Adına kurulan Kültür ve Tanıtma Derneği, Kültür Bakanlığı’nın katkılarıyla Pir Sultan Şenliği düzenlemişti. İlk üçü Pir Sultan’ın doğduğu köy olan Banaz’da yapılan şenliklerin dördüncüsü, bu yıl Sivas’ta başlatılmaktaydı. Etkinlikler iki gün Sivas’ta sürecek sonra yine Banaz’a gidilecekti. Ne Banaz’a gidilebildi ne de Şenlik’in ikinci gün etkinlikleri tamamlanabildi.
İlk günkü açılış töreninde Pir Sultan Kültür ve Tanıtma Derneği Genel Başkanı Murtaza Kaya’nın Atatürkçülük ve laisizmi savunan söylevinden sonra, Sivas Valisi A. Karabilgin ve Aziz Nesin’in yaptıkları konuşmalarla başlayan “Pir Sultan Kültür Etkinlikleri”, tek başına sevgili Asım Bezirci’nin sosyalizme vurgu yaptığı geçmişten günümüze Pir Sultanları konu alan bir panelle devam etti; gece ise halk ozanlarının salonun tıka basa dolu olduğu konseri vardı.
Günler öncesinden hazırlandığına kuşku olmayan şeriatçı faşist saldırganlık, bu arada son eksikliklerini tamamlamaktaydı. Birkaç gündür gericilik kusan “Hakikat”,
“Anadolu”, “Bizim Sivas” gibi yerel gazetelerde saldırı günü olan Cuma nüshalarında yer alacak “kıyama çağrı” yazılan ve Aziz Nesin’in ilk gün konuşması ile “Şeytan Ayetleri” bağlantısı üzerine yazılar yazılıp diziliyor, yerel gazetelere emniyetin faksından geçilen aynı gün dağıtılacak bildiri baskıya veriliyor ve Milli Gençlik Vakfı’nın on dört yurdunda genç şeriatçı faşist militanlara bir gün sonra yapacaklarına ilişkin emirler veriliyordu.
Hazırlıklar bunlardan ibaret değildi. Birkaç gündür Sivas’a giriş-çıkış trafiği oldukça yoğunlaşmıştı. Etkinliklere katılacak ve izleyecek olanların dışında da gelenler vardı. Ezici çoğunluğu aydın olan şenlik katılımcıları yakılan Madımak Oteli’nin yanı sıra Öğretmenevi gibi başka yerlere de yerleştirildiler. Ankara’dan, Yozgat ve Kayseri gibi yerlerden gelen başka bir grup ise Vakıf yurtlarına ve evlere yerleştirildi. Şenliğe Sivas dışındaki faşistler de ilgi göstermişti. Bir de şehirden gidenler vardı. İldeki polis özel harekât timi ve Jandarma Komando Birliği “operasyon için” Divriği’ye gönderilmiş; şeriatçı faşist “operasyon” için uygun ortam hazırlanmıştı. Söylendiğine göre Tugay’da ise yalnızca “acemi” erler vardı.
Cuma namazında merkezdeki camilerde son işaret verildi. Buralardan boşalanlar önce Vilayet’e yöneldiler, SHP kontenjanından atanmış, Kemalist-laik çizgideki Valiyi sevmiyorlardı, “istifa” diye bağırdılar; ardından pek kimsenin kalmadığı Buruciye Medresesi’ne uğradılar, burada da etkinlikler yapılmıştı, boş olduğunu görünce ikinci günkü panelin yapılacağı, öncesinde de Arif Sağ konserinin olduğu Kültür Merkezi’ne yürüyüşe geçtiler. Az sayıdaki polisin gözetiminde giderek artan ve sayısı 150 kişiden 1000 kişiye kadar yükselen kalabalık tekbir sesleri arasında ilerledi. Kendilerinin yanı sıra yürüyen polislerle pek sıkı fıkıydılar, iyi anlaşıyorlardı; polis kadrosu eski MHP’lilerle doldurulmuştu. Kültür Merkezi’ne polislerle sohbet edilerek gelindi.
