Kapitalist dünyanın son bir kaç yılda ciddi sorunlarla karşı karşıya olduğu, gerek IMF gerekse Dünya Bankası raporlarında bile vurgulanıyor. İçinde gelişmiş yedi emperyalist ülkenin yer aldığı Yediler Grubu’nun 1988’de ortalama yüzde 4,5 olan büyüme oranı bir önceki yılda yüzde 1’in altına inmesi, işsizlik oranının 2 puanlık artışla yüzde 8’e yükselmesi, kapitalist dünyanın durgunluk içinde olduğunu gösteren temel veriler olarak sunuluyor. Hatta 1992 sonunda Amerika’da hafif canlanmaya karşın Avrupa’da Para Krizi’nin yaşanması ve daralmanın yayılması, Japonya’da büyümenin iyice yavaşlaması nedeniyle Yediler’in geçtiğimiz yıl ortalama büyüme oranının 1991’dekini aşamayacağı tahmin ediliyor. Böyle bir eğilim nedeniyle IMF’nin Eylül 1992’de verdiği iyimser büyüme oranı tahminini, geçtiğimiz Aralık ayında revize ederek hayli düşürdüğü belirtiliyor.
Kapitalist Dünya’nın içinde bulunduğu bu durum; durgunluk olarak nitelendiriliyor. Esas olarak büyümenin gösterdiği performansı dikkate alarak böyle bir yorum yapmak mümkün. Fakat kapitalist ekonomiye bütün olarak bakıldığında, durgunluk yapmaktan öte bir yorumu zorunlu kılıyor.
Geçtiğimiz yılın son çeyreğinde söylendiği ve yazıldığı biçimiyle Avrupa’da bir Para Krizi yaşandı. Hem de siyasi ve ekonomik birliğe geçmeye dört ay kala böyle bir krizin yaşanması ve. ardından İngiltere ile İtalya’nın 12 üyeli Avrupa Döviz Kurları Mekanizması’ndan (ERM) çıkarılması, tüm bunların bir kaç gün içinde yaşanması, sistemde krizin ekonomik ve politik boyutunu ortaya koymuyor mu?
‘Birleşik Avrupa’, yıllardır, bir özlem olarak ifade ediliyor ve o yönde birçok kararlar alınıp, adımlar atılıyordu. Böyle bir planın temelinde yatan; siyasi birliğin, ekonomik ve parasal birlikle perçinlenmesi idi. Oysa bir kaç gün içinde döviz piyasasında yaşanan dalgalanma sonucunda, parasal birliği sağlamak üzere kurulan Avrupa Döviz Kurları Mekanizması ya da Sistemi üyeler arasındaki ekonomik güç farklılığı nedeniyle işlemez hale geliyordu.
Evet, kimi siyasal ya da ekonomik sorunlar, gerek ulusal gerekse uluslararası düzeyde, belki de bardağı taşıran son damla olabiliyor. Böyle olması, onun, esas neden olduğu anlamına gelmemekle birlikte, son damla olduğunun bilinmesini de engellemiyor.
Değişik zamanlarda, değişik mekânlarda bu tarzda yüklem yapılan sorun farklı olabiliyor. Hatta toplumsal değişimi sağlayacak örgütlü gücün partinin ya olmaması ya da o derece gücünün bulunmaması halinde de, mevcut ekonomik ve siyasi yapılanım, krize karşın yaşayabiliyor. Böyle bir durum, elbette ki, sistemde yaşanılan krize neden olan çelişmelerin çözüldüğü anlamına hiç gelmiyor. Aksine kriz-çelişki ilişkisi dikkate alınmamış oluyor. Böyle bir bakış da, günümüz kapitalist dünyasında yaşanılanı, konjonktürel dalgalanma ve bir ‘durgunluk’ olarak tanımlıyor.
Ekonomik sorunlara, hatta krize yaklaşımda, son tahlilde, iki analiz yöntemi var. Bir tanesi, açıklamaya çalıştığım gibi, sistemi esas ana veri olarak dikkate alıp, büyüyememe, enflasyon gibi öne çıkan bir sorunu bütün olumsuzlukların kaynağı olarak gösterme. Bir diğeri de, kapitalist yapının oluşumunda var olan çelişkiler temelinde, soruna yaklaşma ve bunun temelinde analiz yapmak oluşturuyor. Böyle bir yöntem, birincisinde belirtilen sorunu, yaşanılanı açıklığa kavuşturmada gerekli ama yeterli olmadığına dikkat çekiyor.
AMERİKA ÇÖKÜYOR MU?
Amerikan ekonomisinin içinde bulunduğu durum, dünya ekonomisini yakından ilgilendiriyor. Çünkü altı trilyon doları aşan ulusal geliri ile Amerika, dünya ekonomisinin lokomotifi, dünyadaki yaklaşık 180 ülkeden, bir yılda yaratılan iktisadi değerlerin yarısı, Amerika, Japonya ve Almanya tarafından üretiliyor (Hürriyet, 1 Ocak 1993). Amerika’nın üçlü grup içerisinde lider olması açısından da, bu ülkeyle ilgili olan gelişmeler önem kazanıyor. Buna bir de siyasi egemenliğinin eklenmesiyle Amerikan ekonomisindeki her gelişme, dünyayı yakından ilgilendiren bir faktör oluyor.
Amerikan ekonomisi 1948 sonrasında ve özellikle 19601ann ortalarından itibaren yaşadığı krizi, 1990’lara taşıdı. Krizin, daha da ağırlaşarak süreceği tahmin ediliyor.
Amerikan ekonomisinde sermaye kullanımı dikkate alınarak düzeltilmiş şirketlerin kâr oranı, 1948’de yüzde 14 iken daha sonraki yıllarda sürekli azalıyor. 1990’larda 1948’e kıyasla yüzde 61 gerilemeyle yüzde 5,5’e iniyor. Diğer bir deyişle, Amerikalı her kapitalist, sanayiye yatırdığı her 100 dolarlık sermayesine karşılık 1948’de 14 dolar olan ve 1965’te 12 dolan aşan ortalama kazancı, 1990ların başında 5 dolar düzeyinde gerçekleşiyor.
Prof. Dr. A Shaik ile birlikte çalışmayı yapan Doç.Dr. E. Ahmet Tonak, Amerikan ekonomisinde kâr oranının bu seyrini 1920’lerle karşılaştırdığında: “1929’daki krizin o noktaya erişmesinin önemli nedenlerinden biri tanesi, ‘Keynes’çi iktisadın yürürlüğe soktuğu iktisat politikaları ve onlara tekabül eden kurumsal yapıların olmayışıdır. Bugün o şekilde kriz dışa vurmuyorsa, bu, bir ölçüde, bir takım denetleme mekanizmalarının ve kurumların varlığına bağlanabilir. Aslında bazı göstergelere baktığımız zaman, krizin derinliği 1920’lerin sonundan daha vahimdir.” (GERÇEK dergisi, 9 Ağustos 1992).
ABD’de Kâr Oranı (1947-1990)
1947 0,117
1052 0,128
1957 0,112
1962 0,117
1967 0,107
1972 0,087
1977 0,083
1982 0,047
1987 0,063
(AÇIKLAMA: Kapasite kullanımı için düzeltilmiş imalat sanayisinde kâr oranı
KAYNAK: Prof.Dr. A. Shaikh, Doç.Dr. Ertuğrul Ahmet Tonak, Milli Hesapların Ekonomi Politiği, Cambrigde Üniversity Press.)
Benzer bir eğilimi Prof. Dr. A. Shaik’in 1964 ile 1987 yılları arasında kalan dönemde Japonya, Almanya ve Avrupa ülkelerinin bazıları için yaptığı çalışmada da görmek mümkün. Buna göre 1970’lerin başında Japonya’da yüzde 40, Almanya’da yüzde 20’yi aşan kâr oranı, 1980’lerin ikinci yarısında Japonya’da yüzde 20’in altına Almanya’da yüzde 15’in altına iniyor.
Evet, bu iktisadi olgular, Marx’ın 1870’lerdeki öngörüsünün gerçekleştiğinin somut göstergeleri olarak anlam kazanıyor. Hem sermayenin organik bileşimi yükseldi, hem de kâr oranı azalma eğilimi içinde bulunuyor. Emek gücüne yapılan ödemeye, ücretlere kıyasla, üretim için kullanılan fakat yeni değer yaratmayan hammaddelere, makinelere yapılan ödemelerden daha hızlı artmasından dolayı kâr oranı azalma eğilimi içinde bulunuyor.
