçen gün daha üst seviyede gelişen teknoloji, doğa kaynaklarını görülmedik bir oburlukla yuttu. Kimya bilimindeki gelişmelerin yardımıyla çok değişik nitelikte yakıtlar, üretime katıldı. Üretim sürecinin yan ürünü olarak, zehirli gaz, katı ve sıvı atık olarak dışarı atıldı. Bununla birlikte endüstrinin son 50 yıldaki gelişmeleri sonucu, yönlendirilmiş ve kamçılanmış tüketicilere her gün daha çok ürün sunulurken, doğaya daha fazla atık bırakıldı, doğal hammaddeler sınırsızca tüketildi. Kimyasal maddeler ayrıştırılarak ya da bileşimler elde edilecek radyoaktif ve nükleer maddeler endüstride kullanıldı.
Son.30 yılda dev nükleer tesisler inşa edildi. Radyoaktif maddelerin üretimdeki yeri daha çok arttı. Pazara her geçen gün daha çok meta sunulurken, aynı oranda doğanın yenilenemez kaynakları tüketildi, kirletildi, kullanılmaz hale getirildi; biyosfer ve atmosfer kapitalist kar hedefine ayarlı endüstri tarafından bugünkü haline getirildi.
Artık su, hava, toprak, kısaca doğal ortam, onun ürünü ve bir parçası olan canlılığın geleceğini tehdit eder ölçüde kirletilmiş, doğal kaynaklar tükenmenin eşiğine getirilmiştir ve henüz varolanlar kullanılamaz haldedir.

ÇEVRE VE KAPİTALİZM
Kuşkusuz bu kirlenme, onların ait oldukları üretim biçiminin tarzından bağımsız olarak sanayileşmenin ve teknolojinin ürünü değildir.
Peki, eğer kirlenme sanayi devrimiyle ve gelişmiş teknolojiyle mümkün oluyorsa, kirlenmenin nedeni olarak teknolojiyi ve sanayiyi göremez miyiz?
Gelişmiş bir teknoloji ve ona denk gelen sanayileşmenin mevcut kirlenmede bir araç rolü oynadığı doğrudur. Ama bunların araç olma niteliği, kirlenmenin nedenini endüstri ve teknolojide aramayı haklı çıkarmaz. Asıl neden, bu araçların kullanılış tarafında, kapitalist üretimin doğasında aranmalıdır.
Kapitalist üretimde yönlendirici amaç, artık-değerin biricik kaynağı olan emek gücünü sömürerek mümkün olan en üst sınırda kâr elde etmektir. Bu, kapitalizmin doğasına içkin, şu ya da bu kapitalistin iradesinden bağımsız, bizzat kapital bir üretim sürecinin özellikleri tarafından zorunlu koşulan mutlak bir yasadır.
Kapitalist kâr yasası, üretime kattığı işçiyi sömürün bu, kârı garantilemek için kaçınamayacağı bir şeydir. Ama sadece çalışmayla üretim gerçekleşemeyeceğine göre, üretimde kullanılan doğal kaynakları ve hammaddeleri de tıpkı işçiyi sömürüp tükettiği gibi sömürür ve tüketir.
Kâr yasası;
Birincisi, işçiyi sömürüp tüketmeyi gerektirir. Değerin biricik kaynağı işçinin emek gücüdür ve bu emek gücü ne kadar sömürülürse, kâr da o oranda garantiye alınmış olur. Ama kapitalist için, emek gücü, üretim maliyetinin sadece bir parçasıdır ve kârın, garantiye alınması, bir diğer mali girdinin de aynı ölçüde sömürülmesini gerektirir. Bunun için, kâr yasası ikinci olarak, doğal kaynakları ve hammaddeleri de olabildiğince ucuz mal edinmeyi zorunlu kılar. Bu tıpkı işçinin olduğu gibi doğanın ve onun ürünlerinin de son sınırına kadar sömürülmesi demektir. Bunun içindir ki, Marx, şunları söylemiştir:
“Kent sanayilerinde olduğu gibi, modern tarımda da üretkenliğin ve harekete geçirilen emek miktarının artışı, atıkların bırakılması ve emek gücünün hastalıklarla tüketilmesi pahasına satın alınır. Bunun da ötesinde kapitalist tarımda bütün İlerleme, yalnızca isçinin değil, aynı zamanda toprağın da soyulması sanatının ilerleme’ sidir.”
Ve üçüncü olarak, kapitalist, mal edindiği hammaddelerden ve işgücünden daha fazla kâr elde etmek için, kârlılığı artıracak teknolojiye ihtiyaç duyar. Bu teknolojik ilerleme, tamamen azami kâr hedefine bağlanmıştır. Verimi artıracak ve kapitalistin rakiplerine karşı konumunu güçlendirecek teknolojik adımların işçi üzerinde ve doğada nasıl bir etki yaratacağı onu pek ilgilendirmez. Her ne kadar, teknolojideki gelişme, insanlığın gelişmesi gibi gösterilip sunulsa ve objektif olarak bir ilerleme sayılsa da, bunun sınırı, kârlılığın tehlikeye girdiği yere kadardır. İşçinin durumunu düzletecek ya da doğayı koruyacak bir teknoloji hep ikinci sıradadır, “Kapitalist üretim teknolojiyi geliştirir ve farklı süreçleri bir toplumsal bütün halinde bir araya getirir ama bunu ancak bütün zenginliklerin orijinal kaynaklarını, toprağı ve işçiyi kemirerek yapar.” (Marx)
Bugünkü kirlenmenin, doğanın orijinal kaynaklarının en ilkel tarzda tahrip edilmesi kadar ve hatta ondan daha çok doğaya salınan atıklarla oluştuğu biliniyor. Kapitalistin, üretim süreciyle ilgisi, bu süreçte tamamlanan metanın piyasaya sunulmasıyla sona erer. O, herhangi bir ürünle ve üretim sürecinin yan ürünleriyle, piyasada değişim konusu olduğu ölçüde ilgilenir. Fakat kapitalist üretim ve özellikle onun çok karmaşık kimyasal maddelerin, radyoaktif nitelikli maddelerin kullanıldığı bugünkü biçimi, piyasaya sunduğu meta dışında şeyler de üretir: Çok miktarda zehirli gaz, katı ve sıvı kimyasal atık. Kapitalist, bunlar, piyasada satış konusu olmadıkları ölçüde, bu kimyasal atıklardan en ucuz yoldan kurtulmayı seçer. Onları havaya, suya ve toprağa boşaltır. Çeşitli biçimlerdeki bu sanayi çöpleri, havayı, suyu ve toprağı zehirler.
Aslında bunun böyle olması, kar hedefine göre ayarlanmış teknolojinin bir sonucudur. Bu çok karmaşık, kirletme gücü yüksek ama atıkları çok zor değerlendirilebilen(ve bugünkü teknoloji açısından çoğunlukla değerlendirilemeyen), depolanması zor ve maliyetli olan kimyasal bileşimleri sanayiye aktaracak teknolojilerin geliştirilmesine, atıkları değerlendirecek ya da doğal çevreye zarar vermeden ortadan kaldıracak teknolojik gelişme eşlik etmez. Bunların sırf depolanması bile önemli bir teknolojik yatırım gerektirir ve bu kapitalist için kârlı değildir. Bu bakımdan sanayileşme, kalkınma ve üretimin anlamı mevcut üretim ilişkileri çerçevesinde, en ilkel yöntemlerle, daha ucuz sanayi işletmeleriyle daha çok ve derinden yağmalamaktan başka bir şey değildir.
Öyle ki, kurtulunması gereken sanayi artıkları ikinci elden bir ticaretin konusu olmaktadır. Tıpkı uyuşturucu kazakçılığı, gizli silah-ticareti gibi bir sektör, bu teknolojik gelişmenin çocuğu olarak doğmuştur. Bütün bu artıkların denizlere, geri ülkelere gizli yollardan ve parayla tutulmuş adamlarca götürülmesi, gömülmesi, okyanuslara terk edilmesi, Karadeniz sahillerine vuran zehir yüklü variller, bu gayri-resmi ticaretin “sahile vurmasının” örneği olurken, Asbest yüklü ABD gemisinin Tuzla Tersanesi’nde söküme alınması bu ticarete resmi bir kılıf geçirilmesinin örneği olmaktadır.
Bütün bu kirlenmeyi kamçılayıp körükleyen bir etken olarak sınır tanımaz bir tüketimden de söz etmek gerekir. Her biri bir kirletme kaynağı olan metaların sınırsız sayıda tüketimi, kullan ve at “teknolojisi”, daha çok üretim demektir. Kapitalist nitelikteki bu üretimin daha çok kirlenmeden başka bir şey olmadığı gerçeğinde hareketle, bu tüketim çılgınlığına ve savurganlığına karşı protestoların ve ahlaki çağrıların tekrarlanmasına sıkça tanık oluyoruz. Bu “çılgınlığın” ahlaki çağrılarla önüne geçilmesi mümkün olmayan nedenleri vardır kuşkusuz.
Daha çok tüketimin, her zaman daha çok ihtiyaçtan kaynaklanmadığı söylenmelidir. Kapitalizm, ihtiyaçların yön verdiği planlı bir sistem değil, belirsiz bir pazar için üretim yapan plansız ve anarşik bir üretim sistemidir. Kapitalizm pazara, her geçen gün daha çok miktarda ürün fırlatırken, tüketicisini de yaratmak zorundadır. Meta üreticisi ve tüketici, kapitalist pazarın iki ucunda yer alır. Kapitalist, ürettiği ürünün tüketicisini de yaratmak zorundadır. Kapitalizmin yönlendirdiği ihtiyaçlar doğal ve insani ihtiyaçlar değil, yönlendirilmiş ihtiyaçlardır. Marx, buna “ihtiyaçların yabancılaşması” adını veriyor. Bunun insanlığın genişleyen ihtiyaçlarıyla bir ilgisi yoktur. Kapitalizm, insanların ihtiyaçlarını kendi egemenliğinin araçları haline getirmiştir artık.
“Sadece tüketimin konusu değil, aynı zamanda tarzı da, üretim tarzı tarafından üretilmektedir… Yani üretim tüketiciyi yaratmaktadır.” (Marx) Üretimdeki konumlarıyla güdülenmiş insanlar, doğal ihtiyaçlarının dışında, kapitalistin ürünlerini büyük bir açgözlülükle tüketmeye mahkum edilmişlerdir. Bu tüketimi koşullayan sistemi değiştirmeksizin insanların sağduyusuna ve ahlakına seslenen çağrıların ne kadar boş olduğu açık değil mi?
Kapitalist üretim sürecinin artık içsel bir özellik taşıyan amacı, azami kârı gerçekleştirmek üzere doğayı mümkün en çok miktarda dönüştürmek, dolayısıyla tahrip etmek tüketmek; işçiyi sömürmek, hastalık ve yorgunlukla baş başa bırakmaktır. Bu içsel özellik, doğayı kirletmenin yüksek maliyetine katlanmayı kabul edilmez kılar. Teknolojik icatlar, ancak ve yalnız piyasa koşulları tarafından, kâr ve rekabet tarafından koşullandırılır.
Açıkça söylenmelidir: Ekolojik dengenin bozulmasının, tüketilmiş biyosfer ve atmosferin, canlı türleri üzerindeki yok alma tehdidinin yegâne suçlusu, bütün “uygarlığı” ve “insaniliği” ile emperyalist kapitalizmdir. Kirlenme, kalkınmanın, endüstriyel gelişmenin, yenilenen teknolojinin sonucu değil, artı-değer oranını yükseltmek, rekabet ve silahlanmada önde olmak kaygısıyla geliştirilen tek yanlı teknolojinin kapitalist kullanılış tarzının sonucudur.

EMPERYALİST KAPİTALİZMİN ÇEVRE POLİTİKALARI
Emperyalist kapitalist politika, özellikle son çeyrek yüzyılda “çevre sorunlarını gündemine almış bulunuyor. Son 20 yıl boyunca sayısızca raporlar, anlaşmalar, protokoller, kıta çapında toplantılar ve nihayet dünya çapında iki konferans…
Niçin?
Bütün bu toplantıların çevreyi kurtarmak için yapılmadığı kesin.
Öncelikle yığınların tepkisi onları çevre sorunlarına sahip çıkar görünmeye zorlamaktadır. Çünkü 1968’den bu tarafa başlıca emperyalist ülkelerde, çevre kirlenmesine karşı tepki her geçen gün büyümekte, zaman zaman kirletici kaynaklara (örneğin nükleer santrallere) karşı saldırıya bile dönüşmektedir.
Çevre sorunu, kapitalizm ile çevre arasındaki antagonizmayı kriz düzeyinde açığa çıkarmaktadır. Kapitalizm, çözümsüz de olsa, kendini soruna el atmak zorunda hissetmekte, kendisi ile kirlilik arasında özdeşlik kurmaya elverişli görünümü tersine çevirmek için çabalamaktadır.
Bunun için, emperyalist politika, yığınların tepkisini kendi kanallarına hapsetmek amacıyla çevre krizinin kaynağına ve çözümüne ilişkin yanılsamalı bir tablo çizmektedir. Yığınlara şunları şırınga etmeye çalışıyorlar:
Çevre krizi, kapitalist sistemin işleyişiyle, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyede ve sömürüyle alakası bulunmayan, endüstriyel gelişim ve teknolojik yenilmenin doğal sonucu olan genel bir insanlık krizidir. Bu kriz, yoksul-zengin bütün ülke ve sınıfların elbirliği ve çabasıyla çözülebilir.
Çevre krizini, yaratığı teknoloji ile onu doğuran kapitalizm çözecektir. Kapitalizm, çevre krizinin üstesinden gelebilecek potansiyellere sahiptir, yeter ki soruna global ölçüde bakılabilsin.
Bu ideolojik temalar, bütün çevre konferanslarının ruhu olmakta ama bir türlü gelişme sağlanmadığı gibi, her konferans krizin yeni öğelerle beslendiğine dair veriler sunmaktadır.
Çevre sorunu, ilk defa 1972’de Stockholm’de toplanan Birleşmiş Milletler Çevre ve İnsan Konferansı’yla bir dünya sorunu olarak resmileştirildi. İrili ufaklı sayısıza protokol ve bölgesel anlaşmadan sonra 1992 Haziranı’nda Rio de Janerio’da toplanan B.M. Çevre Zirvesi, kapitalist devletlerin insanlık sorunlarına el attıklarını reklâm ettikleri bir arena işlevi gördü. 140 civarında devletin devlet ve hükümet başkanlarınca temsil edildiği Zirve’nin “umut verici”, “dünyanın geleceğini ilgilendiren” önemli kararlarla son bulduğu açıklanırken, iki BM konferansı arasındaki 20 yıl boyunca çevre krizinin daha da boyutlandığı, bizzat katılımcı emperyalist devletlerin raporlarında yer aldı.
Bu zirvenin göze batan özelliklerinin başında şu geliyordu: Çevreyi korumak ya da en azından kirlenme hızını yavaşlatmak için mali fedakârlık gerektiği üzerinde bütün politikacılar hemfikirdi. Fakat bu paranın kimden çıkacağı, emperyalist devletlerle geri ülkeler ve emperyalistlerin kendi arasında pazarlık, tehdit ve dalaşma konusu oluyordu.
Daha zirve öncesinde, 30 Mayıs 1992 günü, Zirve’de devlet başkanı sıfatıyla ABD’yi temsil edecek olan G. Bush şunları söylemişti:
“Aşırı çevrecilerin, Amerikalıların hayatını söndürmelerine izin vermeyeceğiz.” Ve iki gün sonra: “Çok katı çevre düzenlemeleri yavaş yavaş düzelmekte olan ABD ekonomisine fazla bir yük getirecektir. Sadece büyüyen bir ekonomi çevre korunmasında kullanılacak kaynakları yaratabilir ve bu ancak uzun dönemde yararlı olabilir.”
ABD, birçok anlaşma maddesine imza koymadığı gibi birçok maddenin anlaşma metninden çıkarılması için baskı yaptı. ABD heyet başkanının, ele geçirilen notlarından “Bitki ve Hayvan Türlerinin Korunması Anlaşmasının, ABD’nin biyo-teknoloji endüstrisine zarar vereceği gerekçesiyle değiştirilmesi için Brezilya’yı aracı ettiği anlaşıldı.
Diğer emperyalistlerin tutumu da farklı olmadı. Almanya ve diğer Avrupalı emperyalistler, rekabet koşulları yüzünden çevre tahribine karşı alınacak önlemlerin öncüsü olmayacaklarını açıkladılar.
Sonuçta zirvede yüzlerce sayfa tutan çeşitli anlaşmalar yapıldı. Ama bunun hiçbir bağlayıcılığı yoktu. Zirve, çevre tahribinin önlenmesini, dev tekellerin ve onların yönlendiriciliğindeki emperyalist hükümetlerin “iyi niyet ve ortaklık ruhuna” havale etmiş ve böylece dağılmıştı.
Zirve’ye sunulan ve bağlayıcı olmayan bir anlaşma olarak resmileşen bir rapora göre çevre konusunda köklü önlemler almak için yıllık 625 milyar dolara ihtiyaç var. Peki, kim verecek?
Emperyalist devletlerin bütün çabalarının temsil ettikleri tekellerin azami kârının güvence altında tutulması yönünde olduğu, kirlenme sorununun emperyalist rekabet ilişkilerinden, uluslararası politik ilişkilerden sonra geldiği, Zirve’nin ekolojik olmaktan çok politik görüşmelere perde rolü oynamasından da anlaşıldı.
Kapitalist politika, sermayenin yeniden ve genişletilmiş yeniden üretiminin temeli üzerinde yükselen bir etkinliktir. Diğer konular gibi, kapitalist devletlerin çevre politikasını da sermayenin yeniden ve genişletilmiş yeniden üretiminin ihtiyaçları koşullar ve belirler. Kirletici sektörlerin ezici bir bölümünü ellerinde bulunduran, mümkün en az maliyetle en yüksek verim elde etmek için dev rakipleriyle boğuşan tekellerin kârlarından fedakârlık etmeleri onlar için pek katlanılır bir durum olmasa gerek. Bir araştırmaya göre dünyanın en büyük ilk 500 şirketi, dünya ticaretinin % 70’ini, doğrudan dış yatırımların % 80’ini ellerinde bulunduruyor. Ekonomik alandaki bu tartışılmaz üstünlüğün politikada belirleyici olmamasını düşünme olanağı yok. BM Genel Sekreteri, ekonomik hayata damgalarını basan büyük şirketler için “pek çok’ ülkenin iktisadi ve sosyal performansını kontrol ediyor, tüketim biçimlerini ve tüketici tatlarını belirliyor” saptaması yapıyor.
Bu bakımdan emperyalist devletler, tekellerin azami kâr gerçekleştirme pahasına yaydıkları kirlenmeyi olanakları ölçüsünde örtüyor ve gizliyorlar. Radyasyon skandalı örneğinde görüldüğü gibi Türkiye bunu en kaba şekilde yaparken, hiçbir emperyalist ülke de bu tutumdan azada değil. Bütün büyük kirlenme olayları, gizlilik perdesinin bir skandalla patlamasına yol açıyor. Avrupa’nın “açık toplumlarının da yıllarca uyutularak birçok çevre felaketinin gizlendiğine dair sayısızca örnek var. Çeşitli gıda maddelerinin, deterjanların vb. kanserojen maddeler içerdiği, sadece Türkiye’de değil, aydınlarımızda “açık toplum” özeliklerine gizlenmeyen bir hayranlık beslenen emperyalist ülkelerde de, namuslu bir bilim adamı açıklamadan önce yıllarca gizlendiği artık sır değildir.
Çernobil’deki nükleer patlamanın ardından Avrupa hükümetleri hiç de gönül rızasıyla kamuoyunu bilgilendirmediler. Cumhuriyet gazetesinde yer alan bir haberi göre elektrik enerjisinin % 75’ini nükleer enerjiyle karşılayan Fransa’da bol miktarda radyoaktif madde sızdıran nükleer santraller, onarımı yüklü bir para gerektirdiği için kullanılmaya devam edildi ve olay uzun süre gizlendi. Eski “sosyalist” hükümetin başbakanı ve iki bakanı AİDS virüstü kanın kullanılmasından haberdar oldukları halde engel olmadıkları için yüce divanda yargılanıyor vb… Emperyalist ve gerici politika için açıklık, sermaye ve siyasal sistemin çıkarlarının tehlikeye düşmeyeceği noktadan öteye geçmez.

EMPERYALİZM, ÇEVRE KRİZİ KARŞISINDA ÇÖZÜMSÜZ
Emperyalizm, çeşitli türden örgütleri, özel uzmanlar ordusuyla çevre krizini aşacak önlemlerden söz edip duruyor. Fakat o sihirli formül bulunamadı. Bütün formüller, kârı azaltmayı önermek gibi bir “eksikliğe” sahipler. İster enerji ye hammadde fiyatlarının çevrenin korunmasına uygun seviyeye çıkarılması talebi olsun, ister çevreyi kimin nasıl kirlettiğinin saptanması önerisi olsun. Bütün formüller, kapitalistin karını riske atar. Oysa sermaye sahibi, can damarları olan enerji ve hammaddenin pahalı olmasını kabul etmez, Onun istediği politik düzenleme, ona daha çok serbestlik tanıyacak düzenlemelerin toplamından ibarettir.
Bu durumda merkezi ABD’de bulunan WorldWatch isimli çevre kuruluşunun dünyanın en zengin 202 dolar milyarderi ve 3 milyon milyonere yaptığı çağrının, eğer bir aldatmaca taktiği değilse, aptalca bir çağrı olduğu açık değil mi? “Tahrip olmuş bir dünyada zenginliğin ne anlamı var!” Kapitalizmin, iradenin rolünü etkisizleştiren daha güçlü işleyiş yasaları vardır.
Çevrelerine “bilim adamları”nı ve aydınları toplayan büyük burjuvaların oluşturduğu Roma Kulübü’nün de bir önerisi var. Bu öneriye göre, kirlenmenin azaltılması için büyümenin yavaşlatılması ve hatta sıfır noktaya çekilmesi gerekiyor. Bu öneri, iki şeyi açıklıkla ve “uzman ağzından” ortaya koyuyor. Çevre ile kapitalizm arasında bir antagonizma vardır, kapitalizm gelişmek için attığı her adımda çevreyi bir parça daha tüketmek zorundadır; bu birincisi ve ikincisi: Eğer Roma Kulübü’nün, bu saygın ve basılı eserleri milyonlarca satan muhafazakâr üyelerinin dediği doğruysa -ki doğru- kapitalizm, çevreyi kirletmeden büyüyemiyorsa, onun gelişmesi, üretim güçlerinde bir tahrip anlamına geliyorsa, o zaman o, kendisini ayakta tutacak yeni üretici güçler geliştirememektedir.
Kapitalizm, bir yandan doğal hammadde kaynaklarını tüketmekte ama öte yandan yerine yenisini koyamamaktadır. Hem doğaya bağımlıdır, hem de gelişmesi onu tüketmeksizin imkânsızdır. Bir yandan, yüksek derecede çevreyi kirleten maddeler üretime sokmaktadır ama diğer yandan bunların zararlarını ortadan kaldıracak teknolojiler geliştirememektedir.
O halde çevrenin tükenişi, kapitalizmin tükenişidir!

KAYNAKÇA
1- Yeşil Politika, Jonathon Porrit, Çeviren: Alev Türker, Ayrıntı Yay., 2. Basım, Ekim 1989
2- Nasıl Sosyalizm? Hangi Yeşil? Ne İçin Sanayi? Rudolf Bahro, Derleyen: Tanü Bora, Ayrıntı Yay., Eylül 1989
3- Yeşiller ve Sosyalizm, Derleyen: Tanıl Bora, İletişim Yay., 1988
4- Çevre Sorunları ve Kapitalizm, Göksel Demirer, Sorun Yay., Ekim 1992
5- Rio Ya Da Üçüncü Devrim (makale) Thies Gleiss.

Mart 1993

“Örnek Ülke” Japonya’nın Öteki Yüzü

2. Dünya Savaşı sonrasında kapitalist sistem, sosyalizm karşısında hala yaşama gücü taşıdığını göstermek için iki ülkenin başarılarını ön plana çıkardı: Almanya ve Japonya.
Kapitalizmin propagandacıları ve ideologları, Alman ve Japon mucizesinden, her vesile ile söz etmeyi alışkanlık haline getirdiler. Almanya’nın geçmiş sanayi birikimi ve savaş sonrası hızla toparlanmasının nedenleri Batı dünyası ve bu dünyanın sıkı ilişki içinde bulunduğu ülke aydınları, ilerici ve devrimci çevreleri için bir giz taşımıyordu. Bu yüzden de kapitalizmin ideologları “Alman mucizesi”ni daha çok Alman ulusunun disiplinli çalışma alışkanlığı ve yenilgiye karşı gösterdiği tepkiyle açıklamaya çalışan bir yol izlediler. Eğer diğer ülkeler de, Almanlar gibi disiplinli çalışır, sınıfsal çıkar yerine “ulusal çıkarlarını” koyarlarsa Almanya gibi bir sanayi devi olabilirler görüşü ağırlıkla işlendi. Sosyalizmin yayılması karşısında bütün kapitalist dünya tarafından bir set, bir koçbaşı inşa etmek için Almanya’ya akıl almaz yardımlar yapıldığı, daha da önemlisi Alman ve yabancı işçilerin aşırı sömürüsü temelinde bir “mucize” yaratıldığı gözlerden saklanmaya çalışıldı Ama Almanya, Avrupa’nın göbeğinde, ne olup bittiği bakan gözlerden kolayca saklanamayacak bir politik ve ekonomik coğrafyada bulunuyordu. Bu yüzden de “Alman mucizesi”nin gizemli bir yanı yoktu.
Japonya’ya gelince; 19. yüzyılın ortalarına kadar bütün dünyaya kapalı kalmış, Uzakdoğu’daki bu adalar ülkesi; tarihi, kültürü, sosyal yaşantısı, gelenek-görenekleri, dinsel inanış ve siyasal sistemiyle adeta bir gizler ülkesiydi. Dev kapitalist iletişim aygıtları tarafından biçimlendirilen dünya kamuoyu için kanlı ve vahşi bir savaş geleneği olan, samurayları, kamikazeleri (kutsal rüzgâr), geyşaları, dev sumo güreşçileri, karatecileri, garip gelenekleri, mantık dışı toplumsal normları, “Güneşin Oğlu” denilen tanrısal nitelikler taşıyan bir imparatorları ve “verdiği hiç bir sözde durmayan” hükümetleri olan, insanların zekâ düzeyinin batılılara göre daha geri, küçük adalara sıkışmış, kendi ülkesini şin-koku-şugi (tanrıların toprağı) olarak gören milyonlarca ufak tefek, çekik gözlü insanın sıkış tıkış yaşadığı bir ülkeydi.
İşte böyle gariplik ve bilinmezliklerle dolu bu ülke, 2. Dünya Savaşı’nda yakılıp yıkılmış ve bir Amerikan sömürgesine dönüşmüşken, yıkımın üstünden daha 20 yıl bile geçmeden dünyanın sayılı sanayi ülkelerden biri durumuna gelerek sosyalizmin ve anti-emperyalist muadelelerin kıskacında bocalayan kapitalist dünya için diğer ülkelere örnek gösterilecek bir model oldu,
Japonya’nın kendine has konumu kapitalist propaganda merkezlerine iki olanağı birden tanıdı. Birincisi yukarıda sözünü ettiğimiz, kapitalizmin hala gelişme dinamiği taşıdığı konusundaki propagandaya malzeme sağladı; ikincisi ise tutucu, milliyetçi çevrelerin, feodal kalıntılarla kapitalist ilişkilerin bir arada, barış içinde
yaşamasının toplumsal ve sanayi gelişme için daha elverişli olduğu konusunda da propagandalarına zemin hazırladı. Sorunun bu yanı, örneğin Türkiye’de, gerici-dinci çevreler için malzeme olmuş, Japonların kendi din, kültür ve geleneklerini hiç bozmadan batıyı aşan bir sanayi geliştirmeleri mümkün olmuşsa, bizde neden olmasın gibi tezlere “Japon mucizesi” dayanak edilmiştir. Bugün de, Japon sermayesinin Türkiye’ye artan bir hızla girmesine bağlı olarak, bu propaganda daha yüksek sesle sürdürülmektedir. Toplumsal gelişmeyi, değerin üretimi ve yeniden genişletilmiş üretimi üstüne değil de; din, gelenek, görenek gibi kurumlar üstüne kuranlara bir dayanak oluşturuyor bu tez. Çünkü onlara göre din, gelenek, kültür gibi kurumlar ekonomiden, ayrı, ondan bağımsız olarak vardırlar ve ekonomide kapitalist üretim egemen olduğu halde, ahlakta, dinde, kültürde eski değerler olduğu gibi korunabilir.
Gerçek elbette bambaşkadır. İnsan ihtiyaçlarının üretimindeki ilişkilerin ifadesi olan ekonomik ilişkiler bütünü, kaçınılmaz olarak, birer üst yapı kurumu olan din, ahlak, siyaset, kültür gibi kurumları da yavaş ya da hızlı bir biçimde kendisiyle uyumlu hale getirir. Nitekim Japonya’da da, üstteki örtü ortadan kaldırıldığında, “Japon geleneği”, “Japon ideolojisi”, “Japon kültürü”, “Japon siyasal sistemi” denilen kurumların bütünüyle bir avuç tekelin kurduğu mali oligarşinin ihtiyaçlarına göre değiştiğini, eski kurumların bazı durumlarda biçimini korusa bile içeriklerinin bütünüyle değiştiğini, kapitalist sisteme eklendiğini görürüz. Başına ‘Japon’ sözcüğü getirerek bir ‘kendine haslık imajı Yerilen kurumların diğer kapitalist ülkelerden farklılıklarının, herhangi iki kapitalist ülkeden daha derin olmadığını söylersek gerçeği ifade etmiş oluruz.
Emperyalist-kapitalist propaganda odakları ve iletişim tekellerinin, dünya kamuoyu önüne sundukları modern Japonya imajı, Tokyo’nun ışıklı gökdelenleri, hızlı trenler, kalabalık caddeler, uyumlu, sınıf farklarının pek hissedilmediği bir toplum görüntüsüdür. Ama bu, özellikle seçilmiş görüntülerin arkasında olup bitenler, bu şatafatlı imparatorluğun ne pahasına, kimin elleri ve alın teri üstünde yükseldiği hiç sorgulanmaz. Çünkü kapitalist sistemin yoksul dünyayı oyalamak için bir “Japon mucizesi”ne ihtiyacı vardır. Gerçi, son 10-15 yıldır, özellikle otomotiv, gemi, bankacılık ve elektronik sanayisi alanında batılı emperyalistlerle kıyasıya bir rekabete giren, “hasmane ticaret” yapmakla suçlanan Japonya, batılı emperyalistlere eskisi kadar (sempatik gelmemektedir. Ama bu düşmanlığa rağmen “Japon mucizesi” propagandası sürdürülmektedir.
Kısacası “Japon mucizesi”, Japon tekellerinin işçi ve emekçiler üstündeki aşırı sömürüsüne değil, Japon kapitalistlerinin becerisine, toplumun kendine has özelliklerine ve “Japon ideolojisi” adı verilen Japonya’ya has bir ideoloji(!)ye bağlanıyor.
Oysa soruna daha yakından bakıldığında,
“Japon mucizesi” denilen, Japonya’nın sanayi atılımının arkasında, hiç de olağanüstü, mucizevi nedenler yoktur. Tersine, Japonya da öteki kapitalist ülkeler gibi, bütünüyle bir emek sömürüsüne dayanan, kendine has koşullardan yararlanarak aşırı bir emek sömürüsü gerçekleştirerek bugünkü aşamaya gelmiş bir kapitalist ülkedir. Bu yüzden de burada, bu yazının elverdiği sınırlar İçinde, Japon ideolojisinin burjuva-emperyalist karakteri ve Japon tekellerinin Japon işçisini sömürmekte, herhangi bir kapitalist ülkedeki kapitalist tekellerden hiç de geri kalmayıp tersine daha ileri gittiklerini, “mucize”nin gerçek yaratıcılarının bu “mucize”nin nimetlerinden yararlanamadıklarını göstermeye çalışacağız.

