İşçi Dalgası, Olanaklar Ve Engeller

Derin bir ekonomik ve siyasal krizin pençesinde kıvranan hâkim sınıflar, çareyi, bunalımın bütün yükünü işçi sınıfı ve emekçilerin omzuna yüklemekte görüyor. O bunu başardığı oranda geçici de olsa, rahat bir nefes almış olacak. Diğer olgusal göstergelerle birlikte 60 milyar doları geçen dış borç ve yine 100 trilyona yaklaşan iç borç burjuvaziye ve onun hükümetlerine başka bir seçenek bırakmıyor. Yığınların haklı talepleri ve bunun ortaya çıkardığı öfkeyi geçici de olsa yatıştıracak ve kitlelerin yaşamında “nispi” iyileştirmeler yaratacak “tavizler” verme olanağı da bulunmayan hâkim sınıflar yığınlara saldırmaya adeta mahkûm bir durumdadırlar.
O yüzdendir ki, geçmiş dönemlerden farklı olarak, bu dönem, burjuvazi ve onun sözcüleri, demagojik bir tarzda da olsa, ekonomik iyileştirmelerden ve yine eskiden sıkça kullandıkları “demokratikleşme”den bahsetmez oldular.
20 Ekim seçimlerinden sonra kurulan birinci DYP-SHP koalisyon hükümetinin, kuruluş protokolünde yer alan ve kitlelere bolca propaganda edilen sahte vaatlerin, hiç birine Tansu Çiller başkanlığında kurulan ikinci DYP-SHP hükümet protokolünde yer verilmedi. Varsa, yoksa “özelleştirme.” Sermaye cephesi ve gericilik bugün tek bir koro halinde bu türküyü söylüyor.
Öte yandan, dış politika alanında, Bosna-Hersek’te, Azerbaycan ve Kafkasya’da, Kıbrıs’ta peş peşe yaşanan hezimetler, “21. yüzyılın Türklük yüzyılı olacağı”, “Adriyatik’ten Çin Seddi”ne uzanan Türklük Dünyası” söylemcilerinin yüzüne bir şamar gibi indi. Hevesleri kursaklarında kalan, Türkiye hâkim sınıfları file özenen kurbağadan daha komik bir durum yaşıyorlar. Ve yine PKK’nın tek taraflı ilan ettiği ateşkese son vererek silahlı direnişi yükselteceğini açıklamasıyla girilen yeni süreç, “bellerini kırdık”, “bir daha gündeme gelmemek üzere bu sorunu kökünden halledeceğiz” yollu açıklamalar bir yana bırakıldığında, Kürt sorununda içine girilen çözümsüzlüğün egemen güçlerin bir diğer (belki de en önemli) açmazını oluşturduğunu açıldıkla gözler önüne seriyor. Şu çok açık bir olgudur; burjuvazi ve diktatörlük, “Kürt Sorununu kendi çıkarları yönünde çözmeden, hiçbir sorununu çözemez.
İşte kısaca özetlemeye çalışılan bu durum, sermaye cephesinin işçi sınıfına ve emekçilere yönelen saldırılarının kaynağında bulunan nedenleri kabaca ama yeterince açıklıyor.
Hayatın her alanında, tükeniş içine giren burjuvazi (burjuva kapitalist sistem), çözümsüzlüğün de beraberinde getirdiği, bir fütursuzluk ve kararlılıkla topyekûn bir saldırı başlattığı günümüzde durum işçi sınıfı açısından nasıldır?
Öncelikle kabul edilmesi gereken şudur: Her on yılda bir yapılan askeri darbeler dönemi de dâhil, işçi sınıfı bütün bir cumhuriyet tarihi boyunca, yüz yüze gelmediği bir saldırıyla karşı karşıyadır.