Yatırılan sermayeye karşılık, kazancın azalıyor olması bir iki yıllık olgu olmaktan öte, özellikle, 1960’ların ortalarında gerçekleşen büyük kırılma ile sonraki yıllarda da devam ediyor. Bu da gelecek açısından iyimser olma umutlarını azaltmaktan öte, yok ediyor. Çünkü ekonominin bütünü açısından sermayenin kârının azalması anlamında yeniden üretememesi yaşanılmakta olan krizin somut anlatımı olarak yoğunluk kazanıyor.
Bunun içindir ki kapitalistlerin giderek artan bir kısmı yeterli bir kâr elde edemiyor, yatırımları kısıtlanıyor ve işsizlik artıyor. Uluslararası piyasada yeni borçlanma mekanizmaları ile sermayenin kredi ve spekülasyona dayalı kendisini yeniden üretme imkânlarının bulunuşu ve teşviki, kâr oranının azalmasına karşı önem kazanan politikalar oluyor. Bu da bir açıdan krizin derinleşmesini hafifletiyor, bir açıdan da krizin yaygınlaşmasını sağlıyor.
Üretimde karşılığı olup olmadığı bilinmeyen ve günlük işlem hacmi trilyon dolarla ifade edilen para ve kambiyo piyasasındaki değerin, altı günlük tutarın bir Amerikan ekonomisinin yıllık ulusal gelirine eşit olması, varılan noktanın ne kadar ürkütücü olduğunu gösteriyor. Çünkü spekülasyon ve kredi sistemindeki bu gelişme özellikle 1980’lerde yoğunlaşıyor. Bu tür spekülatif bir süreçle ‘sağlanan’ ekonomik genişlemenin de böyle bile devam edemeyeceğine dikkat çekiliyor.
’80’li yıllarda artan tüketim harcamalarını karşılamak için bir borçlanma furyası yaşanıyor. 1980’de Amerika’da yüzde 110 olan bireysel ve şirketlerin borçlarının yurtiçi hâsılaya oranı, 1991’de yüzde 150’ye yaklaşıyor. Yani borçların ulusal geliri yüzde 10 aşan oranı, bir önceki yılda yüzde 50’ye çıkıyor. Yurtiçi hâsıla bile borçları karşılamıyor. Aynı dönemde Japonya’da 60 puanlık artışla yüzde 220 olan borçların yurtiçi hâsılaya oranı İngiltere’de 90 puanlık büyümeyle yüzde 160’a yükseliyor. Bireyler gelirini aşan oranda borçlanma eğilimi içindeler. Bu da bireysel tasarrufun eridiğini ortaya koyuyor. 1980 yılında Amerika’da gelirinin yüzde ’80’ini kadar borçlanan birey, artık 1991’de gelirini yüzde 15 aşan oranda borçlanıyor. Gelirinden daha fazla tüketim ve daha çok borçlanma, İngiltere’de 60 puanlık artışla yüzde 120’ye yaklaşan bireysel borçların, bireysel gelire oranı; Japonya’da 40 puanlık yükselmeyle yüzde 120’yi buluyor. Evet, bireyler gelirini aşan oranda tüketim eğiliminde olduğundan, borçlanıyor; tasarruf da eriyor. (IMF, Aktaran Doç.Dr. Nilsen Altıntaş, Banka ve Ekonomik Yorumlar, Ağustos/Eylül/Ekim 1992, sy. 62)
Sorunun temelinde aşın borçlanma yattığı için, faiz oranlarındaki bir düşüşün, özel kesim harcamalarını uyaramayacağı ve bundan dolayı da para politikasının etkili olamayacağına dikkat çekiliyor. ABD’de birçok kere faiz oranları düşürüldüğü halde, bireysel harcamaların etkilenmediği belirtiliyor.
KRİZİN FATURASI
Sermayenin yeniden üretimde yaşadığı tıkanıklığı aşmak için ilk yaptığı karşı saldın ya da diplomatik bir dille ilk gündeme getirdiği politika, fedakârlık söyleviyle sömürünün şiddetini artırmak oluyor. Bunu kapitalist iş saatlerini uzatmakla (mutlak artı-değer) ya da makinelerin çalışma hızını artırmakla (nispi artı-değer) yapıyor. Günümüzde olduğu gibi kapitalist, gerek kendi ürünlerinin fiyatını artırmakla gerekse ücretleri kısmak, dondurmak politikasıyla da, ücretlerin satın alma gücünü azaltma eğilimine giriyor.
Krizin faturasını işçi sınıfına kesen politikalar nedeniyle, bir yandan sınıf nispi olarak yoksullaşırken bir yandan da ulusal pastadan aldığı pay azalıyor. Bu; bir yönüyle krizin varlığına esas olan çelişkinin daha da keskinleştiğini ifade ediyor.
Amerika’da 1947-1990 döneminde reel ücretler sürekli emek verimliliğinin altında bir oranda artış kaydediyor. Fakat oranında büyük kırılmanın olduğu 1960’lı yılların ortalarından itibaren, reel ücretlerle verimlilik arasındaki açıklık daha da artıyor. Hatta 1972 sonrasında reel ücretlerde büyük bir gerileme yaşanırken, verimlilikteki artış, önceki yıllara kıyasla azalarak devam ediyor. 1990’ların başında verimlilik, 1947’ye oranla yüzde 100 artıyor. Bu oransa reel ücretlerde yüzde 30’un altında kalıyor. Reel ücretler o kadar büyük oranda geriliyor ki, 1990’lardaki düzeyi ancak, 33 yıl önceki 1957 kadar.
ABD’de VERİMLİLİK VE REEL ÜCRETLER (1947-1991)
yr wr
1947 1,0 1,0
1952 1.22 1,13
1957 1,32 1,28
1962 1,54 1,40
1967 1,68 1,50
1972 1,79 1,60
1977 1,88 1,53
1982 1,89 1,37
1987 1,98 1,35
1991 1,95 1,28
(AÇIKLAMA: yr: Emek üretkenliği, yani verimliliği; wr: Reel ücretler
KAYNAK: Prof. Dr. A. Shaikh, Doç.Dr. E. Ahmet Tonak, Age)
Amerikan Fiyat Düzeyi 1929-1982
1929 58
1940 27
1950 37
1960 58
1970 97
1980 155
1982 160
(AÇIKLAMA: 1967:100 endeksine göre tüketici fiyatları.
KAYNAK İKTİSAT (2), R.G. Lipsey, P.O. Steinor, D.O. Purvis, Bilim ve Teknik Yayınevi, Yayın Sorumlusu: Dr. Ahmet Çakmak, 1984, sayfa 10)
İşçiler ‘Çok üretip, az tüketen’ bir durumda bulunuyor. Bu da Marx’ın bir öngörüsünü verilerle daha anlaşılır kılıyor. O da işçi sınıfının uzun vadede nispi yoksullaşması eğilimini açığa çıkarıyor. Sınıf tarafından yaratılan ‘ yeni değerden ücretlere düşen pay, uzun vadede azalma eğilimindedir. Bunun içindir ki, gerçek ücretlerin de azalması gerekmiyor. Emek üretkenliğinin, gerçek ücretlerden daha hızlı artması ve böylece verimlilikle, reel ücretim arasındaki açıklığın Amerika’da olduğu gibi büyümesi de nispi yoksullaşma eğiliminin varlığını ortaya koyuyor. Hatta 1970’lere kıyasla mutlak oranlarda bir gerilemenin olduğu görülüyor. Diğer bir deyişle bunlar, sınıfın geçen yıllara kıyasla daha fazla sömürüldüğü gerçeğini gözler önüne seriyor.
Madalyonun öteki yüzü ise sermayenin daha çok yoğunlaştığını ortaya koyuyor. Reel ücretlerdeki erime ya da verimliliğin daha hızlı artıyor olması, sermayeye kaynak transferini gerçekleştiriyor.
Reel ücretlerle verimliliğin böyle ilişkilendiği bir dönemde kâr oranı azalma eğilimi gösteriyor. Fiyatlar ne oluyor? 1950’lerde durgunlaşan fiyat artışı, 1970’lerden itibaren aniden yükseliyor.