“JAPON İDEOLOJİSİ”, IRKÇILIK, MİLİTARİZM VE ŞOVENİZMLE YOĞURULMÜŞ BÎR BURJUVA İDEOLOJİSİDİR
Japonya’da egemen düşüncenin, Japon toplumunu homojen, sınıfsız bir toplum olarak varsayması, burjuva ideolojisinden ayrı bir Japon ideolojisi sanısını uyandırmak isteyenlerin başlıca dayanağıdır.
Japon feodal ideolojisinin motiflerinden olan, ‘sadakat’, ‘uyum’, ya da klan döneminden kalma ve feodal köy ilişkileri içinde de yaşamış ‘grubun çıkarları için bireyi feda etme’ motifleri, 1920’lerden itibaren şirketlerin çıkarlarıyla birleştirilmiş, kapitalist tekellerin işçileri “evcilleştirmelerinin” aracı olarak kullanılmışlardır. İşçilerin, aile hayatları ve iş dışı yaşamlarının denetlenmesi, şirket yatakhanelerinin bir ‘kışla disiplini’ ile çalışmaları, şirketlerin daha çok kar etmeleri için değil, Japon kültürünün zorunlu bir uzantısı olduğu fikri işlenmeye çalışılmıştır. Japonların, elbette Japon emekçilerinin, olağanüstü bir monoton yaşam sürmeleri gerektiği, düzene itaat ve uyumluluk Japon geleneğinin olmazsa olmazı olarak propaganda edilir. Nasıl ki, bir Japon köy geleneği içinde topluluğun çıkarı için kendisini feda ediyorsa; bugün de çalıştığı şirket için kendini feda etmelidir düşüncesi kapitalist tekellerin sınıfı denetim altına almalarında dayanaklarından biridir. Japonya’nın basın, TV ve resmi eğitimi, bu nitelikleri bir eksiklik değil bir erdem olarak propaganda ediyor ve bu nitelikleri, kendi kültürlerinin, başka halkların kültürlerine karşı üstünlüğü olarak sunar.
Japonya’da bu kampanya, Japon halkının homojen, karşıt sınıf çıkarlarıyla bölünmemiş bir halk olduğu demagojisi üstüne oturur. Japonlar, ülkelerinde hiç bir azınlık olmamasından, aynı gruba dahil insanlar olarak yaşamalarından gurur duymak için eğitilirler. Ve bugün, ‘mucizeler yaratan’ Japonya’da, 3 milyon brakumin (feodal düzende toplum dışı sayılanların soyundan gelenler), bir milyon Koreli, Okiwana’lılar, Ainu’lular, Çinliler ve diğer yabancı soylardan yüz binlerce Japon vatandaşı “hesaba katılmayanlar” kategorisi içinde sayılmaktadır.
“Japon halkının homojenliği” iddiası, Japon hükümetleri için sadece “içe yönelik” bir propaganda da değildir. Nitekim 1980 yılında BM İnsan Hakları Komisyonuna verdiği raporda, Japon Hükümeti, Japonya’da azınlıkların varlığını inkâr ediyordu. Öte yandan Dışişleri Bakanlığı, 1985’te yayımladığı ‘Mavi Kitap’ adı verilen diplomatik raporda, Japonları büyük ekonomin başarılarından dolayı kutluyor ve başarılarını, Japon ırkının homojenliğine bağlıyordu. 1986’da Başbakan Nakasone, bir konuşmasında, ABD toplumunun, içinde barındırdığı zenci ve İspanyollar gibi azınlıklar nedeniyle Japonya’dan daha az zeki olduğunu iddia edecek kadar ileri gidince bu uluslararası bir skandala dönüştü; Dışişleri Bakanlığı, Nakasone’nin söylediklerini yalanladı. Ama Japon yöneticileri Japon halkının “ulusal gururunu’ kışkırtan tutum ve propagandaya hiç ara vermediler.
Japon tekellerinin başarısı ve aralarında derin uçurumlar bulunan sosyal sınıfların varlığı üstünde yükselen Japon toplumunu yöneten hükümetler için “Japon toplumunun homojenliği” vazgeçilmezdir. Çünkü yönetenler bununla, bir yandan “Japon ulusal gururunu” okşayıp milliyetçi, şoven duygulan ayağa kaldırırken, bir yandan da Japonlar arasında sınıf farklarının olmadığı, zengin Japonlarla yoksul Japonların arasındaki farkın önemsiz olduğu düşüncesini yaymanın zeminini yaratıyorlar. Bu tezden kalkılarak, Japonya’nın sadece “orta sınıftan oluşan ya da sınıfsız bir toplum olduğu düşüncesi öne çıkarılıyor. Böylece, egemen ve ezilen sınıflar aracındaki gerginlik, sınıf farklılıklarıyla değil. “Japon geleneklerine”, “Japon kültürünün gerektirdiği davranışlara” uyup uymamakla açıklana(!)biliyor.
Japonya üzerine hazırlanan bir tezde bu durum şöyle ifade ediliyor:
“Japonya’da ideoloji, vatandaşların beyinlerini entelektüel uyarıcılara karşı kapalı tutmak için kendi ideolojisinden temelde farklı olan fikirleri kısıtlar. Maaşlı memurlar ve üretim bandındaki işçiler, yaptıkları işleri, mistik şekilde bağlı oldukları yüksek bir kültür yüzünden böyle yaptıklarına inandırılmışlarsa ve ayrıca bunun mutlulukların kaynağı olduğu söylenmişse aykırı fikirlere daha az meyledeceklerdir. Daha da önemlisi, gazetelerde okudukları yazıların çoğu, onlara kişisel hayatlarından vazgeçip şirketlerine bağlanarak daha yüksek bir kadere hizmet ettiklerini tasdik ettikçe, entelektüel açıdan körleşeceklerdir.”
Homojen olduğu iddia edilen Japon toplumu, dünyanın egemen ve ezilen sınıfları arasında uçurumun en derin olduğu ülkesidir. Örneğin 1987’de, 250 milyon nüfuslu ABD’de 21 dolar milyarderi varken, 100 milyon nüfuslu Japonya’da 22 dolar milyarderi vardır. Japonya’da işsizlerin sayısının resmi rakamların iki katı olduğu, çok küçük bir azınlık dışında Japon işçisinin iş güvencesine sahip olmadığı da, ‘sınıfsız Japonya’nın bir başka gerçeğidir.
Japon sisteminin çekirdeği, dolaysız bir biçimde holdingler üstüne kurulmuş olup, insanlar dahil her şeyin holdinglerle birleşmiş olduğu varsayıldığından, ‘sınıf yok’ denilmektedir.
‘Sınıfsız bir toplum’, ‘şirket için bireyi feda etme’, ‘uyum’, ‘sadakat’, ‘Japon toplumunun azınlıkları barındırmaması’, ‘bütün halklardan daha üstün meziyetlere sahiplik’ motifleri, Kemalizm’in Cumhuriyet’in ilk yıllarında öne çıkarılıp, günümüzde de sürdürülmeye çalışılan, ‘Bir Türk dünyaya bedeldir’, ‘Hak yok vazife vardır’, ‘Sınıfsız, zümresiz kaynaşmış kitle’ motiflerine biçim ve içerik olarak pek benzediği ortadadır. Bu yüzden de, Japonya da bugün egemen olan ideolojiyi, sadece Japonya’ya has bir ideoloji saymak, salt bu nedenle bile, anlamsızdır. Kaldı ki; saf haliyle burjuva ideolojisi, sınıfların varlığını öngören ve burjuvazinin egemenliğini pekiştirmek için sınıflı toplumun ezeli ve ebediliğini onaylayan, sınıflı toplumlar içinde de en iyisinin kapitalist toplum olduğu varsayımına dayanan bir ideolojidir. Ama bu saf biçimiyle bir burjuva ideolojisi hiç bir kapitalist ülkede yoktur. İngiltere, Amerika ya da Fransa’da burjuva ideolojisi, bu toplumların tarihsel ve toplumsal özellikleri tarafından biçimlendirildiği gibi, ülkenin içinde bulunduğu koşullar ve burjuvazinin ihtiyacına göre de değişik unsurları öne çıkıp bambaşka bir görünüş kazanabilir. Örneğin, Amerika’da Mc Carty dönemindeki egemen ideoloji de, Lincoln dönemindeki egemen ideoloji de burjuva ideolojisidir. Ama burjuvazi, bu iki ayrı dönemdeki tarihsel koşullarda, kendi ihtiyacına göre, ideolojisindeki motiflerden bazılarını öne çıkarmıştır. Ya da, Hitler dönemi Almanya’sının egemen dünya görüşü ile bugünkü Almanya’nın egemen ideolojisi aynı burjuva ideolojisidir.
Ama aynı ideolojinin farklı yönleri öne çıktığı dönemlerdir bunlar. Uzağa gitmeye gerek yok; Türkiye’de bugün bile sınıfların varlığı resmen kabul edilmemektedir. 1980’lere kadar resmi devlet ideolojisi olarak Kemalizm savunuluyordu; bugün ise, Türk-İslam sentezi adı verilen bir ideolojik tutum resmi tutum oldu. Ama bunlar sadece biçimdir ve birbirine karşıt gibi gösterilen görüşlerin her ikisinin de özü burjuva ideolojisidir. Ya da her iki görüşe karşı olduğu iddia edilen sivil toplumculuk da burjuva ideolojisinin bir biçiminden başka bir şey değildir. Soruna biçimler açısından bakıldığında, tıpkı bir Japon ideolojisi gibi, bir İngiliz, Amerikan, Alman, Türk ya da Fransız ideolojisinden söz etmemek için hiç bir neden yoktur.
Demek ki; “Japon mucizesi”nin temel dayanaklarından biri olarak öne sürülen “Japon ideolojisi”nin, özü ve içeriği bakımından herhangi bir kapitalist ülkedeki burjuva ideolojisinden farkı yoktur. Burada farklı olan, bu ideolojinin emekçi sınıflara kabul ettirilmesinde gösterilen başarı olabilir. Japon kapitalistler, diğer belli başlı kapitalist ülkelerin kapitalistlerine göre kendi ideolojilerini işçi ve emekçilere daha çok kabul ettirmiş olabilirler. Elbette bu başarının arkasında, Japonya’da kapitalizmin gelişme koşullan, Japon toplumunun tarihsel oluşum sürecinin kendine has nedenleri; gelenek, görenek, kültürel hatta coğrafi konum bile rol oynamıştır. Ama bunların hiç birisi belirleyici rol oynayamazlar. Nitekim bu yazının son bölümünde göreceğimiz gibi, Japon işçi ve emekçilerinin “Japon ideolojisini ” benimsemesi öyle gönüllü bir biçimde, kolayca olmamıştır. İşçi sınıfının ‘uysallaştırılmasında’ ABD emperyalistleri ve Japon gericiliğinin tam bir işbirliği vardır.

“JAPON MUCİZESİNİN TEMELİ, JAPON İŞÇİ SINIFININ AŞIRI SÖMÜRÜLMESİNE DAYANIYOR
2. Dünya Savaşı sona erdiğinde, Japonya sanayisi önemli ölçüde tahrip olmuş, genç insan nüfusu hırpalanmış bir ülkeydi. Üstelik ABD tarafından işgal edilmiş ve ağır bir savaş tazminatı altına sokulmuştu,”
Savaş sırasında Japonya, savaşın ihtiyaçlarını karşılamayı esas alan bir ekonomik örgütlenme içine girmişti. Kendine “Doğunun Işığı” rolünü biçen ve Asya’da “bir refah küresi” oluşturacağı iddiasıyla savaşa giren Japonya, 12 yaşından başlayarak çocukları ve kadınları fabrikalara sürdü. Genç işçiler tezgâh başından alınıp cepheye gönderildiğinden onların boşluğu çocuklar ve kadınlar tarafından dolduruldu. Maden ocaklarında da kadınlar çalıştırılıyordu. Kentlerde en temel ihtiyaç maddeleri bile yoktu. Karaborsa başını alıp gitmişti. Ama cephenin ihtiyaç duyduğu gemi, uçak, top vb. bol miktarda üretiliyordu. Japon endüstrisi kısa süre içinde, 15 uçak gemisi, 1115 denizaltı, kruvazör, ağır ve hafif zırhlı gemi, on bilerce uçak üretmişti. Ama yiyecek karneye bağlanmıştı,
Yenilginin kaçınılmazlığı hissedilmeye başlayınca, Japon kentleri birer ölü kente dönüştü. Eğlence yerleri, imalathaneler, barlar vb. kapandı.
Sonradan Ajans-France-Press’e dönüşecek” olan Havas ajansının muhabiri Robert Guillain. savaştan hemen sonraki Tokyo’nun halini şöyle anlatıyor:
“Bir gün Uneo istasyonunda inip elçiliğe gitmek istedim, 5 kilometrelik yolu yürümem gerekiyordu. Elçiliğin bulunduğu yöredeki küçük sokaklara, küçük evlerin sıkışmış olduğu Azabu mahallesi dolaylarında, bin kez yürüyerek gittiğim harabeye dönmüş mahallede yolumu kaybettim. Ayakta kalan hiç bir şey yoktu. Yokohama’ya gitmek istedim. Oraya varmak için bütün Tokyo’yu kuzeyden güneye geçmem gerekti. Ciple iki saatimi aldı bu iş ve ayakta kalmış tek bir bina görmedim. Her şey, kesinlikle her şey enkaz halindeydi.”
Savaştan hemen sonra Japonlar; kentleri, fabrikaları, yıkılmış ne varsa her şeyi yeniden kurmaya koyuldular. Ama bu öyle kolay olmadı. R. Guillain, savaştan yedi yıl sonra, 1952’de Japonya’daki çalışma koşullarını şöyle anlatıyordu:
“İnsanların tatil yapması söz konusu değildi. Pazar günleri de çalışılıyordu. Haftanın yedi günü işbaşı yapılıyordu. İş günleri çok, çok uzundu. İş gününün bitiş saati belirsizdi. Ancak 1959’dan sonra ayın iki pazarı tatil günü olarak kullanılmaya başlandı.”
Bu kısa anlatımdan da anlaşılacağı gibi, “Japon mucizesi”nin arkasında, ne iş-bilir Japon yöneticileri, ne de tekelci kapitalistlerin kanı ve teri vardı. Dünyanın her yerinde olduğu gibi değer yaratan tek şey yoksul işçinin canlı emeğiydi. Onlardı, emperyalistlerin ve Japon militaristlerinin yakıp yıktığı bir ülkeden yeni bir ülke yaratanlar. Ancak, yeniden imarına başlanan ülkenin dış pazarlara açılması, komşularının talihsizliği ile olanaklı oldu. Önce Kore Savaşı, arkasından Vietnam Savaşı Japon ekonomisinin çarklarını yağladı.
Kore savaşının başlamasıyla, bir Amerikan sömürgesi durumundaki Japonya Amerika’nın
müttefiki durumuna geldi. Japonya, her şeyden önce Kore’de fiilen savaşan Amerikan ordusu ve SB’ne karşı bir uçak gemisi gibiydi. Ve ABD, Japonya’yla ilgili politikasını yeniden gözden geçirmek zorunda kaldı. Sonuçta, savaş mağlubu Japonya, bir eski düşman değil, komünizme karşı set oluşturacak yeni ve güçlü müttefik olarak desteklenmeye başlandı. Amerikan ve müttefik ordularının silah, araç, gereç ve diğer ihtiyaçlarının üretimi Japonya tarafından yapılmaya başlandığı gibi, savaş tazminatından bir daha hiç söz edilmedi. Böylece Japonya, ABD ile ticaret önceliğini ele geçirdiği ve teknoloji transferi konusunda da diğer ülkelerden daha avantajlı hale geldi.
Önce Kore, sonra da Vietnam savaşı Japonya için bulunmaz bir nimet oldu. Japon fabrikaları, ABD siparişlerini karşılamak için günün 24 saati çalışmak zorunda kaldılar. Kamyon, yedek parçalar, makine, tekstil, kömür, kitlesel silah üretimi vb. sanayinin her dalında Amerikan siparişleri Japonya’nın savaş öncesi üretim düzeyini kısa zamanda yakalamasının yolunu açtı.
Ağır sanayi ve kaliteli üretime yönelme, ’50’li yıllardan itibaren, “kalite çemberleri” denen bir yöntemin uygulanması, Japon sanayine avantaj tanıdı.
Bu koşullarda Japon ekonomisinin büyümesi hızla arttı, 1955-1965 arasında Japon ekonomisi yılda ortalama % 9.9 büyüdü. 1959-1961 arasında ulusal gelir iki kat arttı. Japonya 10 yıllık hedefini 6 yılda yakalamıştı.
Sadece rakamlarla uğraşanlar için veriler göz kamaştırıcıdır. Ama bu rakamların böyle katlanmasını gizemli güçlere mi, yoksa dünyanın en ağır koşullarında, özgürlüksüz, örgütsüz çalışmaya zorlanan işçilerin aşırı sömürüsüne mi bağlamak gerekir?
Burjuva propagandacıları ve ideologları, bir ülke ne kadar kalkınmışsa, sanayi gelişimi ne kadar yüksekse, işçi ve emekçilerin refah düzeyi ve demokrasinin nimetlerinden yararlanmasının da o kadar ileri düzeyde olacağını iddia ederler. Ama Japonya deneyi bu iddiayı yalanlıyor. Bu yüzden olacak, Japonya üzerine yazanlar, hep arkasında gizemli güçlerin bulunduğu imajını bırakan bir “mucize”den söz ederler. Ama bu mucize ve sözü edilen refahtan kimin yararlandığı üstünde pek durmak istemezler. Japonya’yı gidip görenler de, bir ezen ve ezilen sınıf olduğu hissini uyandırmayan egzotik hikâyeler uydururlar. Sanki gizli bir el Japon emekçilerinin durumlarının dünyadaki diğer emekçi ve işçiler tarafından bilinmesi engellemek için Japonya’nın diğer yüzünü örtmektedir. Çünkü o yüz olağanüstü çirkin ve gülücükler saçan görünen yüzü kızartacak kadar çağdışıdır.
Japonya’nın öteki yüzünde olup bitenleri anlamak için, Japon işçi ve emekçilerin yaşama ve çalışma koşullarıyla, Japon sendikal hareketinin kısa tarihine ve bugünkü durumuna bir göz atmak bile yetecektir.

JAPON İSÇİ SINIFININ MÜCADELESİ VE BUGÜNKÜ DURUMU
Japonya’da işçi sınıfı hareketinin tarihi Türkiye ile bir paralellik gösterir.
Japonya’da ilk işçi hareketleri ve örgütlenmeleri 1838’de başlar. Ama bu örgütler çok cılız ve yerel örgütlenmelerdir. Sendika denebilecek, ulusal çapta ilk işçi örgütleri 1897’de kuruldu. Bu dönemde kurulan sendikalar içinde en başarılı olanları demiryolu işçilerinin sendikası oldu. Sınıfsal birliğe ve 5-6 bin üyeye sahip bu sendikalar, patronlar ve hükümeti ürkütür. Bu nedenle de, 1900 yılında çıkarılan Kamu Düzeni Yasasıyla tüm sendikalar polis denetimine açılır. Sendikalar yasaya tepki gösterir ve kimi sendikalar yeraltı faaliyetine yönelir.
Ne var ki, bu faaliyet sendikaları daraltıcı bir rol oynar. Boşluk, İngiliz kaynaklı “dost örgütler” aracılığıyla doldurulmaya çalışılır. Son derece uzlaşmacı, sendikacılığı işgücü eğitimine indirgeyen bu anlayış, bu örgütlenmeden çıkan SODEMEİ (Japon İşçi Federasyonu) aracılığı ile işçi sınıfı içine sokulur ve Japon işçi sınıfı hareketinin belası olur. SODEMEİ, 1921’de adı değiştirilerek “Nihan Roda Sodemei” olur, Üye sayısı 100 bini bulur; ama bu hala tarım dışında çalışanların sadece % 1’dir. Amerikan AFL kuruluşundan büyük ölçüde etkilenen bu sendika pek çok işçi grev ve direnişi yönetmesine karşın politikanın tümüyle dışında kalmaya özen göstermiştir. Bu yıllarda hükümet, bir yandan ILO’ya üye olurken, öte yandan sendikalara karşı yeni önlemler alır. Bu dönemi Japon isçileri “Havuç ve Sopa” dönemi olarak adlandırırlar. 1931 yılından itibaren sendikaların, özellikle sol eğilimli sendikaların üstünde asker ve polis baskısı artar. Ancak, bütün baskılara karşın 1936’lara kadar sendika ve sendikalı işçi sayısı hızlı bir artış gösterir. Sendika sayısı 993, sendikalı sayısı 450 bini bulur. Ne var ki, Japonya’da sendikalar çok gevşek, merkezi olmaktan uzak örgütler olarak şekillendiğinden güçlerini yeterince hissettirmezler. 1938’den itibaren militarizm ve faşizm iyice azgınlaşır. Japonya ILO’dan çekilir. Sendikalar giderek erir. 1940’da 49, 1943’de sadece 3 sendika ayakta kalmıştır. 1944’de ise hiç bir işçi sendikası kalmamıştır.
Tarımsal alanların
Sendikaların     Üyeler         dışındaki işgücünün
Yıllar         sayıları     (Bin olarak)     yüzdesi         Örgütlenme oranı
1944        0        0,0        0,0            0,0
1946        17266        4.925.6    30,5            41,5
1949        34688        6.655.5    35,0            55,8
1955        32012        6,285.9    24,9            35,6    37,8
1960        41561        7.66.6        24,6            32,2    33,8
1965        52879        10.146.9    28,0            34,9    36,1
1969        58812        11.248.6    27,4            35,2
(2. Dünya Savaşı’ndan 1969’a kadar Japonya’da sendika üyeliğinin gelişimi (Doç. Dr. A. Murat Demircioğlu, Dünya’da İşçi Sendikaları, s. 306, Basisen Eğitim ve Kültür Yayınları) )

Savaş sonrası ortamı, sendikaların kurulması için oldukça elverişli koşullar sunmuştu. Kısa sürede, çalışanların yarısı sendikalarda örgütlenmiş, 1946 Anayasasına grev bir hak olarak yerleştirilmişti. Gerçi Amerikan sendikalarının baskısı ile sendikalar: Marksist, ılımlı, anti-komünist sendikalar olarak bölünmüştü;
ama yine de oldukça faal bir sendikal yaşam hüküm sürüyordu. Savaştan sonra hızla artan sendika ve sendikalı işçi oranı 1949’den başlayarak düşmeye başladı.
Yukarıdaki kısa tarihsel özetten de anlaşılacağı gibi, yüzyılın basında kurulan sendikalar, Avrupa’daki sosyalist hareketten etkilenerek kurulan sendikalardı, Ne var ki; ne hükümet ne de patronlar sendikaların varlığına göz yumdular. Yine Avrupa’daki gelişmelere paralel olarak, sendikalar baskı altına alınmış olmalarına
karşın, Japonya’da da 1905 ve 1920 yıllarında yoğun işçi hareketleri gözlendi. 1920 sonrasında varlığına izin verilen tek sendika SODEMEİ idi ve en iyi zamanında bile çalışanların % 8’inden çoğunu örgütlemeyi başaramamıştı.
Devlet ve tekeller, ’30’lardan itibaren sendikaları, Japon ulusunun bütünlüğünü yıkacak fikirlerin ve eylemin yatağı olarak görmeye başladılar ve sendikaları ezmek için acımasız bir tutum takındılar.
Daha 1020’lerde; büyük Japon tekelleri, firmaların işçilerin aileleri yerine geçecek kurumlar olduğu doğrultusunda propagandaya başlamışlardı. ’30’larda sendikaların tasfiyesi hareketi sırasında bu fikir, kampanyanın ana düşüncesi olarak işlenip yaygınlaştırıldı. Bu tutum Japon devletinin bir “aile devleti” olduğu fikrine de çok uygundu. 1938-40 arasında, polis ve tekellerin desteği ile kurulan ve sendikaların yerine geçirilmesi amaçlanan ‘İşçi ve Yönetim Konseyleri’, sendikaları ezmenin ve savaş kışkırtıcılığının aleti olarak işlev gördü.
1938 sonuna gelindiğinde 19 bin konsey kurulmuştu. “Milliyetçi Sanayi Dernekleri” (Sangyo Hokokukai) adı verilen konseylerin 3 milyon üyesi vardı. Hükümet, bütün resmi kurumlara ve tekellere, “Konseyler”le işbirliği için emir verdi. 1940 yılı sonunda bütün sanayi işçilerinin üçte ikisi konseylerin çatısı altında toplandı. Devlet politikalarını desteklemekte isteksiz davranan “konseyler”, polis ve tekellerin işbirliği ile hizaya getiriliyordu. 1941’e gelindiğinde, sendikalar konsey bünyesinde, yasal partiler ve gençlik kolları ise ‘imparatorluk İdaresi Yardım Derneği’ bünyesinde eritilmiş bulunuluyordu.
Bu faşist konsey hareketi, savaş sonrasının ılımlı sendikacılığının da temeli oldu, Çünkü savaştan kısa bir süre sonra “konseyler”in faşist bürokratları hükümet ve Amerikan İşgal Komutanlığı’nca aklanarak sendikaların içinde faaliyetleri desteklendi. Ve kısa sürede sendikalar bu faşist eskilerinin etkisine girdiler. Bunlar, savaş koşullarında uygulanan işçilerin şirket değiştirmemesi tutumunu yeni koşullarda uygulamaya sokarak “aile firma” düşüncesini yeniden öne çıkardılar. Firma değiştiren işçiler, sendikalar ve patronlar tarafından dışlandı, giderek bu anlayış bir alışkanlığa, geleneğe dönüştürüldü.
Japonya üzerine en kapsamlı araştırmalardan birisini yapan gazeteci Karel von Walferen, savaş sonrasının Japon Sendikacılığı için şu değerlendirmeyi yapıyor:
“Emeğin konseyler ile reorganizasyonunda, büyük ölçüde Nazi Almanyası ile Mussolini’nin İtalya’sından esinlenilmişti. Aslında hareketin en dolaysız esinlenişi, ‘Nazi İşçi Programının ince bir tülle örtülmüş ifadesi’ olan öneriydi. Savaş öncesi Avrupa’sının faşist fikirleri, Japonya’nın bugünkü işçi-işveren ilişkilerinde hala mevcuttur. … Japonya teslim olduktan sonraki iki yıl içinde savaş öncesinin ılımlı SODOMEİ’si yeniden canlandırıldı. Aşağı yukarı aynı zamanlarda, radikal anlaşmazlıklar sahnesinde avantajlı durumda olan komünistler, Sanbetsu Kaigi’yi kurarak, Sodomei’nin iki katı (1.6 milyon) üyeyi kendi yanlarına çektiler.” (Karel von Wolferen, Japon Gücünün Sırrı, s. 78, İş Bankası Yayınları)
Savaş dönemindeki aşırı baskı ve ‘konseyler’, Japon işçisini uysallaştıramamıştı. Savaştan hemen sonra işçi eylemleri Japonya’nın her yanında baş gösterdi. 1945 Ekiminde Yomiuri gazetesinin çalışanları şirkete el koyarak gazeteyi kendileri çıkarmaya giriştiler. 1947’de postacılar ülke çapında greve gitti. 1948’de, Toho film şirketi çalışanları 195 gün grev yaptı. 1946 ve 1952’de Toshiba firmasının işçilerinin 56 günlük grevleri Japonya’yı sarstı. 1947’deki genel grev ise, Amerikan İşgal Komutanlığı’nın grevi yasaklamasıyla önlenebildi. 1954 ise, maden ve çelik işçilerinin 63 gün süren grevleri dönemin belli başlı grevlerindendi.
Faşist Japonya’dan demokratik bir Japonya yaratmak iddiasıyla Japonya’yı işgal eden ABD, işçi hareketinin gelişmesi karşısında, Japon militaristleriyle aynı tutumu alarak grevleri yasaklama yoluna girdi. Devlet hizmetlerinde çalışanların grev yapması, yeni Anayasadaki açık hükme karşın bir yasayla yasaklandı. 1949’da ‘Kızıllardan Arınma’ kampanyası açılarak, komünistler ve sol sosyalistler resmi görevlerden azledildiler. Yerlerine eski dönemin faşist bürokratları atanarak Japonya’nın komünizme karşı bir set olarak inşasının temeli atıldı. Bu gelişmeye bağlı olarak, Çin Devrimi ve Kore Savaşı karşısında sıkışan ABD, Japonya’da ‘huzuru sağlamak’ için komünistlerin önderliğindeki sendikaları Japon tekelleri ve hükümetle işbirliği içinde ezdi.
Bazı büyük tekeller, grevleri kırmak için gangsterlerle anlaştılar. Grevleri önlemek ve sendikaları ezmek için Japon patronlar, Japon İşveren Kuruluşları Sendikası’nı kurarak, eski faşistlerle iş biriliği içinde işçi hareketiyle açıkça savaşa girdiler. Radikal sendikalar karşısına, patron-polis-gangster iş biriliğinde sarı sendikalar kurularak, işçiler bu sendikalara girmeye zorlandı. Sarı sendika üyelerine yükselme ve kıdem avantajları sağlanırken eski sendikalarında ısrar edenler bozguncular olarak işten çıkarıldı.
Savaş sonrası Japonya’sının sendikal hareketinin en önemli zaaflarından birisi de, “geçici işçi havuzu” ve taşeronluktu.
Geçici işçiler, aslında yıllardır aynı işletme de çalışan işçilerdi. Ama işletmeler bu işçilere ‘ömür boyu istihdam’ garantisi vermedikleri için ‘geçici’ sayılıyorlardı. Bunlar, kıdem zammı alamayan, çok düşük ücretli ama Japon işçi sınıfının beşte dördünü oluşturan kesimiydi. Sarı sendikalar, bu isçileri almıyorlardı. Küçük şirketler ise, varlıklarını sürdürmek için taşeron isçi çalıştırıyordu. Küçük krizlerde bile bu işçiler sokağa atılıyordu. Ama Japon ekonomisini aslında bu ‘geçici’ ve taşeron işçileri sırtlarında taşıyordu, çünkü Japonya, bu kesimlerdeki düşük ücrete dayanarak dış pazara açılıyordu. Nitekim Karel von Wolferen, “Taşeronluk sektöründeki işçiler etkin şekilde organize edilebilse, sistem ciddi olarak sarsılır.” yargısını dile getiriyordu.
İşverenler, işçileri kovma tehdidinin sendikalaşma önünde başlıca engel olduğunu 1920-30’larda fark etmişlerdi. Savaş sonrasının sefaleti içinde bu kozu iyi bir biçimde kullandılar. ‘Sadık’ işçileri ömür boyu istihdam ve kıdeme bağlı ikramiyelerle ödüllendirdiler. Hükümetin de desteğinde yürütülen bu kampanya güvenceye susamış savaş sonrası işçileri arasında teşvik edici bir etken olarak rol oynadı. Ve diğer baskıların yanı sıra bu girişim sendikaların çökmesi, kalanların da sarı sendikalara dönüşmesiyle sonuçlandı.
1950’de komünist sendika federasyonu, Sambetsu Kaigi kapatıldıktan sonra, işçi hareketinin liderliği Sohyo adlı “ılımlı” sendika federasyonuna geçmişti. Bu federasyon, anti-komünist, milliyetçi bir federasyondu. Ve bir dizi anti-komünist, milliyetçi eylemlerle işçi mücadelesini engelleyen bir rol oynadı.
Japonya’nın Gücünün Sırrı adlı kitabın yazarı, Japon sendikalarının şimdiki durumunu şöyle özetliyor:
1949’da % 55,8 olan sendikalaşma hızı 1986’da yüzde 28,2% düştü… Ilımlı sendikalar… üretimi azamiye çıkarmak için kampanyalara aktif olarak katılırlar. Ilımlı sendika liderleri yönetim ile yakın ilişki içindedir, çoğu daha ileriki bir safhada yöneticiler arasına katılarak, sendikada görev yaparken birlikte çalıştıkları astlarından itaat talep eder. Dolayısıyla yönetim ve organize işçiler arasında hiç bir anlaşmazlık yoktur. Milliyetçi sendikaların üyelerinin ‘ömür boyu istihdam’ haklarına bekçilik etmek ve zaten milli standartları olan ücret artışları yarıyıl ‘ikramiyelerine’ ilişkin alışılmış görüşmeler yapmak dışında pek işleri yoktur.”
Japon sendikal hareketinin, yukarıda özetlenen kısa geçmişinden de anlaşılacağı gibi, ‘uyum’, sadakat’, ‘kendisini firma için feda etme’ anlayışı, Japonların kendilerine has ideolojik, kültürel yapılarından kaynaklan bir tutum değildir. Tersine, Japon işçiler de, diğer ülkelerin işçileri gibi, özgürlükleri, daha iyi yaşama ve çalışma koşulları için mücadele eden işçilerdir. Ne var ki; bu mücadele Japon tekelleri ve hükümeti tarafından bastırılmış, sarı sendikacılar aracılığı ile işçi sınıfı, geçici bir süre için de olsa denetim altına alınmıştır. Burada bu denetimi kolaylaştıran, savaş sonrasının ortamı, Japon gelenekleri ve işçi sınıfının tarihsel oluşumuna ilişkin kimi etkilerden söz edilse bile, bunların belirleyici etkenler olmadığı, yukarıdaki özetten de açıkça anlaşılır.
Nitekim Karel von Wolferen de sınıfın ‘uysallaştırılması’nın öyle kolayca gerçekleşmediği kanısındadır.
“Sanayi holdinglerinin amaçlarına karşı olan bir işçi hareketinin işçileri teşkilatlamasına izin verilseydi, Japonya’nın bildiğimiz ekonomik sistemi gerçekleşemezdi. Genel inancın aksine, bunun tersi olabilirdi. Modern Japonya’nın en bilinen yanlarından biri olan işçi-işveren arasındaki uyumlu ilişki kendiliğinden ortaya çıkıvermedi. ‘Uyum’ sağlanana kadar pek çok sendika iflas ettirildi. Aslında, Japon toplumunun hiç bir önemli parçası savaş sonrası işçi hareketi kadar zor kullanılarak sisteme adapte edilmedi.” ( Karel von Wolferen, Japon Gücünün Sırrı, -s.76 Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları)

