“AVRUPA’da bir hayalet dolaşıyor-Komünizm hayaleti” ( Komünist Parti Manifestosu Giriş bölümü )
Komünist Manifesto eski ve yeni kıtadaki, her ülkede işçi devrimlerinin birbiri ardı sıra patlak verdiği, ulusal mücadelelerin doruğa çıktığı bir dönemde yazıldı. İlk baskısı, Fransa’da 1848 Şubat ihtilalinin olduğu günlere denk düşer. O zamandan bu yana hemen hemen bütün dünya dillerine çevrildi ve proletaryanın elinde, “Avrupa’da dolaşan komünizm hayaletini defetmek üzere “kutsal bir ittifak” kuran yeni Avrupa’nın gerici güçlerine karşı kullanılan bir silah oldu.
Bugün de, işçi sınıfını dünya koşullarının ve proletaryanın özelliklerinin değiştiğini, manifestonun eskidiğini söyleyerek sosyalizmin umutsuzluğuna, “hayalet” in bir daha geri dönmemek üzere cehenneme gönderildiğine ikna etmeye çalışan kapitalistler ve onların ideologları için çalınan, 145 yıldır aynı tazelikte bir ölüm çanı olmayı sürdürüyor. Manifestoyu, bugün hala diri tutan en önemli şey, orada öngörülenlerin, Ekim Devrimi’yle birlikte sosyalizmin bir olanak olmaktan çıkarak bir gerçeklik haline dönüşmesiyle kanıtlanmasıdır.
Manifesto bir dönüm noktasıdır. Ondan önce oluşturulmuş düşüncelerin kaçınılmaz uğrağı, ondan sonrakilerin de doğal kaynağıdır. Yapıtın hazırlanmasını zorunlu kılan tarihsel koşullar, proletaryanın 1789’dan itibaren burjuvazinin, onun talepleriyle dövüşen yedek bir gücü olmaktan giderek çıkarak, bağımsız sınıf tavrının ve bağımsız sınıf örgütlerinin oluşturulmasının zorunluluğunun bilincine varıldığı koşullarıdır, proletarya, 1789 devriminden itibaren “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” sloganını atarak, aristokrasiye ve diğer feodal ayrıcalıklara karşı muhalif sınıf ve katmanları yedeğine alan burjuvazinin evrensel çıkarları için, bu çıkarları kendi çıkarları gibi benimseyerek girdiği her savaştan sonra hezimete uğratılarak çıktı. İttifak halinde bulunduğu burjuvazi, bedeli kendi dışındaki sınıflara ve hatta kendine mal olan gerici uzlaşmalara her zaman açıktı ve güçlü sınıf içgüdüsüyle kendisiyle birlikte aristokrasiye karşı savaşan sınıfların kılıçlarını er geç kendisine de yönelteceklerini sezmişti. Bu nedenle, devrimin daha ileri götürülmesini isteyen ve zorlayanlara karşı, monarşist/ iktidarların eteklerine yapışarak geçici küçük iyileştirmelerle yetinmeyi tercih etti. Kuşkusuz o dönemlerde, burjuvazinin bütün kesimlerinin bu uzlaşmalardan yana olduğu söylenemez. En gerici ve aristokrasiye en yakın olan tabakaları, yarı yolda müttefiklerini bırakıp devrimi durdurmak üzere saraylara kapılanırken, devrimin bu düzeyinin kendi sınıf çıkarlarını karşılamaktan uzak olduğunu bilerek, mücadelenin sürdürülmesini isteyen kesimler de vardı. Manifestonun ortaya çıktığı dönem, aristokrasiye yakın gerici katmanlarının monarşist iktidarlarla kurdukları kaygan ittifakların tedrici olarak, sınıf içi çatışmalarla ve aşağıdakilerin ortak taleplerin yerine getirilmesi için yaptıkları zorlamalarla asılmasıyla egemen sınıf olarak örgütlenme yolundaki burjuvazinin kendisini aristokrasiden ayıran sınıf çizgilerinin belirginleştiği dönemdi, hem de proletaryanın kendisini burjuvaziden ve diğer ara tabakalardan ayıran hatların ortaya çıktığı, ideolojik ve örgütsel bağımsızlığın giderek kazanıldığı dönemdi.
Feodalizme karşı burjuvaziyle birlikte henüz “kendisi için bir sınıf* otamadan sürdürdüğü mücadele sırasında proletaryanın ideolojik olarak beslendiği sosyalizmler de, sonuçta, burjuva ve hatta feodal ayrıcalıkların tuzaklarına açılıyordu. Kendini devrimci eylemler içinde diğer sınıflardan ayıracak olan işçi sınıfının ideolojik formasyonu da, kurtuluşu, burjuvazinin kurduğu sistemin ötesinde düşlemeyen, bugünü eleştiren ama yarının ne olacağına dair ancak ütopik bir takım öngörüleri olan, geleceğin nasıl kurulacağına dair politik bir program içermeyen sosyalizmlerden koparak oluştu. Manifesto, işte bu ideolojik kopuş sürecinin önemli bir halkası, örgütsel ayrışmanın da yaşandığı bir yol ağzında proletaryayı partisine hazırlayan bir siyasal programdır.