Fiyatlardaki bu eğilim ücretlerin satın alma gücündeki azalma konusunda netleşiyor. Bu da azalan kâr oranı eğilimine karşı koymanın ya da çöküntüye yol açabilecek daha etkin bir düşüşü engellemenin bir politikası olarak gündeme geliyor, fiyat artışları.
1945’İN ‘İNTİKAMI’ MI?
İkinci Dünya Savaşı’nın galibi Amerika, atom bombalarına deneme imkânı bulduğu Japonya’yı askeri ve ekonomik yönden denetime alma politikası izledi. Halen çeşitli bölgelerinde ve limanlarında Amerikan askeri varlığı bulunuyor. Ayrıca mallarını satmasına ve sermayesinin yatırım yapmasına imkân sağlayacak bir pazar olarak değerlendirme olanağı buldu. Emperyalist Amerika, bir başka emperyalist ülke Japonya ile ekonomik ve politik ilişkilerin boyutuna göre şiddetlenen çelişkinin çözümünü savaşta gördü ve daha sonra izlediği politikayla da, yine çelişkiye kaynaklık eden bir davranış içinde bulunmaktan kendisini alamadı.
Japonya’yı kendi sermayesine pazar olarak değerlendiren Amerika, Japonya’nın ayakları üzerine kalkmasıyla, galibi olduğu çelişkiyi değişik olarak yeniden güçlendiriyordu. Japonya’nın kendini toparlamaya yönelik politikası da, çelişkiyi artıran bir diğer etkendi. Bu bile kapitalizmin ne kadar kısa vadeli bir bakışa yatkın olduğunu ortaya koyuyor. Amerika yendiği Japonya’ya yatırım yapmasıyla, teknoloji transferi ve kaynak akışı sağlaması, kısa vadede de kazançlı çıkmasına imkân veren bir politikaydı. Öte yandan uzun vadede Japonya’nın güçlenme-siyse çelişkinin yeniden keskinleşmesine yol açıyordu.
Bir açıdan Amerika’nın işine yarayan durum, bir diğer açıdan da geçmişte 1945 öncesinde yaşadığı savaşa neden olacak çelişkiyi artıran ve bu haliyle aleyhine gelişmeyi sağlayan faktör olarak gerçeklik kazanıyordu.
Evet, dünün savaş mağlubu Japonya, yayılmacı bir ekonomik faaliyet içinde bulunuyor. Zaten Iacocca’yı da endişelendiren bu.
Amerika’ya doğrudan yatırım amacıyla giren sermayenin, toplam giren yabancı sermaye içindeki payı kimi yıllarda yüzde 30’u aşarken, kimi yıllarda da yüzde 20’nin altına iniyor. Bunda dikkat çeken bir durum bulunmuyor. Fakat doğrudan yabancı sermaye yatırımları içinde Japonların payı sürekli artan bir eğilim içinde bulunuyor. 1980’e kadar payı ancak yüzde 5 civarında olan payı, sonraki yıllarda hızla artış kaydediyor. Bu oran 1989’da yüzde 23,9 oluyor. Yani 1989’da yatırım amacıyla giren her 100 doların neredeyse dörtte biri Japonlara ait.
Böyle bir eğilim sonucu Japonların toplam yabancı sermaye yatırımları içindeki payı da sürekli artış kaydediyor. 1989 yılı sonu itibariyle Amerika’da 400 milyar 820 milyon dolarlık toplam yabancı sermaye yatırımı bulunuyor. 19801er sonunda Amerika’nın ulusal gelirinin beş trilyon dolar olduğu hatırlanırsa, bunun yaklaşık 12’de biri kadar sadece yabana sermaye yatırımları bulunuyor. Yabancı sermaye yatırımlarında Japonların 1980’de ancak yüzde 0,9 olan payı, 1990’ların başında yüzde 17,4’e çıkıyor. Aniden ve hızlı bir artış. Oysa asırlardır ticari ve politik ilişkide bulunduğu İngiltere’nin payıysa 1989’da yüzde 29,7 (Survey of C. Business, Aktaran İSO Dergisi, Amerika Eki, 1991 Aralık, sy. 70).
ABD’DA DOĞRUDAN YABANCI YATİRİMLAR (DYY)
(1960-1969, MİLYAR $)
Toplam Toplam DYY DYY Japonya’nın
Yıl Sermaye Girişi DYY % Japonya DYY İçindeki %
1960 2,3 0,3 13,7 NA NA
1970 6,4 1,5 23,0 0,0 3,6
1972 21,5 0,9 4,4 0,0 2,0
1974 34,2 4,8 13,9 0,2 4,1
1976 36,5 4,3 11,9 0,6 13,5
1978 64,0 7,9 12,3 1,0 12,5
1980 58,1 16,9 29,1 0,9 5,6
1981 83,0 25,2 30,3 3,0 11,8
1982 93,7 13,8 14,7 2,0 11,3
1983 84,9 11,9 14,1 1,7 13,8
1984 102,6 25,4 24,7 4,4 17,2
1985 130,0 19,0 14,6 3,4 17,8
1986 221,6 34,1 15,4 7,3 21,3
1987 218,5 46,9 21,5 7,5 16,0
1988 221,4 58,4 26,4 17,8 30,5
1989 214,7 72,2 33,7 17,3 23,9
(KAYNAK:Survey of Current Bussiness, Aktaran İSO dergisi, Amerika Eki, Aralık 1991, sy. 72.)
Gerek Japonya’nın ekonomik gücü, gerekse yatırımların özelliği, Amerika’da pek hoş karşılanmıyor. Çünkü 1980’lerde otomobil sanayine giren Japonların ’90’ların başında piyasa payı yüzde 30’u aşıyor. Sadece otomobil değil, diğer sektörlere de girmiş Japonlar. Hatta Amerikalıların zarar ettiği için kaçtığı, çelik sektörüne yatırım yaparak kâra geçiyorlar. (Financial Times, 26 Haziran 1990. Aktaran; İSO dergisi Amerika Eki, Aralık 1992, sy. 72)
Amerika’nın korumacı engelleri, yatırımları etkiliyor. Çünkü dışarıdan malın girişini önlemek için gümrük duvarının yükseltilmesi yeterli olabiliyor. Fakat yatırım olarak sermayenin gelmesiyle özellikle teşvik ediliyor. Malı vasıtasıyla Amerikan pazarına girmesi zorlaşan Japonya, sermaye grupları vasıtasıyla pazara giriyor. Yatırım yapmaktan kaçınmıyor. Böylece gümrük duvarını belirleyen vergi oranlarıyla oynayarak (pek kolay olmasa da), piyasa payını etkilemek mümkünken, yatırım halinde bu olabilirlik ortadan kalkıyor.
Otomobilde; 1982 ve 1986’da Honda, 1983’te Nissan, 1984 ve 1988’de Toyota, 1987’de Mazda, 1988’de Mitsubishi, 1989’da Suzuki ve Fuji’nin Amerika’da ortaklıklar halinde faaliyet göstermesi, Amerika’nın otomobilde üç devi olan Chrysler, General Motors ve Ford’u endişelendiriyor. Hatta korkutuyor. 1970 ve 1983 arasında çelik sektöründe ikisi Japon, biri Kanadalı olmak üzere üç tane yabancı sermayeli firma yatırım yapmışken bu sayı 1984’te 32’ye çıkıyor. Bunun 21 tanesi Japon, 5’i Fransa, 2’si Kore, birer tanesi de Kanada, Brezilya, İngiltere ve İspanya firmalarına ait. (D. Salvatore, The Annals, Temmuz 1991, sf. 103, Aktaran İSO dergisi, Amerika Eki, sy. 73).
Japonların sadece yatırımları değil, Amerika’yı endişelendiren. Aynı zamanda uluslararası piyasada durumları da, kaygıyı artıran bir faktör oluyor. 1980’lerde ABD’li şirketlerin dünya elektronik ev eşyaları satış payı 65 puan gerileyerek yüzde 5’e iniyor. Yine aynı dönemde mikro-chip dünya üretim pazar payı ise 25 puan azalarak yüzde 35 olurken, Japonların payıysa yüzde 52’ye yükseliyor (Dr. Muzaffer Dartan, İSO Dergisi, ABD Eki, sy. 92-93). Evet, geleceğin sanayi atılımında büyük payı olacağı söylenen bilgisayarın önemli bir parçasının dünyadaki üretiminde Amerika ve Japonya payı yüzde 87. Ama yarısından çoğunu üretense Japonlar.