İşsizlik, geçmişle kıyaslanamayacak en yüksek boyuta ulaşmış bulunuyor, hiçbir dönemde yaşanmamış çapta bir işçi kıyımı bütün hızıyla devam ediyor, özelleştirme ve taşeronlaştırmaya bağlı sendikasızlaştırma ve örgütsüzleştirme, sermayenin temel politikası karakterini kazanmış bulunuyor. TİS’lerde sıfır sözleşme sınıfa dayatılıyor. KİT’lerin tasfiye edilmesi ve bu işyerlerinde çalışan 600 bin işçinin sokağa atılması hazırlıkları, sermayenin baş gündemini oluşturuyor. Oluşturulmaya çalışılan “Ekonomik Sosyal Konsey”, işçi sınıfı için önümüzdeki dönem en büyük tehlikelerden biridir. Saldırıların kapsamı, tek tek işyeri ve sendikaların ötesinde, sınıfın bütününü kapsayan ve tehdit eden bir hal almış bulunuyor. Sermaye cephesi işçi sınıfına “ya kırk katır ya kırk satır”ı dayatıyor. “Ya, diyor, sendikasızlığa, örgütsüzlüğe, düşük ücrete razı olursun, ya da işinden olursun.” İşçi sınıfının bütününe yönelen bu tehdit ve dayatmalar aynı zamanda sınıfın sermaye cephesine karşı, kendi birleşik cephesini üzerinde inşa edeceği nesnel temeli de belirtiyor. Sınıf bilinçli öncü işçilerin, uyanış içine giren mücadeleci unsurların kavraması gereken can alıcı halka, işte bu olmalıdır. Geçerken, sendika ağalarının, “iş güvencesi günümüzde her şeyden önemlidir” söylemi ardına gizlenerek, işçi sınıfını düşük ücrete razı etme manevralarını da not etmek gerek.
Hiç kuşku yok ki, işçi sınıfı, sermayenin yoğun saldırıları karşısında, suskun kalmıyor. 12 Eylül askeri faşist darbesinin ardından, işçi sınıfının büyük bir dağınıklık ve örgütsüzlüğün içine itildiği, sendika ağalarının, reformist ve revizyonistlerin, “bu yasalarla grev yapılamaz” teranelerini yükselttikleri bir sırada NETAŞ işçilerinin ortaya koydukları direniş, işçi sınıfının mücadeledeki yerini almaya başladığının ilk müjdesi olma özelliğini taşıyordu. Demir-çelik işçilerinin dönemin siyasi iktidarıyla dişe diş bir mücadele içine girmeleri, Türkiye işçi sınıfına moral ve güven aşıladı. Milyona yakın işçiyi kapsayan ’89 Bahar Eylemleri, işçi sınıfı hareketi tarihinde, en kitlesel eylemlerden biri olarak anılacaktır. Sermayenin yüzde 60 ücret artışında direndiği, Türk-İş’li ağaların ise yüzde 80’e razı olup, sermayeyi bu oranda bir artışa ikna etmek için yalvar yakar olduğu bir zamanda patlayan Bahar Eylemleri, yasal, yasadışı biçimler alarak ilerledi, sermaye cephesini sarsan bir boyuta ulaşarak yüzde 142 gibi bir oranda ücret artışını, sermayeden koparıp almasını başardı. Gerek ’89 Bahar Eylemleri, gerekse de, peşinden gelen Zonguldak hareketi, Erdemir, Paşabahçe direnişleri, belediyelerde yaşanan grev ve direnişler incelendiğinde tüm bu eylemlerin, sınıf hareketinin kendiliğinden bir siyasal özellik kazanmasında, basit ekonomik taleplerden kendiliğinden siyasal talepleri gündemine yerleştirmesine doğru ilerlemesinde her bir eylemin önemli bir yeri olduğu görülecektir. Bugünden geriye doğru bakıldığında, bütün bu eylemlerde elde edilen kazanımların ne ölçüde kalıcılaştırılabildiği, eğer kalıcılaştırılamadıysa bunun hareketin ne tür zaaflarının sonucu olduğu, olgusal olarak da görülebiliyor. Bu sorun, hareketin ekonomik ve kendiliğinden siyasal talepler ekseninde ilerleyişi, bugün de işçi sınıfı hareketinin temel önemdeki sorunlarından biri olma özelliğini koruyor.
Bilinmelidir ki, Türkiye işçi sınıfı, bu sorunu doğru temelde çözüme kavuşturmadan, gerçek anlamda bir ilerleme olanağı bulamayacaktır.
Bugün ülkemizde, sınıf hareketi üzerine, bolca ahkâm kesen birçok siyasi örgüt ve grup, konu işçi hareketini değerlendirmeye ve sonuçlar çıkarmaya geldiğinde, ya Doğu Perinçek ve Troçkistler gibi işçi hareketinin kendiliğindenliği önünde vecd ile secdeye kapanıyor, ya da Dev Yol ve Kurtuluş çevreleri gibi, hareketin nispeten durgunluk içine girdiği anlarda kaba bir inkârcılık ve koyu bir burjuva reformizmine düşüyorlar. O kadar ki, kırk yıllık kaşarlanmış oportünist D. Perinçek işçi sınıfına kurtuluşun yolu olarak, faşist Mustafa Özbek’in kuracağını söylediği partiyi önerebiliyor. Bu iflah olmaz oportünistler, burjuvazinin değirmenine su taşıya dursunlar, işçi sınıfı kendi öncüsünü ve önderlerini her geçen gün daha iyi tanıyıp, sahipleniyorlar.