MANİFESTONUN TARİHSEL KOŞULLARI
1789′ Fransız Devrimi siyasi tutukluların kapatıldığı Bastille’in işgaliyle başladı. Devrim başladığı sırada Bastille’de siyasal tutuklu olarak kimse kalmıyordu ama bu hapishanenin krallık baskısını temsil eden bir gücü vardı ve hapishanenin işgali devrim için sembolik bir değer taşıyordu. Kral, ayaklananları ve Genel Meclis’i bastırmak üzere ordusunu hazırlarken devrim Paris’in, bütün sokaklarından akmaya ve oradan bütün kırı sarmaya başladı. Senyörlerin şatoları yağmalanıyor, topraklar işgal ediliyordu. Sarayda süren saltanatın aşağıda kurulmuş fiili iktidarla baş etmeye gücü yetmiyordu. Bir süre sonra kurucu meclis oluşturuldu. İkili iktidar durumu doğmuştu. Bütün feodal hukuki düzenlemelerin angarya ve vergi yükümlülüklerinin geçersiz olduğu ilan edildi. Kilise topraklan kamulaştırılarak satışa sunuldu. “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi” ilan edildi. Başlangıçta her şey iyi gibi görünüyordu. Ama çok kısa sürede meşruti monarşiyle yetinmeye çalışan burjuvazi, kendisiyle birlikte dövüşen sınıflarla ittifakını koparmaya ve onları devre dışı bırakmaya çalıştı. Devrimden hemen sonra işçi örgütleri kapatıldı. Seçme ve seçilme hakkı sadece vergi ödeyebilenlere tanınıyor, bu hakkın ne kadar kullanılacağı ödenen vergi oranına bağlı kılınıyordu. Burjuvazinin gerici kanadı, kralla bir anlaşmaya vararak hazırlanan anayasanın imzalanmasıyla yetineceğini ilan etti. 1791’de imzalanan anayasayla devrimin sonu görünmüştü. Kurucu meclis feshedildi ve yeni bir seçime gidileceği duyuruldu. Monarşist iktidarla flört eden burjuvalar “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” sloganını atmaktan vazgeçmiş, “yaşasın kral” diye bağırıyordu. Yeni kurulan meclise eski mecliste yer almış kimselerin alınmamasına ilişkin çıkarılan yasayla, devrimi devam ettirme düşüncelerinin temsil edilmesinin önüne geçiliyordu.
İngiltere ve Fransa arasında savaş başladığında burjuvazinin uzlaşmacı kanadını temsil eden Jirondenler, savaşın kendileri için sağlayacağı nimetlerin düşünü kurarak aristokrasiyle ittifaka girdi. Nesnel koşullar bu bağlaşmanın uzun soluklu ve sağlam olmayacağını gösteriyordu. Aşağıdan yükselen devrimci talepleri, iktidardan aldığı pay karşılığında koz olarak kullanmasını aristokrasinin uzun süre hazmedemeyeceği, ilk uygun anda silleyi indireceği belliydi. Burjuvazinin radikal kanadı jakobenler ise devrimin sürdürülmesini istiyorlardı. Savaş sırasında iyice yoksullaşan halk, hem daha önce iktidar için dövüşmüş, hem de seçme seçilme hakkından yoksun bırakılmıştı, şimdi de savaşın bütün ekonomik yükü bu kesimlerin üzerine yıkılıyordu. Jirondenlerle kurulan ittifakın bağları aristokrasi tarafından atıldığında da, halkı, saraya karşı kışkırtmaya çalıştılar. Ama kimse onlarla birlikte olmadı.
Öte yandan devrim, aşağıda giderek mayalanıyordu. Halk, Jakoben siyasetçilerin önderliğinde kralın tahttan indirilmesi, yasama meclisinin feshedilmesi, genel oy hakkı ve gerici 1791 anayasasının iptali talepleriyle yeni bir savaşa hazırlanmaktaydı. Devrimci dalga yükseldi; mutlak monarşiyi süpürdü. Kral ve kraliçe tahttan indirilmekle kalmadı, giyotinle başları kesildi.
Ancak devrim günlerinde ileri sürülen taleplerin düzeyi bu devrimci ayaklanmaya katılan kesimleri bir kez daha bölmüştü. Jakobenlerin temsil ettiği burjuvalar, Jirondenler gibi aristokrasiyle iktidarı paylaşmakla yetinmek istemiyorlardı ama komünlerde örgütlenmiş halkla da paylaşmaya hevesli görünmüyorlardı. Burjuvazinin sınıf çıkarlarını ve mülkiyet hakkını savunuyorlardı. Çelişkiler çok derinleşmişti. Komünden gelen ilerici talepler karşısında jakobenler de devrimin öngününde ileri sürdükleri taleplerden ve vaatlerden geri adım atmaya başladılar. Tam da bu sırada, yapılanları yeterli gören burjuvazi kendini temsil eden bu politik örgütlenmeyi dağıtmaya, önderlerini tutuklayıp öldürmeye başladı. Devrim kendi evlatlarını yiyordu. Jirondenler yeniden dirildiler, eski sisteme ait katmanları toplayarak komüne saldıracak çeteler oluşturdular. Feodalizmle yeni sistem arasında, bıçak sırtında yürümek zordu. Daha önce feodal orduyu sokakla tehdit ederken, bu kez istikrarı sağlamak üzere orduyu yardıma çağırıyordu. Burjuvazi, devrimin sürdürülmesinden duyduğu korkuyla aristokrasiye kur yaparak ilerlerken kendi egemenlik aygıtlarını politik iktidar kurumlarını yaratamamıştı. 1793 devrimci dalgası geriye çeken yıkıntıların üzerinde Napoleon Bonaparte boy verdi. Herkes için bir restorasyon dönemi başladı. Ama daha çok, yeni dönem, eski sloganların rahatsız edici gölgelerinin burjuvazinin üstünden kaldırıldığı ve burjuva kurumların yavaş yavaş inşa edildiği dönem oldu.
BAĞIMSIZLIĞA DOĞRU: BABEUF, SİLEZYA VE LYON AYAKLANMALARI
Restorasyon dönemi boyunca öncekiler gibi kitlesel ve siyasal istemler içeren devrimci girişimler olmadı. Ancak sıçramalarla 1848’e kadar giden süreç proletaryayı Şubat İhtilaline hazırladı. Bu sürece kadar sınıf, bir örgütlenmenin bağlayıcı, birleştirici gücünden yoksun olarak dünyanın birçok yerinde kendiliğinden, ama ilk kez kendi ayakları üzerinde durarak patladı.