Amerika dış ticaret ilişkileri açısından da Japonya ile yoğun bir ilişki içinde bulunuyor. Japonya her 100 dolarlık ihracat gelirinin 35 dolarını Amerika’dan sağlıyorken, dışardan getirdiği her 100 dolarlık malın ise 20 dolarlık kadarını Amerika’dan alıyor, diğer bir deyişle Amerika dışardan aldığı her 100 dolarlık malın35 doları ve dışarıya sattığı her 100 dolarlık malın 20 dolarlık kısmı Japonlara ait. Bunlara ek olarak İngiliz haftalık ekonomi dergisi The Economist (21 Eylül 1991), Amerika’da kırsal kesim, Japonlara arazi ve emlak satımına karşı iken, kentsel kesimin aynı tavır içinde bulunmadığını yazıyor. Ayrıca işçi sendikaları iş olanağı yarattığı için karşı değilken, Amerikan sermayedarının ise rekabetten dolayı rahatsız olduğuna dikkat çekiyor. (İSO dergisi, Amerikan Eki. sy. 73-74)
“JAPONYA’NIN SÖMÜRGESİ” Mİ?
Amerikan Yerlilerinin intikamı, Asyalı Sarılar tarafından alınıyor mu? Amerika, Japonların ekonomik ‘işgali’nden kurtulmanın bir arayışını yaşıyor. ‘Adaletin’ tecellisi olduğunu sanmıyorum. Fakat gelişmelerin bu yönde olması, böyle bir düşüncenin oluşmasına kaynaklık ediyor.
‘70’lerde ve ’80’lere taşan dönemde yöneticiler tarafından işletme politikası üzerine yazdıklarıyla büyük dikkat çeken Iacocca, bu sefer esas konusunun dışında yazdığı bir makaleyle dikkat çekiyor. Amerika’nın üç büyük otomobil firmasından birisinin Başkanı olarak çalışmalarını sürdüren Lee Iacocca, uluslararası ekonomik düzeyde yaptığı yorumla ünlendi.
“ABD, Japonya’nın sömürgesi.” Evet, bütün dünya basının yazdığı ve Türkiye’de de yayınlanan demecinde böyle diyordu. CHRYSLER’i iflastan kurtaran mucizevî adam olarak tanınan Iacocca, Japonya’yı hammadde satıp, otomobil ve elektronik ürünleri mamul madde olarak alan ABD’nin Japonya’nın sömürgesi olma yolunda ilerlediğini ve bunu engellemek için yaptırım uygulanmasını istiyor (Hürriyet, 12 Ocak 1992). Bush’un olaylı Japon gezisine de katılan Iacocca böyle konuşuyordu.
Gezisi sırasında Japonya Başbakanı’nın verdiği yemeğe katılan Bush’un yere yuvarlanması ve rahatsızlanması bir anda dünya mali piyasasında çalkantılara neden olurken, bir yandan da lacocca’nın bu yorumu, “Amerika’nın nasıl bir durumda olduğunun göstergesi” olarak değerlendirildi.
Washington Post Gazetesi, ABD Başkanı Bush’un Tokyo’da onuruna verilen yemekte yere yuvarlanışını daha dramatik unsurlarıyla gösteren bir video-bant bulunduğunu yazdı! Bush’un yere düşmesinden sonra çevresinin gizli servis ajanları tarafından sarılmasını, ancak Japonya NHK televizyonundan bir kameraman görüntülüyor. Görüntüde Bush’un düşme sırasında, Japon Başbakanı Kiiçi Miyazava’nın kucağına kusuyor. Bush’un gezisine eşlik eden lacocca’nın, pek bir ‘kazanç’ sağlanamadı değerlendirmesine, sonuç olarak Japon sermayedarlar da katılıyor. Mitsubishi’nin Genel Müdür Yardımcısı, “Başkan Bush, Körfez Savaşı sırasında güçlü Amerika’nın sembolüydü? Japonya’ya yaptığı gezide ise aczin simgesi haline geldi.” Bir başka Japon yöneticisi: “Başkan, Japonya gezisinde çok ağır çalıştı. Hatta otomobil sanayisinin üç büyükleri uğruna yerlere bile düştü.” (Hürriyet, 12 Ocak 1992).
Aslanın kedileştiğini Japonlar da “tespit” ediyor.
ABD ekonomisindeki durgunluk ve Japon firmaların dünya otomotiv pazarını ‘ele geçirmesi’, Amerikan otomotiv sanayini zor durumda bırakması sonucunda dünyanın önde gelen otomobil şirketi General Motors’un 1991 yılı zararı 4 milyar 500 milyon dolar (27 trilyon lira). Böylece Amerikan petrol devi Texaco’nun 4 milyar 400 milyon dolar zararı egale ediliyor. General Motors, Michigan, New York, Ohio, Indiana ve Kanada’da toplam 21 fabrikasını kapatacağı ve 70 bini aşkın kişinin işten çıkarılacağı belirtiliyor. Diğer otomobil devlerinin de durumu farklı değil. 1991’i Ford 2 milyar 300 milyon dolar, Chreysler ise 800 milyon dolar zararla kapatıyor. Bu üç devin toplam zararı böylece 8 milyar dolara yaklaşıyor. Oysa bir yıl öncesindeki zararı ancak bir milyar doları biraz aşıyordu. (Milliyet, 26 Şubat 1992). Ayrıca dünyanın 2 büyük havayolu şirketi PANAM’ın, mobilya mağazası zinciri SEAMANS iflas ediyor. (Hürriyet, 12 Ocak 1992) Bunların, seçim yılı olan 1992de olması, “Kriz, Bush’un başını yiyecek” yorumunun yapılmasına neden oluyordu. Öyle de oldu. Bush Japonya’da masadan düşmesinin yılı dolmadan Başkanlıktan düştü. Cumhuriyetçilerin 12 yıllık saltanatı bitti. Gelenin gideni aratacağını hiç sanmıyoruz.
ABD TARAFINDAN VE ABD’YE YAPILAN DOĞRUDAN YATIRIMLAR
Yıl Sermaye Çıkışı Sermaye Girişi Net Çıkışlar
1970 7,59 1,46 6,13
1971 7,62 0,37 7,25
1972 7,75 0,95 6,80
1973 11,37 2,80 8,55
1974 9,05 4,76 4,29
1975 14,24 2,60 11,64
1976 11,95 4,35 7,60
1977 11,89 3,73 8,16
1978 16,06 7,90 8,16
1979 -25,22 11,88 13,34
1980 19,22 16,92 2,30
1981 9,62 25,20 -15,58
1982 0,97 13,79 -12,82
1983 6,70 11,95 -5,25
1984 11,59 25,36 -13,77
1985 13,16 19,02 -5,86
1986 18,68 34,09 -15,41
1987 31,05 46,89 -15,84
1988 16,22 58,44 -42,22
1989 31,72 72,24 -40,52
(KAYNAK: Survey of Current Business, Tanzi ve Coelho, Annals, Temmuz 1991 s. 158, Aktaran İSO dergisi, Amerika Eki, Aralık 1991, sy. 63)
Iacocca daha öncesinde 1991 Mart’ında Bush’a yazdığı mektupta durumun ne kadar vahim olduğuna dikkat çekiyor: Otomotiv sanayinin sorunlarının giderek büyüdüğünü, Japon rekabeti karşısında korumacı önlemler alınmadığı zaman üç büyük otomobil şirketinin iflasının kaçınılmaz olacağını ve binlerce insanın işsiz kalacağını ifade ediyor. Devamında Japonların Amerikan otomobil pazarında bugün için yüzde 31 olan payının yüzde 40’a çıkması halinde Başkanı olduğu firmanın iflasına ve diğer ikisinin de krize gireceğini belirtiyor. (İSO dergisi, Amerika Eki, sy. 95). Geçen zaman, Iacocca’nın kaygılarının haklı olduğunu gösteriyor.