JAPONYA KİMİN İÇİN CENNET, KİMİN İÇİN CEHENNEM?
Kapitalist medya ve öteki propaganda odakları, gizemli bir örtü altında tanıttıkları Japonya’yı, kendi yarattıkları sis perdesinden de yararlanarak, sınıf çelişki ve ayrıcalıklarının olmadığı, ya da önemsiz olduğu bir toplum olarak sunuyorlar. Bazen yarım yüzyıldan kısa bir sürede kişi başına ulusal gelirin sıfırdan 16 bin doları aşan bir düzeye yükselmesini kapitalizmin bir zaferi olarak kutsuyor, Japonya’yı göklere çıkarıyorlar, bazen de, batı için bir tehlike, “Japon şeytanı” propagandası yapıyorlar. Ama her durumda, Japonya’yı, bütünlüklü bir toplum olarak değerlendiriyorlar. Her gün erkenden kalkıp spor yapan, işçilerden önce işinin başına giden, evinde iyi bir aile babası olan, disiplinli, insani ilişkilerde ‘yumuşak’, iş ilişkisinde sert, çıkarcı, başarısızlığını harakiri yaparak ödeyen işadamı, grev, direniş yapmayan işçi, tekellerle bütünleşmiş, işyerinin çıkarını her şeyin önüne koyan sendikacılık (Japon sendikacılığı) ve bunların yarattığı ‘uyumlu’ ilişkiler bütünü, batılı kapitalistlere ulaşılması gereken hedef olarak sunuluyor. Az sayıdaki araştırmacı dışında, bu vitrinin arkasındaki, dünyanın hiç bir ülkesinde görülmedik sınıflar-arası uçurum, aşırı sömürü görmezden geliniyor. Oysa Japonya da öteki kapitalist ülkeler gibi, sınıf karşıtlıklarına dayanan bir toplumsal sisteme sahiptir ve herhangi bir kapitalist ülkeye göre egemen ve ezilen sınıflar arasındaki uçurumun çok daha fazla olduğu bir ülkedir. Japon devleti de, öteki gelişmiş kapitalist ülke devletlerinden çok daha açık bir biçimde tekellerle bütünleşmiştir. Hatta Japonya üzerine ciddi araştırma yapan bütün araştırmacıların ortak kanı olarak ileri sürdükleri gibi, Japon devleti, hiç bir sosyal yanı olmayan, tekellerin bir üst konfederasyonu olarak örgütlenmiş bir devlettir. Bu yüzden de araştırmacılar, Japonya’ya JAPAN İNC. (Japon AŞ.) demekte bir sakınca görmüyorlar.
Bir dergi yazısı sınırları içinde yazılabilecek aşağıdaki gerçekler bile, Japonya’nın öteki yüzünün, vitrine hiç benzemediğini, bu ülkenin parlak vitrinin, asıl olarak, işçi sınıfının ezilmesi ve aşırı sömürülmesine dayandığını açıkça göstermektedir.
Japonya’da uzun yıllar kalıp gelişmeleri yakından izleyen Fransız gazeteci Pier-Antoine Donnet, bugün de terk edilmemiş olan Japon çalışma yaşamını şöyle özetliyor:
“Japonya, şirketler konusunda da girişimci ve sanayide devlet katkısına dayanan tek bir model oluşturdu; bu modele göre, memur, işçi ve bütün kadro, kuruma tümüyle bağlı kişilerden oluşturulacaktı. İşveren bir üretim hedefi oluşturduğunda, tüm personel, birlik ve beraberliğe dayanan bir tutumlu, saptanmış
amaca ulaşabilmek için tüm gücünü ortaya koydu. Sabahları, işbaşı öncesinde, şirket onuruna söylenen marş tüm personelin giydiği üniforma, idare tarafından zorunlu tutulan ek mesai saatleri, tatilsiz çalışma, meslek grupları halinde toplumsal faaliyet gibi. 1965’te yıllık ortalama işgünü saati 2400 idi.” (Japonya Dünyayı Satın Alıyor, sf.38)
Bırakalım işçiyi, ideolojik olarak köleleştirerek zapturapt altında tutmayı amaçlayan önlemleri, iş saatleri bakımından bile Japon işçisi, çağdışı bir çalışmaya zorlanıyordu. 1965’te Batılı kapitalist ülkelerde yıllık ortalama çalışma süresi 1668 saat dolayında iken Japon işçisi 2400 saat çalışmaya zorlanıyordu. Aşağıdaki tablo Japon tekellerinin aşırı sömürücü niteliğini daha çarpıcı gösterir:

Tablo 1
Çeşitli kapitalist ülkelerde yıllık ortalama çalışma süreleri
Japonya    İngiltere    ABD        Almanya    Fransa
1975    2043        1923        1888        1678        1830
1978    2137        1955        1924        1719        1772
1981    2146        1910        1888        1656        1717
1982    2136        1915        1841        1626        1683
1984    2180        1941        1934        1652        1649
Kaynak: Japon Sanayi Kuruluşları Konseyi

1988’de, yılda 2165 saat çalışarak bütün dünyada en uzun iş yılına sahip olan Japon işçiler tatil bakımından da en kısa süreye sahipler. 1989’da Japon işçiler yılda sadece 6,5 gün tatil kullanırken, 1990’da 7,1 gün tatil yapmışlar. Yasal bakımdan 3 hafta tatil hakkı olan işçiler, tatillerini kullanamamışlar. Oysa aynı yıllarda ABD işçileri 31, D. Alman isçileri ise 52 gün yıllık tatil yapmışlar.
Japonya’da iş saatleri, 1949-75 arasında bir miktar azalmış, ama 1975’ten itibaren yeniden bir artış dönemine girmiş. Resmi rakamlarda artış küçük olmasına karşın, kapitalistlerin zorunlu mesai ile çalışma sürelerini daha yukarılara çektikleri de araştırmacıların ortak görüşü. Hükümet de durumun böyle olduğunu kabul ediyor. Nitekim bu çalışma temposu, çalışanlar arasında yeni hastalıklara yol açmış. Karoşi denilen bir hastalık, sürmenaj, ani kalp ve beyin sektesine yol açıyor. Ve bu hastalığın daha çok ayda ortalama 100 saatin üstünde mesai yapan işçilerde görüldüğü saptanmış durumda. İstatistikler, yılda 500 Japon’un Karoşi vakası ile hastanelere başvurduğunu gösteriyor.
Japonya, kişi başına yıllık 16 bin doları aşan ulusal geliriyle dünya ülkeleri arasında en üst sıralarda bulunuyor Ama nüfusun önemli bir kesimini oluşturan ‘geçici isçiler’ (Japon işçilerinin beşte dördü bu statüde çalışıyor), gündelikçiler ve mevsimlik işçiler, günlük geçimlerini bile kurtaramıyorlar. Bu kesim çalışanları için günlük çalışma süresi Japonya ortalaması olan 10.5 saatin bile üstünde ve bu çalışma süresi, giderek artıyor. Bir buçuk milyon Japon hala belediyelerden yardım alarak geçiniyor. Bu rakam 1951’de 2 milyon dolayında idi.
Japon işçisi, gününün 16 saatini işyeri ve gidiş dönüş için harcar.
Konut, eğlence ve kültürel etkinlikler bakımından, gelişmiş kapitalist ülkelerle karşılaştırıldığında Japonya geri kalmış bir ülkedir, Japonya’da, yeni konut alanları (1988’de) diğer ülkelere göre 20 metrekare daha küçüktür. Konut sahipliği oranı da bir düşüş içindedir. Örneğin 1983’de Japonların % 62’si kendi evlerinin sahibiyken, 5 yıl sonra, 1988’de, bu oran % 61’e düşmüştür.
Japon emekçileri için eğlence, uzun iş saatlerinden sonra bir meyhanede kafa çekip eve sarhoş gitmekten ibarettir. Eve vardığında tekrar evden çıkıp işe gitmek için sadece 6 saati vardır.
Bir dünya haritasına bakıldığında, koca Asya kıtası tarafından Pasifik Okyanusuna doğru itilmiş birçok adadan meydana gelmiş bir tek Japonya vardır. Ama bu bir tek Japonya’da, öteki kapitalist ülkelerde olduğu gibi iki ayrı dünya vardır. Bu dünyalardan birisi, 22 dolar milyarderi ve bunların sahip olduğu, dünyanın dört bir yanına kol budak salmış tekellerin dünyası. Bu, Japonya’nın göz kamaştıran vitrinidir. Ama öte yanda, işçi sınıfının sadece 1/5’ini uzlaşmacı demenin bile durumlarını ifade etmeye yetmediği ünlü Japon sendikalarında örgütlü, geri kalan 4/5’i tümüyle örgütsüz, orta çağ koşullarında çalışmaya mahkûm edilmiş bir işçi sınıfının dünyası. Japon mucizesinin sırrı da bu milyonlarca işçinin aşırı sömürüsüne dayanıyor.
Koçların, Sabancıların Japonya’ya böylesine gıpta etmelerinin nedeni bundan başka bir şey olmasa gerek.

Mart 1993

Türkiye sol hareketi üzerine bir tartışma Mihri belli- aydın çubukçu- ihsan çaralan-mustafa yalçıner

Türkiye Sol Hareketi’nin geçmişini değerlendiren yazı dizimize geçen sayı ara vermiştik. Bu değerlendirme için çok anlamlı olacağını düşündüğümüz bu dörtlü tartışmayı bu ve gelecek sayıda yayınlıyoruz.
Tartışma izlendiğinde görülecektir ki, Türkiye Sol Hareketi’nin geçmişine yaklaşımda Mihri Belli ile diğer üç tartışmacı arasında temelli görüş ayrılıkları vardır. Türkiye sol hareketi’nin geçmişinde önemli bir ağırlığı olan ve bugün de devrimde bütün içtenliği ile ısrar eden Mihri Belli’nin görüşlerine yer vermenin anlamlı olduğunu düşünüyoruz.
78 yaşında hala “gözlerinin içi parıldayan ve hala bir köşeye çekilip oturmayan Mihri Belliyi bu yaşında koşuşturtan, kimse kuşku duymasın ki, yüreğinde taşıdığı komünizm davasına inançtır, devrimci ruhtur. O inanç ve ruh ki, O’nu Yunanistan İç Savaşı’na katılmaya çağırmıştı. O’na İspanya İç Savaşı’na katılma başvurusu yaptıran da aynı inanç ve ruhlu. Tevkifatlar ve işkence hanelerden sağlam çıkmasının da nedeni oydu.
Fakat sıraladığımız (ve O’nun devrimci ruhunun pek azını oluşturan) bu olumlu özellikler, onun değerlendirmelerine katılmamıza imkân vermiyor
Tartışmayı okuyucularımızın ilgisine sunuyoruz. Gelecek sayıda devamını yayınlayacağız.