Ondan önce; 1793’de hazırlanan anayasayla ve burjuva bir cumhuriyetle yetinmeyen ve devrimin tamamlandığına inanmayarak, istemlerinin karşılanmasını isteyen proletaryadan ve küçük üreticilerden oluşan kesimin sözcüleri olarak Babeuf ve arkadaşlarının tarihe “Eşitler Komplosu” olarak geçen eylemlerinden ve bu eylemlerinden dolayı yargılanmalarını anmak gerekir. Sınıfın ilk bağımsız istemlerinin bu “komplo” sırasında dile getirilmesi bakımından, taşıdığı diğer eksikliklere ve sınıf eğilimlerini, bilinçli bir perspektifle değil de sadece bir refleks olarak dile getirmiş olmasına rağmen Babeuf’un eylemi büyük değer taşır. O, özel mülkiyeti sorgulamayı başararak komünizmi düşledi. Ama Babeuf’un komünizmi çağın materyalist yorumundan çıkmıyordu. Bu yüzden ütopik, biraz da küçük üreticilere verdiği toplumsal rolden dolayı geçmişe dönüktü. Ama onun eylemine değer katan bu yüzü değildi. İçtenlikle, yönünü Avrupa’da yeni doğan sosyalizme dönmüştü. Marx, bu yüzden, Babeuf’u modern proletaryanın ilk habercilerinden biri olarak selamlar. Yargılandığı mahkeme burjuvaziyle ve onun savunduğu özel mülkiyetle hesaplaşma arenası oldu. Buradan idama mahkum olarak çıktı. 1797 Mayıs’ında giyotinle idam edildi. Ama görüşleri bütün dünyayı dolaşmaya devam etti. İlkelerinin, Marx ve Engels tarafından oluşturulacağı tarihi materyalizmin esin kaynaklarından biri oldu.
Eşitler Komplosu’ndan sonra, Fransa’nın Lyon bölgesindeki ve Almanya’nın Silezya bölgesindeki ayaklanmalar ilk bağımsız işçi eylemleriydiler. Kapitalistlerin köşklerinin ve fabrikaların işgali, devasa mitingler, fabrika çevresindeki sokaklardaki çatışmalarla işçi sınıfı tarihinin en önemli momentini oluştururlar. 1831’de ve 34’te iki kez ayaklanan Lyon’lu dokumacıların talebi ücret artışıydı. Kısa zamanda Belediye meclisini ele geçirmişler, geçici bir hükümet kurulmasını istemişlerdi. Eylem kısa sürede kitleselleşmiş, kendilerini durdurmak için gönderilen ulusal muhafızların bir kısmı da onların yanında yer almıştı. Bütün Paris’i derinden etkileyen Lyonlu dokumacıların isyanı bastırıldığında geride binlerce ölü ve bir o kadar tutuklu vardı. 1830 devriminde proletarya burjuvaziyle birlikte çarpışmasına rağmen, sonuçta, bu hareket burjuvaziye üstünlük sağlamış, bir kez daha terk edilen ve ihanete uğrayan işçi sınıfı olmuştu. Lyon’da sınıf, kendi göbeğini kesmenin ilk denemesini yaptı. Olağanüstü kayıplara rağmen, “kendisi için sınıf” olma yolunda olağanüstü kazancı oldu.
Lyon ayaklanmalarının olduğu tarihlerde sosyalist düşünceler işçi sınıfının arasında ilgi uyandırmaya başlamıştı. İsyanın bu biçimde bastırılması sınıfın sosyalizme yönelimini arttıracaktı. Babeuf, Blanqui, Proudhon ve Saint Simon’un ütopik sosyalist görüşleri işçiler tarafından tartışılmaya ve yankı bulmaya başlamıştı.
Aynı şekilde bir başka devrimler ülkesi Almanya’da da 1844’te benzeri olaylar yaşandı. Lyon’daki kardeşlerinin on yıl önce yaşadığı deneyi Silezyalı dokumacılar, sonuçları aynı olmak üzere, bir kez daha yaşadılar. Onlar da örgütsüz, dağınık ve politik hedeflerden yoksundular. Ekonomik talepler için isyan etmişlerdi. Ülkede iktisadi bir bunalım yaşanıyordu ve bu bunalımın yükü işçi sınıfının omzuna vurulmak isteniyordu. İlk iş olarak, Silezya’da dokuma işçilerinin ücretleri düşürüldü. Üstelik ücretler zamanında ödenmiyor ve işçiler açlıkla tehdit ediliyorlardı. İsyan başladıktan kısa süre sonra bastırıldı. İşçilerin bir kısmı öldürüldü, bir kısmı tutuklanıp yargılandı; birçoğu kırbaç cezasına çarptırılarak uzun hapis cezaları aldılar.
Bu her iki isyanın ortaya çıktığı dönem sanayi devriminin etkilerini bütün kıtada derinleştirmek üzere geliştiği, makineleşmeyle birlikte proletaryanın sınırlarının gelişerek kadın ve çocukları da içine katarak büyüdüğü, buna bağlı olarak işsizliğin ve sefaletin kol gezdiği, egemen sınıflarla ezilen sınıflar arasındaki çelişkilerin derinleştiği dönemdir. Yine bu dönem, Almanya’da ilk sosyalist düşüncelerin, bütün muhalif kesimlerde, bugünkü durumdan hoşnut olmayan zümrelerin arasında herkesin niyetlerine bağlı olmak üzere renk ve şekil değiştirerek dolaştığı bir dönemdi.
ÜTOPYADAN BİLİME; İDEOLOJİK SAFLAŞMA
“19. yüzyılın 40’lı yılları Avrupa’da bir ihtilaller dönemidir. Fransa’dan Berlin’e Avusturya’dan İtalya’ya kadar her yerde her an bir ayaklanmaya, bir devrimci kalkışmaya tanık olmak mümkündür. Ortaçağ mutlakıyetlerinin güçlü olduğu ülkelerde feodal soylulara ve bürokrasiye karşı verilen mücadele, Fransa ve Belçika’da olduğu gibi burjuva monarşisi ülkelerde mali aristokrasiye karşı sürdürülüyordu. Kitlelerdeki kararlı ruh hali liberal burjuvaları da etkiliyordu. Avusturya toprakları üzerinde yaşayan Slav halkları şövalye Metternich’e karşı mücadele yürütüyorlardı. Bu milliyetçi savaşlar o yıllarda devrimci cepheyi genişletiyordu. Macaristan’da milli muhalefet özerklik talebinde bulunuyordu. İtalyan devletçiklerinde birlik isteği ile birlikte İtalya’daki Avusturya yönetimine karşı da milli bir direniş başlamıştı.