SERMAYE İTHALATÇISI ABD
Doğrudan yabancı sermaye ilişkisi açısından incelendiğinde, Amerika, 1. Paylaşım Savaşı öncesinde benzer bir durum yaşanıyor. 1980’ler Amerika’sı, 1914 öncesine benziyor; net sermaye ithalatçısı bir ülke. Oysa 1945 sonrasında savaşa neden olan çelişkiyi kendi lehine çözen Amerika, net sermaye ihracatçısı bir ülkeydi.
Bütçesi ve dış ticareti açık veren, durgunluğun hâkim olduğu Amerika tasarrufların azalması, yatırımların yeterli olmaması ve tersine sermaye girişiyle dikkat çekiyor. Geçtiğimiz yıl itibariyle Amerika’nın dış ticareti 200 milyar dolar ve bütçesi 300 milyar dolar açık veriyor. Bu arada bir hatırlatma sorusu: Türkiye’nin bütçesi de açık veriyor ve işletmeci kamu kuruluşları başa bela deniyor. Oysa bu tür kuruluşları olmadığı belirtilen Amerika’da bütçenin açık vermesine ne demeli? Demek ki KİT’ler olmasa da, bütçe açık verebiliyor. ’80’lerde Amerika’da yatırımların teşviki için kurumlar vergisinde bir indirime gidilmesiyle yatırım cazip kılınıyor. Böylece işsizliğe çözüm aranıyor. Buna ilaveten dünya genelinde yaşanan düşük büyüme hızı ve belirsizlik ortamı da ABD sermayesinin dış ülkelerde yatırım yapmasını olumsuz yönde etkiliyor. OECD verilerine göre ABD’de tasarruf oranları azalıyor. İzlenen ekonomik politikanın sonucu olarak daha az tasarruf eden bir ekonomi görünümü kazanıyor. 1975 yılında yüzde 17 olan tasarruf oranım 1980’de yüzde 21’e yükseliyor ve sekiz yıl sonrasında yüzde 15’in altına iniyor.
ABD’nin net sermaye ithalatçısı durumunda olması, sermaye ihracının 70’ierdeki hızında devam etmemesi ve bir yönüyle de ’85 sonrasında doların değer kaybetmesinden kaynaklanıyor. Oysa doların değer kazanması spekülatif amaçlı yabancı sermaye girişini, değer kaybetmesi ise doğrudan yabancı sermaye yatırımlarını teşvik eden yönde etkide bulunuyor. ’85’lerde toplam yabancı sermaye girişinde, yatırımların yüzde 14,6 olan payı sonraki yıllarda sürekli büyüyor ve 1989’de yüzde 33,7’ye çıkıyor.
1970-1980 arasında ABD’ye yatırım için gelen sermaye girişi 57 milyar 720 milyon dolar, yatırım amacıyla çıkansa 142 milyar dolara yaklaşıyor. Bu halde net sermaye çıkışı 84 milyar dolar daha fazla. Sonraki on yılda çıkışlar 140 milyar dolara yaklaşırken, girişlerse 307 milyar dolara ulaşıyor. Bundan dolayı ABD’ye giren net sermaye miktarı 167 milyar doları aşıyor. Bu ise, ABD’nin 20 yılda yatırım için dışarı gönderdiği sermayenin yüzde 59’una ulaşıyor.
Dikkat çeken bir soru: ABD’ye dışardan gelen sermayenin hepsinin de ülke kökeni itibariyle ABD’nin dışında bir ülkeden olması ya da olmamasıdır. Yani gelen sermayenin ne kadirinin yine ABD’ye ait olduğu ya da olmadığıdır? Türkiye’ye gelen sermayenin menşei araştırıldığında, hem yabancı sermaye teşviklerinden yararlanmak hem de yurt dışına çıkarılan ‘kara para’yı aklamak için böyle bir yolun denendiği ortaya çıkarıldı. Benzer örnek ABD’de neden tekrarlanmasın?
Bir de 1930 ile 1938 yılları arasında sermayenin ana ülkeye döndüğü gerçeğinin hatırlanmasıyla, krizin etkileme boyutu daha da netlik kazanıyor. ABD’de 1921-1929 arasında yurt dışına yatırım amacıyla giden sermayenin yüzde 83’ü yani 4 milyar 964 milyon doları 1930-1938 arasında gerisin geriye ana ülkeye dönüyor. Bu oran İngiltere’deyse yüzde 26,1’de kalıyor; 3 milyar 425 milyon doların 893 milyonu tekrardan İngiltere’ye geliyor (Prof.Dr. Kenan Bulutoğlu, 100 Soruda Türkiye’de Yabancı Sermaye, İstanbul, Gerçek Yay. sy. 51).
Evet, savaş öncesi yatırım için çıkan sermaye ana ülkeye dönme eğiliminde oluyor. Amerika’da ’80’lerde yaşanılanın, çıkandan çok girenin olması, ‘Sermayenin ana ülkeye dönüş eğilimine mi giriyor?’ sorusunu gündeme getiriyor. Böyle bir eğilimin zamanlama açısından, Avrupa ve Japonya sermayesinin bloklaşmasının olduğu dönemde gerçekleşmesi de dikkat çekiyor.
Sermayenin bloklaşması ve ABD’nin net sermaye ithalatçısı olması, kriz ve emperyalistler arası çelişmenin kesinleştiğinin bir ifade edilmesi mi oluyor?
‘GERİLEYEN’ BÜYÜME
Ülkelerin iktisadi olarak büyümesi; krizli yıllarda, sadece bir iki yılda gerilemenin ötesinde genel olarak da yavaşlama eğilimi gösteriyor. Özellikle krizin yoğunluk kazandığı 1970’lerde büyüme, önceki dönemlere kıyasla azalıyor.
OECD ülkeleri ve AT bazında gerçeklik kazanan bu gelişme, aynı zamanda aralarında ABD, Japonya gibi dünya ekonomisinde önemli paya sahip olan yedi emperyalist ülkenin de yer aldığı Yediler’de de yaşanıyor. Büyüme oranı düşüyor.
1960-1968 ile 1968-1973 yılları arasında Yediler’in yüzde 5,1 ve yüzde 4,5 olan ortalama büyemesi, 1973-1979 döneminde 1,9 puanlık gerilemeyle yüzde 2,6’ya iniyor. OECD ülkelerinde 2,1 puan olan azalma, AT’ta 2,5 puan olarak gerçekleşiyor.
Bunlar, gerek yedi emperyalist ülke ile AT’ta gerekse daha çok ülkeyi kapsayan OECD’de büyümenin yüzde 40’a yaklaşan oranda gerilediğini gösteriyor.
Ülkeler bazında bakıldığında en büyük düşme Japonya’da yaşanıyor. 1968-1973 arasında yüzde 8,4 olan ortalama büyümesi yedi yıl sonrasında ancak yüzde 3,6 olabiliyor. Benzer eğilim dünya ekonomisinde önemli bir paya sahip olan ABD ve Almanya’da da görülüyor.
ÜLKELERİN EKONOMİK BÜYÜMELERİ (1960-1986) Yüzde Olarak
1960-1968 1968-1973 1973-1979 1979-1986
ABD 4,5 3,2 2,4 2,4
Japonya 10,4 8,4 3,6 3,8
Almanya 4,1 4,9 2,3 1,4
Fransa 5,4 5,9 3,0 1,6
İngiltere 3,1 3,2 1,5 1,4
Yediler 5,1 4,5 2,6 2,3
AT 4,6 4,9 2,4 1,6
OECD 5,1 4,7 2,6 2,3
(AÇIKLAMA: Yediler: ABD, Japonya, Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya ve Kanada.
KAYNAK: OECD, Paris, 1988’den Aktaran Dr. Coşkun Aktan, Banka ve Ekonomik Yorumlar Dergisi, Mart 1991, sy 34.)
İktisadi büyümenin bu derece gerilemesi aynı zamanda reel olarak kişi başına büyümenin de azalmasına neden oluyor. Bir yönüyle bu, ‘yoksullaşmanın’ yaşandığının değişik bir yorumunu ifade ediyor. Büyümeden nüfus artış hızının çıkarılması ile bulunan kişi başına büyüme hızı, büyümeye paralel bir gelişme gösteriyor, azalıyor.
Kapitalist dünyada iktisadi entegrasyon” doğrultusunda hayli ilerlemenin sağladığı bir dönemde büyümenin bu derece geriliyor olması, yoğunlaşan ekonomik ilişki ağı, krizi ülkeden ülkeye aktarmanın da aracı işlevini görebiliyor.