Kültür Merkezi’ne az bir mesafe kala, kalabalık 20-25 polisin oluşturduğu “barikat”ın önünde durdu. Sloganlar atılmaya devam edildi. Kalabalık bir kez daha Vilayet’in önüne götürülüp getirildi bu arada. Yeni katılımlara ihtiyaç duyuluyor, yürüyüşlerle katılanların tansiyonu yükseltilmeye çalışıyordu. Kalabalık, sayısı artarak ikinci kez Kültür Merkezi’nin önüne geldiğinde saldırıya geçti.
Ancak Kültür Merkezi’nde toplananlar da boş durmamış, tartışmalar arasında örgütlenmişlerdi. Tartışma, Tertip Komitesi’ni oluşturanlarla, saldırı karşısında hemen bir savunma komitesi kurarak direnişin örgütlenmesini savunan ve bunu uygulamaya koyan komünist ve devrimci demokratlar başta olmak üzere direnme yanlıları arasında baş gösterdi. Tertip Komitesi’nden kişiler böyle bir örgütlenmeye gerek olmadığını, savunma durumu alma, barikatlar kurma ve merkezin önünde saldırıyı caydırmak ve püskürtmek üzere taşlar, sopa ve demir çubuklarla silahlanmanın da gereksiz olduğunu, saldırganları tahrik anlamına geleceğini ileri sürüp Kültür Merkezi içine girip bekleme düşüncesini savunuyordu. Onlara göre “güvenlik güçleri gereken önlemleri almıştı” ve takviye alıp Kültür Merkezi’nin sağ salim boşaltılmasını sağlayacaktı. “Güvenlik kuvvetlerinin koruyuculuğu”na ilişkin yayılmaya çalışılan beklenti, saldırganlık kaynağının nerede olduğunun kavranamamasından kaynaklanıyordu, devletin “tarafsız” görülüp yardımcı olacağı umudu üzerine kuruluydu. Bu beklentinin boşluğu ve hayalciliği kısa sürede açığa çıktı. Saldırgan güruh önce taşlarla sonra ucu çivi ve jiletli sopalarla Kültür Merkezi üzerine yürüdüğünde ortalıkta tek bir “güvenlik görevlisi” kalmayınca, iş savunma ve direnme yanlılarına düştü. Taşlı-sopalı çatışma sonucunda direnişçiler önceden kurdukları barikatların arkasına çekildiler. Bir süre dışarıdan Merkezi taşlayan şeriatçı faşist güruh yapacak pek bir şeyi olmayınca, yakındaki cami önünde Belediye Başkanı Karamolla’nın sözde yatıştırıcı, yönlendirici konuşmasıyla yeniden Vilayet ve bu kez esas hedef edineceği Madımak Oteli’ne doğru yola çıktı.
Direnme yanlılarıyla devletten yardım beklentisi içinde olan yatıştırıcılar arasındaki ikinci tartışma Kültür Merkezi’nin boşaltılmasına ilişkin olarak çıktı. Saldırı sırasında kayıplara karışan “güvenlik kuvvetleri” yeniden “görev başına” dönmüştü ve Tertip Komitesi’nden kişiler onlarla konuşarak Merkez’in “güvenlik güçleri” gözetiminde boşaltılmasını ve barikatların hemen kaldırılması gerektiğini savunmaya başladılar. Oysa henüz faşist saldırganların nerede oldukları ne yaptıkları bile bilinmiyordu. Panik içinde bir an önce “selamete” çıkma kaygısı, yine polise duyulan güvenle ona sığınma ve onun yardımıyla Merkez’in boşaltılması düşüncesine yol açıyordu. Kuşkusuz bu yapılmadı. Direnişçiler, organize bir şekilde Kültür Merkezi’nin etrafını kontrol ettikten ve saldırgan grubun yeniden Çarşı’ya doğru uzaklaştığını öğrendikten sonra, Merkez’in önünde bekleyen, Şenlik’e Ankara’dan katılanları getirmiş iki otobüse kadın, çocuk ve yaşlıları bindirip geri kalanların ise üçlü-beşli gruplar halinde olabildiğince güvenlik içinde Kültür Merkezi’ni terk etmelerini sağladılar.