Bütün bu altüst oluşlar arasında, liberal burjuvalardan başlayarak herkes kendisinin sosyalist olduğunu söylemeye başlamıştı. Engels Marta 1845’te gönderdiği bir mektupta “Barmen’deki polis komiseri de komünisttir” diye yazıyordu. Ne yana dönülse komünistlere rastlanıyordu. Engels devam ediyordu “Burada, Elberfeld’de mucizeler oluyor. Kentin en büyük salonunda ve en iyi lokantasında üçüncü komünist toplantımızı yaptık, ilk toplantıya 40, ikincisine 130, üçüncüye ise en az 200 kişi katıldı. Paralı aristokrasiden küçük dükkân sahiplerine kadar, bütün Elberferd ve Barmen, proletarya dışında herkes, toplantılarda temsil edildi.”
Herkes komünistti, ama işçilerden başka. Komünizm herkesin ve başta burjuvazinin muhalefet duygularını yansıtma biçimiydi. Bütün Avrupa’da sosyalist gruplar kuruluyor, herkes dünyanın geleceğiyle ilgili düşüncelerini sosyalizm sözcüğüyle ifade ediyordu. Onlarca sosyalizm türü ortaya çıkmıştı. Bugüne duyulan hoşnutsuzluk herkesi aynı safta topluyor ama yüzünü bu hoşnutsuzlukla geriye dönmüş olanlar da, olmayanlar da kendilerini aynı biçimde tanımlıyorlardı. Proudhon, kendince sosyalistti, ama onu bu görüşlerinden dolayı yargılayan yargıç da kendini öyle hissediyordu. Sosyalizm adına bir kavram kargaşası yaşanıyor, bu kargaşa, işçi sınıfı dışında kalan bütün hoşnutsuzların birleşmesinin koşulu olurken işçi sınıfı olan bitenin dışında kalıyordu. Çünkü öngörülen sosyalizmlerin hiçbiri proletaryanın özlemlerine ve çıkarlarına denk düşmüyordu.
Marksizm bu koşullarda, sosyalist unvanlı hasımlarına yönelttiği eleştirilerin arasından, giderek unsurları tamamlanmış tutarlı bir teori olarak doğuyordu. Sınıfın kendiliğinden gelişen bağımsız iktisadi eylemleri henüz bu tarihsel noktada birbiriyle buluşmamıştı.
İşte bu sosyal muhalefet durumu içinde komünizm kavramının anlamını, proleter sınıf içeriğine kavuşturmak üzere, Manifesto’nun üçüncü bölümüne “Sosyalist ve Komünist Basın” başlığı konulmuş ve arka arkaya bugün bize pek yabancı gelen düşünce akımlarının kısa ama vurucu eleştirileri yapılmıştır. Bugün, feodal sosyalistleri, Sismondi’nin küçük burjuva sosyalizmini, “hakiki sosyalistler”i kimsenin hatırlaması mümkün değil. Ancak Manifesto’da bu akımları incelemek için yazılan özel bölüm Marksizm’in, komünizmi kendisine ara sınıfın ideolojilerini bulaştırarak bulanıklaştıran kesimlere karşı verdiği uzun, zorunlu ve zorlu ideolojik mücadelenin tarihsel belgesidir. Her ne kadar şimdi esamisi okunmayan düşünürlerin görüşleri o kadar ilgi çekici olmasa ve somut bir yarar sağlamıyor gibi görünse de Marksizm’in kendini inşa ederken nasıl ve kimlerle dövüştüğünün bilinmesinin bugün de dolaysız pratik bir işlevinin olacağı açıktır. Gerçekten de Marksizm, Avrupa’daki büyük devrimci dalga sırasında ona paralel ve onunla iç içe verilen ideolojik dövüşten doğmuştur. Proletaryanın bağımsızlığa doğru yol alışının tarihi Marksizm’in de tarihidir.
Lenin, Marx’ın öğretisinin kaynaklarını, İngiliz ekonomi politiğinin, Klasik Alman felsefesinin ve Fransız ütopik sosyalizminin oluşturduğunu söyler. Bununla birlikte, örneğin, sınıflar savaşımından ilk kez burjuva iktisatçısı Ricardo bahsetmiştir ama Marksist sınıf savaşımı teorisi Ricardo’nunkinden çok başka bir şeydir.
18. yüzyıl sosyalistleri, Saint-Simon, Fourier ve Robert Owen’den esinleniyorlardı. Ancak, ütopik sosyalistler adıyla anılan bu isimler ve Avrupa’nın dört bir yanına yayılmış taraftarları, içinde bulunulan toplumsal yapıyı çözümleme ve onun dönüşümünü etkileyecek olan gerçek toplumsal güçleri tanıma konusunda yeterli olamamışlardı. Tarihin ilerleyişine bilimsel bir açıklama getiremiyorlardı. Sınıf savaşımını ve bu savaşımın tarihsel belirleyici etkisini çözemedikleri için de çabaları, nesnel olarak, kitleleri devrimci mücadeleden uzaklaştırıcı etki yapıyordu. Süregiden durumdan hoşnut değillerdi ve bütün kötülüklerin mevcut durumdan kaynaklandığını biliyorlardı. Ama mülkiyet sisteminin esasına ilişkin bir eleştiri yöneltilemediği için, hoşnut olmadıkları mevcut durum düşüncelerinin uzanabildiği en uzak ufukta bile değişmeden kalıyordu.
40’lı yılların komünistleri ideolojik mücadele yürüttükleri bazı grupların 1848 ihtilalinin bütün sınıf ve tabakaları kendi renklerine ayrıştıran ortamında sahneden çekildiklerini, kimilerinin ise yaşamaya devam ettiklerini gördüler. Bu dönemde kendilerini en çok uğraştıran grup, işçi sınıfı arasında giderek yayılan bir öğreti olan, Hegel yanlısı gençlerin rağbet ettikleri “Hakiki Sosyalizm”di. Daha çok Almanya’da boy veren “Hakiki Sosyalistler”, Komünist Liga’nın saptadığının aksine kapitalizmin gelişmesinde hiç bir ilerici yan görmüyorlardı. Bu evreden atlanarak doğrudan doğruya komünizme geçileceğine inanmak istiyorlardı. Liberal muhalefetin ileri sürdüğü anayasal taleplere ve burjuva özgürlük taleplerine karşı çıkıyorlardı. Tavırları onları, nesnel olarak mevcut mutlakıyetçi ve feodal rejim yanlısı kılıyordu. Marx ve Engels, bu hareketin ilerici olduğunu teslim ediyor ama onların kendilerini ilan ettikleri gibi komünist olmadıklarını da vurguluyorlardı.