Büyüme gerilemekle de kalmıyor, bundan dünya ticareti de olumsuz yönde etkileniyor.
Sermayenin kendisini yeniden üretmesinde yaşadığı tıkanıklık olan krizli yıllarda, sonuç olarak iktisadi büyüme de eski performansını gösteremiyor. Kriz büyümeyi olumsuz yönde etkiliyor.
ABD’de Kamu Harcamalarının Ulusal Gelire Oranı (% olarak)
Yıllar %
1930 20
1940 22
1950 25
1960 32
1970 37
1980 39
1990 48
(KAYNAK: Economic report of the President,1987, Aktaran Bankalar ve Ekonomik Yorumlar Derg. Ocak 1991)
İNADINA KÜÇÜLMÜYOR
Devlet inadına küçülmüyor. Hem de liberalizmin bayrak edinildiği ’80’li yıllarda da aynı eğilim, devam ediyor. Devletin yurtiçi hâsıladaki payı ortalama olarak yüzde 50’ye yaklaşıyor.
1929 Krizi sonrasında pek çok ülkede, Keynes’in önerdiği politikanın hayat bulmasıyla ‘Müdahaleci Devlet’ anlayışı benimseniyordu. Özellikle savaş sonrasında ’90’ların başına kadar geçen dönemde, pek çok ülkede kamu ekonomisi fonksiyonlarının artmasının sonucu olarak, kamu harcamaları da benzer bir eğilim içine giriyor. Artıyor.
Görüldüğü üzere 1953 ile 1988 yıllan arasında kamu sektörü, dünya ekonomisinde yönlendirici fonksiyonu olan emperyalist ülkeler de dâhil olmak üzere bütün ülkelerde genişliyor.
Devletin ekonomide görece öneminin artması, özellikle ’70’lerden itibaren yoğunluk kazanıyor. OECD ülkeleri ortalamasında 1970’de yüzde 36,3 olan kamu harcamaların yurtiçi hasalıya oranı 18 yıl sonrasında ’90’ların başında yüzde 49’a yaklaşıyor. Bu oran AT ülkelerinde ise 13 puanlık artışla yüzde 50’ye ulaşıyor. Yurt içinde yaratılan ulusal gelir her 100 liralık hâsılanın hemen hemen yarısına devlet adına kamu el koyuyor. Bunun sonucu olarak özel sektör yani kapitalistler göreceli olarak daha az kaynağı kullanmak zorunda kalıyor. Her şeyi özel sektörün yaptığı ve liberalizmin beşiği olarak tanıtılan Amerika’da, İngiltere’de ve Danimarka’da devlet daha da güçleniyor. Özellikle ABD’nin ’30’lar öncesinde yüzde 10’u bulan kamu harcamalarının ulusal gelire payı, sonraki yıllarda sürekli artan bir eğilim içinde oluyor.
Liberalizm rüzgârının estirildiği yıllarda, kamu fonksiyonlarının artması zorunlu olarak Amerika’sından Japonya’ya, İsveç’e kadar kapitalist ülkelerde iktidarlar daha fazla kaynağı kullanan bir ekonomi politika izliyorlar.
Kapitalist dünyada devletin ekonomide küçüldüğünden bahsedilmesi gereği, bu durumda hoş bir fantezi olarak kalıyor. Bir yönüyle de Türkiye’de yapılmak istenilen özelleştirmenin temel dayanağının geçersiz kılındığı da ortaya çıkmıyor mu?
KAMU HARCAMALARININ YURTİÇİ HÂSILADA PAYI
(1953-1988) Yüzde Olarak
Ülkeler 1953 1963 1970 1980 1985 1988
ABD 27.0 28.0 31.6 33.7 36.7 36.3
Almanya 35.5 36.6 38.6 48.3 47.5 46.6
İngiltere 32.7 33.7 38.8 44.9 46.2 –
İsveç 28.0 36.3 43.3 61.3 64.4 –
Norveç 30.5 36.5 41.0 48.3 45.6 –
Danimarka 24.4 30.3 40.2 56.2 59.3 60.2
İspanya – – 22.2 32.9 42.1 –
Yunanistan – – 22.4 30.5 43.7 45.7
Türkiye – – 21.9 24.0 25.0 23.1
OECD ülkeler – – 36.6 45.7 49.2 48.7
ATülkeler – – 36.9 45.6 49.5 49.9
(KAYNAK OECD. National Accounts, 1989, Aktaran TOBB. Gelir Dağılımı, 1992, 1953 ve 1963 için Dr. Ç.lan Aktan, Banka ve Ekonomik Yorumlar Dergisi, Mart 1991.)
Krizli yıllarda kamu harcamalarının artması devletin güçlendiği gerçeğini ortaya koyuyor. Sınıfsal planda, burjuvazinin devlete hakim olduğu dikkate alınırsa, bir açıdan da sermayedarın güçlenen devletten yana olduğu sonucu çıkıyor. Belki bu da, emperyalistler arası artan çelişkiden kaynaklanıyor. Hatta önümüzdeki dönemde Monetarist politika yerine Keynes’çi politikanın izlenmesiyle, devletin daha da büyüyeceğini söylemek için kâhin olmaya gerek kalmıyor.
KAPİTALİZMİN YUMUŞAK KARNI
Ekonomik verileri ‘olumlu’ olarak gelişmeler yaşanacağı yorumunun yapıldığı bir sırada, döviz ve borsada bir dalgalanma yaşanabiliyor.
Hatta uluslararası ekonomik ilişkilerde, ‘olumsuz’ değerlendirilecek gelişme yaşanmazken ya döviz ya da borsa inip, çıkıyor.
Bir değil, iki değil… Bu türden oluşumların sıklıkla gündeme gelmesi, ‘Neden böyle oluyor?’ sorusunun yanıtlanmasını zorunlu kılıyor.
Bush’un seçimi kazanacağını veya kaybedeceğini ortaya koyan anketler, Japonya’yı resmen ziyaret etmesi ve rahatsızlanması, hastaneye kaldırılması döviz ve sermaye piyasasında dalgalanma nedeni olabiliyor.
Mal ve hizmet üretiminin ve satımının yapıldığı reel ekonomi, kağıt üzerinde sadece parasal değerlerin alınıp satıldığı bir parasal ekonomi ile bütünlük oluşturuyor. Bütünselliği meydana getiren parçaların fonksiyonu ve etkilenme faktörleri farklı olabiliyor. Reel ekonomideki gelişmeleri ekonomi politikayla yönlendirme ‘mümkün’. Elbette parasal ekonomideki gelişmeleri de denetlemek, etkilemek ‘mümkün’.
Fakat üretimde karşılığı olup olmadığı bilinmeyen ve trilyon dolarla ifade edilen parasal ekonomideki ‘değerler’, ekonomideki belirsizliği daha da artırıyor. Böyle olduğu, son Avrupa Para Krizi ile yeniden gündeme geldi. Spekülatif amaçla döviz ve sermaye piyasasına yatırılan para-sermaye, reel ekonomiye kıyasla daha hızlı büyüyor.
Uluslararası düzeyde spekülatif amaçla kullanılan para-sermayenin 1986’da 300 milyar dolar olan bir günlük işlem hacmi, üç yıl sonrasında yüzde 117’lik artışla 650 milyar dolara yükseliyor. Bu miktar günümüzde bir trilyon doları aşıyor. Bu rakam, IMF üyesi ülkelerin toplam döviz rezervinden daha büyük. (The Economist, 19 Eylül 1992, Aktaran Nail Satlıgan, Özgür Gündem, 22 Ekim 1992). Evet bir işgününde spekülatif amaçlı dövizin işlem hacmi 1 trilyon dolara ulaşıyor. Dünya ekonomisinin lokomotifi durumunda olan Amerikan ekonomisinin yıllık ulusal geliri altı trilyon doları aşıyor. Yani dünya kambiyo ve sermaye piyasasında işlem gören para-sermayenin altı işgünündeki toplam işlem hacmi, Amerikan ekonomisinin yıllık ulusal geliri kadar. Ayrıca sekiz günlük işlem hacmi de sekiz trilyon dolara yaklaşan dünya ticaret hacmine eşitleniyor.