Koyu bir sübjektivizme düşülmediği koşullarda görülecektir ki, işçi hareketinin temel özelliği, kendiliğindenlik ve onun koşullandırdığı istikrarsızlıktır. Bunun nedenleri, çok çeşitlidir ve apayrı bir inceleme konusudur. Burada kısaca belli başlı noktalara değinmek gerekirse, ilk söylenmesi gereken, Türkiye işçi sınıfının, kendi öncüsü (Devrimci Komünist Parti)yle birleşmiş bir mücadele geleneğinin olmamasıdır. Bu gün bu cephede epey ileri adımları atılmış olmasına rağmen, sonucu kökten değiştirecek bir boyuta henüz ulaşılamamıştır.
İkinci olarak, hareket ekonomik ve kendiliğinden çerçevede siyasal taleplerin dışına taşırılamamış, özgürlük ve demokrasi taleplerine kadar genişleyememiştir. Bunda, sınıfa yönelik siyasal propaganda ve ajitasyonun yetersizliği ve ortaya çıkan öfke ve eğilimin pratik olarak örgütlenememesi, temel etken olarak sayılmalıdır.
Üçüncü olarak, sınıf içinde burjuvazinin ajanlığı rolünü üstlenen bürokrat sendika ağaları, her dönem olduğu gibi yine sınıfa karşı uğursuz rollerini oynayabilmişler, hareketi her defasından geriye çekmeyi bir biçimde başarabilmişlerdir. Burada da, sınıf bilinçli öncü işçilerin, namuslu dürüst sendikacıların çabaları yetersiz kalmış ve esas olarak da kendi misyonlarını sendika ağalarını eleştirmekle sınırlamaları, gerekli cesaret ve kararlılıktan uzak kalmaları önemli rol oynamıştır.
Tüm bunlara, son yıllarda yaşanan, işçi kıyımı ve buna yol açtığı öncü işçilerin tasfiyesi, sınıf hareketinin dönemsel zaafları olarak destek ve dayanışmanın yetersizliği vb. eklenmelidir.
Buraya kadar işçi sınıfının içinde bulunduğu durum ve hareketin taşıdığı zaaflardan kısaca söz etmeye çalıştık. Tüm bunlardan sınıf hareketinin salt kendiliğindenlikle malul olduğu ve yalnızca istikrarsızlıklar içinde kıvrandığı ve hareketin her yönüne boydan boya sendika ağalarının egemen olduğu anlamı çıkarılmamalıdır.
İşçi hareketi, kendisini iniş çıkışlarla kendiliğindenlikle ve onun yol açtığı istikrarsızlıklarla ifade etse de, bu yalnızca hareketin bir yönüdür (ağırlıklı yön). Gelişim seyri takip edildiğinde, yığınların -yetersizlikler taşısa da- kendi eylemlerinden öğrendikleri, deney ve tecrübe biriktirdikleri, nitelik açısından, geçmiş yıllarla kıyaslandığında belli bir ilerleme kaydettiği önemli bir olgudur. Hareketin olumlu yönünü oluşturan bu olgu ve özellik, günümüzde, sınıf hareketinin sermaye cephesine karşı yürüttüğü savaşımda, temel dayanak ve olanaklarının önemli bir kesimini oluşturmaktadır.
’89 bahar eylemlerine göre, günümüzdeki işçi eylemleri, görünürde benzerlikler göstermesine rağmen, sermayenin saldırılarının içeriğine bağlı olarak, eylemin taleplerinde ve aldığı biçimlerde önemli farklılıkların olduğu görülmelidir. Eylemi burjuva yasallığı içinde boğma girişimleri, geri eylem biçimleri bugün fazlaca etkili olamamaktadır. Pendik Tersane işçilerinin tam beş yerde polis barikatını zorla aşmaları; yine Taşkızak işçilerinin, polisin bütün engelleme çabalarına rağmen, yürüyüş güzergâhını kendilerinin tayin etmeleri, Beykoz Sümerbank işçilerinin 2 güne yakın iş bırakmaları, Bakırköy Sümerbank’taki benzer eylemler bunun işaretleridir. Sınıfın artık çıplak ayakla yürüme, saç-bıyık kesme gibi geri biçimlere başvurmadığı, polisin saldırılarına karşılık vermeyi de içermek üzere yürüyüş, fabrika işgali gibi daha ileri eylem biçimlerine yöneldiği görülebiliyor.