AYDIN ÇUBUKÇU- Biz, TKP’nin Kemalizm’le olan ilişkisini geçmiş solla hesaplaşmanın merkezi bir sorunu olarak görüyoruz. TKP’nin geleneğinde Kemalizm’le ittifak ve ilişkiler bugünkü sorunların pek çoğunun da kaynağını teşkil ediyor. Siz de Kemalizm’le ittifak sorununu stratejik düzeyde teorize etmiş teorisyenlerden birisiniz. Bir yazınızda diyorsunuz ki, “Proletarya Partisi için o koşullarda doğru taktik, partinin bağımsız politikasını bağnazlıkla korumakla birlikte, emekçi yığınları devrimci bilince kavuşturma ve örgütlendirme görevini bir an bile gevşetmeden, iktidara en güçlü aday olan komprador sınıfı ile rejime muhalif olan feodal mütegallibe kesimi arasındaki gerici ittifaka karşı, bütün tutarsızlık ve sallantılarına karşın, gene de bir ulusal bağımsızlık politikası gütme eğiliminde olan küçük burjuva radikalleri ile anti-emperyalist ve anti-feodal güç birliğini gerçekleştirme yolunda gayret sarf etmekti. Çünkü Kemalizm’in sağındaki güçler iktidara geldikleri takdirde ne onların siyasal üst yapıda anti-feodal reformları kalırdı ne de istiklalci dış politikanın vazgeçilmez şartı olan Sovyetler Birliği ile iyi komşuluk ilişkileri sürebilirdi.” Bu noktada benim sorum şu olacak: O dönemde komprador sınıfın siyasi temsilcileri kimdi, sizin deyiminizle küçük burjuva radikalizmine karşı bunların siyasi olarak ciddi bir tehdit oluşturma konumlan var mıydı, aynı şekilde feodal mütegallibenin siyasi temsilcileri kimlerdi ve bunların ciddi bir güç teşkil etmesi için Osmanlı hanedanının dışında toplumsal maddi bir zemin var mıydı? Bunların karşısında Kemalizm’i desteklemek için, onlar dışında siyasi bir güç olarak komünistlerin gerçekten geçerli sebepleri bulunuyor muydu?
MİHRİ BELLİ- Bir defa TKP Kemalistleri o dönemde küçük burjuva radikalizminin temsilcisi olarak nitelendirmez. Biliyorsunuz, ben bunları 60’larda, 70İerde yazdım. O zaman bu görüşü savunuyordum. Daha önceleri Komintern tarafından, Kemalist hareket, ticaret burjuvazisinin hegemonyası altında eşrafla ittifak şeklinde değerlendiriliyordu. Stalin’in Yalçıner’in söz ettiği pasajı da bunu vurgular. Eskiden bu görüş savunulurdu. Bu benim için de geçerliydi. Ama bence, bu, yakıştırmadır.
Marksizm bu çağda, yani 20. yy.da, gayet doğal olarak, burjuvaziyi arar sınıf mevzilenmesi içinde. Yani, proletaryanın karşısında burjuvaziyi arar. 1920’ler Türkiye’sinde Türk burjuvazisinin -azınlıkları kastetmiyorum, azınlıklar, Ermeniler olsun Rumlar olsun, zaten ulusal nedenlerle, etnik bağlılıklar dolayısıyla, kesinlikle istilacı emperyalistlerle beraber oldular- ağırlığını koymasına, hegemonyasını kurabilmesine olanak sağlayacak bir ticaret veya sanayi dahi yoktu. Ama eşraf vardı. Yarı-feodal bir güç. Ve onun dışında son derece güçlü bir kategori olan asker-sivil bürokrasi vardı. Yani egemen olan bu ikisinin ittifakıydı. Özellikle Kurtuluş Savaşı’nda. İmparatorluk gidiyor elden. Devlet, çiftlikler gidiyor elden. Açıkta kalacaklar. Onun telaşıyla bir ittifak oluştu. Öte yandan şu veya bu şekilde emperyalist Batının etkisi altında olup saltanat gibi, halifelik gibi müesseselerden yarar uman bir muhalefet vardı. Bu, mandacılık şeklini alıyordu. Sivas Kongresi’nde de çatışma nedenini oluşturmuştu. Yani Komintern’in değerlendirmesinin dışında bir şeydi bu.
Ama bu küçük burjuva radikalizmi denen küçük burjuvazi kendi ideolojisi olmayan bir sınıf. Küçük burjuvazi Mussolini’nin arkasındaki güçtü. Küçük burjuvazi Hitler’in arkasındaki güçtü. Küçük burjuvazi, bunalım anlarında son derece sağa, hatta faşizme kayabilir. Başka anlarda da, bakarsınız, Fransa’da 18., 19. yy. sonlarında anti klerikal ilerici bir güç olur. Devrimci bir güç olur imparatorluğa karşı, III. Napoleon’a karşı. Burjuvazinin o aşırı vahşi dönemindeki tutumuna karşı reformist bir tutum içinde olabilir, emekçilerden yana tavırlar takınabilir. Onun için, küçük burjuvazi demekle, bunlar devrimcidir demek istemiyorum. Bunlar son derece kaypak, son derece istikrarsızdırlar. Bizdeki Kemalistlerin tutumu da ortalıkta. 1920’lerde İktisat Kongresi’nde, İzmir’de liberalizmi savunuyordu. Karar alınıyor, liberal bir devlet kurulacaktır. Türk burjuvazisi yaratılacaktır. Fransa’ya benzeyecekler, İngiltere’ye benzeyecekler. Özlemleri o. Çünkü zaferden yeni çıkmış bir İngiltere ve Fransa var. Ve ’20’ler kapitalizmin yükseliş dönemi, refah dönemi. Çarliston oynuyor bütün Avrupa. Sovyetlerde ne yapacakları belli değil, açlık var. Kurtuluş Savaşı’nda bizimle dostlar ama adamlar daha kendi meselelerini halletmiş değiller. Ve liberalizm oluyor politika. Ama Batı’ya ’29 bunalımı geliyor; bakıyorlar, açlar, işsizler ordusu, neredeyse ihtilale varacak bir durum var. Sovyetler ise, beş yıllık planlara başlıyorlar. Dünyada müthiş yankıları olan bir politika oluyor. Kemalistler de, biz devletçiyiz diye çıkıyorlar meydana. Devletçiyiz diyorlar ve Sovyetlerle iyi ilişkiler içinde de olduklarından Batı’dan kredi aldıkları yok. Sovyetlerden Sümerbank ve bez fabrikaları falan için altın alıyorlar. 6 milyonluk altın. Ee, o zaman iyi para tabii. Cumhuriyet’in 10. yılı için Türkiye’ye gelenler Budyeni, Voroşilov. Esas misafirler onlar. Türkiye böyle bir durumda.
Derken Celal Bayar geldi. Celal Bayar’ın gelişi ’37’de. Batı bunalımdan bir ölçüde kurtulmuş. Başbakan olarak ilk konuştuğunda, dış politikadan bahsederken Sovyetler Birliği’nin adını zikretmedi. Yoktu Sovyetler Birliği. Bu, tabii Batı’ya önemli bir açılma. Bir sene sonra da İngiltere ve Fransa ile ittifak kuruluyor. Askeri ittifak. Kader Batı’ya bağlanıyor. Aynı egemen güç bakıyor Almanya güçlüdür. Bu sefer İngiltere’ye, Fransa’ya kazık atıyor. Taahhütlerini yerine getirmiyor. Harbe girmiyor. Sembolik olarak son gün giriyor. Böyle koymak lazım küçük burjuva radikalizmini. Muhakkak üst yapıda doğrudan doğruya Fransız radikallerinin anti-klerikal politikasını aynen uyguladı. Yani laikliği.
MUSTAFA YALÇINER- Şöyle söyleyebilir miyiz? Robespierre’i, Fransız Devrimi’nin Jakoben kuşağını alalım. Burada gerçekten küçük burjuva radikalizminden söz edilebilir. Ama orada bütün bir kiliseye, toprakları dâhil her şeyine saldırıyorlar. Kilisenin elindeki her şeyi alıyorlar. Devletle bağını koparıyorlar. Kendisini müminlere dayanarak örgütleme olanağı dışında kilise diye bir şey kalmıyor. Fransa’dakine benzer dediniz, biraz farklı olması gerek. Fransa’da kilise, toprakları da dâhil, bütün toplumsal gücünden soyunduruluyor. Bizde ise, üst yapıda bir takım aşırılıklara saldırılıyor. Tekkelere, zaviyelere, fese, yani çeşitli görünüş biçimlerine. Ama esas elindeki güce saldırılmıyor. Neden? Çünkü onun gücünü kendisi kullanacak.
A. ÇUBUKÇU- Bu, Türk devletinin o dönemdeki sınıf muhtevasını tespit etmek açısından önemli. Küçük burjuva karakteri belki ideolojik olarak kimi yönlerine yakıştırabiliriz ama sınıf temeli neydi Türk Devletinin? Küçük burjuvaziydi diyebilir miyiz, bütün o uygulamaları karşılaştırarak?
M. BELLİ- Şöyle demek doğru olur bence. Mahalli mütegallibe, eşraf ticaretten çok genel olarak tarımdaki güçlü durumuyla sömürücü sınıf niteliğini taşıyor. Bir de bürokrasi. Şimdi ben ’30’lu yıllarda otobüse biniyordum Sirkeci’den Edirne’ye gidiyorum. Yolda tek baca yok, Edirne’de bir tek un fabrikası var. Madam Fındıklıyan’ın. Bu madam kompradordu. Zamanının çoğunu Viyana’da geçirirdi. Ticaret Yahudilerin elindeydi, Türk tüccar hemen hemen yoktu. Şimdi nerede bu ticaret burjuvazisi, nerede Kemalistlere yol gösterecek olanlar?
M. YALÇINER- Zaten şöyle bir görüş herhalde hiç kimse tarafından savunulmuyor: Türkiye o zaman oldukça gelişkin bir sanayi ülkesiydi ya da aşağı yukarı gelişmiş bir sanayi ülkesiydi, diye kimse bir şey demiyor. Lenin de Stalin de üç tip ülke tanımı yapıyorlar. Bir Fas’ı örnek gösteriyorlar. Kapitalizmin hemen hemen hiç gelişmediği ve proletaryanın hemen hemen hiç olmadığı bir ülke olarak. Ortaya, Çin ve Hindistan’ı koyuyorlar. Kapitalizmin az çok geliştiği ülkeler. Bir de Arjantin gibi bağımlı ülkeler diye bir başka kategori var. Şimdi Türkiye bunun birincisi ile ikincisi arasında bir yere denk düşüyor. Tam Fas’a benzetmiyor Lenin, sonra Stalin biraz daha Fas’a benzetiyor. Ama sanayinin gelişmediği açık. Kapitalizm gelişmek üzere uç vermiş. Nasıl vermiş? En çok tefeci sermayenin içinden giderek ticaret yapılmaya başlanmış. Önceden tümüyle tefecilik yapan, o mütegallibenin içinde parayla oynayan insanlar, yavaş yavaş kapitalizmin, yabancı kapitalizmin başlıca limanlara giren ürünlerinin dağıtımı için şebekeler kurmaya başlamışlar. Buradan daha çok tefeci karakterli bir ticaret burjuvazisi çıkmaya başlamış. Şöyle adlandırıyorum: tefeci-tüccar burjuvazi. Feodalizmin içinden yeni çıktığı biçimiyle ama artık daha çok bir ticari sermaye olarak…
M. BELLİ- Bana bir tane örnek versene. Bugün mesela sana Koç’u örnek gösteririm.
A ÇUBUKÇU- Ben bir örnek vereyim isterseniz. Mustafa’nın sözünü ettiği burjuvazi, yani Türk ticaret burjuvazisi diyebileceğimiz kesimler, daha çok Trabzon, İzmir, Mersin gibi liman kentlerinde ve bunların periferileriyle ticaret yapan kesimleri oluşturuyorlar. Mesela Erzurum Kongresini toplayanlar, önemli ölçüde, Trabzon’dan gelen ve daha sonra Atatürk’e meclis içinde muhalefet eden bir kesim, Trabzonlu eşraftan oluşuyor. Bunu genelleştirebiliriz.
M.BELLİ- Ben bunları çok iyi tanırım.
A. ÇUBUKÇU- Bunlar feodal burjuva diye nitelendirebileceğimiz türde. Eşraflık, mütegallibelik gibi özellikleri de taşıyan, ama, esas işi nedir diye sorulduğunda, limanla kır arasındaki ticareti yürüten, hem ihracat bağlantısını kuran, -orman ürünleriydi, palamuttu, ihraç edilen ürünler de hep kırsal alanda toplanmaya yönelik ürünler- hem de dışardan gelen mamul maddenin içerdeki pazarlamasını’ yapan insanlar. Bunlar, Kurtuluş Savaşı’nda yönetici sınıf olma özelliğini de taşıyor.
M.BELLİ- Pontuslu Rumlar gidene kadar Trabzon’da, bütün sahilde, Samsun’da dâhil, ticaret ve denizcilik Rum’larda. Balıkçılık da onlardaydı. Türklerde de var takacılık bir ölçüde, ama önemli bir denizcilik faaliyeti yok Türkler içinde. Büyük bir isim yok. Milli burjuva diyebileceğimiz bir gelişmenin ilk kurucuları diyebileceğimiz bazı isimler var. Bunlar takacılıktan başlıyorlar. Şimdi kalkıp bunlara ticaret burjuvazisi dersek olmaz. İzmir İktisat Kongresine gidiyor bu takacılardan biri. Anlattı bana. İlginçtir, bürokrasiyi etkilemeye gidiyorlar. Kalacak yerleri olmayan bürokratlar tanıdık evlere misafir ediliyor falan. Derken o ticaretle uğraşan Uşakizade kızını veriyor Mustafa Kemal’e.
Ama bunlar önderlik etti Kurtuluş Savaşı’na Kemalistler onların «hizmetindeydi denemez. O, eşraf için söylenebilir. Eşraf bir güçtür. Fakat eşraf da daha çok sömürüsünü tarım alanında sağlıyordu.
M. YALÇINER- Uşakizadeler daha çok kompradorlara yakınlar. Onlardan çok, her Anadolu kasabasında bir-iki üç-beş tane, dediğin gibi daha çok belki feodal olan, tarımla uğraşan…
M. BELLİ- Bunlar, Rumlar gidince meydanı boş bulmuş.
M. YALÇINER- O da bir başka örnek. Kaynakları ve gelişimleri daha farklı olabilir. Ama o zaman hemen her Anadolu kasabasında en az bir tane, bir kaç tane tarımla haşır neşir olmasına rağmen, elindeki serveti, limandan gelen tuzdu, bezdi, daha çok temel maddelerin ticaretinde kullanan insan var. Başka türlü olması da mümkün değil zaten. Kapitalizm daha feodalizmin bağrında yeni uç veriyor, birçok feodal özelliklerle bezenmiş. Onun içinden çıkmakta olduğu ilk haliyle belki. Bu tür unsurlar mutlaka var. Para sahibi, ufak tefek ticaret yapıyor. En azından köylülerden ürün toplayıp orduya satar, limanlara götürüp orada satar, oradan aldıklarını köylüye satar. Bu tür insanların Kurtuluş Savaşı’na, o limanlardaki büyükler dışında, belli bir katkısı var. Eşraf olarak söz ettiklerimizin belli bir özelliği, belki yan özelliği olarak sözü edilebilecek, bir kesimi açısından halta esas özelliği de denebilecek böyle bir ticari faaliyet var.
M. BELLİ- Ama egemen güç değil.
M.YALÇINER- İngiliz’lerin 1830’lardan beri, özellikle 1838 Islahatı’yla ile önü açılmak üzere Türkiye’ye gelişiyle Ege taraflarında tütündü, rejiydi, kibritti, böyle bir şey var. Kapitalizmin dışarıdan sermaye olarak girişi var. Bu giriş ister istemez…
M. BELLİ- Var. Ama Türk sermayesi değil. Mesele, Cumhuriyette bir Türk burjuvazisi yaratmaktı. Bütün politikalarının hedefi buydu. Vardı bu sınıf tabii, hiç yoktu değil. Ama çok zayıftı. Biz bu liberalizm yolunda bunu kuracağız, diye düşünülüyordu. Sen-ben-bizim oğlan tabii. Şakir Zümre’ye bir döküm soba fabrikası kurduruyorlar; bütün okullar, bütün daireler bu sobayı alacak diyorlar. Türkiye’nin en büyük zengini oluyor. Nuri Demirağ’a demiryollarını sen yapacaksın diyorlar. Eli kırbaçlı ustabaşları eşliğinde en ilkel yöntemlerle demiryolları kuruluyor. Ve büyük zengin oluyor Demirağ. Şekerci Hayri şeker fabrikasına ortak ediliyor; devlet ve özel sektör içice. Burjuvazi böyle yaratılıyor.
M. YALÇINER- Devlet olanaklarının arpalık olarak sunulması bu. Ama ondan daha önce, ki tüm bunlar da belli bir şeyin üzerine oturuyor. Şimdi bu ülkede hiç ticaret ağı olmasa, anlattığınız tüm üretim ve önceden beri dışardan gelen ürünler üreticilerinin elinde kalırdı. Kasabalara örneğin, hiç ürün gelmez ve gitmezdi.
M. BELLİ- Demiryolları kurulmuş, yabancıların elinde. Reji de öyle. Düyunu Umumiye var. Gümrüklerine bile hâkim değilsin.
M. YALÇINER- Bunun dışında, ülkenin, periferisiyle, arka taraflarıyla bağlantısını kuracak belli bir sermaye kesimi olması lazım. Mesela Ege’ye gelen yabancı bir ürün örneğin Konya’da gidiyor, birisinin evinde, tarlasında kullanabilecek bir şey olarak iş görüyor. Bunların paklanmasını yapan birileri olması lazım.
M. BELLİ- Singer makinesi, en ücra yere gitmiştir. Dağıtımı Singer’in kendisi sağlamıştır. Her ticaret merkezinde kendi bürosu vardır. Ona dokunulmadı mesela. Büyük bir firmanın temsilciliği gibi bir şey yok, Türklerde.
İHSAN ÇARALAN- Kurtuluş Savaşı Anadolu’da Müdafaayı Hukuk Cemiyetleri üzerinde yükseldi. Özellikle ulusal ordu ortaya çıkıncaya kadar askeri faaliyet, bu bölgesel veya yerel kimi birimler tarafından yürütüldü ve bunlar TBMM’nin oluşturulmasında doğrudan ve aktif rol oynadılar. Ve kendi iradelerini yansıttılar. Kurtuluş Savaşı bitti ve bu meclis kalktı ben ulusal burjuvazi yaratacağım diye kararlaştırdı. Hangi sınıf kalkıp da ulusal burjuvazi yaratacağım diyebilir? Küçük burjuvazi ulusal burjuvazi yaratma politikası izleyemez. İkincisi, emperyalizm çağında biz saf bir ulusal burjuvaziyi hiçbir yerde bulamayız. Bir biçimde emperyalizmle ilişkiler içinde oluyor.
M. BELLİ- Tamam. O belli bir şey.
İ. ÇARALAN- Örneğin, diyorsunuz ki, Singer’in kendi bayileri var. Singer bayileri, bir yandan emperyalizmle böyle bir ilişki içinde olmasına karşın, öte yandan, aynı zamanda, mütegallibe biçiminde nitelediğimiz toprak ilişkileri var veya orada başka ticari faaliyetleri de sürdüren burjuvalardı. Önemli olan bir başka şey de, gelişme eğilimine bakmak gerek, Bir şey ortaya çıktığı zaman kendini bütün nitelikleri ile var etmiyor. Gelişme süreci içinde nitelikleri ortaya çıkıyor. Eğer mütegallibe dediğimiz şeyde bir burjuva niteliği olmasaydı, sonraki gelişme içinde bunlar aynı zamanda buraların burjuvaları olmazdı. 1920’lerde mütegallibe olan ve daha çok tarıma yönelik faaliyet içinde bulunanlar, belki bir 20 yıl sonra baktığımızda, ticari yanı ağır basan ve çeşitli şirketlerin bayiliklerini alan, Mustafa’nın dediği gibi, limanlara gelen bir takım mallan alıp kendi bölgelerinde pazarlayan insanlar oluyorlar. Bu açıdan diyorum ki, bu niteliği, ulusal burjuva veya milli burjuva dediğimiz niteliği olmasaydı, bunlar, böyle bir gelişim izleyemezdi.
M. BELLİ- Küçük burjuvanın daima özlemidir, büyük burjuva olmak.
İ. ÇARALAN- Şöyle bir çelişki ortaya çıkmıyor mu o zaman? Dediniz ki, iktidarda olan küçük burjuvazi değildi, mütegallibeydi.
M. BELLİ- Mütegallibe ve bürokrasi.
M. YALÇINER- Kimin bürokrasisi?
M. BELLİ- Osmanlı devletinin. Osmanlı devleti bir burjuva devlet miydi? Hayır.
M. YALÇINER- Burjuva feodal bir devletti.
M. BELLİ- Kompradorlar vardı tabii. Onları kastetmiyorum.
M. YALÇINER- Ama feodal devlet demek doğru olur mu? Burjuva karaktere sahip değil mi bir yandan? Bir başka soru: Eşraf ya da mütegallibe diyorsunuz. Onlar, herhalde salt, yani hiç çözülmemiş, kapalı bir toprak ekonomisinin, feodal ekonominin beyleri durumunda değiller, değil mi?
M. BELLİ- (Çantasından bir eski fotoğraf çıkarıp göstererek) Bak, Trakya Müdafaayı Hukuk Cemiyeti’nin kurucuları arasında bir tek burjuva yok, hepsi bürokrat. Kurucusu Şeref Bey, avukat. O gittikten sonra, Derviş Bey başkan. O çiftlik sahibi. Kâtibi Umumisi babam, bir karış toprağı olmamıştır hiç. Diğerleri de bürokrat hep.
M. YALÇINER- Aydınlar, hep belirli sınıfların aydınlarıdır. Onları temsil ederler ve çoğunlukla sınıflarının eylemlerinin önünde onlar yürürler. Bugünle kıyaslarsak…
M. BELLİ- Kıyaslama bugünle. Bugün işbirlikçi tekelci burjuvazi egemenliği var Türkiye’de. Apaçık ortada bu.
İ. ÇARALAN- Ama o gün için bu daha da önemli.
M. BELLİ- Hiç değil. Kitaba uydurmaya çalışmayalım.
İ. ÇARALAN- Aydınlar daha çok o zaman burjuva temsilcisi olma niteliğine sahip oluyor.
M. BELLİ- Haa Batı’ya açık. Batı’ya hayran. Bizim memleketimiz de Fransa gibi olsun diyorlar… Bu doğru…
M. YALÇINER- Bu hangi sınıfın özlemlerine denk düşüyor.
M. BELLİ- Küçük burjuva özlemi… Devleti yıkılıyor. Sıfıra inecek.
İ. ÇARALAN- Evet, ama başka bir devlet, kendi devleti değil.
M. BELLİ- Yok. Kendi devleti.
İ. ÇARALAN- Osmanlı devleti küçük burjuva devleti mi?
M. BELLİ- Yok, ama Osmanlı devletinde bu idam hâkim. Esnaf ayağa kalkıyor çarşıdan gederken.
M. YALÇINER- O zaman küçük burjuva bürokratıdır diyebilir miyiz, Osmanlı bürokratına. Mesela Kemal, bilmem kaçıncı ordu müfettişi ya la diyelim İsmet Paşa. Şimdi onlar küçük burjuva bürokratı mı? Hayır, o devletin bürokratı. Feodal burjuva bürokrat. Osmanlı bürokratı.
M. BELLİ- Osmanlı bürokrasisinin içinde. Küçük burjuva kökenli. Çamaşıra gidermiş Enver Paşa’nın annesi mesela. Yani sanki bir burjuvazi ar, ön plana siyaset adamlarını sürüyor, arkadan dizginleri elinde tutuyor. Bu iddia yanlış.
İ. ÇARALAN- Buna hiç buna gerek yok ki. İdeolojik olarak zapt etmiş adam.
M. BELLİ- Yok. Kitaba uyduracağız diye, burjuva egemenliğini mekanik şekilde…
İ. ÇARALAN- Sadece Türkiye değil dünyadaki fikir akımlarıyla iletişim içinde. Öyle olunca, Türkiye’de sadece şu sınıftan mı geliyor diye bakmayız. Dünyadaki egemen düşünce mutlaka önemli. Küçük burjuva kökenli aydınlar, burjuvazinin fikirlerini benimsiyorlar.
M. BELLİ- Bu doğru. Ama burada kes; arama yani arkasında hangi ticaret burjuvazisi var, dizginlerini tutuyor diye.
İ. ÇARALAN- Hiç gerek yok ki, ideolojik olarak zapt edildikten sonra.
M. YALÇINER- Kapalı bir feodalizm olsa, feodalizm parçalanıp ticaret ortaya çıkmamış olsa, burjuva düşünceler kendisine hiç yer edinemezdi.
M. BELLİ- Gelelim şuraya. Niye bunlar burjuva demokratik devriminin birinci görevi olan toprak” reformunu yapmadılar? Madem bu kadar radikaldiler? Yine Türkiye’nin gerçeklerini anlayalım. 2 milyon Rum gitmiş, 2 milyon Ermeni sürgün edilmiş ve halledilmiş. Batıda ve Doğu’da. Nüfus o zaman 12,5 milyon falan. Ve toprak mesele değil. Trakya bomboş Buğdayın fiyatı 3 kuruş.
M. YALÇINER- Köylü isterse toprağa sahip olabilir miydi?
M. BELLİ- Hayır, ama birinci mesele, araç gereçti. Toprağa ekecek araç gereç yok. Ve bütün çiftlik beylerinin çocukları gittiler, okullarda okudular. Avukat, doktor, hâkim, memur oldular. Benim kuşağım hep öyleydi. Bir de hukuk düzeni var. Dava açıyorsun, 20 sene sürüyor. Mesela köylüler toprağı işgal ediyor. Köyünün yanında daha verimli bir tarla var, orayı sürüyor. Şikâyet ediyorsun, dava 20 yıl sürüyor. Gayet yavaş işleyen bir adli mekanizma var.
M. YALÇINER- Peki o toprağı köylülerin elinde bırakıyorlar mı? Ağa, örneğin?
M. BELLİ- Bir Alaattin Bey vardı. Edirne’de 5 tane çiftliği vardı. 5 lira borç alırdı babamdan. Ekse ne olacak? Mütegallibe. Mesela Ali Şakir vardı, çizmesiyle at üstünde kırbacıyla dolaşırdı. O tam ağa havasında. O da ticarete dönmüş. 3 kuruşluk buğdayla ne yapacak. Ticaretle uğraşıyor.
Köylü işgal ettiği topraktan çıkarmak öyle kolay iş değil. Bugün de değil. O günde değildir. Yeter ki, köylü yığınsal olarak dirensin.
M. YALÇINER- Ama mahkemeye bile gerek olmuyor. Toprak işgalleri Türkiye’de çok fazla olmuyor ama, 70-80 yılları arasında Gaziantep-Nizip’te, Elmalı’da, Bafa Gölü’nün kıyısındaki topraklarda toprak işgalleri oldu. Bütün bunlara ağa silahlı adamlarıyla saldırdı. Gelip köylüyü çıkarıp atıyorlardı.
İ. ÇARALAN- Cumhuriyet döneminde, 1925’lerden sonra özellikle köylülere karşı hükümetin tavrı çok sert bir kere.
M. BELLİ- Köylülere karşı tavrı sert de…
İ. ÇARALAN- Başka bir örnek vereyim. Bizim orada, Çorum’da, kazayla köy arasında değirmen arkı diye bir yer var. Değirmen arkının alt tarafını o zaman Kuvay-i Milliye’de yer almış bir adama M.Kemal vermiş. Anlatırlar, ‘atınla gez şuralarda bir saat, oralar senin’ demiş. Gerçekten de adam değirmen arkının altını, sulu olan araziyi bütünüyle zapt etmiş; çocukları ’50’lerde, ’60larda sata sata bitiremediler. Biri milletvekiliydi: Kemal Terzioğlu. 27 Mayısta içeri alındı. Söylemek istediğim, asıl toprakları rahatça ele geçirme, yani savaşta ölenlerin veya boş kalan arazileri ele geçiren, esas, kasabada o az-çok palazlanmış olan beyler oldu. Hem de toprakların en verimlileri ele geçirildi.
M. BELLİ- Bulgaristan’da, Yunanistan’da aşağıdan yukarı bir köylü hareketi olmuştur. Türkiye’de olmamıştır. Niye olmamıştır? Toprak boldur çünkü. Nüfusa oranla muazzam toprak var. Ve toprağı olsa ne yapacak, araç gereç, sermaye yok.
İ. ÇARALAN- Yani şimdiye kadar toprak reformu diye boşa mı konuştuk?
M. BELLİ- Toprak reformunu ne zaman dedik? ’60’larda. Savaş yılları buğday fiyatı birden 90 kuruşa çıktı. Memur olmak için okuyan çocuklar gittiler çiftliklerin başına. Değişmiş Türkiye. Ama toprak reformu şu bakımdan daima, daha birinci günden beri gündemdedir. Kıvırtıyordu tabii Kemalistler. Lafını ettiler hep, çok ettiler. Hatta ’30’larda karar verdiler. Köylüyü topraklandırma kanunu falan.
İ. ÇARALAN- Peki, bu kanunu çıkarıyor, böyle bir demagoji yapıyorsa, bunun bir maddi temeli olması gerekmez mi? Halkın toprak sorunu olduğuna dair bir takım istatistikler var elimizde. 4 bin köy ağalara ait mesela Doğu’da.
M. BELLİ- Doğu’yu bırak şimdi. Harran Ovası mesela bir rezalet tabii. Aslında durum şöyle, ağaların geniş çitlikleri ama onun dışında kalanların kendilerine yetmeyen toprakları var. Dönüm olarak baktığımızda çok görülüyor, ama elde ettikleri kendi karınlarını doyurmuyor.
M. YALÇINER- O zaman Trakya ve Marmara gibi bölgelerde de büyük toprak ağaları var. Yani ciddi büyüklükte topraklar var; büyük toprak sahipleri var. Yani bir toprak sorunu yoktur diye almak doğru değil.
M. BELLİ- Toprak sahipliği cazip bir alan değildi, iki dünya savaşı arasında Türkiye’de.
A. ÇUBUKÇU- Ama buna rağmen toprak sahiplerinin siyasi etkinliği oldukça ağır. Emin Sazaklar, Menderesler, Eğenin ve Orta Anadolu’nun başlıca büyük toprak sahipleri. O çiftçiyi topraklandırma kanununa muhalefet sırasında CHP’den ayrılıyorlar. Toprak sahiplerinin siyasi ağırlığı var.
M. BELLİ- Eşraftan, yani iktisadi sınıf olarak eşraftan bahsedebiliriz, tamam. Ama öyle güçlü bir ticaret burjuvazisi; bu, yakıştırmadır.
İ. ÇARALAN- Eşraf dediğimiz şey zaten bir yanıyla ticaret burjuvazi.
M. YALÇINER- Eşraf deyince, siz neyi kastediyorsunuz? Yani parçalanmamış, kapalı köy ekonomisinin bir unsuru mu bu adamlar yoksa sağından solundan parçalanmış, pazar ilişkileri içine girmiş bir ekonominin mi?
M. BELLİ- Pazara bağlı, fakat esas gücünü toprak mülkiyetinden alıyor.
M. YALÇINER- Tamam, ama zaten onu söylüyorum. Tefeci-tüccar sermayesi toprak mülkiyeti temeli üzerinde de işlevseldir.
İ. ÇARALAN- Mülkiyetin biçimi ne burada? Kapitalist mi, feodal mi? Eşrafın?
M. BELLİ- Artık kapitalist demek lazım tabii. Dünya pazarı içindeyiz. Bazı feodal kalıntılar da olabilir, ama özü kapitalisttir, dünya pazarı içindesin çünkü.
İ. ÇARALAN- Peki toprak burjuvazisi ulusal burjuvazi sayılmaz mı?
M. BELLİ- Toprak burjuvazisi diye bir sınıf? Yeni laflar çıkarmayın.
A. ÇUBUKÇU- Mütegallibe daha çok oradaki ilişkilerden çıkıyor. Yani bir şeyi mütegallüp eden anlamına gelen bir statüyü belirliyor. Yani sınıf terimi değil.
M. BELLİ- Ama gene sınıf terimi.
A. ÇUBUKÇU- Gene de bir sınıfı kastediyor. Ben şöyle yorumluyorum: Toprakta esas olarak feodal mülkiyet hakim ve ürünün üretiliş tarzını belirleyen şey feodalite. Ticaret burjuvazisinin karakterini ürünün nasıl üretildiği belirliyor. Yani ticaretini yaptığı ürün sanayiden gelmiyor da, feodalitenin ağır bastığı tarımdan kaynaklanıyor. Diğer bir ucunu da ithalat-ihracat ilişkileri oluşturuyor.
M. BELLİ- Türkler yok ovada.
A. ÇUBUKÇU- Ama Türkler şöyle, diyelim Rum-Ermeni’nin ikinci elden Anadolu’ya açılışını temsil ediyor. Yani Türk, İstanbul’daki, Trabzon’daki, İzmir’deki Rum’dan, Ermeni’den malı alıp Anadolu’ya aktarır. Anadolu’daki feodal üretimden gelen kimi ürünleri de, üzümdür, tütündür, palamuttur, meşedir, limana o aktarır. Aracılık burada. Onun karakterini belirleyen, bir ucu feodalizm bir ucu yabancı sermayedir, yabancı ticaret sermayesidir. Bunun arasında belirleniyor; ticaret burjuvazisi dediğimiz kesimin karakteri, bu iki uç arasındaki durumuyla belirleniyor. Buna neden milli diyoruz ama? Milli olmasının sebebi de şu: Bir kere bunların, asıl yabancı sermayenin doğrudan temsilcisi durumunda olan Ermeni, Rum, Yahudi sermayesiyle bir çelişmesi, onların yerini almak gibi bir talebi var. Özlemi var. İşte Milli Kurtuluş Savaşı sonrasında hepsi Türk, milli ticaret tabelası asıyor.
Bürokratlarda olması da şunu gösteriyor bence. Bürokrasinin siyasi ve ideolojik karakterini bu insanlar belirliyor. Yani bir yandan bürokrasinin İttihat Terakki’den gelen batıcı eğilimleri var, Tanzimatçı eğilimleri var. Bir yandan da ama kendisini nasıl bir üretim ilişkileri sistemi içinde ifade edeceğini belirleyen şey, doğrudan doğruya bağlı olduğu bu ara sınıf. Milli burjuvazi veya ticari burjuvazi dediğimiz kesim, onun, bürokrasinin sınıfsal tercihlerini, politik tercihlerini belirliyor. Milli kurtuluş savaşına bakarken ya da Kemalizm’in sosyal yapısına, sınıfsal yapısına bakarken bunu bir kıstas olarak almak gerekir.
M. BELLİ- Yani taşra mütegallibesinin kompradorlarla çelişkisini hesaba katmak lazım. Bu doğru. Milli burjuvalaşma özlemini de hesaba katmak lazım.
A. ÇUBUKÇU- Hatta kompradorlaşma özlemi vardır diye düşünüyorum.
M. BELLİ- Ama o şekilde yabancı firmalar sana yaklaşmıyor.Yani yabancı firmalardan temsilcilik almak hemen hemen imkansız bir şey.
A. ÇUBUKÇU- Bunun da bir tek yolu kalıyor: Ermeni’yi, Rum’u temizlemek. Mecbur bırakmak yabancı sermayeyi.
M. BELLİ- Şimdi mesela aşar. %10 alıyorlar tarım üretiminden. Büyük güç. Köylünün sömürüsü alanında aşarı toplayanların aynı zamanda askeri gücü de var. Cumhuriyete kadar Edirne’de Yahudilerin elindeydi bu. Aşarcılığa sonradan Kara Bekir’i soktular.
İ. ÇARALAN- Yahudileri Türk burjuvazisinden saymak gerekmez mi? Rum’larla Ermeniler emperyalistle işbirliği yaptılar Kurtuluş Savaşı’nda ve onlar bir biçimde dışta kaldı. Yahudileri bence Türk ulusal burjuvazisinden saymak gerek. 500 senedir Türkiye’de oturuyorlar. Emperyalistlerle öbürleri gibi bir davranışları yok.
M. BELLİ- Yani biz Sakarya’da Yahudi ticaret sermayesi için mi savaştık? (Gülüşmeler) Yahudilerin haince tahrik edici bir şekilde Yunan işgal ordusuyla işbirliği yapma durumları yok. İttihat Terakki içinde de gayet güçlüler.
M. YALÇINER- Peki, mütegallibeydi, ticaret burjuvazisiydi, vardı- yoktu sorunundan ayrı olarak bir de küçük burjuva radikalizmi diyorsunuz. Bu radikalliği karakterize eden şey ya da radikalizmin karakteri üzerine ne düşünüyorsunuz? Neden radikalizm diyorsunuz? Mesela radikaller yerine küçük-burjuva uzlaşmacılar da diyebilirdiniz.
M. BELLİ- Eski üst yapıyı tasfiye etme konusunda radikal hareket ettiler. Acaba doğru muydu değil miydi, bir Marksist nasıl değerlendirir bunu ayrı sorun. Mesela hemen hemen yasakladılar dini eğitimi, yok ettiler. Ben ’47 senesinde Yunanistan’da yaralandıktan sonra Sofya’da hastanede yatarken hastaneden kaçar dolaşırdım. Şehir dışında büyük bahçe içinde etrafı büyük duvarlarla seçrilmiş büyük güzel bir bina gördüm. Bulgaristan’da. Kapıda da papaz okulu yazıyor. Akşam Bulgar arkadaşlarla buluştuk, Dimitrof zamanıydı. Bunlar sorumlu arkadaşlardı. “Daha kapatamadınız mı papaz okullarını” dedim. “Biz Kemalist değil komünistiz” dediler. Yani doğru muydu Kemalistlerin yaptıkları, tartışılır. Yalnız, o konuda köktenciydiler. Marksist böyle yaklaşmaz. Sonuç ortada. Hizbullah’ıyla her şeyiyle ortada.
M. YALÇINER- Radikalizm derken daha çok onun tutumlarının ve tavırlarının bütününü dikkate alarak bir isimlendirme yapmak gerekmez miydi? Radikalizm, başka ve özellikle temel konularda başka radikal davranmazken dine karşı ya da harf “inkılabı” gibi konularda…
M. BELLİ- Bağımsızlık konusunda radikaldiler.
M. YALÇINER- O konuda da radikal değildiler.
M. BELLİ- Kalktılar bütün yabancı şirketleri millileştirdiler.
M. YALÇENER- Emperyalistlerle uzlaşıyorlar. Fransızlarla uzlaştılar, daha savaş içinde.
M. BELLİ- Uzlaşırsın, o ayrı mesele. Düşman cephesini alabildiğine daraltacaksın tabii. Bütün dünyaya karşı yürünmez. Bu saçma olurdu.
M. YALÇINER- Tamam, ama radikal deyince de hakkını vermek lazım.
M. BELLİ- ’29’dan itibaren bütün yabancı şirketleri millileştirdiler.
M. YALÇINER- Özel şartları var. Kapitalist dünyada kriz var. Sermaye gelmiyor, faizler yükselmiş, iflaslar başlamış. ABD çöküyor neredeyse. Zorunluydu denebilir millileştirmeler.
M. BELLİ- Sömürü alanından neden vazgeçsinler. ’40’a kadar da gitti. ’40’tan sonra bir toparlanma oldu. Yani millileştirme hareketi oldu. Arkası gelmedi, ayrı. O zaman gazetelerde okurdum, her yer askeri bölgeydi, yasak bölgeydi. Hiçbir yere gidemezdin. Trakya’ya trenle değil de arabayla gitmeye kalksan, üç yerde jandarma çevirirdi. Sarışın da oldun mu İngiliz casusu derlerdi hemen. İkide bir gazeteler yazardı: “Lavrence yakalandı”. Bu, havayı gösteriyordu. Şimdi radikalizm bir köklü toprak reformu şeklini almadı. Tamam, eleştir o yanıyla. Fakat onun da bazı sebepleri var. 10 milyon insan yaşıyordu bu memlekette. Ve toprak boldu, araç gereç kıttı.
İ. ÇARALAN- Peki, demokrasi meselesine ne diyeceğiz. Mesela 1926’da. İşçi sendikaları bile kapatıldı.
M. BELLİ- Demokrasi, işçi düşmanıydı köylü düşmanıydı. Bir burjuva diktatörlüğüydü.
M. YALÇINER- Küçük burjuvaziye bile özgürlük yoktu. Siz küçük burjuva radikalizmi diyorsunuz ama gerçek küçük burjuvaziye, esnafıydı, küçük köylüsüydü, bunlara özgürlük yoktu. Kemale vardı sadece.
M. BELLİ- Bürokrasiye var mıydı özgürlük?
M. YALÇINER- Vardı, zaten bürokratik kapitalizmdi.
M. BELLİ- Hangi bürokrasiye vardı özgürlük?
M. YALÇINER- Kendi bürokrasisine. Kel Ali’ye, öbür Ali’ye, Çetinkaya’ya.
M. BELLİ- ’84’e kadar 12 Eylül dönemiyle kıyaslanabilir; şu farkla ki, Kemalistler Amerikan uşağı değillerdi.
M. YALÇINER- Sınıf diktatörlüğüydü.
M. BELLİ- Gayet tabii bir sınıfının çıkarınaydı, ama mesela alalım burjuvaziyi. Bir bakanın önünde susta dururdu ticaret erbabı. Şimdi ben biraz kitaba uydurmayalım diyorum, gerçek neyse ona bakalım. Ama Komintern onu yapmıştır.
M. YALÇINER- Stalin ‘Kemalist devrim cılız bir anti-emperyalist devrimdir, toprak devrimi ihtimaline karşı bir devrimdir’ derken doğruydu değil mi?
M. BELLİ- Doğru.
M. YALÇINER- Peki, ama diyorsunuz ki, anti-emperyalizm açısından, millileştirmeler açısından radikalizm denebilir. Şimdi, bu ikisi çelişir.
M. BELLİ- Burjuva devlet olarak varlığını kabul ettiği andan itibaren emperyalizm ile meselesi hallolmuştur önemli ölçüde.
M. YALÇINER- Daha önce de, savaş içinde bir dizi uzlaşmalar var. Örneğin Rıza Nur emperyalistlerle görüşmelere gidiyor. Öyle gerici ve Batı hayranı birinin gönderilmesi bile bir gösterge.
Radikalizm sorunuyla yakınlığı açısından tarihsel bir paralellik kurarak bir konuyu sormak itiyorum; Türkiye’de epey tartışıldı, Kemal’e Jakoben mi demek lazım, dememek mi lazım diye. Şimdi Robespierre’ler Marat’Iar bir tarafta, öbür tarafta da Jirondenler. Bir benzetme yaparsak, Kemal’e ne demeli?
M. BELLİ- Belli anlarda yani zor zamanlarda Jakoben, işler biraz yumuşayınca Jironden.
M. YALÇINER- Kime karşı Jakoben? İşçilere, köylülere, hatta küçük burjuvaziye karşı Jakoben. Emperyalizme karşı tutum dâhil hiç de Jakoben demek doğru değil. Hele toprak gibi konulara geldi mi. Çünkü Jakoben dedin mi adam devrimci terör estiriyor. Köylülerle birlikte terör estiriyor. Yükselen bir sınıfın gericilik üzerinde terörünü estiriyor. Kemal’e bakıyorsun, terör dediğin anda, -biraz merkezi feodalitenin adamlarına, Delibaş’a karşı falan ki onun çoğunu da Çerkeş Ethem yapıyor- adamın bütün terörü içeri dönük. Bir Kürtlere dönük, biraz kafasını kaldırdığında köylülere, ama genelde iktidarını tehdit edecek herkese. Bu devrimci bir içerik taşısa, tamam diyeceğim, bir Jakobenlik var, bir radikalizmi var. Kemal, belki dine karşı savaşçı tutumu açısından böyle nitelenebilir, onun dışında hep pragmatik, yani duruma göre davranan bir adam. Onda radikal özellikler ararsak, kitaba göre değil gerçeklere göre ararsak, bence bulmak mümkün değil. Biraz maksadı aşıyor ya da haksız bir övgü oluyor bu niteleme. Sonra bunun üzerinde başka şeyler yükseliyor. Bu, o açıdan önemli. Kemal’le ittifak, Kemalizm’le ittifak, ya da küçük burjuva bürokratı denilenlerle gerek ’30’Iarda, ’40’larda gerekse sonraları ittifak…
M. BELLİ- ’30’larda ittifak yok. “Kahrolsun Kemalist burjuvaziydi slogan.
M. YALÇINER- Nasıl yok? Başlarken Aydın’ın okuduğu pasaj…
M. BELLİ- Aydın’ın okuduğu Kurtuluş Savaşı’na ilişkin.
M. YALÇINER- Yok. Kurtuluş Savaşı sonrası. İki savaş arasına ait değerlendirme. TKP’nin görüşlerinin belkemiği aslında burada, onun için önemli. Kimi zaman kompradorlara ve mütegallibeye karşı Kemalistlere destek, kimi zaman değişiyor, Almancılara karşı İngilizlerle birleşen bir destek haline geliyor; ama düşünceme göre, daima devletle devletin çeşitli katmanları içinde birilerine ya da bazı gaip veya katmanlara ilericilik atfediliyor, onlar hep ittifaka çekilmeye çalışılıp daha gerici olarak nitelendirilenlere karşı mücadele öngörülüyor. TKP’nin genel tutumunda böyle bir şey var. Bence esas yanlış bu noktada çıkıyor.
M. BELLİ- Niçin? Niçin yanlış?
M. YALÇINER- Devrimci bir parti, komünist parti, ilk önce kendisini ortaya koymalı, kendisinin dışında çeşitli gerici mihraklar mı var, bunların arasında farklılıklar da mı var, bunları da değerlendirmeli, aralarındaki çatışma ya da çelişmeden devrimin gelişmesi lehine yararlanmaya bakmalı. İkinci Dünya Savaşı sırasındaki bloklaşmalar, Stalin’in izlediği değişik taktikler, önce Anglo-Saksonlara cephe çağrısı, sonra Almanlarla saldırmazlık anlaşması, daha sonra diğer blokla ittifak gibi örneklerde olduğu gibi.
M. BELLİ- Yani kendisini yeteri kadar ortaya koymadıktan sonra herhangi bir ittifak yapmamalıdır?
M. YALÇINER- Yapsın; ama ittifakın devrimci olması için şu içeriği olması gerekir: Devrim lehine herhangi çatışmadan yaralanma. Kemal’in desteklenmesi, kompradorlara ve mütegallibeye karşı devrimin ilerletilmesi açısından doğru ve gereklidir diyebiliyorsan, tamam Kemal’le ittifak yapalım. Ama şimdi Kemal iktidarda, o kompradorlarla mütegallibe de iktidarda. İktidar meselesi gözden kaçıyor bir defa. Biz kime karşı niçin ittifak yapıyoruz, bu karışıyor. Aydın’ın başta okuduğu pasaj. Kompradorlar iktidarda değil mi?
M. BELLİ- Kemalistlerin iktidarı muhafaza etmesi için diğerlerine karşı.
A. ÇUBUKÇU- Bunu biraz somutlayalım. Kompradorlar ve mütegallibenin siyasi temsilcileri kimlerdir, yani Kemalist iktidara karşı bunların siyasi bir güç olduğunu ifade eden nesnel şeyler nelerdi? Yani mütegallibe ve komprador burjuvazi iktidarı Kemal’den almak için ne gibi girişimlerde bulunuyordu, TKP bunlara karşı Kemal’i neden destekledi? Kemal’e muhalif olan güçler kimlerdi?
M. BELLİ- İki tez çatıştı biliyorsunuz. Mandacılık ve “ya istiklal ya ölüm”. Mandacılık, Wilson prensiplerinden medet umarak silahlı mücadele-siz diplomatik yollardan Batı’dan bir şeyler kopartabileceği ve yontulmuş bir devlet kurulabileceği fikrini içeriyordu. Oysa bu hayaldi. Sevr bunu açıkça koydu. Ege, Yunanistan’a veriliyordu, Trakya Yunanistan’a geçiyordu. Marmara bölgesi Yunanistan’a geçiyordu. Güney, İtalyanlara veriliyordu. Pontus hükümeti kuruluyordu. Bu hayaldi. Ve bu tezi Sevr iyice ortaya çıkmadan savunanlar vardı. Bunlar havada insanlar değildi tabii. Amerikan Koleji’nde okumuş, Batı’yla, özellikle Amerika ile temasları var. Cavit Bey, eski Maliye Nazırı, İttihat Terakki’nin liberal kolu; bunların doğrudan doğruya büyük şirketlerle beraberliği olabilir, diye konabilir mesele. Buna karşı, Sovyetler Birliği ile fiili ittifakla istiklali savunma tutumu vardı. Mustafa Kemal bunu temsil ediyordu.
Amasya’dan ilk kez Kürt’lere telgraf çekmişti Mustafa Kemal. Kürt’lere çektiği telgrafla onların rızasını almıştı. Beraber savunacağız diye, askeri güçtür çünkü aşiretler. Karabekir’in ordusu da, yarım yamalak bir kolordudur. ‘Beraber savunacağız’ denmesi, emperyalizme karşı gönüllü işbirliğinin bir örneğidir. Ben onu vurguluyorum. Kürt meselesini koyarken, onu hep vurgulamak lazım. Biz gönüllü işbirliğini yaşadık bu memlekette, Kurtuluş Savaşı’nda.
M. Kemal’in kolordu komutanlarına ve İstanbul’da bazı zevata yazdığı bir mektubu vardır. Kolordu kumandanlarına yazdığı şudur: “Bizim önümüzde iki şık var. Ya İngilizlerin sömürge askeri olarak gidip Rus steplerinde şerefsiz bir ölüme sürükleneceğiz yahut da vatanımızı savunarak öleceğiz.” Şerefli bir ölüm. “Birinci görevimiz Rus ihtilaliyle aramızda karadan irtibatı kurmaktır.” Yani Rusya’yla ittifak halinde, savaşmak ve Kürtlerle gönüllü birlik. Bunu o anda söyleyen bir adam önemli bir adamdır. Aldığı cevaplar ıvır-zıvır, anlamamışlar bile. Adam bunu kavramış ve bunu kavramadan önce de 20 gün mareşal Budyeni ile Havza’da Ali Baba Oteli’nde baş başa verip konuşuyorlar. 20 gün. Budyeni’nin işi ne orada. Yıl 1919. İç savaşta Rusya’da kan gövdeyi götürüyor. Bunu görebilmiştir Mustafa Kemal ve bunu lehine söylemek lazım. Sonra yaptıkları, Kürtlere karşı, sonra işçi-köylü düşmanı politikası, burjuvazi yaratacağım diye hepsi işbirlikçi olacak türedi bir sınıf yaratması. Bunların hepsi gerçek.
M. YALÇINER- Budyeni ile konuşurken de, başka şeyler yaparken de bu böyleydi.
M. BELLİ- Belki içinden pazarlığı o. Ama şimdi bu koşullarda o mektubu yazan adamla mı ittifak yapacaksın ne yapacaksın? Sen diyorsun ki, komünistin görevi işçi sınıfını örgütleyerek devrimle iktidarın yolunu açmak. Çok güzel laf bu. Şimdi İstanbul’u işgal altında, İzmir işgal altında. Anadolu’da da proletarya, modern sınıf yok ortalıkta pek. Bir de bu tezle ilk sosyalist hükümetle fiili ittifak halinde emperyalizme karşı emperyalizmin en zinde kuvveti olan Yunan ordusuna, Güney’de Fransız ordusuna ve İngilizlerin hizmetindeki Ermeni ordusuna karşı savaş veriliyor. Senin yerin nerede? Komünist olarak, proletaryaya inanmış olarak senin yerin nerede?
M. YALÇINER- Herhalde Anadolu’da savaşmaya başlamak ve güç toplamak gerekirdi. Örneğin Mustafa Suphi böyle bir niyetle geliyor Rusya’dan.
M. BELLİ- Dur şimdi, Mustafa Suphi diyorsun. Suphi kadar Mustafa Kemal’e umut bağlamış kimse yoktu.
M. YALÇINER- O açıdan söylemedim.
İ. ÇARALAN- Ama bağımsız bir hareket gerekti.
M. BELLİ- M. Suphi orada bir devrimin, Ekim Devrimi’nin kuşkusuz önemli bir unsuru, fakat Ekim Devrimi’yle Kemalistler fiili ittifak kurdukları andan itibaren M. Suphi’nin planları sökmez. Ona destek olmaz Sovyetler.
M. YALÇINER- Gelip Kemal’e vurmayacak ki. Öyle bir şey yapmayacak. Gene Yunan’a vursun, İngiliz’e vursun, merkezi feodaliteye vursun. Burada bu tür bir mücadele içinde kendini örgütlesin. Yani Kemal’in yaptığını O da komünist olarak yapsın. İşçiye, köylüye dayanarak, ne kadar işçi varsa onlara dayanarak yapsın.
M. BELLİ- Tamam. Ben de öyle yapardım. Silahı elden bırakmazdım. Yani şimdiki kafamla bende öyle yapardım. Gene de Kemalistlerle fiili ittifaktır o.
M. YALÇINER- Adam Kemal’in gücü gibi örgütleniyor. Kemal kuyrukçuluğu yapıyor.
M. BELLİ- Suphi mi?
M. YALÇINER- Her kimse. Şefik Hüsnü, başkaları. Kemal deniyor başka bir şey denmiyor. Ama bence çıkış noktası da, “küçük burjuva radikalizmi”. Kemal, düşmanlar dışına çıkarılıyor. Demin Aydın’ın okuduğu yere onun için gelelim diyorum. Kompradorlar ve mütegallibe, sanki düşman onlar, Kemal bizim adam. Tamam, da, ulusal burjuvazinin temsilcisi. Yani “burjuva mı değil mi, kimin temsilcisi” tartışması biraz bu açıdan önem kazanıyor. Aşamalar. Tamam. Ama karşıtımız mı değil mi? Ondan sonra ona karşı nasıl taktik izleyeceğimizi tartışalım.
M. BELLİ- Araba devrildikten sonra akıl öğreten çok olur. Lenin, Kemal’le aranıza mesele sokmayın diyordu. Ve Komintern’in başından beri tavrı budur. İtirazına rağmen Şefik Hüsnü’nün, uygulanmıştır. ’36’daki desantralizasyon kararıyla resmen gölge etme diyorlar.
M. YALÇINER- Bana, “bu TKP işe yaramaz, bırakın bu işi” deniyor gibi geliyor.
M. BELLİ- Yanılıyorsun, “işe yaramaz” bir partinin liderini Komintern’in İcra Komitesi üyeliğine seçmezler. Savaş yaklaşıyor. İktidara en yakın kesim de sağdır. Onun için “siz gölge etmeyin” deniyor. Kemal’le aramıza girmeyin deniyor. Dedikleri budur.
Buradan çıkacak sonuç şu. Araba devredildikten sonra, bilmem Kemalizm’in ne hallere geldiğini gördükten sonra, bugün Kemalizm’in sloganlarını hangi faşist amaçlarla kullandıklarını gördükten sonra, şimdi ben olsaydım şöyle yapardım böyle yapardım der insan. Şimdi biz geçmişteki devrimci arkadaşları, Marksizm’i bu ülkeye getirmiş arkadaşları değerlendirirken, zamanlarına göre yeni bir katkıda bulunmuşlar mı, bir şeyler yapmışlar mı, o bakımdan bakarız. Lenin’in meşhur öğüdüdür bu. Yani acaba bizim bugünkü çizgimizi tam temsil ediyorlar mıydı o zaman diye bakmayız. Acaba zamanlarına göre bir katkıları olmuş mu, bir şey getirmişler mi davaya katkı niteliğinde. Ona bakarız. Ona bakmak gerekiyor, tarihi kişilikleri tahlil ederken. Öyle bakalım. Yoksa bugün olup bitenleri gördükten sonra akıl öğretmek kolay. Türkiye komünistleri çok çetin şartlar altında çalışıyorlardı. ’20’lerin ’30’ların tek parti rejimini 12 Eylül’den ’84’e kadarki döneme benzetebiliriz. O dönemde sizinki dâhil çeşitli sol örgütler hangi eylemi gerçekleştirdiler? Eleştirilerimizde hakça davranalım.
A. ÇUBUKÇU- Gene de şu sınıf mücadelesi prensipleri açısından, genel olarak Marksizm’in prensipleri açısından olaya bakarsak. Merkezi iktidarı elinden tutan bir sınıfla ittifak meselesi, iktidar perspektifi gözetmeyen bir komünist partisinin anlayışı. Bunu nasıl değerlendirebiliriz bugün? Marksizm ortada. Leninizm’in devrim pratiği ortada. Merkezi iktidarı, devlet iktidarını elinde bulunduran sınıfla, buna karşı mücadele eden -onun daha gerisinde olsun velev ki, sınıflara karşı ittifakı savunmak, sınıf mücadelesi teorisi bakımından bugün nasıl değerlendirilebilir? O gün nasıl değerlendirdiniz?
M. YALÇINER- Ekleyeyim. Kurtuluş Savaşı içinde değil yalnızca. Daha sonrası için. Örneğin ’30’da.
M. BELLİ- ’30’larda Türkiye komünistlerinin sloganı, “Kahrolsun Kemalist burjuvaziydi. Ve iktidardaki güçtü karşılarında. Oydu onları işkenceye götüren, hapislere tıkan. Karşındaki iktidar. Yoksa iki yanına doğru da ittifakı olan, Komünist Partisi’nden ayrılmış olan Vedat Nedimlerdi, Şevket Süreyyalardı. Bunlar da bürokrasinin en önemli mevkilerinde görevlendirildiler. Ve Şefik Hüsnülerin ömürleri ve Nazımların, Kıvılcımlıların ömürleri zindanlarda geçti. Ne demek ittifak? İttifak falan yok.
Bu dediklerinizden “1970’lerde biz ortaya çıkana kadar Türkiye komünistleri sınıf mücadelesini rafa kaldırmışlardır” anlamı çıkıyor. Bu iddia ile işçi sınıfına inançsızlığınızı dile getirmiş olmuyor musunuz? Bu nasıl bir işçi sınıfıdır ki, tam yarım yüzyıl içinden sınıf savaşı güden bir devrimci bile çıkamamıştır?
M. YALÇINER- Kitabınızdan söylüyorum. İlk bir dönem ayrılıyor: ’25’e kadar? sonra ’25-43 dönemi ele alınıyor. O Aydın’ın başta okuduğu şey bu ’25-43 dönemine ilişkin söyleniyor. Kompradorlara ve mütegallibeye karşı Kemalistlerle ittifak diye. ’30’ları da kapsayarak. Bir sayfa öncesinde de 26 Çalışma Programı’ndan alıntılar yapılıyor. Örneğin 1. maddesinde şöyle denmektedir: “Türkiye Komünist Partisi, amele ve köylüğün bir Sovyet idaresi şeklinde kendi diktatörlüklerini gerçekleştirmek için gerekli şartları hazırlar.” Ama ’26 Programı’ndan bu alıntı yapılıyor, arkasından diğeri söyleniyor. Bu Şefik Hüsnü’de de böyle. ’26 Programı onun için de geçerli. Ama programda yazılmış olmasının dışında hiç de “Kemalist iktidar kahrolsun” diye bir taktik ve çalışma programının uygulanışı yok.
M. BELLİ- “Kahrolsun Kemalist burjuvazi” sloganı resmi sloganıydı partinin.
M. YALÇINER- Peki buna uygun olarak yapılan bir şey söylenebilir mi?
M. BELLİ- Mahkemelerde dağıtılan bildiriler.
M. YALÇINER- Aydın’ın okuduğu o taktikle bu sloganı birleştirmeye çalışın. Birleşir mi? Mümkün mü?
M. BELLİ- Bak şimdi, bu, Komintern’in dayatması olan bir çizgiydi.
M. YALÇINER- Bu olmaz. Olsa olsa, Komintern ’26 Programı’nı dayatmıştır…
M. BELLİ- Yok, kesinlikle. Yakıştırmışsınız bunu. Polanyalı Radetsky’dir Komintern’de Türk masasının sorumlusu. Masayı yumruklayarak…
M. YALÇINER- Stalin’in yazdıkları var. Şefik Hüsnü’nün yazdıkları ortada.
A. ÇUBUKÇU- Şöyle yorumlayabilir miyiz? Aslında partinin bir programı var. Komintern’in de katkısıyla yapılmış bir program ama o zamanki Türk komünistlerinin anlayışı, belki de tipik örneğiyle Nazım Hikmet’in hapisten Mustafa Kemal’e yazdığı mektupta görülüyor diyebilir miyiz?
M. BELLİ- Hayır, kesinlikle hayır. Çok yanlış bir şey olur.
M. YALÇINER- Tek örnek değil ama. Örneğin Kıvılcımlı var. O da “2. Kuvayi Milliyeciliğimiz”i Cemal Gürsel’e yazıyor. Bence özünde farklılık yok. O’na şunları şunları yap diye “işçilerin yolu”nu öneriyor. Aynı mantık.
M. BELLİ- O ikisi ayrı…
M. YALÇINER- Birisi nedamet mektubu, Nazım’ınki öyle. “Aman beni kurtar paşam” diyor. Daha ileri. Ama özünde ikisi farklı değil. Kıvılcımlı da diyor ki, “kardeşim, gel şunu şunu uygula”. Bunu kime diyor? Ordunun orgeneraline. Bu burjuva ordusu değil mi? Kıvılcımlı’da terslik var, o burjuva ordu diye düşünmüyor. “Devrimci geleneği” var diyor hâlâ.
M. BELLİ- O, Kıvılcımlı’nın görüşü. Partinin tutumunu göstermez bu.
M. YALÇINER- Ama genel bir şey bu. Sende de böyle bir şey var. Sen mektup yazmıyorsun ama, anlayış farklı değil. TKP’nin anlayışı böyle. Şöyle bir şey oluyor: Kemalizm küçük burjuva, üstelik radikal. Şefik Hüsnü hatla sosyal devrim yapacak diyor. Yani Şefik Hüsnü, hatta komünist yapıyor onu bir dönem. Bunu ’24 Haziranı’na kadar söylüyor. Bu yaklaşım, bu çizgi ister istemez Kemal’le ittifakı getiriyor. Kemal’den olmadık şeyler beklemeyi getiriyor. Bunlar sanki devrimci, bizim yolumuzu açacaklar, bizim işlerimizi ona yıkmayı getiriyor. Kuvayı Milliyecilik mektubu, bu işte. Ne ordu tahlili kalıyor, ne devlet teorisi. İktidardaki sınıfla ittifak. Her devrimin temel sorunu, iktidar. Peki devrim nerede kalıyor?
M. BELLİ- Kıvılcımlı, o mektubu kimseye danışmadan, kendi başına yazıyor.
M. YALÇINER- Ona o mektubu yazdıran anlayış ne? Ordu, burjuva devletin temel kurumu değil. Olur mu?
M. BELLİ- Bana sorarsan. Ne bileyim, laf bulamıyorum.
M. YALÇINER- Ama O da, “radikal KemaIizm”den yardım istiyor. Ya da ona bir ittifak teklifi var orada. Aslında Aydın’ın okuduğu şekilde senin de düşündüğün şeyi, O, teklif olarak götürüyor. Gel ittifak yapalım diyor. Kimle?
M. BELLİ- İttifak teklif edebilirsin. Gerçekçilik değil, o başka. Lenin’in “Komünizmin Çocukluk Hastalığı” adlı kitabını dikkatle okuyun.
M. YALÇINER- Adam gelmiş, “NATO’ya, CENTO’ya bağlıyız” diye açıklama yapıyor. Ama Kemal’e de denmez. Kemal de işçi, köylü kesiyor. Kürtleri kesiyor sürekli. O’na da ittifak teklif edilmez. Orijinal koşulları oluşmadıkça. Bir de demin Kurtuluş Savaşı’nda Kürtlerle “gönüllü birlik” dediniz. Şimdi Kürtlerle bu nedenden dolayı biz bir türlü birleşemedik. Kürtler hep bize kötü baktı. Neden? Şefik Hüsnü, çıktı, Şeyh Sait İsyanı’nda Kemal’i destekledi. Bu, olacak şey mi?
M. BELLİ- Şeyh Sait isyanında Şeyh Sait’i mi destekleyecekti?
M. YALÇINER- Demokratik içerik var. Öyle ya da böyle.
M. BELLİ- Ama demokratik başka.
M. YALÇINER- Ama adam uygulanan zorbalığa, jenoside karşı çıkmadı, bir şey demedi.
M. BELLİ- O başka.
M. YALÇINER- Aydınlık da, Doğu Perinçek de aynı şeyi yapıyor. Bu kadar iş oluyor. Savaş var, Kürtler kesiliyor. O hala Kemal’in Kurtuluş Savaşı’nın başındaki aldatmasını öneriyor, işte gönüllü birlik diye onu gösteriyor. Kemal o “gönüllü birlik”i yaptı ama, iki sene geçmedi, işte Koçgiri, gitti Kürtleri kesti hemen. O “birlik” çağrısının sahte olduğu çok açık.
M. BELLİ- Yani sen Koçgiri ayaklanmasını yapanları mı destekliyorsun? Kemal, Türkleri de kesti, Çapanoğlu ve Delibaş isyanlarında.
M. YALÇINER- Kimi desteklersin diye sorarsan, ben komünizmi destekliyorum; ama onun dışında demokratik içerikli her şeye sahip çıkmazsak komünizm davasını yürütemeyiz.
M. BELLİ- Demokratik içerik mi vardı Koçgiri isyanında ya da Delibaş isyanında? Aynı şey.
M. YALÇINER- Birisinin bir ulusal niteliği var.
M. BELLİ- Bırak şimdi.
M. YALÇINER- Yani şimdi Şeyh Sait isyanında ulusal nitelik yok muydu? Kimler ayaklandı orada?
M. BELLİ- Pek az. Apo’yu dinle. Apo’yu oku.
M. YALÇINER- Kimi ayaklandırdı Şeyh Sait?
M. BELLİ- Aa. O zaman Kemal kimi ayaklandırdı? Köylüyü, işçiyi. Kürt milliyetçiliğine şirin görünmek için Şeyh Sait isyanını değiştirmeyelim.
M. YALÇINER- Herhangi bir ulusal hareketin demokratik muhtevasına hoş görüyle yaklaşmazsak, ona muhtevanın gereğini yaparak yaklaşmazsak, olmaz. En azından jenoside karşı çıkalım. Dersim’i gidiyor uçaklar bombalıyor, 72 bin kişiyi kesiyorlar. Şefik Hüsnü feodalizmi temizliyorlar diye Kemal’e destek veriyor.   .
M. BELLİ- Yo, Dersim isyanında böyle bir şey yok. Hayır. Doğruyu konuşalım.
M. YALÇINER- Ne yaptı Dersim isyanında?
M. BELLİ- Ne yaptığı başka.
M. YALÇINER- İsyanı mı destekliyordu?
M. BELLİ- Hayır, isyanı destekleyelim de demedi. Söylenen şudur: Orada savaşan halktır, bu yanı da vardır işin diyor. Ve eğer başlarına feodaller geçtiyse kabahat bizdedir diyor.
M. YALÇINER- Emanullah Han’da Afganistan’da geçti başına, 1921’de. Sovyetler de destekledi. Neden? Çünkü, demokratik muhtevası var. Şimdi bizim Şeyh Sait olayı. İngilizlerin oyunu mu? Velev ki öyle diyelim.
M. BELLİ- Değil tabii. İngilizlerin parmağı yok. Yalnız objektif durum öyle ki, isyan bastırıldı. Ve Musul petrolleri yattı. Biz plebisitten yanaydık. Ama tabii sen burada katliam yaparsan, öbür taraftakinin kendi Kürt kardeşi burada öldürülürken plebisit yapamazdın. Geçmişti. Emperyalizmin işine yaradı o, böyle dolaylı olarak. Yoksa Şeyh Sait mert biri, Kürt, feodal ama emperyalistlerin oyuncağı değil. Ama o tarihi anda kalkıp da biz o tarafı tutacağız denemez.
M. YALÇINER- Hiç olmazsa tarafsız kalınabilirdi. Ama Şefik Hüsnü’nün yazıları var; feodalizmi tasfiye ediyor diye Kemal destekleniyor.
M. BELLİ- Hayır, o yok. Hiç olmazsa Dersim ve Ağrı isyanlarındaki tavır takındırdı.
M. YALÇINER- O da tavır değil ki. Destekleyen bir şey önermiyor orada da, bir şeye karşı çıkmıyor.
M. BELLİ- Karşı çıkıyor.
M. YALÇINER- Ama ben söylemişim ben duymuşum, bu önemli değil.
M. BELLİ- Lafta kalmış, onu eleştir. Niçin Kürtlerin içine insanlarını sokup da bir şeyler yapamadın. O, tamam.
M. YALÇINER- Yok onu demiyorum, gücünü aşan şeyleri söylemiyorum. O değil. Yüksek sesle desin ki, “ben bu isyanı destekliyorum”
M. BELLİ- Hayır hayır, ben bu isyanı destekliyorum diyemezdi, yanlıştır. O, yanlıştır.
M. YALÇINER- Peki, Kemal’in oradaki zorbalığına karşı çıksın o zaman.
M. BELLİ- O, tamam. Ona karşı çıkılmıştır.