Dünya ticareti ve ekonomik gelişmesiyle ilgisi olmayan para-sermayenin çoğunlukla spekülasyona yönelik bir işlem için kullanılıyor olması, sermayenin kendine yeterli yatırım alanı bulamadığını, üretken sermayeye dönüşmediğini gösteriyor. Bu bir yönüyle sermayenin spekülasyona dayalı kendisini yeniden üretmesi imkânı bulmasını, bir yönüyle de krizin yaygınlaşmasını sağlıyor. Ayna krizin dışa vurumunu da engelliyor.
Spekülasyona giden sermayeyi belirli parayı, yatırım gibi ekonomik politikalarla denetlemek mümkün. Fakat bunun etkileme düzeyi de bir noktaya kadar. Bunun dışında, daha değişik faktörlerle de para-sermaye etkilenebiliyor. Trilyon dolara ulaşan işlem hacmi, politikaların dışında Bush’un tansiyonun inmesi-çıkması, Saddam’ın Amerika’ya kafa tutan demeci gibi anlık olaylardan da etkileniyor. İşte bunun için reel ekonomi dışındaki parasal ekonomiyi ve dolayısıyla para-sermayeyi ‘denetlemek’ zorlaşıyor. Böyle bir durum da, krizin yaygınlaşmasına ve derinleşmesine neden oluyor.
İşte bu bağlamda Avrupa Para Krizi anlaşılabiliyor. Her şey bir kaç günde gerçekleşti. Dr. Ali Nali Kübalı, özellikle ’80’li yılların ortalarından beri böyle bir krizin olabileceği bekleniyordu diyerek sözlerine başlıyor. Büyük miktarda ‘yüzergezer1 paranın varlığına dikkat çekiyor: “bugün yaşanan doların hızla düşmesi, sonra alınan bazı önlemlerle biraz yükselmesi, tekrar düşmesi, markın sürekli değer kazanıp, alınan önlemlerle düşmesi, belirsizlik derken büyük bir spekülatif alışverişe yol açtı. Bu daha krizin başlangıcı. Nereye kadar gidebilir? Tamamen spekülatif kaygıların kontrol altına alınabilmesi, daha doğrusu paranın kontrol edilebilmesine bağlı çok büyük bir krizin içine düşülmüş bulunuyor;” (Cumhuriyet, 18 Eylül 1992).
‘YENİ’NİN HABERCİSİ
Siyasi ve ekonomik birliğe geçmesine dört ay kala 1992’nin Eylül ortasında Avrupa Topluluğu üyelerinin para konusundaki anlaşmazlıkları yüzünden birlik ve bütünlükleri sarsıldı. Mevcut birikimin sonucunda ekonominin bünyesindeki çelişkilerin patlamayla çözülecek gibi olmadığı belirtiliyor. Bu da, yaşanılanın aslında başka bir patlamanın ‘Yeni’nin habercisi olduğunu gösteriyor.
Almanya’nın faizleri yükseltmesiyle başlayan ve ardından sterlin ve liretin devalüasyonu yaşaması, İngiltere’nin Avrupa Döviz Kurları Mekanizması (ERM) üyeliğinin askıya alınması biçimindeki kararların bir kaç gün içinde gerçekleşmesi, Avrupa Birliği’ni oluşturan ‘ülkeler arası çelişkilere’ dikkat çekiyor. Belki de birleşen ve daha da güçlenen Almanya’ya karşı, diğer ülkeler tarafından arzulanan Avrupa Birliği projesinin ne kadar zayıf olduğunu mu ortaya çıkarıyor? Madalyonun öbür yüzü, Almanya’ya rağmen, Avrupa Birliği’nin olmayacağı gerçeği midir?
Avrupa Para Krizi ve gelişmeler:
– Alman reeskont faiz oranlarını yüzde 9,75’e, bankaların bir günlük borçlanma faizi olan lombard kredisi faizi de yüzde 9,5’e çıkardı. Daha sonra Almanya Merkez Bankası (Bundesbank) reeskont faizi 0,5 puan, lombard kredisi faizini yüzde 0,25 oranında indirdi.
– 12 Üyeli Avrupa Döviz Kurları Mekanizması (ERM) 10 üyeye düştü. İngiltere ve İtalya’nın üyelikleri askıya alındı.
İngiltere, Majör hükümeti devalüasyon kararı aldı. Sterlin bir gecede dolara karşı 11 cent, marka karşı 14 fenik değer kaybetti. Ayrıca 14 Eylülde temel faiz oranlarını önce 2 puan ve ardından 3 puan artırarak yüzde 15’e çıkardı ve üç gün sonrasında yüzde 10’a indirdi.
– Avrupa Topluluğu’nun diğer ülkelerinden İtalya yüzde 7 ve İspanya’da yüzde 5 oranlarında devalüasyon yaptı.
– İtalya bir gecelik faizini yüzde 18,5’ten yüzde 50ye yükseltti.
– İtalya ve İngiltere, paralarını kur mekanizması limitleri içinde tutabilmek için borsalara büyük çaplı müdahalede bulundular. İngiltere’nin sterline değer kazandırmak için 15 milyon sterlin harcıyor (İTO’nun Ticaret Gazetesi, 25 Eylül 1992).
45 yıllık bir aradan sonra iki Almanya’nın birleşmesinin uluslararası ilişkilerde önemli yansımaları oldu. Birleşmenin finansmanı, bir diğer deyişle Doğu Almanya’nın ekonomik onarımı, milyarlarca markın harcanmasını gerektiriyor. Artan kamu borçları sonunda, mali piyasada faizlerin artması, diğer yandan da genel olarak fiyatları yükselten etkide bulunuyor. Doğu Alman markı bire bir olarak değiştirilmesi ve kamu harcamalarının artışı piyasada talep artışına neden oluyor. Bundan dolayı Almanya’da enflasyon yüzde 4’ün üzerine çıkıyor. Bu hem AT, hem de Almanya ölçülerine göre yüksek bir rakamdır.
Almanya’da faiz oranlarının yükselmesi sonucunda, diğer ülkelerin faiz oranları arasındaki farkın artması nedeniyle, Alman markı uluslararası sermaye için aranan bir para oluyor. Böylece Mark değer kazanıyor. Ayrıca uluslararası fon Almanya’ya akıyor. Spekülatif para-sermayenin bir yandan Marka olan talebi artıyorken bir yandan da Almanya’ya transfer ediliyor.
Hemen hemen iki yıl öncesinde, Almanya ile ilgili gelişmeler şu yönde değerlendiriliyor, Avrupa’da tanınmış ekonomist Prof.Dr. H. Giersch tarafından (İSO Dergisi, Almanya Eki, Aralık 1990, sy. 25-26): “Doğu Almanya ve Doğu Avrupa ülkelerinin bütününde ortaya çıkan yeni yatırım imkanları, uluslararası sermaye piyasasında gerçek faiz oranlarının yükselmesini de beraberinde getirecektir.” Öyle de oluyor. Almanya’da faizin yükselmesi devamında krizin yaşanması “Para Birliği’ne doğru gitmesi, yeni bir krize doğru gidiş” olarak değerlendiriliyor (Belçika Kredietbank Yön. Kur. Başkanı E. Wauters, TÜSİAD’ın GÖRÜŞ dergisi, Ocak 1993, sy. 48).
Avrupa Para Krizi konusunda yanılanlar arasında IMF de bulunuyor. The Economist dergisine göre, “IMF, fena halde yanıldı.” Derginin “Avrupa krizinin perde arkası” başlıklı yazısında, IMF’nin durgunluktan yakında çıkılacağı yönündeki tahminlerinin uzun bir süredir gerçekleşmediğine dikkat çekti. (Cumhuriyet, 21 Eylül 1992).
EK:
KAPİTALİZM VE KRİZ
Bir önceki yıla veya döneme kıyasla ekonominin gerileyen bir eğilim de olması, durgunluk içinde olduğunu gösteriyor. 1990 yılında yaşanılan talep canlılığının sonucu olarak yüzde 5 büyüyen kapitalist ekonominin, bir yıl sonrasında bu oranın yüzde 1,5’e ya da yüzde 2’ye inmesi ile ekonominin durgunluğa yönelen bir gelişme içinde bulunduğu değerlendirilmesi yapılmasına neden oluyor. Düşük oranda büyümenin bir kaç yıl daha sürmesi ya da büyümenin istikrarlı olmaması da ekonominin durgunluk içinde bulunduğunun göstergeleri olarak ileri sürülüyor. Düşük oranda büyüme piyasada canlılığın yerini iktisadi durgunluğunun hâkimiyetini gözler önüne seriyor.