İşçi eylemlerinde atılan sloganlara bakıldığında ise, ücret talepleri en az dile getirilen sloganlar olma özelliği gösteriyor. Genel grev ve genel direniş, sınıfın güncel sloganı işte bugün budur. Bu slogan, artık uzak bir geleceğin sorunu olarak ele alınmıyor. Merkezinde işçi sınıfının genel grevi bulunan tüm çalışanların genel direnişinin pratik olarak örgütlenmesini dayatacak tarzda sınıfın gündemine yerleşmiş bulunuyor. “İş, Ekmek, Özgürlük”, “Taşeronlaştırmaya, Özelleştirmeye Hayır”, “İşçiyiz Haklıyız Kazanacağız”, “Ekonomik Sosyal Konseye Hayır” ve “İşçi Kıyımına Son” vb. sloganlar ise tüm sınıfın ortak talepleri olarak, genel grev ve genel direnişin, üzerinde yükseleceği zemini ifade ediyor.
Devrimci komünist hareketin ileri sürdüğü ve bugün bütün işçi eylemlerinin değişmez sloganları olma özelliği kazanan “Genel Grev, Genel Direniş” ve “İş, Ekmek, Özgürlük!” sloganları sınıfın hareketini ilerletici bir işleve sahiptir. Bu sloganlar, hiç bir şekilde sınıfa “dayatılan” sloganlar değildir; sınıfın eyleminin seyri ve hareketin ortaya koyduğu eğilimin ciddi bir değerlendirilmesinin sonucu olarak ileri sürülen sloganlardır.
Bu sloganların bu denli yaygınlığı, kuşkusuz sınıf hareketinin gerçek siyasal mücadele düzeyine yükseldiği anlamına gelmiyor. Kendisi için sınıf olmanın gerekleri, sınıfın kendinin kapitalist sistemdeki gerçek yerini kavraması ve çıkarlarıyla burjuva sistem arasındaki temel karşıtlığı bilince çıkararak egemen sınıf olarak örgütlenme perspektifi içerili sloganları gündemine almasına karşılık düşer. Ve bu durum, sınıfın kendi ekonomik çıkarlarının alanı dışına, politika alanına bakmasını ve bütün ezilen sınıfların ve baskı altındaki sınıfların taleplerini gündemine yerleştirmesini gereksinir.
Ama unutulmamalıdır ki, işçi sınıfı, kapitalist sistemin derinlikli bir tahlili üzerinde şekillenen modern proleter ideolojiyle ancak kendiliğinden eylem içinde tanışabilir ve kendiliğinden eylem anı, işçilerin komünist ajitasyon ve propagandaya en duyarlı oldukları anlardır. Bugün kendiliğindenliğin sınırlan içinde oldukça ileri bir düzeye erişmiş işçi hareketi, komünist çalışma için büyük imkânlar sunmaktadır.
Kamu emekçileri, grevli toplu sözleşmeli sendika hakkı mücadelelerinde önemli bir aşamaya gelmiş bulunuyorlar, gelinen noktada, haklı olarak en büyük desteği işçi sınıfından beklemektedirler, “İşçi Memur El Ele Genel Greve” şiarı kamu emekçilerin eylemlerinde en ön sırayı almaktadır ve işçi sınıfı kamu emekçilerinin taleplerini savunduğu an sermaye cephesine karşı mücadelesinde önemli bir gücü yanına çekebilecektir. Bu her şeyden önce işçi sınıfının tarihsel misyonunun bir gereği olarak onun yerine getirmesi gereken zorunluluktur. O (işçi sınıfı), kendi dışındaki ezilen ve sömürülen sınıf ve tabakaların, ezilen ulusun taleplerini savunmadan, bu uğurda kararlı bir mücadele yürütmeden kendisinin en küçük bir hak ve çıkarını da savunamayacağını, elde edemeyeceğini bilince çıkarmak durumundadır.