Proudhon, komünistlerin savaştıkları bir başka önemli düşünür oldu. Onun görüşleri küçük işletme sahiplerinin, proletaryanın zanaatkâr ya da köylü kökenleriyle bağlarını yitirmemiş kesimlerinin sınıfsal çıkarlarının ifadesi olmuştu. Bu nedenle işçi sınıfının saflarında, kolaylıkla yankı veriyordu. Özel mülkiyete karşıymış gibi görünüyordu, ama karşı çıktığı aslında özel mülkiyet değil, geniş ölçekli mülkiyetti. Mülkiyetin tarihsel kökenlerini tanımadığı için kapitalizmin gelişmesiyle alacağı boyutu da tanıyamıyordu. Mülkiyetin toplumsallaştırmasını öneren sosyalistlere de karşı çıkıyordu. Bütün kötülüklerin kaynağı olarak “emek ürünlerinin eşit ve dürüst olmayan değişimini” görüyordu. Ütopyasında, hem ücretli işçilerin hem de kapitalistlerin birbirine dönüşerek yaşayacağı eşit ve özel üreticiler toplumu yatıyordu. Onun asıl niyeti kapitalizmi yıkmak değil, yalnızca meta üretimini kötü yanlarından temizlemekti. Proudhon eleştirisi Marx’m “Felsefenin Sefaleti” adlı yapıtında yapıldı. Kitap 1847’de yayınlandığında proletaryanın küçük burjuvazi üzerindeki teorik ve ideolojik üstünlüğü kurulmuş olacaktı. Materyalizmin temel ilkeleri ilk kez bu yapıtta bilimsel olarak yazıldı.
PARTİYE DOĞRU: ÖRGÜTSEL KOPUŞ
Marx’ın 1840’ların başında yaşadığı Almanya’da 4. Friedrich Wilhelm, kendisinden liberal reformlar uman liberal burjuvaların desteğinde tahta geçmiş ancak umulanlar gerçekleşmeyince burjuvazi aristokrasiden uzaklaşmıştı. Muhalefetlerini örgütlemeye hizmet edecek bir gazete çıkarmaya karar verdiklerinde yayın yönetmenliği Marx’a teklif edildi. Liberal muhalefetle çelişkilerin örtük olduğu o koşullarda Marx, aristokratların, gazetenin komünist görüşler yaymasından rahatsızlanarak kendi yayın organlarını liberallere şikâyet etmesi üzerine doğan ortamda, bir tavır belirlemek zorunluluğunun apaçık belirmesi üzerine komünist tavrını gazete sütunlarında yazınca, Liberallerle oluşturulan ortak platform sona ermiş oldu. Bu kopuşları devrimci dönemin ilerleyen yıllarında küçük burjuva sosyalistlerinden, Fransa’daki Louis Blanc ve Ledru Rollin’in reformcu partileriyle oluşturulan platform örgütlerinden kopuşlar izleyecektir. Proletaryanın örgütsel bağımsızlık yolundaki ilk adımları bu tarihsel olaylar içinde atıldı.
Avrupa’da gelişen yeni durum, proletaryanın burjuva demokrasisinden ayrılmasını, yaklaşan burjuva devriminde kendi komünist hedeflerine ulaşabilmek için bağımsız bir güç olarak sahneye çıkmasını zorunlu kılıyordu. İngiltere’de işçi sınıfının bağımsız sendikal örgütlenmesi, Chartist hareket, sınıfın büyük çoğunluğunu saflarında toplamış olmakla birlikte ortak politik ilkeler etrafında proletaryanın enternasyonalist bir birliğini sağlama düzeyinden ve niteliğinden yoksundu.
1846’da Belçika’da kurulan ilk “Komünist Haberleşme Birliği”, propaganda yapma imkânını sağlaması bakımından bu örgütsel işlevi yerine getirmesi düşüncesiyle kuruldu. Benzeri komiteler başka yerlerde de oluşturuldu. Komünistlerin Almanya’da izleyeceği taktik çizgiyi çizerken Marx, burjuvazinin ileri sürdüğü talepleri desteklemelerini söylüyordu. Çünkü “komünist propaganda için yeni bir çağ açılacaktı.” Bundan dolayı mutlakıyetçiliğe karşı mücadelede komünistler aktif rol oynamalıydılar. Komünist Haberleşme Komiteleri, Londra’da kurulmuş bulunan “Adalet Ligası”yla ilişki kurmuştu. Brüksel ve Londra arasında tam bir anlayış birliği olmamasına karşın, Marx ve Engels tarafından işçi sınıfı arasındaki ideolojik kargaşaya son vermek için sürdürülen çabanın bir meyvesi olarak bu beraberlik, süreç içinde olumlu sonuçlar verecekti. 1846’da Adalet Ligası’nın Paris ve Londra’daki taraftarları bir genelge yayınlayarak güçlü bir partinin kurulması gerektiğini dile getiriyorlardı. Genelge, burjuvazinin değişik kesimlerine ve proleter olmayan partilere karşı tutum gibi önemli meselelerin tartışılmasını talep ediyor ve enternasyonalist komünist bir kongre kurulmasını istiyordu. Bu, bir proletarya partisi için iyi bir fırsat olabilirdi, Marx ve Engels ütopik sosyalist düşüncelerin etkisinden kurtulduğu görülen Adalet Ligası’na katılmaya karar verdiler. Bir yıl sonra toplanan kongrede Adalet Ligası’nın adı Komünist Liga olarak değiştirildi. Bu yeni bir örgütün doğuşu demek oluyordu.
Komünist Liga’nın programının temeli olarak Engels’in yazdığı “Komünist İman Taslağı” kabul edildi. Kongre o eski belirsiz sloganın; “bütün insanlar kardeştir” sloganının terk edilerek, bunun yerine Marx ve Engels’in ileri sürdükleri o büyük birlik çağrısının, “bütün ülkelerin işçileri birleşin” sloganının kabul edilmesini kararlaştırdı. Bunun yeni bir çağ açan önemi vardı; çünkü bu proleter enternasyonalizminin temel ilkesinin bütün işçilerin enternasyonal dayanışması düşüncesinin; kapitalist baskıya karşı ortak mücadelede işçi sınıfının birlik ve dayanışması düşüncesinin tarihte ilk olarak belirlendiği çağrıydı.