1973-1975 ve 1980’lerin ilkyarısı hatta sonları da kendisinden sıkça söz ettiren iktisadi durgunluk dönemleridir. Hatta yıllık karşılaştırmada istikrarsız büyümeden dolayı sürekli yaşanıyor. Oysa kriz ise, uzun dönemli ve yapısal bir eğilim olarak somutlaşıyor. Onun için krizden, ekonominin çok kısa dönem için gerileyen bir süreç olmaktan öte, uzun dönemli yapısal tıkanıklığın olmasının anlaşılması gerekiyor. Buna göre uzun dalga içinde, dikkat çeken ve yoğunlukla gerileyen iktisadi durgunluk dönemleri bulunuyor. Yani kriz doğallıkla, durgunluk dönemlerini de kapsıyor.
70’lerin başından beri uluslararası arenada krizin yaşandığı dönemde; 1973-1975,1980’lerin başı iktisadi durgunluğun hakim olduğu yıllar olarak değerlendiriliyor. Yaşanılan krizin, iktisadi durgunlukla birlikte danada önce çıktığı yıllar olarak yaşanıyor. Elbette iktisadi durgunluğun yaşanılmaması, krizin olmadığı anlamına da gelmiyor.
Kriz, iktisadi durgunluğa kıyasla daha uzun dönemi kapsayan ve yapısal bir tıkanıklığı ifade ediyor. Bu anlamda kriz, iktisadi durgunluğu da kapsıyor.
İktisadi durgunluğun, kapitalizmin yapısal nedenlerinden kaynaklanması zorunluluğu yoktur. Konjonktürel de olabiliyor. Havanın kurak gitmesi, tarımdan beklenen büyümeyi olumsuz yönde etkileyebiliyor. Bu da pekâlâ, durgunluğa neden olabiliyor.
KRİZ NEDİR?
Krizden, bir ülkede, bölgede ya da uluslararası düzeyde kapitalist ekonomik sistemin kendisini, içsel ve yapısal nedenler yüzünden yeniden üretememesini anlamalıyız. Emek-sermaye çelişkisi krizin yapısal ve içselliğini belirleyen koşulları oluşturuyor.
Kapitalizm; sermayenin yoğunlaşması, nüfusun artan ölçüde proleterleşmesi ile nispi yoksullaşma, sermayenin organik bileşiminin artması ve kâr oranının düşme eğilimi, azalan kâr gibi ekonomik yasalar temelinde varlığını sürdürüyor. Bu kanunlar temelinde işlerlik kazanan kapitalizm, öz olarak sınıfsal düzlemde proletarya-burjuvazi çelişkisinde ifadesini buluyor.
Üretim aşamasında her kapitalistin sermayesi iki kısma ayrılır. Bunlardan birinci kısımla makineler, binalar, hammaddeler satın alınıyor. Üretim boyunca bu kısmın değeri değişmiyor, sabit kalıyor. Bu emek-değer kuramı analizine göre oluyor. Sermayenin bu kısmına değişmeyen sermaye deniyor. Üretim boyunca değeri sabit kaldığı, ürünlere emek gücü tarafından aktarılan ve üretim boyunca sadece aynen korunduğu için böyle adlandırılıyor.
İkinci kısmı, işgücünün satın alınmasına, ücretlerin ödenmesine yarıyor. Kapitalist ücret ödüyor ve işçi de bundan (kendi emek gücünden) daha fazla, büyük bir değer yaratıyor. Kullanılan hammaddelerin ve makinelerin değerine, kapitalistin ücret olarak ödediğinden daha büyük yeni bir değer katıyor. Ücretlere harcanan sermaye, aynı kalmaz, büyür, değişir. Bunun için sermayenin bu kısmına değişken sermaye deniyor.
İşte karın kaynağı işçinin emek-gücünün değeri ile ürettiği değer arasındaki fark oluyor. İşçinin emek-gücünün üstünde olarak ürettiği değere artı-değer deniyor.
KRİZ VE SINIFIN BİLİNÇLİ EYLEMİ
Teknoloji geliştikçe, makinelere yapılan daha büyük harcamalara ek olarak, her işçinin günlük işinde kullandığı hammadde miktarı da büyük ölçüde artıyor. Dolayısıyla üretim tekniğinin ilerlemesiyle, ücretler zamanla kapitalistin yaptığı harcamaların gittikçe daha küçük bir kısmını oluşturuyor. Diğer bir deyişle değişken sermayenin değişmeyen sermayeye oranı küçülüyor. Kapitalist rekabet ve birikimin baskısı altında genel eğilim kaçınılmaz olarak kapitalist ekonominin bünyesinde, değişmeyen sermayenin değişken sermayeye kıyasla hızlı artması eğiliminde bir gelişme yaşanıyor.
Emek-gücünü satın almak için kullanılan sermaye ile üretim araçları satın almak için kullanılan sermaye arasındaki orana sermayenin organik bileşimi deniyor. Teknolojinin gelişmesiyle bu oran kapitalizmde artma eğilimi gösteriyor. Böyle bir gelişmenin sonucu olarak kârın toplam sermayeye oranı da düşme eğiliminde oluyor. Mutlak ‘doğrusal’ anlamdan öte, genel eğilimin” böyle olacağını içeriyor.
Kanunun eğitimsel işleyişine karşı koyan nedenler:
1- Sömürünün şiddetini artırmak. Daha çok kâr peşinde koşan sermayedar, işçilerin çalışma süresini uzatmayı başaramazsa, makinelerin çalışma hızını artırmak, ya da yeni makinelerin getirilmesiyle aynı amacını gerçekleştirme imkânı buluyor.
2- Ücretlerin satın alma gücünü düşürme. Piyasada satılan mal ve hizmetlerin fiyatlarının genel olarak, ücretlerden daha hızlı artış kaydetmesi nedeniyle, nominal olarak artan ücretler, reel olarak geriletilebiliyor.
3- Değişmeyen sermaye unsurlarının ucuzlaması. Üretim sırasında emek-gücü dışında kullanılan makine, hammadde ve diğer teçhizat ve girdi fiyatlarının düşmesiyle, sermayedar kârını daha çok artırma imkânı buluyor. Bunun gerçekleşmesi olasılığı çok sınırlı.
Kâr oranının düşme eğilimi, kapitalizmin çelişkisini daha da keskinleştiriyor. Satın alma gücüne oranla fiziki üretimin (ya da kapasitesinin) aşırı ölçüde artmış olması, kapitalizmin nispi aşırı üretim bunalımları olarak yaşanıyor. Temelinde kâr oranı düşmesi ve üretim gelişme eğilimi bulunuyor. Kâr oranının düşmesinin sonucunda sermayedarların giderek artan bir kısmı da yeterli bir kâr elde edemez; yatırımlar kısıtlanır ve işsizlik yayılır.
Pazar için meta üretiminin yapılması, üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin olması ve azami kârı güden üretimin gerçekleştirilmesi kapitalist ekonominin belirgin özellikleri olarak sayılıyor. Meta değişiminin gelişmiş olduğu her yerde, üretilen metaların ‘satılamaması’ olasılığı var. Yani üretilen değerler paraya ‘çevrilemeyebiliyor.’ Böyle bir durum, kapitalizmin gelişmesiyle, kaçınılmaz hale geliyor.
Ekonomik bunalım çelişkileri şiddetleniyor. Daha da ilerisinde siyasal bunalıma yol açıyor, derinleştiriyor. Ekonomik ve siyasi krizin birlikte varlığı, sistemin sınıfsal plandaki proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişkinin keskinleştiğini ortaya koyuyor. Çözümü de işçi sınıfının bilinçli eyleminden geçiyor. Bilinçli eylemi en üst örgütlenmesi olan Parti’siyle anlam kazanıyor. Böylece sınıf, kendisini ifade etme olanağı buluyor, aksine ne kendiliğinden çıkışları ne de sendikal örgütlenmesi, bilinçli eylemin başarısını içermiyor. Bunlar gerekli fakat yeterli değil.
Şubat 1993