İşçi sınıfını siyaset dışında tutma, onun mücadelesini dar sendikalist(ekonomist) sınırlara hapsetme tutumu, burjuvaziye ait bir tutumdur. İşçi sınıfı sayısız direnişleriyle görmüştür ki, eylemini tek tek, ekonomik ve sendikal vb. taleplerle sınırlı tuttuğu her durumda yenilgiye uğramıştır. Türk-İş’in geleneksel “partiler üstü” politikasının da büyük rol oynadığı bu durum karşısında, sessiz kalınmamalıdır. Farklı işkolları ve sektörlerde kendine özgü sorunlar etrafında şekillenen mücadelenin mevzi kaldığı, destek ve dayanışma geleneğinin zayıf olduğu ülkemizde işçi sınıfının kendi mücadele birliğini sağlayacak olan talepleri öne çıkarması, işçi sınıfının tümünün talepleri haline gelecek içeriğe büründürmesi gerekmektedir. Bunun zemin bulacağı alan ise, ekonomik alandan daha çok siyasal demokrasi ve özgürlüklerin talep edildiği alandır. İşçi sınıfı ezilen ve sömürülen emekçi sınıf ve tabakaları da, böyle bir alanda yanına çekebilecektir.
İşçi hareketinin yeni bir yükseliş içine girdiği, kamu emekçilerinin mücadelesinin ivme kazandığı, Kürt ulusal hareketinin yeni bir sürece evrildiği bugün, sermaye ve diktatörlüğe karşı, işçi sınıfının ve emekçilerin ortak bir mücadele hattını oluşturabilmesinin koşullan mevcuttur. Bu hattın inşa edilmesinde, görev işçi sınıfına düşmektedir. O, kendi sınıf birliğini sağladığı, birleşik eylemini örgütlediği an, kendi dışındaki ezilen ve sömürülen emekçi sınıf ve tabakaları yanında bulacaktır.
Görev öncelikle sınıf bilinçli öncü işçilere, namuslu dürüst sendika yöneticilerine düşmektedir. Onlar işçilerin mücadele birliğinin önündeki en önemli engelin bugün de bürokratik sendika ağaları olduğunu görmelidirler. Türk-İş yönetiminde yapılan değişikliğin, “değişimci”liği savunanların iddialarının aksine makyaj tazelemeden öte bir anlam taşımadığı, Türk-İş yönetiminin bugün aldığı “hükümete süre tanıyalım” yollu ve eylem karşıtı tutumuyla hemen her eylemci işçi tarafından görülebilmektedir. Türk-İş yönetimi bugün de, sermayeye hizmet etmede bir kusur göstermemektedir. Sendika ağalarının sıkıştıkları an aldıkları eylem kararlarının, yaşama geçirilmedikçe beş paralık bir değeri yoktur. Ancak durumun böyle olması hiçbir biçimde, sendikacıları kararlar almaya ve alınan kararları hayata geçirmeye zorlamamak biçiminde yorumlanmamalıdır. Ama görev hiç bir şekilde alınan kararların uygulanması için baskı yapmak şeklinde daraltılmamalıdır. Sorun, öfkeyi ve tek tek eylemleri, yerel, bölgesel, işkolu ve ülke düzeyinde merkezileştirerek pratik olarak örgütleme sorunudur. Oluşturulması, işlerlik kazandırılması gereken her derecede işçi örgütü, TİS komiteleri, yerel işçi platformları, işyerleri ve işkolları arasındaki koordinasyon örgütleri, eylemi sırtlayacak temel örgütlerdir, bu örgütler, aşağıdan yukarıya bütün sendikal mekanizmaların da zorlanarak harekete geçirilmesinin teminatıdır.
Sermaye cephesi, yığınları eylemden geri çekebilecek olanaklara sahip değildir. “Değişim”, “kadınlık”, “batılılık” imajıyla yığınların karşısına çıkarılan Çiller, DYP-SHP ittifakının ’91 seçimlerinin ardından yarattığı beklentiyi doğurabilecek şansa sahip değildir. İşçi sınıfının öne çıkan talepleri, sınıfın şu ya da bu bölüğünün değil sınıfın bütününün harekete geçmesine imkân veren taleplerdir. Toplumun bütün emekçi sınıfları değişik vesilelerle dışarıya vuran ve eyleme geçme şansı yüksek derin bir kaynaşma içindedir. Sendika ağaları, istemeden aldıkları kararların altında ezilmektedirler ve bütün manevra yeteneklerine rağmen manevra alanına sahip değiller. Ve sınıf azımsanmayacak mücadele deneyimiyle,’ kapsamı her gün genişleyen talepleriyle adımlarını sertleştirerek alanlarda çoğalmaktadır.
Unutulmasın ki, olanaklı olanı gerçek hali-‘ ne getirecek insanın bilinçli eylemidir.

Temmuz 1993

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