Mart 1993

Lenin – Stalin: Kopuş Ya Da Süreklilik

“Günümüzün Işığında Leninizm” başlığı altında BİLAR bünyesinde gerçekleştirilen tartışmalarda, Aydın Çubukçu’nun yaptığı ilk konuşmayı geçen sayımızda yayınlamıştık. Bu sayımızda da Aydın Çubukçu’nun Saruhan Oluç’la birlikte katıldığı Lenin-Stalin ilişkisini konu alan oturumda yaptığı konuşmayı ve sorulara verdiği yanıtlan yayınlıyoruz.

Bugünkü tartışmanın başlığı Lenin ve Stalin olarak saptanmıştı. Tartışmayı bu şekilde adlandırmak bile daha önce tartıştığımız birçok konuyu kendisine referans alan bir tartışma ile karşılaşacağımıza dair bir ön bildirim sayılmalıdır. Aslında ne Saruhan’ın söyledikleri yeni şeylerdir ne de benim söyleyeceklerim yeni şeyler olacaktır. Dolayısıyla tartışma diye beklediğimiz şey, herhangi bir sonuçlandırmaya yönelik bir gelişme göstermeyecektir. Saruhan bildiğimiz, okuduğumuz, yıllardır söylenen şeyleri tekrarladı, ben de bundan daha farklı bir şey yapmayacağım.
Şuradan başlamak istiyorum: Lenin ve Stalin arasında, onların ayrı düzlemlere düştüğünü göstermeye yönelik farklılıklar tespit etmeye çalışmak, Lenin’in farklı dönemlerdeki tavırları arasında bir farklılık gören bir anlayışın uzantısı olarak ortaya çıkıyor bence. Gerçi Saruhan kendisini Troçkist olarak tanımlamıyor ama, daha çok burada Troçkist literatür içinde şekillenmiş iddiaları ileri sürdü ya da onların karşısında Marksizm-Leninizm’in savunduğu görüşleri eleştirdi.
Bir iddiadan başlamak istiyorum: Çok geçerli kabul edilen ve çok tekrarlanan bir Troçkist tez vardır. Buna göre, Lenin, “İki Taktik”te yazdığı görüşleri “Nisan Tezleri”nde reddetmiştir. Kökten bir değişikliğe uğramıştır Lenin’in görüşleri; İki Taktik’te ileri sürdüklerinden tamamen farklı politik tezlere ulaşmıştır Nisan Tezleri’nde… Bu da şuna bağlanır; Troçki zaten ta 1905ten beri bunları söylüyordu; Lenin 12 yıllık bir gecikme ile Troçki’nin söylediklerine geldi! Bu troçkist iddia, 1905 Devrimi sırasında Lenin’in önerdiği iktidar biçimi ile 1917’de önerdiği ve doğrudan doğruya bir eylem programı olarak ortaya attığı iktidar biçimi arasındaki farklılıktan kaynaklanmaktadır. Aslında, nasıl gözden kaçar, nasıl bu kadar sık tekrarlanan bir iddia olarak yaşamaya devam eder, çok kolay anlayamıyorum ama Nisan Tezleri’nin dikkatle okunması bile böyle bir kökten değişikliğin olmadığını gösterecek kadar açıktır. Lenin, İki Taktik’te proletarya ve köylülerin demokratik devrimi sloganını atar. Nisan Tezleri’nde ise artık bir proletarya diktatörlüğü önermektedir. İki görüş arasında açık bir farklılık var. Ama bunun, Lenin’in düşüncelerindeki kökten bir değişiklik olmadığına, doğrudan doğruya Rus devriminin koşullarındaki bir değişiklik olduğuna dair kendisinin açık beyanları vardır. Der ki örneğin, “proletarya ve köylülerin devrimci demokratik iktidarı sloganında ısrar eden “Eski Bolşevikler”, içinde bulunduğumuz koşulları göz önünde tutmaksızın aynı şeyi tekrarlamakla, hata ediyorlar. Yaşamın gerisinde kalıyorlar. Çünkü proletarya ve köylülerin devrimci demokratik iktidarı Rus devriminde daha önceden belli bir biçimde ve belli bir noktaya kadar gerçekleşmiş bulunuyor.” Bunun ne tarzda gerçekleştiği, hangi ölçülerde ve nereye kadar bu sloganı eskitecek politik, kültürel değişmeler yaşandığı ayrı bir tartışmanın konusu olabilir belki, ama sadece bu bile, “Lenin’in düşüncelerinde kökten bir değişikliği” değil, Rus devriminin koşullarının somut bir değişimiyle ortaya çıkmış bir taktik değişikliği gösterdiği için bence yeterlidir. Lenin’i kendi içinde böyle derin kopuş dönemlerine ayırmak noktasına gelebilen bir anlayışın, Stalin ile Lenin arasında da uçurumsal olarak nitelenebilecek kopuşlar bulmasının neye dayandığını belki daha iyi açıklar diye verdim bu örneği.
Gelelim Lenin ile Stalin arasında varlığı iddia edilen farklılıklara, kopuşlara… Biz hiçbir zaman Stalinizm deyimini kullanmadık. Ama Stalinizm deyimini, hem de bir yüceltme aracı olarak kullananlardan birisini söyleyebilirim size. Saruhan’ın başta kendisinden söz ettiği bir kişi; Lukacs! Lukacs, Stalin döneminde önemli görevlerde bulunduğu enternasyonal içinde yazdığı kimi yazılarda, Leninizm-Stalinizm deyimini kullanmıştır. Leninist-Stalinist devrim, Leninist-Stalinist parti anlayışı gibi deyimler doğrudan doğruya Lukacs’a aittir. Belirsiz bir adam, çok da hoşlanmadığım bir insan. Ama Stalin’i gerçekten devrimci komünist bir önder, Bolşevizm’in bir militanı olarak benimseyenler bu deyimi kullanmamışlardır. Eğer bir Stalinizmden söz edilecekse ancak şu anlamda belki kullanılabilir: Tek ülkede sosyalizmi inşa etmek, kapitalist emperyalist kuşatma altında elde edilmiş mevzileri korumak bakımından geliştirilen ve yürürlüğe konulan Leninist taktik ve strateji bütünü. Stalin, Leninizm’i emperyalizm çağının Marksizm’i olarak tanımlamıştı. Ama biz Stalinizmi bundan hareket ederek tek ülkede sosyalizmin inşasının Leninizm’i diye tanımlamaya düşmemeliyiz. Böyle bir şey söz konusu olmamalı. Stalinizm diye bir deyimi bu bakımdan Lenin’den köklü bir kopuşu, ya da Lenin’den farklı bir çağda ve farklı koşullarda mücadele eden bir devrimcinin sistemleşmiş görüşlerini adlandırmak üzere kullanmayı bu bakımdan yanlış buluyoruz.
Aslında Saruhan’ın saydığı pek çok örneğin hangi koşullarda, neden, hangi ihtiyaçlardan doğduğunu düşünmezsek, Lenin ile Stalin arasında gerçekten çok büyük bir kopukluk bulunduğuna inanırız. Her şey doğrudan doğruya Sovyetler Birliği’nde devrimin gerçekleşmesinden kısa bir süre sonra önce Almanya’da sonra da Avrupa’da birbiri ardına proletarya devrimlerinin gerçekleşeceği beklentisinin boşa çıkmasıyla başlar. O zamana kadar Sovyetler Birliği KP’ye egemen olan strateji ve taktik anlayışı ve Komünist Enternasyonal’e egemen olan mücadele anlayışı bu beklentiyle çok yakından ilişkilidir. Fakat devrim gelmiyor. Sovyetler Birliği proletaryasının ve partinin önünde apaçık bir tercih olarak ya devrimi elde ettiği coğrafya üzerinde sürdürmek, derinleştirmek ve sosyalizmi inşa etmek ya da Avrupa devriminin olabilmesi için kendisi ne kadar katkıda bulunabilecekse bunu yapmak duruyordu. Yani kendi iç inşasından taviz vermek, kendi enerjisini bir başka yere harcamak gibi bir tercih olacaktı. Hiç kimse bu günden bakınca dünya devrimi olanaklarının önemli ölçüde kaybolduğu bir zamanda Sovyet proletaryasını kendi ülkesine kapandığı suçlamasıyla karşı karşıya bırakamaz sanıyorum. Bu bir zorunluluktu. Ele geçirilmiş bir iktidar, ele geçirilmiş bir ülke, işçi sınıfı tarafından ele geçirilmiş bir ülke vardı. Burada sosyalizmi inşa etmekten daha mantıklı, daha gerekli, daha zorunlu herhangi bir şey kuşkusuz olamazdı. Ve sonra her şey bunun arkasından geliyor. Artık dünyadaki tek sosyalist ülke olan Sovyetler Birliği’nin çıkarlarıyla dünya proletaryasının çıkarları gerçekten özdeşleşiyor. Sovyetler Birliği’nin kaybedilmesi kazanılmış bu tek devrimci mevziinin ortadan kalkması dünya proletaryasının bütün umutlarının yıkılması, kendisini böyle bir devrime hazırlayan proletaryanın bütün örgütlerinin anlamsızlaşması gibi bir sonuç verecekti. Bunu hem Sovyet proletaryası anlamıştır, hem de Avrupa proletaryası gerçekten derinden anlamıştır. İlerde, daha sonraki dönemlerde buna karşı muhalefet politikaları geliştiği zaman, Avrupa KP’leri içinde tek ülkede sosyalizm kavramına bağlı olarak şekillenen, sosyalist anavatanın çıkarlarının savunulması, sosyalizmin tek ülkede inşa edilmesinin getirdiği fedakârlıkların göğüslenmesi problemi karşısında, çok sınırlı entelektüel karşı çıkışlar dışında, partiler bütünlüklerini muhafaza etmişlerdir. Bu belki Troçkistler tarafından Sovyet gizli polisinin baskısı, Stalin heyulasının dehşeti, vb. gerekçelerle açıklanabilir görünüyor; ama hiç bir şey bu kadar uzun süre korkuyla ve baskıyla bir proletarya partisine, bir devrimci partiye böylesine kabul ettirilmez. Bunu bir anlama düzeyi olarak kabul etmek gerekiyor.
Dünya proletaryasının, Sovyet proletaryasının sosyalizmi inşa çabasını anladığını, bunun için kendisinin üstüne düşen görevleri anladığını ve bunu kabul ettiğini görmek gerekiyor diye düşünüyorum. Sovyetler Birliği KP’sinin Ekim Devrimi’nden gelen, bununla da kalmayıp sosyalist inşa süreci ile de pekişen büyük bir prestij ve otoritesi vardı. Yalnızca teorinin değil, devrimci pratiğin de engin deneyimini elinde tutan büyük bir parti idi. Kuşkusuz böyle bir partinin görüşlerinin diğer ülkelerin partileri tarafından kolay kolay tartışılması düşünülemezdi. Bunun güçlü muhalefet akımlarının doğuşuna bir engel teşkil ettiğini, diğer komünist partilerin SBKP’nin tavrını onaylamasında bir avantaj teşkil ettiğini kabul etmek gerekir. Ama buna dayanarak, boydan boya her ülkenin proletaryasının kendi devriminden vazgeçmek üzere Sovyetler Birliği’nin çıkarlarına teslim olacağını, bunun da yalnızca “Stalin bürokrasisinin baskısıyla” gerçekleşebileceğini iddia etmeyi, dönemin karalanmasına yönelik çabaların bir ifadesi olarak görüyorum.
SB’nin doğusuyla birlikte dünyada başlıca temel çelişmelere, sosyalizm ve kapitalizm arasındaki çelişmenin ifadesi olarak, Sovyetler Birliği ile emperyalist-kapitalist ülkeler arasındaki çelişme ortaya çıkmıştır. Bu çelişme ne Stalin’in bir uydurmasıdır, ne de günün politik gereklerinin, öne çıkardığı abartılmış bir çelişmedir. Aksine bütün dünya burjuvazisi, Sovyetler Birliği’ni, sosyalist bir işçi devletinin gerçekleşebilir olduğuna dair tek somut kanıt olarak görüyorlar ve onu yok etmek, onun yaratacağı sınıf mücadelesi boyutlarını önlemek için son derece ciddi bir çaba gösteriyorlardı. Bu, sınıf muadelesinde, dünya çapında iki kampın doğmuş olmasına karşılık düşüyordu ve gerçekten emperyalistlerin ciddiye aldığı kadar proletaryanın da ciddiye almasını gerektiren gerçek bir çelişmeydi. Sovyetler Birliği’nde somutlanan şeyler, proletarya mücadelesinin bütün tarihi boyunca elde ettiği deneylerin, mücadele araçlarının geliştirilmesinin ve bir devlet olarak örgütlenmiş proletaryanın yapabileceklerine dair işaretlerin ifadesiydi. Daha devrimin ilk yılarından başlayarak, Sovyet devriminin bastırılması, öldürülmesi, Sovyet devletinin ortadan kaldırılması, başta İngiliz emperyalizmi olmak üzere -o zaman dünyaya hükmeden süper oydu- bütün emperyalistlerin, bütün burjuva devletlerin temel sorunuydu. Bu yok edilmeliydi. Yok, edilemiyorsa bir biçimde etkileri sınırlandırılmalı, etkisi kendi ülkelerine sıçramayacak boyutlarda düşürülmeliydi. Basit bir şey değil. Devletlerden ve dünya egemenliğinden, emperyalist devletlerden söz ediyoruz. Dünyayı tek bir ekonominin zincirleriyle birleştirmeye girişen kapitalist sistemin devletler düzeyinde ifade edilmiş gücünden söz ediyoruz. Bunun karşısında da sosyalizmi inşa etmeye yönelmiş bir işçi devletinden, bir proletarya diktatörlüğünden söz ediyoruz. Her şeyin buna göre belirlendiği andan itibaren de, politika, teorinin öngördüğü pek çok şeyi gerçekleştiremez hale gelebilir. Teori daima en genel ilkeleri evrensel ölçekte ifade edilebilecek ilişkileri ve bunların olası sonuçlarını ortaya koyar. Ama özel olarak, zaten teoride çok fazla öngörülmemiş bir durum olarak ortaya çıkan “tek ülkede sosyalizm” olgusunun dünya çapındaki sorunlarıyla ilgili herhangi bir öngörüde bulunulması zaten beklenemezdi. Politika yapmak için böyle bir ortamda, belli güçleri, belli araçları, belli bir sırayla kullanmak, düşmanın güçlerini mümkün olduğu kadar bölerek onlar arasındaki çelişmelerden yararlanmak, kendi varlığını esas alan bir mücadeleyi sürdürmek gerekmektedir. Örneğin Brest-Litovsk anlaşmasına karşı çıkışın temelinde de gene teorik, bir anlamda vicdani, kültürel pek çok kaynak bulunabilir; ama orada o politikanın pek çok bedel ödenerek uygulanmasını gerektiren koşulları saptamış olmak ve bunun her şeye rağmen yapılmasının gerektiğini görerek, o günün ilişkilerinin bir değerlendirmesini yaparak sonuna kadar kararlılıkla uygulamak, devrimci tarzda politika yapmanın sonucudur. Uzun vadeli çıkarlar, günlük ilişkiler, mücadele eden gerçek güçler, belirli bir politikanın, belirli bir taktiğin uygulanmasında belirleyici bir rol oynarlar. Bunları hesaba katmayan, bunlarla teoriyi karşı karşıya koyan bir anlayışın ciddi olarak sınıf mücadelesinin herhangi bir alanında politika üretmesi mümkün değildir zaten. Sınıf mücadelesini yürüten kurmay, gerek bir ülke içindeki koşullar bakımından, gerekse dünya çapında koşullar açısından düşünülen somut bir analize dayanması, araçların ve karşı karşıya gelen güçlerin ciddi bir ölçümünü ortaya koyması ilk şarttır. O çağda “tek ülkede sosyalizm” hedefini ortaya koymuş ve dünyanın geriye kalan bütün kısmını devletler düzeyinde karşısına almış bir işçi sınıfının, gerçekten dünya proletaryasının çıkarlarını temsil edip etmediği, bence tartışma götürür bir şey değildir. Eğer bir dünya devrimi olanağı yakın zamanda görülmüyorsa, Sovyet devletinin çıkarlarını bir ülkedeki devrimin çıkarlarına feda etmesi Stalin’den beklenemezdi. İspanya’da ihanet edildi dedi, Saruhan. Sovyetler Birliği, pek çok şeyi göze alarak en geniş yardımı yapmıştır İspanya devrimine. Bir başka Troçkist iddia ise, İspanya devrimine yapılan silah yardımının, maddi yardımların, teknik düzeydeki uzman yardımlarının, aslında İspanya’daki KP iktidarını sağlamlaştırmak gibi bir amacı olduğunu ileri sürer. Bir yanda “İspanya devrimine yardım edilmedi, ihanet edildi” gibi bir iddia vardır, bir yandan da “yapılan bu büyük yardımlar doğrudan doğruya İspanya’daki KP’nin anarşistlere, troçkistlere, ‘sosyalistler’e karşı iktidarını güçlendirmek için yapılmıştır” gibi bir iddia var… Aslında İspanya’da devrimin nasıl mümkün olacağına dair kararı verecek olanlar, doğrudan doğruya yalnızca İspanya’nın iç güçleri değildir.
Yunanistan’da da öyle değildi. Dünyanın diğer bölgelerinde de, o çapta devrimci bir iktidar sorununu halledebilmek, her ülkenin tek başına altından kalkabileceği bir sorun olmaktan çoktan çıkmıştı. İspanya’yı belirleyen, hemen öngünün-de yaşanan ikinci büyük savaş koşullarıydı. Ve böyle bir ortamda İspanya’da yapılabilecek olanların azamisi yapılmıştır. İspanya’da sosyalist devrimin başarılamaması, Dünya Savaşı öncesinde ve o süreçte Nazizme karşı, faşizme karşı direnen, savaşan, onun, alt edilmesi için baş rolü oynayan komünist partilerin, sonunda devrimden uzaklaşmaları, devrimi başaramamaları ve iktidarı burjuvazilerine teslim etmeleri karşısında duyulan vicdani durumu, politik kültür çerçevesinde değerlendirmek doğru olur gibime geliyor. O süreçlerden sonra bütün o partiler kendi durumlarının anlaşılabilir açıklamalarını yapmışlardır. Ama duruma daima dışardan ve bugünün koşullarıyla, bugünün anlayışıyla, bugünün özlemleriyle bakan aydın zihniyeti, vicdanen ve psikolojik olarak durumu hiçbir zaman kabullenememiştir. Türkiye’de de, dünyada da, Stalin’e karşı aydın tepkisinin temelinde bu politik kültür yatmaktadır. İşçi sınıfları durumu anlamışladır başında söylediğim gibi, ama aydınlar anlamamışladır, anlamamakta da devam ediyorlar.
(Tartışmanın bundan sonraki bölümünü, izleyicilerin yönelttiği sorulara verilen yanıtlar oluşturuyor.)
… “Sovyetler Birliği çökerken işçi sınıfı neden parmağını oynatmadı'” diye bir soru soruldu. Sorunun içeriğinde, Stalin ile son dönem arasında bir süreklilik olduğu varsayılıyor. Başka arkadaşlar da değindiler, Saruhan da böyle düşünüyor. Stalin’den sonra, Kruşçev’den Gorbaçov’a kadar bütün parti liderleri Stalinist olarak nitelendiriliyor. Ben, tersini düşünüyorum. Kruşçev’le başlayan şey, Stalin’den kopuş sürecidir. Dolayısıyla çöken şey de “Stalinizm” değildir. İşçi sınıfının kurtarmak için parmağını oynatmadığı şey, Stalinizm değildir. Kruşçev’le başlayan süreçte, savunulacak bir sosyalizm kalmamıştır ortada. Çöküşü kendi içindeki çürümenin sonucu olan sistem, kendi halkının rızasıyla çöküp giden sistem, sosyalizm değildir.
Buna rağmen, çöküşün açıklık kazandığı andan itibaren olanlar, halkın ve bir kısım aydının dönüp geriye bakmalarına ve en azından “Stalin dönemi bundan çok daha iyiydi” demelerine yol açmıştır. Bir kıyaslama imkânı doğmuştur, çöküşle birlikte.
Neden Stalin’den sonrakiler Stalin’in sosyalizmini temsil etmezler? Modern revizyonizm dediğimiz olgu, elbette ki, Stalin’in ölümünden sonra yönetimi ele geçiren “kötü adamların” eseri değildir. Kuşkusuz bürokratik revizyonist diktatörlüğün doğuşunda, Stalin döneminde yaşanan bir çok olayın payı vardır. Öyle bir dönemde sosyalizmi inşa etmek zorundaydı ki Sovyet proletaryası ve Komünist Partisi, sosyalizmin teorik olarak öngördüğü birçok örgütlenme biçiminden taviz vermek, emperyalist kuşatmaya ve savaşa göre yeniden örgütlenme, en azından düzenli ordu kurma, bir Dışişleri Bakanlığı ve casus teşkilatına sahip olmak gibi yapılanmalardan kaçınamayacağı, emperyalizm ile başka türlü baş edemeyeceği koşullarda sosyalizmin inşasına girişti. Bu koşullarda, Sovyetler Birliği’nin bu araçları kullanmaksızın kendini koruyabileceğini düşünebilir miyiz? Mümkün mü, Stalin, istihbarat teşkilatı kurulmasını, “Hayır yoldaşlar, Marksizm’de bu öngörülmemiştir!” diyerek geri çevirsin! Kızıl ordu kurulmasın! Ve bunlara uygun bir devlet bürokrasisi doğmasın! Bunlar mümkün değildi. Evet, bunları Marx öngörmemişti, ama teori, tarihte her şeyi zaten öngöremez. Ve bunlar, Lenin’in ya da Stalin’in “hataları” falan değildir.
Devrimden sonra devletin, proletarya diktatörlüğünün giderek sönümlenmesi yerine, merkezileşmesi ve güçlenmesi diye bir olgunun Marx tarafından öngörülmediği açıktır. Revizyonist ideolojilerin, daha sonra da sosyalizmin parça parça tasfiye edilmesinin imkânları hep bu süreçte ortaya çıktım Bunların birer imkân olmaktan gerçek haline gelmesini engelleyebilecek tek güç partiydi. Devrimi yapan parti, geriye dönüşe engel olabilirdi. Bir koşulla: kendi içinde ihanete uğramasaydı! Stalin’in ölümünden sonra mümkün olan şey, parti merkezinin ele geçirilebilmesidir. Stalin’in ölümünden sonra mümkün oldu, gerçekleşti dediğimiz şey, budur: Parti önderliğinin, Stalin iradesi diye bildiğimiz, proletarya iradesinden, çelik iradeden yoksun kalması, Sovyetler Birliği’ni, tersine çevrilebilecek bir sürecin akıntısına kaptırmıştır.
Buradan bir başka soruya geçmek istiyorum. Bir arkadaşım, “tarihin devrimci şekilde anlaşılmasından” söz etti. Tarihin devrimci şekilde anlaşılmasıyla, her şeyden önce, olup bitenlerin tümüyle haklı gösterilmesi arasında bir fark vardır. Ben, olup biten her şey, tamamen olup bitmesi kaçınılmaz şeylerdi demiyorum. Ama üzerinde konuştuğumuz dönemin objektif koşullarına baktığımızda, tek ülkede sosyalizmin inşasına girişmiş bir işçi sınıfının, bir başka türlü davranabilmesi için imkânı olmadığını görebiliyoruz. Bundan yola çıkarak, şu sonuca ulaşmak doğru olmaz: Stalin’in yaptığı her şey, artık teorinin kendisidir! Hayır, o pratik teorileştirilemez. O dönemin bütün uygulamaları anlaşılabilir şeylerdir. Stalin’in uygulamalarının hepsinin haklı gerekçeleri vardır. Ama hepsi de özel koşullarda ortaya çıkmış ve başından beri söylendiği gibi, Marksist teorinin öngörmediği koşullarda yapılmış işlerdir. Şimdi, tekrar o koşullarla karşılaşmayacak bir devrim için ne yapılması gerektiğini düşünüp araştırmalıyız. Fakat diğer yandan, Stalin’in pratiğinin temel teoriden tamamen kopuk olduğu, onun, teorinin temel tezlerinden tamamen farklı, aykırı uygulamalara giriştiği de söylenemez. Bütün o koşullar değerlendirildiğinde, o politikalar ve o pratik, anlamlı olacaktır. Şunu da söyleyeyim: Aynı koşullarla karşılaşan her devrim, aynı şeyleri yapmak zorunda kalacaktır. İte kaka, bir devrimi ilerletmeye çalışan bir sınıf var. Otuz gram ekmekle sosyalizmi kurmaya çalışan bir sınıf var. Bütün bunlar yokmuş gibi, o pratiği kendi tarihsel koşullarından ayırarak yargılamak, doğrudan entelektüalizmdir.
Diğer bir soru, parti, sendikalar, proletarya diktatörlüğü gibi örgütlerin birbirlerine karşı konumlarıyla ilgiliydi. Arkadaşım, “sendikalar, işçi devletine karşı örgütlenmeli mi” diye özetleyebileceğimiz bir soru yöneltti.
Saruhan, bu konuda Lenin’in tutumunu açıkladı. Troçki’nin hatalarına karşı eleştirisi bu bakımdan temel önemdedir. O koşullarda, yani devletin merkezileşme sürecine girdiği ve bunun yarattığı sorunların sınıfa olumsuz olarak yansımaya başladığı bir yerde, işçi sınıfının kendisini savunacak kendi iradesini ifade edebilecek araçlara sahip olması gereklidir. Gerçekte, hiç bir işçi örgütü, kendi devletine karşı kendini savunmak zorunda kalmamalı. Gene teoride öngörülmemiş bir durum. Proletarya diktatörlüğü, parti, sendikalar, diğer işçi örgütleri, tümel bir iktidarın parçaları halinde hareket ederler. Birbirlerine karşıt değil. Birbirlerini bütünleyen, ama özel alanların varlığı dolayısıyla özelleşmiş organlar olarak görülmelidir. Ama özel alanların birbirlerine karşı işleyiş gösterdiği, bütünlüğün zorlandığı koşullarda, tek bir şey belirleyici olabilir, bir tek şey: sınıfın genel çıkarlarının savunulması. Özel olarak herhangi bir fabrikada, .herhangi bir işçi grubunun çıkarları yerine, ülkenin tümünde iktidarda olan ve bu iktidarını partisi aracılığıyla icra eden sınıfın tümel çıkarları, parçanın güncel çıkarlarıyla çeliştiğinde, bir ücret anlaşmazlığı, üretimin planlanmasında bir aksaklık gibi şeyler varsa, tümel olan belirleyicidir. Merkezi planlama, tıpkı düzenli orduya geçilmesi, tıpkı fabrika yönetimlerinin giderek genel planlamanın parçası haline gelmesi gibi uygulamalardan doğan sorunlar, hepsi birbirine bağlı bir sınıf iktidarı kavramı çerçevesinde çözülebilir. Parça ile bütün arasındaki ilişki budur. Ve bütün, gerçekten sınıfın tümünü ifade eden, onu temsil eden bir iktidar aracılığıyla dile getiriliyorsa, bununu karşısında sendikaların, tek tek fabrikalarda, tek tek işyerlerinde, bütünle çelişen bir politika izlemesi mantıklı değildir.
Bu, giderek işçi sınıfının yönetimdeki inisiyatifini kırmış mıdır? Kırdıysa, bu her şeye rağmen tekrarlanabilir bir pratik, teori düzeyine yükseltilebilir bir pratik olarak görülmemelidir. Çünkü Sovyetler Birliği’nin süreç içinde çöküşe doğru gitmesinde, sınıf inisiyatifinin kırılmasının bir payı olduğunu düşünüyorum. Ama bunun Stalin’in hatası olarak değerlendirilmesi yanlıştır. Sorun, sınıfın iktidar organlarının devlet düzeyinde ifade edilmesi içinde, zorunlu olarak aldığı biçimler göz önüne alınarak anlaşılabilir.
Şöyle bağlayabiliriz: Stalin döneminde, teoriyle karşılaştırıldığında “Aa, … burası kitaba uymuyor!” denilebilecek pek çok şey bulunabilir. Ama bunlar, teori düzeyine yükseltilmemesi gereken zorunlu bir pratiğin sonuçlarıdır. Diğer yandan, o koşullarda, sosyalizmi kurmak ve yaşatmak için başvurulacak tek yoldur.