Devletten beklentici, benzer bir yaklaşım Otel’de de yaşandı. Otel’e sığınan görece az sayıdaki kişi, son ana, otel yakılınca-ya kadar devletten beklenti içinde “güvenlik güçleri”nin kendilerini saldırganların elinden kurtarmasını bekledi. Şeriatçı-faşist güruh örneğin Kültür Merkezi’ne saldırıya geçip otel önünden ayrıldığında Otel’de kalanlar bulundukları yerden ayrılmadılar. Hatta bu arada otele yeni sığınanlar oldu. Önünde az sayıda “güvenlik kuvveti” bekleyen otel en “korunaklı yer” görünüyordu! Kuşkusuz otelde mahsur kalan ve otuz yedisi yanarak ve dumandan zehirlenerek öldürülen, çoğu gencecik insana haksızlık etmemek gerekiyor. Durumu ve ne yapılması gerektiğini tam kavrayamıyorlardı, tümü böyle bir durumla ilk kez karşılaşmıştı, tecrübesizdiler, hemen hiçbiri Sivas’ı bilmiyordu ve hiçbir önlem alınmadan, kendini savunmak için hiçbir örgütlenmeye gerek duyulmadan getirilip Sivas’ın ortasına bırakılmışlardı. Öldürülenler başta olmak üzere son ana kadar oteldeki herkes “güvenlik güçleri”nden kendilerini kurtarmasını bekledi. “Yardım” hiç gelmedi.
“Tezgâh” ya da senaryo yücelerden kurulmuştu. Otel’den SHP genel merkezi aranıp yardım istendi. Orası da yardım istenecek yer değildi. İnönü, Belediye Başkanı’ndan bilgilenen içişleri Bakanı Gazioğlu’nun “olaylar kontrolümüz altında” şeklindeki sözlerine “inandı.” Oteldekilerin başta SHP genel merkezine ulaşan acil yardım feryatlarına kulak asan olmadı. Devlet, yardım beklenecek merci değildi. Cumhurbaşkanı Valiye, “halkla güvenlik güçlerim karşı karşıya getirmeyin” talimatını vermişti. Başbakan ve içişleri Bakanı’nın tutumu farklı değildi. Başbakan Yardımcısı’nın da Tugay’dan saldırganlara müdahale edilmesi de engellendi. Sivas Valisi Karabilgin Milliyet gazetesinde (18 Temmuz) çıkan “sohbet”inde şunları söylüyor:
“13.45’de tugay komutanını telefonla arayarak askeri destek ihtiyacımızı bildirdim. Tugay Komutanı Tuğgeneral Ahmet Yücetürk elindeki kuvvetleri gönderebileceğini söyledi. Saat 14.30’da İçişleri Bakanı ve Müsteşarını arayarak olayların büyüyebileceğini, Tokat ve Kayseri’den yardımcı kuvvet göndermelerini istedim. (…) Saat 19.50, Emniyet Müdürü Otel önünden bana adeta yalvarıyor. Yardımcı kuvvet istiyor. Aynı dakikada benim yanıtım: ‘Dayan Müdür bey, dayan! Tugaydan destek kuvvet geliyor.’ Asker geldi, ama ne yapacağını bilmiyor. Saldırgan grubun gerisinde kaldı. Otelin önüne intikal edemedi.”
Tugay’dan “yardım” yaklaşık altı saat sonra gelebiliyor; ama o da işe yaramıyor, gelen askeri birlik otelin korunmasına girişmiyor, saldırganlarla otel arasına girip mevzilenmiyor. Yarım saat içinde, örneğin PKK’ye karşı binlerce kişi nakledebilen ordu, Sivas’ta kuşatılıp yakılmaya uğraşılan aydınların “yardımına” altı saatte “gidemiyor!” Havaya olsun birkaç el ateş edilse dağılacak olan şeriatçı faşist militanların otuz yedi kişiyi yakarak öldürmesine yalnızca alkış tutuluyor. Hele başlangıçta birkaç yüz kişiyken en küçük bir müdahaleyle dağıtılabilecek kalabalığın büyümesi ve “dinsizlere bir ders vermesi” için müdahale bir yana sadece eller ovuşturuluyor. Valiye, emniyetten dağıtma yerine toplu halde tutma yönünde akıl veriliyor: “Emniyetteki arkadaşlarımız grubu dağıtmamamızı, toplu halde tutulurlarsa kentin içine yaylamayacaklarını söylediler. Bu öneri bana da olumlu geldi.(…) Grubu kontrolümüz altında tutmayı uygun bulduk” diyor Vali ve ekliyor:
“Saat 18.00’de istediğim destek hiçbir yerden gelmedi. Tek destek, Genelkurmay Başkanı’nın beni telefonla aramasıydı.” Büyük “destek” sağlıyor Başkan telefon ederek! Ne diyor? Vali: “Sayın Doğan Güreş aradı. ‘Aman Vali Bey, mollalara gösteri için izin vermeyin. Bunların önüne geçmek için ne destek istiyorsanız sonuna kadar arkanızdayız’ dedi.”