İllegal olarak örgütlenmiş olan Liga, giderek haberleşme komiteleriyle kaynaştı ve birçok yerde kurulan açık işçi dernekleriyle organik ilişki içinde oldu. 1847’de yapılan ikinci kongrede Marx ve Engels’e bir manifesto yazma görevi verildi. Sonradan genişletilip düzeltilerek adı “Komünizmin İlkeleri” olarak değiştirilen “Komünist İman Taslağı”, proleter partisinin en önemli program ilkelerinin sergilenmesini sağlamıştı. Ancak bu soru cevaplı formun kapsamlı politik bir program olarak değerlendirilemeyeceği öngörüldüğü gibi, bunun sadece temeli olabileceği fark edilmişti. Bu ihtiyaçtan olarak, “Komünist Parti Manifestosu” kaleme alınmaya başlandı.
1848 ŞUBAT-HAZİRAN; BİR KEZ DAHA BURJUVA İHANET
1830 Devrimi sırasında da burjuvazi, aristokrasi ile uzlaşmış, 1789’dan beri kitleleri harekete geçiren istemlerden, cumhuriyetten ve iktidardan vazgeçilmişti. Louis Philippe’nin tahta geçmesiyle Temmuz Monarşisi olarak anılan dönem başlamış oldu. Proletarya, köylülük ve küçük burjuvazinin diğer kesimleri yine iktidar nimetlerinden yararlandırılmıyor, üstelik sefaletten en büyük pay onlara düşüyor ve ekonomik ve siyasal bunalımın faturasını ödemek zorunda kalıyorlardı. Daha önce de anıldığı gibi gerilim, Lyon’da dokumacıların isyanına yol açacak, Şubat Devrimi’nin başladığı günlere kadar bir çok yerde grevler, yerel ayaklanmalar yaşanacaktı. Proletarya, Şubata protesto gösterileri, genel grev ve çatışmalarla hazırlandı. Monarşist iktidar ise siyasal gösterileri ve grevleri yasaklayarak toplumsal hareketin önünü almaya çalışıyordu. Burjuvazinin çeşitli kesimleri arasında da çelişkiler artmıştı.
Radikal cumhuriyetçi burjuvazinin temsilcisi ve “sosyalist” Ledru Rollin önderliğindeki reformistler, 22 Şubat günü yasaklamalara ve engellemelere karşın patlayan devrimi, demokrasiyi tehdit ettiği gerekçesiyle durdurmaya çalışmış, sokakta giderek büyüyen devrimci dalgayı görünce onlar da, kralın düşürülmesini ve cumhuriyetin ilanını istemişlerdi. Louis Philippe, “kahrolsun bakanlar” sloganıyla yürüyen kitleleri yatıştırmak için, aristokrasiyle işbirliği halinde olan ve kabineye bakanlar vererek monarşisi ayrıcalıklardan yararlanan burjuvazinin temsilcilerini gözden geçirdi. Guizot başbakanlıktan azledildi. Ama yerine geçirilmek istenen Mole, başbakanlığı kabul etmeyince ittifak çatırdamaya başladı ve yeni bir kriz doğdu.
Devrim başarıyla ilerliyordu. İçinde, burjuvazinin temsilcilerinin, Ledru Rollin, Louis Blanc ve işçilerin daha önceki deneyimlerinden yola kalkarak önerdikleri diğer temsilcilerinin bulunduğu bir Geçici hükümet kuruldu. Doğal olarak, farklı çıkarların temsil edildiği böyle bir meclisin ömrü çok uzun sürmeyecekti. Yine de işçilerin ısrarlı talepleriyle devrimin üçüncü gününde ikinci cumhuriyet ilan edildi.
Geçici hükümet içindeki-bunalımlar kısa sürede sıcak çatışmalara dönüşecekti. Burjuvazi, geçici hükümetin yerini kurucu meclise bırakmasını istiyordu. Nisanda yapılan seçimlerde sosyalistler çok az oy alabildiler. Burjuvazi işçi sınıfına yine sırtını dönmüş, köylülük de küçük kazanımlarla yetinme yolunu seçmişti. Kurucu meclis gerici kararlar alıyor ve tartışmaları bu düzeyle sınırlamaya çalışıyordu.
Haziran günlerine gelindiğinde temmuz monarşisine karşı birlikte savaşan burjuvazi ve proletarya birbirlerinin karşısında saflaşmışlardı. Burjuvazinin saflarından, yüksek sesle, diktatörlükten başka çarenin kalmadığı propagandası yayılıyordu.
Gerilimin iyice doruğa çıktığı 23 Haziran gününden başlamak üzere sokaklarda barikatlar kurulmuştu. Barikatların arkasında burjuvazi ve işçi sınıfı vardı. Çatışmalar çok uzun sürmedi. Geride binlerce kayıp bırakan işçi sınıfı, devrimin sağlayacağı gönenç yerine, burjuvazinin ihanetiyle bir kez daha kıyım gördü. Sağ kalanlar barikatların arkasında kılıçtan geçirildiler. Fransa’da oluk oluk işçi kanı akıyordu. Marx, Neue Reinsche Zeitung’da şöyle yazıyordu “Paris işçileri, düşmanlarının üstün güçleri tarafından ezildiler, yok edildiler. Zalim gücün bu geçici zaferi, Şubat Devrimi’nin bütün kandırmaca ve hayallerinin yıkılmasıyla, eski cumhuriyetçi partinin tamamen dağılmasıyla, Fransız ulusunun iki parçaya -bir mülk sahipleri ulusuyla, bir işçiler ulusuna- bölünmesiyle sağlandı. Üç renkli bayrak bundan sonra yalnıza bir renk -yenilenin rengini, kanın rengini- taşıyacaktır. O artık bir kızıl cumhuriyet olacaktır”.