Mart 1993

Devrim, Sınıflar Ve İttifaklar

Her devrimci süreç, kendi gelişim seyri içinde, sosyal sınıflar ve onlara karşılık gelen siyasal partiler şahsında, üç temel eğilime ayrışarak yaşanır. Egemen sınıflar, her türden sınıf örgütleri; partileri, sendikaları, devletleri ile Karşı-Devrim’i ifade ederler. İktidardaki sınıflar dışındaki sınıf ve tabakalar ise, doğallıkla sistemin “muhalif” kesimlerini oluştururlar. Ancak, muhalif sınıflar da muhalefetlerinin nitelik ve derecesine göre kendi aralarında reformist ve devrimci muhalefet olarak bölünürler. Bunlar, liberal ve radikal kesimler olarak da adlandırılabilirler.
Muhalif sınıf ve partilerin siyasal mücadeledeki yerleri ve taktikleri, toplumun ekonomik örgütlenmesine bağlı olduğu gibi, siyasal örgütlenmesinin biçimlerine göre de değişebilir. Yani, siyasal demokrasinin varlığı ve yokluğu, parlamenteriz-rain gelişmişlik düzeyi vb. gibi olgular, çeşitli sınıfların farklı kesimlerinin tepkilerini farklılaştırdığı gibi, siyasal atmosferdeki değişiklikler, çeşitli sınıfları ve partileri sağa ya da sola çeken bir işlev görebilir.
Feodalizmin iktidarda, burjuvazinin “muhalefet”te olduğu ülkelerde, işçiler ve köylüler radikal (devrimci) kesimi oluştururken, burjuvazi genellikle liberal (reformist) kesimi oluşturur. Aslında feodalizmin- tasfiyesi burjuvazinin çıkarınadır. Geçmişte 1789 Fransız Devrimi’ndeki gibi, burjuvazinin halkın başında feodaliteye ve aristokrasiye karşı savaştığı devrimci bir dönemi de olmuştur. Ancak, çok geçmeden gelişen proletarya hareketi, burjuvaziden koptuğu ve sadece feodal zorbalık ve aynalıkları değil, her türden sömürü, zulüm ve ayrıcalıkları sorgulamaya başladığında, burjuvazi devrimlere sırtını dönmüş, çıkarının proletaryaya karşı eski sömürücü sınıflarla birlikte olmaktan geçtiğini hissetmiştir. Bundan sonra toplumun kapitalist ilişkilere bütünüyle geçmesi sorununa, devrimci bir sorun olarak değil, hükümetlerin, bürokrasinin, generallerin satın alınarak yanına çekilmesi ve iktidarın adım adım ele geçirilmesi süreci olarak bakmıştır. Burjuvazinin esas olarak devrimci olduğu döneme ilişkin olarak Lenin;
“Batı Avrupa Burjuvazisi başlangıçta cidden dövüştü” diye yazıyor, hatta bir zamanlar cumhuriyetçiydi, liderleri mahkûm edildiler. İhanet gerekçesiyle mahkûm edildiler yani yalnızca devrimci ilişkileri olduğundan değil, ama gerçekten devrimci eylemleri nedeniyle. Daha sonra yıllar, bazen on yıllar sonra; bu burjuvalar kendilerini cumhuriyetsiz ve hatta genel oy hakkı ya da gerçek siyasal özgürlük vermeyen, elverişsiz anayasaların en sefiline uydurdular. Liberal burjuvalar “taht’la ve polisle tamamen uzlaştılar; kendileri iktidara yükseldiler ve bugün yaptıkları gibi, işçilerin bütün özgürlük ve toplumsal reform özlemlerini acımasızca ezdiler.” (Lenin, Proletaryanın Demokrasi Mücadelesi, Tan Yay., 1976, S. 96)
Burjuvazinin devrim ve siyasal özgürlük kavgasına yüz çevirmesiyle proletaryanın kendi kızıl bayrağı altında toplanmaya başlaması arasında doğrudan bir bağ vardır. Engels, Köylüler Savaşı adlı yapıtında bu süreci şöyle anlatıyor:
“Burjuvazi, sanayisini, ticaretini ve ulaştırma araçlarını geliştirdiği ölçüde, proletaryayı doğurur. Ve her yerde mutlaka aynı gelişme derecesine erişmesi gerekmeyen belli bir anda astarının, proletaryanın kendisini hızla aştığını fark etmeye başlar. Bu andan itibaren siyasal egemenliğini tek başına sürdürme gücünü yitirir; koşullara göre, iktidarını paylaştığı ya da tamamen kendilerine bıraktığı bağlaşıklar arar.
Almanya’da bu dönüm noktasına, burjuvazi tarafından daha 1848’de erişilmişti. Ve işte o anda, Alman burjuvazisi, Alman proletaryasından çok Fransız proletaryasından korkuya kapıldı. Paris’teki 1848 Haziran çarpışmaları kendisini neyin beklediğini ona gösterdiler. Alman proletaryası aynı ürün için tohumun Almanya’da da ekildiğini ona kanıtlayacak bir kaynaşma içindeydi ve o günden sonra da burjuvazinin siyasal eylemindeki sivrilik köreldi. Bağlaşıklar aradı, kendini onlara yok pahasına sattı ve bugün tek adım ilerlemiş değil.
Bu bağlaşıkların hepsi de gerici niteliktedir: Ordusu ve bürokrasisi ile krallık büyük feodal soyluluk, önemsiz küçük toprak ağaları ve hatta papaz sürüsü. Burjuvazi salt o değerli postunu kurtarmak için, artık kendine madrabazlık edecek hiçbir şey kalmayana dek, kütün bu kalabalık ile uyuştu ve birleşti. Ve proletarya ne kadar kendi sınıf niteliğini sezmeye, kendi sınıf bilinci ile davranmaya başlıyorsa, burjuvazi de o kadar korkak bir duruma geliyordu.” (Engels, Almanya’da Burjuva Demokratik Devrim, Sol Yay. 1. Baskı, 1975, S. 21,22)
Yaklaşık yüz elli yıllık bir tarihsel dönem boyunca, burjuvazi adım adım daha da gericileşerek günümüzde tekel gericiliği şeklinde ve her türlü gericilik ile el ele, onları kollar ve ayakta tutar bir konuma gelmiştir. İşte, işçi hareketi karşısında, ister serbest rekabetçi dönemde, isterse tekelci dönemde olsun burjuvazinin sınıf tavrı budur. Her türden gericilik ile el ele ve proletaryaya karşı saldırganlık.
Peki, proletaryanın öğretmenleri Marx ve Engels, burjuvazinin bu somut durumu karşısında, diğer sınıf ve partilere, bunların olası bir devrimde rollerine nasıl bakmışlar, çeşitli muhalif sınıflar karşısında nasıl bir politika önermişlerdir?

KÜÇÜK BURJUVAZİ İÇİN
“Tüm modern devletlerde ve tüm modern devrimlerde çok büyük bir önem taşıyan küçük-burjuvazi, yakın savaşımlar içinde hemen her zaman kesin bir rol oynamış, bulunduğu Almanya’da özellikle önemlidir. Büyük kapitalistler, tecimen ve sanayiciler sınıfı, yani burjuvazi ile proletarya da çalışan sınıf arasındaki aracı konumu, onun ayırt edici niteliğini belirler. Burjuvazinin konumunu özler, ama en küçük bir talih tersliği, bu sınıf bireylerini proletarya saflarına düşürür… Güçlü bir feodal ya da monarşik hükümetin yönetimi altında saygılı ve boynu eğik bir durumda bulunan bu sınıf burjuvazi yükseliş yolundayken liberalizme eğilir; burjuvazi kendi üstünlüğünü sağlar sağlamaz zorlu demokratik nöbetler geçirir; ama altındaki sınıf proletarya bağımsız bir harekete girişmeye görsün, yine içler acısı bir yılgınlık içine düşer.” (Almanya’da Burjuva Dem. Dev. S. 275, 276)
Marx ve Engels, 1850 Mart’inda kaleme aldık-lan “Komünistler Birliği’ne Çağrı’da küçük-burjuva demokratik muhalefete karşı izlenmesi gereken tavır konusunda şunları yazarlar:
“Devrimci işçi partisinin, küçük-burjuva demokratlara karşı tutumu şöyledir: Devirmeyi amaçladığı kesime, onlarla birlikte karşı çıkar; kendi çıkarları uğruna durumunu sağlamlaştırmaya çalıştıkları her şeyde onlara karşıdır.
Tüm toplumu devrimci proleterler için devrimden geçirme isteğinden çok uzak bulunan demokratik küçük-burjuvazi, var olan toplumu kendileri için olabildiğince katlanılabilir ve rahat hale getirmeyi sağlamak için toplumsal koşulların değiştirilmesi yönünde çaba gösterir. Bu yüzden her şeyden önce bürokrasinin kısıtlanması yoluyla devlet giderlerinin azaltılmasını ve belli başlı vergilerin büyük toprak sahipleriyle burjuvaziye kaydırılmasını isterler; ayrıca kamusal kredi kurumları ve tefeciliğe karşı yasalar yoluyla büyük sermayenin küçük sermaye üzerindeki baskısının ortadan kaldırılmasını isterler; böylelikle kendileri ve köylüler için, kapitalistlerden almak yerine, devletten elverişli koşullarla avanslar alma olanağı doğacaktır. Bundan başka, feodalizmin tamamıyla ortadan kaldırılması yoluyla kırsal bölgede burjuva mülkiyet ilişkilerinin kurulmasını da islerler. Bütün bunları gerçekleştirmek için, kendilerine ve müttefikleri olan köylülere çoğunluğu kazandıracak, ister anayasal, ister cumhuriyetçi olsun demokratik bir devlet düzenine, komünal mülkiyetin ve halen bürokratlar tarafından yerine getirilen bir dizi işlevin denetimini doğrudan doğruya onların eline verecek demokratik bir komün düzenine gerek duyarlar.” (Marx, Engels, Lenin; İşçi Sınıfı Partisi Üzerine, Sol Yay. 1. Baskı, 1979, S. 43)
Küçük-burjuva demokratların ezildikleri, dolayısıyla muhalefette oldukları dönemlerde proletaryaya bakışları ve çağrıları nedir? Proletaryaya ellerini uzatırlar ve “demokratik bir partide her türden görüşleri kapsayacak, büyük bir muhalefet partisinin kurulması için” çaba gösterirler. Böyle birlik proletarya için kabul edilebilir bir birlik değildir. Çünkü sonuçta proletaryanın burjuva demokratik bir hava içinde eriyip gitmesini ve kendi talep ve özlemlerini, bunları asla kendisine vermeyecek olan sınıfların insafına terk etmesini yaratacak olan bir durumdur bu. Bir devrim içinde bile proletaryanın görevi, küçük-burjuva demokratlarının peşinden örgütsüz bir şekilde sürüklenmek değil, (henüz kurulmamışsa) derhal kendi parti örgütünü kurmak, demokrasi mücadelesinin başına geçip iktidar yolunda örgütlenme faaliyetini sürdürmek olmalıdır.
Proletaryanın bağımsız bir parti olarak örgütlenmesi devrimin en temel sorunlarındandır. Çünkü zafere ulaşmış her devrim sonrasında küçük-burjuvazi, zafer sarhoşluğu içinde, burjuvazi ile proletarya arasında arabuluculuk görevini üstlenecek, devrimin meyvelerinden proletaryayı mümkün olduğunca mahrum etmek isteyecektir. Bu yüzden,
“İşçiler, savaşım sırasında ve savaşımdan sonra burjuva demokratların istemleri yanında kendi istemlerini her fırsatta ortaya koymalıdırlar. Demokratik burjuvalar hükümeti ele geçirme işine girişir girişmez işçiler için güvenceler istemelidirler. Gerektiğinde bu güvenceleri zor yoluyla elde etmeli ve yeni yöneticilerin olanaklı tüm ödünlerin ve verilmiş sözlerin yükümlülüğü altına girmelerini genel olarak sağlamalıdırlar. Genel olarak her yenilgi sokak savaşından sonra meydana gelen zafer sarhoşluğu ve yeni şeyler için duyulan coşkuyu her bakımdan apaçık bir güvensizlik göstererek elden geldiğince denetim altına almalıdırlar. Yeni resmi hükümetler yanında, aynı zamanda, ister belediye komiteleri, belediye kurulları biçiminde, ister işçi kulüpleri ya da işçi komiteleri biçiminde olsun, kendi devrimci işçi hükümetlerini kurmalıdırlar ki, burjuva demokratik hükümetler yalnızca işçi desteğini o anda yitirmekle kalmasınlar, ardından tüm işçi yığınlarının bulunduğu makamlar tarafından daha başlangıçtan itibaren gözetlendiklerini ve tehdit edildiklerini görsünler. Kısacası yenilginin ilk anından başlayarak güvensizlik yenik düşmüş gerici partiye karşı değil, işçilerin o güne kadarki müttefiklerine, ortak zaferi kendisi için sömürmek isteyen partiye karşı yöneltilmelidir.
Ama işçilere karşı ihaneti zaferin ilk saati ile birlikte başlayacak olan bu partiye karşı etkin ve korkutucu bir biçimde karşı koyabilmek için, işçilerin silahlanmış ve örgütlenmiş olması zorunludur. Tüm proletaryanın yivli ve yivsiz tüfeklerle, toplarla ve cephaneyle silahlandırılması derhal gerçekleştirilmeli, işçilere karşı kullanılan eski milis muhafızlarının tekrar kurulmasına karşı konmalıdır. Ancak, bu sonucun gerçekleştirilemediği yerde, işçiler, komutanları kendileri tarafından seçilen ve kendilerinin seçtiği bir genelkurmaya sahip bir proleter muhafız olarak kendi başlarına örgütlenmeye, devlet gücünün değil, işçiler tarafından kurulmuş, devrimci belediye konseyinin buyruğu altına geçmeye çalışmalıdırlar… Silahlar ve cephane hiçbir gerekçeyle elden çıkarılmamalı, her silahsızlandırma girişimi gerekirse zor yoluyla boşa çıkarılmalıdır.” (Engels/İşçi Sınıfı Partisi Üzerine, S. 47, 48)
“Her yerde, küçük-burjuva adayların karşısına işçilerin adayları çıkarılmalı, kendi proleter bağımsız propagandamız asla terk edilmeden, bir yandan da küçük-burjuva demokratların reformist istemleri ve kararları karşısına, en uç sınırına kadar reform talepleri ile çıkılmalı ve özel mülkiyete yapılacak dolaysız saldırılar talep edilmelidir. Büyük sanayi, ulaşım vb. sektörlerinin devletleştirilmesi, kapitalistleri yıkıma götürecek düzeyde, hızla oranı artan vergilerin konması gibi.”
Ve bu süreç içinde proletarya hızla kendi güçlerini bir araya getirip özel mülkiyete karşı topyekûn saldırıya geçeceği anın hazırlıklarını yapmalıdır. İşçiler en büyüğünden en küçüğüne bütün sömürücü sınıflan iktidardan uzaklaştırmadıkları sürece, kendi kurtuluşlarını sağlayamazlar. Bu yüzden Marx’ın ünlü deyişindeki gibi:
“İşçilerin savaş haykırışı şu olmalıdır: Sürekli devrim!”
Aynı bakış açısıyla Lenin 1905’te şunları yazacaktır:
“Burjuva, ihtilalci veya Çar’a karşı mücadelede muhalefette olduğu sürece sosyal demokratların onları “desteklemesi” gerekir.” (Lenin, Proletaryanın Demokrasi Mücadelesi, S. 10)
“Proleter, burjuva demokratlarından güvenilir demokrat çıkmadığını hiçbir zaman unutmayacaktır. Proleter, burjuva demokratlarını panik korkusu yaratmaktan kaçınmak için veya güvenilir olduklarına inandıkları için değil, baskı yönetimine karşı ne zaman ve ne ölçüde karşı çıktıklarına bakarak destekleyecektir.’l (Lenin, a.g.e., S.25)
“Demokratik devrimden bahsetmek ve kendini proletarya ile “burjuvazi” arasındaki çıplak zıtlığa gömmek, sadece saçmalıktır, çünkü bu devrim, çoğunluğunun proletarya ile burjuvazi arasında yer alan ve büyük bir küçük burjuva, köylü tabakasından meydana gelen toplumun gelişimini belirler. Demokratik devrimin henüz tamamlanmamış olması nedeniyle bu büyük tabakanın kelimenin tam anlamıyla politik şekillerin gerçekleştirilmesi meselesinde burjuvaziden çok proletarya ile daha fazla ortak çıkarı vardır.”‘(Lenin, age., S. 30, 31)
Gerek 19. yüzyıl Avrupa’sında, gerekse 1905 ve 1917 Şubat ve Ekim devrimlerinde açıkça görülen şudur: Devrimi ve ayaklanmayı başlatan ve sonuna dek kararlı bir şekilde sürdüren hemen her yerde proletarya olmuştur. Küçük-burjuvazi ise çatışmaların seyrine bağlı olarak çeşitli düzeylerde devrime katılmış ve zaferin garantilendiği her yerde proletaryanın önüne geçerek iktidardan en büyük payı kapmaya çalışmıştır. Bunu birçok kez de başarmıştır. Lenin;
“Sosyal-Demokrasi diyor, ayaklanmayı örgütleyebilir, hatta ayaklanma için tayin edici etmen olabilir. Fakat sosyal-demokrasinin ayaklanmada öncü rolü olup olmadığı önceden kestirilemez; bu proletaryanın gücüne ve örgütlenmesine bağlı olacaktır. Küçük-burjuvazi daha iyi örgütlenmiş ve diplomatları daha üstün, daha iyi eğitilmiş olabilir.” (Lenin, İlk Bolşevik Kongresi, Tan Yay., 1977, S. 64)
Lenin’in bu konudaki kaygıları haklıdır. Çünkü çoğu kez, savaşan sınıflar toplumun alt sınıflan olduğu halde, bilinç ve örgütlenme eksikliği sonucu iktidarı kendi elleriyle kendileri dışındaki sınıflara teslim etmişlerdir. Küçük-burjuva egemenlik de çoğu kere burjuva egemenliğinin üstü örtülü bir biçimi ya da burjuva egemenliğine geçişte bir yolu düzleyici işlevi görmektedir. 1905 devriminin ortaya çıkardığı fiili özgürlük ortamının pratik sonuçlarını Lenin şöyle aktarıyor:
“Rus Devrimi henüz başladı, ama şimdiden burjuvazinin siyasi devrimlere özgü tüm özelliklerini açıkça ortaya koyuyor. Ah sınıflar savaşıyor, üst sınıflar bunun meyvelerini topluyor. Devrimci mücadelenin bütün inanılmaz güçlükleri proletaryanın ve burjuvazi içinden birkaç genç aydının omuzlarına yükleniyor. Kısmen kazanılmış özgürlüklerin (daha doğrusu özgürlük parçacıklarının) onda dokuzu toplumun üst sınıflarına, yani çalışmayanlarına gidiyor. Yasalara rağmen şimdiki Rusya’da on yıl önceyle karşılaştırılamayacak derecede konuşma, toplanma, basın özgürlüğü var ama bundan sözü edilmeye değer miktarda yalnız burjuva gazeteleri ve “liberal” toplantılar yararlanıyor.” (Lenin, Proletaryanın Demokrasi Mücadelesi, S. 52)
Ayaklanmanın zaferi ve iktidar organlarının “halkın eline” geçmesi koşullarında bile, zengin sınıfların “iktidar deneyimleri” ve politik manevraları ile çoğu kez “halk iktidarının” burjuva egemenliğinin bir biçimine dönüşmesi sonucuna varıyordu.
“Başlangıçta -diyor Lenin- Sovyetler tüm köylülüğü bir araya getiriyorlardı. Yoksul köylülerin kültür eksikliği geri durumu ve bilinçsizliği yönetimi kulakların, para babalarının, kapitalistlerin, küçük-burjuva aydınların ellerine bırakıyordu. Küçük-burjuvazinin, Menşeviklerle devrimci-sosyalistlerin egemenlik dönemiydi bu. (…) Zorunlu olarak, küçük-burjuvazi, burjuvazi (Kerenski, Kornilov, Savinko) diktatoryası ile proletarya diktatoryası arasında duraksıyordu…”(Lenin, Proleter Devrim ve Dönek Kautsky, Bilim ve Sosyalizm Yay. 5. Baskı, 1989, S. 88) Küçük-burjuva egemenliğinin, proletaryanın iktidarı devralması ve devrimi daha ileriye (sosyalizme) taşıması gerçekleşmediği sürece, kapitalizmin ve burjuva egemenliğinin sınırlarını aşamayacağı açıktır. Küçük-burjuvazi hakkında “sosyalist hayaller” taşımadığınız sürece böyledir bu. Kentin ve kırın küçük burjuva sınıflarıyla proletarya arasındaki ittifakın temeli bu yüzden burjuva demokratiktir. Yani bütünüyle kapitalizmi ve özel mülkiyeti hedeflemez. Ancak, burada unutulmaması gereken şudur ki, proletarya asgari ortaklığı olan demokratik devrim uğruna asıl hedefi olan sosyalizmi onun pratik ve örgütsel hazırlıklarını bir kenara bırakmaz. Diğer bir deyişle, proletarya burjuva demokrasisinin temsilcisi olan sınıflarla bir burjuva demokrat olarak değil, “sosyalist demokrasinin temsilcisi” olması sıfatıyla ve bunu açıkça ortaya koyarak ittifak yapar. Anlaşılacağı üzere bu ittifak, kendi içerisinde sınıf mücadelesini inkar etmeyen, ortak düşmanın yıkıldığı andan itibaren çeşitli biçimlerde bileşenlerine ayrılacak ve “burjuva demokrasisi” ile “proletarya demokrasisi” arasındaki yol ayrımına ülkeyi taşıyacak olan bir ittifaktır. Lenin’in İki Taktik’te “Devrimci İşçi Köylü İktidarı”nı bir düzen örgütü değil bir savaş örgütü olarak görmesi bu bakışta anlamını bulmaktadır. Çünkü iktidarın proletarya ve köylülük ittifakının eline geçmesi, ardından, kaçınılmaz olarak “bundan sonra nereye gideceğiz” sorusunu gündeme getirecektir. Çünkü her siyasal iktidarın kaçınılmaz olarak bir “ekonomik sistem” doğrultusunda kararlar alması ve uygulaması zorunludur. Bu durum, emekle sermayenin, zenginlerle yoksulların, proletaryanın ve müttefiklerinin, burjuvazi ve müttefikleriyle karşı karşıya gelmesi demektir. Devrimin “burjuva demokratik” kapsamı ve irade birliği tamamlanmış, yerini yeni bir sürece bırakmıştır. Stalin’in özlü bir şekilde ifade ettiği gibi, şimdi: “İki yol vardır. Ya ileriye sosyalizme, ya da geriye kapitalizme.”
Devlet bir sınıfın başka sınıflar üzerinde baskı aracıdır. Bu tanımı hepimiz bilir ve sık sık kullanırız. Devletin birden çok sınıfa ait olduğu durumlar da vardır. Burjuva-feodal devletler, işçi-köylü devletleri gibi. Böylesi durumlarda mutlak bir denge durumu değil, bir geçiş süreci söz konusudur. Yani, ittifak üzerine kurulu bir devlette de, süreç tek bir sınıfın egemenliğine doğru bir seyir izler. Bir an için süreci durdurduğumuzu kabul etsek dahi, verili anda yine de devlete egemen olan sınıflardan (ve partilerden) biri diğerlerine göre egemen durumdadır. Yani, egemen sınıflar bileşkesinde bile biri daha egemendir. Örneğin 1905’te Lenin, İki Taktik adlı yapıtında, bir yandan işçilerin ve köylülerin ortak iktidarından söz ederken, bir yandan da bu iktidarı “küçük-burjuva demokratik” bir iktidar olarak değerlendirmektedir. Çünkü o günkü koşullarda gerçekleşecek olan bir devrimin, iktidarda kaçınılmaz olarak küçük-burjuva demokratların (Rusya için köylülerin) egemenlik kuracaklarını tespit etmiştir. Yine 1917 Şubat devrimi ile kurulan Sovyetler işçilere ve köylülere dayanıyor olmasına karşın, Menşevik ve sosyalist devrimci egemenlik yüzünden Lenin, Sovyetlerde iktidarın küçük-burjuvazide olduğunu belirtiyordu. Oysa Ekim Devrimi de iki sınıfa, proletarya ve yoksul köylülüğe dayalı olarak gerçekleştiği halde onun bir proleter sosyalist devrim olduğundan kuşku duymayız. Çünkü bu devrim, Sol Sosyalist-Devrimciler diye bilinen yoksul köylüleri temsil eden parti ile birlikte gerçekleştirildiği ve iktidar başlangıçta onlarla paylaşıldığı halde; proletaryanın temsilcisi olan Bolşeviklerin kesin egemenliği sonucu gerçekleşmiş ve devlet örgütlenmesinde Bolşevik egemenlik başından itibaren kurulmuştur.
Stalin bu süreci şöyle ifade ediyor.
“Ekim’e doğru proletaryanın ve yoksul köylülüğün diktatörlüğü sloganı atında yürüdük ve bunu, her ne kadar biz Bolşevikler çoğunlukta olduğumuz için proletarya iktidarı bir gerçek idiyse de, sol-kanat sosyalist devrimcilerle bir blok teşkil ederek onlarla yönetimi paylaştığımız sürece biçimsel olarak Ekim’de gerçekleştirdik. Bununla birlikte sol-kanat sosyalist devrimcilerin “darbecinden sonra, bunlarla kurduğumuz blok parçalandıktan ve iktidarın tamamı kayıtsız şartsız tek bir partinin, devletin yönetimini başka bir partiyle paylaşmayan ve paylaşamayan bizim partimizin eline geçtikten sonra, proletaryanın ve yoksul köylülüğün diktatörlüğü resmen sona erdi. Bu bizde proletaryanın diktatörlüğü denen şeydir.” (Stalin, Leninizm’in Sorunları, Sol Yay., S. 205)
Açıkça görülüyor ki, devrimlerin ve iktidarların gelişimi içinde yaşanan pratik sürecin, nesnel ve öznel koşulların dayattığı uzun ve kısa vadeli ittifaklar, ortak iktidarlar vb. somut gerçekliklerdir. Burada sorun, her ittifakın ve her iktidarın, sonuçta tek bir sınıf egemenliğine doğru gelişiminin kaçınılmazlığını kavrama ve bu gelişimin ileriye, çağımız açısından düşünürsek “sosyalizme” doğru gerçekleşebilmesi için tarihsel görevlerimizi kavrama ve yerine getirme sorunudur.