Vali’nin “arkasında” olduğunu söyleyen Genelkurmay başkanı saatlerce ne tugaydan ne de başka bir yerden “destek” göndermeyi başaramıyor! Sonunda otuz yedi aydının göz göre göre yakılmasına olanak sağlanıyor.
Olaydan sonra Cumhuriyet gazetesi manşetler atıyor: “Devlet seyirci kaldı”, “Devlet şeriata teslim oldu.” Bu başlıkları Aziz Nesin’in basın toplantısında söylediklerinden çıkarılıyor. O da son ana kadar “devletin müdahale edeceğini sandığını” “güvenlik güçleri”nin gelip kendilerini kurtaracağını düşündüğünü söylüyor açıklamalarında ve ekliyor: “Devlet uyuyor. Devletin uyuduğunu aylardan, yıllardan beri söylüyorum.” Hikmet Çetinkaya köşesinde yazıyor: “… Olayın laik Türkiye Cumhuriyeti’ne yönelik olduğunu nedense görmezlikten geliyorlar.” İstanbul Barosu Başkanlığı ilan ediyor: “… Devlet inanılmaz biçimde çürüyor, çürütülüyor. Hukuk ölüyor, öldürülüyor. Biz, hükümeti ve siyasal partileri göreve çağırıyoruz. Laik cumhuriyet ve hukuk devleti ciddi bir tehditle karşı karşıyadır.” Bir dizi aydın, odalar, çoğu alevi kökenli il ve ilçe dernekleri ve bazı SHP’liler birlikte ilan veriyorlar: “Türkiye ülkesiyle, yurttaşlarıyla, demokrasisiyle tehlikededir. Sivas’taki irtica ve katliam, halkımızın tümüne ve demokrasiye karşıdır.”
Açıklanan tutumlarda genel olan aymazlıkla devleti yanlış bir yere oturtma, bir yaklaşım bozukluğu oluşturmakta; “yobazlığa” ve “şeriat isteyenlere karşı” devletten bir beklenti içinde olma ve hatta “yobazlığı” “demokrasimizi” ve devleti hedef alan bir tehdit sayma, devleti bu “tehdit” karşısında yeterli tedbir almamakla eleştirme, tehdidin asıl kaynağı ve hedefini kavramama, şeriatçı faşist saldırganlık karşısında tedbirsizliğe ve ondan korunmanın olanaksızlaşmasına götürmektedir, götürmüştür.
Daha başlangıçta, Sivas’ın gerici faşist saldırganlığın eyleme dökülmesi yönünden elverişli koşullara sahip olduğu tahmin edilmesine hatta bilinmesine karşın hiçbir öz savunma önlemine ihtiyaç duyulmadan yalnızca “devletin koruyuculuğu”na sığınılarak şenliğin Sivas’ta tedbirsizce düzenlenmesine girişilmesinin ardında bu yaklaşım bozukluğu vardır. Şenlik bu yıl Banaz’dan Sivas’a alınırken yalnızca “taş gibi Vali”ye ve kuşkusuz onun temsil ettiği devlete güvenilmiştir. Ve devletin tüm açıklığıyla olay sırasında kendisini ortaya koymasına rağmen bilinç ve yaklaşım bozukluğu sürdürülmüştür.
Hükümetin göreve çağrılmasına hiç gerek yoktur, çünkü işinin başında olmuştur. “Hukuk devleti” ya da hukuk’u katletmekte olan devlet şeriatçılardan, faşistlerden değil, Kürtlerden ve işçi ve emekçilerden gelen tehditle karşı karşıyadır ve bu tehdide karşı tüm ideolojik akım ve gerici örgütlenmeleri harekete geçirip koordine ederek saldırı halindedir. Devlet uyumamaktadır; tersine uyanıktır, ne yapması gerektiğini iyi bilmekte ve yapmaktadır. “Seyirci” kaldığı ya da “teslim” olduğu yoktur; saldırgan örgütlenmenin ta kendisidir ve şurada burada çeşitli biçimlere bürünen faşist saldırganlığın yalnızca destekçisi değil, yönlendiricisi ve örgütçüsüdür.