Şubat Devrimi, monarşiye karşı verilen mücadeleden yararı olan bütün sınıflan ortak çıkarlar doğrultusunda harekete geçirmişti. Haziran günlerine kadar geçen süre ise bu ittifakı parçalayıp dağıttı. Sınıfsal saflaşma eskiden hiç olmadığı kadar belirginleşmişti. Sanayi devriminin fizik olarak doğurduğu modern proletarya, 1850’li yılların başlarında; daha önceleri kendiliğindenlik düzeyinde ve yerel ölçekte kalan mücadelelerini 1840’lı yıllarda gelişen sosyalizmle birleştirmeyi öğrenerek “kendisi için sınıf” olma yoluna girecekti. 1848 devriminde yaşanan hezimet ve burjuva ihanet, bu süreçte katalizör etkisi yapmıştır. Komünist Parti Manifestosu Şubat Devrimi’yle anakronik bir ilişki içinde doğarak tarihsel önemini, modem proletaryanın doğuşunu selamlayan ilk siyasal program olma özelliğiyle tescil etmiştir.
KOMÜNİST MANİFESTONUN TARİHSEL ÖNEMİ
Marx ve Engels, sosyalizmi ütopik karakterinden kurtararak bir bilime dönüştürme çalışmalarına, 1840’ların başında giriştiler. Daha sonraki yıllarda, araştırmalar ve tartışmalar sonucunda, proleter sınıf karakterli sosyalist düşünce sistemini ortaya çıkardılar. Bu yeni bilimi, dünyaya ilk kez, temel çizgileriyle Manifesto duyurmuştur. İşte bu gerçek Manifestoyu sosyalizm tarihinin en önemli belgesi olarak damgalar.
Lenin, Karl Marx hakkında yazdığı bir makalede Manifesto’dan, “Bu yapıt, duru ve parlak bir deha ile yeni bir dünya anlayışını, toplumsal yaşamı da kucaklayan tutarlı bir materyalizmi; en geniş ve en derin gelişim öğretisi olarak diyalektiği; sınıf savaşımının kuramını ve proletaryanın -yeni komünist toplumun yaratıcısının- dünya tarihindeki devrimci rolünü açıklar” diye söz eder. (Marx, Engels, Marksizm. Sol Yayınlan, 1990. s. 13)
Burada vurgulanan, Manifesto’nun, sosyalizmin ütopyadan bilime dönüştürüldüğü, tutarlı bir materyalizmin ve diyalektiğin kuruluş sürecinin ürünü ve ifadesi olmasıdır. Bütün bunlardan yola çıkarak Manifesto, bir gelecek tasarımı olarak komünizmi ve bu tasarımı hayata geçirecek özne olarak proletaryayı vurgular. Ütopikler, “paçavralar içinde yaşayan” proletaryayı toplumsal bir sınıf olarak fark etmişler, ama bu sınıfın korunmaya muhtaç bir sınıf olduğunu saptamakla yetinmişlerdi. Bu koruma işini ise kültürlü üst sınıflar üstlenmeliydi. Proletaryanın yoksulluğundan daha fazlasını; bu sınıfın taşıdığı devrimci olanakları görememişlerdi. Manifesto, bu bakımdan kapitalizmden hoşnut olmayan herkese bu sistemin kendiliğinden yıkılamayacağını, yalnızca bu yıkılıştan dolayız çıkarı olan biri sınıfın öncülüğüyle gerçekleşebileceğini gösterir.
Manifesto, “şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi sınıf savaşımları tarihidir” sözüyle başlar. Devrimci sınıfa ilişkin vurgu, sınıf mücadelesinin toplumsal tarih içindeki rolünün çözümlenmesi üzerine kurulmuştur. Aynı bölümde burjuvazinin eski feodal sistemi yıkmak için verdiği mücadeleler anlatılır ve bu süreçte oynadığı devrimci rol vurgulanır. Ama daha sonra burjuvazi gericileşmiş ve devrimci dönüşümlerin önderliğini yapamayacak hale gelmiştir. Şimdi devrimci sınıf proletaryadır artık. Proletaryanın gelişmesi de kaçınılmazdır. Çünkü kapitalizm, bağrında kendi “mezar kazıcılarını” da beslemektedir. “Proletarya çeşitli gelişme aşamalarından geçer, doğmasıyla birlikte, burjuvaziye karşı savaşımı da başlar”.
Proletarya şimdiye kadar tarih sahnesinde yer almış bütün öteki ihtilalci sınıflar içinde en ihtilalci olanıdır. Çünkü onun sonuna kadar mülksüzleştirilmiş olmasında, kendisiyle birlikte bütün diğer sınıfsal ayrıcalıkların ve özel mülkiyetin ortadan kaldırabilme dinamiği onun toplumsal konumunda kendiliğinden bulunmaktadır.
Manifestoda, bu eserde henüz yazılmayan ve ancak Marx’ın 1851’de adını anacağı proletarya diktatörlüğü kavramına ilişkin işaretler de vardır. Üstelik bu kavramın bilimsel olarak temelleri de atılmıştır. Proletarya, ihtilalci dönüşümleri yapabilmek ; “Tüm sermayeyi burjuvaziden derece derece koparıp almak, bütün üretim araçlarını devletin, yani egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın elinde merkezileştirmek” için egemen sınıf durumuna gelmek “demokrasi savaşımını kazanmak” zorundadır.
Manifestoda, “proletarya çeşitli gelişme aşamalarından geçer” saptamasından sonra, bu aşamalarla ilgili betimlemeler yapılır. Mücadelenin, başlangıçta tek tek işçiler tarafından, sonra bir işkolunun bir yöredeki işçileri tarafından onları tek tek sömüren burjuvalara karşı yapılmasından parti fikrine geçilir. Burada Marx ve Engels işçilerin arasındaki rekabetin onların “bir sınıf olarak ve bunun sonucu, bir siyasal parti olarak örgütlenmelerini” engellediğini yazarlar. Ama proletarya, ancak bir sınıf olarak örgütlenirse mücadelesinde başarılı olacaktır. Manifestonun, büyük önemi işte buradan gelir. İşyerlerinde üretim araçlarına yönelen işçi tepkisinden yola çıkarak sınıfın egemen sınıf olarak örgütlenmesine götürecek aygıtlar ve sınıf savaşımının örgütsel ihtiyaçları ana hatlarıyla çizilmiş, proleter parti öğretisinin esasları belirlenmiştir.