KÖYLÜLÜK İÇİN
Feodal toplumun köylüsü, “sertlik” özellikleriyle, toprak ağalan karşısında hemen hemen tek bir sınıf oluşturur. Ancak, kapitalizmin kentlerde gelişmesi ve kırsal üretimi de meta ekonomisinin çarkları içine almaya başlamasıyla birlikte, köylülük de kendi içinde sınıfsal ayrışmalara başlar. Kentteki sınıfsal çelişmeler, kırda da kendi özgürlükleri ile doğup gelişmeye başlar. Feodal sömürü biçimlerine, kapitalist sömürü biçimleri eklenerek bir yandan serflik kalıntıları ile gelişen yeni üretim tarzı arasındaki çelişme keskinleşirken, bir yandan da kırda emek ve sermaye arasındaki çelişme doğar ve gelişmeye- başlar. “Toplumlar bir kez meta ekonomisi içine girdiler mi kaçınılmaz olarak kapitalizme doğru ilerlerler” (Lenin) Köylülükteki farklılaşma, yoksul, orta ve zengin köylülerin ayrışması ve aralarındaki uçurumların kapitalizmin doğası gereği gitgide derinleşmesi şeklinde gelişir.
Yoksul köylülük proleterleşme sürecindeki köylülüğü ifade eder. Elindeki son topraklarını da yitirme aşamasındaki, geçimini çoğu kez başkalarının yanında ücretli işçi olarak çalışmakla sağlayabilen, ağaya, bankaya, tefeciye borç içinde beli bükülmüş yan-proleter köylü kesimini oluşturur. Bir adım daha attığında proleterleşecektir ve bu yüzden, tarım proletaryası ile birlikte kırda çıkarları yalnızca demokratik devrimde değil, sosyalizmde olan kısmı oluştururlar. Yoksul köylülük, sosyalist devrimde kent ve kır proleterlerinin en temel müttefikidir.
Orta köylülük, kent küçük burjuvazisinin kırdaki karşılığıdır. Bundan, “sözcüğün iktisadi anlamıyla çok büyük sayılamayacak toprak parçalarının sahibi, ya da onları kiralayan çiftçileri anlamak gerekir, bununla birlikte, bu topraklar onlara kapitalist rejimde, genel olarak yalnız ailelerinin geçimini ve işletmelerinin bakımını sağlayacak mütevazi olanaklar sağlamakla kalmaz; aynı zamanda hiç olmazsa bereketli yıllarda, sermaye olmaya elverişli belirli bir kazanç fazlası da getirir.” (Lenin, İşçi Sınıfı ve Köylülük, Sol Yay, S. 286)
Yine de orta köylü kapitalist egemenlik koşullarında çoğu kez “kıtı kıtına” geçinen bir sınıftır. Çiftçilik gelirlerini karşılamaz ve çeşitli türden, sanayilerde emek güçlerini satarak ya da ek işler yaparak geçimlerini sağlarlar. Lenin, Halkın Dostları Kimlerdir Ve Sosyal Demokratlara Karşı Nasıl Savaşırlar? adlı yapıtında, orta köylülerin “daha şimdiden yarı-köylü, yan-işçi” olduklarını yazar. (Bkz: age,S. 98, 99) Yoksullaşma düzeyi arttıkça.bunların geçimlerini kendi topraklarından çok, “başka işler”den sağlamak zorunda oldukları gerçeği oluşur.
“Burada, üst grupların burjuvaziye, ali grupların ise proletaryaya dönüşmekte olduğu küçük üreticilerin tam farklılaşma sürecinin söz konusu olduğu çok açıktır.”(Lenin, age, S. 99)
“…Köylülerimizin ve el sanatçılarımızın parçalanması ve köylülükten çıkması, tam da Rus gerçekliğine, ilişkin sosyal-demokrat anlayışın, köylülerin ve el sanatçılarının terimin “kesin” anlamıyla küçük üreticiler, yani küçük-burjuvazi olduğu yolundaki anlayışın doğrululuğunun olgusal kanıtını sağlar.”(Lenin, age., S. 109)
Zengin köylülük, geniş ve verimli toprakların sahibi olan çiftçileri tanımlar. Bunlar çoğu kez, ücretli işçi de çalıştıran, topraklarının bir kısmını ortakçılık ve kiracılık yoluyla değerlendiren, tümüyle üretimden ve “emekçilikten kopmamış olsa bile, gittikçe aratan ölçüde kapitalist sömürüye de başvuran kesimlerdir. Yine de, belirttiğimiz gibi, bunların şileleri ile birlikte üretim içinde bulunmaları, hem emekçi, hem sömürücü özellikleri bunları kentteki kapitalist sınıfından ayırır. Bu sınıf bir geçiş sürecindedir ve bir üst kesimi tümüyle modern üretim temelinde topraklarını işleten ve üretimden kopmuş, ücretli işçi çalıştıran kapitalist çiftçileri oluşturur.
Geri kalmış ülkelerde olduğu gibi, gelişmiş kapitalist ülkelerde de yaygın bir küçük üretimin ve mülk sahibi emekçi köylü kesimlerinin varlığı, Marksistleri, “köylülük” konusunda politikalar belirlemeye zorlamış ve devrimde köylülüğün rolü konusunda olduğu kadar, devrimden sonra ve proletarya iktidarı altında köylülüğün çeşitli kesimlerine karşı takınılacak tavır konusunda onları düşünmeye ve yazmaya itmiştir.
Engels, ölümünden bir yıl önce, 1894’te kaleme aldığı yazılarında; “hiçbir aklı başında sosyalist, rast gele durumlarda orta köylülüğe karşı şiddete girişmeyi asla düşünmemiştir” diye yazıyordu. Lenin, bu önemli tespiti anımsattığı bir yazısında şöyle devam ediyordu: “Bu görüş bazen unutulan ama hepimizin teorik bakımdan anlaştığımız bir gerçeği bize gösteriyor: Kapitalistler ve köy soylularına gelince, görevimiz, onları tüm olarak mülksüzleştirmektir. Ama orta köylüye karşı hiçbir şiddeti kabul etmiyoruz.
Hatta varlıklı köylüler konusunda bile, “Zengin köylülerin ve kulakların tam mülksüzleştirilmesi” sloganını burjuvaziye karşı ileri sürdüğümüz kesinlikle savunmuyoruz. Bu ayrım, programımızda almıştır. Bizim dediğimiz, varlıklı köylülerin direncinin kırılması, onların karşı devrimci girişimlerinin önlenmesidir. Bu, tam mülksüzleştirme değildir.” (Lenin, İşçi Sınıfı ve Köylülük, S. 238)
Küçük köylü mülkiyeti, esasında, kapitalist büyük üretim karşısında “gerici ve tutucu” bir konumdadır. Küçük-burjuvazi, kapitalizmin gelişen devasa güçleri karşısında küçük dükkânına ve toprağına sarılarak, üretici güçlerin zorunlu gelişme yasası karşısında, bireysel ve daha az üretken emeğin kutsanması ve korunması mevzisinde durarak, geleceği değil, geçmişi temsil eder. Bu yüzden Marksizm, programma hiçbir zaman, kapitalizmin gelişme yasalarına karşı onun küçük mülkünü koruma ve savunma gibi bir sorunu işlememiştir. Marx ve Engels tarafından daha önce ortaya konulan bu gerçeği, Lenin, Partinin tarım programına ilişkin açıklamalarında şöyle özetler:
“Öte yandan köylülük hakkında, günümüz toplumunda çiftçilerin ve küçük toprak sahiplerinin bir sınıfı olmaları bakımından onların çıkarlarını savunmayı hiçbir şekilde üstlenmiyoruz. Böyle bir şey yok. “İşçilerin kurtuluşu işçi sınıfının kendisinin bir hareketi olmalıdır” ve bu nedenle sosyal-demokrasi yalnızca proletaryanın çıkarlarını -doğrudan doğruya ve tümüyle- temsil eder ve yalnızca onun sınıf hareketi ile sağlam organik birlik için çalışır. Günümüzün toplumunda yer alan bütün öteki sınıflar, yürürlükteki toplumsal düzenin kurumlarının muhafazasından yanadırlar. Sosyal demokrasinin, ancak belli durumlarda ve somut ve kesin olarak belirlenmiş koşullarda bu sınıfların çıkarlarını üstlenmesinin nedeni budur, örneğin onun burjuvaziye karşı savaşımında, küçük köylüler de dahil olmak üzere küçük üreticiler sınıfı gerici bir sınıftır. Ve bu nedenle “küçük ölçekli çiftçiliği ve küçük mülkiyeli kapitalizmin saldırısından korumak suretiyle köylülüğü kurtarmaya çalışmak, toplumsal gelişmenin gereksiz yere geciktirilmesi olacaktır-, köylülüğü, kapitalizmde bile zengin olmanın olanaklı olduğu hayalleriyle aldatmak anlamına gelecektir-, emekçi sınıfları birbirinden ayırmak ve çoğunluğun zararına olmak üzere azınlık için ayrıcalıklı bir durum yaratmak anlamına gelecektir.” (Lenin, İşçi Sınıfı ve Köylülük, S. 13 M)
O halde köylülükle proletaryanın ittifakını olanaklı kılan nedir? Bu sorunun iki dönemli yanıtı vardır. Birinci olarak, feodalizm kalıntılarına karşı mücadelede, köylülüğün toprak ve özgürlük mücadelesi ilerici bir mücadeledir. Yani, meta üretimine dayalı küçük köylü mülkiyeti, kapalı ekonomi ilişkileri içindeki feodal üretim ilişkilerine göre ileriyi ve gelişmeyi ifade eder. Bu yüzden, Marx, Engels, Lenin ve Stalin, köylülüğün “burjuva demokratik devrimdeki rolü” konusuna önemle değinmişler, anti-feodal harekette köylülüğün rolünü küçümsemenin devrimi olanaksız kılacağım sık sık belirtmişlerdir. Meta ekonomisini ve kapitalizmi temsil eden mülk sahibi köylülüğün, (zengini ve yoksuluyla “bütün” köylülüğün) feodalizme karşı desteklenmesi feodalizme karşı mücadelede Marksist taktiğin özünü oluşturur.
“Bürokrata ve toprak beyine karşı verilen savaşım, bütün köylülerle birlikte, hatta hali-vakti yerinde köylülerle ve orta köylülerle birlikte yürütülebilir. Ve yürütülmektedir. Öte yandan, burjuvaziye karşı savaşım ancak kır proletaryası ile birlikte ve bundan dolayı da hali-vakti yerinde olan köylülere karşı tutarlı bir biçimde yürütülebilir.” (Lenin, age., S. 166)
Görüldüğü gibi artık zenginler ve yoksullar arasındaki irade birliği ortadan kalkmıştır. İşte bu noktada proletarya ile köylülük ittifakının yeni bir süreci başlamıştır ki bu da; proletaryanın, köylülüğün yoksul, yarı-proleter kesimleri ile birlikte; kentte ve kırda sermaye düzenine karşı ortak mücadelesi ve sosyalizmin inşası sürecindeki ittifaklarıdır.
Büyük sanayinin, iç ve dış ticaretin proletaryanın elinde toplanması, gelişen üretici güçler ve kent ile kırın emekçi kesimleri arasında kurulan sağlıklı ilişkiler sonucu, orta köylülük de bu sürece bağlı olarak sosyalizme yandaş hale getirilebilir. Bunun için orta köylülüğe karşı akılcı bir politika izlenmesi, devlet eliyle kurulacak örnek ortak kooperatif işletmeleri, kolektif çiftlikler aracılığıyla toplumda ortak mülkiyetin daha avantajlı ve verimli olduğunu göstermelidirler. Yani, ideolojik eğitinle de desteklenen bir şekilde, üretici güçlerin gelişmesi, insanın maddi ve manevi ihtiyaçlarının azamisiyle giderilmesi açısından, sosyalist kolektif üretim ilişkilerinin, bireysel üretimden daha üstün olduğu pratik olarak da ortaya konulmalıdır.
Engels, bütün bu anlattıklarımızı şu şekilde ifade ediyor:
“Küçük topraklar üzerinde çalışan köylülere, kapitalist üretimin üstünlüğü karşısında, onları bireysel mülk ve işletmelerin sahipleri olarak koruyacağımız vaadinde bulunamayız. Onlara sadece, onların mülkiyet ilişkilerine, onların isteğine karşı, kaba güç yardımıyla karışmayacağımızı vaat edebiliriz. Ayrıca, kapitalistler ile büyük toprak sahiplerinin küçük köylülere karşı savaşımının daha bu günden itibaren daha dürüst araçlarla yürütülmesi ve bugünkü dolaysız soygun ve dolandırıcılığın olanak ölçüsünde engellenebilmesi için, elimizden geleni de yapabiliriz. Bu, ancak bazı ayrıksın durumlarda başarılı olacaktır. Gelişmiş kapitalist üretim biçimi içinde, dürüstlüğün nerede bilip dolandırıcılığın nerede başlayacağını kimse bilemez. Ama kamu erkliğinin aldatılan ya da aldanan yanda olup olmadığına göre, işler her zaman birbirinden çok başka olacaktır. Ve biz kesinlikle küçük köylüden yana olacağız; yazgısını daha katlanabilir kılmak, eğer aklı yatmışsa kooperatife geçişini kolaylaştırmak ve hatta eğer aklı yatmamışsa, ona kendi küçücük toprak parçasının sahibi olarak düşünme zamanı bırakmak için, elden gelen her şeyi yapacağız.” (Engels, Almanya’da Burjuva Demokratik Devrim, Sol Yay. S. 426)
“Öyleyse partiye de, köylülere de, niyetimizin küçük toprak mülkiyetini sürekli bir biçimde korumak olduğu izlenimini uyandıran açıklamalarda bulunmaktan daha kötü bir hizmette bulunamayız… Tersine, partimizin ödevi, köylülere, kapitalizm iktidarda olduğu sürece, o mutsuz durumlarını durup dinlenmeden açıklamak; küçük mülkiyetlerini, küçük mülkiyet olarak korumasının kesinkes olanaksız olduğunu, büyük kapitalist üretimin, tıpkı bit demiryolunun bir el arabasını ezdiği gibi, onların o güçsüz ve günü geçmiş küçük işletmeleri üzerinden geçmesinin kaçınılmaz bulunduğunu onlara göstermektir. Eğer böyle davranırsak kaçınılmaz iktisadi gelişme yönünde davranmış olacağız ve bu gelişme, küçük köylülere, sözlerimizin doğruluğunu göstermiş olacak.” (Engels, age., S. 427)
Öyleyse orta köylüye karşı tavır sorununa şöyle yaklaşabiliriz: Saldırılanınızı esas olarak burjuvaziye yönelttiğimiz dönemde, orta köylüyü tarafsızlaştırma, sosyalizmin ekonomik inşası sürecinde ise iknaya dayalı bir şekilde orta köylüyü kazanma ve onunla kolektif mülkiyete yönlendirmeyi esas alan bir ittifak. Zengin köylülüğe karşı izlenecek yol ise, ihtiyacı ve kendine bakabileceği kadar bir toprak dışındaki mülkiyetini kamulaştırma, siyasal olarak yaratabileceği sorunlara karşı ise uyanık davranılarak, bunlar üzerinde diktatörlük uygulamaktır.
Demek ki, köylülüğe karşı tavır, feodalizme karşı köylülüğün “bütün kesimleri” ile ittifak iken, mücadelenin sivri ucu sermayeye karşı yöneldiğinde, yoksul ve sömürücü olmayan kesimleriyle; zengin ve sömürücü kesimlerine karşı ittifak olarak dönüşmektedir. Genel olarak köylüler karşısındaki Marksist-Leninist tutum budur.

AYDINLAR, MEMURLAR, ÜCRETLİ DİĞER EMEKÇİ KESİMLER İÇİN
Kapitalizmin gelişmesi, sürekli olarak kentsel nüfusun kırsal nüfusa oranla artmasına, bir yandan da kır ve köy yaşamında kapitalist ilişkilerin eskiye oranla gittikçe daha egemen bir hale gelmesine yol açmaktadır. Kapitalist egemenliğin ve ilişkilerin derinlemesine gelişip yaygınlaşması, gerek devletin, gerekse kapitalist şirketlerin ülke genelinde gitgide daha fazla yönetici, uzman, bürokrat ve hizmetli ihtiyacına yol açmaktadır. Kapitalist gelişmeye, memur sayısında görece bir artışın eşlik ettiği görülmektedir. Uzmanlara ve memurlara duyulan bu ihtiyaç, onları proletarya karşısında ayrıcalıklı bir konuma getirir. Ancak kapitalizm bununla yetinmez. Bir yönüyle, kafa emeği ile kol emeğini, devlet memuru ile işçiyi karşı karşıya getiren ve birincilere aynalık tanıyan burjuvazi, diğer yandan da, uzmanları sanatçıyı, bilim adamını, memuru, aydını “işçileştirir”, ücretli hizmetkârları durumuna sokar. Bunu iki türlü yapar. Bir yandan bütün üretim araçları ve üretim nesneleri üzerinde sermayesi ile sınırsız egemenliğini kurar, yalnızca fabrikalarda değil, okullar, bilim ve kültür kuruluşları, laboratuarlar, gazete ve matbaalar vb. zihinsel üretim alanının da üzerinde bir tekel oluşturur. İkinci olarak ise, buralarda ihtiyacının da üzerinde “okumuş hizmetkâr” yetiştirerek, hem bunlar arasından en işine yararlarını seçip kullanır, hem de tıpkı proletaryaya yaptığı gibi, sürekli bir “okumuş işsizler ordusu” ile onları kendilerine daha iyi ve daha ucuza hizmet etmeye zorlar. Öğretmen, sağlıkçı, maliye çalışanları, çeşitli devlet ve özel sektör hizmetlileri, bir yandan düşük ücretler ve geçim sıkıntıları ile diğer yandan ise gerici baskılar, sürgün ve kıyımlarla birlikte yaşam savaşı verirler. Aydınların büyük bir kesimi özgürce üretememe ve düşüncelerini açıkça ifade edememenin sıkıntısı ile bunalırlar. Bilim adamları, aç kalmamak için istedikleri alanlarda değil, “işveren”lerinin istedikleri alanda “bilimsel” çalışma yapmak, zorunda bırakılırlar. Sanat ve bilim, özgürleşme ve insanlığa hizmet alanından çıkar. Böylesi bir dünyada, aydınlar ve bilim adamları sanatçılar arasından birçok demokratik tepki ve muhalefet kapitalizme karşı yükselir. Ancak yine de küçük-burjuva yaşam tarzı ve kapitalizmin kırıntıları ile sağlanan ayrıcalıklar sonucu, aydın kesiminde düzenle bağlarını sürdürme, ondan tümüyle kopamama eğilimini de sürekli diri tutar. Memurlar içinde proletaryaya en yakın kesimleri öğretmenler (özellikle ilk ve ortaöğrenimdekiler), sağlıkçılar gibi kesimler oluşturur. Bunlar, mülkiyet ilişkileri ve yaşam standartları bakımından hemen bütün ülkelerde burjuvaziden çok proletaryaya yakındırlar. Sadece demokrasi mücadelesinde değil, proletaryanın sosyalizm mücadelesinde de saflarından kitlesel bir destek ve katılım yaratırlar. Aydın kesimin özel bir kesitini oluşturan öğrenci gençlik, kapitalizmin ufkunu karartması “diplomalı işsizler ordusu” yaratması ve gençliğe yalnızca karanlık bir gelecek ve çözümsüzlük vaat etmesiyle, muazzam bir “anti-kapitalist” potansiyeli bağrında taşır. Proletarya ve onun öncüsü olan komünistler bu muazzam potansiyeli devrim ve sosyalizm için özel bir örgütlenme içinde (Komünist gençlik örgütlenmesi) değerlendirir ve gençliğin enerjisini ve fedakârlığını saflarına emerler. Bu, sürekli diri ve savaşkan bir parti örgütü olmanın olmazsa olmaz koşuludur.
Memurların, yönetici ve bürokratların üst kesimleri, burjuvazi ve devlete daha yakın kesimleri oluştururlar. Bunlar, bulundukları iş alanlarında çoğu kez devletin (ve polisin) birer ajanı gibi de faaliyet gösterirler.

ULUSAL HAREKET İÇİN
Çokuluslu kapitalist devlet sınırlan içinde, gelişen ulusal hareket, devrimin ve proletarya hareketinin bir müttefiki olarak düşünülmelidir. Çünkü her iki hareket de kendisine hedef olarak kapitalist devleti dize getirmeyi almaktadır. Ulusların kaderlerini tayin hakkının tavizsiz savunucusu olan devrimci proletarya hareketi, diğer yandan ortak düşman olan kapitalist devlet karşı bütün proleterlerin tek bir proletarya partisinde, bütün ezilenlerin de birleşik bir cephe içinde omuz omuza savaşacakları örgütlülükleri yaratmaya çalışır. Devrimci proletarya hareketi ve komünistler, ulusların işgal, ilhak, soykırım ve asimilasyonlarla yok edilmek istendiği, buna karşın ulusal bir direniş ve ayaklanmanın başlatıldığı koşullarda ikiyüzlü burjuva aydınları gibi “ezen ulus milliyetçiliğine de ezilen ulus milliyetçiliğine de karşıyız” diyerek zorbalık ve katliamların alçakça gizlenmiş destekçileri olamazlar. Başka ulusları ezen ulusların özgür olamayacağı bilinci ile proletarya, ulusların kardeşçe birliğine giden yolun ulusların özgürce kendi geleceklerini belirleme hakkına sahip olmasından geçtiği ve ezen ulus burjuvazisine karşı anti-kapitalist ve anti-şovenist mücadeleyi yükselterek başarıya ulaşabileceğini, halkların gönüllü birliğine götüren başkaca bir yol olmadığını bilerek hareket eder. Ezilen ulusun ulusal kurtuluş mücadelesi içindeki burjuva etkinlik ve eğilimlere karşı mücadele etme, ulusal harekete sınıf önderliğini taşıma, ulusal kurtuluş mücadelesini sosyalizmin bir köprüsü haline getirme görevi ise ezilen ulusun proleterleri ve komünistlerinin tarihsel ödevidir.
***
Son olarak devrimci ittifak biçimleri üzerinde duralım. Her toplumsal sürecin kendine özgü nesnel koşulları, çoğu kez kendiliğinden ittifaklar ve eylem birliklerini yaratmaktadır. Devrimci ittifaklar denildiğinde ilk akla gelmesi gereken, işte bu nesnel koşullar üzerinde yükselen sınıfların ve onları temsil eden siyasal birlikler ve partilerin ittifaklarıdır.
Burada gözden kaçırılmaması gereken şudur: İttifak sorununda esas alınması gereken, ortak sınıf düşmanlarına karşı, devrimden çıkarı olan sınıfların mevzilendirilmesidir. Sınıflar adına hareket ettiklerini söyleyen parti ya da grupların ittifakı ise, ancak bu gruplar gerçekten temsil ettiklerini iddia ettikleri sınıflarla asgari düzeyde de olsa bir bağ kurabilmiş olmaları ve sınıflar mücadelesinde belli bir yer işgal ediyor olabilmeleri koşullarında bir anlam ifade eder. Ayrıca sınıfların ittifakı her zaman partilerin ittifakını zorunlu kılmadığı gibi, çoğu kez her sınıfın doğrudan kendisini temsil eden partileri ile ittifak cephesinde yer almadığı da bilinen bir şeydir.
“Sınıfların “ittifakı” hiçbir zaman, ne suda bu güçlü partinin var olduğunu varsayar, ne de genellikle herhangi bir particiliği tanır. Bu, sınıf konusunun partiler konusuyla karıştırılması gibi bir şeydir. Söz konusu olan, sınıfların “ittifakı” asla ne var olan burjuva partilerinden birinin köylülüğe hâkim olması, ne de köylülüğün bağımsız, güçlü bir parti oluşturması demektir. Teorik olarak bu durum apaçıktır, çünkü birincisi, köylülük her hangi bir parti örgütlemeye özellikle az yatkındır, ikincisi ise, köylü partilerinin oluşturulması burjuva devrimleri içinde son derece güç ve uzun bir süreçtir, öyle ki, “güçlü ve bağımsız” bir parti, olsa olsa ancak devrim bitmek üzereyken doğabilir.” (Lenin, Yar Yay: Leninizm’in Düşmanı Troçkizm Derlemesi, 1976, S. 47)
Köylülüğün güçlü ve kitlesel bir örgütlenme ile işçi sınıfı ile uzun süreli ittifakının örneği olarak
Bulgaristan Çiftçi Birliği ile Komünist Partisinin ittifakı gösterilebilir. Arnavutluk devriminde ise proletarya dışında hiçbir sınıf devrime kendi sınıf partileri ile katılmamış, Arnavutluk köylülüğü, şehir küçük burjuvazisi ve ulusal burjuvazi Arnavutluk Komünist Partisi önderliğinde ve ulusal kurtuluş cephesi içinde birleşerek işgalcilere ve yerli gericiliğe karşı savaşmışlardır. Her ülkenin tarihsel ve sosyal-sınıfsal evrimi, o ülkenin sınıfsal ve siyasal çözümlerini içinde barındırmaktadır. Her ülke devrimi kendi özgül yolundan zafere ulaşacaktır. Komünistlerin taktiklerini belirleyen de bu yüzden hazır devrim reçeteleri değil, nesnel sürecin somut siyasal tahlilleridir.
Devrimde hegemonya sorununa da değinerek yazımızı noktalayalım.
Hegemonya sorunu, sınıfların tarihsel rolleri yetenekleri ve örgütlülük düzeylerine bağlı olmakla birlikte, her zaman pratik düzlemde birebir eşleme ile karşılaşmıyoruz. Yani, proletarya ve partisinin, bütün tarihsel misyonuna ve çağa damgasını vuracak olan sınıf olma özelliğine rağmen, belirli tarihsel koşullarda ve birçok nesnel ve öznel neden ile önderlik görevini yeterince yapamadığı gözlenebilir. Birçok kez gözlenmiştir de. Kimse ben öncüyüm dediği için öncü olmaz ve salt bunu söylediği için kimse onun peşine takılmaz. Devrimde hegemonya sorunu da aynen bunun gibi, haklılık ve teorik doğruluk sorunu değil, pratiğin sorunudur.
Lenin’le bitirelim:
“Hegemonya fikrini bir gerçek haline getiren şey, bütün tutarsız (burjuva) demokratların tutarlı tek demokrat (proleter)larca desteklenmesidir. Hegemonyayı bir uzlaşma, karşılıklı anlaşma ve kelimelere dökülmüş bir mesele olarak gören tek grup küçük-burjuva madrabazlarıdır. Proleter görüş açısından bir savaşta hegemonya en enerjik çarpışana, düşmana darbe indirme fırsatını hiç kaçırmayana, söz ile eylemi birbirini tutana, yani demokratik güçlerin lideri olana, yarım kalmış her siyaseti eleştirene geçer.” (Lenin, Proletaryanın Demokrasi Mücadelesi, S. 15)

Mart 1993

Almanya’da faşizmin yükselişi yabancılara bağlanabilir mi?