Kemalist laisizmin etkisi altında çatışmanın ve çeşitli güç ve eylemlerin amaç ve hedefleriyle yanlış kavranışı yaklaşım bozukluğunun temel bir nedenidir. Düzen karşıtlığı yerine ona entegre oluş, bozukluğun çıkış noktası olmaktadır. Düzen içinden bakıldığında devlet de demokrasi de “bizim” görünmekte ve devletin dinle ilişkisi anlaşılamamakta dinci siyaset ya da siyasallaştırılmış dinin saldırganlığı karşısında, bu saldırganlığın devleti hedeflediği zehabına kapılınarak, devletin saldırganlığa karşı çıkması ve koruyuculuğu öngörülmektedir. Dini siyasallaştırıp kendi amaçları doğrultusunda kullanmaya yönelen asıl gücün siyasal örgütlenmesi -devleti- ile sermaye olduğu, sermayenin diğer gerici akım ve kurumlar gibi dini de yalnız bir ideolojik biçim değil bir siyaset ve örgüt olarak da kullandığını anlama yeteneksizliği sermaye ve düzen karşıtı olmaktan ya da onlar tarafından emilmekten gelen sistem içi “yobazlık” ya da din karşıtlığı, kuşkusuz yobazlıkla nasıl mücadele edileceğini ve din karşısında nasıl bir tutum almak gerektiğini de anlamada zaaflılık olarak belirmekte ve bu, düzen içine sürüklenmiş “sol” aydınların belli başlı zaafları arasında bulunmaktadır.
Sermaye ve burjuva devletten, düzenden soyutlanmış bir din ve sınıf mücadelesine, işçi sınıfı ve emekçilerin sermaye ve devletine karşı mücadelesine bağlanmayan bir dine karşı savaş ve çatışmanın şeriatçı-laik çatışması olarak anlaşılması, doğal olarak düzen içi konumlara denk düşmekte ve Kemal’den bu yana laik olduğu var sayılan devletten “yardım” ummaya götürmektedir.
Son aylarda, özellikle şiddetlendiği dönemlerde sınıf mücadelesini saptırmaya girişmesi ve gerici konumlarda yer tutmaya yönelmesiyle ünlü Aydınlık grubu tarafından tiraj kaygısının da ötesinde bilinçlice gündeme getirilen ve Cumhuriyet gazetesi tarafından da desteklenen Kemalist radikal dinle savaş politikası laik aydınların zaaflı kavrayışlarını besleyip geliştirdiği gibi, sınıf mücadelesinin gündemini değiştirmede sermayeye değerli hizmetler sunmakta ve faşizmin eline saldırganlığını bileyecek bahaneler vermektedir. Atatürk’ün el yazısıyla hazırladığı tarih kitabını “Allah ve Peygamber” sporuyla yeniden yayımlayarak yetersiz olduğu kadar, sermayenin dünyevi egemenliğinin gizleyicisi Kemalist laisizmin yolundan yürüyen Aydınlıkçılar bugün din ve ona karşı mücadelede, şeriatçı faşist saldırganlık karşısındaki tutumda görülen bilinç bozukluğunun başlıca temsilcisi durumundadır. Şeriatçı faşist saldırganlığa karşı mücadeleyi sermaye ve burjuva devlete karşı mücadelenin bir parçası olarak kavramak yerine “yobazlığa karşı mücadele”de devletten yardım beklentisi içine girme, Aydınlık’ın da izini sürdüğü Kemalist laisizmin etkisi altında oluşun bir ürünü ve sonucu olmaktadır.