Komünist Manifesto, zaten bütün dünya işçilerine bir sınıf olarak örgütlenmenin olanaklarını ve nedenlerini sunmak için kaleme alınmıştır. Yapıtta proleterlerin vatanının olmadığı vurgulanır, çünkü zaten, vatan konusunda çıkardıkları onca yaygaraya rağmen burjuvaların da vatanı yoktur. Dünya işçilerinin ortak sınıf çıkarlarının ve ortak hedeflerinin olduğunu belirtmek üzere eser, işçi sınıfının güçlerini dünya ölçeğinde birleştirerek burjuvaziye yöneltmesi çağrısıyla biter: “bütün ülkelerin işçileri, birlesiniz.”
Manifestoda içinde bulunulan çağın tasviri ve o anda yaşanılan toplumsal sistemin hangi sistem içinden nasıl çıktığı konusunda yapılan açıklamalar bu iki düşünürün son on yılda geliştirdikleri tarihsel materyalizmin bu siyasal programa nasıl içerildiğini gösterir. Onların olgunluk dönemi bütün yapıtlarında olduğu gibi, manifestoda da materyalist tarih kuramı bir kez daha kurulmuştur. “Kapitalist toplumun sosyalist topluma dönüşmesinin kaçınılmazlığı, tümüyle ve yalnızca, çağdaş toplumun gelişiminin ekonomik yasasından çıkmaktadır” (Lenin)
MANİFESTONUN GÜNCEL ÖNEMİ
Manifesto, yazarları tarafından her yeni yayınlanma aşamasında tekrar elden geçirildi ve tarihsel gelişmeler ışığında bir kez daha değerlendirildi. 1872’de Almanca baskı için yazdıkları Önsöz’de şunları söylüyorlardı: “Modern sanayinin son yirmi beş yıl içinde gösterdiği büyük gelişme ve işçi sınıfının bununla birlikte ilerleyen parti örgütlenmesi karşısında ilk kez Şubat Devrimi’nde ve daha önemlisi, proletaryanın ilk kez iktidarı iki ay boyunca elinde tuttuğu Paris Komünü’nde edinilen pratik deney karşısında bu program bazı ayrıntıları bakımından, bugün eskimiş bulunuyor. Komün, özellikle bir şeyi, işçi sınıfının mevcut devlet mekanizmasını salt elinde tutmakla onu kendi amaçları için kullanamayacağını tanıtlamıştır.”
Daha o zaman, program içinde eskiyen bölümler arasında proletaryanın demokrasi mücadelesinde alması gereken “önlemler” paketi vardı. Komün deneyiminden sonra bu talepler artık eskimiş ve yetersiz sayılıyordu. Siyasal durumun gelişmesine bağlı olarak “çeşitli muhalefet partileriyle ilgili sözler, tarih orada sayılan siyasal partilerin büyük bir kısmını yeryüzünden silip götürdüğü için, ilke olarak hala doğru olmakla birlikte” onlar da eskimişlerdi.
Yine aynı yerde, “son yirmi beş yıl içinde durum ne denli değişmiş olursa olsun, Manifestoda geliştirilmiş bulunan genel ilkeler, ana çizgileriyle bugün de her zamanki gibi doğrudur. Şurada burada bazı ayrıntılar daha iyi hale getirilebilir” deniyordu.
Bugünden dönüp bakıldığında, işçi sınıfının bu tarihsel belgeyle olan ilişkisinin nasıl olacağına dair yazarlarının bize değerli ipuçları verdiği görülüyor. Değişen siyasal ve tarihsel koşullar ne olursa olsun Manifesto’daki, sınıf mücadelesine ilişkin genel ilkeler bugün de doğrudur.
Manifestonun yazıldığı günlerden bu yana şaşılacak bir sağlamlıkla ayakta kalmasının nedeni bugün bile geçerli ve eskimemiş olan şeyleri içeriyor olmasından ve öngörülerin geçen zaman içinde birer birer gerçekleşmiş olmasındandır. Manifestodan sonra, henüz yazarları hayattayken işe küçük birlikler halinde başlayan komünistler, Enternasyonal’i kurarak güçlerini dünya ölçeğinde birleştirme olanağına sahip oldular. Günümüze dek, dünya üzerinde hemen her ülkede proletarya kendi sınıf örgütlerini ve partisini kurdu. Sovyetler Birliği’nde ve diğer halk demokrasilerinde egemen sınıf durumuna geldi. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yeryüzünün altıda birinde devrimler yapılmıştı. Kapitalizmin sonunun yaklaştığı ve onun yerini sosyalist düzenin alacağı manifestonun temel öngörüsü idi. Geçen yüzyıl, eserdeki bu fikri, parlak bir biçimde ispat etmiştir.
“Proletarya çeşitli gelişme aşamalarından geçer”, Bir zamanlar egemen sınıf olarak örgütlenme olanağına sahip olan proletarya, bugün bu mevziiyi yitirmiş durumda. Ama “doğmasıyla birlikte burjuvaziye karşı savaşımı” da çoktan başlamış” olduğundan, bu yitirilmiş mevzilerin yeniden kazanılması için her yerde mücadele veriyor. Geçen zaman bu mücadelenin yollarını, mücadele aygıtlarının niteliğini değiştirmedi.
Karşı taraftan en büyük saldırının Manifesto’daki mesajlara yöneltilmesi rastlantı değil. Çünkü yeni bir dünyaya ilişkin formülasyon en çarpıcı biçimde bu eserde yazıldı. Bu nedenle Manifesto, bugün birçok proleterin başucu kitabı olmaya devam ediyor. Çünkü hâlâ dünyada “iş buldukları sürece yaşayan ve emekleri sermayeyi arttırdığı sürece iş bulan emekçiler sınıfı” ve ücret karşılığında bu emek gücünü satın alan burjuvazi olarak iki kutba bölünmüş olmanın gerilimini yaşıyor ve bu iki sınıf arasındaki savaş, proletaryanın bir sınıf olarak değişerek, artık çıkarlarını kapitalizmde de karşılayabileceğini iddia edenlerin aksine hala sürüyor. 145 yıldır bu gerçek değişmedi.
Manifesto, bu nedenle, devrimci komünizmin tarihsel birikiminin en değerli öğesidir.
Şubat 1993