Aşağıdaki yazı, Almanya’da yaşayan bir okuyucumuz tarafından yazıldı. Okuyucumuz A. GÜNDÜZ, yazısıyla, faşizm sorunu ile “yabancılar” arasında kurulan ilişkiyi ele alıyor. Diğer okuyucularımızdan da bu türden katkılar beklediğimizi hatırlatmak isliyoruz.

Faşist hareketin Almanya’daki yasal örgütlülüğü, çok öncelere uzanmasına rağmen, bu örgütlerin son bir yıl içinde yoğunlaşan periyodik saldırıları (son 9 ay içinde 16 kişi faşist saldırılar sonucu yaşamlarını yitirmişlerdir.) kamuoyunu “umulmadık” bir tedirginliğe sürükleyip endişelendirirken, sürüp giden tartışmalarla birlikte, “yabancılara” saldırılar da aralıksız devam etmektedir. İlk dönemlerde saldırılar karşısında duyarsız davranan kamuoyu, saldırıların dünya ölçeğinde yankılar yaratması sonucu, kendisini toparlayıp sokaklara dökülerek ırkçılığa, Nazi örgütlerinin saldırılarına karşı “yabancılar”la dostluğunu dile getirdi.
Sistematik bir biçimde yoğunlaşan saldırılar karşısında Alman devletinin (polisiyle, yasalarıyla, vs.) takınmış olduğu tavır, hükümetin kamuoyu karşısında gülünç duruma düşmesinin ötesinde, Bonn partilerinin “ciddiyetini” gündeme getirdi. Daha düne kadar bu faşist örgütlerin ve partilerin program, tüzük, propaganda ve faaliyetlerinin anayasa ve demokrasi çerçevesi içinde olduğunu belirten yetkililer, bugün birden bire bu partileri “programlan birazcık milliyetçiliğe kaçıyor” gibi gerekçelerle yasaklamaya yöneldiler. Dünya kamuoyunun, Almanya’daki gelişmelere kuşkulu bakmaları, buna paralel olarak ülke içinde gelişen huzursuzluk, Bonn yetkililerini alelacele üç beş Nazi’yi yakalamaya zorlarken, diğer yandan bir faşistin ceketi üzerine dikilmiş, faşist içerikli bir pulu yırttığı gerekçesiyle, bir anti-faşistin 8 aydan beri tutukluğu sürmektedir.
Faşist örgütlenmelerin ortaya ilk çıkış dönemlerinde, Alman anayasası gereği, eyalet mahkemelerine yapılan yasaklama başvuruları, “Bu örgütlenmelerin Nasyonal sosyalizmle bir bağlantısının bulunmadığı ve tehlikeli örgütler olmadığı” gerekçesiyle, “geri çevrildi. Bu örgütlerin politikalarını, pratik saldırılara dönüştürmeleri karşısında “Bu saldırılan kendini bilmez, çalışmak istemeyen, aile terbiyesinden uzak kalmış üç beş serseri düzenlemektedir” şeklindeki propaganda ile kamuoyu, gelişmelerin ciddiyeti karşısında aldatılmaya çalışıldı. Son gelişmeler karşısında oyalama politikalarının iflas etmesi sonucu “Bu saldırıları şiddetle kınıyoruz; yabancılar bizim dostlarımızdır. Ama ilticacılar yasası değişmeden, sorunlara çözüm bulunamaz”‘ diyen Bonn yetkilileri, bu politikalarıyla, Nazi faşistlerinin gece sokaklarda uyguladıkları politikanın, gündüz parlamentoda devamını sağladılar. Anayasanın 16. maddesinin, (ilticacılık hakkı) değişiklik önergesinin hükümet ve muhalefet partilerinde kabul edilmesinden sonra, bir basın açıklaması yapan Alman faşistlerinin en ünlü simalarından Christian Vorch’in; Nazi örgütlerine, “Saldırıları durdurun, politik olarak istenilen hedeflere varılmıştır. Bundan sonra yapılacak saldırılar bugüne kadar ağlanan kazancı, rizikoya sokabilir…”çağrısında bulunması, (anayasasının 16. maddesinin değişiklik önergesinin kabulünden sonra, saldırılar göreceli olarak azalmış; devam eden saldırılar ise, günlük basının haberleri arasından çıkarılmıştır.) gece evlere yapılan molotof kokteylli saldırılarla, gündüz parlamentoda alınan kararları yazan “kalemler” arasındaki paralelliği bütünüyle ele veriyor. Bu paralellik, Brecht’in şu cümleleriyle ifade edilebilir:
“İnsan bir parça et ister, gaddar kasap gidip bir dana keser.” İlk etapta “danayı kesen” kasap gaddar olarak gözükse de, esas gaddar, “et isteyen Bonn müşteriler”dir.
Alman devleti ve onun Bonn sözcülerinin bir yanda Nazi örgüt ve partilerin gelişmelerine göz kapayarak destek verirken, diğer yanda, saldırıları protesto etmek amacıyla sokaklara dökülen yüz binlere (bu tür eylemlerin niteliği, içeriği ve yöneltilmek istenen hedef ayrı bir yazının konusudur) çağrı yaparak “saldırıları kınamaları” bir çelişki gibi görülebilir; doğrudur da. Ancak bu çelişki, kapitalizmin doğasıyla çelişmez.
Alman burjuvazisinin bugünkü tutumu, Hitler faşizmi dönemindeki tutumundan farklılıklar göstermektedir. O dönemde, her alanda NSDAP (Nasyonal-Sosyalist) ile ortak kararlar alan, görüşmeler yapan endüstri temsilcileri, bugün “yabancılar”^ yapılan saldırıları “kınayarak” farklı bir tutum içindedirler. Fakat olaylar kapitalist yasalar çerçevesinde, diyalektik bir perspektifle analiz edildiğinde, burjuvazinin faşizme her dönem ihtiyaç duymadığı görülecektir. Bu, aynı zamanda kapitalist emperyalist sistemin içinde bulunduğu ekonomik ve siyasi duruma bağlı olarak devletin alacağı biçim hakkında da fikir verecektir.

ALMAN ENDÜSTRİSİ VE UCUZ İŞ GÜCÜ OLARAK “YABANCILAR”
Kapitalist inşa sürecinin her aşamasında, Alman ekonomisinin “yabancı” işgücüne ihtiyacı olmuştur. Alman ekonomisinde yabancı işgücü tarihi, kapitalizmin serbest rekabetçi dönemine kadar uzanır. Daha 1870’lerden önce İngiltere’den makine teknisyenleri, İtalya’dan inşaat işçileri Polonya’dan tarım işçileri getirilerek çalıştırılmışlardır.
Yıllar     Getirilen “yabancı” sayısı
1871      207.000
1890      453.000
1900       779.000
1905       1.029.000
1910       1.260.000

1914 yılına gelindiğinde, sadece Ruhr bölgesinde 400.000 Polonyalı işçi madenlerde çalışıyordu. Sadece, Kral Wilhem Kanalı ve Teltow-Kanalı inşaatlarında çalışanların % 60’ını “yabancı” işçiler oluşturuyordu.
Almanya’da çalıştırılan “yabancı iş gücü”sadece başka ülkelerden getirtilen işçilerden oluşmuyordu. Milyonlarca savaş tutsağı zorla üretime sokulmuştu. Örneğin;1914-1918 arası, Almanya’da tutulan 2.520.983 savaş esiri çalıştırılmıştır. ‘Yabancı” işçiler, Almanya’da işsizlik sayısının 6 milyonu aştığı dönemlerde de var olmuştur. Bunun nedenini şu başlıklar altında toplayabiliriz:
1. “Yabancılar” en zor ve en kötü işlerde düşük ücretle çalıştırılabilmesi;
2. Bu ülkelerde gelişecek olan “yerli” işçilerin grev vb. hareketini yabancı işçilerin varlığı ile tehdit ederek, susturmaya çalışılması.
3.”‘Yabancı” işçileri, özellikle ekonomik krizin yaşandığı dönemlerde, işten atmanın, “yerli” işçilere göre daha kolay olması.
“Yabancı” işçilerin çalıştırılmasını değerlendiren, Prusya İş İdare Heyeti’nin 1910 yılında Bremen’de toplanan “Alman İş ve İşçi Bulma Kurumu’nun 4. Kongresinde tutanaklara geçirilen şu cümleler, “yabancı” işgücü getirilmesinin, “yabancılara” saldırıyla çelişmediğini açıklamaya yetiyor;
“Alman sanayisinin özellikle gelişim döneminde, yabancı işçileri getirebilme imkanı, iç ve dış pazarı memnun edebilme açısından önemlidir. Bu durum aynı zamanda ekonomideki düşüş döneminde işsizliği hafifletmek için, yabancıların geri gönderilmesi, yerli işçilere iş sahası yaratabilme güvenliğinin olması açısından da önemlidir.”
Daha 1910 yılında, bu tespiti yapan Alman ekonomisinin sözcüleri, 1914’lere doğru baş gösteren ve derinleşen bunalımın sorumlusu olarak o dönem Almanya’da çalıştırılan İtalyalı işçileri göstererek milliyetçiliği örgütlemeye yönelmişlerdir.
Bütün bu olgular göz önünde tutulduğundu, bugünkü gelişmelerin, özü itibarıyla değişmediği görülür.
Bugün Almanya’da var olan ve her gün giderek büyüyen işsizler ordusuna rağmen, Alman ekonomisi “yabanclar”ı bütünüyle yurtdışı etme politikası uygulamıyor ve uygulayamaz. Çünkü olay sadece kâr sağlama olayı olmaktan çıkmış; Almanya’da gelişebilecek işçi hareketini çeşitli yol, yöntem ve ayak oyunları ile durdurarak, sosyalizmi mümkün olduğu kadarıyla “çıkmaz ayın son çarşambasına” atarak; dünya emperyalist sisteminin ömrünü uzatma ülküsü ile de bütünleşmiştir. Eğer olay kapitalizmin tekelci aşamasında sadece sermaye ihracı ile sınırlı ele alınırsa, Alman emperyalizminin, buraya “yabancı” işgücü getirmesi, yeterli düzeyde anlaşılamayacağı gibi, tekelci kapitalizmin aşırı kâr politikasıyla çeliş bir görünüm de alabilir. Çünkü bugün Alman emperyalizmi, işin boyutunu sadece azami kâr düzeyinde ele almış olsa, ‘yabancı” işçileri getirtmeden, geldikleri ülkelere sermaye yatırım yoluyla bu işçileri “kendi” ülkelerinde çalıştırarak, daha fazla kâr sağlayabilir. Ama tekelci burjuvazi, “ülkesinde” sosyalizme karşı barikatı güçlendirerek devrimci bir yükselişe meydan vermemek için bu yola başvuruyor. Devrimin sadece istek ve niyetlerle gerçekleşmediği, devrimin gerçekleşmesi için devrimci bir durumun gerektiği göz önünde bulundurulduğunda, kapitalist-emperyalist ülke halklarının geri kalmış, sömürge ve yarı-sömürge ülkelerin halklarından, çok daha yüksek bir yaşam seviyesine sahip olmasının, sadece bu ülkelerin “zenginlikleriyle” ifade edilemeyeceği görülecektir.
“Yabancı” işçilerin, büyüyen işsizler ordusuna rağmen yurtdışı edilmemeleri bir çok etkenle bağlantılıdır. Örneğin, -resmi rakamlara göre- buradaki yabancıların Alman ekonomisine yıllık katkıları 60 milyar DM iken, işsizlik parası, sosyal yardım, hastane masrafları çocuk parası vs. olarak aldıkları ise; (daha doğrusu yıllık masrafları) 15 milyar DM civarındadır. (Bu rakamlar, 1992 senesi için açıklanan rakamlardır.) 1993 devlet bütçesinin 43 milyar DM civarında olduğundan hareket edersek, Alman sermayesine 45 milyar DM’lik katkıyla “yabancıların”, 1993 bütçesini kapattıkları gibi, 1994 bütçesi için 2 milyar DM’yi, şimdiden ödedikleri görülmektedir.
Başka önemli bir etken ise; Almanya’daki nüfus sorunuyla ilintilidir. (Konuyu dağıtmamak için sadece değinip geçeceğiz.)
Alman endüstrisi (II. paylaşım ve sosyalizme saldırı savaşında) savaşta propagandası yapıldığı gibi büyük hasar almamıştır. 1944 yılı (savaşın sonuna doğru) yazında Alman silahlanma endüstrisi en yüksek üretimi sağlamış, 1945 yılının ilk 4 ayındaki üretim; 1941 yılındaki bütün üretimi ikiye katlamıştır. 1944 yılındaki silah endüstrisi üretimi, bütün makinelerin sadece % 6,5 civarında tahrip edildiğini göstermektedir.
Endüstrinin bu derecede ayakta kalmış olmasına karşılık, insan gücündeki zayiat, büyük bir iş gücü ihtiyacını doğurmuştur.
Alman endüstrisi, bu ihtiyacı savaştan sonra altı aşamayla gidermeye çalışmıştır. Bunların en önemlileri 1945-1955 ile 1955-1961 yılları arasındaki dönemlerdir. Eğer Almanya bu dönemde iş gücüne olan ihtiyacı “yabancı” iş gücüyle karşılamamış “olsaydı, ne Almanya’da yüksek öğrenim görenlerin sayısı bu günkü düzeyde olabilirdi, ne de (en önemlisi) Alman emperyalizmi tekrar ordu ve polis teşkilatını bu düzeyde örgütleyebilirdi.
Sadece ana hatlarıyla ele aldığımız verilerden anlaşılacağı gibi, “yabancı” (ucuz) işgücü, kapitalizmin her evresinde Alman endüstrisinde önemli bir yer tutmuştur. Fakat ucuz iş gücü olarak “yabancılar”ın var olduğu her dönemde, faşizm denen bir olgu var olmamıştır. Bu bakımdan faşist örgütlenmeler ve faşizm olgusu “yabancılara varlığına bağlanamaz.
Almanya’da güçlenen faşist örgütlenmeler, “yabancılar”ın varlığından kaynaklanıyorsa “yabancılar”ın gelmiş oldukları ülkelere geri dönmeleri veya gönderilmeleri durumunda, faşist örgüt ve partilerin -sorunu, beyinlerde taşman ideolojiden bağımsız, sadece yasal örgütlenme sorunu olarak ele almanın yanlışlığı ve sahteliği bir yana- kendi örgütsel varlıklarına son vermeleri gerekmez mi?
Bir ülkede faşist örgütlenmelerin ortaya çıkışı, gelişip güçlenmeleri, bu ideolojinin gerek aşağıdan yukarıya kitle tabanı kazanarak, gerekse yukarıdan darbe vb. biçimde iktidara hükmetmesiyle, devletin faşist bir karakter alması, o ülkede “yabancılar” veya mültecilerin var almasına bağlı tutulursa, “yabancıları” veya mültecileri olmayan ülkelerde faşizmin iktidarda olmasına ne demeli?
Şu söylenebilir ki, faşistler, kitle tabanı yaratmak için yığınların su yüzüne çıkmış hoşnutsuzluklarını, kendi amaçlarını gerçekleştirecek tarzda, yanlış yerlere yönlendirmeye, hoşnutsuzluğun nedenini bir zaman yabancılara, bir zaman Yahudilere, başka uluslara ve her zaman komünistlere bağlamaya çalışırlar. Dimitrov’un, faşizmi “en gerici, en şoven ve en emperyalist” bir devlet biçimi olarak tanımlaması boşuna değildir.
Faşizmi ve onun kaynağını o ülkede bulunan yabancıların varlığına bağlı kılanlar Brecht’in belirttiği gibi ya “Faşizmin sınıf kavgasını ırk kavgasına dönüştürme yöntemini hiç kavramamışlar.” ya da gelişmeleri ırk ayrılığından kaynaklanıyormuş gibi göstererek, faşizmin sınıf karakterini ve esas kaynağı olan finans kapitali gizlemeye çalışıyorlar. Alman burjuvazisinin ve onun Bonn görevlilerinin -Cumhuriyetçilerinden CDU-CSU, FDP, SPD, Yeşiller ve PDS’ne kadar- yapmak istedikleri “kavramama” değil; hedef şaşırtma çabalarıdır.
Biz, Almanya’da yaşayan Türkiyeli işçi ve emekçiler olarak, bu saldırganlıkta Alman sınıf kardeşlerimizin hiç bir çıkarı olmadığını biliyor ve sermaye egemenliğine ve faşizm tehlikesine karşı birlikte mücadele etmek için bütün enerjimizi ortaya koyuyoruz.
Yazımı, Dimitrov’un faşizm üzerine söylediği son derece açıklayıcı sözlerle bitirmek istiyorum.
“Çok iyi bilinmelidir ki faşizm, yerel ya da geçici bir olay değildir. Faşizm emperyalizm ve sosyal devrim döneminde kapitalist burjuvazi ve diktatörlüğünün sınıf hâkimiyeti sistemidir. Burjuvazi emperyalist savaştan, Rus Devrimi’nden (…) sonra eski parlamenter demokrasi yöntemleri ile halk kitlelerini sınıf egemenliği altında tutamayacak ve kapitalist istikrar ve rasyonalizasyon görevlerini yerine getiremeyecektir.”
“Burjuva demokrasinin bağrında yetişen faşizmi, kapitalistler, kapitalizmin çökmekten kurtarılmasını sağlayacak bir araç olarak görmektedirler.” Bu nedenle “Burjuvazinin tek çıkar yolu kitleleri faşizm ile zapt etmektir.”
“Burjuvazinin bir takım tarihsel, ekonomik ve politik sebeplerle elinde olmadan faşizme sürüklenmesi gerçeği”, “bütün burjuva devletlerini eninde sonunda ya bir hükümet darbesi ile ya da barışçı bir yolla, ya gaddarca ya da tatlı sert bir biçimde faşizme” geçmeye zorlar; “geçiş yöntemleri önemli değildir ve belirli bir ülkenin özel şartlarına, sosyal yapısına, politik güçler ve sınıflar arasındaki dengeye bağlıdır.”
“Burjuvazi egemenliğini korumayı, kitlelerin devrimci çıkısını bastırmayı, kapitalist istikrara ve rasyonelliğe ulaşmayı ancak halk kitlelerinin zararına olacak bir faşist diktatörlükle başarabilir.” Bu anlamda “Faşizm burjuvazinin sınıf egemenliğinin son aşamasıdır.”
“Faşizmin püskürtülmesi imkânı, mücadele eden proletaryanın gücüne bağlıdır. Ki, bu güçler ” bugün Almanya ve Avrupa ülkelerinde “genellikle sosyal-demokrasinin parçalayıcı etkileri sonucunda felç edilmektedir.”

KAYNAKLAR
1. Dimitrov, Georgi; Faşizme Karşı Birleşik Cephe, May yayınları
2. III. Enternasyonal 1919-1943 Belgeler, Belge yayınlan
3. Brecht, Bertolt; Faşizm Üzerine Yazılar, Ortam yayınları
4. Herbert, Ulrich; Geschichte der Auslöncler beschöftığung in Deutschland 1880 Sis 1980, Verlag: J.H.M Dietz Nanht.
5. Thaelmann, Ernst; Konuşma ve Makaleler (Almanca) 1930-1933 U. Verlag: Role Fahne (Kızıl bayrak yayınları)

Mart 1993

Fransa’da Sınıf Savaşımları

Sosyalizm mücadelesine, Doğu Bloğu’nun çökmesinden sonra giderek güçlenen ve bazı “sosyalistler” arasında da yankı bulan bir burjuva saldırı var:
“Sosyalizm insanlık için uygun bir toplumsal sistem değildir. Bunun böyle olduğu, sosyalist sistemin çökmesiyle kanıtlanmıştır.”
Böyle bir yaklaşımın teorik arka planı, ifadesini tarih anlayışında buluyor. Bu anlayışa göre tarih, doğrusal olarak işleyen, geri dönüşlere asla olanak tanımayan ve toplumun organik yapısından bağımsız bir olgudur. Bu yaklaşım, sadece burjuva bir iddia olarak kalsaydı eğer, sorun olarak değerlendirilmezdi bile; ancak, pek çok “sosyalist’le farklı biçimlerde hayat bulup Marksizm’i “aşma”nın bir argümanı yapıldı mıydı durum değişiyor. Ve böyle bir durumda, dönüp Fransa’da Sınıf Savaşımları’nı okumak, gereklilik oluyor.
Eser, Karl Marx tarafından 1850 yılında yazılmıştı. 1848-1850 yılları arasında Fransa’da yaşanan sınıfsal mücadeleleri derleyip toparlayan eser, diyalektik-materyalist metodun, tarihsel bir dönemin incelenmesinde ilk defa kullanılması ve daha önce Komünist Partisi Manifestosu’nda teorik olarak yapılmış saptamaların, somut örnekleriyle ilk kez burada buluşmuş olması açısından son derece önemlidir.
1848-1849 yılları, bütün Avrupa’da devrimci çalkantıların ve ihtilalleri yaşandığı bir dönemdi. Esas köklerini henüz hüküm sürmekte olan mutlak monarşilerle gelişmekte olan kapitalizm arasındaki çelişmelerden alan bu ihtilaller, içerdikleri sınıflar ve ihtilalin gelişim özellikleri bağlamında, bir ülkeden diğerine özgünlükler de göstermekteydi. Ancak 1848 ihtilallerini klasik burjuva ihtilallerinden ayıran temel özellik, yeni bir sınıfın, proletaryanın, kendi sınıf talepleriyle siyaset sahnesinde belirmiş olmasıydı. Ekonomik olarak ise durum şöyleydi:
Kapitalizm, bütün Avrupa’da henüz gelişme halindeydi. İngiltere dışta tutulacak olursa, Avrupa’nın hiçbir ülkesinde bir sanayi burjuvazisi ve proletaryasından söz edilemezdi. Mutlak monarşi, pek çok ülkede ya fiilen iktidarda olarak ya da ayrıcalıklı mali aristokrasi sayesinde hâlâ hüküm sürmekteydi. Başta Fransa olmak üzere birçok ülkede, ülkenin kamu zenginliği, borsanın sömürüsü altındaydı ve bunun ekonomik sonuçları ise, proletarya, köylülük ve küçük-burjuvazinin omuzlarındaydı.
1848 ihtilalleri, işte bu koşullarda oluyor; çok kısa periyotlarla statüko bozuluyor; yenilmiş bir sınıf, kısa bir süre sonra en güçlü sınıf konumuna gelebiliyordu. Bu temelde gelişen sınıf mücadelelerinin en çarpıcı örnekleri ise Fransa’da yaşanıyordu. Marx’in Fransa’ya verdiği önem de bundan kaynaklanıyordu.
Bu yoğun mücadele ve ihtilaller, Marx ve Engels’i kapsamak üzere, birçok sosyalistte proleter bir devrim beklentisi yaratmıştı. Oysa böylesi bir devrim, gerek proletarya gerekse burjuvazinin gelişmişlik düzeyi göz önüne alındığında henüz olanaklı değildi. Avrupa’da devrim döneminin kesintiye uğradığı bir dönemde, 1850’de yazılan bu eserin en önemli tarihsel sonuçlarından birisi, bu türden yanılgılara son vermesiydi. Proleter bir devrimin, en azından, bir sanayi proletaryası ile sanayi burjuvazisinin yaratılmış olmasını ve bunların siyaset sahnesinde karşı karşıya çıkmış olmalarını gereksindiği, bu eserle birlikte artık biliniyor olacaktı.
1848’e kadar Marx ve Engels için birinci öneme sahip olan şey, Marksist felsefenin oluşmasıydı. 1848-1849 yılları ise, Marksizm’in siyasal düşüncesinin, strateji ve taktiklerinin olgunlaştığı dönemdir. Aslında komünist taktiklerin genel ilkeleri, 1847-1848 yıllarında Marx ve Engels’in birlikte yazdıkları Komünist Partisi Manifestosu’nda formüle edilmişti. Ancak sorun, gelinen aşamada, bu ilkelerin somut olarak formüle edilmesiydi. 1848-1849 yılları, bu bağlamda Marksizm için doğal sınav olanağı oldu; ve Marx, “bütün tarihin sınıf çatışmalarından ibaret olduğu” biçiminde özetlenebilen diyalektik bakış açısını, ilk kez bu eserde somut bir olayın analizi için kullandı. Fransa’da Sınıf Savaşımları, bu bağlamda Marksist diyalektiğin hem bir ürünü hem de onun gelişmesinin bir unsuru olmuştur.
Engels kitabın önsözünde toplumsal olayları incelemekte kullanılabilecek tek bilimsel yöntemin, diyalektik yöntem olduğunu belirtiyor ve kavramın içeriğini, “bütün tarihin, sınıf çatışmalarından ibaret olduğu ‘biçiminde dolduruyor. Tarihi, sınıf mücadeleleri temelinde incelemek, ilk kez bu eserle gerçekleşmiştir ve bu eserle birlikte, tarihsel ve toplumsal süreçleri sınıf mücadelesinin dışında değerlendiren bir yaklaşım, bilimsel olma iddiasını baştan yitirmiştir. Bu bilgilerden sonra artık Marksist (ya da bilimsel) yöntemle, sınıf çatışmalarından arındırılmış bir yöntemin bir arada yaşama şansı kalmamıştır; birinin bulunduğu yerde diğerinin adı geçemez.
Toplumsal devinimin olağanüstü yoğunlaştığı ve tarihin muazzam hızlandığı 1848-1850 Fransa’sı, içerdiği zengin sınıf mücadeleleri açısından Marksizm için adeta doğal bir laboratuar işlevi görür.
Şubat 1848’de büyük burjuvazi, başta proletarya olmak üzere köylülük ve küçük burjuvazinin desteğini alarak Şubat Devrimi’ni gerçekleştirir ve Louis-Philippe krallığını yıkarak “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik!” temelinde cumhuriyeti kurar (!). Ancak çok değil, dört aylık bir süreçte, Şubat müttefiklerine özgürlüğün, eşitliğin ve kardeşliğin ne anlama geldiğini gösterir: Köylüler vergi sisteminde yapılan bir değişiklikle sefalete sürülür; küçük-burjuvazi tekellere yem yapılır; proletarya ise Haziran’da sokakta katledilir.
Şubat Devrimi’nden sonra zaferin sarhoşluğuna kapılan ve cumhuriyetten kurtuluş uman, ak ile karayı ancak Haziran yenilgisinden sonra ayırt edebilen proletaryaya Karl Marx sitem ediyor ve 1848 koşullarının proletaryanın kurtuluşu için neden yetersiz olduğunu açıklıyor: Fransa’da ne sanayi burjuvazisi iktidardadır, ne de sanayi proletaryası ve onun kurtuluşunu sağlayacak modern üretim araçları yaratılmıştır. Proletarya Paris’te az-çok bir güce sahipse de diğer bölgelerde yok denecek kadar azdır; ülke çapında bir proleter sınıfından ve onun birliğinden söz etmek olanaksızdır. Köylülük ve küçük-burjuvazinin talepleri henüz mali aristokrasiye karşı verilen savaşımın içinde gizlidir ve proletaryanın çıkarları henüz bütün toplumun çıkarları değildir. Bu koşullarda proletaryanın kurtuluşu olanaksızdır ve yaşanan süreç mantıklıdır.
Marx açısından Haziran yenilgisinin olumlu bir sonucu da vardır: Haziran’dan önce proletarya için kurtuluş, devlet biçiminin yıkılmasıydı; oysa kurtuluş artık burjuva sınıfın yıkılması ve proletarya diktatörlüğünün kurulması anlamına geliyordu.
Burjuvazi proletaryayı büyük bir yenilgiye uğratmış olsa da iktidara bir türlü hâkim olamıyor ve mali aristokrasi giderek güçleniyordu. 10 Aralık 1848’de yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerini, büyük bir farkla Napoleon kazandı. Köylüler için “vergilerin kalkması” anlamına gelen Napoleon’un cumhurbaşkanı seçilmesini Marx, “köylülerin hükümet darbesi” olarak tanımlıyor ve ekliyor: “Cumhuriyet bu sınıfa kendini icra memuru ile haber vermişti; o, cumhuriyete kendini bir imparatorla bildirdi.”
Napoleon’un cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra cumhuriyetçi küçük-burjuvazi ile düzen partisi arasında sürekli, ancak sönük bir mücadele başlıyor ve 13 Haziran’da ‘Yasasın Anayasa!’ sloganı ile sokağa dökülen 30.000 kişinin çil yavrusu gibi dağıtılmasından sonra tükeniyor. Karl Mare, 13 Haziran 1849’u, Haziran 1848’in komedisi olarak tanımlıyor ve ekliyor: “23 Haziran 1848, devrimci proletaryanın başkaldırısı olduysa, 13 Haziran 1849 da demokrat küçük-burjuvazinin başkaldırısı oldu; bu iki başkaldırının her biri, onu yaratan sınıfın salt, katıksız ve klasik bir ifadesiydi.”
Demokrat küçük-burjuvazinin düzen partisine karşı mücadelesini anlattığı sayfalarda Kari Marx, doktriner sosyalizmin bir eleştirisine onu proleter sosyalizmden ayıran farklılıklara yer veriyor ve gerçek kurtuluşun neden proleter sosyalizmde olduğunu anlatıyor.
Hatırlanacağı gibi Napoleon başta köylüler olmak üzere proletarya ve küçük-burjuvazinin ortak taleplerinin bir ifadesiydi. Öyle ki, bu son iki sınıf, seçimlerde kendi adaylarını değil, Napoleon’u desteklemişlerdi ve onlar için Napoleon, diğer anlamlarının yanı sıra “vergiden kurtulmak” demekti. Ancak durum hiç de “öyle olmadı. Napoleon, defalarca konulup kaldırılmış olan içki vergisini yeniden yürürlüğe koydu. İçki vergisi Fransız Köylüsü için hayati bir önem arz etmekteydi ve bu kez mülkiyetin, ailenin, düzenin ve dinin yanında beşinci tanrısallık olarak tanımlanmış ve bu gerekçeyle konmuştu. Karl Marx bu durumu alaylı bir üslupla anlatıyor:
“Köylü şeytanı hayal ettiği zaman, onu, icra memuru kılığında düşünür. Eh, Montalembert, vergiyi bir tanrı yapar yapmaz, köylü de dinsiz ve tanrıtanımaz oldu ve şeytanın yani sosyalizmin kollarına atıldı. “
Gerçekten de gerek köylülüğün gerekse küçük-burjuvazinin talepleri giderek proletaryanın talepleriyle birleşiyordu. Ancak Avrupa’da 1848’den itibaren ticaret ve sanayide bir iyileşme dönemi başlamıştı ve bunun etkileri Fransa’ya da ulaşmıştı. Fransa, devrimci bir durumun, yöneten sınıf için koşullarım ortadan kaldırıyordu ve muhalefetteki sınıf ve katmanların ekonomik ve siyasal talepleri, devrimci birer etken olma potansiyellerini giderek yitiriyorlardı. Düzen partisinin yapması gereken tek şey, statükoyu korumaktı. Aralık 1848’de Napoleone cumhurbaşkanlığına getiren koşullar, bu kez ona krallığın yollarını açıyordu. Genel oy sisteminin kaldırılması, bunun somut ilk adımıydı. Devrimci yükseliş felce uğramıştı ve yakın gelecekte önemli bir yükseliş potansiyeli gözükmüyordu; ancak süreç içinde oluşacağı kesindi: Yeni bir devrim, ancak yeni bir bunalımın ardından gelecektir, ama biri ne kadar kesinse, öteki de o kadar kesindir.’
Kitabın diğer iki bölümü, F. Engels’in 6 Mart 1895’te yazdığı Giriş ve yine Engels’in Haziran sonu ve Temmuz (1848) başında yazdığı Ekler’i içeriyor. Bunlardan ilki savunulan doğru düşüncelerden öte, bugün üzerinde tartışılması gereken fikirler içerdiği için son derece önemlidir. İkinci bölüm ise Haziran ayaklanmasının üç gününü anlatıyor. Bu bölüm, kazanacağı ve kaybedeceği şeyler arasındaki derin uçurumun yarattığı motivasyonla ayağa kalkmış proletaryanın neler yapabileceğini, yaşanmış bir örnek üzerinde göstermesi bakımından oldukça önemlidir:
Tarih, sınıf mücadelelerinden başka bir şey değildir ve bu mücadelede proletaryanın, zincirlerinden başka kaybedeceği bir şeyi yoktur!

(Fransa’da Sınıf Savaşımları, Sol Yayınları, 3. baskı (1988) Çeviren: Sevim BELLİ)

Mart 1993

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