Üstelik bir başka olumsuz sonuç daha ortaya çıkmakta; hemen tüm kademeleriyle devlet ve şeriatçı faşistler, Kemalist laisizmi, örneğin Aziz Nesin’in din üzerine söylediklerini “Sivas halkını tahrik eden” temel etken olarak göstermekte, ezici çoğunlukla “dini bütün” emekçilerin kafasını bulandırma şansını yakalayarak önemli bir kesimi saldırganlıklarının “haklılığı”na “ikna” etmeyi becerebilmektedirler. Bilinç kayması ve sınıf mücadelesinde sapma ve şeriatçı faşist saldırganlığın tırmandırılmasına karşın meşru gösterilerek gizlenebilmesi, tümü sermayenin kazanç hanesine yazılmakta, buna rağmen ahmak Kemalist laikler, Aydınlık böbürlenmesini sürdürmektedir.
Sivas olaylarının Aziz Nesin’in tahrikleriyle patlak vermediği kuşkusuzdur; sermayenin çeşitli temsilcileri ve şeriatçı faşistlerin bu yöndeki iddialarına kargalar bile güler. Ancak bu ne Aydınlık’ın ne de Aziz Nesin’in laik çizgisini ve gericiliğin eline bahane sunuşlarını haklı çıkarır. Doğrudur. İsteyen dinsizliğini açıklayabilir ve din karşıtı propaganda yapabilir. Kimse nasıl inandığı için kınanamazsa inanmadığı için de kınanamaz inanç ve düşünce özgürlüğü saygı değerdir. Ancak bilinmelidir ki, demokratik bir ülkede, burjuva normlarıyla bir “hukuk devleti”nde yaşamıyoruz ve örneğin düşünce özgürlüğü hâlâ elde edilmesi zorunlu bir talep durumundadır. Ve bu talebin gerçekleşmesi devletin yardımıyla değil, ona karşı mücadele sonucu olacaktır. Düşünce ve inanç özgürlüğünü kuşkusuz savunacağız ve ama bu özgürlüklerin elde edilmesi ve kullanılmasının bir güç ilişkisi olduğunu bileceğiz. Burjuva “özgürlük” ve devlete uyanma çağrısı türünden masalların ötesinde, din ve din siyaseti söz konusu olduğunda ona karşı mücadelenin soyut bir yobazlık-laiklik ya da şeriatçı-laik güçler karşılığı temelinde değil, sermayeye karşı yürütülen sınıf mücadelesine ve onun ihtiyaçlarına bağlanarak yürütülmesi zorunluluğuna uygun davranmaktan başka her şey hem sınıf mücadelesine hem de din siyasetinin etkisizleştirilmesi mücadelesine zarar verecektir. “Ortaçağ karanlığına karşı ve aydınlanma mücadelesi” adına, sınıf mücadeleleri ve ihtiyaçlarından kopuk, burjuva laisizmini temel edinen ve onu yeterli gören din karşıtlığı ve dine karşı savaş yaklaşımı devletten beklentilerin nedeni olmasının yanında, sonuç olması olanaksız bir “savaşçılık”tır. Düzen içi kulvarlarda kolaycılık ve onun ötesinde sınıf mücadelesini saptırmak anlamındadır. İşçi sınıfı ve emekçilerin dinin saçmalıkları kadar Salman Rüşdi’nin saçmalıklarına da, her ikisi tarafından ilgisinin dağıtılmasına da ihtiyaç yok. Dinci idealizm karşısında materyalizmin savunulmasına evet, ama din siyaseti karşısında günlük politika olan dine karşı savaş açılmasına, laiklik adına din karşıtlığı siyaseti yapılmasına hayır. Bundan sınıfın kazanacağı bir şey yoktur. Dini ve Allah fikrini korku ve insanın acizliği yarattı. Gereksizleşmesi, insanın acizliğinden kurtulma yoluna girmesiyle, sermaye egemenliğinin bir alınyazısı olmadığını mücadelesi içinde deneyleriyle öğrenmek kendi gücünün bilincine varmasıyla olacaktır. İnançlarla sınırlı sahte bir laiklik çatışmasına, inançlar konusunda bağırıp çağıran yayınlar yapmaya bir Marksist ihtiyaç duymaz. Ortaçağın karanlığı da dine karşı savaşla değil, toprak ve özgürlük mücadelesiyle yıkılacaktır. Geliştirilmesi gereken sahte ve saptırıcı yobaz-laik mücadelesi değil, sınıfın eylemidir. Sınıf mücadelesidir. Dinle ancak sınıf mücadelesine ve gelişmesine bağlı olarak hesaplaşılabilir. Böyle olacaktır da.
Ağustos 1993